Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kurandan okuyalım (1 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Rahman suresi ayet 14
İnsanı, ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarattı.

İnsanların yaratılışının başlangıcı, Kur'an'da çeşitli bölümlerde, çeşitli safhalarıyla açıklanmıştır. Şimdi bu safhaları bir tertip içinde sırayla görelim.
a) Turab (toprak)
b) Tîn (çamur)
c) Tîn-i Lazîb (yapışkan çamur)
d) Hammen Mesnun (kuru çamur)
e) Salsalin min Hammin Mesnun ke'l-Fehhar (ateşte pişmiş gibi kuru çamur)
f) Beşer (topraktan suret, model, Allah onu kendi has ruhundan üflemiş ve meleklere secde etmelerini emretmiştir. Sonra da çift çift yaratmıştır.)
g) "Summeceale neslehu min sulâletin min main mehin" (sonra onun neslini bir özden, hakir bir sudan-başka bir ayette nutfeden verilmiştir- kıldı.)
Bu safhaları açıklayan aşağıda bir tertip içinde sıraladığımız ayetleri okuyunuz.
a) "Allah'ın yanında İsa'nın durumu Adem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı. Sonra ona -ol-dedi. Artık olur." (Al'i İmran: 59)
b) "O, herşeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı." (Secde: 7)
c) "Şimdi sor onlara: Yaratılış bakımından kendileri mi daha çetin, yoksa bizim yarattıklarımız mı? Biz kendilerini yapışkan bir çamurdan yarattık" (Saffat: 11)
d-e) "İnsanı ateşten pişmiş gibi kuru çamurdan yarattı." (Rahman: 14)
f) "Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan ve ondan eşini var edip ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun..." (Nisa: 1)
g) "Sonra onun neslini bir özden, hakir bir sudan kıldı." (Secde: 8)
h) "Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra güçlerinize ermeniz için (sizi büyütüyoruz.) İçinizden kimi öldürülüyor, kimi de ömrün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itiliyor ki, bilirken birşey bilmez hale gelsin. Yeri de ölmüş görürsün. Fakat biz onu üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir kabarır ve her güzel çiftten bitirir." (Hac: 5)
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Rahman suresi ayet 15
Cânn'ı (cinni) da 'yalın dumansız bir ateşten' yarattı.

"Maricin men narin" ifadesinde geçen "nar," ağaç ve kömürün yanmasıyla meydana gelen bir ateş değil, özel bir ateştir. "Mâric" ise dumansız alev demektir. Yani, ilk insan nasıl çamurdan yaratıldıysa, ilk cin de ateşten yaratılmıştır. Yine nasıl ilk insan topraktan yaratılmış ve onun nesli nutfe ile devam ediyorsa, ilk cin de ateşten yaratılmış ve nesli devam etmektedir. Dolayısıyla insanların babası Adem ise, ilk cin de, cinlerin babasıdır. Adem bir "beşer" olarak yaratıldıktan sonra, onun toprakla bir ilişkisi kalmamıştır. Çünkü artık onun bedeni et, kemik ve kandan müteşekkildir. Her ne kadar toprakla bir ilişkisi olsa dahi, bu doğrudan doğruya değildir. Tüm bunlar, cinler için de geçerlidir. Yani onlar ateşden yaratılmıştır ama, nasıl insanlar toprak değilse onlar da ateş değildir.
Bu ayetten iki husus anlaşılmaktadır.
a) Cinler, salt ruhi varlıklar değillerdir ve onların da maddi cisimleri vardır. Onlar halis bir ateşten yaratıldıkları için, insanlar onları göremezler; zira kendileri topraktan yaratılmışlardır. Bu hususa A'raf 27'de şöyle değinilmiştir:
"Ey Ademoğulları, şeytan, ana babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak Cennetten çıkardığı gibi, sizi de bir belaya düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremiyeceğiniz yerde sizi görürler..." (A'raf: 27)
Ayrıca cinler hızlı hareket etmekte, değişik şekillere dönüşmekte ve topraktan yaratılmış olan insanın görünmeden giremeyeceği yerlere, hiç hissettirmeden girmektedir. Bu özellikler, ateşten yaratılmış bir varlık için mümkündür.
b) Cinler, insanlardan farklı bir varlıktır. Çünkü onların yaratıldığı madde, insanların, hayvanların ve bitkilerin yaratıldığı maddeden farklıdır. Dolayısıyla bu ayet, bazı kimselerin öne sürdüğü gibi "cinler insanlardan bir kısımdır" şeklindeki iddiayı açıkça reddetmektedir. Bu iddiaya göre, bu ayette mizaç farklılığı vurgulanmıştır. Örneğin, bazı insanlar çok halim ve yumuşak bir yapıya sahip olurlarken, bazıları da ateşli ve öfkeli kimselerdir ki, bu kimselere şeytan demek daha doğru olur. Bu yorum Kur'an'ı tefsir değil tahrif etmektir. Önceki ayette insanın topraktan yaratılışı ayrıntılarıyla açıklanmıştır. Bu ayrıntılı açıklamalara rağmen akıllı bir insan, bu ayetin yumuşak mizaçlı insanları tarif ettiğini söyleyebilir mi? İnsanın kuru çamurdan, cinin de halis ateşten yaratıldığını beyan eden ayetlerden, birinin yumuşak, diğerinin de sert mizaçlı insanları kastettiği sonucunu çıkarmak mümkün müdür?
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Rahman suresi ayet 16
Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

Burada " Âlâî " kelimesinin şaşılacak kudret anlamında kullanılmış olması daha münasiptir. Ayrıca nimetler şeklindeki anlam da anlaşılıyor. Topraktan insanı, ateşten cini yaratmak, Allah'ın yüce kudretinin bir göstergesidir. Ayrıca kendilerine dünyada önemli işler yapabilmeleri için, çeşitli yetenekler bağışlamış olması, Allah'ın insanlara ve cinlere büyük bir nimetidir. Bizler cinler hakkında her ne kadar yeterli bilgi sahibi değilsek de, insanoğlunun yaptığı önemli işleri açıkça görüyoruz. Şayet Allah insanlara, zihni ve akli yeteneklerinin yanında kuşların ve balıkların bedenleri gibi bir beden verseydi, insanın bu tür işleri becerebilmesi nasıl mümkün olacaktı? İnsana zihni yeteneklerine uygun bedeni uzuvlar, (el, ayak, göz, kulak, dil, boy vs.) bağışlamış olması Allah'ın büyük bir nimetidir. Çünkü akıl, şuur, icad etme yeteneği, istidlal ve yapıcı özellikleriyle bedensel özellikleri uyum sağlamasaydı, bu yetenekleri anlamsız kalırdı. İşte bu, Allah'ın hamde layık sıfatlarıdır. Zira, ilim, hikmet, merhamet ve kemal derecesindeki yaratıcı kuvveti olmadan insanı nasıl yaratabilirdi? Dolayısıyla bu muazzam yaratılışı kör ve sağır bir kuvvetin meydana getirmesi mümkün değildir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Rahman suresi ayet 17
O, iki doğunun da Rabbidir, iki batının da Rabbidir.

"Meşrikeyn ve mağribeyn" (iki doğu ve iki batı) ifadesiyle, kış ve yaz mevsimlerinin en kısa ve en uzun günleri kastediliyor olabilir. Ya da yeryüzünün yarı küresidir. Kış mevsiminin kısa günlerinde güneş, en dar açıdan doğar ve batar, yaz mevsiminin en uzun günlerinde güneş en geniş açıdan doğar ve batar. En uzun ve en kısa iki gün arasındaki günlerde güneşin doğuş ve batışı hergün farklı açılarda olur. Nitekim başka bir ayette (Meariç: 40) "Doğuların ve Batıların Rabbi" ifadesi kullanılmıştır. Ayrıca güneş bir yarı kürede doğarken, diğer bir yarı kürede batar. Bu şekilde düşünürsek, yeryüzünün iki doğusu ve iki batısı olmuş olur. "Doğuların ve batıların Rabbi" ifadesi de birkaç anlama gelebilir, 1) Güneş Allah'ın emriyle doğar ve batar, ayrıca bu, hergün farklı açılarda vuku bulur. 2) Yeryüzünün de güneşin de sahibi O'dur.
Çünkü bunların ayrı ayrı sahipleri olsaydı, bu kadar uyum içinde bulunamazlardı. 3) Doğunun ve batının ve ikisinin arasındaki herşeyin sahibi Allah'tır. Tüm bunları yaratmak ve güneş ve yeryüzünün hikmete dayalı nizamını kurmak O'na aittir.

Rahman suresi ayet 18
Şu hade Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

Burada "Alâi" kelimesinin anlamının, mevki ve mahal itibarıyla "kudret" manasında olması daha muhtemeldir. Ve fakat aynı zamanda nimet ve hamde layık sıfatlar anlamını da ihtiva eder. Güneşin doğuşunu ve batışını bir kurala bağlamış olması, Allah'ın büyük bir nimetidir, çünkü bu değişmez kuralın, insanlara, hayvanlara ve bitkilere sayısız yararları vardır. Şayet mevsimler bu sisteme bağlı olarak devran etmeseydi, insanlar, hayvanlar ve bitkiler hayatlarını sürdüremezlerdi. Yarattığı mahlukat için her türlü uygun ortamı hazırlaması, Allah'ın rahmet, Rububiyet ve hikmetidir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Rahman suresi ayet 19
Birbirleriyle kavuşup karşılaşmak üzere iki denizi salıverdi.

Evet iki denizi mercetti (salıverdi) . Burada merc müteaddidir . mânâsınadır ki, salıverdi demektir. Bu da esas itibariye karıştırmak mânâsına gelirse de, bu ayrı bir kullanmadır. Bu iki deniz hakkında misal olmak üzere çeşitli yorumlar yapılmıştır. Önce Furkan Sûresi'nde geçen "O, iki denizi birbirine salmıştır. Bu, tatlı ve susuzluğu giderici; şu tuzlu ve acıdır. Ve ikisinin arasına birbirine kavuşmalarına engel olan bir perde koymuştur."(Furkân, 25/53) âyetine mutabık olmak üzere biri tatlı diğeri acı iki derya denilmiş. Mesela Şap denizine Nil, Basra Körfezi'ne Dicle dökülmüş olduğu gibi, diplerindeki suların birbirlerine kavuşması ile beraber birden bire diğeri ile karışmaksızın bir hayli mesafeleri uzayıp giden büyük sularla temsil edilmiştir. Buradaki iltikâ (karşılaşma) fiilî olarak birbirine temas mânâsına gelmektedir. İltikâ, temas edecek şekilde yakınlık ve komşuluk olarak da yorumlanabilir. Bu, acı denizin altında veya yakınında yer alan su hazineleri şeklindeki düşünceye de uygun olabilir.

İkincisi,
her ikisinin suyu da acı olmak üzere bir zamanlar Faris Denizi adı verilen Hint Okyanusu ile Rûm denizi denilen Akdeniz ile temsil edilmiştir ve aralarındaki engel Arabistan yarımadası veya karşılaşmak üzere bulundukarı Süveyş engelidir. Buna göre : "o iki deniz, birleşeceklerdir" mânâsına da yorumlanabilir ki, bu da Süveyş kanalının ileride açılacağını göstermektedir. "İkisinden de inci ve mercan çıkar." (Rahmân, 55/22) âyeti de, bu ikinci mânâya daha yakın bir anlam ifade etmektedir. Zira tatlı sudan inci ve mercan çıkması, biraz te'vile dayalıdır.

Üçüncüsü,
gök denizi ve arz denizi denilmiştir ki denizlerle, bulutlar veya daha geniş bir mânâ kasdedilmiş olabilir.

Dördüncüsü,
yeri etrafından kuşatan dış denizle yerin kıtaları arasındaki iç deniz ki, bu iki deniz birbirine kavuşurlar. Yer, aralarında bir engel halinde kalır, böylece taşıp da o yeri istilâ edemezler.

Beşincisi,
"maşrikayn ve mağribeyn" (iki doğu ve iki batı)de geçtiği üzere acı, tatlı, iç dış, semavî ve arzî hatta hakikat ve mecaz her iki nev'iyle deniz de demek olabilir ki en genel anlamı budur. Bu suretle işarî mânâ olarak cismanî (maddi) âlem ile ruhanî (manevî) âlem anlamı da bulunabilir ki aralarında mevcut olan berzah da, hayal ve gölge alemi olmuş olur. Kavuşurlar. Bu cümle ya istinâfiyye (başlangıç) ya da hal cümlesidir. Mânâsı, kavuşurlar yahut karşılaşırlar. Veyahutta öyle bir halde salmıştır ki, kavuşacaklardır veya kavuşuyorlardır.

Rahman suresi ayet 20
İkisi arasında bir engel (berzah) vardır; birbirlerinin sınırını geçmezler.

Berzah, esasen iki şey arasında bulunan engel ve ayırıcı sınır demektir. Coğrafya ıstılahında bilindiği gibi iki deniz arasında bulunan karaya denir. Berzah, burada ya bu anlamı ifade etmektedir, ya da kudretten herhangi bir sınır mânâsınadır. Aralarında bir berzah bulunduğundan dolayı o iki deniz birbirine geçmezler. O berzahı, o haddi aşıp da diğerinin yerini işgal edecek, özelliğini ortadan kaldıracak bir zulüm ve tecavüz yapmazlar, yapmaya meydan bulmazlar

Rahman suresi ayet 21
Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Rahman suresi ayet 22
İkisinden de inci ve mercan çıkar.

"Mercan", İbn Abbas, Katade, İbn Zeyd ve Dahhak'a göre, küçük incilerdir. İbn Mes'ud ise, mercanın Araplar tarafından deniz kabukları (istiridyeler) için kullanıldığını söyler.

"" (iki denizden çıkarlar.) Bazıları, inci ve mercanın tuzlu suda bulunduğunu söyleyerek, bunların hem tuzlu hem de tatlı suda nasıl çıkabileceği şeklinde itirazda bulunuyorlar. Bu itiraza şu şekilde cevap verilebilir: Bilindiği gibi denizlerde hem tuzlu sular, hem de tatlı sular toplanır. Dolayısıyla iki deniz ifadesiyle aynı husus kastolunmaktadır. Şayet bunların (inci ve mercan) deniz altında tatlı su kaynağı olan yerlerde veya onların meydana geldiği yerlerde hem tatlı hem de tuzlu suyun bulunduğu keşfolunursa hiç şaşırmamalıdır. Nitekim Bahreyn ülkesi, bu inci ve mercanların çıktığı en eski kaynaklardan birisidir. Orada deniz altında tatlı su kaynakları olduğu bilinmektedir.

Rahman suresi ayet 23
Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

Burada, "Alâi" kelimesinin "kudret" anlamında olması daha muhtemeldir. Bununla birlikte "nimetler ve hamde layık sıfatlar" şeklindeki manalar da kelimenin içinde saklıdır. Bunca kıymetli eşyayı yaratmış olması Allah'ın bir nimetidir. Ayrıca mahlukuna güzellik zevki vermekle birlikte bu zevkin tatmin olacağı güzel eşyaları da halk etmesi, Onun rububiyetinin şanındandır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Rahman suresi ayet 24
Denizde koca dağlar gibi yükselen gemiler de O'nundur.

Yani, gemiler de O'nun kudretinin bir tezahürüdür. Ve insanlara, onlarla denizleri aşma yeteneği vermiştir. İnsanların gemileri yapmak için kullandıkları malzemeyi de Allah yaratmıştır. Ayrıca gemilerin deniz üzerinde dağlar gibi yüzebilmeleri, Allah'ın kanunu sayesinde mümkün olabilmektedir.

Rahman suresi ayet 25
Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

" Âlâî" kelimesinin, burada nimet ve ihsan anlamında olması kuvvetle muhtemeldir. Ancak yukarıda zikrettiğimiz gibi kudret ve hamde layık sıfatlara da işaret eder.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Rahman suresi ayet 26
(Yer) Üzerindeki her şey yok olucudur;

Bu ayetten 30. ayete kadar cinlere ve insanlara iki gerçek bildirilmiştir.
a) Sizler ve sizlere dünyada verilen bu varlık ebedi değildir. Ebedi ve zevali olmayan ancak Allah'ın zatıdır. Kainattaki herşey O'nun azametine ve şanına şehadet etmektedir. O'nun lütfu iledir ki, dünyadaki bunca nimet sizlere nasip olmuştur. Şayet bunu aranızdan kendi marifeti sayan bir kimse çıkacak olursa, bu sadece onun aptallığının ve kısır mantığının sonucundan başka bir şey değildir. Eline biraz güç geçen ve emri altına bir kaç kişiyi alan, hemen kendisini ilah sanmaya başlar. Oysa bu iktidarı ne kadar sürebilir ki? Zira insan, kainattaki bir bezelye tanesi kadar yer işgal etmez. Kendisine 50-60 yıllık bir iktidar verildiği için insanın büyüklenmesi çok anlamsızdır.
b) Sizler, Allah'tan başkalarını (melekler, peygamberler, evliyalar, Ay, Güneş vs.) mabud ittihaz ediyorsunuz ama onlar sizlerin ihtiyaçlarını gidermeye muktedir değillerdir. Çünkü onların bizzat kendileri Allah'a muhtaçtırlar. Gökyüzünde, yeryüzünde ve hatta tüm kainatta her olan, Allah'ın izniyle vuku bulmaktadır. Hiçbir mahluk bir başkasının kısmetini değiştiremez.

Rahman suresi ayet 27
Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (zatı) bakî kalacaktır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Rahman suresi ayet 46
Rabbin makamından korkan kimse için ise iki Cennet vardır.

Yani hesap gününe iman eden bir kimse, bu dünyada sorumsuz yaşamaz ve nefsini kontrol altına alır. Hak-batıl, zulm-adalet, temiz-necis, haram-helal arasındaki farkı temyiz eder ve bile bile Allah'ın emirlerinden yüz çevirmez. Dolayısıyla ileride zikredilen mükafatlar bu kimseler içindir.

"Cennet", bahçe anlamına gelir. Kur'an'da, salih kimselerin barınacağı yer, Cennet olarak adlandırılmıştır. Nitekim bazı yerlerde, "onlar için altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır" ifadesi kullanılmıştır. Yani, büyük bahçeler içinde küçük bağlar vardır. Burada da her Cennet ehline iki Cennet verileceği ve onların içinde-ki ileride zikredilecektir -saraylar, hizmetçiler ve diğer nimetlerin bulunacağı beyan edilmiştir.

Rahman suresi ayet 47
Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

Bu ayetten surenin sonuna değin, "Alâi" kelimesi, nimet ve kudret anlamında kullanılmıştır. Ayrıca hamde layık sıfatlar anlamı da kelimenin içinde saklıdır. İlk anlam ele alındığında, cümle, "siz bu nimetleri yalanlasanız da, mü'minler yine de bu nimetlere sahip olacaklardır." şeklinde, ikinci anlama göre, "Sizler Allah'ın bu nimetlerini vermesinin mümkün olmadığını zannetseniz de, Allah bu nimetleri kullarına verecektir" şeklinde anlaşılır. Üçüncü anlamı ele alırsak şayet, cümle, -Neuzubillah- "Sizler Allah'ı iyilik ve kötülük arasındaki farkı temyiz etmekten aciz sanıyorsunuz, sizlere göre, Allah Teâlâ, bu koskoca kainatı yaratmıştır. Ama zalimle, adalet sahibi, hak ile çalışanla, batıla hizmet eden, hayır ile şer işleyen kimseler onu ilgilendirmez. Mazlumun adalet ve insaf göremeyeceğini, hayır işleyenlerin mükafaat alamayacağını sanıyorsunuz. Yine Allah'ı, zalimlere ceza, salihlere mükafat vermekten aciz olarak kabul ediyorsunuz. Sizler bu şekilde Allah'ın sıfatlarını inkar etmeye devam edin, ancak kafir ve zalimlerin Cehennemle, salih kulların ise Cennetle karşılaşacağı gün, yine inkar edebilecek misiniz?"
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
A'lâ suresi ayet 7
Ancak Allah'ın dilediği başka. Çünkü O, açıkta olanı da bilir, saklı duranı da.

Bu ifade iki anlama da gelebilir. Birincisi Kur'an'ın Rasulullah'a kelime kelime ezberletilmesi şeklindedir.
Yani bu, Rasulullah'ın kendi yetenekleriyle başardığı bir iş olmayıp, bilâkis Allah'ın bir lütuf ve keremidir. Şayet Allah (c.c.) Teâlâ isterse ona unutturabilir. Aynı husus Kur'an'da başka bir yerde şu şekilde ifade edilmiştir; "Andolsun biz dilersek sana vahyettiğimizi tamamen gideririz." (İsra-86) İkinci bir anlamı da şöyle olabilir. Rasulullah bazen bazı ayetleri bir anlık unutabiliyordu. Ancak bu ona verilen va'din dışındaki hadiselerdir. Çünkü Rasulullah'ın müstakil olarak Kur'an'dan bir kelimeyi dahi unutması mümkün değildir ve Allah (c.c.) Kur'an'ı korumayı üzerine almıştır. Her insanın da bazen unutkanlık içinde olabileceği gibi, Rasulullah da bazı zamanlar onutkanlık içinde bulunabiliyordu. Buhari'daki bir rivayet bu hususu doğruluyor. Bu rivayete göre, bir gün Rasulullah sabah namazını kıldırırken bir ayeti atlamıştı. Namazdan sonra Hz. Ubbi bin Ka'b, Rasulullah'a, "Ya Rasulullah! siz şu ayeti okumadınız. Yoksa bu ayet mensuh mudur? diye sordu. Rasulullah, "Hayır, ben bu ayeti unutmuşum" diye cevap verdi.

Bu çok bilinen bir sözdür. Allah'ın gizli ya da açık herşeyi bildiği anlamına gelir. Fakat bu, konu içinde müteala edilirse şu şekilde de anlaşılabilir. Rasulullah Cibrili Emin ile birlikte, vahyi tekrarlarken, unutmamak için acele ettiğini Allah (c.c.) bilmektedir. Bunun üzerine Allah Teâlâ Elçisine, "Müsterih ol, sen vahyi asla unutmayacaksın" diye buyurdu.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
A'lâ suresi ayet 10
'(Allah'tan) İçi titreyerek korkan' öğüt alır düşünür.

Ebu Salih, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Âyet; İbn Um Mektûm hakkında inmiştir. el-Mâverdî dedi ki: Allah'a kavuşacağını uman kim*seler de öğüt alabilir. Şu kadar var ki, korkan kimselere öğüt vermek, uman kimselere öğüt vermekten daha etkilidir. O bakımdan, öğüt almak, her ne ka*dar korkmak (haşyet) ve ümit (recâ) ile alâkalı ise de yüce Allah, burada ümi*di dışarda tutarak, doğrudan doğruya ve yalnızca haşyet ile ilgili olarak öğüt sözkonusu etmiştir.

Verdiğin öğüt, her ne kadar ancak korkan kimselere faydalı oluyor ise de, sen öğüt verip, hatırlatmayı genel olarak herkese yap! Çünkü bu durumda sen, davet etmenin sevabını elde edersin. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî nakletmiştir.

A'lâ suresi ayet 11
Oldukça bahtsız olan kimse ise; ondan kaçacaktır.

"Oldukça bahtsız olan", Allah'ın ilminde bahtsız olduğu bilinen "kimse ise ondan" o öğütten "kaçacaktır." Ondan uzaklaşacaktır. ei-Velid b. el-Muğire ile Utbe b. Rabia hakkında indiği söylenmiştir.

A'lâ suresi ayet 12
O ki, en büyük ateşe girecek,

Bu; el-Ferra'nın dediğine göre, ateş ta*bakalarının en altta olanıdır. el-Hasen'den; en büyük ateş cehennem ateşi, en küçük ateş de dünya ateşidir, dediği nakledilmiştir. Yahya b. Sellâm da böyle açıklamıştır.

A'lâ suresi ayet 13
Sonra orada hem ölmeyecek, hem de hayat bulmayacaktır.

Yani öl*meyecek ki çektiği azaptan rahat bulsun, kendisine fayda sağlayacak bir ha*yat da sürmeyecektir. Denildiğine göre, bedbaht olan kimselerin bedbahtlıkları birbirlerinden farklıdır. Buradaki tehdit, bedbahtlığı en ileri derecede olanlar hakkındadır. Bununla birlikte bu mertebeye ulaşmayan birtakım bedbahtların varlığı da sözkonusudur.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
A'lâ suresi ayet 14
Doğrusu, temizlenip arınan felah bulmuştur;

Tezekkâ kelimesi ile, küfür ve şirkten vazgeçerek İslâm'ı kabul etmek, kötü ahlâkı bırakarak güzel ahlâk edinmek ve kötü amelleri terkederek iyi ameller işlemek kastedilmiştir. Felah kelimesi ile de, dünyadaki değil, ahiretteki kastedilmektedir. İnsanın bu dünyada fakir ya da zengin olması önemli değildir.

A'lâ suresi ayet 15
Ve Rabbinin ismini zikredip namaz kılan.

Buradaki zikr ifadesi, Allah'ı hem kalple hem de lisanla zikretmek şeklinde iki anlama da gelebilir.

Yalnız zikretmekle kalmayın, namazı ikame edin ve namaza devam etmekle Allah'a itaat ettiğinizi fiilen ispat edin. Bu ayette iki şey tertip ile zikrolunmaktadır. Önce Allah'ı zikretmek, sonra namazı kılmak. Böyle bir düzenlemeden ötürü namaza 'Allahu Ekber' diyerek başlarız. Bu hususun işaret ettiği noktalardan biri de, Rasulullah'ın namaz kılmayı Allah'ın gösterdiği bir şekilde, Kur'an'a göre düzenlemiş olmasıdır. Namazı başka türlü düzenlemeye hiç kimse yetkili değildir.

A'lâ suresi ayet 16
Hayır siz, dünya hayatını seçip-üstün tutuyorsunuz.

Yani onların tüm gayretleri bu dünyada rahatlık, refah ve dünyanın lezzetlerini elde etmek içindir. Onlar asıl faydanın bu dünyadaki fayda, zararın da bu dünyadaki zarar olduğunu zannetmektedirler.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
A'lâ suresi ayet 17
Halbuki âhiret daha hayırlı ve daha devamlıdır.

Ey insanlar ne yazık ki sizler dünya hayatının ziynetini âhirete tercih edersiniz. Halbuki âhiret hayatı sizin için daha hayırlıdır ve daha kalıcıdır. Zira dünya hayatı geçici, âhiret hayatı ise sonsuzdur.
Arfece diyor ki:
"Ben, Abdullah b. Mes'ud'dan suresini okumasını istedim. Abdullah b. Mes'ud: "Ne var ki siz dünya hayatını tercih edersiniz." âyetine varınca okumayı kesti, arkadaşlarına yöneldi ve onlara "Biz, dünya hayatını âhirete tercih ettik." dedi. Herkes sustu, Abdullah tekrar "Biz dünyayı tercih ettik. Zira biz, dünyanın süslerine, kadınlarına, yiyeceklerine ve içeceklerine kavuştuk. Böylece âhiret bizden uzaklaştı. Biz bu gerçeği ve peşin olan dünyayı, gelecek olan âhirete tercih ettik." dedi.

Ebu Musa el-Eş'ari, Resulullah (s.a.v.)in şöyle buyurduğunu rivayet edi*yor:
"Kim dünyasını sevecek olursa âhiretine zarar verir. Kim de âhireti sevecek olursa dünyasına zarar verir. Sizler, devam edecek olanı (âhireti), yok olacak olana (dünyaya) tercih edin."

Hz. Aişe (r.anh.) da Resulullah (s.a.v.)in şöyle buyurduğunu rivayet edi*yor:
"Dünya, yurdu olmayanın yeridir. Onun için, aklı olmayan mal biriktirir."

A'lâ suresi ayet 18
Şüphesiz bu (hükümler) evvelki sahifelerde de vardır.

Âyette geçen "Bu" İşaret zamirinin neyi gösterdiği hakkında müfessirler farklı izahlarda bulunmuşlardır. İkrime'ye göre bundan maksat, A'la suresinde zikredilen âyetlerdir. Bu âyetler, İbrahim ve Musa'ya inen sahifelerde mevcuttur.

Katade ve Ebul Âliye'ye göre bundan maksat, bu surede zikredilen husus*lardır. Bunlar, Musa ve İbrahim'in sahifelerinde de mevcuttur.

A'lâ suresi ayet 19
Onlar, İbrahim ve Musa'nın sahifeleridir.

İbn-i Zeyd ve Katade'den nakledilen başka bir görüşe göre bundan maksat, "Halbuki âhiret daha hayırlı ve daha devamlıdır." âyet-i kerimesidir. Bu âyet, İbrahim ve Musa'nın sahifelerinde de mevcuttur.

Taberi bu zamirden maksadın, "Kendisini arındıran" âyetinden son âyete kadar olan âyetler olduğunu soylemişir. Buna göre: "Şüphesiz bu (hükümler) evvelki sahifelerde de vardır." âyetinin manası "Kendisini arındıran, rabbinin ismini anıp namaz kılan mutlaka kurtuluşa emniştir. Ne var ki siz dünya hayatını tercih edersiniz. Halbuki âhiret daha hayırlı ve daha devamlıdır." demektir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Fatiha suresi ayet 1
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Fâtiha sûresinin birinci âyeti besmeledir. Âlimlerimizin ekseri*ye*tinin görüşü budur. Kur’an-ı Kerim’de 114 yerde besmele vardır. Bunlardan 113 tanesi sûre başlarında, bir tanesi de Neml sûresinde, sûre ortasındadır.

“Süleyman’dan bana Rahmân ve Rahîm olan Al*lah’ın adıyla bir mektup bırakıldı.”
(Neml 30)

Âlimlerimizin ekseriyetine göre Neml sûresinin ortalarında ge*çen bu besmele sûreye ait bir âyettir. Diğer sûre başlarında ge*çen besmeleler de o sûrelere ait birer âyettirler.

Besmele çok çeşitli fonksiyonlara sahip bir muammadır. Bes*mele bizim dilimizde koruyucu bir melektir âdeta. Bir türlü dilimizden düşürmeyiz onu. Çin’den gelmiş çok kıymetli bir vazo. Bir yere koyar*ken besmele, silerken kırılmasın diye besmele. Yemek yerken şeytanı yediğimize ortak etmemek için besmele, az yemek için besmele, doymak için besmele. Ticaretle uğraşıyorsak müş*teri bol olsun, kazancı*mız iyi olsun diye dükkanın kapısını açarken besmele, aman hırsız girmesin diye kapatırken besmele. Para sayarken aman yanlışlık yapmayalım diye besmele. Tehlikeli bir iş yaparken besmele, ampulü takarken, sökerken aman elektrik çarpmasın diye besmele, bes-mele, besmele. Âdeta koruyucu bir melek gibi onu dilimizden hiç düşürme*yiz. Hattâ bazılarına göre iyi bir besmele çekersen suda yürür, gökte uçarsın. Besmele sadece bu işler için kullanılıyor bugün. Onun bizim hayatı*mızdaki fonksiyonu işte bu kadar basitleştirilmiş.

Halbuki besmelenin bizim hayatımızdaki mânâsı ve rolü bu ka*dar basite indirilmemeliydi. Çünkü besmelenin bizim hayatımızda ta*şıdığı çok daha büyük fonksiyonları vardı.

Besmeleyi biraz tanımaya çalışalım inşallah. Hani demin söyle*miştim; Hz. Ali Efendimiz der ki:

"Kur’ân’ın tamamı Fâtiha’da, Fâtiha’nın tamamı besmelede, besmelenin tamamı da (B) harfin de toplan*mıştır.”

Her gün, her namazımızda defalarca okuduğumuz ve âlimle*rimi*zin beyanıyla Kur’an’ın tamamını içine alan bu besmele*nin “B” harfi nedir acaba? “B” harfi Türkçe’de “ile” mânâsına gelen bir bağ*laçtır. Arapça’da bunun adına “ilsak” denir. Bir konuş*mada, bir ya*zışmada “ile” kelimesini gördüğümüz veya duydu*ğumuz zaman he-men anlarız ki, iki taraf var ve bu iki taraf ara*sında bir ilgi, bir bağ, bir münâsebet kuruluyor. Meselâ “Hasan ile Tahir” ifadesinde, bu “ile” bağlacını görünce hemen iki taraf arasında, yâni Hasan ile Tahir arasında bir alâkanın, bir münâsebetin kurulduğunu anlarız. Bu cümle nasıl tamamlanırsa tamamlansın fark etmez. Hasan ile Tahir Afganistan'a gittiler, veya beyaz giyinmiş*ler gibi. İşte bu “İle” kelime*siyle ikisi arasında bir münâsebetin ku*rulduğunu anlarız.

Biz Besmelenin daha “B” harfine başlarken, “Bi” ”İle” der*ken hemen iki taraf olduğunu ve bu iki taraf arasında bir münâse*betin kurulduğunu görürüz. Peki kimle kim arasında bir münâse*bettir bu? Allah ile kul, âbid ile Mâbûd, Rab ile âbid arasında bir münâsebet. Allah ile kul arasında bir ilişki kuruluyor. Peki nedir bu münâsebet? Kulluk münâse*beti, ubûdiyet ve rubûbiyet münâsebeti. Demek ki Besmele Al*lah’la kulun irtibatının beyanı, Rab ile âbid arasındaki kul*luk mu*kavelesidir. Başka bir ifadeyle Allah’la kul arasındaki program maddelerinin tespitidir. Yâni bir mü'min besmelenin daha “B” har*fine başlarken şunu demektedir: Ya Rabbi! Şu anda senin adına, senin namına, senin için, sen istediğin için, senin benim hayatıma aldığın kulluk maddelerinden birini söyleyeceğim veya yapacağım demekte*dir.

İnsan ya konuşmaya başlarken, ya da bir iş yapmaya başlar-ken besmele çeker. Meselâ ben burada konuşmaya başlarken bes*mele ile başladım. Bu şu demektir: Ben Allah adına, Allah he*sabına, Allah namına bu işi yapmaya başlıyorum. Ya Rabbi! Ben şu anda se*nin namına, senin hesabına, senin adına konuşuyo*rum. Yâni yapaca*ğım bu konuşmayı yapmamı sen benden istedi*ğin için, bunları ko*nuşmamı kulluk maddesi olarak benim haya*tıma sen aldığın için ko*nuşmaya başlıyorum. Çünkü Allah’la kul arasındaki bu kulluk mad*delerini tespit eden kimdir? Bunu da he*men Besmelenin ikinci keli*mesinden anlıyoruz ki “Bismillah” Allah adına.

Öyleyse kul için, kulu adına kulluk maddelerini tespit eden Allah’tır. O halde besmeleye başlarken biz demek istiyoruz ki: Ya Rab-bi! Şu anda ben senin benim için, benim adıma tespit ettiğin, hayatıma koyduğun, yapmamı istedi*ğin kulluk vazifelerinden, kulluk mad*delerinden birini yapacağım, yapmaya başlıyorum. Yâni bir ko*nuş-maya veya bir iş yapmaya baş*larken besmele çekerek ya Rabbi bunu yapmamı sen istediğin için senin adına yapmaya baş*lıyorum diyoruz, ya da bunu ortaya koyma adına besmele çekiyo*ruz.

O halde meselâ içki içerken, içki içmeye başlarken çekebilir-se*niz besmele çekin. Veya zinaya başlarken, faizli muamelelere gi*rer-ken, tesettüre uymayan bir elbiseyi üzerinize giyerken, sakalınıza usturayı vururken, vurdururken, yabancı bir kadının elini sıkarken, ha*ramla, israfla kurulmuş bir sofraya otururken, parmağınıza altın bir yüksük takarken, meşru olmayan bir paraya el uzatırken, kanalizas*yonları seyretmeye başlarken, eliniz onun düğmesine giderken, mâlâ-yâni işlerken çekebilirseniz besmele çekin. Allah adına, Allah namına, Allah istediği için ben bunu yapmaya başlıyorum deyin diye*bilirseniz.

Eğer Allah içki içmenizi istiyorsa, veya üzerinize tesettüre uygun olmayan bir elbise giymenizi istiyorsa besmele çekin. Ya Rabbi, ben bunları senin adına, senin namına, sen istediğin için yap*maya başlıyorum deyin. Ama yok Allah bütün bunları yapmanızı iste*mi*yor-sa, o zaman bunların başında “bismillah” demeye hakkınız yoktur. Ya Rabbi ben bunları se*nin adına, senin namına yapıyorum, sen istediğin için yapıyorum diyemezsiniz.

Hattâ haramın başında besmele çekmek insanı din*den bile çıkarır. Çünkü haramın başında besmele çekmek onu helâl kabul etmektir ki bu küfürdür Allah koru*sun. Haramın ba*şında besmele çekmek Allah’a akıl vermeye kalkış*mak ve Allah’a en büyük iftira etmektir. Allah’ın istemediklerini O isti*yormuş po*zisyonunda, O’nun adına yapmaya çalışmak zulümlerin en büyüğü*dür.

İşte besmelenin bizim hayatımızdaki rolü budur. Öyleyse ha-ya*tımızda başında besmele çekemeyeceğimiz işimiz olmamalıdır. Yâ-ni bismillah diyerek, Allah adına diyerek yapacağımız her işimiz, ko-nuşacağımız her sözümüz İslâmî olmalıdır. Esasen besmele İslâmî bir hayatın ifadesidir. Besmele mahza İslâm’dır. Onun içindir ki Kur’-an’ın tamamı onda toplanmıştır. Mü’min besmele çekeme*yeceği bir hayatın adamı değildir. Onun yaptıklarının tamamı kul*luk akdine uy-gun olmalıdır. Yaptığı her şeyin yaptırıcısı Allah ol*malıdır. İşte o za-man mü’min her işinin başında besmele çekebi*lecektir.

İşte bu mânâda insanların kimilerinin besmelesi farklıdır. Ha*yat*larının programlayıcısı Allah olmayan, amellerinin yaptırıcısı Allah olmayan, hayatlarının kulluk maddelerini Allah’tan başkalarının aldığı kimselerin besme*leleri farklıdır. Meselâ hayatlarını Firavunlar adına yaşayan, yap*tıklarını Firavunlar adına, onları razı etme, onları yü*celt-me adına yapanlar “Bi iz*zeti Firavun” Firavun adına, Firavun namına, Firavun şerefine derler. Kimileri “Bi ismi para” Kimileri “Bi ismi kadın” Kimileri “Bi ismi menfaat”Kimileri “Bi ismi Tâğut” Kimileri “Bi ismi dünya” Kimileri “Bi ismi moda” “Bi ismi çevre” “Bi ismi âdet”diyorlar. Çünkü onların hareket nokta*ları bu varlıklardır. Onların hayat programlarını belirleyenler bu var*lıklardır.

Yâni onların kulluk maddeleri bu varlıkların istediği biçimde gerçekleşmektedir. Yâni onların yaptıklarının tümünün yaptırıcısı bun-lardır. Hayatlarını Al*lah’tan başkaları adına yaşayan insanların el*bette besmeleleri de farklı olacaktır.

O halde önemine binaen şu gerçeği bir daha söyleyelim: Müs*lüman olarak bizim hayatımızda başında besmele çekemeye*ceğimiz işimiz olmamalı. Veya besmele çektiğimiz her işimiz, Allah adına diye başladığımız her şeyimiz Allah’ın rızasına uygun olmalıdır. Allah’ın istediği cinsten olmalıdır. Çünkü bizim hayatımıza kulluk maddesi alan sadece Allah’tır. Bizim program yapıcımız, yaşam belirleyicimiz sadece Allah’tır, bunu hiçbir zaman unutmamalıyız.

Bizim hayatımızın kulluk maddelerini alan Allah’tır. Bu*rada kul olarak bizim hatırımıza şöyle bir sual gelebilir. Tamam, benim haya*tımda yaptıklarımın, yapacaklarımın tümünün kararını alan Allah’tır. Ben O’nun benim adıma tek taraflı seçtikle*rini yapacağım. O benim adıma neleri yapmamı istemişse ben sadece onları yapacak, neleri yapmamamı istemişse onlardan uzak dura*rak irademi O’na teslim edeceğim. Tamam bunu anladım ve ka*bullendim de, acaba Rabbimin tek taraflı, bana sormadan, benim fikrimi almadan benim hayatıma tespit ettiği bu programın, bu yaşam biçiminin, bu kulluk prensiplerinin tamamı benim menfaatim icabı mıdır? Acaba Rabbimin benim adıma aldığı kararların tamamı benim hayrıma mıdır? Acaba Rabbimin ka*rarlarının tamamını yapayım mı? Yap*mayayım mı? Yaparsam ne ka*zanır, ne kaybederim? Kul olarak aklımıza böyle bir soru gelebilir.

Meselâ ben insanlardan birisiyle, içinizden birisiyle bir ticaret ortaklığı yapmaya karar versem, ortaklık anlaşmasının şartlarını tek taraflı olarak karşımdaki şahsın hazırlamasına razı olmam, ola*mam. Çünkü karşımdaki bir insandır. Zaafları vardır, menfaat duygusu var*dır. Kendi lehine hareket ederek beni kandırabilir. Onun içindir ki bu konuda ondan kuşkulanabilirim ve gözü kapalı ona teslim olmayabili*rim. Zira karşımdaki bir insandır ve her ân beni kandırabilir. Meselâ karşıma şöyle bir anlaşma metniyle ge*lebilir: Sermayenin 10/9 unu bana, 10/1 ni kendisine, kârın da 10/1 ni bana, 10/9 nu kendine ayı*rabilir. Böyle bir anlaşma şart*namesiyle, metniyle karşıma çıkıp baş*tan beni kandırabilir. İnsan olduğu için kuşku duyabilir, onunla böyle bir ilişkiye girmeyebilirim.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Ama Allah için böyle bir şeyi düşünmek mümkün değildir. Çünkü bakın bizim hayatımıza bize danışmadan tek taraflı kulluk maddesi alan Rabbimiz bu konuda herhangi bir endişemiz olmasın diye besmelenin üçüncü kelimesinde bizi serinletmek ve rahatlatmak üzere şöyle buyurmaktadır.

“(O) Rahmân ve Rahîmdir”

Er Rahmân, Er Rahîm. O Allah Rahmân ve Rahîmdir. Sanki bununla bize diyor ki Rabbimiz: “Kullarım! Benim sizin adınıza tek taraflı alacağım kulluk maddeleri, yapacağım hayat programı konusunda sakın aklınıza bir şüphe, bir tereddüt gelmesin. Acaba Rabbimizin bizden istedikleri, isteyecekleri bizim hayrımıza mı, şerrimize mi? Bizim adımıza yapacağı hayat programı acaba bizim menfaatimize mi, zararımıza mı? diye sakın bir endişeniz olmasın. Çünkü bilesiniz ki ben Rahmân ve Rahîmim. Ben sizin için Rahmân ve Rahîmim. Sizi sizden daha çok bilen, sizin hayrınızı, sizin menfaatinizi sizden daha çok düşünen benim. Sizin bilmediklerinizi bilen benim. Benim size karşı ilişkim rahmet ve merhamete dayanmaktadır. Zaten sizi yoktan var ederken benim bu rahmetim açığa çıkmıştır” buyurarak, Rahmân ve Rahîm sıfatlarının gündemiyle bizleri serinletiyor Rabbimiz. O halde Rabbimizle böyle bir kulluk ilişkisine girerken zerre kadar bir tereddüt ve korku duymuyoruz. Çünkü adına iş yaptığımız, hatırına hareket ettiğimiz, hayat programımızı kendisinden aldığımız, bizim adımıza tek taraflı kulluk maddeleri belirleyen Rabbimiz bize karşı Rahmân ve Rahîmdir. Bizi bizden çok bilen, bizim hayrımızı, menfaatimizi bizden çok düşünendir O. Onun için gözü kapalı O’nun programına teslim oluyoruz.

Rabbimiz bu bölümde bizim tüm tereddütlerimizi izâle ederek kendini bize böylece Rahmân ve Rahîm olarak tanıtıyor. “Kulum, sakın sen bu konuda merak etme! Seni senden daha çok düşünen, senin adına aldığım kararlarla bildiğin bilmediğin bütün zararlardan seni koruyan, sana bildiğin bilmediğin bütün menfaatlerini celbeden Rahmân ve Rahîm’im ben” diyor ve böyle bir kuşkuyu ta işin başında izâle ediyor, bizi serinletiyor Rabbimiz.

“Rahmân ve Rahîm” Cenâb-ı Hakkın besmele ile zikredilen iki ismidir. Biliyoruz ki O’na ait olan 99 isminden sadece bu ikisi besmele ile zikredilir. Rabbimizin bu iki ismiyle alâkalı kısaca şunları söyleyelim: Rahmân; düşünebileceğimiz, hayal edebileceğimiz merhametin, şefkatin tümünü içine alır. O’nun Rahmetinin, merhametinin hududunu insan aklının ihata etmesine imkân ve ihtimal yoktur. Bir hadisten öğreniyoruz ki Rabbimizin Rahmeti 99 parçaya bölündü ve bu parçalardan sadece bir tanesi dünyaya indirildi. Onun içindir ki, anne yavrusuna merhamet etmektedir. Onun içindir ki, hayvan yavrusuna merhamet etmektedir. Onun içindir ki insan eşine merhamet etmektedir. Onun içindir ki, mü'min mü'mine merhamet etmektedir. Dünyada O’nun rahmetinin sadece 100/1’ inin tecellisi böyle ise, varın cennette 100/ 100 ünün tecellisini siz düşünün.

Ama Rabbimizin dünyaya indirdiği bu rahmetinin bu dünyada bazen ters tecelli ettiğini görüyoruz. Meselâ bir Janjark çıkar ve toplumu adına kendini yakıverir, rahmet ters tecelli eder. Veya meselâ bir anne sabahleyin yatağında mışıl mışıl uyuyan yavrusunun başucuna gelir, merhametinden dolayı onun uykusunu bölmeyeyim diye çocuğunu sabah namazına uyandırmaz, rahmet ters tecelli eder. Veya bir Müslüman darıltmayayım diye arkadaşının namazsız hayatına göz yumar, rahmet ters tecelli eder. Veya karısının, kocasının İslâm dışı tavırlarını ona olan sevgisinden ötürü sîneye çeker, onu uyarmaz, rahmet ters tecelli eder. Böyle bizim toplumda ters tecelli etmiş rahmet misalleri pek çoktur.

Rabbimizin bu Rahmân ve Rahîm isimlerini bazıları şöyle anlamaya çalışmışlar: Rahmân sıfatı dünyadakilere umûmîdir. Cenâb-ı Hak mü’min demez, kâfir demez, dinsiz demez, ateist demez, komünist demez, şinktoist demez herkese nîmetlerinden bol bol ihsan eder. Hattâ Allah’ın günü kendisine küfredenlere bile merhametiyle, rahmetiyle muamele eder. Havalarını, sularını, güneşlerini, nimetlerini kesivermez insanların. İşte bu Rahmân sıfatının gereğidir. Ama tabi burada mü’minin hatırına bir sual gelebilir. Ya Rabbi! Ben dünyada seni Rab ve İlâh bildim. Ben hayat programımı senden aldım. Bir ömür boyu senin benim adıma aldığın kulluk maddelerine riâyet ede-rek yaşadım. Ama sen beni bir kâfirle denk tutuyorsun. Beni ondan niye ayırmıyorsun ya Rabbi? diye eğer mü’minin hatırına bir soru gelirse, o zaman da Cenâb-ı Hak buyurur ki: Kulum! Sen üzülme, ben senin için Rahîmim de aynı zamanda. Benim Rahîm sıfatım da var. Bu sıfatımın gereği ve tecellisi olarak öbür tarafta sadece mü’minlere merhamet edeceğim diyor besmelenin bu bölümünde. Kulum, sen hiç endişe etme, öbür tarafta seni cennetime koyacak ve yalnız mü’min-lere cemâlimi göstereceğim buyurur. Rabbimizin Rahmân sıfatının tecellisini burada görüyoruz, ama belki de Rahîm sıfatının tecellisini öbür tarafta göreceğiz. Cennette cemalini bize göstermek sûretiyle Rabbimiz bize Rahîm sıfatıyla tecelli edecektir.

Rahmân ismi tek başına çocuklara isim olarak konmaz, eğer konursa o şeytan olur diyor Allah’ın Resûlü. “Abdurrahmân” şeklinde konulabilir.

Rabbimizin “Rahmân” ismi öyle bir isimdir ki, tüm isim ve sı-fatları buna bağımlıdır. Meselâ Allah “Hâdî” dir, kullarını hidâyet edicidir, ama bu ismi Rahmân ismine bağlıdır. Yâni eğer Rabbimiz Rahmân olmasaydı, sonsuz merhamet sahibi olmasaydı kullarını hidâyete ulaştırmazdı. Veya meselâ Rabbimiz “Rezzâk” dır, tüm yaratıklarını doyurup besleyendir, ama eğer Rahmân olmasaydı hiç kimseye rızk vermezdi. Öyleyse Rabbimizin tüm isim ve sıfatlarının başı bu “Rahmân” sıfatıdır.

Besmelenin bizim hayatımızdaki fonksiyonu işte böyle çok büyüktür. Rabbimizin tüm isimlerini, tüm sıfatlarını ihtiva eden bir cümledir besmele. Bize yansıyan yönüyle de besmele mahza kulluğun izhârıdır. Besmele ubûdiyetin, kulluğun izhârıdır. O halde kendisinden sonra gelecek bütün söz ve işlerin İslâmî olması şarttır. Yoksa her ân Allah’a iftira etmiş olmaktan kurtulamayız. Burası çok önemlidir. Yâni hiç bir zaman unutmayalım ki, besmeleden sonra gelecek bütün amellerimiz, bütün eylemlerimiz kulluk maddesidir ve besmeleden sonra yapacağımız her şey İslâmî olmalıdır.

Bakıyoruz Kur’an-ı Kerim’de 114 yerde besmele var. Bunlardan 113 tanesi sûre başlarında, sadece bir tanesi sûre içindedir. O da demin ifade ettiğim gibi Neml sûresindedir ve kesinlikle Neml sûresindeki bu besmele o sûreye ait bir âyettir. Diğerleri ise, yâni sûre başlarındaki besmeleler ise ulemânın ekseriyetine göre o sûreye ait birer âyettir. Kur’an-ı Kerim’de sadece Tevbe sûresinin başında besmele yoktur ve bu sûreye başlanırken besmele okunmaz. İslâm âlimleri bunun sebebini şöyle açıklarlar:

a- Bu sûre müstakil bir sûre olmayıp, Enfâl sûresinin devamıdır, onun içindir ki, müstakil bir sûre olmayan bu sûrenin başında besmele yoktur derler. Ama biz biliyoruz ki bir sûrenin başından değil de ortasından Kur’an okumaya başlarken de besmele ile başlanır.

b- Âlimlerimizden kimilerine göre de bu sûre müşrikler hakkında bir ültimatom ve ölüm fermanıdır. Binaenaleyh kâfirlerle bir savaşın, kıtalın gündeme getirildiği bir ortamda besmele çekilerek yâni Rahmân ve Rahîmle irtibat kurularak bu sûreye başlanmaz demişlerdir. Onun içindir ki böyle bir ortamda inen bu sûrenin başında besmele yoktur. Nitekim kurban keserken de biz besmele çekerek Rahmân ve Rahîmle irtibat kuramıyoruz. “Bismillahirrahmanirrahîm” diyemiyoruz, ancak “bismillah Allahu Ekber” diyebiliyoruz.

c- Yine âlimlerimizden kimine göre burada da besmele vardır. Zira madem ki Kur’an-ı Kerim’in tümü Fâtiha’dadır, Fâtiha’nın tümü besmelededir, besmelenin tümü de B harfindedir. O halde bu sûre de zaten B harfiyle başlıyor ve bu sûrede de besmele vardır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Fatiha suresi ayet 2
“Hamd Âlemlerin Rabbine mahsustur.”

1 Hamd; hamd etmek, tam ve mükemmel kabul etmek de-mektir. Eksiksiz ve kusursuz kabul etmek demektir. Bu mânâda hamd yalnız Allah’a aittir. Zira tam ve mükemmel olan, eksiksiz ve kusursuz olan sadece Allah’tır. Allah dışında herkes ve her şey eksiktir, nâkıstır, kusurludur, mükemmel değildir. “Hasan çok iyi ama ah şöyle olmasaydı” “Şu yazı çok güzel ama ah şurası şöyle olmasaydı” “Şu halı çok güzel ama ah şu renk uyumu şöyle olsaydı” deriz değil mi? Neden? Çünkü Allah dışında her şey eksik ve nâkıstır. Hiç bir şey tam ve mükemmel değildir. Ama Allah için böyle bir şey düşünemeyiz. Allah mükemmeldir, tamdır, eksiksiz ve kusursuzdur. O halde hamd sadece Allah’a aittir.

2 Hamd övmek, methetmek, senâ etmek demektir. Bu mânâda da övgü sadece Allah’a aittir. Bizler günde en az kırk defa namazlarımızda Rabbimize bu ahitte bulunuyoruz.
Diyoruz ki; “Ya Rabbi! Hamdimiz, övgümüz, senâmız sadece sanadır. Sadece sana hamd eder, sadece seni överiz.” Tabi Allah’ı övmek demek O’nun zatını övmekle beraber, aynı zaman O’nun övdüklerini de övmek demektir. Öyleyse biz namazlarımızda okuduğumuz bu âyetle günde en az kırk defa “Ya Rabbi, biz sadece seni överiz, sadece senin övdüklerini överiz. Senin övüp beğenmediklerini asla övüp beğenmeyiz. Senin övüp beğenmediklerini asla sahiplenmeyiz” diyoruz.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Fatiha suresi ayet 3
“O, Rahmân ve Rahîmdir.”

O Allah, kendisini Rab bileceğimiz, günlük hayat programımızı kendisine soracağımız ve boyunlarımızdaki kulluk iplerinin ucunu eline vereceğimiz, sadece kendisini ve sistemini hamd edeceğimiz Allah, Rahmân ve Rahîmdir. Allah’ın tüm yaratıklarıyla ilişkisi rahmet esasına dayanmaktır. Kur’an’ın başka yerlerinde Rabbimiz bunu anlatır.

"O Allah, rahmet etmeyi nefsine yazmıştır."
(En’âm 12)

Allah, kullarına karşı rahmeti nefsine yazmıştır. Zira mülkün sahibi O’dur. Bu konuda O’nu kimse zorlayamaz. Kimse O’nu minnet altında tutamaz. Mülkün sahibi olarak kendisi öyle, dilemiş, dünya ve âhirette mahlukâtına rahmet etmeyi kendisine yazmıştır. Rabbimizin dünya ve âhirette kullarına muamelesinin temeli işte bu rahmettir. Bu-hâri ve Müslim’de rivâyet edilen bir hadis-i kutside:
"Benim rahmetim gazabımı geçmiştir." Buyurulur.
Allah, kulları için rahmeti bol olandır. Kendisini inkâr edenleri bir anda yerin dibine batıracak güçte olduğu halde yine de bu insanlara rahmeti gereği mühlet tanıyor, dönüş imkânı veriyor.

Hz Ömer Efendimiz anlatıyor. Rasulullah Efendimizin huzuruna bir kısım esirler getirildi. Bir de baktık ki esirler arasında bir kadın yana döne kaybolmuş çocuğunu arıyor. Bu kadını gösteren Allah’ın Resûlü şöyle buyurdu:
"Şu kadını görüyor musunuz? Onun aradığı çocuğuna duyduğu şefkat ve merhametten çok daha fazlasıyla Allah size merhamet etmektedir. Çocuğunun kendisine dönmesine bu kadının sevinmesinden çok daha fazlasıyla sizin Rabbinize dönmenizden Allah sevinmektedir."

Rahmet İslâm’ın ana umdesidir. Yaşadığımız bir tek saniye yoktur ki; bizler Rabbimizin rahmeti altında olmayalım. Rabbimizin bizim adımıza rahmeti kendi üzerine yazdığını bildirmesi bile bir rahmet eseridir. Rabbimizin rahmeti önce insanın varlığında tecelli eder. İnsanın yoktan var edilişi, kendini bile bilmez bir varlık iken kendisine Allah bilgisinin ulaştırılması, kitap gönderilmesi ve halife yapılması, tövbe ettiği takdirde günahlarının affedilmesi, günahlarına misliyle ceza verilirken sevaplarına on misliyle, bazen daha fazlasıyla mukâbele edilmesi, günahlarının iyiliklerle silinmesi, rahmetiyle cennete konulması, evet bunların hepsi rahmet eseridir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Fatiha suresi ayet 4
“O din gününün mâlikidir.”

İşte bu Rahmân ve Rahîm olarak tanıdığımız, inandığımız Allah, din gününün sahibi ve mâlikidir. Mâlik, sahip demektir, otorite demektir, söz sahibi demektir. Din günü de hakla batılın, iyiyle kötünün, doğruyla yanlışın, mü’minle kâfirin, Müslümanla müşrikin, mü’minle münafığın birbirinden ayrılacağı, iyilerin iyiliklerinin mükâfatı olarak cennete uçacakları, kötülerin de kötülüklerinin cezası olarak cehenneme akıp dolacakları gün demektir.

Din günü kıyamet günü demektir. Din günü, Allah katında bir gündür ki, bizim dünyadaki günlerimize benzemez. Bir gündür o, ama farklı bir gündür. Bugün dünya, yarın âhiret sözüyle de ifade edildiği gibi dünyanın tüm ömrü bir gün, âhiret hayatı da bir gün olarak ifade edilmiştir. Yevmü’d dünya ve yevmü’l âhireti. İnfitâr sûresinde Rabbimiz bu din gününü şöyle anlatır:
“Din gününün ne olduğunu sen nerden bilirsin? Evet ceza gününün ne olduğunu nereden bileceksin? O gün, kimsenin kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı bir gündür. O gün buyruk yalnız Allah'ındır.
(İnfitar 17,18,19)

Evet o gün insanlar ne kendilerine, ne de başkalarına bir şey sağlayacak değildirler. Yâni o gün insanlar hiç bir şeye mâlik değildirler. O gün söz sahibi sadece Allah’tır. O gün hâkimiyet sadece O’nundur. O gün hiç kimsenin ne söz söyleme, ne de mâzeret ileri sürme hakkı olmayacaktır. O gün sadece söz hakkı Allah’ındır. O gün mâlik Allah’tır. O gün mutlak otorite Allah’tır.
Burada insanın hatırına bir soru geliyor. Peki acaba sadece bu dünyadaki hayat son bulup insanlar ölünce mi Allah söz sahibidir? Yâni sadece dünya hayatı son bulup âhiret hayatı başlayınca mı Allah hâkimiyet ve otorite sahibidir? Bundan önce Allah söz sahibi değil midir? Yâni şimdi, şu anda Rabbimiz otorite ve hâkimiyet sahibi değil midir? Bu dünyada sözü geçmiyor mu Allah’ın? Allah’ın hâkimiyeti, egemenliği bu dünyada yok da öbür tarafta mı başlayacaktır? Acaba Aristo’nun dediği gibi, dünyayı yarattı da işi bitti mi hâşâ Allah’ın? Acaba Allah dünya işlerini bilmiyor da dünyada bizim hayatımızı düzenleyecek başka Rablerimiz mi var? Veya dünyayı yarattıktan sonra beğenmeyerek, onun idaresiyle ilgilenmeyerek onun idaresini bize bırakan, nasıl bilirseniz öylece yaşayın, nasıl isterseniz öylece hukuk yapın, canınız nasıl isterse öylece giyinip soyunun, diyen dünyada hiç ses çıkarmayıp hâkimiyetini öbür tarafta gündeme getirecek olan bir Allah mı bu Allah? Hayır hayır, bugün de, yarın da yegâne Mâlik, dünyada da, âhirette de yegâne söz sahibi, yegâne otorite ve hâkimiyet sahibi Allah’tır. Hem öyle bir hâkimiyet sahibi ki, mülkünde ortağa asla rızası yoktur O’nun. Kullarını başkalarına itaat konusunda, başkalarını dinleme, başkalarına kulluk etme, kendi yasalarını bırakıp başkalarının yasalarını uygulamaları konusunda, soğanın dişisinden bile kıskanan bir Allah.

Ama şu anda dünyanın konumu gereği, dünyadaki imtihan gereği istediği gibi yaşamayan kullarına, kulluktan çıkıp kendisine isyan bayrağı çeken kullarına anında cezalarını verip dokunmadığı için insanların çoğu bunu anlayamıyorlar. Vahiyden habersiz olanlar bunu yanlış anlıyorlar. Dünyanın konumu, dünyanın yasaları kendilerini aldattığı için din gününü unutarak bir hayat yaşıyorlar. Hayatlarını dün*yada yaptıklarından ötürü hesap ödeyecekleri bir makamın, bir mahkemenin yokluğu inancına bina ediyorlar. Halbuki bakın Rabbimiz Mü’min sûresinde şöyle buyurur:
"O gün onlar meydana çıkarlar. Onların hiç bir şeyi Allah’a gizli kalmaz. Bugün mülk kimindir? Kahhâr olan tek Allah’ındır."
(Mü’min 16)

O gün onlar açığa çıkarlar, her şeyleri açığa çıkar. Mantar bitiyormuş gibi kabirlerinden dışarı fırlayıp atılırlar. Halbuki bu adamlar, dün bunu inkâr ediyorlardı. Dünyada iken bunu, bugünü akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Bir daha dirilmeyeceklerini, sümenaltı edileceklerini, gizlenip saklanabileceklerini, tüm yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını zannediyorlardı. Ama iş, hiç de öyle olmamış. İşte şimdi diriltilmişler, gizli ve âşikâr tüm yaptıkları, tüm suçları ortaya dökülmüş, tıraşları gözlerinin önüne inmiştir.

O gün onlar, her şeyleriyle açığa çıkarlar. Kendileri, amelleri, niyetleri, gizledikleri, sakladıkları, yaptıkları, yapmadıkları her şey açığa çıkar, her şey ortaya dökülür. Faili meçhul hiç bir şey kalmaz o gün. İşte insanların dirilip açığa çıktıkları o gün Allah buyuracak ki: “Mülk kimin bugün? Mâlikiyet kimin bugün? Göktekiler, yerdekiler, kasalarınızdakiler, keselerinizdekiler, altınızdakiler, üstünüzdekiler kimin bugün? Evleriniz, arabalarınız, kadınlarınız, çocuklarınız kimin bugün? Hâkimiyet kimin? Egemenlik kimin bugün? Söz hakkı kimin bugün? Cevap verecek kimse yok ki. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi ölmüş. Hareket eden, nefes alan bir tek canlı kalmamış. Cevap verecek kimse olmayınca yine Allah cevap verecek ve buyuracak ki: “Bugün mülk, bugün hâkimiyet, bugün egemenlik, bugün söz hakkı Kahhâr olan, tek olan Allah’ındır.”

Peki sadece o gün mü diyecek Allah bunu? Bugün sormuyor mu Allah bunu? Ya da sadece o gün mü mülkün sahibidir Allah? Bugün mülkün sahibi O değil mi? Bugün söz sahibi Allah değil mi? Evet bugün de mülkün sahibi O’dur. Bugün de söz sahibi, yarın da söz sahibi O’dur. Bugün de, yarın da mâlik O’dur. Ama imtihan gereği, dünyanın konumu gereği bugün kimseye dokunmuyor Allah. O’nu mülkün sahibi bilenlere de, O’nu mülkün sahibi kabul etmeyerek kendilerini mâlik konumunda görenlere de dokunmuyor Allah. O’nu Rab bilenlere de, O’ndan başka Rabler kabul edenlere de dokunmuyor. Namaz kılanlara da, kılmayanlara da, hayatını Rab Allah kaynaklı yaşayanlara da, O’nu diskalifiye edip başka Rabler kaynaklı yaşayanlara da dokunmuyor. Tıpkı lokantada yemek masasıyla hesap masasının ayrıldığı gibi. Yemek masasında yemek yenir, hesap masasında da hesap ödenir. Yemek masasında hesap ödemeye, hesap masasında da yemek yemeye kalkışanlara gülerler. Aynen bunun gibi Rabbimiz dünya için burası yemek masası, burası amel masası, burada kimseden hesap sormayacağım, dileyen dilediği gibi bir hayat yaşasın, ben hesap masasını öbür tarafta kuracağım buyuruyor. Onun için sorgulama orada başlıyor. Onun için din gününün, kıyamet gününün, hesap gününün mâliki deniyor. Değilse din gününün de, dünya gününün de mâliki sadece Allah’tır. O’ndan başka mâlik, O’ndan başka sahip, O’ndan başka egemen ve söz sahibi yoktur.

Diyor ki Rabbimiz: Bugün mülk, bugün hâkimiyet tek olan, Kahhâr olan Allah’ındır. Bugün egemenlik, heybet ve korkusundan tüm mahlukâtın sustuğu Kahhâr olan Allah’ındır. Bugün söz hakkı kendisinden başka her şeyi mağlup ederek üstün gelen Azîz olan Al-lah’ındır. Hükmü O verecek, kararı O verecektir. Artık herkes susmuş, suspus olmuş, kimsenin ağzını bıçak açmıyor ve herkes Allah’ın hükmünü beklemektedir. Yine aynı sûrenin bir altındaki âyetinde Rab-bimiz şöyle buyuruyor:
“Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz ki Allah, hesabı çabuk görendir."
(Mü’min 17)

O gün hüküm günüdür. O gün ceza günüdür. O gün adâlet günüdür. O gün adâletin ve hakkın ikame edildiği gündür. O gün hiç kimseye haksızlık yoktur. Yâni o gün hiç kimseye, hiç bir varlığa en küçük bir adâletsizlik ve zulüm yapılmayacaktır. Ne dünyada hesabını kitabını bugün için yapıp da Allah’ın istediği kulluğu yaşamak için çalışıp çabalayan birinin hakkını alamaması gibi, mükâfatını elde edememesi gibi bir adâletsizlik, ne yaptıklarının karşılığını tam olarak alamama gibi, yâni bir kısım haklarının zayi olması gibi bir adâletsizlik, ne de kişinin hak etmediği halde haksız yere cezalandırılması biçiminde bir haksızlık olacaktır. Zerre kadar bir zulüm, bir haksızlık, bir kayırma söz konusu olmayacaktır.

Yâni ne yapmadıklarından ötürü birinin mükâfatlandırılması, ne de hak etmediği halde haksız yere cezalandırılması biçiminde bir adâletsizlik yoktur o gün. Yâni ne bir kişinin cezalandırılması gerekirken hak ettiği bu cezadan kurtulması, ne cehenneme gitmesi gerekirken yanlışlıkla cennete gitmesi, ne de cennete gitmesi gerekirken yapmadığı şeyler kendisine isnat edilerek haksız yere cehenneme gitmesi türünde bir zulüm olmayacak. Ya da hiç kimseye hak ettiği cezadan daha fazlasını yüklemek biçiminde veya yanlışlıkla birinin günahının bir başkasına yüklenmesi, yâni birinin yerine başkasının cehenneme gitmesi gibi hiçbir adâletsizlik olmayacaktır. O yüce mahkemede böyle bir adâletsizlik yoktur. Herkese yaptıklarının karşılığı tastamam verilecektir. Herkes yaptığının tam karşılığını görecektir.

Fâtiha sûresinde günde en az kırk defa kendisini din gününün mâliki, otoritesi, söz sahibi olarak zikretmemizi, bunu sürekli hafızamızda diri tutmamızı isteyen Rabbimiz, aslında bununla bu günün bizim hayatımızda canlı tutulmasını, bir an bile unutmamamız gerektiğini, hayatımızı bu inanca bina ederek yaşamamız gerektiğini anlatıyor. Öyleyse din gününü hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmadan yaşayacağız. Bugünün imanını hep taze tutacağız. Bugünü sürekli iki kaşımızın arasında tutacak ve hayatımızı buna göre yaşayacağız
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Fatiha suresi ayet 5
“Ancak sana kulluk eder ve ancak yardımı senden dileriz.”

Fâtiha’nın bu bölümünde Rabbimiz bizim yalnız olmadığımızı, bizim gibi inanan, bizim gibi düşünen bir İslâm ümmetinin üyesi olduğumuz şuurunu veriyor bize. “Ancak sana ibâdet eder ve ancak senden yardım dileriz.” Dikkat ederseniz fiiller tekil değil, çoğuldur. Yâni “yalnız sana ibâdet ederim ve yalnız senden yardım beklerim” şeklinde tekil değil, “yalnız sana kulluk yaparız ve yalnız senden yardım bekleriz.” Biz tek başına namaz kılarken de böyle demek zorundayız. Ben yok, biz var. Bunun mânâsı şudur:

“Ya Rabbi, tüm varlıklar, göklerde ve yerde ne varsa hepsi sana kulluk yapmaktadır. O varlıklardan birisi olarak ben de onların arasına katılıp sana kulluk yapıyorum. Ama sadece ben değil, biz sana kulluk yapıyoruz” demektir bunun mânâsı. Yâni ben yalnız kendim O’na, O’nun istediği kulluğu, O’na lâyık kulluğu yapamayacağım için kendimi diğer mü’min kardeşlerimin ve tüm varlıkların içine katarak ancak sana kulluk yaparız diyorum. Duanın kabulü, ibâdetin kabulü için böyle demek daha güzeldir. “Ya Rabbi! Biliyorum ki şu benim ibâdetlerim sana lâyık değildir. Sana lâyık olarak yapılan ibâdetler ve dualar arasında benimkini de kabul buyur Allah’ım” demek daha uygundur. Bunu bize tarif buyuran Rabbimizdir. Eğer O böyle bir sûre indirerek bizi bilgilendirmemiş olsaydı bizim bunu kendi kendimize bilmemiz mümkün olmayacaktı.

Bir de yine buradan anlıyoruz ki Rabbimiz; bizim cemaat olmamızı istemektedir. “Ben” değil “biz” olmamızı istiyor. Fâtiha’da bizden bu konuda ahit alıyor ve bu ahitlerimize sâdık kalmamızı, bu ahitlerimizi sosyal hayatımızda gerçekleştirmemizi istiyor. Sûrenin bu bölümünde bir taraftan bize bu konuda yol gösterirken, diğer taraftan da kendisine kendisinin istediği gibi kul olamayanları, Rablerini tanımayanları, Rablerini Rab kabul etmeyenleri uyarırken, bir diğer taraftan da onların da Rablerini Rab bilecekleri ve sadece O’na kulluk edecekleri âna kadar bizim tebliğ için onlara gitmemiz gerektiğini, bu uğurda her şeyimizi feda edecek biçimde çırpınmamız gerektiğini anlatmaktadır.

“Yalnız sana ibâdet eder ve yalnız senden yardım bekleriz.” Yalnız sana kul köle oluruz ve yardımı da sadece senden bekleriz. Yalnız seni dinleriz, yalnız senin çektiğin yere gideriz ve sadece senden yardım umarız. Evet burada bizden kendisine bu sözü vermemizi istiyor Rabbimiz. Acaba günde en azından kırk defa bu sözü bize verdiren, sürekli bu ahdi bize yenilettiren Rabbimizin maksadı nedir? Israrla tüm namazlarımızda bizim bunu hatırlamamızı, hiç bir zaman unutmamamızı isteyen Rabbimiz acaba bizim başkalarına da kulluk yapacağımız, yanılıp şaşırıp da hayatımızda başkalarını da dinleyeceğimiz, başkalarının da çektiği yere gideceğimiz konusunda bilgi sahibi de, bu konuda bizi uyarmak ve sakındırmak mı istiyor? Acaba bizi, bizden daha iyi bilen Rabbimiz bizim boyunlarımızdaki kulluk ipini kendisinden başkalarına da verebileceğimizi bildiği için mi ki, bizi uyarmak istiyor? Acaba kendisinden başkalarına da kulluk edeceğimiz konusunda bizden bir endişesi mi var ki her huzuruna çağırışta bizden bu ahdimizi yenilememizi istiyor? Bu mânâ etrafında düşünelim şimdi.

Acaba biz günde kırk defa Rabbimize verdiğimiz bu söze sâdık mıyız? Acaba şu anda bizler gerçekten sadece Allah’a mı kulluk ediyoruz? Acaba bizim hayatımızda başka Rablerimiz, başka efendilerimiz, başka mâbudlarımız yok mu? Acaba şu anda tüm hayatımızda sadece Allah’ı mı dinliyoruz? Acaba hayatımızın tümünde söz sahibi Allah mı? Yoksa hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ı, öteki bölümlerinde başkalarını mı dinliyoruz? Bu konuda sıhhatli bir karar verebilmek için ibâdet kavramını tanımamız gerekecektir. İbâdet, itaat demektir. İtaat etmek de bir varlığın arzularını yerine getirmek, tevâzu göstermek ve itiraz etmeksizin onun isteklerine boyun bükmek demektir. Bakın Şuarâ sûresinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır. Firavun Allah’ın elçisi Hz Mûsâ’yı sorgulamaya başlayınca Hz. Mûsâ da ona şöyle diyordu:
“Başıma kaktığın bu nîmet, İsrail oğullarını kendine kul ettiğinden ötürüdür" dedi.”
(Şuarâ 22)

Evet âyet-i kerimeden anlıyoruz ki, Firavun İsrail oğullarını zorla kendi arzularına itaat ettirerek, onları kendisine kul köle edinmişti. Demek ki bir varlığın emirlerine itaat, ona kulluk mânâsına gelmektedir. Yine Mâide sûresinde de şöyle buyurulur:
"Allah katında bundan daha kötü bir karşılığın bulunduğunu size haber vereyim mi" de, Allah kime lânet ve gazap ederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve tâğut-lara kullar kılarsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.”
(Mâide 60)

Dikkat ediyor musunuz? Âyet-i kerimede Rabbimiz yeryüzünde en kötü, en şerli varlıkların özelliklerini sayarken “Ve Abedet tâğut” buyuruyor. Yâni tâğutlara kulluk yapanlar, tâğutların, şeytanların kulu olanlar. Allah’tan başkalarının emirlerine itaat ederek, Allah’tan başkalarının yasalarını uygulayarak onlara kulluk yapanlar buyuruyor. İmam Taberî tefsirinde tâğutu şöyle tarif eder: Allah’a isyan edip, Allah’a baş kaldırıp kendi arzu ve yasalarıyla insanlara hükmeden insan, şeytan, put ve her türlü sistem, her türlü otorite, her türlü kurum, her türlü hâkimiyet ve başkanlıktır.

"Milletleri bize kul iken, bizim gibi iki insana mı inanacağız? " deyip onları yalancı saydılar.
(Mü’minûn 47)

Mü’minûn sûresinin bu âyet-i kerimesinde de anlatıldığına göre; Rabbimiz, Hz Mûsâ ve kardeşi Harun’u, Firavun ve erkânına mûcizeleri ve apaçık delilleriyle göndermişti de onlar Allah’ın elçilerine karşı büyüklük tasladılar ve dediler ki; “Bu Mûsâ ve Harun’un milleti zaten şu anda bize kulluk yapıp dururlarken, biz onların Rabbi konumundayken kalkıp da bizim gibi iki insana mı iman edeceğiz? Onlar bize kul iken, onlar bizim egemenliğimiz altındayken, o toplumun, o köle toplumun iki üyesine iman edeceğiz ha? Bu olacak şey midir?” diyorlardı.

Bu konuda son olarak Yâsîn sûresinden de bir âyet okuyalım inşallah:
Ey insanoğulları! Ben size, şeytana ibâdet etmeyin, o sizin için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu doğru yoldur, diye bildirmedim mi? "
(Yâsîn 60,61)

Yâsîn sûresinin bu âyetinde de şeytana ibâdetten söz ediliyor. Rabbimiz diyor ki; “Ey kullarım! Ben size şeytana ibâdet etmeyin dememiş miydim?” Peki acaba şeytana nasıl ibâdet edilir? Biz biliyoruz ki yeryüzünde hiç kimse şeytana ibâdet etmez. Bütün insanlar tab’an, fıtraten ondan nefret ederler. Ama anlıyoruz ki burada kastedilen ibâdet, tapınma çok açıktır ki; ona itaat etmek demektir. Şeytana itaat etmek, onun sözünü dinlemek, fısıltılarına, vesveselerine kulak vermek, onun arzuları peşi sıra gitmek, onun istediği şekilde hareket etmek ve gösterdiği yolda yürümek demektir.

Öyleyse şu okuduğum âyetlerin tümünde anlatılan ibâdet, bu varlıklara secde etmek, bu varlıklara namaz kılmak demek değil; bu varlıkların arzularını yerine getirmek, bu varlıkların emirlerini dinlemek, bu varlıkların belirledikleri yasalar çerçevesinde hayatı düzenlemek, bu varlıkları hayatta söz sahibi kabul etmek demektir.

Demek ki; Allah’ın dışında hayata karışacak, yasa belirleyecek başka ilâhlar, başka rabler, başka efendiler belirleyip onların emirlerine itaat de ibâdettir. İşte bizim bu duruma düşmemizi istemeyen, hayatımızın tümünde sadece kendisini dinlememizi, hayatımızın tümünde sadece kendisine kul olmamızı isteyen Rabbimiz, Fâtiha sûresinin bu bölümünde bu ahdimizi sürekli yenileyerek hatırımızda canlı tutmamızı istemektedir. Namazlarında sürekli bu ahitlerini yenileyen ve hayatlarında bu ahitlerine sâdık kalan mü’minler tüm hayatlarında sadece Allah’a kulluk ederler. Müşrikler ise hayatlarına karışacak Allah’la beraber başka Rablerin, başka İlâhların varlığını da kabul ederler. Tamam, hayatımızın ibâdet bölümüne Allah karışsın, ama hayatımızın öteki bölümlerinde söz sahibi bizim başka Rablerimiz, başka ilâhlarımız da vardır. Biz onları da dinlemek, onlara da kulluk etmek zorundayız. Bunlar rubûbiyet ve ulûhiyet konusunda Allah’ın yeryüzünde ortaklarıdır. Bunların sözleri de dinlenmelidir. Bunların yasaları da uygulanmalıdır. Bunların da emretme, nehyetme hakları vardır. Bunlar da itaat edilme makamındadırlar. Bunlar da fayda ve zarar verme yetkisine sahiptirler. Kulluk bunların da hakkıdır diyorlar.

İşte bu şekilde yeryüzünde Allah’tan başka itaat edilmeye lâyık varlıklar kabul etmek demek; onlara da kulluk etmek demektir. Adiy Bin Hatem hadisinde Allah’ın Resûlü son derece açık bir şekilde böyle din adamlarının, bilginlerin, idarecilerin emrettiklerini yerine getirip yasakladıklarına da itaatin mahza onlara kulluk olduğunu, onlara ibâdet olduğunu anlatır.

Demek ki Fâtiha’nın bu bölümünde herhalde bizim kendisini bırakıp başkalarına kulluk yaparak, ya da kendisine kullukla birlikte başkalarına da kulluk yaparak, başkalarını da dinleyerek, başkalarının önünde de eğilerek belimizin kamburlaşacağından endişe ediliyor ki, sürekli bu ahdi yenilememiz isteniyor? Yâni deminden beri anlattığım gibi ibâdet; bir varlığa itaat demektir ve şu anda Allah’ın dışında bizi kendilerine itaate çağıran yeryüzünde binlerce tâğut, binlerce sahte Rab’ler, sahte efendiler, kanun koyucular, çevre, âdetler, moda, nefis, şeytan, zevkler, amirler, ağalar, babalar, analar, patronlar vardır. Bizi kendilerine de kulluğa, kendilerini de dinlemeye çağırarak bizi şirke düşürmek isteyen binlerce unsur var çevremizde. Onun içindir ki bir Müslüman her gün kırk defa namazlarında Allah’a verdiği bu sözü unutup, hayatını parçalara bölüp, her bir parçasında ayrı ayrı efendilere itaat etmeye bir başladı mı; Allah korusun, artık şirke düşmüş demektir.

Acaba şu anda öyle olmamış mı? Diyesim geliyor. Acaba böyle değil miyiz bugün? Allah için bir düşünün. Allah için vaziyetinize bir bakın. Acaba şu anda Müslümanların başı Allah’tan başkalarının önünde eğilmiyor mu bugün? Acaba Müslümanlar Allah’tan başkalarına itaat etmiyorlar mı bugün? Allah’tan başkalarından korkmuyorlar mı? Allah’tan başkalarına güven bağlamıyorlar mı? Allah’tan başkalarını Rab, Melik, İlâh ve hâkim görmüyorlar mı? Allah’tan başkalarını hayata egemen bilmiyorlar mı? Allah’tan başkalarını rezzâk bilmiyorlar mı? İkinci üçüncü derecedeki rezzâklarının gazabından emin olmak için Allah’ın arzularını terk etmiyorlar mı? Acaba Allah’tan başkalarının kapısında adâlet arayanlar Allah’ın adâletini beğenmediklerinden, Allah’ın emirlerini dinlemediklerinden gitmiyorlar mı? Biz sadece Allah’ı dinleyemeyiz, O’nun dışında da dinleyeceğimiz ilâhlarımız var demiyorlar mı bu halleriyle?

Halbuki Nahl sûresinde Rabbimiz şöyle buyuruyordu:
“Allah buyurdu ki İki İlâh edinmeyin, sizin İlâhınız tek İlâhtır”
(Nahl 51)

“İki İlâh edinmeyin” diyor Allah. Sizin kendisine kulluk edeceğiniz, boyunlarınızdaki ipin ucu elinde olacak, çektiği yere gideceğiniz, hayat programını kendisinden alacağınız bir tek İlâhınız var, diyor. Kendisine itaat edeceğiniz, sözünü dinleyeceğiniz, hayatınıza karışacak iki İlâhınız olmasın. Camide ayrı bir ilâhınız, caddede ayrı bir ilâhınız olmasın. Namaz konusunda sözünü dinleyeceğiniz ayrı bir ilâhınız, hukukunuz konusunda ayrı bir ilâhınız olmasın. Oruç konusunda ayrı bir ilâhınız, kılık kıyafetiniz konusunda ayrı bir ilâhınız olmasın. Âhiret konusunda etkili ayrı bir ilâhınız, dünya yasaları konusunda söz sahibi ayrı bir ilâhınız olmasın. Evet camide ayrı bir ilâhınız, caddede, sosyal hayatınızda ayrı ilâhlarınız olmasın diyor Rabbimiz. Çünkü bizim camide yaptıklarımız da, caddede yaptıklarımız da hepsi ibâdettir. Hayatımızda ibâdet sayılmayacak bir tek saniyemiz bile yoktur.

Allah’ın saptırdığı kavim hıristiyanlar hayatı ikiye ayırdılar. Kilisenin içindeki hayat ve dışarıdaki hayat diye. Veya kilisenin içinde Allah’a ayrılan, Allah’ın dinlendiği, Allah kaynaklı hayat ve dışarıda, sosyal hayatta başka İlâhlara ayrılan, başka ilâhlar kaynaklı hayat diye hayatı ikiye ayırdılar. Camide ayrı bir ilâh, camide ayrı bir Rab, ticaret hayatında ayrı bir ilâh. Namaz, oruç konusunda ayrı bir ilâh, kılık kıyafette ayrı bir ilâh. Hukukta ayrı bir ilâh, ekonomide ayrı bir ilâh. Düğünde ayrı bir ilâh, kazanırken ayrı, harcarken ayrı bir ilâh kabul edersek, yâni hayatı parçalar ve hayatın her bir biriminde ayrı bir ilâhın sözünü dinlersek Allah korusun aynen hıristiyanlar gibi biz de şirke düşmüş oluruz. Çünkü bakın Rabbimiz onların bu sapmalarını anlatırken adlarını da koyarak şöyle buyuruyor:
“Andolsun ki, "Allah üçten biridir" diyenler kâfir olmuştur; oysa İlâh ancak bir tek İlâhtır. Dediklerinden vazgeçmezlerse, andolsun onlardan inkâr edenler elem verici bir azaba uğrayacaktır.
(Mâide 73)

Evet eğer bir Müslüman da hayatını parçalara bölüp her bir parçasında ayrı Rablere, ayrı İlâhlara kulluk ederse aynı duruma düşmüş olacaktır. Çünkü hayatı parçalamak şirktir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Fatiha suresi ayet 6
“Bizi doğru yola hidâyet eyle!.”

“Ya Rabbi bizi sırat-ı müstakime hidâyet et. Bizi doğru yola ilet ya Rabbi. Bize hak yolu, doğru yolu göster ya Rabbi.” İşte Rab rehberliğinde, efendi mihmandarlığında kulun talebi buymuş. Rabbimiz bizden, bunu dememizi, bunu istememizi istemektedir. Eğer Rabbimiz Fâtiha’nın bu bölümünde kendisinden ne isteyeceğimiz konusunda bize bilgi ulaştırmasaydı, bunu bize bıraksaydı neler neler istemezdik değil mi? Ya Rabbi bize para ver, mark ver, dolar ver, at ver, avrat ver, fiyat ver, murat ver, sap ver, saman ver, ver, ver, ver. Çok şükür ki Rabbimiz, bunu bize bırakmamış. Bu konuda her şeyin en iyisini, en doğrusunu bilen, bilgisi mutlak olan Rabbimiz, bu bilgisiyle bizim neye muhtaç olduğumuzu bizden daha iyi bilen Rabbimiz hemen bize yol göstermiş ve burada ne isteyeceğimizi kendisi ortaya koyuvermiştir.

Ya Rabbi bizi doğru yola ilet. Bizi sırat-ı müstakime ulaştır. Tabi zaten kendisi sırat-ı müstakimde olan birisi için sırat-ı müstakimde daim kıl, sırat-ı müstakimden ayırma anlamınadır bu. Çünkü şu anda sırat-ı müstakimde olsak bile yarın ne olacağımızı, nasıl bir çizgi takip edeceğimizi bilmiyoruz. Eğer şu anda sırat-ı müstakimde değilsek bizi ona hidâyet et, sırat-ı müstakimdeysek, onda bizi daim eyle ya Rabbi, diyoruz.

“İhdi” Hidâyet mastarından emirdir. Hidâyet et demek; yol göster demektir. Bu sığa ile yukarıdan aşağıya, yâni büyükten küçüğe vuku bulan fiile emir, aşağıdan yukarıya, yâni küçükten büyüğe karşı gerçekleştirilen talebe de dua denir. Müsaviden müsaviye yapılana da iltimas denir.

Hidâyet irşattan, mihmandarlıktan farklıdır. Yolu sadece gösterivermeye irşat denir. Ama yolu göstermekle, tarif etmekle birlikte yol soranın elinden tutup, önüne düşüp yolun sonuna kadar götürüvermek, yolda sebat vermek, yolda tutmak ise hidâyettir. Bir de hidâyet hayır talebine mahsustur. Hırsıza, soysuza yol göstermek hidâyet değildir. Bu mânâda Hâdî sadece Allah’tır. Allahtan başka Hâdî yoktur. Rabbimizin isimlerinden birisi de Hâdîdir

Rabbimiz, rahmeti gereği insanı hidâyeti isteyebilecek, onu talep edebilecek, hidâyeti kabullenebilecek, bir fıtratta yaratmıştır. İşte biz, fıtratımız gereği Rabbimizden sırat-ı müstakime hidâyet istiyoruz.

Sırat, yol demektir. Müstakim sırat da dosdoğru yol demektir. Hiç bir eğriliği, yamukluğu, inişi, yokuşu olmayan dosdoğru yol demektir. Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetiyle ortaya konulmuş din demektir, Şeriat demektir, Kur’an demektir, sünnet demektir.

Rabbimiz, kitabının başka yerlerinde buyurur ki: “İşte bu be-nim dosdoğru yolumdur. Sizi dünyada huzura, âhirette de cennete götürecek yol budur. Ama bu, benim yolumun dışında da yollar vardır. Sakın o yollara uymayın. Yol tekdir. Yol Allah’ın yoludur. tâli yollarsa şeytanların yollarıdır. Eğer benim yolumu bırakır da onların yollarına uyarsanız, onlar sizi Rabbinizin yolundan ayırıp saptırırlar.”

Allah kendi yolunu, dosdoğru yolunu kitabında ortaya koymuş-tur. Öyleyse bütün mesele Allah’ın kitabına uymak ve kitaba göre yaşamaktır. Kitapla yol bulmaktır. Yolunu kitaba ve sünnete sorarak bul-maktır. Takva da budur işte. Takva, Rabbimizin yukarıda tarif buyurduğu esaslara göre hayat yaşamaktır. Rabbimizin, kitabında anlattığı bu emir ve yasaklara riâyettir takva. Rabbimiz bizim muttaki olmamız için, bizim böylece bir hayat yaşayarak cennete ulaşmamız için, yollarını göstermiştir. Kitabın ve sünnetin dışında takva yolu da yoktur. Kim ki kitap ve sünneti bırakır da başka şeylerin, başka yolların peşine takılırsa, o mutlaka sapmak zorunda kalacaktır.

Allah’ın Resûlü bu konuyu anlatırken elindeki bir çöple, yere bir çizgi çizdi ve buyurdu ki; “İşte bu, Rabbimin dosdoğru yoludur.” Sonra onun sağına ve soluna başka çizgiler çizerek; “İşte bunlar da şeytanların yollarıdır. Sakın sizler bu yollara gitmeyin, çünkü o yollardan her birisinin üzerinde sizi ona çağıran, sizi sırat-ı müstakimden uzaklaştırmak ve saptırmak isteyen şeytanlar vardır” buyurdu.

Evet, her bir yolun üzerinde oturan şeytanlar, insanları o yollara çağırmaktadırlar. İnsanları tâli yollara çağırıyorlar ve bu yolların sırat-ı müstakim olduğunu söylüyorlar. Tabi bu şeytanlar iman etmiş, sırat-ı müstakime girmiş mü’minleri bu yoldan çıkıp kendi yollarına girmeye çağırdıkları gibi henüz bu yola girmemiş, ama girmeye hazırlanan insanları da bu sırattan uzaklaştırmaya, bu sırata girmemeye çağırıyorlar.

Allah’ın Rasûlü bu hususu anlatırken bir hadislerinde şöyle buyurur: “Kul Müslüman olmak ve atalarının yolunu terk ederek sırat-ı müstakime girmek ister. Şeytan, böyle bir kulun yolunun üzerine oturur ve atalarının dinini terk etmemesi için ona telkinlerde bulunmaya başlar. Ne kötülüğünü gördün ki atalarının yolunu terk ediyorsun? Diyerek, onu bu işten engellemeye gayret ederken, bu konuda kararlı olan kul, şeytanı elinin tersiyle iteler ve sırata çıkar. Ama kulun yeni girdiği, henüz yeni yeni öğrenmeye çalıştığı bu İslâm yolunda, bu defa da şeytan onun karşısına hicret yolunda dikilir.” Çünkü o Müslüman bulunduğu ortamda Allah’a kulluğu Allah’ın istediği biçimde icra edemeyince mutlaka buna imkân verecek bir ortama gitmeyi deneyecektir.

İşte kulun, hicret yoluna dikilen şeytan, ona şöyle demeye başlar: “Bu yaptığın bir kaçış değil mi? Bu bir korkaklığın ifadesi değil mi? Atalarının yurdunu, doğup büyüdüğün vatanını terk edip nereye gidiyorsun? Bundan daha güzel bir yurt mu bulacaksın? Hem bundan sonra gittiğin yerde başına nelerin geleceğini biliyor musun? Seni çok büyük sıkıntılar beklemektedir diyerek” onu bu yoldan engellemeye çalışır. Fakat bu konuda kararlı olan kul, şeytanı iterek biraz daha yola girer. Elbette bu bir kaçış değil, bir korkaklık alâmeti değil, tabiri caizse bu bir dönüş hareketidir. Uzun bir engeli atlayabilmek için biraz geri çekilme hareketidir bu.

Şeytan bu konuda da muvaffak olamayınca, bu defa Allah yolunda cihada çıkan kulun karşısına, cihad yolunda çıkar ve ona şöyle demeye başlar: “İyi kardeşim, tamam anladık, îlâ-i kelimetullah da pe-ki hanımını, çocuklarını kime emanet ettin sen? Dükkanını-tezgâhını, işini aşını, markını dolarını, vatanını toprağını kime bırakıp gidiyorsun? Birilerini kurtaracağım diye, birilerinin imdadına yetişeceğim diye evdekileri, malını mülkünü tehlikeye atmanın anlamı var mı yâni? Sen gittiğin o diyarlarda bir hiç uğruna kör bir kurşuna hedef olup ölüp gideceksin de yıllarca emek sarf ederek kazandığın, uykularını terk ederek, rahatına kıyarak elde ettiğin bu paralarına, bu malına mülküne kimler konacak? Bu dinin sahibi sen misin? Senden başka bu işi yapacak yok mu yâni?” diyerek o mü’mini girdiği cihad yolundan da alıkoymak ister. Adam şeytanı bir daha iterek yoluna devam eder.

Bu defa Allah’ın Resûlü buyurur ki; “Artık bu mümin nasıl ölürse ölsün, nerede ölürse ölsün Allah ona bakmaksızın kesinlikle onu cennetine koyacaktır. Bu kul, ister yatağında ölsün, ister düşman karşısında muharebe meydanlarında ölsün, ister suda boğularak ölsün değil mi ki, en büyük düşmana karşı galip gelmeyi becerebilmiştir ve artık Cenâb-ı Hak üzerine, bu kulu cennetine koymak vacip olur” buyuruyor. Çünkü artık bu kul, kesin sırat-ı müstakimdedir ve artık lânet şeytanın ona yapabileceği bir şey yoktur.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt