Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kurandan okuyalım (1 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Abese suresi ayet 25
"Şüphesiz ki Biz, suyu bol bol dökeriz"

"Şüphesiz ki Biz, suyu bol bol dökeriz"buyruğundaki Şüphesiz
ki Biz" lafzı genel olarak başlangıç (istinaf) cümlesi olmak üzere kesreli olarak dîye okunmuştur.
Kûfeliler ve Yakub'dan rivayetle Ruveys ist' hemzeyi üstün olarak okumuşlardır. Bu okuyuş, 'yeinek"in mahiyetini açıklamak sadedinde olduğu için ter konumundadır, çünkü onun bedelidir.
Şöyle buyurmuş gibidir: Öyleyse insan yediğine bir baksın. Şüphesiz ki Bizdin... bol bol dökmemize..." Bu kıraate göre: Yediğine" lafzı üzerinde vakıf güzel değildir. Aynı şekilde (bu okuyuşa göre); "Şüphesiz ki Biz" anlamındaki lafzı: O" (bizim suyu bol bol dökmemizdir anlamında ı Lakdiri ile merfu kabul etmemiz halinde de durum böyledir. Çünkü ref halinde de "yediği" şeylerin mahiyetini açıklamaktadır.
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Çünkü muhakkak ki Biz , mjvu bol bol dokenz ve onunla yiyecek şeyleri çıkartırız." Yani bu. bu ekde olup gidiyordu.
el-Huseyn b. Ali imaith olarak diye ve "nasıl" anlamında okumuştur. Bu okuvuşu kabui etlenier de oyie derler: Bu durumda "yediğine" anlamındaki Safız üzerinde vakıf, um bir vakıftır. Bunun "nerede" anlamında olduğu da söylenir. Şu kadar var ki bu "şekiller, sûretler"e ait bir de kinaye ihtiva eder ki. bu: Bizim suyu hangi yolla, hangi cihetten döktüğümüze (baksın, demek olur. Şair el-Kumeyd de şöyle demiştir:
"Ne zaman ve nereden sevinç ve neşe geldi sana?
Eğlence eğiliminin de, musibetlerin de olmadığı bir yerden."
"Şüphesiz ki Biz, suyu bol bol dökeriz" buyruğu ile yağmurları kastetmektedir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Abese suresi ayet 26
"Sonra da yeri gereği gibi" bitkilerle "yararız.

Abese suresi ayet 27
Böylece orada taneler bitiririz..

Buğday, arpa, çavdar ve biçilip de saklanan diğer taneler (tahıllar).

Abese suresi ayet 28
"Üzümler, sebzeler"

"Üzümler, sebzeler" ile kastedilen yonca ve alaftir. el-Hasen'den rivayete göre bunlara bu ismin veriliş sebebi, bitip görünmeye başladıktan sonra ardı arkasına biçilmelerinden dolayıdır. el-Kııtebî ve Sa'Ieb dedi ki: Mekkeliler'e, adını verirler.
İbn Abbas dedi ki: Bu taze hurmadır. Çünkü bu hurma, hurma ağaçlarından kesilir. Ayrıca ondan önce de üzüm sözkonusu edilmiştir.
Yine ondan nakledildiğine göre, bundan maksat, taze yoncadır el-Halil dedi ki: Taze yonca" demektir. Bunun (yani taze yunca demek olan "el-fısfısa'nın sad yerine) "sin" ile olduğu da söylenmiştir. İşte bu taze yonca korundu mu ona denilir, (el-Halil) eledi ki: Ok ya da yay edinmek üzere ağacın kesilen dallarının adıdır. Bunun kesilen her şeyin adı olduğu da söylenmiştir. Yonca, pırasa ve kesildikçe kökünden biten sair sebzeler de böyledir, es-Sıhahta şöyle denilmektedir: ile Yonca" demektir. Farsçada buna "isfisl." elerler. Bunun cokça bittiği yere ele: denilir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Abese suresi ayet 29
"Zeytinlikler, hurmalıklar,

Abese suresi ayet 30
Sık ve bol ağaçlı bahçeler"

Sık ve bol ağaçlı bahçeler" Bahçeler" in tekili: 'dir el-Kelbî dedi ki: Etrafı çevrilmiş hurma ya da başka ağaç türünden herbir şeye; "hadika-, bahçe" denilir. Etrafı çevrilmemiş olana ise bu isim verilmez.
"Sık ve bol" yani ağaçlan büyük "bahçeler" demektir.
Büyük ağaç" demektir. Arslana; denilir. Çünkü onun boynunu çevirme kabiliyeti yoktur, ancak bülün bedeni ile döner. Şair el-Accâc şöyle demiştir:
"Ayrılık gününde sırtımı başımla beraber döndürüp durdum Öyle ki bu halimle arslanı andırdım."
Boynu oldukça kalın adam" demektir. Aslında bu lafzın vasıf olarak kullanılması, boyunlar hakkındadır, sonradan başka hususlar hakkında ela istiare yoluyla kullanılır olmuştur. Amr b. Madî kerih dedi ki:
"Oralarda enseleri kalın kimseler yürür, sanki onlar;
Katrandan eğer ve semer giydirilmiş sekiz yaşındaki deve gibidirler."
Ağaçlan sarmaş dolaş bahçe" demektir. Çoğulu: diye gelir. Ot gelişti ve birbirine sarılıp, karıştı" demektir.
İbn Abbas dedi ki: ile 'ın çoğulu olup "kalın olanlar" demektir. Yine ondan "uzun boylular" anlamına geldiğini söylediği de nakledilmiştir.
Katade ve İbn Zeyd: Oldukça değerli hurma ağaçlan' demektir diye açıklamışlardır. Yine İbn Zeyd ve İkrime'nin ise: Kökleri ve gövdeleri çok büyük ağaçlar, diye açıkladıkları nakledilmiştir. Mücahid de sarmaş, dolaş olmuş ağaçlar, diye açıklamıştır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Abese suresi ayet 31
"Meyveler" "Ve otlaklar"

"Meyveler" "Ve otlaklar" insanların incir, şeftali ve buna benzer ağaçların mahsûllerinden yedikleri şeylerdir.
"Ve otlaklar" bunlar da davarların yedikleri otlardır.
İbn Abbas ve el-Hasen dedi ki: Ot" yerin bitirdiği fakat insanların yemediği herşeye verilen isimdir. İnsanların yediklerine: Biçilen şeyler" adı verilir. Peygamber (sav)'ı övmek sadedinde şairin şu beyitinde de bu anlamdadır:
"Onun çok bereketli bir duası vardır ki, onun rüzgarı sabadır Onunla yüce Allah ekinleri ve otlan bitirir."
Bu otlara bu ismin veriliş sebebinin, onların (toplanmalarının) maksat olarak gözetilmeleri ve ot olarak toplanmalarıdır. Esasen; ile mana itibariyle aynı şeydir. Şair de şöyle demiştir:
"Bizim aslımız Kays'dır, yurdumuz ise Necd'dir. Orada ottan faydalanmak da, içilebilir su da bizimdir."
ed-Dahhak dedi ki: Yeryüzünde biten herbir şey"dir. E bu Rezîn de böyle demiştir: O bitkidir. Buna İbn Abbas'ın şu sözü delil teşkil etmektedir. İnsanların ve davarların yedikleri şeylerden olup, yeryüzünde biten her şey"dir.
Yine İbn Abbas'tan ve İbn Ebi Talha'dan şöyle dedikleri nakledilmiştir: Bu, yaş mahsûllere verilen bir isimdir.
ed-Dahhak dedi ki: Bu, özel olarak samandır. Bu, İbn Abbas'tan da nakledilmiştir. Şair şöyle demiştir:
"Onların davarlarının otlayacak yerleri yoktur. Saman, ise onlarda çok az bulunur."
ei-Kelbi dedi ki: Meyvenin dışındaki her türlü bitkiye denilir.
Bir açıklamaya göre "meyve" yaş mahsûller, "eh (mealde otlak)" ise kurularına denilir.
İbrahim et-Teymi dedi ki; Ebu Bekr es-Sıddik (r.a)'a "meyve ve otlak"in
tefsin hakkında soru soruldu da o şöyle dedi: Eğer Allah'ın Kitabı hakkında bilmediğim bir şey söyleyecek olursam, hangi sema beni altında barındırır ve hangi yer beni üstünde taşır?
Enes dedi ki: Ömer b, el-Hattab (r.a)'ı bu âyet-i kerimeyi okuduktan sonra şöyle derken dinledim; Büıün bunların ne olduğunu biliyoruz. Peki "el-ebb" (mealde: otlak) ne demektir? Sonra elindeki bir asayı kaldırıp şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki, kişinin kendisini olmadık zorluklara koşması budur. Ömer'in anasının oğlu! Ebb'în ne olduğunu bilmesen sana ne zararı olur? Sonra şunları dedi: Bu kitapta size açıkça anlatılanlara uyunuz, böyle olmayanları da bırakınız.
Peygamber (sav)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Sizler yedi şeyden yaratıldınız, yedi şeyden size rızık verilir. O hakle yüce Allah'a da yedi şey üzerinde secde ediniz,"
Peygamber efendimiz "yedi şeyden yaratıldınız" buyruğu ile: "... bir nut-fe kıldık, sonra o nutfeyi alaka kıldık, sonra o alakayı bir parça et... yaptık" (el-Mu'minun, 23/13-14) âyetlerini kastetmektedir. Yedi şeyden rızıklanmakla da yüce Allah'ın: "Böylece Biz, orada taneler bitiririz. Üzümler... meyveler" buyruğuna kadar sayılanları kastetmektedir. Daha sonra da "otlaklar" diye buyurmaktadır ki; bu da Adem oğluna ait bir nzık olmadığını, bunun sırf davarlara has olduğunu göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Abese suresi ayet 32
"Sizin için... birer fayda olmak üzere"

"Sizin için... birer fayda olmak üzere" buyruğundaki: Fayda olmak üzere" buyruğu tekid edici mastar olarak nasbedilmiştir. Çünkü bütün bu hususları bitirmek, bütün canlıları fayda Ilındırmaktır. Bu, yüce Allah'ın ölüleri kabirlerinden diriltmesine -daha önce birkaç yerde açıklandığı üzere, yok oluşundan sonra ekinin bitip yeşerdiği gibi- kabirlerinden dirilıilme-lerine dair verdiği bir misaldir. Ayrıca onlara ihsan etmiş olduğu nimetleri ha-tırlaiarak onlara lütuflarını dile getirmesi manası da vardır. Yine bu da daha ünce birkaç yerde geçmiş bulunmakladır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Abese suresi ayet 33
O Sâhha geldiği zaman

"o Sâhha geldiği zaman" buyruğu ile öldükten sonra diriliş hususunu sözkonusu etmektedir, ki salih amellerle ve kendilerine lütfedip, ihsan ettiği şeylerden infak etmekle o güne hazır olsunlar.
"es-Sâhha" kendisi sebebiyle kıyametin kopacağı çığlıktır. Bu da ikinci üfü-rüştür. Kulakları sağır edecektir. O bakımdan kulaklar ancak hayat bulmak için yapılacak çağrıyı işitecektir Bazı müfessirler şöyle demiştir: Kulaklar onu dikkatle işitmeye çalışacaklardır. Bu da: Şuna kulak verdi" birinden gelmektedir. Hadisle de bu anlamda kullanılmıştır: "Cinler ve insanlar müstesna, Cuma gününde kıyametten korktuğu için kulak kabartmayan hiçbir canlı yoktur."
Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Böyle bir açıklama bizden öncekilere teslim olmak ciheti ile alınan, kabul edilen bir bilgidir. Ancak dil açısından kabul edilmesi gereken, birinci görüştür. el-Halil dedi ki: "Sâhha" oldukça şiddetli etkisi dolayısıyla kulakları sağır eden çığlık demektir. Dilde bu kelimenin asıl anlamı, şiddetli ve ağır darbe demektir, Bunun: Ona taşla bir darbe indirdi" tabirinden alındığı da söylenmiştir,
Arapların:
Sâhha onları vurdu, musibet onları buldu" tabirleri de bu kabildendir.
Taberî dedi ki:
Zannederim bu, bir kimse diğerinin üzerine hızlıca atıldığı zaman kullanılan; Filan kişi filanın üzerine hızlıca atıldı" tabirinden gelmiştir,
İbnu'l-Arabî dedi ki:
"es-Sâhha" işillirici olmakla birlikte sağırlık yapan, sağırlığa sebeb olan sestir. Bu da harikulade bir fesahattir.
Allah'a yemin ederim ki, kıyamet çığlığı dünyaya karşı sağır eden fakat âhiret işlerini işittiricidir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Abese suresi ayet 34-35
Kişinin kaçacağı gün kardeşinden. Annesinden ve babasından,

"Kişinin kaçacağı gün kardeşinden." Yani o, Sâhha kişinin kardeşinden kaçacağı bu günde gerçekleşecektir. Kardeşiyle yakın ilişkisi ve konuşması olmayacaktır. Bizzat kendisiyle meşgul olacağından dolayı buna vakti olmayacaktır çünkü. Nitekim bundan sonra şöyle buyurmaktadır: "O günde bunlardan herbir kişinin kendine yeter" başkasıyla uğraşmasına fırsat vermeyecek "bir işi vardır."
Bir görüşe göre; aralarındaki haklardan ömrü onların kendisinden bir şeyler isteyeceğinden korkacağı için kaçacaktır İçinde bulunduğu zoriuğu ve sıkıntıyı görmesinler diye kaçacaktır, şeklinde de açıklanmıştır. Bir başka açıklamaya göre, bunun sebebi, onların kendisine bir fayda verememeleri ya da üzerindeki herhangi bir sıkıntıyı giderememeleri olacaktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O günde hiçbir mevlâ (dost, akraba)nın mevlâ-sına bir faydası olmaz."
Abdullah b. Tahir eî-Ebheri dedi ki: Kişi onların acizliklerini, çarelerinin azlığını açıkça göreceği vakit, onları bırakıp bütün bu sıkıntılarını açıp, kederlerini giderecek kimseye doğru kaçacaktır. Eğer dünyada iken bu gerçeği açıkça görmüş olsaydı, hiçbir zaman yüce Rabbimden başka kimseye asla itimad etmezdim
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Abese suresi ayet 36
Eşinden ve çocuklarından

Eşinden ve çocuklarından dahi kaçacaktır.
ed-Dahak. İbn Abbas'ian çöyie dediğini zikretmiştir: Kabil kardeşi Ha-bılden. Peygamber ».sav > annesinden, İbrahim (sav) babasından, Nuh (a.s) oğlundan. Lût (a.s! hanımından. Adem de kötü çocuklarından kaçacaktır.
el-Hasen dedi ki: Kıyamet gününde babasından kaçacak ilk kişi İbrahim'dir. Oğlundan kaçacak ilk kişi Nuh'tur. Hanımından kaçacak ilk kişi de Lût'tur. (el-Hasen) dedi ki: Bu âyetin kendileri hakkında indiğini göreceklerdir. Bu kaçış, onlardan uzak olmak, teberri etmek kaçışı olacaktır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Abese suresi ayet 37
O günde bunlardan herbir kişinin kendine yeter bir İşi vardır

"O günde bunlardan herbir kişinin kendine yeter bir İşi vardır" buyruğu ile ilgili olarak Müslim'in Sahih'inde Âişe (R.anhâ)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim:
"Kıyamet gününde insanlar çıplak ayaklı, elbisesiz ve sünnetsiz olarak haşredileceklerdir.
"Ey Allah'ın Rasûlü, dedim, erkekler, kadınlar hep bir arada, biribirlerine bakarak mı?
Şöyle buyurdu: "Ey Âişe! Durum birilerinin diğerine bakmalarına fırsat vermeyecek kadar ağır olacaktır."
Bu hadisi Tirmizi de, İbn Abbas yoluyla rivayet etmiştir. Buna göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
"İnsanlar çıplak ayaklı, elbisesiz ve sünnetsiz olarak haşredileceklerdir."
Bir kadın: Birimiz, diğerimizin avretine bakarak mı? Ya da: görecek mi? deyince,
Peygamber şöyle buyurdu;
"Ey filan kadın! "O günde bunlardan herbir kişinin kendine yeter bir işi vardır."
(Tirmizi) dedi ki: Hasen, sahih bir hadistir.
Kendine yeter" anlamındaki lafız genel olarak "ğayn" ile okunmuştur. Bu da kişiyi akrabalarıyla uğraşmaktan alıkoyacak bir hal demektir.
İbn Muhaysın ve Humeyd ise; Kişinin kendisini ilgilendiren" diye "ye" üstün ve "ayn" harfi ile okumuşlardır.
el-Kutebî dedi ki: Kişiyi akrabalarından alıkoyacak, başka tarafa çevirecek (iş)" demektir. Aynı kökten olmak üzere: Yüzünü benden başka tarafa çevir" ve: Beyinsizden yüz çevir" denilir
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Abese suresi ayet 38
O günde apaydınlık yüzler vardır.

Parlak ve ışık sağıcıdır. Kendileri için hazırlanmış kurtuluş ve nimetleri bilmiştir. Bu yüzler müminlerin yüzleridir.

Abese suresi ayet 39
Gülmektedir." Sevinmektedir.

"Gülmektedir." Sevinç ve neşe içindedir. "Sevinmektedir." Yüce Allah'ın verdiği lücuflar dolayısı ile sevinçlidir. Ata el-Horasani dedi ki: "Apaydınlık" olmalarının sebebi sam, vaktiyle yüce Allah'ın yolunda tozlanmış olmasıdır. Bunu Ebu Naim (Nuaym?) zikretmiştir.
ed-Dahhak dedi ki: Bu abdestin bıraktığı izden dolayı olacaktır. İbn Abbas; Gece namazından dolayıdır, diye açıklamıştır. Çünkü hadis-i şerifte şöyle denilmiştir: "Kimin gece namazı çok olursa, gündüzün yüzü güzel olur.
Sabah etrafı aydınlattığı vakil: denilir. Ki "apaydınlık" ile aynı köktendir.)
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Abese suresi ayet 40
Yine o günde üzerlerini toz, toprak kaplamış yüzler de vardır.

üzerinde toz duman bulunan "yüzler de vardır. Bunları da karanlık" tan dolayı görünememek

Abese suresi ayet 41
Bunları da karanlık ve siyahlık kaplayacaktır.

Bunları da karanlık ve siyahlık kaplayacaktır
"ve siyahlık kaplayacaktır." İbn Abbas da böyle açıklamıştır. Yine ondan "zillet ve zorluk" diye açıkladığı rivayet edilmiştir. Arapçada Toz" dernek olup çoğulu da 'dır. Bu açıklama Ebu Ubeyd'den nakledilmiştir

Haberde belirtildiğine göre, hayvanlar kıyamet gününde toprak olacakları vakit, o toprak kâfirlerin yüzlerine bulanacaktır.
Zeyd b. Eşlem dedi ki; Semaya doğru yükselen (siyah duman)"; Yere doğru alçalan (toz)" demektir. ile aynı şeylerdir (toz).

Abese suresi ayet 42
İşte bunlar, kâfirlerin ve facirlerin ta kendileridir.

İşte bunlar kâfirlerin" ("kefere" lafzı) "kâfirin çoğuludur
"ve fâcirlerin" ("fecere" lafzı) "facir"İn çoğuludur; "ta kendileridir."
Fâcir, Allah'a karşı iftira edip, yalan söyleyen kimse demektir. Fasıktır diye de açıklanmıştır. Fasıklık etti" denilir, Yalan söyledi" anlamındadır. Asıl anlamı ise meyletmek demektir. Buna göre "fâcir" meyleden demektir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Hümeze suresi ayet 1
İnsanları arkadan çekiştiren, yüzlerine karşı onlarla alay eden her kişinin vay haline ki!

"Veyl; Vay haline!" lafzının anlamı horluk, azab ve helak olmak anlamındadır. Cehennemdeki bir vadi olduğu da söylenmiştir.

"İnsanları arkadan çekiştiren, yüzlerine karşı onlarla alay eden her kişinin vay haline ki;"
İbn Abbas dedi ki:
Bunlar başkalarının sözlerini alıp taşıyanlar, birbirlerini sevenlerin arasını bozanlar, suçsuz, günahsız kimselerin kusurlarını araştıranlardır, buna göre buradaki her iki tabir fhumeze ve lumeze) aynı anlama gelmektedir.

Peygamber (sav) buyurdu ki:
"Yüce Allah'ın kullarının en kötüleri başkalarının laflarını taşıyanlar, birbirlerini sevenlerin arasını bozanlar, sutsuz, günahsız kimselerin kusurlarını ortaya koymaya çalışanlardır."

İbrı Abbas'tan nakledildiğine göre "humeze" arkadan çekiştiren, "hımeze" ise insanları çokça ayıplayan kimse demektir.

Ebıı'l-Aliye, el-Hasen, Mücahid ve Ata b. Ebi Rebah: Humeze insanların gıybetini yapan ve yüzlerine karşı onları ten ki d eden, lumeze ise hazır olmadıkları vakit arkalarından gıybetlerini yapan kimsedir, demişlerdir.

en-Nehhas, bu görüşü tercih etmiş olup şöyle demiştir: Yüce Allah'ın: "Bazıları da sadakalar hususunda sana dil uzatırlar, ("Lumeze" ile aynı kökten gelen "yelmizuke" fiili kullanılmıştır.)" (et-Tevbe, 9/58) buyruğu da bu kabildendir.

Mukatil bu açıklamanın aksini yaparak şöyle demiştir: Humeze; gıybet yaparak insanları arkalarından çekiştiren, lumeze ise yüzüne karşı insanın gıybetini yapan kimse demektir. Katade ve Mücahid şöyle demişlerdir: Humeze insanları çokça tenkid edip dil uzatan, lumeze ise onların neseblerine çokça di! uzatan kimsedir.

İbn Zeyd dedi ki:
Humeze'ci insanları eliyle dürtüp vuran kimse demektir. Lumeze ise diliyle onların kusurlarını söyleyen ve ayıplayan demektir.

Süfyan es-Sevri dedi ki:
Humezelik dil ile lumezetik ise göz ile yapılır.

İbn Keysan dedi ki:
Humeze oturup kalktığı kimselere kötü sözleriyle eziyet veren, kımeze ise oturup kalktığı kimseye göz kırparak gözüyle, başıyla, kaşıyla işaretler yapan kimsedir. Burada her ikisi de aynı şeydir. Bu da kişinin gıyabında onu tenkid eden, onun gıybetini yapan kimsedir.

" Uzak olmak, uzaklık" demektir. Humeze ise bu anlamı mübalağalı bir şekilde ifade etmek için kullanılan bir isimdir. Nitekim insanlarla çokça alay eden ve onların hallerine çokça gülen kimseye: denilir.

Ebu Cafer Muhammed b. Ali ve el-A'rec "mim" harflerini sakin olarak; diye okumuşlardır. Eğer onların böyle okudukları, onlardan sahih olarak nakledilmiş ise, o takdirde bu lafızlar (ism-i) meful manasınadır. Bu da insanlar kendisi hakkında kaş göz işaretleri yaparak onun hallerine gülsünler ve kendisinin gıybetini yapmak zorunda bırakacak şekilde insanlara karşı davranışlar sergileyen kimse demek olur.

Abdullah b. Mesud, Ebu Vâil, en-Nehaîve el-A'meş ise ("her" anlamındaki İi külli" lafzını zikretmeyerek): Humeze ve lumezenin (yani insanları arkadan çekiştirip, yüzlerine karşı onlarla alay eden kimselerin) vay haline" diye okumuşlardır.

(Humeze'nin kökünü teşkil eden): in asıl anlamı, "kırmak ve bir şeyi şiddetle ısırmak" demektir. "Harfi hemzeli okumak" tabiri de buradan gelmektedir. " Onun başını kırdım" denilir.

Cevizi elimle kırdım" demektir.

Bedevi bir araba "Siz fare kelimesini (fa're şeklinde) hemzeli mi söylersiniz?" diye sorulmuş da o da: "Fareyi ısırıp yakalayan ancak kedidir" diye cevab vermiştir.

es-Sıhah'taki ifade ise şöyledir: Bedevi bir araba: "Fare kelimesi (fa're şeklinde) hemzeli mi söylenir?" diye sorulmuş. O da: " Ha*yır onu ısırıp yakalayan kedidir" diye cevab vermiştir.

Birincisini nakleden es-Sa'lebî'dir. Bu ifade(kr) kediye "humeze" isminin verileceğine delildir.

el-Accâc şöyîe demiştir:

"Biz kimin başını hemzeder (kırar) isek, onun başı elbette yarılır, kırılır."

Hemz ve lemz'in asıl anlamının itmek ve vurmak okluğu da söylenmiştir. " Onu vurup İtti, vurup iter, vurup ilmek" denilir. Ayns şekilde: "Onu illi, onu vurdu" demektir. Reeez vezninde şair söyle demiştir:

"Biz her kimin şanına (kuvvetine) henız edecek olursak

o hemen kıçüstü yıkılır, Şiddetli bir şekilde; yahut o şiddetlice yıkılır."

Bu açıklamayı es-SıftoA'da (el-Cevherî) yapmıştır.

Âyet, cd-Dahhâk'ın, İbn Abbas'tan rivaytrline göre elMınes b. Şerik hakkında inmiştir. Bu kişi ister karşılarında bulundukları vakit, isler yanından geçtiklerinde insanları kaş göz işaretleri yaparak ayıplar, onları çekişürirdi.

İbn Cüreyc dedi ki:
(sûre) el-Velid b, el-Muğire hakkında inmiştir. O Peygamber (sav)'ın gıyabında gıybetini yapar, yüzüne karşı da onu tenkid ederdi. Ubeyy b. Halef hakkında indiği söylendiği gibi Cemil b. Âmir es-Sakafî hakkında indiği de söylenmiştir.

Âyetin, tahsis sözkonusu olmaksızın genel olarak bu tür davranış sergileyenlerin hepsi hakkında umumi olduğu da söylenmiştir. Çoğunluğun görüşü de budur.

Mücahid dedi ki:
Bu buyruklar kimse hakkında özel değildir. Aksine bu nitelikte olan herkes hakkındadır.

el-Ferrâ dedi ki:
Umumi bir buyruğun zikredilip, özel kimselerin onunla kastedilmesi mümkün olabilir. Nitekim bir kimse birisine: Ben suni ebediyyen ziyaret etmeyeceğim deyip diğeri ona: Kim beni ziyaret etmezse ben de o kimseleri ziyaret etmem, diyerek tek bir kimseyi kastetmesine benzer ki, bu sözüyle kendisine böyle diyen kimseyi ziyaret etmeyeceğini kastetmiş olur.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Hümeze suresi ayet 2
O malı toplayıp, onu tekrar tekrar sayandır.

Yani; "(Onu -kendi iddiasına göre- zamanın musibetlerine karşı ha*zırlayandır." (Bu manasıyla): " Kerem sahibi oldu ve ikram etti" fiiline (vezin dolayısıyla fiilin anlam değişikliğine uğramasına) benzer. Bunun, sayıp döktü, saydı durdu, anlamına geldiği de söylenmiştir ki, bu açıklamayı da es-Süddi yapmıştır. ed-Dahhâk dedi ki: Malını çocukları arasından kendisine mirasçı olacak kimselere hazırladı, demektir. Malının sayısı ve çokluğu ile başkalarına karşı öğündü, demektir diye de açıklanmıştır.

Maksai ise, malı Allah'a itaat yolunda harcamayıp, elde tutmanın yerilme-sidir. Yüce Allah'ın: "O, hayrı alabildiğine engelleyen" (Raf, 50/25); (Nun, 68/12) buyruğu ile: "Mal toplayıp kaba dolduran" (el-Mearic, 70/18) buyruklarında olduğu gibi.

"Toplayıp" anlamındaki; lafzının "mim" harfi genel olarak şeddesiz okunmuştur. Ancak İbn Amir, Hamza ve el-Kisai çokluk anlamı ifade etmek üzere şeddeli okumuşlardır. Ebu Ubeyd de daha sonraki: "Onu tekrar tekrar sayandır" buyruğu dolayısıyla bu okuyuşu tercih etmiştir.

el-Hasen, Nasr b. Asım ve Ebu'l-Aliye ise "toplayıp" anlamındaki fiili şeddesiz okumuşlardır. Aynı şekilde; "onu tekrar tekrar sayandır" anlamındaki fiili de; (.jJij ) şeklinde şeddesiz okumuşlar ve böylelikle şeddeli olan harfin muzaaf (aynı harften iki harfin şeddeli okunması) olduğunu göstermişlerdir. Çünkü bunun asit ( .Ü)'dir. Ancak böyle bir okuyuşun (açıklanabil*mesi) uzak bir ihtimaldir. Çünkü mushafta bu, iki dal ile yazılmıştır.
el-Mehdevi dedi ki:
Her kim "onu tekrar tekrar sayan" lafzını şeddesiz okuyacak olursa, o vakit bu mala atfedilmiş olur. Yani bu kimse malı topladı ve'onu sayıp durdu, demek olur. O halde bu muzaafiığı açığa çıkartılmış bir fiil olmaz.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Hümeze suresi ayet 3.
“Gerçekten o, malının kendisini ebedî kılacağını sanmaktadır.”

Adam malının kendisini ebedîleştireceğine, ebedîyen kendisini yaşatacağına inanmaktadır. Bu malın ve mülkün sahibi olarak ebedîyen yaşayacağını ve hiç ölmeyeceğini zanneder. Malıyla bu dünyada ölümsüzlüğü garantilediğini zanneder. Allah’ın kendisine bolca servet verdiği ve kendisine verilen bu servetin kendisini şımarıklaştırdığı, elindeki nimetlerin ebedî olduğunu, hiç bitmeyeceğini zanneden ve hayatını bu düşünceye bina eden bir adam. Sahip olduğu malını, mülkü-nü, servetini, samanını, makamını, mevkiini, gücünü, kuvvetini, gençliğini, zindeliğini hiç yitirmeyeceğine inanan bir adam. İzzet ve şerefi bunlarda gören, bunlarda arayan bir adam.

“Ben gerçek güç ve kuvvet sahibiyim! Bütün bunların sahibi benim! Bu malımın, bu mülkümün, bu gücümün, bu saltanatımın, bu çevremin, bu kredimin, bu hayatımın sahibi benim ve artık ben bu mülkün batacağına da inanmıyorum! Yok olmaz mallar! Tükenmez bu servet! Bu iş yerlerim, bu fabrikalarım kesinlikle yıkılmaz! Yok olmaz bu fabrikalar! Bitmez bu saltanat! Son bulmaz bu hayat! Gelmez ölüm bana! Ben ebedîyen yaşarım bu saltanatımın içinde! Bütün bunlara sahipken artık ben öleceğime de kıyâmetin kopacağına da ihtimal vermiyorum! Bu saltanatın, bu gücün ve bu imkânın sahibi olan birinin üzerine kesinlikle kıyâmet kopmaz! Benim üzerime kıyâmet kopmaz! Kimse benim önüme geçemez! Kimse benimle başedemez! Allah’ın da beni öldüreceğini sanmıyorum!”

Gerçi eğer bu zavallı fakirlerin, şu ayak takımının dedikleri doğru da kıyâmet kopacaksa bile ne önemi var? Eğer bunların dedikleri gibi ölecek ve yeniden dirileceksek elbette yine bize orada ayrıcalık tanınacak ve ayrı muamele yapılacaktır. Zat-ı âlileri orada da korunacaktır elbette. Çünkü dünyada bu kadar servetin, bu kadar saltanatın sahibi değil miydik bizler? Öyleyse sayın cenapları elbette âhi-rette de düşünülecek, elbette orada da protokol bozulmayacak, orada da saygınlığını koruyacaktı. Böyle düşünüyor adam. Böyle hesap ediyor, böyle bekliyor. Malıyla, mülküyle kendisini ebedîleştirmeye çalışıyor. Hayat programını hiç ölmeme inancına bina etmeye çalışıyor.

Ahledeh, huld, hulûd; ilelebet devam etmek, kalmak, uzun süre kalmak. Bir isim olarak huld; bilezik, küpe, ebedîlik ve cennet gibi anlamlara gelir. Bu yüzden "dâru'l-huld" veya "dâru'l-hulûd"; cennet yurdu demektir. Huld kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli âyetlerinde da-ha çok "ebedîlik" anlamında kullanılmıştır:

“Haksızlık edenlere de: “Sonsuz azabı tadın, ancak yaptığınıza karşılık ceza çekiyorsunuz” denir.”(Yunus 52)

"Sonunda Şeytan onu fitneye düşürerek, söyle dedi: Ey Ãdem, seni ebedilik ağacına, son bulmayacak olan devlete götüreyim mi?" (Tâhâ,120).

Halbuki evrende hiçbir varlığa sonsuza dek yaşama yeteneği verilmemiştir:

“Ey Muhammed! Senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar bâkî kalır mı?” (Enbiyâ,34).

Ebedîlik, âhiret hayatı ile ilgili bir kavramdır. Cennet ve cehen-nemin sonsuzluğu bunu gösterir. Cennetin ebedî oluşu şöyle bildirilir:

"De ki; bu mu hayırlı, yoksa takvâ sahiplerine va'd olunan ebedilik (huld) cenneti mi?" (Furkân,15).

Görüldüğü gibi bu âyetlerde geçen "huld" kelimesi hep son-suzluk anlamını ifade etmektedir. Cennetin bir vasfı da "cennetü'l-huld" dur. Yani bozulmadan ve sonu gelmeden devam eden cennet demektir. Bazen işte burada olduğu gibi "dâru'l huld" cehennem anla-mında kullanılır: "İşte O, Allah düşmanlarının cezası, ancak ateştir. Onlar için orada sonsuza kalma yeri (dâru'l-huld) vardır. Bu, âyetle-rimizi inkâr etmelerinin bir cezasıdır."

Kur'ân-ı Kerîm'in açıkça bildirdiğine göre, dünya hayatında sonsuzluk söz konusu değildir (Enbiyâ,34). İnsan hayatı, âhiretle bütünleşince sonsuzluğa doğru uzanmış olur. Çünkü yüce Allah önce, doğacak tüm insanların ruhlarını yaratmış, zamanı geldikçe, dünyada bedenle ruh bütünleşmiştir. Ölümle, ruh bedenden ayrılır ve kabir ha-yatı başlar. Kıyamet koptuktan sonra, âhiret âleminde, sonsuzluğa uzanan, cennet veya cehennem hayatı başlar. Böylece, insanoğlu sonsuzluğa elverişli bir varlık olduğunu, yaşayışında göstermiş bulunur.

Evet, diyor ki adam ben ölmeyeceğim. Zenginler ölmez! Paralılar ölmez! Makam sahipleri, saltanat sahipleri ölmez! Karun bir gün karşısına geçip sevinçten mest olup ayakkabıya döndüğü paracıklarını sayarken, hizmetçisi de uzaktan gülerek onu seyrediyormuş. Hizmetçisini böyle garip bir tavır içinde gören Karun onun paracıklarına göz koyduğunu ve onları çalmayı planladığını zannederek onu ayaklarının altına alıp ezmeye başlar. “Niye gülüyordun söyle bakalım?” diye onu ezmeye çalışırken, bir ara fırsat bulan hizmetçi bağırır: “Efendim! Vallahi onları çalmayı filan düşünmedim! Düşündüm ki siz ölünce..” filan demeye çalışırken daha onun sözünü boğazında kesen Karun: “Sus! Ben ölmem! Zenginler ölmez! Paralılar ölmez! Saltanat sahipleri ölmez!” diye onu daha bir beter dövmeye koyulur.
Evet zenginler ölmez! Paralılar ölmez! Saltanat sahipleri ölmez!!! Bu Ehramlar, bu anıt kabirler de onun için var ya. Ölmediklerini ortaya koymak için, ölümsüzlüklerini ispat için, ya da öldükten sonra da hegemonyalarını sürdürebilmek için yaptırıyorlar bunları adamlar.

Mal çokluğu, nüfuz çokluğu ve fizikî güç. Bakıyoruz tarih boyunca ve şu anda da tüm çağdaş müşrik sistemler bunların topluma yansıyan temelleri üzerine kurulmuştur. Tüm müşrik sistemler bu üç şeyin çokluğu esasına dayanmaktadır.

1. Ya mal, mülk, servet çokluğuna, ekonomik güce dayanır ki bunun adı kapitalizmdir.

2. Ya çoluk, çocuk, sülale, ırk çokluğuna dayanır ki bunun adı faşizmdir.

3. Ya da güçlü olmaya dayanır ki, bunun adı da despotizm veya krallıktır.

Halbuki bunların hiçbirisi üstünlük sebebi değildir. Bunların tamamını veren Allah’tır. Malı, mülkü veren Allah, çoluk, çocuğu veren Allah, fizikî gücü veren de Allah’tır.

Öyleyse sakın ha sakın hiç kimse şu anda sahip olduklarının sahibini kendisi zannetmesin. Hiç kimse bunların sahibi benim zannetmesin. Malın, mülkün, bağın, bahçenin, evin, barkın, dükkanın, tezgahın, paranın, pulun, çoluğun, çocuğun sahibi benim zannetmeyin. Hocalığımızın, bilgimizin, tecrübemizin, çevremizin kredimizin sahibi biziz zannetmeyelim. Bunların tümünü bize veren Allah’tır bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım. Bunlara sahip olduk diye bunlardan mahrum imtihan edilenlere tepeden bakmayalım. Onları küçük görmeyelim. “Benim gücüm kuvvetim var, param pulum var, oğlum kızım var, çevrem kredim var. Halbuki sende bunların hiç birisi yok. Hem ekonomik yönden senden çok üstünüm, hem de siyasal gücümle seni ayağımın altına alabilirim. Hem cüzdanım kabarık, hem de güçlüyüm. Yani benim karnımdaki senin karnındakinden daha çoktur” diyerek karın hesabında olmayalım. İnsanları barsak hesabına göre değerlendirmeyelim. İzzeti, şerefi malda, mülkte, makamda, mansıpta aramayalım.

Mesela şimdi farz edin ki birine el verilmiş, ötekisine verilmemiş, çolak yaratılmış. Hangisi üstün bunun? Allah’ın kendisine el verip öyle imtihan ettiği insan mı üstün yoksa Allah’ın el vermeyip çolak imtihan ettiği insan mı üstün? Veya Allah’ın kendisine bolca mal verip imtihan ettiği insan mı üstün yoksa Allah’ın mal vermeyip fakirlikle imtihan ettiği insan mı üstün? Aslında ne o üstün, ne de beriki alçaktır. Buların hepsi imtihan konusudur. Allah birini malla imtihan ediyor, ötekisini de malsız imtihan ediyor. Bunların her ikisi de ayrı birer imtihan sorusudur. Bu imtihanı henüz kimin kazanıp kimin kaybettiği belli olmadığı için de kimin üstün, kimin alçak olduğu şu anda belli değildir. Bu, yarın belli olacaktır.

Bakın böyle mal toplayıp biriktirmeye çalışan, malıyla, mülküyle kendisini üstün görüp insanlara tepeden bakan ve de bu malıyla kendisini ebedîleştirmeye çalışan kişinin cehenneme gideceğini anlatıyor.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Hümeze suresi ayet 4.
“Hayır, andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır.”

Böyle yapan kişi Hutame’ye atılacaktır. Andolsun ki o Hutame’ye atılacaktır, diyor Rabbimiz. Hutame, Kur’an’da cehennemin isimlerinden birisidir. İçine atılan her şeyi kırıp geçiren, ufalayıp yok eden manasına cehennemin isimlerinden birisidir.

Rabbimiz “Kella” diyerek söze başlıyor. Hayır hayır! İş sizin bil-diğiniz gibi değildir. Vazgeçin bu anlayışlarınızdan! Değiştirin bu düşüncelerinizi! Andolsun ki mal toplayan, mal biriktiren ve onunla ebedîleşeceğini zanneden kişi, hayat programını bu inanca bina eden kişi mutlaka Hutame’ye atılacaktır. Böyle düşünenler, böyle yaşayanlar her şeyi yalayıp yutan, insanı insanlıktan çıkaran Hutame’ye atılacaktır.

Dikkat ederseniz ayet-i kerîmede “Nebeze” kelimesi kullanılmaktadır. “Nebeze”, değerli görülen bir şeyi atmak anlamına gelmektedir. Mal-mülk sahibi olmalarından ötürü kendilerini değerli gören bu insanlar da, kendisiyle değer bulmaya çalıştıkları malları, mülkleri de değersiz bir biçimde cehenneme atılacaktır. Mal, mülk sebebiyle insanları küçük gören, onları kırıp dökenler bu tavırlarına mütenasip olarak kendileri de kendilerini kırıp geçirecek bir ateşe atılacaklardır. Dünyada insanların etlerini yiyenler, onların ırzlarına, namuslarına, şereflerine haysiyetlerine dil uzatanlar etlerini, kemiklerini yiyecek bir Hutame’ye atılacaklardır. İnsanları kırıp dökenler de orada kırılacaklardır.

Bakın Allah’ın Resûlü bir hadislerinde Hutame’yi anlatırken şöyle buyurmaktadır:
“Melek bir kâfiri yakalayacak ve tıpkı odunun diz üstüne konulup kırıldığı gibi, onu belinden kıracak ve cehenneme atılacaktır.”

Hümeze suresi ayet 5.
“Hutame’nin ne olduğunu sana bildiren nedir?”

Hutame’nin ne demek olduğunu sen nerden bileceksin peygamberim? Dinle onu sana ben anlatayım anlamına bir ifade. Cehennemin dehşetini anlatan bir ifade. İnsanın mahiyetini bilemeyeceği Hutame, “Hümeze” ve “Lümeze”ye verilecek cezadır. Hemmaz ve Lemmaz için Rabbimizin takdir ettiği bir cezadır bu. Mal-mülk sahibi oluşunu insanlara tepeden bakma ve onları hakir görme sebebi bilen kimselerin cezaları da onları küçük düşürecek bir atılma cezasıdır. Melekler, kırıp büküp baş aşağı değersiz bir biçimde ateşe atıverecek onları. Hani sobaya sığmadı diye odunu kırar, birkaç parçaya bölersiniz ya, işte melekler de dizlerinin üzerinde birkaç parçaya kırıp bükerek onları değersiz bir biçimde cehenneme atıverecekler.

Hümeze suresi ayet 6.
“Allah’ın tutuşturulmuş bir ateşidir.”

O Hutame, Allah’ın tutuşturulmuş bir ateşidir. Ateşin Allah’a izafesi onun insanların dünyada bildikleri, tanıdıkları ateşlere benzemediğini ortaya koymak içindir. Çünkü aslında tüm ateşler Allah’a ait iken, burada bu ateşe özellikle Allah’ın ateşi denilmesinin sebebi budur. Bu ateş dünyadaki ateşlere benzemez. Sönmesi, hafiflemesi olmayan bir ateştir. Veya Allah’ın ateşi ifadesi Allah’ın belâsı anlamına gelmektedir. Allah’ın emriyle yakılan ve sadece dünyadaki ateşler gibi maddî şeyleri yakmakla kalmayıp manevîyatı da yakan, her şeyi saran, gönüllere kadar uzanan, yürek yakan, yürek hoplatan bir ateştir. Nitekim Tirmizî’nin Ebu Hureyre’den rivayet ettiği bir hadislerinde Allah’ın Resûlü bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
“Cehennem ateşi kızarıncaya kadar bin sene yakılır. Sonra beyazlaşıncaya kadar bin yıl daha yakılır. Sonra siyahlaşıncaya kadar bin yıl daha yakılır. O artık simsiyahtır.” (Tirmizî 2594)
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Hümeze suresi ayet 7
“Ki o, yüreklerin üzerine tırmanıp çıkmaktadır.”

Kalplerin üzerine kadar çıkan, yüreklerin içine kadar işleyen, kalplere nüfuz eden bir ateştir o. Kalpleri örten, acısı kalplere kadar ulaşan bir ateş. Yani anlıyoruz ki ateş, insan gibi şuurlu bir varlıktır. Ne yapacağını, ne edeceğini, müşterisinin neresine el atacağını da bilen bir ateştir. Bakıyoruz Kur’an-ı Kerîm’de cehennem anlatımları hep böyle. Mesela uzaktan müşterilerini gördüğü zaman kükreyen, homurdanan ve hortumlarını çok uzaktan göndererek müşterilerini içine alıveren, yalayıp yutuveren bir varlık. Gâf sûresinde anlatıldığına göre müşterileri içine dolduktan sonra Cenâb-ı Hak soracakmış: “Doldun mu ey cehennem? Doydun mu? Daha ister misin bu sığır sürülerinden?” Cehennem de diyecekmiş ki: “Daha yok mu ya Rabbi? O kadar kükreyip coştum ki bugün bir türlü doymak bilmiyorum. Daha varsa gönder ya Rabbi!” Veya: “Daha mı var ya Rabbi? Daha bitmedi mi Allah’ım? Bu kütüklerin sonu gelmedi mi?” diye şaşkınlığını ifade edecektir. Yani o kadar çok insan atılacakmış ki cehenneme, o bile bu çokluğa şaşacak, hayret edecek ve daha bunların arkası gelmedi mi ya Rabbi? Bitmedi mi ya Rabbi? diyecekmiş.

Bakın burada da bu şuurlu varlığın müşterilerinin kalbine el atacağı, insanın kalbine uzanacağı anlatılıyor. Cehennem, müşterilerinin kalbine atacak pençesini. Onlara azaba oradan başlayacak. Neden? Çünkü kalp insanlarda kabul ve ret makamıdır. Kalp, iman ve küür makamıdır. İnsanlarda düşünce, idrak, heves, niyet ve irade makamıdır. İman ve küfür konusunda kişide en sorumlu yer onun kalbidir. Onun içindir ki bakın bu ayet-i kerîmesinde Rabbimiz cehennem ateşinin kalbe uzanacağını anlatmaktadır.

Ateş insanın kalbine kadar uzanacaktır. Aman Allah’ım! Bu ne müthiş bir ifade! Rabbim, sen bizi bundan koru! Dünyada acı kalbe ulaşınca artık insan dayanamaz ve ölür. Ama orada ölemeyecekler de. “Orada ne ölebilecekler ne de yaşayabilecekler.” (Tâhâ 74)

Buna yaşamak da denmez, ölmek de denmez. Bakın Allah’ın Resûlü bir hadislerinde bu hususu şöyle anlatır:

“O ateş ehlini yer, nihayet gönüllere gelince son bulur. Sonra Cenâb-ı Hak etlerini, kemiklerini diğer bir oluşla yeniden iade eder.”

Nisâ sûresinde de bu konu anlatılır:
“Onlardan ona inananlar ve yüz çevirenler vardı. Çılgın bir alev olarak cehennem yeter. Doğrusu, ayetlerimizi inkâr edenleri ateşe sokacağız; derilerinin her yanışında, azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Allah Güçlüdür, Hakimdir. (Nisâ: 56)

Zuhruf sûresinde de azabın dehşetinden ötürü ölüm isteyecekleri ama ölemeyecekleri anlatılır:
“Cehennemde şöyle seslenirler: “Ey Nöbetçi! Rab-bin hiç değilse canımızı alsın.” Nöbetçi: “Siz böyle kalacaksınız” der.” (Zuhruf: 77)

“Ey Mâlik! Ey cehennemin bekçisi! Ne olur dua et de Rabbin bize hükmedip bizim işimizi bitiriversin! Ne olur Rabbin bizi öldürsün de şu durumdan kurtulalım!” diyecekler. Mâlik diyecek ki onlara: “Hayır, sizler burada ebedîyen kalacaksınız. Sizler için burada ebedî bir kalış söz konusu.” Evet onlar orada ölemeyecekler. Ölümü temenni edecekler, ama ölemeyecekler. Ölüm acısını her yandan hissedecekler ama ölemeyecekler. Hep ölümü yaşayacaklar ama bir türlü ölmeyecekler. “Siz ebedîyen burada kalacaksınız çünkü biz size hakkı getirdik de siz ondan tiksiniyordunuz. Allah’tan gelen hakka tepki gösteriyor, reddediyordunuz.”

Dikkat ediyor musunuz? Zalimler ölüm istiyorlar. İstedikleri şey yok olmak, helâk olup gitmek. Kendilerini bir an olsun içine gömüldükleri bu dayanılmaz cehennem azabından kurtaracak bir ölüm istiyorlar. Dayanılmaz azap çukurlarından yükselen ölüm feryatları. Ama görüyoruz ki cevap bunların zaten bitmiş ümitlerini biraza daha öldürecek, ümitsizliklerini biraz daha artıracak, kahroluşlarını biraz daha artıracak bir cevap. Nasıl bir cevap geliyor bakın kendilerine:

Hayır hayır! Siz böyle kalacaksınız! Siz burada kalacaksınız! Aman Allah’ım, ne tüyler ürpertici bir manzara. Sizin için ölmek te yoktur. Ölümü temenni ettiren bir azabın içinde ebedîyen kalmak ve unutulmak. Sizin için sizi bu azaptan kurtaracak ölüm yoktur. Sonsuza dek ölümü temenni ettirecek bu azabın içinde kalacaksınız. Tabi cehennemin görevli meleğinin onların bu isteğine verdiği bu kahredici cevap, bunların feryatlarından bin yıl sonra gelecek.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Hümeze suresi ayet 8
“O, onların üzerlerine kilitlenecektir.”

Mu’sadeh, kapatılmış, kilitlenmiş, sürgüleri çekilmiş demektir. Ebedî azap mahallinde kapılar kapatılmış, sürgüler çekilmiştir. Artık kimse kendisiyle konuşmayacak, derdi dinlenmeyecek, hatırı sorulmayacak ve azabın içinde unutulacaktır. Bakın Ârâf sûresinde de Allah’ı, Allah’ın kitabını, Allah’ın hayat programını unutarak bir hayat ya-şayanların öbür tarafta azabın içinde unutulacakları anlatılmaktadır. “Bugünle karşılaşacaklarını unuttukları, ayetlerimizi bile bile inkar ettikleri gibi biz de onları unutuyoruz.”
(A’râf 51)

Allah’ı unutanlar unutulacaklardır. Allah’ın dinini unutanlar, unutulacaklardır. Dünyada mal-mülk peşinde koşarken Allah’ın diniyle ilgilenecek zaman bulamayanlar ateşin içinde unutulacaklardır. Dinlerini oyun ve eğlence edinen, dinlerini oyun ve oyuncak tutan, dünya hayatına verdikleri değeri dinlerine vermeyen, dünya hayatını, dünya malını, mülkünü dinlerine tercih eden, dünyayı hedef bilip, dünyayı kıble edinip bütün plan ve programlarını dünyayı kazanma adına yapan, bu yüzden de dinleriyle ilgilenme, kitaplarıyla, Peygamberleriyle tanışma imkânı bulamayan kimselerdir bunlar. Dünyayı kıble edinen, dünyayı alıp da âhireti unutanlar, dinlerini dünyalarına alet edenler, dinlerini dünyalarına yamayanlar, dünyayı kazanmak için dinlerini malzeme olarak kullanan kimselerdir bunlar.

Dünyayı ebedî zannediyorlardı. Bugün, bu güneş hiç bitmeyecek, ölüm hiç gelmeyecek zannediyorlardı. Dünyanın içindekilere meylederek aldanıyorlardı. Dünyanın konumu ve kuralları onları aldatıyor. Konumu gereği dünyada hiç kimseye dokunmuyor Allah ya, işte böyle işledikleri suçlar yüzünden kendilerine dokunulmayınca dünyada Allah’ı atlattık zannediyorlar ve aldanıyorlardı.

İşte böyle dünyanın kendilerini aldatıp köleleştirdiği için dünya peşinde koşarken, dünyalıklar peşinde koşarken Allah’ı unutan, Allah’ın kendilerinden istediği kulluğu unutan, dinlerinin temel kaynakları olan Kitap ve sünnetle tanışma imkânı bulamayan, dinleriyle yakından tanışma zahmetinde bulunmayan ve böylece oradan buradan devşirdiklerini kendilerine din kabul eden ve böylece oyunu ve oyuncağı din zanneden kimselerdir bunlar. Dünyaya ve dünyalık işlere o kadar önem verirler ki, dinleriyle ilgilenecek vakitleri kalmamıştır.

Onların bu günü unuttukları gibi biz de onları unuttuk. Onlar dünyada âhireti hesaba katmadan bir hayat yaşamışlardı, biz de bugün onları unutuyoruz diyor Rabbimiz. Ne müthiş bir şey değil mi? Unutulmak, yüzüne bakılmamak, sözü dinlenmemek ve ebedîyen azaba mahkum edilmek. Ne korkunç bir akıbet. İşte bundan dolayı unutuluyorlar, bundan dolayı nimetlerden mahrum ediliyorlar ve azaba lâyık görülüyorlar.

Cehennem onların üzerine kapatılacak ve bir daha oradan çıkıp kurtulma imkânı bulamayacaklardır. Böyleleri için rahmet kapıları açılmayacaktır. Rahmânın kullarıyla irtibat kapıları açılmayacaktır. Mü’minlerin ruhları için açılan semanın kapıları bunlar için kapalı kalacak ve melekler bunları ebedîyen unutulmak üzere azabın içinde bırakacaklardır. Çünkü onlar dünyadayken Rablerini unutmuşlardı. Ya da bu adamlara Rabbimizin rahmet kapıları açılmayacaktır. Neden? Çünkü bunlar dünyada iken kendilerine açılan rahmet kapılarıyla ilgilenmemişlerdi. Rabbimizin dünyada kendilerine açtığı rahmet kapılarından istifade etmek istememişlerdi.

Rabbimizin bu dünyada kullarına açtığı rahmet kapıları Kitaptır, peygamberleridir. Kitap, rehberdir. Kitap kendisine uyanları, kendisini takip edenleri hedefe götürecek bir imâm ve rehberdir. Kitap, en büyük rahmettir. Allah kullarına gönderdiği kitapları vasıtasıyla onlara yeryüzünde en büyük rahmet kapılarını açmıştır. Kitapları sayesinde hem dünyada hem de âhirette kullarına en büyük rahmet kapılarını açmıştır Rabbimiz. Dün Allah’ın kullarına gönderdiği bir kitap ve o kitap sayesinde açtığı bir rahmet kapısı ile çölde ona iman eden Allah’ın kulları, onun rehberliğinde saadete ulaşmışlardır. Kölelikten yeryüzünün efendiliğine ulaşmışlardır. Ama kimileri de Allah’ın kendileri için açtığı bu rahmet kapılarıyla ilgilenmemişler, bu rahmetten istifade etmeyi istememişlerdir. İşte böyleleri de o gün cehennemin içinde rahmetten mahrum bırakılacaklardır.

Hem öyle bir cehennem ki, şöyle bir uğrayacakları, görüp geçecekleri bir ateş değil, içinde hiç çıkmamacasına, hiç kurtulmamacasına kalacakları bir ateştir. Orası onların yeri ve yurdudur.

Hümeze suresi ayet 9
“(Kendileri de) Dikilip yükseltilmiş sütunlarda bağlanacaklardır.”

Kendileri de direklere bağlanmış oldukları halde. Zaten kapılar kapanmış, sürgüler çekilmiş de bir de ebedîyen kurtulma ümitleri kalmasın diye hem cehennemin kapılarına direkler dikilmiş, hem de elleri ayakları dikilmiş direklere prangalanmıştır. Veya onların yüreklerine kadar işleyecek ateşin alevleri direkler gibi yükselecektir. Allah korusun gerçekten tüyler ürpertici, dayanılmaz bir manzara…

Öyleyse dünyada Allah’ın istediği biçimde bir hayat yaşamak zorundayız. Dünyada mal-mülk peşine takılarak, dünyayı kucaklama sevdasına kapılarak, dünyaya kazık çakma cinnetine tutularak Allah’ın kitabından habersiz bir hayatın içine düşmeyelim. Malımıza, servetimize güvenerek insanlara tepeden bakmaya, insanları hor gör-meye, insanları bunlarla değerlendirmeye kalkışmayalım. Müstekbir-leşmeyelim. Allah’ın kitabına ve Resûlü’nün sünnetine karşı eyval-lahsız davranmayalım. Burada Allah’ın istediği kullukları ifa ederek imtihanı kazanıp kendimizi bu ateşten kurtarmaya bakalım.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Kâfirun suresi ayet 1
De ki: "Ey kâfirler.

Bu ayetteki birkaç nokta üzerinde özellikle düşünülmelidir:

a) Bu emir "Kafirlere açıkca de!" şeklinde Rasulullah'a verilmiştir. Ama sonraki muhteva bu emrin bütün Müslümanlara olduğuna ve kafirlere, bu ayette gösterildiği şekilde yönelmeleri gerektiğine işaret etmektedir. Hatta küfürden tevbe ederek iman edenlerin de, küfür dininden ve tanrılarından bu şekilde beraat etmeleri gereklidir. Çünkü buradaki "De!" emrinin ilk olarak muhatabı Rasulullah olmasına rağmen, aslında muhatab bütün Mü'minlerdir.

b) Buradaki "kafirler" kelimesi, kafirlere hakaret olsun diye değil, bir gerçeği ifade etmek için kullanılmıştır. Arapça'da kafir kelimesi inkar eden ve inanmayanlar için kullanılır. (Unbeliever) Bunun karşı kelimesi de "Mü'min"dir. Yani kabul eden ve teslim olandır. (Believer) Allah'ın (c.c) onlara "Ey kafirler" demeyi Rasulullah'a emretmesi, aslında "Ey risaletimi inkar edenler ve getirdiğim talimattan yüz çevirenler" anlamındadır. Aynı şekilde "mü'min" kelimesi kullanıldığında da bundan murad, "Muhammed'e (s.a) iman edenler"dir.

c) "Ey kafirler" denilmiş, "Ey müşrikler" denilmemiştir. Bu nedenle ayetin muhatabı yalnız müşrikler değil, Resulullah'ı Allah'ın elçisi olarak kabul etmeyen ve getirdiği talimatın Allah'tan olduğunu reddeden herkestir. Bunlar; Yahudiler, Hristiyanlar, Mecusiler veya müşrikler olabilir. Bu hitabın muhatabı sadece Kureyş veya Arabistan'daki kafir ve müşrik Araplar değil, dünyadaki bütün kafirler ve müşriklerdir.

d) İnkarcılara "Ey kafirler" diye hitap etmek, bir kimseye "Ey düşmanlar, ey muhalifler" şeklinde hitap etmek gibidir. Onun için, bu şekilde hitap edildiğinde, muhatapların zâtının değil sıfatlarının hedef alındığı bilinmelidir.
Dolayısıyla o kişi, "kafir" sıfatını taşıdığı sürece ayetin muhatabıdır. Muhalif ve düşmanlığı bırakarak dost veya himaye eden olduğunda bu hitabın muhatabı olmaktan kurtulur. Yani burada "Ey kafirler" diyerek hitap edilmesi onların küfrü nedeniyledir, zâtları nedeniyle değildir. Onlardan ölene kadar küfür üzerinde devam edenler bu ayetin muhatabıdır. Ama iman edenler artık bu ayetin muhatabı değildirler.

e) Müfessirlerden pek çokları, bu surede kullanılan "Ey kafirler" hitabının, Kureyş'ten, Rasulullah'a uzlaşma teklif eden bir kaç kişiye özel olarak geldiğini söylerler. Allah (c.c.) bu kişiler hakkında olmak üzere Rasulullah'a, onların iman etmeyeceklerini bildirmiştir. Bazı müfessirlerin böyle düşünmelerinin iki sebebi vardır. Birincisi, suredeki "İbadet ettiklerinize ibadet etmem" ayetinin Yahudi ve Hristiyanlar için uygun düşmediğini düşünmeleridir. Onlar, Yahudi ve Hristiyanların da Allah'a ibadet ettiklerini söylemişlerdir. İkincisi, ileride görüleceği gibi, "Sizler benim ibadet ettiğime ibadet edenler değilsiniz" buyurulmasının bu sure nazil olduğunda kafir olup daha sonra iman edenler için geçerli olmayacağını belirtmişlerdir. Ancak bu iki görüş de doğru değildir. Bu konudaki açıklamayı ileride yapacak ve bu ayetlerin anlamlarının, onların anladığı gibi olmadığını göstereceğiz. O müfessirlerin yanılgılarını açıklamak için burada sadece, nazil olduğu dönemde geçerli olup sonrakileri muhatap almadı ise bu surenin bu kadar zamandır niçin tilâvet edildiğini ve kıyamete kadar da niçin tilâvet edileceğini sormakla yetiniyoruz.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Kâfirun suresi ayet 2
"Ben sizin taptıklarınıza tapmam."

Bu ifade, kafirlerin ibadet ettiği ve halen de ibadet etmekte oldukları bütün mabudları şamildir. Onlar; melekler, cinler, nebîler, veliler, ölmüş insanların ruhları, güneş, ay, yıldız, hayvanlar, ağaçlar, nehirler, hayalî tanrılar ve tanrıçalar da olabilir. Burada, Arap müşriklerin Allah'ı da mabud olarak tanıdıkları itirazı ileri sürülebilir. Ayrıca dünyadaki diğer müşriklerin de en eski dönemlerden bugüne kadar Allah'ın mabud olduğunu inkar etmedikleri de söylenebilir. Bunun yanısıra Ehl-i Kitab'ın da mabudluğu eklenebilir. Bu durumda, hiç istisna yapmadan bütün ilahlara ibadetten beraat etmek nasıl doğru olabilir? Bu ilahlar içinde Allah (c.c.) da yok mudur? Bunun cevabı şudur: İçinde Allah (c.c.) da bulunsa, pek çok tanrıya topluca ibadet etmek, Tevhid'e inanan kişinin beraat etmesi gereken ibadet şeklidir. Çünkü Tevhid'e inanan bir kişi için Allah, mabudlardan bir mabud değil, ancak ve ancak tek mabuddur. İlahlara topluca ibadet etmenin içine Allah'a ibadet de girse bile, bu aslında Allah'a ibadet değildir. Kur'an-ı Kerim'de açıkça Allah'a ibadetin O'nunla birlikte bir başka şeye ibadet etmemek olduğu bildirilmiş ve sadece Allah'a ihlasla yönelmek emredilmiştir: "Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a hâlis kılarak,
Allah'ı birleyenler olarak O'na kulluk etmeleri (...) emredilmişti." (Beyyine, 5) Bu konuya Kur'an-ı Kerim'de pek çok yerde değinilerek açıklık getirilmiş ve üzerinde şiddetle durulmuştur. Mesela bkz. Nisa 145, 146, A'raf 29, Zümer 2-3-11-14, Mü'min 14-64-65-66. Aynı konuya Hadis-i Kudsî'de de değinilmiştir. Rasulullah buyurmuştur ki, Allah (c.c.) (c.c) şöyle diyor: "Ben bütün ortakların şirkinden münezzehim. Eğer birisinin amelinde benden başkasına da niyet varsa, ben ondan beriyim. O amel, bana ortak koştuğu şey içindir." (Müsned-i Ahmed, İbni Mace) Aslında Allah'ı iki veya üç ya da pek çok tanrıdan birisi kabul etmek, ibadette O'na başkalarını ortak koşmak küfürdür. Bu şirkten beraat etmek ise, Kafirun suresinin nüzul maksadıdır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Kâfirun suresi ayet 3
"Benim taptığıma da siz tapacak değilsiniz."

Buradaki kelime "ma a'budu"dur. Arapça'da "ma" kelimesi genellikle cansız ve akılsız eşya için kullanılır. Canlı ve akıllılar için "men" kullanılır. Onun için burada niçin "men a'budu" değil de "ma a'budu" denildiği sorulabilir. Müfessirler bu soruya dört cevap vermişlerdir. Birincisi, buradaki "ma"nın, "men" manasına olduğudur. İkincisi, "ma"nın "elleri" manasında kullanıldığıdır. Üçüncüsü, iki cümlede de "ma"nın mastar olarak kullanılmış olduğudur. Yani "sizin ibadet ettiğinize ibadet etmem" manasında kullanılmıştır. Bu, müşriklerinki gibi ibadet etmemeyi ifade eder. "Siz de benim ibadet ettiğime ibadet etmezsiniz" ise, müşriklerin Tevhidî şekilde ibadet yapmadıklarını ifade eder. Dördüncüsü, birinci cümlede "ma ta'budu" buyurulduğudur. Ama "ma'nın kullanılışı iki yerde de aynı değildir. Bunun örnekleri Kur'an-ı Kerim'in değişik yerlerinde bulunmaktadır. Mesela Bakara 194'te şöyle buyurulmuştur: "... Size tecavüz edenlere, size tecavüz ettikleri kadar karşılık verin, aşırı gitmeyin." Yani size yapılan kadarıyla tecavüz, karşılık verin anlamındadır. Burada 'î'teda' (tecavüz) kelimesi, birincide "tecavüz" anlamında, ikincide "karşılık" anlamında kullanılmıştır. Tevbe suresi 67'de şöyle buyurulmuştur: "Onlar Allah'ı unuttular, Allah (c.c.) da onları unuttu." Oysa Allah (c.c.) unutmaz. Öyleyse buradaki maksat, Allah'ın onlara iltifat etmemesidir. Onların unutmasına karşılık olarak Allah (c.c.) için "nisyan" (unutmak) kullanılması, sadece lafzî bir benzerlik olup, anlam tamamen farklıdır.
Bu dört te'vil bir bakımdan doğrudur. O da, Arapça'da bu manaların hepsinin ihtimal dahilinde olmasıdır. Ama, "men a'budu" yerine "ma a'budu" kullanılmasının nedenini bu teviller açıklayamamaktadırlar. Arapça'da bir şahıs için "men" kullanıldığında o kişiye bir şey sorulduğu akla gelir; "ma" kullanıldığı zaman ise o şahsın zâtı değil, sıfatı hakkında soru sorulduğu veya açıklamada bulunulduğu anlaşılır. Bizim bir kişi için "kimdir" diye sorduğumuzda, o şahıs hakkında bilgi almak isteyişimiz gibi. Bir kişi hakkında "nedir?" diye sorulduğunda maksat, o kişinin sıfatını öğrenmektir. Mesela askerse rütbesi nedir, üniversitede ise makamı nedir, asistan mı, doçent mi, profesör mü veya hangi dalda görevlidir, ne gibi bir diploması vardır vs. gibi.
Eğer ayette, "la entum âbidûne men a'bud" denseydi o zaman anlamı, "Benim ibadet ettiğim zâta sizler ibadet etmezsiniz" olurdu. Bu durumda müşrikler, "Biz de Allah'a inanıyor ve Ona ibadet ediyoruz" diyebilirlerdi. Ama "la entum âbidûne ma a'bud", yani, "Benim ibadet ettiğim, belli özellik ve sıfatlara sahip olana sizler ibadet etmezsiniz" dendiği için böyle söyleyemediler. Rasulullah'ın dini, müşriklerin dininden bundan dolayı ayrı bir dindi. Çünkü Rasulullah'ın getirdiği dinin İlah'ı diğer dinlerin inandığı ilahlardan farklı sıfatlara sahipti. Bazılarının dinine göre ilah altı günde dünyayı yarattıktan sonra yedinci gün dinlenmeye ihtiyaç duymuştur. Bu ilah, Rabbu'l Alemin değil, Rabbu'l İsrail'dir. Bu ilahın bir tek ırkla, diğer ırklarla olmayan ilişkisi vardır. O ilah Yakub ile güreşmiş ama yenememiştir. O ilahın Üzeyr isminde bir de oğlu vardır. Bazılarına göre İsa Mesih adında bir tek erkek çocuğun babasıdır. Başkalarının günahına karşılık olarak oğlunu çarmıha göndermiştir. Bazılarının ilahı da aile ve çoluk çocuk sahibidir. Ama oğlu yoktur, o zavallı ilahının bütün çocukları kızdır. Bazılarının ilahı ise insan şeklinde dünyaya gelir ve insan cismi ile bu insanlar arasında yaşar. Bazılarının ilahı da sadece vacibu'l vücudtur. Veya illet-i ûlâdır (first cause) . Kainatın düzenine bir kere hareket vermiş ve kenara çekilmiştir ve bu kainat nizamı, belli kanunlara göre kendi kendine yürümektedir. Şimdi ise insanların o ilahla, o ilahın da insanlarla bir ilgisi yoktur. Hasılı, Allah'a inanan kafirler aslında bütün kainatın yaratıcısı, sahibi, idare edeni ve hakimi olan Allah'a inanmamaktadırlar. O Allah (c.c.) ki, bu nizamı sadece yaratmakla kalmamıştır, her an idare etmektedir. Emirleri her an uygulanmaktadır. Her tür noksanlık, zaaf ve yenilgiden münezzehtir. O, her tür benzerlik ve tecsimden beridir. Her tür eş ve emsalden münezzehtir. Ortakdan beridir. O'nun zatında, sıfatlarında, kudretinde ve mabud olmasında ortağı yoktur. O'nun üstünde kimse yoktur. Çocuk edinmekten münezzehtir. Belli bir kavimle özel ilişkisi de yoktur. O, mahlukunun her biriyle, rızıklandırma, rahmet etme, terbiye etme ve koruma nedeniyle yakın ilişkidedir. O, duaları duyar ve dualara cevap verir. Ölüm ve hayat, fayda ve zarar, kısmeti düzenleme ve bozma yalnız ve yalnız O'nun elindedir. O, yarattıklarını sadece rızıklandırmaz, seviyelerine ve ihtiyaçlarına göre yol gösterir. O'nun bizimle ilişkisi sadece, O mabud ve biz de ibadet eden, şeklinde değildir. Aynı zamanda, peygamberler aracılığıyla kitap göndererek emir ve nehiy bildirmesi, bizim de o emir ve nehyin erkânına uymamız şeklindedir. Buna karşılık O da yaptıklarımızın karşılığını verecektir. Yaptıklarımızdan sorumlu tutacaktır. Ölümden sonra bizi dirilterek yaptıklarımızın muhasebesini yapacak, ceza ve mükafaat verecektir. Bu sıfatları taşıyan Mabud'a, Rasulullah ve O'nu takip edenlerden başkası ibadet etmez. Kafirler bir ilaha ibadet etmekte iseler de, aslında gerçek İlah'a, Allah'a ibadet etmemektedirler. İbadet ettikleri ilahlar, kendi icat ettikleri hayal ürünü ilahlardır.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt