Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kurandan okuyalım (1 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Necm suresi ayet10
Böylece O'nun kuluna vahyettiğini vahyetti.

"Kuluna vahyettiğini vahyetti" şeklindeki ifadeyi iki şekilde de anlamak mümkündür. Birincisi, "O (Cibril) Allah'ın kuluna vahyettiğini vahyetti." İkincisi O (Allah) kendi kuluna vahyettiğini vahyetti." Birinci anlamı ele alırsak, Cibril'in Allah'ın kuluna vahyettiği anlaşılır. İkinci anlamı ele alırsak, Allah'ın Cibril vasıtasıyla kuluna vahyettiği anlaşılır. Müfessirler bu her iki anlamı da öne sürmüşlerdir. Ancak siyak ve sibak içinde bir değerlendirme yapıldığında, birinci anlamın daha uygun olduğu görülür. Nitekim Hasan Basri ve İbn Zeyd'in bu görüşte oldukları nakledilir. Burada "Hu" zamirinin (Abdihi) , başlangıçtan beri isminin zikredilmemesine rağmen Allah'a nasıl izafe edilebileceği sorulacak olursa, şu şekilde bir cevap verilebilir. Şayet o izafe olunan, belli bir şahıs ise, onun zikri geçmese bile, zamir kendiliğinden ona işaret eder. Nitekim Kur'an da bu tür örnekler vardır. Örneğin, "Şüphesiz Allah onu Kadir Gecesi'nde indirdi" ayetinde, açıkça zikredilmemesine rağmen, ayetlerin siyakından (sonrasından) Kur'an'ın kastedildiği anlaşılmaktadır. Yine "Eğer Allah yaptıkları yüzünden insanları hemen cezalandıracak olsaydı, onun üstünde canlı bir yaratık bırakmazdı." (Fatır 45) ayetinde kendisi açıkça zikredilmemesine rağmen kastedilenin yeryüzü olduğu açıkça bellidir.
"Biz ona şiir öğretmedik, bu zaten ona yakışmaz" ayetinin ne öncesinde ne de sonrasında Hz. Peygamber'in (s.a) hiç zikri yoktur. Ama sözün gelişinden Hz. Peygamber'in (s.a) kastedildiği açıkça ortadadır. Rahman Suresi'nde de, "Üzerinde bulunan herşey yok olacaktır" denilirken, ayetin ne öncesinde ne de sonrasında zikri geçmemesine rağmen, yeryüzünün kastolunduğu bellidir. "Biz onları yeniden inşaa ettik." (Vakıa: 35) ayetinde, cennetteki kadınlardan bahsetmesine rağmen, onların ismi zikredilmemiştir. Bununla beraber, yukarıdaki ayetten de Cibril'in kendi kuluna vahyettiği anlamı çıkarılamaz. Dolayısıyla buradan, Cibril'in Allah'ın kuluna vahyettiği ya da Allah'ın Cibril vasıtasıyla kuluna vahyettiği anlaşılır.

Necm suresi ayet11
Onun gördüğünü gönül yalanlamadı.

Yani, Rasûlullah (s.a) O'nu gündüzün aydınlığında gördüğü için, bunun bir cin, şeytan, hayal ya da rüya olduğu şeklinde bir şüpheye kapılmamıştır. Net bir şekilde gördüğünden dolayı da O'nun Allah'dan vahiy getiren Cibril olduğu konusunda bir tereddüt duymamıştır.
Burada insan Hz. Peygamber'in (s.a) bu kadar istisnai bir vakıayı müşahede etmiş olmasına rağmen, gördüğü şeyin, hayal, cin veya şeytan olabileceği şeklinde neden bir şüpheye düşmediğini düşünebilir ve dolayısıyla bunun nedenini sorabilir. Bize göre bu sorunun beş şıkka dayanan bir cevabı vardır:
a) Rasûlullah (s.a) bu vakıayı gündüzün aydınlığında görmüştür. Yani, uyku esnasında bir rüya olarak veya yarı uykulu iken ya da derin düşüncelere daldığında değil, tıpkı insanın gündüzün aydınlığında etrafındakileri net bir şekilde gördüğü gibi görmüştür. İnsan bu şekilde her gördüğü şeyden (dağlar, nehirler, evler vs.) şüphe etmiyorsa, Hz. Peygamber (s.a) de apaçık bir hakikat olarak gördüğü bu manzaradan şüphe etmemiştir. Bunu dış (âfâkî) bir neden olarak öne sürebiliriz.
b) İçsel (enfusî) diye niteleyebileceğimiz diğer bir neden, içinde bulunduğu haleti ruhiye dolayısıyla, Hz. Peygamber'in (s.a) yanlış bir şey görmediğine inanmasıdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) Cibril'i ruhen uyanık ve musait bir vaziyette görmüştür. Daha önceden zihninde bu tür hayaller kurmadığı için, gördüğü manzarayı hayal olarak nitelememiştir. Aksine O, şuuru yerinde iken O'nu görmüştür.
c) Ayrıca karşısındaki varlık, o kadar harikulede bir güzelliğe sahipti ki, Hz. Peygamber (s.a) böyle bir güzelliği tasavvur dahi etmemişti. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a) gördüğü varlığın kendisinin hayallerinin bir ürünü olduğunu veya bu özelliklere sahip bir cinle karşılaştığını düşünmemiştir. İbn Mes'ud'un Rasûlullah'dan (s.a) rivayet ettiği bir hadise göre O, "Ben Cibril'i 600 kanatlı olarak gördüm" demiştir. (Müsned-i Ahmed) . İbn Mes'ud'un izahına göre, Cibril'in bir kanadı bile o kadar büyüktü ki, adeta ufku kaplamıştı. Allah bunu "Şedid-ül Guva' ve 'Zu mirre" sıfatlarıyla ifade etmiştir.
d) Hz. Peygamber'e (s.a) vahyi aktarmak için görevli varlık, itimat telkin eden ve emin bir şahsiyete sahipti. Rasûlullah'a (s.a) kainatla ilgili öğrendiği ilmi anında aktarıyordu. Aktarılan bu bilgi, onun zan ve hayal sınırlarını aşmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a) önceden edindiği böyle bir bilgi yoktu. Dolayısıyla O, zihninde kendisine bu bilgiyi aktaran varlığın, cin veya şeytan olabileceği ihtimalini düşünmemiş, hatta bu tür bir tereddüde kapılmamıştır. Zira şeytan, şirke rağmen Tevhid, cahiliyyeye rağmen yüksek ahlâk ve fazilet, zulüm ve haksızlığa rağmen ise Allah'ın birliği hakkında bilgi aktarmaz.
e) En önemli neden; Allah'ın Peygamberlik görevi gibi yüce bir makama seçtiği kimsenin kalp ve zihnini şek ve şüphelerden arındırmasıdır. Artık o kimse, Allah'ın tevfikiyle her gördüğü ve duyduğu hakikatı "şerh-i sadr" ve "itminan-ı kalb" ile tasdik eder. Kendisine vahiy ilham ve diğer yollarla gelen bilgiler hakkında kuşkuya düşmez. Çünkü Allah tarafından gönderilen mesaja, şeytanın müdahale edemeyeceğini çok iyi bilir. Allah'dan başkasının kelamı karışmış olsa bile, yine de geri çevirebilecek bir şuur ve hissiyat, tüm peygamberlere Allah tarafından verilmiştir. Faraza böyle bir şey olsa hemen fark ederler. Tıpkı balığın yüzmesinden, kuşun uçmasından ve insanın kendi varlığından şüpheye düşmediği gibi, bir peygamber de "Ben Allah'ın elçisi miyim?" şeklinde herhangi bir şüpheye düşmez.

Necm suresi ayet12
Yine de siz görmüş olduğu üzerinde onunla tartışacak mısınız?

Necm suresi ayet13
Andolsun, onu bir de diğer inişte görmüştü.

Necm suresi ayet14
Sidretü'l-Münteha'nın yanında.

Necm suresi ayet15
Ki Cennetü'l-Me'va onun yanındadır.

Bu, Hz. Peygamber'in (s.a) kendisini asıl suretiyle gördüğü Cibril ile yaptığı ikinci görüşmeye işaret etmektedir. Bu görüşmenin vuku bulduğu yerin adı olarak, "Sidretu'l-Münteha" ifadesi kullanılmış ve yanında da "Cennet'ul- Me'va" olduğu bildirilmiştir.
"Sidretu'l-Münteha", bir sıra ağacın en sonundaki ağaca atfen kullanılır. Nitekim Allame Alusi, Ruhu'l-Meani adlı eserinde bu hususu şöyle açıklar: "Tüm ilimler orada son bulur ve ötede bulunan herşeyi Allah bilir." İbn Cerir de aynı açıklamayı hemen hemen kabul eder. İbn Esir ise, "En Nihaye fi Garibi'l-Hadis" adlı eserinde şöyle bir açıklama yapar: "Bu hususu anlamak, yani maddi dünyanın son sınırındaki "Sidre"nin keyfiyetini bilebilmek çok güçtür." Mahiyeti ne olursa olsun Allah Teâlâ, insanların lisanındaki "Sidre" kelimesini seçip kullanmıştır." Cennetu'l-Me'va' ise lugatte, barınılacak, oturulacak yer anlamına gelir. Hasan Basri'ye göre bu Cennet, mü'minlerin gireceği cennettir. O, bu ayetten yola çıkarak cennetin gökte olacağını söyler. Katede ise bu cenneti şehid ruhlarının gideceği cennet olarak kabul eder. Yani Ahirette verileceği vaad edilen cennet değildir. Nitekim İbn Abbas da aynı kanaattedir. O ayrıca şöyle der: "Ahirette va'd edilen cennet gökte değil, bu dünyada olacaktır."

Necm suresi ayet16
Sidreyi örten örtmekte iken,

Yani, O'nun keyfiyetini ve niceliğini aktarmak mümkün değildir. İnsanın tasavvur edemeyeceği boyutlarda olduğu gibi izah etmekte mümkün değildir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Necm suresi ayet 17
Göz kayıp-şaşmadı ve (sınırı) taşmadı.

Yani, Hz. Peygamber (s.a) o kadar çok tahammül sahibi idi ki, orada tecelli eden olaylar, onun gözlerini kamaştırmadı, kendisini rahatsız etmedi ve sakin bir şekilde müşahede etmeye devam etti. Diğer yandan gayet teveccüh, kemal-i zabt ile dikkatini, çevresiyle hiç ilgilenmeden meleklerin çağırdığı maksat üzerinde toplamıştı. Bu meseleyi şöyle bir örnekle açıklamak mümkün: Büyük ve kuvvetli bir hükümdar tarafından, huzura çağrılan bir kimsenin, hükümdarın sarayında ömrü boyunca görmediği müthiş bir debdebe ve ihtişam ile karşılaştığını düşünelim.
Şayet bu kimse yüksek meziyetlere sahip değilse, şaşkınlık ve hayret içinde kalarak, sürekli sağa sola bakacaktır. Fakat yüksek meziyetleri olan ve edep sahibi bir şahıs, ne bir şaşkınlık içine düşer ne de orada gördüğü harikulede manzaradan etkilenir. Aksine vakar içinde, huzura niçin çağrılmışsa, dikkatini ona verir. İşte Rasûlullah'ın (s.a) aynı şekilde hasletleri bu ayette beyan edilmiştir.

Necm suresi ayet 18
Andolsun, o, Rabbinin en büyük ayetlerinden olanını gördü.

Ayetten açıkça anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber (s.a) Allah'ı değil, O'nun büyük ayetlerini görmüştür. Siyak ve sibakdan bu olayın ikinci görüşmede vuku bulduğu anlaşılmaktadır. İlk kez onu Ufuku'l-Ala da görmüştü ve bu, Allah değildi. İkincisinde ise "Sidretu'l-Münteha"da görmüştü o da Allah değildi. Rasûlullah (s.a) her ikisinde de Cibril'i görmüşdü. Eğer Hz. Peygamber (s.a) Allah'ı görmüş olsaydı muhakkak bu kadar büyük bir hadiseyi açıkça anlatmış olması gerekirdi. Kur'an'da Hz. Musa, Allah'ı görmeyi arzu ettiğinde Allah Teâlâ kendisine, "sen beni göremezsin" demiştir. Yani Hz. Musa'ya böyle bir şeref verilmemiştir. Şayet bu şeref, Hz. Peygamber'e (s.a) verilmiş olsaydı, Allah onu açıkça beyan ederdi. Ayrıca Kur'an'da, miras hadisesiyle ilgili olarak aynı ifade kullanılmıştır: "O'na (Peygambere) ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye..." (İsra: 1) Söz konusu ayette ise, Hz. Peygamber'in (s.a) Sidret'ul-Münteha'da, Allah'ın büyük ayetlerini gördüğünden bahsedilerek aynı ifadeler kullanılmıştır.
Aslında Kur'an'ın bu ayetlerinden, Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'ı değil, O'nun ayetlerini gördüğü açıkça ortadadır. Fakat bu ihtilaf, bir takım hadisler yüzünden meydana gelmiştir. Bunun için de, biz, çeşitli sahabelerden bu konuyla ilgili rivayet edilen hadisleri aşağıda nakletmeyi istedik:
a) Hz. Aişe (r.a) 'dan gelen rivayetler.
Hz. Mesruk şöyle beyan etmiştir: "Bir defasında ben Hz. Aişe'ye, "Ya validemiz! Hz. Peygamber (s.a) Allah'ı gördü mü?" diye sorunca, o: "Senin bu sorun tüylerimi ürpertti" diye cevap verdi. "Şu üç şeyi iddia edenin yalan söylemiş olduğunu nasıl unutursunuz!" İlk olarak Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'ı görmediğini söyleyip, şu ayetleri okumuştur. "Gözler onu görmez", "Allah bir insanla konuşmaz, ancak vahiyle yahut perde arkasından veya bir elçisini gönderip dilediğini vahyeder." Daha sonra da şöyle dedi: "Rasûlullah (s.a) Cibril'i iki kez asıl suretinde gördü." (Buhari, Kitabu'l-tefsir.)
Aynı hadisi, Buhari, "Kitabu't-Tevhid" ve "Kitab'u Bidau'l-Halk" bablarında yine Hz. Mesruk kanalıyla şöyle nakletmiştir: Hz. Aişe'nin bu cevabı üzerine kendisine "Sonra yaklaştı, sarktı" ayetinin anlamını sordum. Bunun üzerine o, "Bununla Cibril kastedilmektedir. O her zaman Rasûlullah'a (s.a) insan şeklinde geliyordu, ama bu sefer asıl suretinde gelmiş ve tüm ufku kaplamıştır" dedi.
İmam Müslim "Kitabul-İman Sidretu'l-Münteha'nın zikri" babında Hz. Aişe ile Hz. Mesruk arasındaki konuşmayı şu şekilde nakletmiştir. Ancak bu rivayette dikkat edilecek nokta, "Kim Allah'ı gördüğünü iddia ederse, o Allah'a iftira etmiştir." şeklindeki ifadedir. Nitekim Hz. Mesruk şöyle anlatıyor: "Ben arkama yaslanıyordum, aniden dik oturdum ve "Ey mü"minlerin annesi! acele etmeyin. Allah, "Onu yüksek ufukta iken gördü" ve "Andolsun onu bir kez daha inerken gördü" diye buyurmamış mıdır? dedim. Hz. Aişe şöyle cevap verdi: "Ümmetin içinde Hz. Peygamber'e (s.a) bu konuda ilk soruyu ben yönelttim. O da "Bununla Cibril kastolunuyor. Ben onu iki kez Allah'ın yarattığı asıl suretinde gördüm. İkisinde de gökten iniyordu. Öyle ki, görüntüsü tüm ufku kaplamıştı" diye cevap verdi bana.
İbn Merduye yine Hz. Mesruk kanalıyla, ilgili rivayeti şu şekilde nakletmiştir. "Hz. Aişe, herkesden önce Hz. Peygamber'e (s.a.) "Rabbini gördün mü?" diye ben sordum. O da, "Hayır, Ben Cibril'i gökten inerken gördüm" diye cevap verdi demiştir."
b) Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a) gelen rivayetler:
Zir bin Humeyş'in, İbn Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre, O "fe kâne kabe kavseyni ev edna" ayetini şöyle tefsir etmiştir: "Rasûlullah (s.a) Cibril'i 600 kanatlı olarak görmüştür" (Buhari, Kitabu't-Tefsir, Müslim, Kitabu'l-İman, Tirmizi, et-Tefsir) .
İmam Müslim'in naklettiği başka bir rivayete göre, İbn Mes'ud "O'nun gördüğünü kalbi yalanlamadı" ayetini de aynı şekilde tefsir etmiştir.
Müsned-i Ahmed'te İbn Mes'ud'un bu tefsiri Zir b. Hubeyş'in dışında ayrıca Abdurrahman b. Yezid ve Ebu Vayl tarafından da rivayet edilmiştir. Ayrıca yine Zir bin Hubeyş'den nakledilen iki rivayet daha vardır. Hubeyş İbn Mes'ud'dan şöyle rivayet eder: "İbn Mes'ud, O'nu Sidret'ul-Münteha'nın yanında gördü. " ayetini tefsir ederken Rasullah. "Ben Cibril'i Sıdretu'l-Münteha'da 600 kanatlı olarak gördüm" dedi, demiştir" İmam Ahmed, aynı konudaki başka bir rivayeti, Şakik b. Seleme kanalıyla nakletmiştir. Bu rivayete göre İbn Mes'ud, "Rasûlullah, Cibril'i Sidretu'l-Münteha'da asıl suretinde gördü." demiştir.
c) Ata b. Ebi Rebiha, "Andolsun onu birkez daha inerken gördü." ayeti hakkında Ebu Hureyre'ye sorduğunda O, "Hz. Peygamber (s.a) Cibril'i görmüştü" diye cevap verdi (Müslim, Kitabu'l-İman)
d) İmam Müslim, Ebu Zer'den, Abdullah b. Şakik kanalıyla gelen iki rivayeti, Kitabu'l-İman'da şu şekilde nakletmiştir: 1) Ebu Zer, Hz. Peygamber'e (s.a) "Ya Rasûlullah, Rabbini gördün mü?" diye sormuş, O da "Ben O'nun nurunu gördüm" diye cevap vermiştir 2) "Ben sadece nur gördüm" demiştir. Bu hususu İbn Kayyım, Zadu'l-Mead'da şöyle izah eder. "Birinci ifadenin anlamı ", Ben Allah'ı değil, O'nun nurunu gördüm şeklindedir."
Nesei ve İbn Ebi Hatim, Ebu Zer'in sözünü, "Rasûlullah (s.a) Rabbini gözleriyle değil, kalbiyle gördü" şeklinde nakletmişlerdir.
e) İmam Müslim, Kitabu'l-İman'da, Ebu Musa el-Eşari'den bir rivayeti şu şekilde nakletmiştir: "Mahlukun gözleri Allah'a kadar ulaşamaz."
f) Hz. Abdullah İbn Abbas'dan gelen rivayetler:
İmam'ı Müslim'in İbn Abbas'dan naklettiği bir rivayete göre, "Rasûlullah (s.a) Rabbini iki defa kalbiyle görmüştür." (Aynı rivayet Müsned-i Ahmed'de de kayıtlıdır.)
İbn Merduye, Ata bin Ebi Rebiha kanalıyla İbn Abbas'ın şu sözünü nakletmiştir. "Rasûlullah (s.a) Rabbini gözleriyle değil, kalbiyle görmüştür."
Nesei, İkrime kanalıyla İbn Abbas'ın şu sözünü nakleder: "Niçin hayret ediyorsunuz? Allah, Hz. İbrahim'i dost edindi, Hz. Musa ile konuştu ve Hz. Muhammed'e kendini gösterdi." (Hakim de aynı sözü nakleder ve sahih olarak kabullenir.)
Tirmizi, Şa'bi kanalıyla İbn Abbas'ın bir mecliste şöyle söylediğini nakleder: "Allah, Ruyeti ve Kelamı Hz. Musa ile Hz. Muhammed (s.a) arasında taksim etmiştir. Hz. Musa iki kez Allah ile konuşmuş ve Hz. Muhammed de (s.a) iki kez Allah'ı görmüştür. Bu konuşmayı işittikten sonra Hz. Mesruk, Hz. Aişe'nin yanına giderek O'na, "Rasûlullah (s.a) Allah'ı gördü mü?" diye sormuştur. Hz. Aişe, "senin bu sorun tüylerimi ürpetti" dedikten sonra, aralarında yukarıda zikrettiğimiz konuşma geçmiştir.
Tirmizi, İbn Abbas'dan rivayet edilen üç görüşü şu şekilde nakleder.
1) Rasûlullah (s.a) Allah'ı görmüştür.
2) Allah'ı iki kez görmüştür.
3) Allah'ı kalbiyle görmüştür.
Müsned-i Ahmed'de İbn Abbas'dan bir-iki rivayet daha nakledilir. O, Rasûlullah'ın (s.a) "Ben Allah'ı gördüm" dediğini söyler. Diğer rivayette ise şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a) "Bu gece Rabbim bana en güzel şekilde geldi" diye buyurduğunda, ben, Rasûlullah'ın (s.a) Allah'ı rüyasında gördüğünü anladım."
Taberani ve İbn Merduye, İbn Abbas'tan başka bir rivayeti şu şekilde nakletmişlerdir: "Rasûlullah (s.a) Rabbini iki kez gördü. Birinde gözleriyle, diğerinde ise kalbiyle"
g) Muhammed b. Kaab el-Kurzî'nin nakline göre, bazı sahabiler Hz. Peygamber'e (s.a) ; "Ya Rasûlallah! Sen Allah'ı gördün mü?" diye sormuş ve o da "Ben O'nu iki kez gördüm" demiştir. (İbn Ebi Hatım) İbn Cerir ise aynı sözü şu şekilde nakleder: "Ben O'nu gözlerimle değil kalbimle gördüm."
h) Şerik bin Malik kanalıyla Hz. Enes b. Malik'den miraç hakkında şöyle bir rivayet bulunmuştur. "Rasûlullah (s.a) Sidretu'l-Münteha'ya ulaştığında, Allah O'na yaklaştı ve üstüne sarktı, hatta o kadar yakınlaştı ki aralarında iki yay veya ondan daha az bir mesafe kaldı. Ondan sonra emirlerden bir emirle 50 vakit namazı farz kıldı. Bu hadise, İmam Hattabi, Hafız b. Hacer, İbn Hazm ve el-Cami Beyne'l-Sahiheyn sahibi hafız Abdulhak, senet ve metin yönünden itiraz etmişlerdir. Onların itiraz ettikleri en önemli nokta, sözkonusu hadisin metninin Kur'an'ın açık ifadelerine ters düşmüş olmasıdır. Çünkü Kur'an her iki Ruyeti de zikreder ve ikisinin de, biri Ufuku'l Ala'da, diğeri Sidretu'l-Münteha'da olmak üzere ayrı zaman ve mekanlarda vuku bulduğunu söyler. Fakat yukarıdaki hadislerde her iki Ruyeti birbirine kavuşmuştur. Dolayısıyla bu hadisi kabul etmek mümkün değildir.
Son tahlilde yukarıda zikrettiğimiz rivayetlerin sıhhatli olanlarının İbn Mes'ud ve Hz. Aişe'den gelenler olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu iki kişi de, Rasûlullah'ın (s.a) Allah'ı değil, Cibril'i gördüğünü ittifak ile söylemişlerdir. Ayrıca bu rivayetler, Kur'an'ın ifadeleriyle de mutabakat arzetmektedir. Ayrıca Ebu Zer'den ve Ebu Musa el-Eşari'den nakledilen hadisler bu hususu teyid ediyorlar. Bunların aksine İbn Abbas'dan gelen rivayetler karma karışıktır ve çelişkilerle doludur. Nitekim bu rivayetlerin hiçbiri Hz. Peygamber'e (s.a) kadar ulaşmaz. Bu konudaki istisnalar içerisinde de, Kur'an'da zikredilen, "Ru'yet" hakkında bir açıklama yoktur. Ancak bir rivayette açıklama bulunuyor, onda da "Benim anladığıma göre Rasûlullah (s.a) Allah'ı rüyada görmüş" denilmektedir. Dolayısıyla bu rivayetlerin İbn Abbas'a ait olduğu şeklindeki iddialar güven verici değildir. Muhammed bin Ka'b el-Kurzi'nin naklettiği rivayete gelince, hangi sahabilerin soru yönelttikleri zikredilmemiştir. Yine o, Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'ı gördüğü şeklindeki iddiayı reddeden başka bir rivayeti nakletmiştir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Necm suresi ayet 19
Gördünüz mü? haber verin; Lât ve Uzza'yı,

Yani, sizler Rasûlullah'a sırf size tebliğ ettiği bilgiler dolayısıyla sapık diyorsunuz. Oysa ona bu bilgileri Allah vahyetmekte ve o da sizlere tebliğ etmektedir. Sizlere aktarması için, Allah ona apaçık hakikatleri göstermektedir. Şimdi takip etmekle direttiğiniz yolun ne kadar çürük temellere dayandığını iyice düşünün. Rasûlullah'ın (s.a) sizleri doğru yola davet etmesine rağmen, onun davetini reddetmenin kimlerin zararına olduğunu hiç hesap ettiniz mi?" Bu bölümde Mekke, Taif, Medine ve civarındaki Arapların tapmış oldukları üç ilahenin adı zikredilmektedir. Araplara onlar hakkında, "O putların, kainatın ve dünyanın idare edilmesinde bir payları olabileceğini hiç düşündünüz mü? Allah ile onların arasında herhangi bir bağ ve yakınlığın bulunması mümkün mü?" şeklinde bir soru yöneltmiştir.
Lat adlı put Taif'de bulunuyordu. Beni Sakife kabilesi ona o kadar bağlıydı ki, Ebrehe Kabe'yi yıkmak için geldiğinde kendileri de diğer Araplar gibi Kabe'nin Allah'ın evi olduğuna inanmalarına rağmen Lat'a dokunmasın diye, Ebrehe'nin ordusuna rehberlik yaparak Kabe'ye kadar gelmelerini sağlamışlardır. Lat'ın anlamı hakkında alimler arasında ihtilaf vardır. İbn Cerir, Lat'ın, Allah kelimesinin tesniye şeklindeki kullanımı olduğunu öne sürer. Yani aslında kelime, "Allahatun" idi ama sonradan "el-Lat" olmuştur. Zamahşeri ise; bu kelime (Lat) "Leva-yelus"dan türemiştir. Bir yere karşı yönelmek anlamına gelir. Çünkü müşrikler ona yönelir, önünde eğilir ve etrafında tavaf ederlerdi." der.
İbn Abbas ise, Lat'ın son harfini (T) şeddeli okur ve Latta 'Yeluttu'dan türediğini iddia eder. Bir şeyi karıştırmak, harman etmek anlamlarına gelir. Nitekim İbn Abbas'a ve Mücahid'e göre, Lat, Taif yolu üzerinde bir tepede oturan bir şahsın adıdır. Hacca gidenlere arpayı ezip, şeker ve suyla karıştırarak ikram ederdi. Öldükten sonra bulunduğu tepe üzerine putunu dikmişler ve ona tapmaya başlamışlardır. İşte Lat ismi de buradan gelir. Fakat Lat hakkındaki bu izah, -her ne kadar İbn Abbas ve Mücahid gibi kimselerden rivayet edilmiş olsa da- kabul edilemez. Çünkü, birincisi Kur'an'da, Lat'ın son harfi şeddeli değildir. İkincisi Kur'an onların üçünden de 'ilahe' (tanrıça) olarak bahsediyor. Oysa onlara göre bu şahıslar (Lat) erkektir.
Uzza da (izzet sahibi) Kureyşlilerin bir tanrıçasıydı. Mekke ile Taif arasında, Nahle vadisinde, Hurad adlı bir mevkide bulunuyordu. (Nahle vadisi ile ilgili açıklama için bkz. Ahkaf an: 33) Haşimoğulları'nın müttefiki Şeybanoğulları bu putun bakıcılarıydılar. Kureyş'in diğer kabileleri de bu puta tapar, kurban keser ve hediyeler takdim ederlerdi. Kabe'de yaptıkları gibi onun bulunduğu mevkide de kurban keserler ve onu putların en izzetlisi olarak kabul ederlerdi. İbn Hişam'ın rivayet ettiğine göre bir gün, Ebu Uheyye ölüm döşeğinde yatarken, Ebu Leheb kendisini ziyaret eder ve ağlarken görür. Bunun üzerine Ebu Leheb, "Ey Ebu Uheyye! niçin ağlıyorsun, yoksa ölümden mi korkuyorsun? Oysa o herkese eninde sonunda gelir" demiştir. Ebu Uheyye ise "Vallahi ben ölümden korkmuyorum. Ancak benden sonra Uzza'ya kim tapacak? İşte onun için ağlıyorum" diye cevap vermiştir. Ebu Leheb, "Hiç kimse Uzza'ya senin için tapmıyordu ve sen öldükten sonra da tapmaktan vazgeçmeyeceklerdir" deyince, Ebu Uheyye "Şimdi rahatladım dedi." Artık biliyorum ki, bundan sonra yerime geçen biri var."
Menat, Mekke ve Medine arasında, Kızıldeniz sahilinde, Kudeyd adlı bir mevkide bulunuyordu. Özellikle Huzaa, Evs ve Hacrec kabileleri ona taparlardı. Menat'ı tavaf ederler, ona hediyeler verirler ve kurban keserlerdi. Hac döneminde Beytullah'ı tavaf ettikten, Arafat ve Mina'ya gidildikten sonra, Menat ziyaret edilirdi. Öyle ki: "Lebbeyk Lebbeyk" sedaları yayılırdı etrafa. Ayrıca Beytullah'ı tavaf ettikten sonra, Menat'a hacc niyetiyle gidecek olanlar, Safa ve Merve arasında say etmezlerdi.

Necm suresi ayet 20
Ve üçüncü (put) olan Menât'ı(n herhangi bir güçleri var mı) ?


Necm suresi ayet 21
Erkek (evlat) sizin, dişi de O'nun mu?

Yani, siz bu ilaheleri Allah'ın kızları olarak kabul ediyorsunuz. Bu ne kadar anlamsız ve saçmadır ki, kendiniz için kız çocuğu edinmeyi zül telakki ederken, utanmadan onları Allah'a nispet ediyorsunuz.

Necm suresi ayet 22
Eğer böyleyse, bu, çarpık bir paylaşma.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Necm suresi ayet 23
Bu (putlar ise,) sizin ve atalarınızın (kendi istek ve öngörünüze göre) isimlendirdiğiniz (kuru ve keyfi) isimlerden başkası değildir. Allah onlarla ilgili 'hiç bir delil' indirmemiştir. Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin (alçak) heva (istek ve tutku) olarak arzu ettiklerine uymaktadırlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir.

İlah ve ilaheleriniz, hiç bir surette ilahlık sıfatına haiz değillerdir ve onların ilahlıkta bir payları dahi yoktur. Ayrıca onların ilahlığı hakkında Allah'ın onlara bir yetki verdiğine dair Allah tarafından verilmiş bir belge de bulunmuyor elinizde. Tüm bunlara rağmen böylesine saçma inançlar ortaya attınız.

Diğer bir ifadeyle, bunların dalâlette olmalarının iki nedeni vardır: a) Onların bu inancı bir gerçeğe dayalı olmadığı gibi sadece zan ve vehimden ibarettir. b) Onlar bu inançları arzu ve hevalarına uyarak ortaya atmışlardır. Çünkü onlar, öyle bir ilahları olsun istiyorlar ki, şayet ahiret varsa bu ilahları onları orada kurtarabilsin. Fakat bu dünyada hiçbir surette sınırlamalar (helal-haram) koymasınlar. Bu tür kimseler, dünyada diledikleri şekilde, helal ve harama aldırmadan yaşamak istedikleri için, herhangi bir ahlâkî disiplini kabul etmezler. İşte bu yüzden de peygamberin getirdikleri tevhidi nizama karşı çıkmaktadırlar. Dolayısıyla arzularına uygun ilahlar icad etmişlerdir.

Her dönem boyunca peygamberler gönderilmiş ve onlar da insanları dalâlet bataklığından çıkarabilmek için aynı gerçeği tebliğ etmişlerdir. Şimdi de Hz. Muhammed (s.a) "Bu kainatın yegane ilahı Allah'tır." gerçeğini tebliğ etmiştir.
 

Kur'ana sevdalı

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
5 Ara 2008
Mesajlar
2,706
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
49
Rabbım sonsuz kere razı olsun sizlerden kardeşim.
Çok değerli bir paylaşımda bulunuyorsunuz.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Kur'ana sevdalı
Allah CC hepimizden razı olsun
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Necm suresi ayet 24
Yoksa insana 'her arzu edip dilekte bulunduğu' şey mi var?

Bu ayetin diğer anlamı, "insanların, dilediklerini mabud edinme hakları var mıdır?" şeklinde olabilir. Yine ayrıca "Bu mabudlar, insanların kendilerinden beklediği umutları gerçekleştirme gücüne sahip midirler?" şeklinde başka bir anlam vermek de mümkündür.

Necm suresi ayet 25
İşte, son da, ilk de (ahiret ve dünya) Allah'ındır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Fecr suresi ayet 1
Fecre andolsun,

Fecr suresi ayet 2
On geceye,

Fecr suresi ayet 3
Çifte ve tek'e,

Fecr suresi ayet 4
Akıp-gittiği zaman geceye.

Fecr suresi ayet 5
Bunlarda, akıl sahibi olan için bir yemin var, değil mi?

Bu ayetlerin tefsiri hakkında müfessirler arasında pekçok ihtilaf vardır. Hatta "çift ve tek"ler hakkında 36 görüş ileri sürülmüştür. Kimi rivayetlere göre bu ayetlerin tefsiri Rasulullah'a dayanmaktadır. Ancak gerçekte, bunların tefsiri hakkında Rasulullah'tan herhangi bir şey rivayet edilmiş değildir. Eğer kesin bir şey olsaydı sahabe, tabiin ve sonraki müfessirler bu ayetleri tefsir etmeye cesaret edemezlerdi.
Uslûba dikkat edersek, Rasulullah'ın anlattığı fakat kafirlerin inkar ettiği ve tartışması ötedenberi sürmekte olan bir konunun var olduğunu anlarız. Bu nedenle, Rasulullah'ın söylediğini ispatlamak için kimi şeyler üzerine yemin edilmiştir... Yani Hz. Peygamber'in (s.a.) söylediklerinin doğru ve hak olduğunu göstermek için yemin edilmiştir. Daha sonra, akıl sahibi bir kişi için başka bir yemin olup olamayacağı sorularak söze son verilmiştir. Yani, "bu hak ve söze yapılan şehadetten başka bir şehadete ihtiyacı olmayan kişi için bu yemin yetmez mi? İnsanda biraz akıl varsa Hz. Muhammed'in (s.a.) söylediğini kabul eder" denilmiştir.
Burada akla gelen soru, üzerine dört şeyler yemin edilen konu neydi? Bunu anlayabilmek için ayetlerin bütününü gözönünde bulundurarak surenin içeriği üzerinde düşünmeliyiz. Özellikle, "Rabbinin Ad'a nasıl azap ettiğini görmedin mi?" ayetinden başlayarak surenin sonuna kadar devam eden bölüme dikkat edilirse, üzerine dört şey ile yemin edilen konunun, Mekke'li kafirlerin inkar ettiği, ahiretin ceza ve mükafaatı hakkında olduğu anlaşılır.
Sorulan sorular karşısında onları ikna etmek için sürekli tebliğ ve telkinde bulunulmaktaydı. Bu nedenle fecr'e, on geceye, çift ve tek'e, gelip geçen gece'ye yemin edilerek, "ahiret gerçeğini idrak edebilmek için bu dört şey delil olarak yetmez mi?" denilmiştir. Dolayısıyla, akıl sahibi bir kişi için bu delil yeterli olacağından başka herhangi bir delile ihtiyacı olmayacağı vurgulanmış olmaktadır.
Bu yeminlerin nerede ve nasıl kullanıldığını tayin ettikten sonra, herbir yeminin konu içindeki delil olma özelliklerini inceleyelim. Önce "fecr"e yemin edilmiştir. Fecr, tan yerinin ağarmasıdır. Yani, gecenin karanlığı ile gündüzün aydınlığı arasında çizgi şeklinde gözüken aydınlıktır. Bundan sonra "on gece"ye yemin edilmiştir. Bundan murat, ay'ın otuz gecesinin her on gecesidir. Yani, ay'ın ince bir tırnak şeklinde olduğu ve her gece büyüyerek aydınlığa ulaştığı ilk on gece, ay'ın büyük bir kısmının aydınlık olduğu ikinci on gece; ve nihayet ay'ın yavaş yavaş küçülerek gecenin karanlık kısmının arttığı ve sonunda tamamen karanlık olduğu son on gecelerdir. Daha sonra "çift ve tek"e yemin edilmiştir. Çift, iki ile birlikte bulunanlardır. Mesela; 2,4,6,8 gibi. Tek ise, iki ile birlikte bulunmaz. Mesela; 1,3,5,7 gibi. Genel olarak değerlendirirsek, bundan kasıt kainatın bütün unsurları olabilir. Çünkü herşey ya çifttir, ya da tektir. Burada ise gece ve gündüzden söz edildiğine göre, konuyla ilgisi gereği çift ve tek'ten kasıt, günlerin devri ve bir, iki, üç şeklinde devam eden ay'ın tarihleridir... Sonunda ise "geçen gece"ye yemin edilmiştir. Yani, dünya üzerinde yayılmış bulunan ancak, güneşin görülmesiyle bitmek üzere olan karanlıktır. Karanlık, ufuktan aydınlığın başlamasıyla bitmektedir.
Bu dört şeyi topluca ele alırsak, onlara yemin edilmesinin nedeninin, Hz. Peygamber'in (s.a.) haber verdiği ceza ve mükafaatın hak olduğunu vurgulamaya yönelik olduğunu anlarız. Bunlar aynı zamanda, Kadir olan Rabb'in kainatın hakimi olduğu gerçeğine de delalet etmektedirler. Allah'ın yaptığı hiçbir iş anlamsız, maksatsız ve hikmetsiz olamaz. O'nun yaptığı her şey açıkça bir hikmete dayanır. Bu kainata gece iken birdenbire güneş çıktığını veya ay'ın bir gün hilal, diğer gün dolunay şeklinde gözüktüğünü, ya da gecenin bitmemecesine uzadığını, günlerin değişmesinde hiçbir kural olmadığını, dolayısıyla tarihlerin hesap edilemiyeceğini, gün, ay ve yılın bilinemiyeceğini görmek mümkün değildir. Bu nizam sayesinde, hangi tarihte bir işe başlanıp ne zaman bitirildiği, yaz mevsiminin başlaması, sonbahar ve kışın gelmesi tayin edilir. Kainatın diğer sayısız elemanlarını bir kenara bıraksak bile, insan sadece gece ve gündüzün düzeni hakkında düşünmeye zahmet etse, eşsiz sistem, bu nizamı bir Kadir-i Mutlak'ın meydana getirmiş olduğu hakkında ona şehadet edecektir.
Bu Kadir-i Mutlak yeryüzünü kurmuş ve üzerindeki mahlukuna sayısız menfaat varetmiştir. Hikmet ve kudret sahibi Hâlikın yarattığı dünyada yaşayan bir insan, ahiretin ceza ve mükafatını inkar ediyorsa bu şahıs mutlaka iki tip aptallıktan birisine düşmüş olur: Birincisi; Hâlikın kudretini inkar ettiğinde aslında şunu demek istiyor; benzersiz bir nizamı yaratmaya muktedirdir, ama onu tekrar yaratmaya ve insana ceza ya da mükafat vermeye, muktedir değildir. İkincisi; yaratılışın hikmetini inkar ettiğinde böyle bir zanda bulunmuş olur. Bu dünyada insan; akıl, zeka ve bazı şeylerde tasarruf hakkı verilerek yaratılmıştır, ama akıl ve yetkileri nasıl kullandığının hesabı sorulmayacak, iyi amele mükafat ve kötü amele de ceza verilmeyecektir. Bu iki görüşten herhangi birinde olan kişi, ancak aşırı derecede aptal ve ahmaktır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Fecr suresi ayet 6
Rabbinin Ad (kavmin) e ne yaptığını görmdin mi?

Gece ve gündüz nizamı, ceza ve mükafaatın varlığına delil gösterildikten sonra onun muhakkak gerçekleşeceğini belirtmek için insanlık tarihinden de delil getirilmiştir. Tarihte bilinen birkaç kavmin akıbetinin zikredilmesi, kainatın körükörüne fıtrat kanununa bağlı olmadığını ispat etmek içindir. Hikmet sahibi olan Allah, kainatı aynı zamanda idare de etmektedir. Yani kainatta sadece tabiat kanunu değil ahlakî kanun da yürürlüktedir. Bunun gereği olarak da amellere ceza ya da mükafaat verilmesi lazımdır. Kainatta cari olan ahlaki kanunun belirtileri bu dünyada mevcuttur. Bu belirtiler, aklı olanlara kainatın fıtratının ne olduğunu gösterir. Az önce zikredilen kavimler de ahiret inancına kayıtsızlardı. Allah'ın ceza ve mükafaatından korkusuz olarak yaşıyorlardı. Sonunda fâsid nizamların ve müfsid olanların akıbetinde olduğu gibi, onlar da azaba çarptırıldılar. İnsanlık tarihinin tekrarlanan bu tecrübesi iki şeyi ispatlamaktadır: Birincisi, ahireti inkar eden her kavim ahlâki bozgunluğa uğrar ve bu bozgunluk, sonunda onun felaketine sebep olur. Ahiret bir gerçektir. Gerçeğe karşı gelenlerin sonu nasıl olacaksa ahirete karşı gelenlerin sonu da aynı olacaktır. İkincisi, amellerin tam manasıyla ceza ve mükafaatı hiçbir zaman bu dünyada verilemez. Çünkü bir kavmin fesadı haddi aştığı zaman hemen azaba çarpılırlar. Dolayısıyla yıllarca, asırlarca fesat tohumu ektikten sonra ölenler bu dünyada hiç azap çekmemiş olurlar. Oysa Allah'ın adaleti gereği onlar sorgulanmalı ve yaptıklarının cezası verilmelidir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Fecr suresi ayet 7
'Yüksek sütunlar' sahibi İrem'e?

"İrem"den murad Ad kavmidir. Kur'ân-ı Kerîm ve Arap tarih kitaplarında "Ad-i Ulâ" şeklinde zikredilmiştir. Necm suresinde de bu şekilde geçmektedir. (Necm 50) , Yani, kendilerine Hud Peygamber gönderilen Ad kavmine azab indirilmiştir. Buna karşılık Arap tarihinde bu azaptan kurtulup yaşayanlara "Ad-i Uhra" ismi verilmiştir. Kadim Ad kavmine "İrem" denmesinin nedeni, bunların Sami ırkından Hz. Nuh'un oğlu Sam ve onun da oğlu İrem'den geldiklerinden dolayıdır. Meşhur olan diğer bir kolu da Kur'ân'da Semud olarak zikredilmiştir. Başka bir kolu da Arami'dir (Arameans) . Başlangıçta Şam'ın kuzey bölgesinde yaşamışlardır. Onların lisanı olan Aramiece (Arameac) Sami lisanlarının en önemli koludur.
Ad kavmi için "Zatü'l imad" (yüksek sütun sahibi) kelimesi kullanılmıştır. Çünkü onlar yüksek binalar inşa ediyorlardı. Dünyada bu gibi binalar ilk önce onlarla başlamıştır. Başka bir yerde Kur'an onların özelliklerini şöyle zikreder: "Siz her yüksek yere koca bir bina kurup, boş şeyle mi uğraşırsınız? Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz?" (Şuara 128-129) .

Fecr suresi ayet 8
Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi.

Yani, kendi devrinde benzersiz bir milletti. Şan, şöhret ve kuvvet itibariyle onlardan üstünü yoktu. Kur'an'ı Kerim başka bir yerde onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Sizi uyarmak üzere aranızdan bir adam aracılığıyla Rabbinizden size bir haber gelmesine mi şaşıyorsunuz? Allah'ın sizi Nuh kavmi yerine getirdiğini ve vücutça da onlardan üstün kıldığını hatırlayın. Kurtuluşa erebilmeniz için Allah'ın nimetlerini anın" (A'raf 69) . Bir yerde de şöyle buyurulmuştur: "Ad kavmi, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamış, 'bizden daha kuvvetli kim vardır" demişti. Onlar kendilerini yaratan Allah'ın onlardan daha kuvvetli olduğunu görmüyorlardı, değil mi? Ayetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı" (Fussulet 15) . Bir başka yerde ise, şöyle buyurulmuştur: "Yakaladığınızı zorbaca mı yakalarsınız" (Şuara 130) .

Fecr suresi ayet 9
Ve vadilerde kayaları oyup-biçen Semud'a

"Vadi-i Kura"dan maksat Semud kavminin dağları yontarak binalar yapmasıdır. Galiba tarihte dağlar içinde bina yapmaya başlayan ilk kavim Semud kavmiydi.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Fecr suresi ayet 10
Ve kazıklar (ehramlar) sahibi Firavun'a?

Firavn için "Zü'l evtad" (kazıklar sahibi) denmiştir. Sâd suresi 12. ayetde de bu kelime kullanılmıştır. Bu tabirin birkaç anlamı olabilir. Fir'avn'ın askerleri kazıklara benzetilmiş ve dolayısıyla asker sahibi anlamına, kazıklar sahibi denmiş olabilir. Çünkü Fir'avn'ın saltanatı askerlerine dayanmaktaydı. Bir de, Fir'avn'ın askerleri nerede kamp kursa orada her taraf kazıklarla dolu gözükmekteydi. Çünkü kurdukları çadırlar kazıklara dayanıyordu. "Kazıklar Sahibi" tabirinden murad, Fir'avn'ın, kazıklar dikerek insanlara azab etmesi de olabilir. Ayrıca Mısır ehramlarına kazık denmiş olması da mümkündür. Çünkü ehramlar Firavunlar'ın azametinin alametiydi. Nitekim onlar asırlardır yeryüzünde kazık gibi durmaktadırlar.

Fecr suresi ayet 11
Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı.

Fecr suresi ayet 12
Böylece oralarda fesadı 'yaygınlaştırıp-arttırmışlardı.'

Fecr suresi ayet 13
Bundan dolayı, Rabbin, onların üzerine bir azab kamçısı çarpıverdi.

 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Fecr suresi ayet 27
Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis,

"Nefs-i mutmainne" den murad, hiçbir şüphe ve tereddüt taşımadan, itminan-ı kalple ve Allah'ı Rab kabul edip O'nun peygamberlerinin getirdiği dini de hak din bilerek Allah'a ulaşan insandır. O insan, Allah (c.c.) Rasulünün getirdiği her akide ve ameli hakk olarak kabul eden ve Allah'ın dininin yasakladığından mecburen değil, seve seve kaçınarak uzak durandır. O insan Allah (c.c.) yolunda ne fedakarlık gerekiyorsa yapan, O'nun yolunda türlü zorluk ve eziyet geldiği halde sakin kalbiyle O'na dayanan, dünyanın İslâm dışı lezzet ve menfaatlerinden mahrum kaldığı halde onları özlemeyen, tersine bu konuda kalbi mutmain olarak hakk dini takip edip bu pisliklerden korunandır. Aynı keyfiyete Kur'an bir başka yerde "Şerhu sadr" tabirini vermiştir. (En'am 125)

Fecr suresi ayet 28
Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön.

Bu, ona ölüm anında söylenecektir. Kıyamet günü tekrar diriltilip haşr meydanına gittiğinde, Allah'ın mahkemesinin her merhalesinde ona itminan verilecektir. Çünkü o, Allah'ın rahmetine yaklaşmaktadır.

Fecr suresi ayet 29
Artık kullarının arasına gir.

Fecr suresi ayet 30
Cennetime gir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
İnşikak suresi ayet 1
"Gök yarılıp, çatladığı zaman."

Çatlayıp, beyaz bulutları andıran bulutla yarıldığı zaman demektir. Ebu Salih, İbn Abbas'tan böylece rivayet etmiştir. Ali (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Gök samanyolundan yarılıp çatlayacaktır. Yine o: Samanyolu göğün kapısıdır, demiştir.

Bu olay, kıyametin şart ve alametlerindendir.

İnşikak suresi ayet 2
"Ve Rabbine itaatle boyun eğdiği zaman -ki zaten ona layık olan da budur.-"

Yani gök Rabbine kulak verdiği zaman. Zaten onun kulak verip (itaatle) dinlemesi ona layık olandır. Bu anlamdaki açıklama İbn Abbas, Mücahid ve başkalarından da rivayet edilmiştir. Peygamber (sav)'ın şu hadisi şerifinde de bu anlamda kullanılmıştır: “Allah Kur'ân'ı teğanni ile okuyan bir peygambere kulak verdiği gibi, hiçbir şeye kulak verip dinlemiş değildir.”

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Allah, sema hakkında yarılıp çatlamak suretiyle kendi emrini dinlemeyi, gerçek bir hüküm olarak tesbit etmiştir.

ed-Dahhak: “Hukkat” "Ona layık olan da budur." İtaat etti ve Rabbine itaat etmesi de O'na layık olandır, çünkü onu (semayı) yaratan O'dur, diye açıklamıştır. Nitekim “Fulânun mahkukun bikezâ” "Filana layık olan budur" denilir. Semanın itaat etmesi, Allah'ın kendisi hakkında irade buyurduğuna karşı çıkmaması demektir. İtaat edip, emrine uyacak şekilde semada hayatın yaratılacak olması da uzak bir ihtimal değildir. Katade dedi ki: Ona böyle yapmak yaraşır, demektir. Küseyyir'in şu beyitinde de bu anlamdadır:

"Eğer hoşnutluk olursa, hoş geldi safa geldi. Zaten nezdimizde onun hoşnutluğu ona yakışır, hatta çok da azdır."

İnşikak suresi ayet 3
"Yer de alabildiğine uzatıldığı"

yani dümdüz edilip yayıldığı ve dağları düzeltildiği... Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "(Yer) derinin uzatılması gibi uzatılır."

Çünkü deri uzatılacak olursa, ondaki her kıvrım ortadan kalkar ve dümdüz bir şekilde uzanır.

îbn Abbas ve İbn Mesud dedi ki: Ayrıca onun düzlüğü arttırılır, genişliği şu kadar şu kadar olacaktır. Çünkü bütün yaratılmışlar hesab için onun üzerinde duracaktır. Öyle ki insanlardan herbirisinin ancak ayaklarını koyacak yer kadar, bir yeri olacaktır. Buna sebep ise üzerindeki yaratıklığın çokluğu olacaktır. Daha önce İbrahim Sûresi'nde (14/48. âyetin tefsirinde) yerin bir başkası ile değiştirileceğine ve yine İbn Abbas'tan gelen ve daha önceden (en-Naziat, 79/14. âyetin tefsirinde) geçtiği gibi bu arzın adı da es-Sahire olacaktır.

İnşikak suresi ayet 4
"İçinde ne varsa dışarıya bırakıp bütünüyle boşaldığı";

ölülerini çıkartıp artık içinde onları barındırmadığı...

İbn Cübeyr dedi ki: İçinde bulunan ölüleri dışarı çıkartıp bırakacak ve üzerinde bulunan canlılardan da büsbütün boşaltılacaktır. Bir diğer açıklamaya göre, içinde bulunan hazine ve madenleri çıkartıp, onları boşaltacaktır. Yani içi büsbütün boşalacak, içinde hiçbir şey kalmayacaktır. Bu da işin ne kadar büyük olacağını haber vermektedir. Tıpkı gebe kadının zorluk esnasında içindekini düşürmesi gibi.

Bir başka açıklamaya göre, yer üzerinde bulunan dağlardan ve denizlerden ayrılmış olacaktır. Kendisine bırakılmış şeyleri bırakarak, koruması istenen şeyleri boşaltması diye de açıklanmıştır. Çünkü yüce Allah, diri ve ölü olsunlar kullarını yere emanet vermiş ve gerek ziraat, gerekse gıdaları itibariyle kendisine ait bu yurdun korunmasını ondan istemiştir.

İnşikak suresi ayet 5
"itaatle boyun eğdiği zaman -ki zaten Ona layık olan da budur.-"

Yani ona yakışan, O'nun emrini dinleyip itaat etmektir.

"İzâ" "...Zaman" lafzının cevabının hangisi olduğu hususunda farklı görüşler vardır.

el-Ferra: "İtaatle boyun eğdiği zaman" buyruğu onun cevabıdır ve başına gelen "vav" zaiddir, demiştir. Aynı şekilde; "Dışarıya bırakıp..." buyruğa da böyledir.

İbnu'l-Enbari dedi ki: Kimi müfessirler "Gök yarılıp, çatladığı zaman" buyruğunun cevabı "itaatle boyun eğdiği zaman" buyruğu olup, 'Vav"ın fazladan geldiğini söylemiştir. Ancak bu bir yanlışlıktır. Çünkü Araplar bu şekilde "vav"ı ancak yüce Allah'ın: "Nihayet oraya gelip, kapıları açılacağında" (ez-Zümer, 39/73) buyruğunda olduğu gibi "Nihayet ...dığı" ile ve yine yüce Allah'ın: "Böylece ikisi de teslim olup, onu alnı üzere yıkınca Biz, ona ... seslendik." (es-Saffat, 37/103-104) buyruğunda olduğu gibi; "Lemmâ" "...dığında..." ile birlikte kullanılması halinde getirirler. "Vav" harfi ancak bu iki halde fazladan getirilir.

Cevabın, (başına) "fe" getirilmiş mukadder bir ifade olduğu da söylenmiştir. Şöyle buyurmuş gibidir: “Gök yarılıp, çatladığı zaman” artık ey insan sen gerçekten ... durmadan çalışıp, çabalamaktasın" diye buyurmuş gibidir.

Cevabın; "Sonunda ona kavuşacaksın" buyruğunun deiil teşkil ettiği ifade olduğu da söylenmiştir. Yani gök yarılıp çatlayacağı vakit, insan da çalışıp çabalaması ile karşılaşmış olacaktır.

İfadede takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. Yani: "Ey insan gerçekten sen Rabbine doğru durmadan çalışıp, çabalamaktasın. Sonunda Ona -gök yarılıp, çatladığı zaman- Ona kavuşacaksın." Bu açıklamayı el-Müberred yapmıştır.

Yine ondan nakledildiğine göre, cevab: "Kitabı sağ eline verilecek kimseye gelince" buyruğudur. el-Kisai"nin görüşü de budur. Yani gök yarılıp, çatladığı vakit kitabı sağ eline verilecek olan kimsenin durumu şu olacaktır, demektir. Ebu Cafer en-Nehhas dedi ki: Bu, bu hususta yapılmış en doğru ve en güzel açıklamadır.

Buyruğun, "gök yarılıp çatladığı zaman"ı hatırla! Anlamında olduğu da söylenmiştir. Muhataplar tarafından bilindiğinden ötürü cevabın hazfedildiği de söylenmiştir. Yani bu hususlar gerçekleşecek olursa, o zaman ölümden sonra dirilişi yalanlayan kimseler sapıklıklarını ve hüsranlarını da bilmiş olacaktır.

Bir görüşe göre de önce onlar kıyametin ne zaman kopacağına dair soru sormuşlar, onlara: Şartları (alametleri) ortaya çıktı mı kıyamet olur ve o vakit sizler de onu yalanlamanızın akibetini (cezasını) görmüş olacaksınız, diye cevab verildi. Esasen Kur'ân-ı Kerîm, bir bölümünün diğerine delaleti bakımından tek bir âyet gibidir.

el-Hasen dedi ki: Yüce Allah'ın: "Gök yarılıp, çatladığı zaman" buyruğu bir yemindir. Ancak cumhur (büyük çoğunluk) bunun bir kasem (yemin) olmayıp, haber olduğunu kabul ederek, onun görüşüne muhalefet etmiştir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
İnşikak suresi ayet 6
Ey insan! Gerçekten sen Rabbine doğru durmadan çalışıp çabalayacaksın. Sonunda O'na kavuşacaksın.

"Ey insan! Gerçekten sen Rabbine doğru durmadan çalışıp, çabalayacaksın." buyruğunda "insan" ile kastedilen insan cinsidir. Ey Ademoğlu, demektir. Said de Katade'den böylece rivayet etmiştir; Ey Ademoğlu, senin çalışman hiç şüphesiz çok zayıftır. O bakımdan her kim çalışıp çabalamasının Allah'a itaat yolunda olmasını istiyorsa, bunu yapıversin; fakat ancak Allah'tan aldığı kuvvet ile bunu yapabilir.

"însan'ın" muayyen bir kimse olduğu da söylenmiştir. Mukatil dedi ki: Bununla el-Esved b. Abdi'l-Esed'i kastetmektedir, Ubey b. Halefin kastedildiği de söylenir, bütün kâfirlerin kastedildiği de söylenir: Ey kâfir sen ... çalı*şıp, çabalamaktasın.

Arap dilinde; “Kadh” Çalışıp, çabalamak"; amel etmek ve kazanmak demektir. İbn Mukbîl dedi ki:

"Zaman ancak iki defadır, onlardan birisinde

Ölürüm, diğerinde ise geçimimi arayarak çalışıp, çabalarım."

ed-Dahhak, İbn Abbas'tan şöylece açıkladığını rivayet etmektedir: "Gerçekten sen Rabbine doğru durmadan çalışıp çabalamaktasın." Yani kesin ve kaçınılmaz olarak O'na döneceksin. "Sonunda O'na yani Rabbine "kavuşacaksın."

Amelin ile karşılaşacaksın, diye de açıklanmıştır. el-Kutebi de şöylece açıklamıştır: "Gerçekten sen... çalışıp çabalayacaksın." Yani Rabbine kavuşuncaya kadar geçimin için çalışacak, yorulacak, didineceksin.

Burada; "El-mulâkihi; Karşılaşmak", kavuşmak anlamındadır. Sen amelinle Rabbinin huzuruna çıkacaksın. Amel defterin ile karşılaşacaksın, diye de açıklanmıştır. Çünkü amel olup bitmiş olandır. Bundan dolayı da: "Kitabı sağ eline veri*lecek kimseye gelince" diye buyurulmuştur.

İnşikak suresi ayet 7
"Kitabı sağ eline verilecek kimseye gelince"

İnşikak suresi ayet 8
O kolay bir hesab ile hesaba çekilecek."

Hesabında onunla münakaşa edilmeyecek.

Rasûlullah (sav)'dan Âişe (r.anha)'nın rivayet ettiği hadiste de böyle buyurulmuştur. Dedi ki: Rasûiullah (sav) şöyle buyurdu:

"Kıyamet gününde (sıkı sıkıya) hesaba çekilen kimseye azab edilir." Ben:

“Ey Allah'ın Rasûlü” de*dim. “Yüce Allah: "Kitabı sağ eline verilecek kimseye gelince, o kolay bir hesab ile hesaba çekilecek" diye buyurmamış mıdır?” Peygamber şöyle bu*yurdu:

“Bu hesab o değildir. O hesabın arzedilınesidir. Kıyamet gününde hesaba inceden inceye çekilen bir kimse azaba uğratılır."

Bu hadisi Buhari, Müs*lim ve Tirmizi rivayet etmiş olup. Tirmizi hasen, sahih bir hadistir demiştir.


İnşikak suresi ayet 9
"Ve o ailesine sevinçli dönecektir."

Cennette bulunan Huru'l-în'den eşlerine "sevinçli" gözü aydın ve gıbta edilmeye değer bir halde "dönecektir."

Dünyadaki ailesine kurtuluşa erip, esenliğe kavuştuğuna dair onları haberdar etmek üzere dönecektir, diye de açıklanmıştır.

Birincisi Katade'nin görüşüdür. Yani o, Allah'ın kendisi için cennette hazırlamış olduğu aüesîne dönecektir.

Denildiğine göre; âyet-i kerime Abdu"l-Esed oğlu Ebu Seleme hakkında inmiştir. O Mekke'den, Medine'ye hicret eden ilk kimsedir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
İnşikak suresi ayet 10
"Kitabı arkasından verilecek kimseye gelince"

buyruğu; Ebu Seleme'nin kardeşi Abdu'1-Esed oğlu Esved hakkında inmiştir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. Aynı zamanda bu âyet-i kerime her mü'min ve kâfir hakkında umumidir.

îbn Abbas dedi ki: Kitabını almak üzere sağ elini uzatacak, melek onu öyle bir çekecek ki, sağ elini yerinden koparacak. Kitabını sırtının arkasından sol eliyle alacaktır.

Katade ve Mukatil de şöyle demişlerdir: Bu (çekiş ile) göğsünün kemiklerini ve (iman) tahtasını sökecek, sonra eli girip sırtından çıkacak ve kitabını böylece alacaktır.


İnşikak suresi ayet 11
"O hemen ölümü çağıracaktır."

Vaveyla ey ölüm! diyerek ölümün gelmesini isteyecektir.

İnşikak suresi ayet12
"Ve alevli ateşi boylayacaktır."

Yani onun sıcağı ile kavruluncaya kadar ateşe girecektir.

İki el-Haremi ile İbn Amir ve el-Kisai "ye" harfini ötreli, "sad"ı üstün ve "Iam"ı şeddeli olarak; “Veyusallâ” “Atılır” diye okumuşlardır. Yüce Allah'ın: “Summe’l-cahimu salluhu” "Sonra cehenneme ulaştırın onu." (el-Hakka, 69/31) buyruğu ile; “Veteslibuhu cahim” “Ve cehenneme bir atılış (vardır)." (el-Vakıa, 56/94) buyruklarında olduğu gibi. Diğerleri ise “sad” harfini üstün ve şeddesiz olarak; “Veyeslâ: Boylayacaktır" diye, geçişsiz (müteaddi olmayan), lazım bir fiil ola*rak okumuşlardır.

Çünkü yüce Allah, şöyle buyurmuştur: “İllâ men huve sâli’l-cehimi” “Kendisi cehenneme girecek olan müstesna." (es-Saffat, 37/163); “Yeslâ’n-nâra’l-kubrâ” “O ki en büyük ateşe girecek." (el-A'lâ, 87/12): “Summe innehum lesâlu’l-cehim” “Sonra onlar hiç şüphesiz cehennemi boylayacaklardır." (el-Mutaffifin, 83/16)

Eban'ın, Asım ve Harice'den (onların), Nâfi' ve İsmail el-Mekki'den (on*ların) İbn Kesir'den rivayet ettikleri üçüncü bir kıraat daha vardır ki, bu da "ye" harfi ötreli, "sad" sakin ve "lam" harfi şeddesiz ve fethalı olarak; “Veyuslâ” “Girdirilir" şeklindedir. Nitekim; "... gireceklerdir" (en-Nisa, 4/10) an*lamındaki buyrukta "ye" harfini ötreli olarak; “Veseyuslevne” diye okunduğu gi*bi. el-Ğaşiye Sûresinde de; "kızgın bir ateşe gireceklerdir" anlamındaki buy*rukta -te harfi üstün değil de ötreli olarak-; “Tuslâ nâran” diye de okunmuştur. Bunlar “Saliye” ile “Eslâ” şeklinde iki ayrı söyleyiştir. “Nezele” “İndi” ile; “Enzele” “İndirdi” buyrukları gibi.

İnşikak suresi ayet 13
"Çünkü o" dünyada iken "ailesi arasında şımarıktı."

İbn Zeyd dedi ki: Yüce Allah, cennetlikleri dünyada iken korkmak, üzülmek, ağlamak ve endişeli olmakla nitelendirmiştir. Sonunda bunların yerine âhirette onlara pek büyük nimetleri ve sevinci ihsan edecektir. Arkasından yüce Allah'ın: "Gerçekten biz daha önce ailelerimiz arasında (iken) korku içinde idik. Allah bize lütfetti de bizi semum (kavurucu ateş) azabından korudu." (et-Tur, 52/26-27) buyruğunu okudu (ve devamla) dedi ki: Cehennem ehlini ise, dünya hayatında iken sevinç, gülmek ve nimetlerden yararlanmakla nitelendirerek: "Çünkü o ailesi arasında şımarıktı" diye buyurdu.

İnşikak suresi ayet 14
"Çünkü o asla dönmeyeceğini sanmıştı."

Asla ölümden sonra diriltilip, döndürüleceğini, hesaba çekileceğini, sonra sevab ya da ikab göreceğini zannetmiyordu.

“Hâra-yehuru” “Döndü, döner” denilir. Şair Lebid de şöyle demiştir:

"Kişi ancak kayan bir yıldızın alevi ve saçtığı ışık gibidir.

Daha önce parlayan bir ışık iken, küle dönüşür."

İkrime ile Davud b. Ebi Hind dedi ki: “Yehuru” Habeşçe bir kelime olup "döner" anlamındadır. Bununla birlikte her iki kelimenin (iki ayrı dilde) aynı şekilde uyum arzetmesi de mümkündür. Çünkü her iki (dilde bu) kelime türemiş kelimelerdendir. "El-hubzu’l-huvarâ" "Beyaz (has) undan yapılmış ekmek" tabiri de buradan gelmektedir. Çünkü rengi beyaza döner.

İbn Abbas dedi ki: Ben: "Yehuru" "Döner" lafzının ne demek olduğunu bilmiyordum. Nihayet bedevi bir kadının kızını çağırırken: "Huri" dediğini duydum. "Bana dön!" demek istiyordu. Buna göre Arapçada: "El-havr" "Dönüş, dönmek" demektir. Peygamber (sav)'m söylediği şu sözlerde de bu anlamdadır: "Allahumme inni euzubike mine’l-havri ba’de’l-kevri" "Allah'ım fazlalıktan sonra eksikliğe dönüşten Sana sığınırım." Allah'ım üzerimdeki lütuflarının azalmasından sana sığınırım, demektir. "Ha" harfi ötreli olarak; "El-huru" da böyledir. Nitekim misalde: "Hurun fi mehâratin" "Eksiklik içinde eksiklik" denilmiştir. Bu da, bir ki*şinin işinde bir gerileme olduğunu anlatmak için kullanılan bir darb-ı meseldir. Şair de şöyJe demiştir:

"Çabuk çiğneyerek acele edip hemen yutuverdiler.

Fakat yenen şeyler geçip giderken başkalarının yergisi kalıcıdır."

"el-huru" aynı zamanda; "Tehaneti’t-tâhinetu femâ ehârat şey’en" "Öğütücü öğüttü fakat geriye un namına bir şey vermedi" sözünden isimdir. Bu kelime aynı zamanda helak olmak, helak oluş anlamına da gelir. Recez vezninde şair şöyle demiştir:

"Helak edici bir kuyuda yürüyüp gitti de farkına varmadı."

Ebu Ubeyde dedi ki: Buradaki olumsuzluk edatı olan; “Lâ” fazladan gel*miş olup, "helak edici kuyu" anlamındadır. (Hadts-i şerifin son iki kelimesi): "Ba’de’l-kevni" "Varlıktan sonra... " diye de rivayet edilmiştir. İşin tamam olmasından sonra dağılmasından (Sana sığınırım) demek olur.

Mamer'e; "El-havru ba’de’l-kevni" "Oluştan sonra helak oluş" hakkında sorulmuş o da: o, el-Küntidir demiştir. Abdurrezzak kendisine el-künti ne demektir? diye sorunca, şu cevabı vermiştir: Kişi önceleri salih iken sonraları kötü bir adama dönüşür.

Ebu Amr dedi ki: Kişi yaşlanacak olursa ona; "künti" denilir. Sanki bu ifade: "Kuntu fi şebâbi kezâ" "Ben gençliğimde şu idim" sözüne nisbet edilmiş gibidir. Şair şöyle demiştir:

Ben artık küntî oldum ve âcin (hamur yoğurucu) oldum

Kişinin en kötü özellikleri ise "küntü" ve "âcin'dir."

Kişi yaşlılıktan dolayı yere dayanarak ayağa kalkacak olursa: "Acine’r-raculu" "Adam hamur yoğurdu" denilir. İbnu'l-Arabî dedi ki: el-küntî" ben: "Kuntu şâben vekuntu şucâan" "Genç idim, kahraman idim" diyen kimseye denilir. "Kâne li male ve kuntu ehabbe ve kâne li hayle vekuntu erkebe." "Benim malım vardı ve ben o malı bağışlıyor idim. Benim atlarım vardı, onlara biniyor idim" diyen kimseye "el-kânî" denilir.

İnşikak suresi ayet 15
Hayır, şüphe yok ki Rabbi onu çok iyi görendi.

"Hayır!" Durum onun zannettiği gibi değildir. Aksine, o bize dönecektir. "Şüphe yok ki Rabbi onu" kendisini yaratmadan önce "çok iyi görendir" kendisine döneceğini bilendi.

Şöyle de açıklanmıştır: Hayır, andolsun o geri dönecektir. Sonra yeni bir ifade ile: "Şüphe yok ki Rabbi onu" yarattığı günden öiümden sonra dirilteceği güne kadar çok iyi görendir.

Onun hakkında geçmişte takdir edilmiş bedbahtlığı ya da mutluluğu bilendir, diye de açıklanmıştır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
İnşikak suresi ayet 16
O halde (durum) öyle değildir. Andederim şafağa,

"O halde, öyle değildir" buyruğundaki: "Lâ" "Değildir" lafzı sıla (fazladan gelmiş ulama lafzı)dır.
"Andederim şafağa" güneşin batışı esnasında görülen ve yatsı namazı vakti girinceye kadar devam eden kırmızılığa...
Abdullah b. el-Hakem, Yahya b. Yahya ve onların dışında pek çok sayıda bir kimse, Malik’ten şöyte dediğini nakletmektedir: Şafak batıdaki kırmızılıktır. Bu kırmızılık gittiği vakit, akşam namazının vakti çıkar ve yatsı namazı vacib olur.
İbn Vehb, rivayetle dedi ki: Bana birden çok kişi Ali b. Ebi Talib, Muaz b. Cebel, Ubâde b. es-Sâmit, Şeddâd b. Evs ve Ebu Hureyre'den naklen şunu haber verdiler: Şafak kırmızılıktır. Malik b. Enes de böyle demiştir. İbn Vehb'den başkaları, ashab-ı kiramdan Ömer, İbn Ömer, İbn Mesud, İbn Abbas, Enes, Ebu Katade, Câbir b. Abdullah ve İbn ez-Zübeyri; Tabiînden Said b. Cübeyr, İbnu'l-Müseyyeb, Tavus, Abdullah b. Dinar ve ez-Zührî'yi de zikretmektedirler. Fukahâdan el-Evzai, Malik, Şafiî. Ebu Yusuf, Ebu Sevr, Ebu Ubeyd, Ahıned ve İshak da böyle demişlerdir.
Bir görüşe göre de bu, beyazlık demektir. Bu açıklama da İbn Abbas, yine Ebu Hureyre, Ömer b. Abdu'1-Aziz. el-Evzaî ve kendisinden gelmiş iki rivayetten birisinde Ebu Hanife'den rivayet edilmiştir. Esed b. Amr, Ebu Hanife'nin bu görüşten vazgeçtiğini rivayet etmiştir. Yine İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre, şafaktan kasıt beyazlıktır. Ancak tercih edilen birinci görüştür. Çünkü ashabın, tabiînin ve fukahanm çoğunluğu bu görüştedirler. Diğer taraftan Arap dilinin şahitleri de iştikak ile sünnet de bu görüşün doğruluğuna şahitlik etmektedir.
el-Ferra dedi ki: Araplardan birisinin üzerinde boyalı bir elbise hakkında; "bu sanki şafağı andırmaktadır" dediğini duydum. Bu elbise de kırmızı renkte îdi. İşte bu, şafağın kırmızılık anlamına geldiğine bir delildir. Şair de şöyle demiştir:
"Rengi kırmızı, tıpkı şafağın kırmızılığı gibidir."
Bir başka şair ise şöyle demiştir
"Kalk ey delikanlı, elin ayağına dolaşmadan yardım et bana,
Zamana karşı; içi şafak (gibi kırmızı şarabla) dolmuş bir kase ile."
Boyamak maksadıyla kullanılan kırmızı çamura (mağra'ya) da şafak denilir.
es-Sıhah'ta. şöyle denilmektedir: Şafak; gecenin başlangıcından, yatsı vaktine yaklaşıncaya kadar, güneş ışıklarının geriye kalanlarına ve kırmızılığına verilen isimdir. el-Halil dedi ki: Şafak; güneşin batınımdan yatsı vaktine kadar görülen kırmızılıktır. Bu kırmızılık kayboldu mu, şafak kayboldu, denilir. Diğer taraftan, kelimenin asıl anlamının, bir şeyin ince oluşu ile alakalı olduğu da söylenmiştir. Mesela: "Şey’un şefiun" "İnceliği dolayısıyla birbirini tutmayan şey": denilir. "Eşfeka aleyhi" "Ona şefkat gösterdi" yani ona karşı kalbi inceldi, yumuşadı demektir. "Şefkat" de "işfak"den isim olup, kalb inceliği demektir. Şafak da aynı şekildedir. Şair de şöyle demiştir:
"O benim hayatta kalmamı ister, bense şefkatim dolayısıyla ölümünü isterim.
Çünkü ölüm mahremlere gelen en iyi misafirdir."
O halde "şafak"; güneş ışığının geriye kalan kısımları ve kırmızılığıdır. Sanki bu incelik, güneş ışığından geliyor gibidir. Hukema beyazlığın asla kaybolmadığını (batmadığını) iddia ederler. el-Halil dedi ki: Ben İskenderiye minaresine çıktım. Beyazlığı gözetledim, onun bir ufuktan bir başka ufuğa gidip geldiğini görmekle birlikte battığını görmedim. İbn Ebi Üveys dedi ki: Ben, bu beyazlığın, tan yen ağanncaya kadar devam ettiğini gördüm.
İlim adamlarımız dedi ki: Onun (beyazlığın) vakti sınırlandırılamadığından ötürü o nazar-ı itibara alınmaz.
Ebu Davud'un Sünen'inde en-Numan b. Beşir'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Aranızda yatsı namazının vaktini en iyi bileniniz benim. Peygamber (sav) bu namazı, ayın üç günlükken batışı vaktinde kılardı İşte bu bir sınırlandırmadır, bunun hükmü de ismin kapsadığı vaktin ilkine taalluk eder. Sizin bu iddianız birinci fecir (fecr-i kazib) ile çürütülür, denilemez. Çünkü bizlere güre; birinci fecir ile namaz olsun, imsak (oruç başlaması) olsun herhangi bir hüküm taalluk etmez. Çünkü Peygamber (sav); fecri, hem sözü, hem de fiili ile açıklayarak şöyle buyurmuştur: "Fecir böyle demen değildir" -ellerini yukarı doğru kaldırdı- "fakat fecir böyle demendir" -deyip ellerini yaydı. Buna dair açıklamalar el-Bakara Süresi'nde oruç âyetinde (2/187. âyet, 7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. O bakımdan tekrar etmenin anlamı yoktur.
Mücahid dedi ki: Şafak gündüzün tamamıdır. Çünkü yüce Allah: "Geceye ve onun kaplayıp topladığı şeylere" diye buyurmuştur.
İkrime; gündüzün geri kalan bölümüdür, demiştir.
Yine şafak, bayağı şeylere verilen isimdir. Oldukça az bir bağış" denilir. el-Kümeyt şöyle demiştir:
"O bütün krallardan işleri daha şerefli ve güzel bir kraldır, elleri;
Dilenenler için az vermeksizin adeta (sağılan süt gibi bağışlar) akıtmıştır."
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
İnşikak suresi ayet 17
Geceye ve onun kaplayıp topladığı şeylere,

"Geceye ve onun kaplayıp, topladığı şeylere!" Topladığı, içinde barındırıp, sardığı şeylere demektir. Asıl anlamı sultanın gazab etmesi, kızıp köpürmesi ile alakalıdır. Eğer yüce Allah rahmet ve lütfü ile kullarına bunu ihsan etmeseydi, kullar geceyi getiremezlerdi. Fakat o kullarına rahmeti ile tecelli ederek, o rahmeti ile onlara yumuşaklıkla davrandı, yaratıklar da bundan dolayı sükunet buldular, sonra da etrafa kaçışıp dağıldılar, sarılıp sarmalandılar ve içeri doğru çekildiler. Herkes kendi barınağına geri dönüp yalnızlık hissi ile onun dehşetinden sükunete erişti. İşte yüce Allah'ın şu buyruğu -önceden de geçtiği üzere- bunu anlatmaktadır: "Geceyi ve gündüzü sizin için kendisinde" yani geceleyin "sükun bulasınız ve" gündüzün de "lütfundan arayasınız diye yaratmış olması onun rahmetindendir." (el-Kasas, 28/73) O halde gece, gündüzün işleri dolayısıyla etrafa yayılmış olanları bir araya getirir ve birbirine katar, barındırır. İşte İbn Abbas, Mücahid, Mukatil ve başkalarının açıklamalarının ifade ettiği anlam budur.
Dabi b. el-Haris el-Burcumi de şöyle demiştir:
"Ben ve sizler ve size duyulan özlem
Parmak uçlarının yakalayamadığı bir suyu avuçlayıp, elini kapatan kimseye benzeriz."
Şair şunu söylemek istiyor: Nasıl ki eline su alıp, avucunu kapatan kimsenin elinde su diye bir şey kalmıyorsa, bu hususta da benim elime bir şey geçmiyor.
Gece; dağları, ağaçları, denizleri ve yeri örtüp bürüdüğü zaman, bütün bunlar onun için toplanıp bir araya gelmiş olacağından, onları kaplayıp, toplamış olur.
"El-vesak" "Kaplayıp, toplamak bir şeyi bir şeye katmak" anlamındadır. "Vesaktuhu, usikuhu, veskan" "Onu topladım, toplarım" denilir. Bir araya getirilmiş çok miktardaki buğdaya "vesk" denilmesi de buradan gelmektedir ki; altmış sa'dır. "Taamu musekun" "Bir araya getirilmiş, toplanmış yiyecek (buğday)" demektir. "İbilu mustevsikatun: Bir araya gelip, toplanmış develer" anlamındadır. Recez vezninde şair şöyle demiştir:
"Bizim; genç, güzel görünümlü, beş ve dört yaşında develerimiz vardır.
Ve bunlar bir aradadırlar. Keşke onları güdecek birisi bulunsa!"
İkrime dedi ki: "Onun kaplayıp, topladığı şeyler" barınacağı yere doğru önüne katıp, götürdüğü herbir şey demektir. O halde "vesk" önüne katıp, kovalamak demektir. O bakımdan kovulup, uzaklaştırılmış deve. koyun ve merkeblere "vesika" denilmesi buradan gelmektedir. Şair şöyle demiştir:
"İz sürücünün davarların izlerini sürmesi gibi."
İbn Abbas'tan rivayete göre; "kaplayıp, topladığı şeyler" örtüp, kapattığı şeyler; ondan gelen başka bir rivayete göre; taşıdığı şeyler dernektir. Taşınan herbir şey hakkında; "Vesaktuhu" "Onu taşıdım" denilir.
Araplar: "Lâef’aluhu mâvesekat ıni’l-mâe” Gözüm su taşıdığı (gördüğü) sürece bu işi yapmam" derler. “Vesekati’n-nâkatu tusika veskan" "Dişi deve gebe kaldı ve rahmini suya karşı kapattı" denilir. Bu durumda olan deveye; "Nâkatun vâsikun" denilir. Çoğulu "Nuku visâk" diye gelir. "Nâim" "Uyuyan" lafzının çoğulunun; "Niyâm" şeklinde; "Sâhib" "Arkadaş" lafzının çoğulunun; "Sihâb" diye gelmesi gibi. Bişr b. Ebi Hazım dedi ki:
"Onlara türkü çağırıp ayrılmadı yanlarından
Gebe develer gebe olmayanlardan ayırdedilinceye kadar."
Çoğulu aynı şekilde “Mevâsik” diye de gelir.
"Evsaktu’l-baira" "Deveye yükünü yükledim" demektir. "Evsaktu’n-Nahle" "Hurma ağacının taşıdığı meyve yükü çok oldu" demektir.
Yeman, ed-Dahhak ve Mukatil b. Süleyman: Taşıdığı karanlık, diye açıklamışlardır, Mukatil dedi ki: Ya da taşıdığı yıldızlar, anlamındadır.
ei-Kuşeyri dedi ki: "Taşımak"ın anlamı toplayıp, bir araya getirdiği şeyler demektir. Gece, karanlığı ile her şeyi örter. Bunları örtmesi halinde onları "vesk" etmiş olur. Böylece bu buyruk, gece hepsini ihtiva etmiş olduğundan ötürü, bütün yaratılmışlara bir yemin olur. Yüce Allah'ın: "Hayır! Yemin ederim ki gördüğünüz şeylere, görmediğiniz şeylere de." (el-Hakka, 69/38-39) buyruğu gibidir.
îbn Cübeyr dedi ki: "Kaplayıp, topladığı şeyler," onda işlenen ameller demektir. Yani (mü’minlerin) teheccüd ve seher vakitlerinde mağfiret dilemelerdir. Şair dedi ki:
"Bir gün bizi salih kimseler görürsün, kimi zaman da
Sen bizi oldukça kararlı, amel eden bir kimse gibi de görürsün."
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
İnşikak suresi ayet 18
Nuru tamamlandığı zaman aya ki

Yani nuru kemale erip, en mükemmel hale geldiği zaman aya. el-Hasen dedi ki: Tam durgunlaşıp, nuru bir araya geldiği zaman demektir.
İbn Abbas:
Tam kemale erdiği vakit,
Katade:
Tam yuvarlak olduğu vakit, diye açıklamışlardır.
el-Ferra dedi ki:
Ayın nurunun tamamlanması, dolunay olduğu gecelerdeki doluluğu ve mükemmelliği demektir. (Ayet-i kerimedeki lafzıyla) bir araya gelip, toplanmak demek olan: “El-Vesk”den "iftial" veznindedir. "Vesektuhu fetteseka" "Ben onu toplayıp, bir araya getirdim, o da toplandı" denilir. Tıpkı:
"Veseltuhu fe’t-tesele" "Ben onu bitiştirdim, ekledim, o da bitişti, eklendi" demek gibi. "Emera fulânun muttesikun" "Filanın işleri doğruluk ve iyilik üzere toplanmış ve böylece düzene girmiştir" demektir. Bir şey ardı arkasına geldiği takdirde; "İtteseka’ş-şey’u" denilir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
İnşikak suresi ayet19
Mutlaka sizler, biri diğerine mutabık halden hale geçeceksiniz.

Ebu Amr, İbn Mesud, İbn Abbas, Ebu'l-Âliye, Mesrûk, Ebû Vâil, Mücahid, en-Nehaî, eş-Şa'bi, İbn Kesir ve Hamza el-Kisai "mutlaka sizler... geçeceksiniz" anlamındaki buyruğu Peygamber (sav)'a hitab olmak üzere; "Leterkebenne" "Mutlaka sen ... geçeceksin" diye okumuşlardır ki; mutlaka ey Muhammed sen, bir halden sonra bir diğer hale geçeceksin, demektir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır.
eş-Şa'bî dedi kî: Ey Muharnmed, sen mutlaka bir semadan sonra bir diğer semaya, bir dereceden sonra bir diğerine yüce Allah'a yakınlık bakımından bir mertebeden diğerine mutlaka geçeceksin.

İbn Mesud dedi ki:
Şüphesiz ki sema bir halden sonra bir diğer hale geçecektir. Bununla yüce Allah'ın semaları nitelendirdiği, yarılıp çatlamak, katlayıp dürmek, kimi zaman erimiş bakır gibi, kimi zaman kırmızı bir sahtiyan gibi oluşu, şeklindeki hallerin birinden diğerine geçeceği kast edilmektedir.
İbrahim'den onun da Abdu'l-Ala'dan rivayetine göre; "halden hale" buyruğu hakkında şöyle demiştir: Sema bir halden sonra bir diğer hale değiştirilir. Abdu'l-Ala dedi ki: Kırmızı sahtiyanı andıran bir gül gibi ve erimiş bir bakır gibi olur. Bir diğer açıklamaya göre; ey insan şüphesiz ki sen bir halden bir diğer hale geçeceksin. Nutfeden sonra alakaya, sonra bir çiğnem ete, sonra canlı bir varlık, sonra ölü zengin ve fakir olacaksın. O halde hitab; "Ey insan, gerçekten sen Rabbine doğru durmadan çalışıp çabalayacaksın" buyruğunda sözü edilen insanadır. Bu da bir cins isimdir, manası insanların tümüdür.
Diğerleri ise bütün insanlara hitab olmak üzere "be" harfini ötreli olarak: "Leterkebunne" "Mutlaka sizler ... geçeceksiniz" diye okumuşlardır. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim bu kıraati tercih etmişlerdir. Ebu Hatim dedi ki: Çünkü buradaki anlamın insanlar ile ilgili olması Peygamber (sav) ile ilgili olmasından daha uygundur. Zira bu âyet-i kerimeden önce kitabı sağ elinden verilecekler ile kitabı sol tarafından verilecek kimseler sözkonusu edilmiştir. Yani sizler kıyametin şiddetli hallerinden sonra bir başka hale mutlaka geçeceksiniz. Yahutta sizler peygamberlere muhalefet etmek ve onları yalanlamak hususunda, sizden öncekilerin izledikleri yoldan aynen geçeceksiniz, o yolu izleyeceksiniz, demektir.
Derim ki: Bunların hepsi de kastedilmiştir. Bu hususta bir takım hadisler de gelmiş bulunmaktadır, (Bk, Kaf, 50/21. âyetin tefsiri) Hafız Ebu Nuaym, Cafer b. Muhammed b. Ali'den, o Cabir (r.a)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim:
"Şüphesiz ki Adem oğlu yüce Allah'ın kendisini nasıl yarattığından yana gaflet içerisindedir. Kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah onu yaratmak istediği vakit meleğe: Onun rızkını, eserini (ayak izlerini) ve ecelini yaz. Mutlu mu yoksa bedbaht mı olacağını yaz. Sonra bu melek yukarı çıkar, Allah bir başka melek gönderir. Olgunlaşıncaya kadar bu melek onu muhafaza eder. Sonra yüce Allah, onun iyilik ve kötülüklerini yazacak iki melek gönderir. Ölüm vakti geldi mi bu iki melek yükselirler. Sonra ona ölüm meleği (selam ona) gelir, ruhunu alır. Kabrine yerleştirildiği vakit tekrar ruh bedenine geri verilir. Sonra ölüm meleği yükselir. Ona kabir melekleri gelir, onu imtihan ederler. Sonra onlar da çıkarlar. Kıyamet koptuğu vakit iyilik meleği ile kötülük meleği onun üzerine iner. Boynunda bağlı bulunan bir kitabı çözerler. Sonra da onunla birlikte gelirler, Birisi önden sürücü, diğeri ise şehittir." Sonra yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "Andolsun sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık, bugün gözün pek keskindir." (Kaf, 50/22) Rasûlullah (sav): "Mutlaka sizler biri diğerine mutabık, halden hale geçeceksiniz." buyruğunu okudu. (Peygamber) buyurdu ki: 'Bir halden sonra bir diğer hale (geçeceksiniz.)" Sonra Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki sizin önünüzde çok büyük bir iş vardır. O büyük olan Allah'tan yardım dileyiniz"
Bu hadis yaratıldığı günden, ölümden sonra diriltileceği zamana kadar insanın karşı karşıya kalacağı bütün halleri kapsamaktadır. Bu hallerin hepsi de zorluktan sonra bir diğer zorluktur. Önce hayat, sonra ölüm, sonra ölümden sonra diriliş, sonra da amellerin karşılıklarının verilmesi. Bu hallerin her birisinde bir takım zorluklar vardır.
Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur:
"Sizden öncekilerin izinden karış be karış, kulaç be kulak gideceksiniz. Hatta onlar bir keler deliğine girecek olsalar bile siz de şüphesiz ona gireceksiniz."
"Ey Allah'ın Rasûlü, bunlar yahudilerle, hristiyanlar mıdır?" diye sordular. Peygamber:
"Başka kim olabilir ki?" diye buyurdu.
Bu hadisi Buhari rivayet etmiştir.
Müfessirlerin görüşlerine gelince; îkrime: Bir halden sonra bir diğer hale geçeceksiniz. Önceleri süt emerken sütten kesilecek, önceleri gençken yaşlı olacaksınız. Şair şöyle demiştir:
"İşte insan böyledir, eceli belli vakte kadar geciktirilecek olursa;
O bir hale geçer, ondan sonra da bir başka hal gelir."
Mekhul'den şöyle dediği nakledilmiştir: Her yirmi senede bir daha önce olmadığınız bir hal ile karşılaşırsınız. el-Hasen dedi ki; Bir durumdan sonra bir başka durum ile karşı karşıya kalırsınız. Sıkıntıdan sonra bolluk, bolluktan sonra sıkıntı, fakirlikten sonra zenginlik, zenginlikten sonra fakirlik, hastalıktan sonra sağlık, sağlıktan sonra hastalık.,,
Said b. Cübeyr dedi ki: Bir mevkiden sonra bir diğer mevkiye geçeceksiniz. Bir takını insanlar dünyada iken aşağı mertebelerde idiler, âhirette yükseleceklerdir. Birtakım kimseler dünyada yüksek mertebede idiler, âhirette alçalacaklardır.
Bir diğer açıklamaya göre, bir mevkiden bir diğer mevkiye, bir halden bir diğer hale geçeceksiniz. Şöyle ki, doğru yol üzere salih olan bir kimsenin bu hali kendisini daha ileri derecede salih olmaya iter. Bozuk yolda olan bir kimsenin bu hali de onu daha ileri derecede fesada götürür. Çünkü herşey kendi şekli üzere cereyan eder, gider.
İbn Zeyd dedi kî: Sizler dünya halinden, âhiret haline geçeceksiniz
İbn Abbas dedi ki: Zorlu ve dehşetli haller kastedilmiştir. Ölüm, sonra diriliş, sonra amellerin sunulması (arz.) Araplar oldukça zorlu ve sıkıntılı bir duruma düşen kimse hakkında: "Vekaa’ fi benâti tabaka, veihdâ benâti tabaka." derler. Pek büyük ve zorlu musibet ve sıkıntıya; "Em tabak, veihdâ benâti tabaka." denilir. Bunun aslı ise bir tür yılandır. Çünkü yılana yuvarlanması dolayısıyla; "Em tabak" Tabak gibi" denilir. Sözlükte "tabak" açıkladığımız gibi hal demektir. el-Akra b. Habis et-Temimi dedi ki:
"Ben zamanın iyi kötü her türlü halini denemiş bir kimseyim.
Onun bir hali beni bir başkasına sürüklemiştir."
Bu durum alemin, hadis (sonradan yaratılmış) olduğuna ve yaratıcının varlığının isbatına dair en açık bir delildir. Hükema şöyle demiştir: Bugün bir halde, yarın bir başka halde olan bir varlığın tedbiri (işlerinin çekilip çevrilmesi)nin başkasına ait olduğu, bilinmelidir.
Ebu Bekr el-Verrak'a şöyle soruldu: Bu alemin bir yaratıcısının olduğunun delili nedir? O: Hallerin birinden diğerine geçirilmesidir. Kuvvetin azlığı, bünyenin zayıflığı, niyetin gerçekleştirilememesi, kararlılığın ortadan kaldırılmasıdır, diye cevap verdi.
"Etenâ tabak mine’n-nâsi ve tabak mine’l-cerâdi" "Bize insanlardan bir topluluk ve çekirgelerden bir topluluk geldi" denilir. el-Abbas'ın, Peygamber (sav)'ı överken söylediği:
"Sen sulbden rahime intikal edersin
Bir alem geçip gitti mi bir tabak (topluluk) ortaya çıkar."
Beyitinde insanlardan bir nesli kastetmektedir.
Buna göre yeryüzünün "tıbâk"ı onun dolu olması demek olur. "Tabak" aynı zamanda iki omuru birbirinden ayıran ince bir kemiktir. "Medâ tabak mine’lleyli, vetabaka mine’n-nehâri" "Gecenin büyük bir bölümü ve gündüzün büyük bir bölümü geçti" denilir. "Tabak" lafzı "atbak"ın çoğuludur. O halde bu lafız müşterektir.
"Mutlaka sizler... geçeceksiniz" anlamındaki lafız, nefse hitab olmak üzere, "be" harfi kesreli olarak: "Leterkebinne" " (Ey nefs) mutlaka sen... geçeceksin" diye okunduğu gibi, diye "ye': harfi ile de okunmuştur. “Leyerkebine” "Mutlaka insan… geçecektir" demek olur.
"An tabakin" Bir halden" lafzı: "Tabakan" "Bir hale" lafzının sıfatı olarak, nasb mahallindedir. Bu da: "Tabakan mucavezen litabak" Bir hali aşıp, bir diğer hale (geçeceksiniz) demektir. Yahutta: "Leterkebunne" "Mutlaka sizler... geçeceksiniz" lafzındaki zamirinden hal (olarak nasbedilmiştir.) Yani onlar bir hali aşarak, bir diğer hale geçeceklerdir. Ya da insan yahut nefis -kıraatlere göre- bir hali geçip, bir diğer hale geçecektir, demek olur.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
İnşikak suresi ayet 20
O halde, onlara ne oluyor; neden İman etmezler;

"O halde onlara ne oluyor, neden iman etmezler." Belgeler onlar için tam anlamıyla açıklık kazanmışken, deliller ortaya konulmuşken, onları iman etmekten alıkoyan şey nedir?
Bu, inkârı bir istifhamdır, taaccub ifade ettiği de söylenmiştir. Yani bunca âyet ve belgelere rağmen imanı terketmeleri dolayısıyla onların bu haline hayret ediniz.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt