Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kitap okumayı sevenler buraya-2 (1 Kullanıcı)

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-108 (İbret Nazarıyla Okumak )

Hakîkaten, dünya kurulduğundan bugüne kadar hiçbir canlının rızkı ihmâl edilmeden sayısız ilâhî sofralar kurulmuş ve hâlen de kurulmaya devam etmektedir. Bir düşünecek olursak; dünyanın dörtte üçü su ile kaplıdır. Dörtte birinin büyük bir kısmı da bitki yetiştirmeye elverişli olmayan kayalıklar veya çöllerden oluşmaktadır. Geriye kalan çok az bir kısmı topraktır. Ancak o ne yüce bir kudrettir ki, bu toprağı sonsuz bir istihâle ile, yâni değişim ve dönüşümle bütün canlıları doyuracak gıdâların kaynağı kılmıştır.
Peygamber Efendimiz r şöyle buyurur:
“Allah -azze ve celle- «Sen infâk et ki, Ben de sana infâk edeyim.» buyurdu. Allâh’ın hazineleri geniştir. Bütün mahlûkâta verdiği rızıklar O’nun hazinesinden hiçbir şey eksiltmez. O, gece gündüz ardı arkası kesilmez infaklarda bulunur. Semâ ve arzı yarattığı günden beri Allâh’ın infâk ettiği şeyleri düşünün! Bunlar, O’nun mülkünden hiçbir şey eksiltmemiştir.” (Buhârî, Tefsîr 11/2, Tevhîd 22)
Yine ne ibretlidir ki, kar yağıp her yanı kapladığında, sayısız canlı, toprağın sînesine sığınır ve uzun bir müddet Hâlık’ın muhâfazası ile orada sağ-sâlim kalır. Rabbimiz toprağı onlar için âdeta bir kundak kılar. Bu yüzden, karlar eridiğinde ortalıkta o canlılara âit cesed yığınları görmeyiz. Bütün o mahlûkât, yine toprağın üstüne çıkıp hayatlarını sürdürürler.
İşte ibret nazarıyla bakabilenler için sadece bu hakîkatler bile içinde yaşadığımız cihandaki ilâhî nizam ve âhengin ne kadar muhteşem olduğunu, dolayısıyla Rabbimizin sonsuz ilim, kudret ve hikmetini ifâdeye kâfîdir.
Yine âyet-i kerîmede Rab­bi­miz:
“Nice canlı var ki, rızkını (yanında) taşımıyor. Onlara da size de rızık veren Allah’tır. O, her şeyi işitir ve bilir.” (el-Ankebût, 60) buyurarak mahlûkâtın rızık husûsundaki tevekkül, teslîmiyet ve kanaat hâline mukâbil, insanoğlunun bu husustaki hırs ve endişesinin ne kadar yersiz olduğunu vurgulamaktadır.
Hâfız-ı Şîrâzî de bir şiirinde insanı;
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-109 (İbret Nazarıyla Okumak )

Hâfız-ı Şîrâzî de bir şiirinde insanı;
«يك قطره خونست، هزار انديشه»
(yek katre-i hônest, hezâr endişe) yani «bir damla kan, binlerce endişe»şeklinde târif etmiştir.
Yine etrafımızdaki ilâhî vitrinleri ibret nazarıyla seyrettiğimizde görürüz ki, basit birer ot gibi gözüken çeşitli çiçeklerin topraktan bulup çıkardıkları renkler, kokular ve yapraklar, hiçbir kimyagerin bir eşini yapmaya muktedir olamadığı ne kadar hârika keyfiyetlerdir!
Hayvan, otu et ve süt yaparken, varlıkların en mütekâmili olan insanoğlu, günümüzün en ileri teknolojisiyle donatılmış bir kimya laboratuvarında bile tonlarca ottan bir gram et veya süt îmâl edememektedir.
İnsan vücûdunda ilâhî bir program dâhilinde müthiş bir âhenkle işleyen organların veya sadece bir tek doku hücresi içindeki yüzlerce çeşit biyokimyasal reaksiyonun idâre ve kontrolü bir günlüğüne bizim elimize bırakılsaydı, belki birkaç dakika bile dayanamaz, kimbilir ona kaç ârıza yaptırırdık?
Ne ibrettir ki, bir yanda on tonluk bir filin -Cenâb-ı Hakk’ın musahhar kılmasıyla- on yaşındaki bir çocuğa tâbî olduğunu görmekteyiz; diğer yanda ise -insanın acziyetinin bir ifâdesi olarak- çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük bir virüsün nice güçlü-kuvvetli cüsseleri yere sermekte olduğunu!..
Demek ki insan, Ce­nâb-ı Hakk’ın lutfettiği kud­reti hiçbir zaman nefsine mâl etmemeli, aslâ büyüklenmemeli, nîmetin asıl sâhibini unutmamalı, dâimâ şü­kür duy­gu­ları için­de ol­malı ve ilâhî kudret karşısında kendisinin bir toz zerresi bile olmadığını anlayıp dâimâ Hakk’a ilticâ etmelidir. Zira alıp verdiği nefesin dahî büyük bir ilâhî nîmet olduğunu bilmelidir.
Hakikaten, en ileri teknoloji ile îmâl edilmiş bir uçağa bindiğimiz zaman bile; “Şayet yüksek irtifâdayken basınç düşerse otomatik olarak önünüze gelecek olan oksijen maskelerini takın!” diye anons edilir.
Hâlbuki hiç kimse; “Acaba yarın havadaki oksijen miktarı yüzde 21’den yüzde 25’e çıkar mı, yahut yüzde 18’e düşer mi, kendime bir oksijen tüpü alsam mı?” diye bir endişe geçirmiyor. Çünkü inanan-inanmayan herkes, ilâhî nizâma tabiî bir îtimad hâlinde hayatını sürdürebiliyor… Aksi hâlde insan, karşı karşıya olduğu her türlü hayâtî risk ve tehlikenin farkında olsa, hayat çekilmez olurdu.
Bunun gibi sayısız hakîkatleri lâyıkıyla tefekkür edebilen bir insan, dünya üzerindeki bütün canlıların, hayatta kalabilmek için bile nasıl büyük bir ilim ve kudretin yardım ve himâyesine muhtaç olduğunu kavramakta gecikmez. Tek başına gerçekleştirmeye katiyen güç yetiremeyeği müsait şartlar içinde, âdeta ilâhî hârikalar âleminde ve mûcize eseri yaşadığını anlar. Bunu anlayan hiçbir akıl, mantık, iz’an ve vicdan da, Âlemlerin Hâlık’ı ve Nâzım’ı olan Allah Teâlâ’ya baş kaldırma nankörlük ve küstahlığında bulunamaz.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-110 (İbret Nazarıyla Okumak )

HÂDİSELERDEKİ İBRETİ
GÖREBİLMEK

Kâinat kitabındaki bu manzaralar gibi, insanın hayatta karşılaştığı hâdiseleri de ibret nazarıyla okuması îcâb eder. Zira her oluş, hassas ve rakik bir gönül sahibi olan insana ince mesajlar verir.
Meselâ bir hasta gördüğümüz zaman düşünmeliyiz: “Ben de aynı durumda olabilirdim. Bu hasta insan, şu anda etrafından şefkat, merhamet ve alâka görmeye muhtaç. Demek ki benim ona yakınlaşıp onun sıkıntısını gidermeye çalışmam lâzım. Onun eksiğini telâfî edip muzdarip gönlünü tesellîye çalışmam lâzım. Zira Efendimiz r sık sık; «Bugün bir hasta ziyaret eden var mı?» diye sorardı…”
Yine bir trafik kazası gördüğümüz zaman; “O kazanın içinde ben de olabilirdim. Yahut en yakınlarım olabilirdi.” diye düşünerek sahip olduğumuz hayat, sıhhat ve âfiyet nîmetleri için şükretmeliyiz.
Bir yetim gördüğümüzde, o yetim bizi hissen tâ Peygamber Efendimiz’e kadar götürmeli, Efendimiz’in de bir yetim olarak dünyaya geldiğini hatırlatıp onlara karşı vazifelerimizi düşündürmeli. Bu husustaki durumumuzu muhâsebe etmeye sevk etmeli...
Öte yandan, hayattaki her nîmet gibi mah­rû­mi­yetlerin de bir imtihan cilvesi olduğunu hatırımızdan çıkarmamalıyız. Şâyet Allah bir şeyi nasip etmemişse, bunu da gönül gözüyle okuyup; “Bunda da bir hayır vardır.” diyerek her hâlükârda şükredebilmeliyiz.
Meselâ Allah bir evlat nasip etmemişse, kahır gibi görünen bu hâdisede nice lutufların gizli olabileceğini düşünmeliyiz. Zira nice anne babalar, evlâtlarının içine sürüklendikleri ci­na­yet, fuhuş, narkotik, inançsızlık gibi rezillikler sebebiyle, evlât sahibi olmanın sevinciyle aslâ kıyaslanamayacak derecede şiddetli üzüntü ve pişmanlıklar yaşamaktadırlar. Hayatın hangi sürprizlere gebe olduğunu bilemeyeceğimiz için, içinde bulunduğumuz her hâle şükredebilme firâset ve dirâyetini göstermeye çalışmalıyız. Çün­kü bâ­zen Allâh’ın kahrı lutuf içinde saklı, bazen de lutfu kahır içinde gizli olabilmektedir.
Unutmayalım ki fânî bir imtihan âleminde bulunuyoruz. Burada asıl mesele de, Cenâb-ı Hakk’a güzel bir kullukta bulunabilmektir. Bu yüzden hayatın basit engellerine takılmadan gönlümüzün huzurunu muhâfaza etmeliyiz.
Hayattaki en mühim ibret vesîlesi ise karşılaştığımız cenâze manzaralarıdır. Nitekim Hâtem-i Esam Hazretleri’ne:
“–Biz, nasıl ve ne zaman dünyâya ibret gözüyle bakanlardan olabiliriz?” diye sorduklarında, Hazret şu karşılığı vermiş:
“–Dünyada her şeyin sonunun harap, herkesin gideceği yerin de toprak olduğunu gördüğünüz zaman! Bir kimsenin evinden veya yakınından bir cenâze çıkar da o kimse bundan ibret almazsa, ona ne ilmin, ne hikmetin, ne de vaaz ve nasihatin bir faydası olur.”
Bu sebeple bizler de bir cenâze gördüğümüzde­; “Bugün o tabutun içindeki ben olabilirdim.” deyip hayatımız üzerinde nefis muhâsebesine girebilme­liyiz. Dünyalık olarak yalnız ke­fe­ni­miz­le kabre gireceğimizi, daha sonra ise kefenimizin de cesedimizin de aslına, ya­ni top­rağa döneceğini ve geriye sadece îman ve amellerimizin kalacağını düşünmeliyiz. Gördüğümüz cenâzeye yapılacak muâmelenin, bizim de bir gün mutlaka başımıza geleceğini hatırlamalıyız.
Hasan-ı Basrî Haz­ret­le­ri’­nin şu hâli, bu hususta bizler için ne güzel bir irşad numûnesidir:
Katıldığı bir cenazede defin işlemleri bittikten sonra yanındaki bir zâta Hasan-ı Basrî Hazretleri sordu:
“–Bu vefât eden zât, acaba şu anda dünyaya geri dönüp sâlih amellerini, zikirlerini artırmayı ve günahlarına daha fazla istiğfar etmeyi düşünüyor mudur?”
O zât da:
“–Evet, tabiî ki düşünüyordur.” dedi. Bunun üzerine Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle buyurdu:
“–O hâlde bize ne oluyor ki bu vefât eden kişi gibi düşünmüyoruz?” (İbnü’l-Cevzî, el-Hasenü’l-Basrî)
Dolayısıyla biz de kalan hayatımızın, Rabbimizin bizlere tanıdığı bir mühlet olduğunu idrâk ederek ona göre değerlendirmeli ve kendimizi ölüm gerçeğine güzelce hazırlamalıyız.
Velhâsıl zerreden kürreye kadar bütün bir kâinat ve onda meydana gelen her türlü hâdise, okuyabilen gönüller için muazzam bir ibret ve hikmet dîvânıdır… İlâhî bir imtihan dershânesi olan bu hayattaki asıl tahsil de, bu dîvânı gönül gözüyle okuyabilmektir. Zira Şeyh Sâdî-i Şîrâzî’nin dediği gibi:
“Akıl sâhipleri nazarında yeşil ağaçların her bir yaprağı mârifetullah için bir dîvandır. Gâfiller için ise bütün ağaçlar bir yaprak bile değildir.”
Cenâb-ı Hak, kalplerimizi nefsâniyetin hoyratlığı içerisinde hantallaşmaktan muhâfaza buyursun. “Oku” emr-i celîli muktezâsınca, zer­reden kürreye her şeyi okuyabilecek hassas bir gönül kıvâmı nasîb eylesin. Kâinat ve hâdisat mektebinin sır ve hikmet derslerinden gönüllerimize ulvî hisseler lutfeylesin…
Âmîn!
 

gülsengül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Eyl 2008
Mesajlar
5,816
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Sâdî-i Şîrâzî’nin dediği gibi:
“Akıl sâhipleri nazarında yeşil ağaçların her bir yaprağı mârifetullah için bir dîvandır. Gâfiller için ise bütün ağaçlar bir yaprak bile değildir.”
Cenâb-ı Hak, kalplerimizi nefsâniyetin hoyratlığı içerisinde hantallaşmaktan muhâfaza buyursun. “Oku” emr-i celîli muktezâsınca, zer*reden kürreye her şeyi okuyabilecek hassas bir gönül kıvâmı nasîb eylesin. Kâinat ve hâdisat mektebinin sır ve hikmet derslerinden gönüllerimize ulvî hisseler lutfeylesin…
Âmîn!
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-110 (Gönlü Rahmet Dergahı Kılmak )


İslâm’ın hikmet ve hakikatlerinden mahrum bir insan, dünya hayatının imtihan hâdiseleri içinde, sürekli değişen şartlar sebebiyle, rûhâniyet ve nefsâniyet arasında bocalar durur. Bu hâliyle o tıpkı;
Karanlık, fırtınalı ve girdaplı bir okyanustaki dümeni kırık bir gemi gibidir. Rûhunun muhtaç olduğu mânevî rotayı kaybetmiş olduğundan, nefsin hangi girdabında helâk olacağı, meçhuller arasındadır.
Hayat yolculuğunun girift koridorlarında dolaşan insanın, kulluk haysiyet ve şerefini kaybetmemesi, ebedî saâdetini mahvetmemesi ve diğer taraftan da İslâm’ın incelik ve zarâfetini idrâk edebilmesi için tâkip etmesi gereken yolu, sırf âciz aklıyla keşfedebilmesi mümkün değildir. Bu ebediyet yolculuğunda ilâhî irşad kânunlarının hükümranlığına ve rehberliğine şiddetle ihtiyaç vardır.
Bütün yaratıklar, hayatlarını sürdürebilmek için beslenmeye mecburdurlar. Bunun gibi insan da hayatta, madde ve mânâ dengesi içinde, doğru bir yol tutabilmek için, aklını selîm hâle getirmeye, kalbini Kur’ân ve Sünnet’in nûru ile beslemeye, velhâsıl ilâhî terbiye altına girmeye mecburdur.
MUHABBET ve İTAAT
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Allah Rasûlü’nü sevmek, O’na itaati ve kalbî râbıta ile beraberliği gerektirir. Zira muhabbet, iki kalp arasındaki bir cereyan hattıdır ve sevginin seviyesi, bu hattın keyfiyetine bağlıdır. Bu kalbî beraberlik; nebevî ahlâktan nasip alarak duygu derinliğine varabilmek ve Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzını kazanabilmekle mümkündür.
Yani gönüller, Allah Rasûlü’nün hâliyle hâl­le­ne­bildiği ölçüde O’nunla beraberliğin feyz ve bereketine nâil olabilir. Böyle bir muhabbet ise, itaat, fedâkârlık ve gayrete bağlıdır. Allâh’a muhabbet, O’nun Rasûlü’ne büyük bir îman vecdiyle tâbî olmayı gerektirir. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın...” (Âl-i İmrân, 31)
“İnsanlardan öyleleri de var ki, Allâh’ın rızâsını kazanmak için kendini ve malını fedâ eder...” (el-Bakara, 207)
İnsanın asıl meçhullerini mâlum kılacak, kabir ve âhiret gibi idrâk ötesi âlemlerin karanlık geçit ve sürprizlerini aydınlatacak ve insanın rûhunu huzura kavuşturacak olan, Cenâb-ı Hakk’a tam bir teslîmiyet ve muhabbetle itaattir. Kul, ancak bu sûretle Hakk’ın râzı olacağı mânevî bir olgunluğa erişir.
Bu hususta takip edilecek en selâmetli yol da, Rabbimizin bütün insanlığa kâmil insan modeli olarak armağan ettiği Hazret-i Peygamber r’in nurlu izinden gitmektir. O’nun gönül dokusundan hisse alarak, ilâhî aşk, vecd ve muhabbette derinleşmeye çalışmaktır.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-111 (Gönlü Rahmet Dergahı Kılmak )


İslâm’ın hikmet ve hakikatlerinden mahrum bir insan, dünya hayatının imtihan hâdiseleri içinde, sürekli değişen şartlar sebebiyle, rûhâniyet ve nefsâniyet arasında bocalar durur. Bu hâliyle o tıpkı;
Karanlık, fırtınalı ve girdaplı bir okyanustaki dümeni kırık bir gemi gibidir. Rûhunun muhtaç olduğu mânevî rotayı kaybetmiş olduğundan, nefsin hangi girdabında helâk olacağı, meçhuller arasındadır.
Hayat yolculuğunun girift koridorlarında dolaşan insanın, kulluk haysiyet ve şerefini kaybetmemesi, ebedî saâdetini mahvetmemesi ve diğer taraftan da İslâm’ın incelik ve zarâfetini idrâk edebilmesi için tâkip etmesi gereken yolu, sırf âciz aklıyla keşfedebilmesi mümkün değildir. Bu ebediyet yolculuğunda ilâhî irşad kânunlarının hükümranlığına ve rehberliğine şiddetle ihtiyaç vardır.
Bütün yaratıklar, hayatlarını sürdürebilmek için beslenmeye mecburdurlar. Bunun gibi insan da hayatta, madde ve mânâ dengesi içinde, doğru bir yol tutabilmek için, aklını selîm hâle getirmeye, kalbini Kur’ân ve Sünnet’in nûru ile beslemeye, velhâsıl ilâhî terbiye altına girmeye mecburdur.
MUHABBET ve İTAAT
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Allah Rasûlü’nü sevmek, O’na itaati ve kalbî râbıta ile beraberliği gerektirir. Zira muhabbet, iki kalp arasındaki bir cereyan hattıdır ve sevginin seviyesi, bu hattın keyfiyetine bağlıdır. Bu kalbî beraberlik; nebevî ahlâktan nasip alarak duygu derinliğine varabilmek ve Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzını kazanabilmekle mümkündür.
Yani gönüller, Allah Rasûlü’nün hâliyle hâl­le­ne­bildiği ölçüde O’nunla beraberliğin feyz ve bereketine nâil olabilir. Böyle bir muhabbet ise, itaat, fedâkârlık ve gayrete bağlıdır. Allâh’a muhabbet, O’nun Rasûlü’ne büyük bir îman vecdiyle tâbî olmayı gerektirir. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın...” (Âl-i İmrân, 31)
“İnsanlardan öyleleri de var ki, Allâh’ın rızâsını kazanmak için kendini ve malını fedâ eder...” (el-Bakara, 207)
İnsanın asıl meçhullerini mâlum kılacak, kabir ve âhiret gibi idrâk ötesi âlemlerin karanlık geçit ve sürprizlerini aydınlatacak ve insanın rûhunu huzura kavuşturacak olan, Cenâb-ı Hakk’a tam bir teslîmiyet ve muhabbetle itaattir. Kul, ancak bu sûretle Hakk’ın râzı olacağı mânevî bir olgunluğa erişir.
Bu hususta takip edilecek en selâmetli yol da, Rabbimizin bütün insanlığa kâmil insan modeli olarak armağan ettiği Hazret-i Peygamber r’in nurlu izinden gitmektir. O’nun gönül dokusundan hisse alarak, ilâhî aşk, vecd ve muhabbette derinleşmeye çalışmaktır.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-112 (Gönlü Rahmet Dergahı Kılmak )


MÂNEVÎ OLGUNLUK
Bu yola sadâkatle baş koyanların gönül âlemleri, engin bir rahmet deryâsına dönüşür. Zira Rahmân ve Rahîm olan Allah, Sevgili Rasûlü’nü de bütün âlemlere rahmet olarak göndermiş ve O’nu insanlığa merhamet vasfıyla da örnek kılmıştır.
Dolayısıyla Allah Rasûlü’nün gönül dokusundan lâyıkıyla hisse alabilenlerin gönülleri de bütün mahlûkâtı kucaklayan bir merhamet dergâhı hâline gelir. Onlar, artık nefsânî takıntıların, şahsî menfaat hesaplarının esâretinden âzâd olmuşlardır. Gönülleri, Allah ve Rasûlullah muhabbeti ile hakîkî muhabbetin lezzetini tatmıştır. Bu sebeple bütün fânî haz ve lezzetler, onların nazarında ehemmiyetini kaybetmiştir. Onların bütün gayreti, düşüncesi, kaygısı, derdi ve ıztırâbı, bütün mahlûkâtın huzur ve saâdeti içindir.
Zira onlar, ilâhî ve nebevî terbiye neticesinde, “Nefsî, nefsî!” hodgâmlığından kurtulmuş, “Ümmetî, üm­me­tî!” diğergâmlığına er­miş­ler­dir. Başkalarının ıztırâbıyla muzdarip olan, onların huzuruyla da huzur bulan, rakik ve hassas bir gönül kıvâmına ulaşmışlardır. Kendi kurtuluşlarının, başkalarının da kurtuluşuna gayret etmekten geçtiğini idrâk etmişlerdir.
Hakk’a vuslatın nasıl bir kalbî kıvama bağlı olduğunu, şu kıssa ne güzel ifâde etmektedir:
Bâyezîd-i Bistâmî -kuddise sirruh- anlatıyor:
“Zamanımızda binlerce velî vardı. Fakat asrın kutupluğu vazifesi Ebû Hafs adında bir demirciye verilmişti. Bunun hik­metini öğrenmek için onun dükkânına gittim. Kendisini çok dert­li, mahzun ve mağmum gördüm. Sebebini sordum. Büyük bir hüzünle şöyle dedi:
«–Acaba benim derdimden daha büyük bir dert, benden daha dertli bir insan var mı? Derdim şudur ki; acaba kıyâmet gününde ümmet-i Muhammed’in hâli nice olur?»
Ardından ağlamaya başladı ve beni de ağlattı. Merak edip sordum:
«–Halkın azâba dûçâr olmasından niçin bu kadar kederle­niyorsun?»
Ebû Hafs Hazretleri ce­vâ­ben:
«–Benim fıtratım merhamet ve şefkat mayasıyla yoğrul­muştur. Şayet ehl-i gafletin bütün azâbı bana yükletilip onlar affedilse, ben bundan ziyâdesiyle memnun olurum ve derdim­ de son bulur...» dedi.
Bunun üzerine anladım ki, Ebû Hafs Hazretleri «nefsî nefsî» diyenlerden değil, peygamber meşrebinde olup «ümmetî ümmetî» diyenlerdendir.”
Görüldüğü üzere Rahmet Peygamberi r Efen­dimiz’in gönül iklîminden hisse alan Peygamber vârislerinin her hâli, rahmet dergâhı bir gönlün yüksek hassâsiyetlerini yan­sıt­mak­ta­dır.
“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada bir din kardeşimin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır… Bir kalpte hüzün varsa, o kalp benim kalbimdir.” diyen Hasan Harakānî Hazretleri; yine bir anlık dalgınlıkla din kardeşlerinin uğradığı felâketi düşünemeyip kendi selâmetine sevindiği için otuz yıl boyunca o ânın tevbe ve istiğfârı içinde olan Seriyy-i Sakatî Hazretleri ve emsâli Hak dostlarının engin hissiyâtı, bu hâlin sayısız tezâhürlerindendir.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-113 (Gönlü Rahmet Dergahı Kılmak )

FAZÎLET ÜSTÜNE FAZÎLET
Gerektiğinde nefsinden de ferâgat ederek dâimâ diğergâm bir ruhla şefkat ve rahmet tevzî eden Hak dostlarından Rabî Hazretle­ri’ne felç isâbet etmişti. Bir gün kapısına bir yoksul geldi. Rabî Hazretleri:
“–Ona bir şeker verin!” dedi. Çünkü kendisi şekeri çok severdi. “Sevdiklerinizden infâk etmedik­çe birr’e (hayrın kemâline) eremezsiniz!..” (Âl-i İmran, 92) âyet-i kerî­mesini böyle anlıyordu.
Rabî Hazretleri’nin ağrısı iyice artınca, canı tavuk eti istedi. Fakat kırk gün kendini tutup, tavuk eti yemedi. Bir gün hanımına:
“–Kırk gündür canım tavuk eti istiyor. Belki vaz­geçebilirim diye kendimi tutmaya çalışıyorum.” dedi.
Hanımı:
“–Fesübhânallâh! Şu kendini yemekten alıkoydu­ğun şeye bak! Bunu Allah sana helâl kılmıştır!” dedi.
Rabî Hazretleri’nin hanımı hemen çarşıya gitti ve bir tavuk aldı. Tavuğu kesip kızarttı. Güzel de bir ekmek yaparak çeşitli katıklardan oluşan bir sofra hazırlayıp getirdi ve Rabî Hazretleri’nin önüne koydu. Tam o esnâda kapıya bir yoksul gelip:
“–Allah rızâsı için bir sadaka verin ki Allah size bereket versin!” dedi.
Bunun üzerine Rabî Hazretleri, tavuğu yemekten vazgeçe­rek hanımına:
“–Al bu tavuğu, şu muhtâca ver!” dedi.
Hanımı:
“–Fesübhânallâh!” deyince Rabî Hazretleri:
“–Sana dediğimi yap!” dedi.
Bu sefer hanımı:
“–Bâri, onun için daha hayırlı olacak bir şey yap.” dedi.
Rabî Hazretleri:
“–Peki, ne yapayım?” diye sorunca, hanımı:
“–Tavuğun parasını verelim, sen de arzuladığın tavuğu ye!” dedi.
Rabî Hazretleri:
“–Gayet güzel bir teklif! Bu tavuğu alacak kadar bir para getir!” dedi. Hanımı parayı getirince de:
“–Şimdi parayı şu tavuğun yanına koy ve ikisini de o zâta ver!” dedi.
Hanımı da hem parayı hem de tavuğu götürüp yoksula verdi. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, [Âl-i İmrân, 92])
Şüphesiz ki bu hâl, cömertliğin zirve seviyesi olan “ÎSÂR” fazîletidir. Yani kendi imkânlarını, Allah rızâsı için bir din kardeşine devredebilme fedâkârlığıdır. Cenâb-ı Hak bu fazîleti âyet-i kerîmede ne güzel tarif ve taltîf eder:
“Onlar kendi canları çektiği hâlde, yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler: «Biz sadece Allah rızâsı için yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız.» (derler). İşte bu yüzden Allah, onları o günün fenâlığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir...” (el-İnsân, 8-11)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-114 (Gönlü Rahmet Dergahı Kılmak )

MERHAMET UFKU
İşte İslâm ahlâkı, gerektiğinde kendi ihtiyacından fedâkârlık ederek bir din kardeşinin gönlünü hoşnud etmekle huzur bulan, böylesine mükemmel bir gönül kıvâmı inşâ etmiştir. Bu kalbî olgunluğa ulaşanlar;
“Mü­’min­le­rin dert­le­riy­le dert­len­me­yen, on­lar­dan de­ğil­dir.”1
“Komşusu açken tok yatan bizden değildir.”2 hadîs-i şerîflerini bütün mânâ ihtişâmıyla kavramışlardır. Yani ellerinin ulaşabileceği her yerden ve her şeyden sorumlu olduklarını anlamışlardır. Açlığınsa sadece mîdenin acıkmasından ibâret olmadığını, asıl ruhların aç kalmasının insanı çok daha ciddî hastalık ve buhranlara sürükleyebileceğini idrâk etmişlerdir.
Emsalsiz örnek şahsiyetimiz Hazret-i Muhammed Mustafa r Efendimiz ashâbına bir gün:
“–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” buyurmuşlardı.
Ashâb-ı kirâm:
“–Yâ Rasûlâllah! Biz hepimiz merhametliyiz.” dediler.
Allah Rasûlü r buyurdular ki:
“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..” (Hâkim, IV, 185/7310)
Yani Rasûlullah r Efendimiz’in şefkat ve merhameti, cihânşümûl bir vasfa sahipti. Zira O’nun mübârek gönlü, bütün mahlûkâta Hâlık’ın nazarıyla bakış tarzı kazanmıştı.
Bunun içindir ki O, düşmanına bile merhametle bakabilen bir ruh asâletine sahipti. Nitekim Bedir Gazvesi’nde ordular karşı karşıya gelmiş, Rasûlullah r Efendimiz, savaş yapmadan anlaşmak için müşriklere elçiler göndererek son îkazlarını yapmaktaydı. Bu esnâda Hakîm bin Hizâm’ın da aralarında bulunduğu bâzı müşrikler, müslümanların havuzundan su içmeye geldiler. Müslümanlar onlara mânî olmak istedikleri zaman Allah Rasûlü r:
“–Bırakınız içsinler!” buyurdu. Gelip içtiler. Daha sonra ise Hakîm hâriç bu müşriklerin hepsi, kılıç çektikleri İslâm ordusu tarafından öldürüldü. Hakîm ise ileride hidâyetle şereflenecekti.3
Yine müslümanlara yıllarca her türlü zulmü revâ gören Mekke müşrikleri açlık ve kıtlığa mâruz kaldıklarında Rahmet Peygamberi Efendimiz r onlara erzak göndermişti. Böylece vaktiyle ambargo uygulayıp kendilerini açlıktan ölüme terk etmiş olanlara, İslâm’ın ne kadar yüksek bir ahlâk anlayışına sahip olduğunu tebliğ etmişti.
Yine Efendimiz r, her fırsatta Ya­ra­tan’­dan ötürü ya­ra­tı­lan­la­ra şef­kat, mer­ha­met, ne­zâ­ket ve bilhassa gönül kırmama ve kırılmama hassâsiyetini telkin ediyordu. Bu sâyede kalpler inceliyor, nezâket ve zarâfet zirveleşiyor, İslâm’ın güler yüzünü temsîl edecek bir gönül kıvâmı inşâ ediliyordu.
Hattâ Rasûlullah r hayvanların bile bakımı ve temizliği husûsunda pek çok tavsiyelerde bulunuyor, bil­has­sa koyun ve keçilerin üze­rin­deki kir ve tozların temizlenmesini istiyordu.4
Bir yılan veya zararlı bir hayvan öldürüleceği zaman bile ona eziyet edilmeden, tek vuruşta öldürülmesini emrediyordu.
Sahâbeden Ebu’d-Derdâ t develerine çok fazla yük vuran insanlara rastlamıştı. Deve, yükün ağırlığından ayağa kalkamıyordu. Ebu’d-Derdâ t hemen devenin üzerindeki fazlalıkları atıp hayvanı ayağa kaldırdıktan sonra sahiplerine şöyle dedi:
“–Eğer Allah Teâlâ, hayvanlara yaptığınız eziyetleri affederse, size büyük bir mağfirette bulunmuş olur. Ben Rasûlullah r Efendimiz’in şöyle buyurduğunu işittim:
«Allah Teâlâ bu konuşamayan hayvanlara iyi davranmanızı emrediyor! Verimli bir arâziden geçiyorsanız hayvanların biraz otlamasına müsâade edin! Kurak bir yerden geçiyorsanız oradan çabuk geçin, bu tür yerlerde fazla oyalanarak hayvanlara sıkıntı ve zarar vermeyin!»” (İbn-i Hacer, el-Metâlibü’l-Âliye, II, 226/1978)
Yine Rasûlullah r bir koyunu sağmakta olan bir şahsa rastlamıştı. Ona:
“–Ey filân! Hayvanı sağdığında yav­rusu için de süt bırak!” buyurdu. (Heysemî, VIII, 196)
Sevâde bin Rebî t şu muhteşem incelik ve merhamet misâlini nakleder:
“Peygamber Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine çıkıp kendisinden bir şeyler istedim. Bana birkaç tane (3 ile 10 arasında) deve verilmesini söyledi. Sonra da bana şu tavsiyede bulundu:
«–Evine döndüğün zaman hâne halkına söyle, hayvanlara iyi baksınlar, yemlerini güzelce versinler! Yine onlara tırnaklarını kesmelerini emret ki hayvanları sağarken memelerini incitip yaralamasınlar!»” (Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)
Yine Efendimiz r ashâbıyla Mekke’ye giderken yolları üstünde kıvrılmış uyuyan bir ceylana rastladılar. Âlemlere Rahmet Efendimiz, ashâbından bir şahsa, herkes geçinceye kadar ceylanın yanında bekleyip kimseye hayvanı tedirgin ettirmemesini emretti.5
On bin kişilik orduyla Mekke fethine gidilirken de, yolda yavrularının üzerine gerilmiş ve onları emzirmekte olan bir köpek görüldü. Efendimiz r ashâbından Cuayl bin Sürâka t’ı yanına çağırarak onu bu köpek ve yavrularının başına nöbetçi dikti. Onların İslâm ordusu tarafından ürkütülmemesi husûsunda tembihte bulundu.6
Bir ara Efendimiz r ateşe verilmiş bir karınca yuvası gördü. Bu hâli kabullenemedi; karıncaların yanık yuvası, onun rakik kalbini dehşete sevk etti. Büyük bir teessürle:
“Kim yaktı bunu? Ateşle azap vermek sadece ateşin Rabbine mahsustur.” buyurdu.7
Yine Peygamber Efendimiz r, hayvanlarına yedirmek için elindeki sopayla bir ağacın dallarına vurarak yapraklarını dökmeye çalışan bir bedevîyi görmüştü. Yanındakilere:
«–O bedevîyi bana getirin, ancak ona yumuşak davranın, onu korkutmayın!» buyurdu.
Bedevî yanına geldiğinde nâzik bir üslûpla:
«–Ey bedevî! Yumuşak bir şekilde ve tatlılıkla sallayarak yaprakları dök, vurup kırarak değil!» buyurdu.(İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, Beyrut 1417, VI, 378)
Yaş bir dalın bile gereksiz yere kırılmasına gönlü râzı olmayan Efendimiz r, ümmetini her fırsatta ve her şeye karşı nezâket, zarâfet, letâfet ve merhamete dâvet ediyordu. Nebâtâta karşı bile hassas davranmamız gerektiğini ifâde sadedinde şöyle buyuruyordu:
“Yerde bitmiş olan hiçbir bitki yoktur ki, onu nezâretçi bir melek kanatlarıyla korumuş olmasın. Bu durum bitkinin hasad edilmesine kadar devam eder. Kim bu bitkiye basıp ezerse, melek ona lânet eder.” (Ali el-Müttakî, Kenz, III, 905/9122)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-115 (Gönlü Rahmet Dergahı Kılmak )

KARINCAYI BİLE İNCİTME!..
İşte mü’min gönüllere en büyük örnek olan nebevî ahlâkın bereketiyledir ki bir çiçeği bile koparmaya kıyamayan, bir karıncaya bile ulu nazarla bakan rakik kalpli, ince düşünceli ve derin duygulu insanlar yetişti…
Şu hâdise bunun şâheser misallerinden biridir:
Kânûnî Sultan Süleyman, sarayın bahçesinde armut ağaçlarını kurutan karıncaların öldürülebilmesi için Şeyhulislâm Ebussuûd Efendi’den aşağıdaki beyitle fetvâ istedi:
Dırahta8 ger ziyân etse karınca, Zararı var mıdır ânı kırınca?
Pâdişâh’ın bu fetvâ talebine, Ebussuûd Efendi de bir beyitle cevap verdi:
Yarın Hakk’ın dîvânına varınca; Süleyman’dan hakkın alır karınca!..
Bir karıncayı bile incitmekten çekinecek kadar mükemmel bir mânevî terbiye ile gönülleri yoğrulan kâmil mü’minler, bütün mahlûkâta rahmet pınarı oldular. Şefkat ve merhametleri bütün mahlûkâtı kucaklayacak kadar genişledi. Gölgesi her yere ulaşan rahmet bulutları hâline geldiler. Bereketli nisan yağmurları gibi bütün mahlûkâtın gönül bahçelerini yeşertip ihyâ ettiler. Her şeye karşı güzel ahlâkın incelik, nezâket ve zarâfeti içinde yaşadılar.
YARATAN’DAN ÖTÜRÜ!..
Hak dostlarından Ahmed er-Rufâî Hazretleri, hayvanlara karşı çok merhametli idi. Bir köpek, cüzzam hastalığına yakalanmıştı. Köpeği görenler, ondan tiksiniyor ve onu hiç kimse kapısına koymuyordu. Köpek, bu şekilde kapılardan kovula kovula, Seyyid Ahmed er-Rufâî Hazretleri’nin kapısına geldi. Dermansız ve yara-bere içindeydi.
Köpeğin bu hâlini gören Ahmed er-Rufâî, onu alıp şehrin dışında bir yere götürdü. Ona bir gölgelik yaptı. Köpeği orada tedâviye başladı. Temizledi, yarasına merhem sürüp karnını doyurdu. Kırk gün bu şekilde tedâvi gören köpek sıhhate kavuştu. Cüzzamdan eser kalmadı. Sonra köpeği güzelce yıkayıp şehre getirdi. Kendisine:
“–Efendim! Bu köpekle çok alâkadar oldunuz, acaba hikmeti nedir?” diye sordular. Onlara şu karşılığı verdi:
“–Kıyâmet günü Rabbimin bana, «Bu köpeğe niçin acımadın? Onu uğrattığım bu belâdan niçin kurtarmadın? Aynı belâya senin de düşebileceğin ihtimâlini niçin düşünmedin?» diye sormasından korktum.
Ey insanlar! Kalplerinizi Allah Teâlâ’nın yarattıklarına karşı merhamet hissiyle doldurunuz. Cenâb-ı Hakk’ın sizi de onlarla aynı derde müptelâ kılmasından korkunuz!”
&
İşte Hak dostları, âdeta meleklerin letâfetinden hisse alma gayreti içinde, rakik bir gönülle yaşamışlardır. İnsanları incitmek, kul hakkı yemek, hakkı olmayan bir şeye el uzatmak şöyle dursun, sahip oldukları nîmetlere bile Hakk’ın bir emâneti nazarıyla bakıp derin bir mes’ûliyet hissiyâtı içinde, son derece nâzik ve titiz ölçülerle davranmışlardır.
Unutmamak gerekir ki Cenâb-ı Hak, mü’minleri her vesîle ile Dâru’s-selâm’a, yani cennete dâvet ediyor. Bunun için de gönül âlemlerinin dâimâ;
• Cenâb-ı Hak’la beraber olup her an ve her vesîleyle Allah rızâsını aramasını,
• Allah Rasûlü’ne muhabbetle itaat hâlinde olmasını,
• Din kardeşliği mes’ûliyetini unutmamasını,
• Hâlık’ın nazarı ile mahlûkâta şefkat, merhamet ve muhabbetle bakış tarzı kazanmasını istiyor.
Rabbimiz, bu hassâsiyetleri gönüllerimizden eksik etmesin! Yüreklerimizi, içinde bütün mahlûkâtın huzur ve sükûn bulduğu bir şefkat sığınağı ve rahmet dergâhı eylesin!
Âmîn!..
 

ayşe.a

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Tem 2008
Mesajlar
3,140
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
selamun aleyküm sayın takım kaptanım:a12: ben de katıldım artık yakından takip etmeye çalışcam inşaallah fırsat buldukça yeni kitabın başından başlayarak okudukça size yetişcem burda da belirticem nerde olduğumu, selam ve dua ile :a03:
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-116( Yaratan’dan Ötürü Yaratılanlara Merhamet)
Şeyh Sâdî-i Şîrâzî, bir mü’minin sahip olması gereken kalbî derinlik ve inceliği bir hikâye ile şöyle îzah eder:
“Bir yıl Şam’da öyle bir kıtlık oldu ki, âşıklar aşkı unuttu. Gök, yere öyle cimri oldu ki, bir damla bile yağdırmadı. Ekinler, dudaklarını bile ıslatamadı. Ne kadar pınar varsa kurudu. Yoksulların gözyaşlarından başka hiç su kalmadı.
Vaziyet böyle iken, bir gün yanıma bir dostum geldi. Bir deri bir kemik kalmıştı. Hâlbuki zengin, kudretli, şan ve şeref sahibi, hem de cüsseli bir insandı. Hâlini görünce şaştım; ona sordum:
«–Ey güzel huylu dostum; ne oldu, nasıl bir felâkete uğradın? Gördüğüm bu zayıf, bitkin ve kederli hâlinin sebebini anlat bana!..» dedim.
Dostum benim bu sözlerime üzüldü, hayret içinde şöyle dedi:
«–Dostum! Kederimin sebebini bilmiyorsan, bu ne gaflet! Biliyorsan niçin soruyorsun? Görmüyor musun ki, felâket son raddeye vardı. Ne gökten yere yağmur iniyor, ne yerden göğe, âh edenlerin feryâdı çıkıyor!»
Ona dedim ki:
«–Biliyorum! Fakat bu kıtlık, seni niye bu kadar teessüre gark ediyor ki. Senin her şeyin var. Başkaları açlıktan helâk olsa, bundan sana ne?»
Bunun üzerine o kemâl ehli dostum, sanki âlimin câhile bakışı gibi bana mânidar mânidar baktı ve şöyle dedi:
«–Sâhilde olup da dostlarının denizde boğulmakta olduklarını gören bir insanın kalbinde huzur olur mu? Benim şu benzim, halkın sefâletinden sarardı. Beni kimsesizlerin ve yoksulların hâli bu duruma getirdi. Vicdan sahibi olan, kendi âzâsında yara görmek istemediği gibi, Allâh’ın diğer mahlûkâtında da görmek istemez. Allâh’a hamdolsun yaram yok, fakat başkalarının ıztırâbı benim vicdânımı tir tir titretiyor. Hastanın yanında oturan insan, sıhhatte olsa bile, hiç keyifli olabilir mi?
Zavallı fakir bîçârelerin hâlini gördükçe, yediğim her lokma boğazıma diziliyor. Sanki zehir yutuyorum. Hemcinslerini sefâlette gören bir insan, gülistanda nasıl eğlenir? Biri ağladığında benim de gözüm nemlenir.»”
Muzdaribin çilesiyle derinleşen kâmil mü’minlerin ince ve hassas gönüllerinde âdeta bir mahşer kaynar. Bu yürek yanışı, onları Hakk’ın merhamet dergâhına açılan kapının eşiğine kadar getirir. Orada kim bilir ne müstesnâ sırlar işitir, ne muhteşem hikmet manzaraları seyrederler?!.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-117( Yaratan’dan Ötürü Yaratılanlara Merhamet)

HAK YARATTI DİYE…
Îman, muhabbetin hakîkatine vâsıl olmaktır. Muhabbeti, onun mutlak menbaına ve ona en lâyık olana, yani Allah Teâlâ’ya hasredebilme mahâretidir. Fakat seven, sevdiğinin sevdiklerine de muhabbet duyar. Dolayısıyla Allâh’a duyulan muhabbet, başta O’nun Habîbi olan Peygamber Efendimiz (sav), Ehl-i Beyt’i, Sahâbe-i Kirâm’ı, Hak dostlarını, sonra da Allah katındaki kıymeti nisbetinde her varlığı sevmeyi îcâb ettirir.
Yunus Emre Hazretleri; “Yaratılanı severiz, Yaratan’dan ötürü…” derken ve sarı çiçekle içli ve derin bir hasbihâle dalarken, varlıklardaki ilâhî kudret mührünü seyretmenin ulvî hayranlığıyla mest olmuş bir hâldeydi…
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, intisâbının ilk yıllarında hizmetiyle meşgûl olduğu hayvanâtın hazin hazin sesler çıkararak Hakk’a yalvarışlarına vâkıf olurken, bambaşka bir mânevî hazzı tatmaktaydı.
Hüdâyî Hazretleri, hangi çiçeği koparmak için elini uzatsa, o canlıların kendi dillerince Hakk’ı tesbîh ettiklerini işitip hiçbirini koparmaya kıyamamıştı…
Zira Hak âşıkları için kâinatta hikmetsiz ve abes bir varlık yoktur. Bütün mahlûkat, onları yoktan var eden Mutlak Sanatkâr’ın idrâk ötesi mükemmellikteki ilim, kudret ve sanatının bir eseridir. Dolayısıyla da, ilâhî azametin mührünü taşımaktadır. Bu sebeple Hak âşıkları, dâimâ hikmette derinleşerek bütün âlemleri ilâhî muhabbet hisleriyle ve ibret nazarıyla seyreder, duydukları hayranlıkla mest olurlar.
 

gul tanem

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Eyl 2007
Mesajlar
776
Tepki puanı
0
Puanları
0
Çok güzel bir kitap Allah razı olsun...
Herkesin okuması gereken bir kitap.
Allah okuduğumuz bu kitaplarla amel etmeyi nasip etsin. önemli olanda bu zaten...
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-117( Yaratan’dan Ötürü Yaratılanlara Merhamet)
RAHMET NAZARI
Muhyiddîn ibn-i Arabî Hazretleri buyurur ki:
“Allâh’ın kullarına, şefkat ve merhametle muâmele et. Merhamet ve şefkatini bütün canlılara ve mahlûkâta bolca yay ve sakın ola ki; «Bu ottur, cansızdır, faydası yoktur.» deme! Bilâkis, senin idrâkinin ötesinde, onların pek çok faydası ve hayrı vardır. Yaratılmışı, bulunduğu hâl üzere bırak ve ona Yaratıcı’nın merhametiyle merhamet et!”
Kâmil bir îmânın ilk meyvesi merhamettir. Merhamet ise, elimizde olanı, bizden daha mahrûm olana ikrâm etmemizdir. İnsan, îmanda kemâle erdikçe, gitgide genişleyerek bütün mahlûkâtı şümûlüne alan bir merhamet dergâhı hâline gelir.
Hakk’ı seven, O’nun mahlûkâtını da sever. Hakk’a dost olan, O’nun yarattıklarıyla da dost olur. Bütün mahlûkâta Hâlık’ın şefkat ve merhamet nazarıyla bakabilmek ise, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmanın bir zaferidir.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz r şöyle buyurur:
“Cenâb-ı Hak rahmetini yüz parçaya ayırdı; bunun doksan dokuzunu kendi katında tuttu, bir cüz’ünü de yeryüzüne indirdi. İşte bu bir cüz rahmet sebebiyle, yaratıklar birbirine merhamet ederler. Hattâ ana atın, (süt emzirirken) yavrusuna zarar vermemek için ayağını yukarı kaldırması bile, bu yüzde birlik rahmetin eseridir.” (Buhârî, Edeb, 19; Müslim, Tevbe, 17)
Dolayısıyla ilâhî ahlâk ile ahlâklanan bir gönül insanı da Yaratan’dan ötürü yaratılanı hoş görür; kendini, yüreğinin uzanabildiği her yerde vazifeli addeder; muhtaçların imdâdına koşar; şefkat ve merhamet tevzî eder.
Zira mü’minin gönlünde îman muhabbeti arttıkça, nihâyet bütün varlıkları -Allah katındaki kıymetleri ölçüsünde- bu muhabbet hâlesinin içine alacak seviyeye ulaşır. Mü’min bu durumda, hakikî âşık, yâni Hak dostu olur.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-118( Yaratan’dan Ötürü Yaratılanlara Merhamet)

Hak dostları da mahlûkâta, daha ziyâde özüne îtibâr ederek davranırlar. Meselâ varlıkların en mükerremi olan insana, “Allâh’ın yeryüzündeki halîfesi” olduğu şuuruyla nazar ederler. Ve yine ona, ilâhî bir sır üflendiğinin[1] idrâkiyle yaklaşırlar.
Bu sebeple dînimizde insanın dirisine olduğu kadar ölüsüne bile hürmet gösterilmesi emredilmiştir. Efendimiz r bir insan ölüsüne rastladıklarında onun müslüman olup olmadığına bile bakmadan hemen defnedilmesini isterlerdi. Yine dînimizde, insana duyulan bu hürmetten dolayı, cenâzelerin çok soğuk veya kaynar su ile yıkanması, hırpalanması, kabirlerin üzerine basılması veya orada saygısız tavırlar sergilenmesi nehyedilmiştir.
Günümüzde, bilhassa uzaktaki dost ve akrabâların da cenâze merâsimine iştirâk edebilmeleri için soğuk hava depolarında veya morglarda cenâzeleri günlerce bekletmenin, aslında mevtâlara cefâ etmek olduğunu unutmamak gerekir. Nitekim Peygamber Efendimiz r, cenâzenin techiz ve tekfin işinde acele edilmesini, tabutun süratle taşınmasını ve cesedin de bekletilmeden bir an önce defnedilmesini tavsiye etmişlerdir.[2]
Öte yandan, mahlûkâta Hâlık’ın merhamet nazarıyla bakabilen kâmil mü’minler, günahkâr bir insana bile, -ne kadar günaha batmış olursa olsun- özündeki mükemmelliğe îtibâr ederek, sırt çevirmezler. Onun hidâyetini ve tevbeye yönelmesini diler, ebedî hayatını kurtaracak bir can simidi olmaya gayret ederler. Şu misal, bu hakîkati ne güzel îzah eder:
Mevlânâ Hazretleri’nin dergâhındaki bir sohbet esnâsında, sarhoşun biri çıkagelir. Dervişler onu inciterek dışarı çıkarmak isterler. Hazret-i Mevlânâ, o sarhoşun hakîkati aramak için dergâha sığınan bir insan olduğunu düşünerek onu incitenlere hitâben;
“–Şarabı o içmiş, âdeta siz sarhoş olmuşsunuz!” îkâzında bulunur.
Zira mahlûkâta Hâlık’ın nazarıyla bakabilmek; günâha olan nefreti günahkâra taşırmamayı ve günahkâra öfkelenmek yerine acımayı îcâb ettirir. Îman nîmetinden mahrumlara veya nefsânî zaaflara kapılmış olanlara, yılanların soğuk ve zehir saçan diliyle değil, rahmet lisânıyla yaklaşarak evvelâ gönüllerini fethetmek gerekir.
Mü’minin vazifesi, günahkâra öfkelenip onu kendi hâline terk etmek veya ona bağırıp çağırmak değil, onun elinden tutarak nezih bir hayâta dönmesine yardımcı olmaktır. Hak dostu Mevlânâ Hazretleri’nin; “Gel, gel, ne olursan ol, yine gel!..” şeklindeki müsâmahakâr dâvetindeki gâye de, insanı öz cevheriyle tanıştırıp onu şefkat ve merhametin feyizli zemininde günah kirlerinden arındırmak ve îmânın lezzetini tattırmaktır. Zira kâmil mü’minlerin gönül dergâhları, mânevî hastalıkların rahmet üslûbuyla tedâvî edildiği bir mânevî rehabilite merkezi durumundadır.
Tâbiînden hadis ve fıkıh âlimi Mutarrif bin Abdullah buyurur ki:
“Günahkârlara karşı içinde bir merhamet hissi duymayan kimse, hiç olmazsa onların lehine (onlar için) tevbe ve istiğfâr ile duâ etsin. Zira yeryüzündekilere Allah Teâlâ’dan mağfiret dilemek, meleklerin ahlâkındandır.”
İşte Allâh ile dost olanlar, bilhassa da din kardeşleriyle dost olurlar. Onlara derin bir muhabbet beslerler. Hattâ bu muhabbetleri daha da genişleyerek, bütün insanları kurtarmanın derdine düşerler. Nitekim;
“–Allâh’ın velî kulları halk içinde nasıl tanınır? Alâmetleri nelerdir?” sorusuna Ebû Abdullah el-Basrî şu cevâbı vermiştir:
“–Velî, dilinin çok tatlı ve ahlâkının güzel olmasıyla, özür dileyenlerin özrünü kabûl etmesiyle, -ister iyi ister kötü olsun- bütün mahlûkâta tam bir şefkat ve merhametle bakmasıyla anlaşılır.”
Hakîkaten, kâmil bir mü’minin yüreği, bir insanın ebedî kurtuluşuyla bahtiyar olurken; mânevî çöküntü içinde olmasından da mahzun olur. Zira onun yüreği, düşmanı bile olsa, her insanın helâk oluşundan ıztırap duyan bir merhamet ummânıdır. Bu sebeple, hiç kimsenin zarara uğramasını istemez, bilâkis bütün insanların selâmet ve saâdetini diler.
Nitekim Rahmet Peygamberi Efendimiz r, Tâif’te taşlanırken Rabbine, o belde halkının helâki için değil, hidâyeti ve ebedî kurtuluşu için duâ etmiştir.
Yâsîn Sûresi’nde kıssası anlatılan Habîb en-Neccar, dünyaya âit perdeler kapanıp ilâhî perdeler açılınca kendisini taşlayanlara merhamet ederek:
“…Âh keşke Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrâma mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi.” (Yâsîn, 26-27) demiştir. Bu da, kendisini şehîd eden kavminin bile kurtuluşunu arzulayan bir mü’minin yüreğindeki şefkat ve merhamet ufkunu ortaya koymaktadır.
 

ayşe.a

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Tem 2008
Mesajlar
3,140
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
yaradılanı yaradan'dan ötürü sevmek...

keşke hayatımızın her anında bunu uygulayabilsek, emeğine sağlık abicim Rabbim razı olsun :a03:
 

deniz hışır

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
10 Haz 2008
Mesajlar
145
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
33
Sâhilde olup da dostlarının denizde boğulmakta olduklarını gören bir insanın kalbinde huzur olur mu?:a12: harika bir yorum..
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt