Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

kırk gram tebessüm (1 Kullanıcı)

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
33
Konum
.........
Amerika’nın İlk Kaşifleri Müslümanlar
Eski tarih kaynaklarının işaret ettiğine göre, Amerika’ya giden ilk denizci, Kurtuba halkından ‘Haşhaş’ isimli bir gencin oluşturduğu gruptur. İslâm tarihçisi Mesudî, 956 yılında kaleme aldığı eserinde bunu hikaye etmiştir. Sonraki tarihlerde başka bir Berberî sultanı da, 3000 kayıkla Amerika’ya gitmiştir. Bundan sonra Berberîler, Batı Afrika kıyılarından hareketle sık sık Amerika’ya ulaşacaklar ve orada yerleşik bir bölge oluşturacaklardır. Kolomb hâtıralarında bunu, Küba’da Berberî kabileler gördüğünü ve Arapça konuştuklarını söyleyerek tasdik etmektedir.
Amerika kıtasından 1000 yıllarında ilmen ilk defa bahseden ise, Müslüman ilim adamı Birunî’dir. Müslüman alim ve kâşifler Kolomb’dan asırlar önce yeni kıtanın varlığından haberdar olmuşlardı. Zaten Kolomb da, başta İbn-i Rüşd olmak üzere bir çok Müslüman denizci, coğrafyacı ve bilginin eserleri ve tecrübelerinden istifade etmişti.
Bunu Kolomb, 1498’de Haiti’den yazdığı mektupta, ‘Avenruyz-İbn-i Rüşd’ adlı yazarın, yeni dünyanın mevcudiyeti hakkında kendisini bilgilendirdiğini belirterek doğrulamıştı. Kolomb’un oğlu da anılarında, babasının şöyle dediğini yazmıştır: “Tanrı’ya yemin olsun ki, buralarda bir kara parçası var. Bunu Müslümanların kitaplarında okudum. Müslümanlar bilirler ve yalan söylemezler.”
 

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,548
Tepki puanı
897
Puanları
113
Yaş
65
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
Günlerden Pazar ılık ve güneşli bir gün... Keyifli bir kahvaltı yapıp sokağa çıkıyorum.İçimde dalga dalga bir sevinç sebebini bilmiyorum. Herşey benimle birlikte bayram yapıyor sanki...Yolda uzun zamandır görmediğim bir gençle karşılaşıp hal hatır sorduktan sonra;
-Amcana selam söyle diyorum.Kendisini çok severim bilirsin.Delikanlı yüzüme şaşkın şaşkın bakıp:

-Amcam 4 ay önce öldü diyor.Duydunuz sanıyordum. Bir anda bütün neşemi kaybedip kanımın beynime çıktığını hissediyor fakat bu arada amcasının cenazesine bile gittiğimi bile hatırlıyorum. Genç bana "bunamış"falan dememeli.Bunun için lafı değiştiriyorum.

-Öldüğünü biliyorum canım diyorum.Hatta cenazesine dahi gitmiştim.Ama bilirsinki mezarlıklar ziyaret edildiğinde orada yatanlara selam verilir.Kabrine uğradığında "amcana benim namımada selam ver"demek istemiştim. Delikanlı herhalde ilk defa karşılaştığı bu selam şekli karşısında ister istemez"baş üstüne"deyip ayrılıyor.Bende derin bir nefes alıp yoluma devam ediyorum. Her Pazar olduğu gibi teyzemin evine uğrayacağım.Elini öpüp dertleştikten sonra her zaman olduğu gibi buzdolabını ziyaret ediyorum.Ağzının tadını bildiği için dolap birbirinden nefis şeylerle dolu.Bu arada:

-Dün akşam çarpıntım vardı diyor.Bu günlerde herhalde tıkanıp öleceğim.Yediğim nefis tatlıları bizim buzdolabında da görmek isteyişimin tesiriyle olmalı ki yanlışlıkla;

-Allah hepimize göstersin diyorum.Çok memnun olurum. Teyzem sözlerimin tesiriyle donup kalmışken birden işin farkına varıyorum.Tatlılar mideme oturuyor.Ne diyeyim şimdi ona?Birkaç saniye düşünüp:

-Teyzeciğim yanlış anlama diye lafı çeviriyorum." Allah göstersin diyorum"çünkü insanlar vardır ki cenazesi bile kalkmadan ölüp gidiyorlar.Yani cesetleri bulunamıyor.Sevdiklerimizin eliyle inşallah cennete uğurlamak için" Allah hepimize göstersin"diyorum.Teyzem başını sallayarak:

-Haklısın yavrum haklısındiyor.O da bir nimet değilmi?Haydi bir tatlı daha yiyiver.Başıma gelenlere rağmen karnımı doyurup neşe içinde oradan ayrılıyorum. Pazar keyfim henüz tamamlanmamış.İlerideki bir evin önünde gördüğüm kalabalığa yaklaşıp çömelmiş vaziyette duran adama:

-Kolay gelsin diyorum.Kimin düğünü bu? Adam 2 metrelik boyuyla doğrulup tepemde solurken:

-Ne düğünü be adam diye kükrüyor.Görmüyormusuncenaze kaldırıyoruz?! Bir anda yumruk yemiş gibi olup kanımın tekrar beynime çıktığını hissediyorum.Adam ise hızını alamamış olmalı ki kollarını sıvayıp üzerime üzerime geliyor.Korkudan dizlerimin bağı çözülmemiş olsa yeni bir 100 metre rekoru kırmam içten bile değil.Ama ne mümkün?Asırlık bir çınar ağacı gibi toprağa kök salmış kımıldayamıyorum.Yapabileceğim tek şey adam yüzümün şeklini değiştirmeden lafı değiştirmek. Kestirme bir cevap ararken bir yandan da fakir fukaraya adaklar adıyor ve sonunda:

-Yanlış anladın be ağabeyciğim diyorum.Bilirsin ki ölüm iman sahipleri için cennete gitmeye vesiledir.Yani onlar için düğünden farksızdır.Bu yüzden sana"Kimin düğünü var?"diye sordum. Söylediklerim adamın aklına yatmış olmalı ki birkaç saniye düşünüp:

-Kusura bakma arkadaşımdiyor.Cahilliğime ver.Ölen babam olduğu için bir anda sinirleniverdim işte. Yeniden dünyaya gelmiş gibi Allah ''a şükrediyorum.Tekrar yürüyebilmek için kuvvet toplarken kendi kendime:

-Geveze adam diye söyleniyorum.Sen neşelisin diye herkesinde öyle olmasımı gerekiyor?Çabuk eve yürü ve gidene kadarda kimseyle bir kelime bile konuşma...

Cüneyt suavi
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
33
Konum
.........
Adamın birisi hile ile tuzağına bir kuş düşürdü. Kuş ona dedi ki:
- Ey ulu hoca! Sen şimdiye kadar birçok deve kurban ettin, birçok öküz, koyun yedin! Dünyada onlarla doymadın da, benimle mi doyacaksın? Eğer bırakırsan beni, sana öyle üç öğüt veririm ki, aklın şaşar! Birincisini elinde iken, ikincisini samanla karışık balçıktan yapılma su damın üzerinde, üçüncüsünü de ağacın dalına konduğumda veririm. Bu üç öğütle bahtın iyileşir, rahat edersin. Ne dersin ha? Bak ilkini söylüyorum: “ Olmayacak söze; kim söylerse söylesin, inanma!” Tamam mı?
Adamın akli yattı kusun bilgeliğine, gevşetiverdi parmaklarını, pırrr diye uçtu, azat oldu, duvarın üzerine konup dedi ki:
- Geçmiş, gitmiş şeye gam yeme. Fırsatı kaçırdın diye dövünme! Bak beni bıraktın ama su küçücük bedenimde on dirhem ağırlığında, değerine paha biçilemeyecek bir inci var idi. Sana da, oğullarına da yeterdi de artardı bile! O inci senin hakkındı! Fakat kısmetin değilmiş kaçırdın... Dünyada bir eşi bulunmayacak kadar kıymetli ve emsalsiz idi...
Adam, gebe kadın doğururken nasıl feryat eder, bağırırsa öyle bağırmaya, dövünmeye başladı.
Kuş dedi ki: -Sana geçmiş, gitmiş şeye üzülme, gam yeme diye nasihat etmedim mi? Mademki, geçip gitti... Neden üzülürsün? Sen; ya benim öğüdümü anlamadın yahut da sağırsın! Aslanım, ben kendim üç dirhem gelmem zaten, içimde on dirhemlik inci nasıl bulunabilir?
Adam bu söz üzerine kendine geldi;
- Haydi, dedi... o üçüncü güzel öğüdü de ver bakalım!
Kuş dedi ki: - Allah için, o ikisini iyi tuttun da üçüncüsünü sana bedava söyleyeceğim ha!
Uykuya dalmış, bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak yere tohum saçmaktır.
Aptallık ve bilgisizlik yırtığı yama kabul etmez!
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
33
Konum
.........
Türk Halkı Ne Kadar Okur Yazar?
Zihnimizi çocukluk çağından itibaren yaşam gerçekliğine dair sorular işgal etmeye başlar. Kendimizi ve yaşamı tanımanın, sorularımızı cevaplandırmanın tek yolu da okumaktan geçer. Okumak insanın kalitesini artırır.
İnsan kalitesi her türlü toplumsal yapıda, sorunların kısa sürede çözülebilmesi, gelişimin sağlanması için en önemli unsurdur. Okuyan bireylerden oluşan bir toplum öngörüsü yüksek, ufku geniş ve ilerlemeye açık bir toplumdur. Okuyan bir halk okumayana, çok okuyan bir halk, az okuyana karşı daima üstündür.
Toplumsal kalitenin oluşması bilgiye ve okumaya bağlıdır. İnsanlar bildiklerinin büyük bölümünü okuma yoluyla edinmektedir. Okuma, bilgi edinmede şimdiye kadar aşılamamış bir araç olma niteliğini korumaktadır. Sanayi ötesi toplumda, müthiş bilgi üretiminin yanı sıra, bu bilginin büyük bir hızla eskidiği, bu nedenle de sürekli güncelleştirilmesi ...
CEMAL KONDU
cemal_kondu@*****.comBu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

Zihnimizi çocukluk çağından itibaren yaşam gerçekliğine dair sorular işgal etmeye başlar. Kendimizi ve yaşamı tanımanın, sorularımızı cevaplandırmanın tek yolu da okumaktan geçer. Okumak insanın kalitesini artırır.
İnsan kalitesi her türlü toplumsal yapıda, sorunların kısa sürede çözülebilmesi, gelişimin sağlanması için en önemli unsurdur. Okuyan bireylerden oluşan bir toplum öngörüsü yüksek, ufku geniş ve ilerlemeye açık bir toplumdur. Okuyan bir halk okumayana, çok okuyan bir halk, az okuyana karşı daima üstündür.
Toplumsal kalitenin oluşması bilgiye ve okumaya bağlıdır. İnsanlar bildiklerinin büyük bölümünü okuma yoluyla edinmektedir. Okuma, bilgi edinmede şimdiye kadar aşılamamış bir araç olma niteliğini korumaktadır. Sanayi ötesi toplumda, müthiş bilgi üretiminin yanı sıra, bu bilginin büyük bir hızla eskidiği, bu nedenle de sürekli güncelleştirilmesi gerektiği bilinmektedir.
Bilimsel gelişmeler yalnızca kendi alanlarında değil, tüm bilim dünyasında ve güncel yaşamda bilgi yığılmalarına yol açıyor. Günümüzde yalnız güncel konulardaki yayınlar bir yılda yüz milyon sayfanın üzerine çıkmaktadır.
Dünyada bir yılda yayımlanan tüm yazıları okuma imkânı bulunmamakla birlikte, her gün sekiz saatini okumaya veren birinin, bir yılda yayımlanan yapıtı okuyup bitirebilmesi için en az bin beş yüz yıla ihtiyacı var.
Kitap Okumak İçin Türk’ün Ayırdığı Zamanın;
< 300 katını bir Norveçli ayırıyor.
< 210 katırı bir Amerikalı ayırıyor.
< 87 katını bir İngiliz ayırıyor.
< 87 katını bir Japon ayırıyor.

Kim Ne Kadar Kitap Basıyor?

< ABD’de 72 bin kitap basılıyor.
< Rusya’da 58 bin kitap basılıyor.
< Japonya’da 42 bin kitap basılıyor.
< Fransa’da 27 bin kitap basılıyor.
< Türkiye’de ise 7 bin kitap basılmakta.
Neden Kitap Okumuyoruz?
< Kitapların pahalı olması
< Kısıtlı zaman
< Eğitim sürecinin okuma alışkanlığı kazandırmaması
< Televizyon
< Geçim koşullarının ağırlığı, kitap okumamamızın nedenleri arasında görülüyor
Okuma Üstüne İstatistikler
< Japonya’da toplumun % 14’ü, Amerika’da %12’ si, İngiltere ve Fransa’da % 21’i düzenli kitap okurken, Türkiye’de durum % 0,01 yani on binde bir.
< Toplam nüfusu sadece 7 milyon olan Azerbaycan’da kitap ortalama 100.000 tirajla basılırken, Türkiye’de bu rakam 2000-3000 civarında basılmaktadır.
< Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Rapor’unda kitap okuma oranında Türkiye, Malezya, Libya ve Ermenistan gibi ülkelerin bulunduğu 173 ülke arasında 86. sıradadır.
< Bir Japon bir yılda ortalama 25 kitap okuyor.
< Bir İsviçreli bir yılda ortalama 10 kitap okuyor.
< Bir Fransız bir yılda ortalama 7 kitap okuyor.
< Türkiye’de 6 Türk’e yılda 1 bir kitap düşüyor.
< Türkiye’de okuma alışkanlığına sahip olan kişi sayısı ortalama 40 bin kişi.
Zirvenin Yolunu Okuyarak Adımlayanlar
İnsanlar niçin okumak isterler? Bilgili insan olmak için mi, yoksa değişmek için mi? Başarılı insanların hedefi her ikisi de olmuştur. Okumanın en güzel yanı, parlak ilhamlar vererek hayatınızda ani değişimler yapma gücüne erişmemizi sağlamaktır. İşte yükselişlerini okumaya borçlu olan kişilere birkaç örnek...
< Maksim Gorki, fırında çırak olarak çalıştığı yıllarda Tolstoy’un bir hikayesi ona ilham vermiştir.
< Telefonu icat eden Alexander Graham Bell, Alman yazar Helmholtz’un ‘ses’ hakkında yazdığı bir eserden esinlenmiştir. (1876)
< Ünlü romancı Jack London, sokakta bulduğu bir kitaptan etkilenerek yazarlık serüvenine ilk adımı atmıştır.
< Walt Disney, ünlü insanların hayat öykülerini okuyarak ilham almış ve hayatı değişmiştir.
< Elektriğin dehası Faraday, okuduğu kitaplardan esinlenerek elektriği bulup geliştirmeyi başarmıştır.
< Charles Dickens ünlü insanların yaşamlarına meraklı olduğu için onların hayatlarını okumuş ve kendi kitaplarında da bunlardan esinlenmiştir.
< Uçağı icat eden Wright Kardeşler, bu fikri bir kitaptan etkilenerek ortaya atmışlardır. (1923)
< Ampulü icat eden Edison, kitap okumak için gecesini gündüzüne katmıştır.
< Aleksander Dumas, yıl boyunca günde 16 saat okuyup hayatını değiştirmiştir.
< Henry Ford, otomobil yapma fikrini bir Fransız yazarın makalesinden almıştır. Makalenin bir ziraat dergisinde yer aldığı biliniyor.
< Şimendifer frenlerinin mucidi George Westinghouse, bu icadını The Livingage adlı İngiliz dergisine borçludur.

 

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,548
Tepki puanı
897
Puanları
113
Yaş
65
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
Ziyafet

Yaşlı kadın, misafirlerine süt ikram ederken:

- Sizler de gelmeseniz, kapımı çalan olmayacak, diyordu. Beni ne kadar sevindirdiğinizi bir bilseniz...

Kadıncağız, kendisi gibi yaşlanmış ve yıkılmaya yüz tutmuş olan bir ahşap evde yaşıyor, eşinin vefatından sonra bağlanan "dul aylığı"yla geçinmeye çalışıyordu.

Hiç bir masrafı yoktu. Allah bereket versin, o para yetiyordu. Fakat ihtiyarlıktan da zor gelen "yalnızlık", belini tam anlamıyla bükmüştü.

Yan taraftaki bakklın çırağı, her gün pencereyi tıklatıp istediği şeyleri getirmesine rağmen, dükkan sahibinden korktuğu için onunla konuşmazdı. Kadıncağız, böyle zamanlarda daha da garipleşir ve kendisi sık sık uğrayan vefalı misafirlerini beklemeye koyulurdu.

İşte o misafirler yine gelmiş ve ikram edilen sütü içmeye başlamışlardı. Yaşlı kadın, duvardaki sararmış resmi gösterirken:

- Rahmetli eşim, oldukça uzun boyluydu, dedi. Onun yanındaki ise oğlumdur. Bu resim çekilirken küçücüktü. Doktor olup yurt dışına yerleşecek ve bir daha bizi aramayacak deselerdi, kim inanırdı?

Misafirler, her gelişlerinden aynı şeyleri dinledikleri için, yaşlı kadının sözüne kulak asmıyorlardı. Kadın, devam ederek:

- Benim kucağımdaki de kızımdır, dedi. Saçları altın sarısı gibiydi. Zengin bir iş adamıyla evlendikten sonra, nedense anacığına vakit ayıramadı.

Kadının nemli gözleri duvardaki resme takılı kalmış, misafirler ise sütlerini bitirip yola koyulmuşlardı... Hep birlikte, döşemedeki kırık tahtaların arasından geçerek gözden kayboldular...

Yavru kedicikler, ertesi gün yine gelecek ve ihtiyar kadının verdiği ziyafete katılacaklardı...

Cüneyd Suavi
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
33
Konum
.........
Bir İnsan Bir Bilge Bir Savunma
Benim gibi yaşlı bir insana, sizlerin karşısına sözlerini hoş göstermeye çabalayan genç bir hatip gibi çıkmak yakışmaz. Kimse benden bunu beklemesin. Bu sebeple Atinalılar, sizlerden bir ricada bulunmam gerekiyor. Eğer kendimi kendi üslubumda savunursam ve eğer pazar yerlerinde veya başka yerlerde kullanma alışkanlığına sahip olduğum sözleri tekrar edersem şaşırmamanızı ve sözümü kesmemenizi isteyeceğim. Yaşım yetmişin üzerindedir. İlk kez bir mahkeme önüne çıktığım için buranın diline pek yabancıyım. Bu sebeple bana gerçekten de bir yabancı gibi muamele etmenizi istiyorum. Kendi ana diliyle konuşan biri affedilmeye layıktır; bana da o nazarla bakmanızı istiyorum. Sizlerden haksız bir istekte mi bulunuyorum? Lütfen üslubuma aldırmayın, iyi olabilir veya olmayabilir; yalnızca sözlerimin doğru olup olmadığını düşünün ve yalnızca bunu dikkate alın. Zira hakimin dürüstlüğü budur, tıpkı konuşmacının dürüstlüğünün gerçeği söylemek oluşu gibi…
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
33
Konum
.........
Atinalılar! Beni suçlayanlar şöyle diyor: ‘Sokrates herkesin işine karışan bir suçludur, yerin altında ve gökyüzünde bulunan şeyleri araştırır, zayıf iddiaları kuvvetli gösterir ve bunları başkalarına öğretir.’ Atinalılar! İşin aslı bu konularla hiçbir ilgimin olmadığıdır. Burada bulunanların pek çoğu bunun doğruluğuna şahittir.
Atinalılar! Bu şöhreti bana kazandıran şey yalnızca bir tür bilgeliktir. Ne tür bir bilgelik diye sorarsanız, bir tür insan bilgeliği diye cevap vereceğim. Beni suçlayanlar bana insan üstü bir bilgelik isnat ediyorlar; ama bunu nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum, çünkü bende böyle bir şey yok. Bana böyle bir şey isnat edenler yalan söylüyor. Atinalılar! Size güvenilmeye değer bulacağınız bir şahidin sözlerini aktaracağım. Size şahit olarak Delfi Tanrıçası’nı göstereceğim. Kairefon’u bilirsiniz. Çocukluğumdan bu yana arkadaşım oldu ve sizin demokratik partinizin bir dostudur. Nasıl bir insan olduğunu, ne ölçüde cesur biri olduğunu bilirsiniz. Kairefon bir vakit evvel Delfi’ye gitti ve cesur bir surette biliciye benden daha bilge birinin olup olmadığını sordu. Pütia Rahibesi daha bilge hiç kimsenin olmadığı cevabını verdi. Kairefon’un kendisi öldü; ama kardeşi burada mahkemededir ve söylediklerimin doğruluğuna şahittir.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
33
Konum
.........
Bundan niçin söz ediyorum? Çünkü bana karşı bu iftiranın nereden doğduğunu söyleyeceğim. Cevabı duyduğum zaman, kendi kendime şöyle düşündüm: ‘Tanrı ne demek istemiş olabilir acaba? Ve nedir bu sırrın izahı? Çünkü az veya çok hiçbir bilgeliğimin olmadığını biliyorum. Öyleyse Tanrı, insanların en bilge kişisi olduğumu söylerken neyi kastetmiş olabilir? Hiç şüphesiz yalan söylüyor olamaz; çünkü bir Tanrı yalan söylemez. Yalan Tanrı’nın zatına aykırı bir şey olurdu.’
Uzun bir süre Tanrı’nın ne demek istediğini düşünüp durdum ve sonunda bu soruyu bir tecrübeye tabi tutacak şu yöntemi buldum. Düşündüm ki, eğer kendimden daha bilge birini bulabilirsem, rahibeye elimde onu çürüten bir delil ile gidebilir ve ona “İşte benden daha bilge bir insan, oysa sen benim en bilge kişi olduğumu söylemiştin.” diyebilirdim. Bu sebeple bilgeliği ile ünlü birine gittim ve onu gözledim. Kendisiyle konuşmaya başladıktan sonra aslında onun bilge olmadığını gördüm. Sonra ona, kendisini bilge olarak düşündüğünü fakat hakikatte bilge olmadığını söyledim. Böylece oradan bu adamdan daha bilge olduğumu düşünerek ayrıldım. Sonra kendi kendime şunu düşündüm. ‘Hakikatte, ikimizden hiçbirinin doğru bir şey bildiğini zannetmiyorum. Fakat o kişi bilmiyor olmasına rağmen bildiğini düşünüyor. Ben bilmiyorum ve bildiğimi de düşünmüyorum. Böylece bu küçücük noktada ondan üstün olduğumu anladım. Zira ben bilmediğimi biliyorum. Sonra da bilgelik konusunda şöhreti daha büyük birini denedim. Sonuç yine aynı oldu. Bilge geçinen insanlar hakikatte bilmiyorlardı.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
33
Konum
.........
Bundan sonra birbiri peşi sıra başkalarına gittim ve sadece düşman kazandığımı görerek üzüldüm ve korktum. Ama yine Tanrı’nın işine her şeyden daha fazla önem vermek zorunda olduğumu düşündüm. Böylece kendime “Bilici’nin (Tanrı) ne demek istediğini anlamak için bir şeyler bilen ünlü herkese gitmeliyim.” dedim. Ve yemin ederim Atinalılar, en ünlülerin en cahil beyinler olduğunu gördüm ve daha az saygı gören başkaları ise gerçekte daha bilge ve daha iyiydiler.
Politikacılardan sonra ozanlara gittim. Ve orada kendi kendime dedim ki; “İşte şimdi kendini hemen ele verecek ve onlardan daha bilgisiz olduğunu göreceksin.” Böylece onların yazıları arasında en inceden inceye işlenmiş pasajlardan bazılarını aldım ve bir şeyler öğrenme umudu içinde onlara manalarının ne olduğunu sordum. İnanır mısınız, neredeyse gerçeği söylemeye utanıyorum. Onların şiirlerine dair söylediği sözleri söyleyemeyecek tek bir insan yoktur. O zaman ozanların şiirlerini bilgelikle değil, fakat tabii olarak ve bir tür ilhamla yazdıklarını öğrendim. Böylece beni politikacılara üstün kılan aynı sebeple, onlardan da üstün olduğumu düşünerek ayrıldım.
Sonunda zanaatkârlara gittim; çünkü diyebilirim ki hiçbir şey bilmediğimin şuurundaydım ve onların pek çok güzel şey bildiklerine emindim. Fakat Atinalılar, iyi zanaatçıların bile ozanlarla aynı yanılgıya düştüklerini gördüm. İyi ustalar oldukları için başka pek çok önemli konuları da bildiklerini düşünüyorlardı. Ve bu eksiklik onların bilgeliklerini gölgeliyordu. Böylece kendime Bilici (Tanrı) adına şunu sordum: Bilge ve cehaletimle olduğum gibi olmayı mı, yoksa her ikisinde de onlar gibi mi olmayı isterdim? Ve kendime ve Bilici’ye (Tanrı’ya) benim için, olduğum gibi olmanın en iyisi olduğu cevabını verdim.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
33
Konum
.........
Böylece Atinalılar, bu arayışlarım benim en kötü ve en tehlikeli türden düşmanlar kazanmama sebep oldu. Benim için bilge denir, zira beni dinleyenler her zaman başkalarında eksik olduğunu bulduğum bilgeliğin bende olduğunu zan ediyorlar. Ama gerçek şudur ki, Atinalılar, bilge olan yalnızca Tanrı’dır. Ve Tanrı bilgeliğinin yanında insanların bilgeliğinin değeri ya çok az, ya da bir hiçtir. Tanrı, benim adımı bir örnek olarak kullanıp şunu kast etmiş olmalıdır: ‘Aranızda en bilgeniz, ey insanlar, Sokrates gibi gerçekte bilgeliğinin hiçbir değerinin olmadığını bilendir.’ Ve böylece bugün bile Tanrı’nın isteği üzerine yeryüzünde dolaşmayı sürdürür, ister yurttaş isterse yabancı biri olsun, bilge görünen herkesin bilgeliğini araştırıp sorgularım. Ve Bilici’yi (Tanrı’yı) doğrulamak için ona bilge olmadığını gösteririm. Ve Tanrı’ya hizmetimden ötürü tam bir yoksulluk içinde yaşarım.
Ey hakimler! Ölüm karşısında umutsuz olmayın ve kesinlikle bilin ki bu hayatta veya ölümden sonra, iyi bir insanın başına hiçbir kötülük gelmez. Ve onun olan hiçbir şey Tanrı tarafından göz ardı edilmez; ne de benim yaklaşan sonum bir tesadüftür. Ama açıkça görüyorum ki benim için en iyisi şimdi ölmek ve sorunlardan kurtulmak olacak. Bu sebeple beni mahkum edenlere ya da suçlayanlara kırgın değilim. Bana hiçbir kötülük yapmış değiller. Hakimlerin beni mahkum etmedeki amaçları beni yaralamaktır ve bunun için onlara biraz sitem edebilirim. Ey dostlarım! Oğullarım büyüdükleri zaman, eğer maddi zenginlik konusunda ya da herhangi bir şey konusunda fazilet için, olduğundan daha fazla endişe ederlerse veya gerçekte birer hiç iken bir şeymiş gibi davranırlarsa, sizden onları cezalandırmanızı isteyeceğim. Benim sizlere sıkıntı verdiğim gibi onlara sıkıntı vermenizi isteyeceğim. Uğruna endişe duymaları gereken şeyler için endişe duymazlarsa ve hakikatte bir hiç iken bir şey olduklarını düşünürlerse, benim sizleri azarladığım gibi siz de onları azarlayın. Eğer bunu yaparsanız, hem bana hem de oğullarıma hakça davranmış olursunuz.
Ayrılma vakti geldi. Şimdi kendi yollarımıza gideceğiz. Ben ölmeye, siz yaşamaya… Hangisi daha iyi, yalnızca Tanrı bilir.
 

hafize

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
24 Tem 2006
Mesajlar
14,020
Tepki puanı
23
Puanları
36
Yaş
69
Konum
BURSA
ÜMİT TAŞI





Küçük bir çocuk sahilde oynarken
insan kalbine benzer bir taş bulup koşarak babasının yanına
götürmüş.Babası ise bunun sadece basit bir çakmak taşı olmadığını
söylemeyip taşı beğendiğini söylemiş.Çocuk bu
taşı bir kuyumcuya götürmüş.Kuyumcu bunu sadece basit bir çakmak taşı
olduğunu söylemiş.Dükkandada zengin bir hanım varmış ve o taşı alıp
çocuğa tonlarca para vermiş ve kuyumcuya ;

-Bu taş bunlardan değerlidir çünkü küçük bir çocuğun ümidini taşıyor.' demiş... : )
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
33
Konum
.........
Hep kendisini ilerici, dindarları da gerici görürdü. Bu yüzden de dinî kitap okurken itirazı asla elden bırakmaz, sık sık dindarlarla münakaşa etmeye yönelirdi. Bir gün kendisine yine bir dinî kitap uzattılar. Alaylı bir tebessümle alıp Bir bakalım. dedi. Sayfaları şöyle bir çevirirken dikkatini çeken bir konuya daldı. Deniyordu ki:
– Peygamberimizin sakalı şeriflerini, tıraş olduğu baş tüylerini sahabeler kapış kapış toplarlardı. Bu yüzden bunlar bütün camilerde şişeler içinde saklanıyor, sakalı şerif ziyareti olarak kandil günlerinde ziyaret ediliyor.

Buna çok kızdı. Olur mu böyle şey, neden toplanıyormuş Peygamberin sakalı ve baş kılları? diye söylendi.
İşte bu sırada zil çaldı. Hanım koşarak kapıyı açınca okuldan dönen kızcağız elinde bir tutam saçla babasına doğru koştu, şaşırmıştı:
Bu nedir kızım? diyebildi.

Kızcağız izah etti:
– Babacığım okulda meşhur şarkıcıya bir konser verdirdiler. Askere giderken tıraş olduğu saçlarından dinleyicilere de vermek için sahneden saçlarını fırlattılar. Benim de hisseme bunlar düştü. Bir cam içinde saklasak, güzel bir hatıra değil mi?

Birbirlerine bakıştılar.

Hanım söylendi:
– Efendi efendi kendine gel ve Peygamberin saçlarına razı ol, yoksa kızın şarkıcının saçlarını güzel hatıra diye gözünün önünde sallandıracak!

Güzel sesli hafızı dinliyorken gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başladı Mevlânâ. Bu sırada uykusuna bir türlü mani olamayan adam da şaşkın şekilde sordu:
– Niçin ağlıyorsunuz, gözyaşı dökecek ne var ortalıkta?
Mevlânâ adamın anlayacağı şekilde anlattı:
– Böylesine güzel ses bana cennetin kapısının açılış sesi gibi geliyor da ondan.
Esneyen adam da başını sallayarak:
– Bana da öyle geliyor, dedi.
Mevlânâ küçük bir düzeltme yapma gereği duyarak şöyle açıklık getirdi.
– Senin işittiğin ses, cennetin kapısının açılış değil kapanış sesi olsa gerektir!

Bir adam hep konuşur; ama amel etmeye pek yanaşmazdı. Bir gün bu adam büyük İslâm âlimi Bişr bin Harise dedi ki:
– Ben büyük veli İbrahim bin Edheme intisap etmek istiyorum, ne dersin?
Şöyle cevap verdi Bişr bin Haris:
– Ben tavsiye etmem.
– Neden?
– Çünkü sen hep konuşursun âmel etmezsin. İbrahim Edhem de hep âmel eder, konuşmaz!
 

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,548
Tepki puanı
897
Puanları
113
Yaş
65
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
zBK980127EB616_250.jpg


kırk gram tebessüm

"...Evin oglu bir hafta sonra sünnet olacagi için, ben sünnetçi falan mi geldi diye düsünürken, gitgide yaklasan bir hirilti sariyor ortaligi. Salim, kardesi Selma ile birlikte "Mak Intos!... Mak Intos!.." diye tezahürat yaparken, dört ayak üzerindeki yüksekligi en az 1; iki ayak üzerindeki yüksekligi ise en az 2 metre olan dev bir köpek giriyor içeriye, boynundaki kalin zincirin ucunda, köpegi getiren adami sürükleyerek..."

Dünya hayati zorluklarla dolu oldugu için her adim basi bir baska problemle karsilasiyor ve onlari asma yolunda bir sürü sikinti çekiyoruz. Bu arada gülmeyi de unutuyoruz sanki. Insanlarin yüzü her geçen gün biraz daha asiliyor ve sahte mutluluklardan sahte gülümsemeler yayiliyor ortaliga. Bu rahatsizligi gidermek için ortaya atilan formüllerin çogu da, ne yazik ki sadece yüz çizgilerindeki degisimlerden baska bir mutluluk saglamiyor insanogluna.

Yüz, insanin aynasidir. Bu yüzden de ruhen aglayan bir insanin gerçek manada gülmesi mümkün degildir. O halde bütün mesele, ebedi olan ve ebedi bir alem için yaratilan ruhlarin güldürülmesine baglidir.

Elinizdeki kitabi okurken, "Kirk gram" cik da olsa gerçek tebessümün örneklerini yasayacak ve her hadisede güzel bir seyler bulundugunuz kesfedeceksiniz.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
33
Konum
.........
60 Yaşında Okumaya Karar Verdi, 90 Yaşında Rektör Oldu, 120 Yaşında Öldü!
El-Ezher Üniversitesi’nin kapısına Zekeriya EJ-Ensdrî adında 60 yaşında bir ihtiyar gelmiş ve “Burayı kim yönetiyor?” diye sormuş. Bekçi, “Rektör!” demiş. İhtiyar “Ben rektör olmak istiyorum, bana bunun yolunu anlatır mısın?” deyince bekçi alaylı bir tavırla ona eğitim durumunu sormuş. İhtiyar, ilkokul mezunu olduğunu söylediğinde bekçi gülmüş ve “Amca! Rektör olabilmek için önce ortaokul, sonra lise, ardından da üniversite okuyacaksın; daha sonra doktora yapıp doçent ve profesör olacaksın. Fakat senin yaşın 60’a dayanmış, bunları başarabilmen mümkün değil!” demiş. İhtiyar yine de ümidini kaybetmemiş, yalvara yakara idare amiriyle görüşme izni almış ve sonuçta hizmetli olarak üniversitede göreve başlamış. Çalışırken bir taraftan da ortaokul ve liseyi dışarıdan bitirmiş. Sınavlara girip kendi üniversitesinde okumaya hak kazanmış. Bu arada büyük kültür hizmetlerinde bulunuyor, sosyal faaliyetlere, çalışmalara öncülük ediyormuş. Üniversiteyi bitirdikten sonra yüksek lisansını, doçentlik çalışmalarını yapıp 90 yaşında profesör olmuş. Üniversite heyeti büyük başarı ve çalışmalarından duydukları memnuniyetten dolayı bu 90’lık ihtiyarı üniversiteye rektör seçmişler. Birkaç sene görevini titizlikle yaptıktan ve nice talebeler yetiştirdikten sonra görevinden ayrılmış. Yaşama azmi, başarma aşkıyla dolu hayati 120 yaşındayken noktalanmış.
Eğer ne istediğinizi bilir ve yılmadan çalışırsanız, en gizli isteklere cevap veren Yaratıcı sizi duyacak ve mutlaka cevap verecektir. Zaten vermek istemeseydi, istemek duygusunu vermezdi. Öyle değil mi? O halde ne duruyorsunuz? Haydi, iş başına!

Not: Ezher Üniversitesi, Mısır’ın en kaliteli üniversitelerinden biridir. Türkiye’deki üniversitelerden ODTÜ’ye denk gösterilebilir.
 

haşimdoğan

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
19 Nis 2011
Mesajlar
48
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
selamun aleykum

zehirli sarmaşık

çocuk elinde tuttuğu bitkinin bir kısmını gözlerine de sürmüştü.
biraz ağlamaklı oldu. yüzünün gözüyle birleştiği bölge kıpkırmızıydı. yıllar önce kızkardeşine bir ısırganı tutturmuş olduğunu hatırladı. ufak yaşınında verdiği heyecanla, galiba ilahi adalet bu diye düşündü.

evine doğru giderken bu sarmaşığın nasıl buralarda yetiştiğini de düşünmeye başladı. ne de olsa şehirde böyle bir bitkiyi ancak birisi özel olarak yetiştirmeliydi.
adam bir yere tabela gibi bir şey koyar da insanın haberi olur diye hayıflandı çocuk.

evine doğru giderken arkasını döndü ve sarmaşığın sarıldığı eve baktı camında yaşlı bir kadın vardı.
kadın ona gülümsüyordu. çocuksa zehrin etkisiyle ağlamaya başlamıştı.

kadın eliyle çocuğa kopardığı sarmaşığı işaret ediyordu ancak çocuk bu harekete anlam verememiş ve evine yönelmişti.

belki de sarmaşığı oraya diken insanlar, bazı şeylerin üstüne değil içine koparmayınız yazmıştı.

ALLAH teala bizlerden razı olsun.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
33
Konum
.........
Sabahın ilk ışıkları şehrin üstüne doğmuş, ulaştığı her yeri ince bir parıltı kaplamıştı. Denizin ardında sanki bir ateş topu yükseliyordu. Cihan sabaha kadar kumsalda oturmuştu. Gece boyunca tek başınaydı. Sadece yıldızlar ve deniz eşlik etmişti kendisine. Sabaha kadar geçmişi ve yaşadıklarını sorguladı. Hayat öyle yoğun geçiyordu ki, kendini unutmaktan korkar hale gelmişti. Yaşadığı yerin en zengin ve en başarılı iş adamlarından biri olan Cihan’ın nerden geldiğini ve nereye gittiğini düşünmesi gerekliydi. Kimsenin olmadığı bir yerde hesaba çekmeliydi kendisini. Bu düşünceler içinde gelmişti kumsala.
Cihan, yıllar önce küçük bir kasabadaki fakir bir demircinin oğluydu. İki odalı bir gecekonduda oturuyorlardı. Yaşadığı hayattan asla şikayetçi olmadı. İsyan etmedi. Boş vakitlerinde, gece gündüz demeden çalışan babasına yardım ediyordu. Kendisine derslerde yardım edecek kimse olmamasına rağmen oldukça başarılı bir öğrenciydi. En büyük hedefi avukat olmaktı. Daima haklıların yanında olmak istiyordu çünkü. Küçük yaşına rağmen büyüklerine parmak ısırttıracak bir olgunluğa sahipti. Arkadaşlarını saysanız, bir elin parmaklarını geçmezdi. Zaten okuldan sonraki zamanını babasına yardım etmekle geçiriyordu. Okul, iş ve ev arasında mekik dokuyordu adeta.
Cihan yine bir okul dönüşünde babasının yanına gittiğinde onu kepenkleri kapatırken buldu. Sonra da “Bugün arkadaşlarınla gezip oynayabilirsin.” demişti Cihan’a. Cihan buna çok sevindi. Yalnız kalmayı seven bir çocuk olduğu için boş vakitlerini düşünerek ve kitap okuyarak geçirirdi. İşte yine güzel bir fırsat yakalamıştı. Bu anı değerlendirmek için kasabanın aşağısındaki köye indi.
Burada yeşilin her tonunu bulmak mümkündü. Köye gidiş yolu üzerindeki bir tepeye tırmanmaya başladı. Ve her zaman gölgesinde oturduğu ağacı bulup ağacın altına attı kendisini. Cihan için doğayla baş başa kalmak bambaşka bir duyguydu. Çünkü doğadan da çok şey öğrenmişti. Tabiattaki her olayı dikkatle takip ederdi. Onun bu kadar çalışkan olmasını tetikleyen güç de doğaydı.
Cihan bu doğa güzelliği arasında yine düşünce alemine dalmıştı. Güneşe doğru baktı. Ve güneşin her sabah bıkmadan usanmadan aynı yerden doğuşunu düşünmeye başladı. Sanki programlanmış bir saat gibiydi.
Her gün canlı ve cansız bütün varlıkların üstüne doğuyordu. Mükemmel bir olaydı bu. Daha sonra yerdeki karıncaları izlemeye koyuldu. Yazın sıcağında inanılmaz bir çalışma temposu içindeydiler. Erzak bulmak için bir yerden bir yere koşturuyorlardı. Engel nedir bilmiyorlardı. Cihan bunu tespit etmek için bir karıncanın etrafını taşlarla çevirmişti. Karıncanın geçemeyeceği şekilde karıncanın çevresine ince ağaç kıymıkları döşedi.
Her ne yaptıysa o muhteşem küçük varlık, yine de engeli aşmanın bir yolunu buluyordu. Cihan, daha fazla eziyet etmemek için sonunda karıncayı serbest bıraktı. Ama karıncanın gayretine de hayran kalmıştı doğrusu.
Ağacın altına tamamen uzandı ve gökyüzünü seyretmeye başladı. Bir ara gözleri ağacın yapraklarına takıldı. Bu sefer de aklına mevsimler geldi. Doğada müthiş bir döngü vardı. Bu ağacın sonbahara doğru yaprakları dökülecekti ve ilkbaharda yine yeşillere bürünecekti. Tüm bunlara insan aklının alamayacağı ve gerçekleştiremeyeceği müthiş hadiseler olarak bakıyordu. Bu olayların hepsinde ortak bir nokta vardı. O da, süreklilikti. Nereye baksa ve neyi incelese gördüğü her şey ona ibret veriyordu. Bu düşünceler, daha çocukluk yıllarında onu olgunlaştırmıştı. ‘Engel’ kelimesini, adeta hayat sözlüğünden çıkarmıştı. Karşılaştığı güçlükleri başarısına engel bir mazeret olarak kabul etmiyordu. Düşünme kabiliyetine sahip olmayan bir karınca bile engel tanımadan çalışıyordu çünkü. Ve daha birçok canlı varlık böyleydi. Cihan çalışma temposu sayesinde istediği avukatlık mesleğine kavuştu. Bu sayede kazandığı paralarla ticarete atıldı. Dürüstlüğü ve mütevazı tavırlarıyla insanların gönüllerini fethetti.
Cihan, yıldızlarla dolu ıssız gecenin bitimine doğru çocukluğunu, gençliğini kısacası tüm hayatını değerlendirmişti. Bir film şeridi gibi bütün hayatını, ayın denize vuran parıltısında seyretmişti. Ve şimdi güneş doğuyordu. Yeni bir gün ve yeni başarılar onu bekliyordu. Yeniye başlarken asla geçmişi unutmuyordu. Ve o, her yeni güne, yaşananların yaşanacakların temelini oluşturacağını bilerek başlıyordu.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt