Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

kalbden kalbe mesajlar(padişahın işi ne?) (1 Kullanıcı)

onur34

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
5 Ağu 2006
Mesajlar
40
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: kalbdenkalbe mesajlar(kalpde nifak olmasa insanlar kuran okumaya doyamazlar)

RE: kalbdenkalbe mesajlar(kalpde nifak olmasa insanlar kuran okumaya doyamazlar)

B)B)ALLAH RAZI OLSUN PAYLAŞTIĞIN İÇİNB)B)
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(vay halimize hemde ne vay)

kalbdenkalbe mesajlar(vay halimize hemde ne vay)

O mal, mülk sahibi zenginler niçin bizimle birlikte olmuyor, diye üzülmeyin. Dine yardım edip, dini yükseltmeye çalışmıyorlar diye de üzülmeyin. Üzülmeyin; çünkü biz size öyle büyük zenginlikler ve hazineler verdik ki, ne dünyada ne de âhiret hayatında onların eşini bulamazsınız.



Mü'minin niyeti

amelinden hayırlıdır
Her mü'min İslâmî ilimleri öğrenmekle görevlidir. İlim öğrenmede yaş sınırı yoktur. İster seksen yaşında ol, ister doksan yaşında. Doksan yaşında olan bir mü'min o yaşta ilim tahsiline başlar ve vefat ederse, âhirette ona niyeti üzerine muamele ederler.
Tarikat için de aynı şey söz konusudur, tarikat dersine başlayan bir mü'min, dersini tamamlamadan ölürse, kabirde onun dersini tamamlatırlar.
İşte bunun için denilmiştir ki:
"Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır."
Kâinatın Efendisi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz buyurdular ki:
"Ancak her kişi için niyet ettiği vardır."
Mü'min, yaptığı ve yapacağı ibadetlerde niyetinin sonucunu alacaktır. Niyet, Allah rızası ise, onu bulacaktır. Niyet, desinler veya makam, mevki kazanmak ise, ibadetleri boşa çıkacaktır.
Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e Kur'anı Kerim'in verilmesi, ne büyük bir saadet, ne büyük devlet ve ne büyük nimettir. Onun ümmeti bizler için de öyledir.

En büyük zenginlik

Kur’an’a iman etmektir
Basra Karyelerinin sakinleri yedi kafile oluşturarak, Benî Nadir ve Benî Kurayza Yahudilerine içlerinde her türlü ihtiyaç maddesinin bulunduğu kervanları götürdüler. Bu kervanlarda o günün şartlarında yok yoktu. En güzel kumaşından al da, güzel kokulara varıncaya kadar her şey...
Kervan Benî Kurayza ve Benî Nadir'e giderken, mü'minler onları gördüler ve dediler ki:
"Ne olurdu, şu kervanlardaki mallar bizim olaydı. O zaman hem ihtiyaçlarımızı karşılamış olur, hem de Allah yolunda sarf ederdik." Bu hâdiseden Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz de haberdar oldu ve Mevlâ Teâlâ Hazretleri şu âyeti celileyi inzal buyurdu:
"Habibim! Celâlim hakkı için yemin ederim ki sana Seb'i Mesani'yi ve Kur'anı Azim'i verdik."(Hicr, 87)
Âyeti kerimede geçen "seb'i mesani" ile Fatiha sûresi kastedilmiştir, ayrıca Kur'an'ın tamamı da kastedilmiştir.
"Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz dünya malına göz dikme, onlardan dolayı üzülme ve mü'minlere alçak gönüllü ol." (Hicr, 88)
O mal, mülk sahibi zenginler niçin bizimle birlikte olmuyor, diye üzülmeyin. Dine yardım edip, dini yükseltmeye çalışmıyorlar diye de üzülmeyin. Üzülmeyin; çünkü biz size öyle büyük zenginlikler ve hazineler verdik ki, ne dünyada ne de âhiret hayatında onların eşini bulamazsınız. Dünya ve âhiret hayatının en hayırlısı Fatiha'yı, Kur'an'ı siz mü'minlere verdik.
O Kur'an sizi, mü'minleri bana kavuşturur, benim rızai şerifime kavuşturur. Cennette, aklınızın alamayacağı kadar, sonsuz derecede güzel nimetlere kavuşturur. Bir de ne yapar mü'minleri? Dünyaya hâkim. Düşmanlarınızı da mahkûm eder.
Bu durumda şöyle bir soru ile karşı karşıya kalacağız: Kur'an bu kadar büyük bir nimet olarak mü'minlerin elinde bulunuyor. Öyleyse bu saydığımız nimetlere niçin ulaşamıyoruz? Bu soruya verilecek cevap çok açık ve nettir:
"Kur'an'a lâyık amellerimiz olmadığından."
Bu konudaki sözü, Kâinatın Efendisi Sallallahu Aleyhi ve Sellem söyledi:
"Her kim Kur'anı Kerim'le zengin olmadı ise, bizden değildir."
Bir mü'min Kur'anı Kerim'e inanıyor, onunla amel etmeye çalışıyor; fakat kendisinin zengin olmadığına inanıyorsa, o bizden değildir. Demek ki, en zengin olanlar Kur'an ehli olanlardır. En büyük nimet de budur ve bu nimetin kıymetini bilelim.
İşte bu büyük nimet, Kur'an okunmazsa vay hâlimize! Okunup da amel edilmezse, o zamanda vay hâlimize!
Vay hâlimize hem de ne vay! Millet, Kur'an ile amel etmeyi, Kur'an okumayı bırakmış. Kur'an okumak yerine, imansızların icatlarının, şarkıcılarının, yazarlarının, çizerlerinin peşinde koşuyor. Kur'an tahsili yapacakları yerde, sapık okulları bitirme çabaları içinde bocalıyorlar.
Mevlâ'mız bizim önümüze bu büyük nimeti koyuyor da, bizim gözümüz bunu görmüyor. Bu hâl şuna benziyor: Fakir bir adama bir çuval altın veriliyor, adam bu bir çuval altının farkında değil. Yanında bulunan bir adamın elindeki bir iki adet altına gözünü dikmiş bakıyor. Konumuzla ilgili bir âyeti kerimede de şöyle buyrulmuştur:
"Şüphesiz ki bu Kur'an en doğru yola iletir. İyi davranışlarda bulunan mü'minlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdele." (İsra, 9)

Karanlık ve
aydınlık
Kur'anı Kerim'in bize haber verdiği bir başka önemli konu, insanları âhiret günü ile korkutmasıdır. Bu korkutma, Kâinatın Efendisi'nin şahsında bütün insanlaradır.
Âhiret gününden korkmanın, bu korku gününün bir adı da "Yevmü'tteğabün" yani aldanma ve aldatma günüdür. O günde ldatma şöyle olacak: Müslümanlar kâfirleri aldatacak. Her insanın hem cennette, hem de cehennemde yeri bulunmaktadır. O büyük korku gününde Müslüman cehennemdeki yerini kâfire verecek, bunun karşılığında da kâfirin cennetteki yerini alacaktır.
Yukarıda zikrettiğimiz âyeti kerimede Rabbimiz ne buyurmuştu: "İnsanları Rabbinin izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarasın diye sana bu kitabı indirdik." Âyeti kerime iki noktaya dikkat çekmektedir: Karanlık ve aydınlık…
Karanlık olanlar; Allah'ın emir ve yasaklarına uymamak, kelimei şahadet getirmemek, oruç tutmamak, namaz kılmamak, gıybet etmek ve kibir gibi alışkanlıklardır. İslâm şeriatına iman edip yaşamak ise nurdur, aydınlıktır. Bu konudaki âyeti kerimede Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Mü'min erkeklerle mü'min kadınları, önlerinden ve sağlarından, (amellerinin) nurları, aydınlatıp giderken gördüğün günde, (onlara): "Bugün müjdeniz, zemininden ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacağınız cennetlerdir." denilir. İşte büyük kurtuluş budur." (Hadid,12)



KUR’AN’DAN UZAKLAŞTIKÇA
ZİLLETE DÜŞTÜK

Ey Müslümanlar! Başımızın çaresine bakalım. Başımızın çaresine bakmak, Kur'an'a sarılmakla, Kur'an ehli olmakla olur. Kur'an'a hak ettiği değeri vermek gerekir. Değer verdiğimiz nasıl anlaşılır? Şöyle bir misal verelim: İçimizden birine tanıdığı bir erden bir mektup gelse, bunu normal karşılar. Bir teğmenden gelse, biraz farklı karşılar. Hele bir yüzbaşıdan gelse, değeri biraz daha artar. Bir binbaşı, bir albay olursa, mektup daha fazla önem kazanır. Hele bir generalden, paşadan gelse, o mektubun çok daha fazla değeri olur.
Netice itibariyle makamı ne olursa olsun, bir kuldan gelen mektuba bu kadar değer veriliyor. Peki, bütün insanların ve mevcudatın yaratıcısından bir mesaj geliyor. Varın bu mesajın değerini siz hesaplayın.
Bu Kur'an öyle bir mesajdır ki, Kur'an denilince şöyle bir durmak gerekir. Bu milletin düşmanları Kur'an'ın önemini çok iyi anladılar ve bu milleti Kur'an'dan uzaklaştırmak için her yola başvurdular. Netice itibarıyla da başarılı oldular. Milleti bölük bölük cehenneme sevk etmeye çalışıyorlar. Bir âyeti celilede Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Elif, Lâm, Ra, (Bu Kur'an) Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye galip (ve) övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır." (İbrahim, 1)
Mevlâ'mız bize Kur'an'ı indirmekle en büyük devleti ve nimeti verdi. Bunun en güzel ve canlı örneği Osmanlı'da görülmüştür.
İlk başta Kur'an'ın hâkimiyeti Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile başladı. Yirmi üç yılda dört bir yana yayıldı. Ondan sonra Hulefâi Raşidin devrinde alabildiğine genişledi.
Sonraki yıllarda Osmanlı devleti yüzlerce yıl dünyaya hükmetti. Osmanlı dünyaya ne ile hükmetti? Hiç şüphesiz Kur'an ile hükmetti.
Osmanlı padişahları Kur'an ilmi ile yetişti, Kur'an'ın hakkını vererek, yaşayarak, yaşatarak dünyaya egemen oldular. Ne zaman ki Kur'an'dan uzaklaşmaya, Avrupa'ya yakınlaşmaya başladılar, hâkimiyet de elden gitmeye başladı. Kur'an'dan uzaklaştıkça Avrupa'ya yaklaşıldı. Sonunda öyle bir noktaya gelindi ki, tam bir zillet içine düşüldü. Bugün yaşanan hâdiseler yıllarca yapılanların bir finalidir.
Son yıllarda ülkemizde yaşanan felâketleri bir uyarı ve ikaz olarak almalıyız. Bu felâketlerin daha yıkıcı ve perişan edici olmamasının nedeni, içimizde bulunan İslâm şeriatının gereklerini yerine getiren mü'min kardeşlerimizin varlığıdır. İslâm şeriatına uyan ve yaşayan kardeşlerimizin sayılarını artıralım ki, kaza, belâ ve musibetler memleketimizin üzerinden uzaklaşsın.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(DİN VE IRKINA BAKILMAKSIZIN HERKES ADALETLİ DAVRANILMALI)

kalbdenkalbe mesajlar(DİN VE IRKINA BAKILMAKSIZIN HERKES ADALETLİ DAVRANILMALI)

Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin zamanında ensardan Tüme b. Übeyrik adlı sahâbî çok ciddî bir yanlış yapıyor. Nasıl bir yanlış? Komşusunun zırhını çalıyor, çaldığı bu zırhı bir çuval ya da benzeri bir şeyin içine koyuyor. Çaldığı zırhı kendi evinde de saklamıyor, komşusu Yahudi'nin evinde saklıyor. Zırhı gizlice Yahudi'nin evine götürürken, zırhı koyduğu çuvaldan yere küçük küçük unlar serpiliyor. Buradan anlaşılıyor ki; zırhı koyduğu kap, daha önce un kabı olarak kullanılıyordu. Tüme'nin, zırhı Yahudi'nin evine götürürken, çuvaldan yere dökülen undan, haberi olmuyor.
Aradan biraz zaman geçer, zırhın sahibi zırhının kaybolduğunu anlar. Her tarafı aramasına rağmen zırhı bir türlü bulamaz. Son bir çare olarak komşusu Tüme'ye sorar. Tüme de haberi olmadığını söyler, haberi olmadığını da yeminle tasdik eder.
Zırhı aramaya devam ederler. Arayanların bir şey dikkatini çekmiştir. Dikkat çeken şey, yere dökülen unlardır. Yere dökülmüş olan unlar, Tüme ile Yahudi'nin evi arasındadır. Bu durum zırhı arayanların dikkatini çeker. Bir de Yahudi'nin evini arayalım derler. Arama neticesinde zırhı Yahudi'nin evinde bulurlar. Yahudi'ye bu zırhı nereden aldığını sorarlar. Bu soruya sağlıklı cevap alamazlar. Zırhı çalanın Yahudi olduğu kanaatine ulaşırlar. Fakat Yahudi bu suçlamaların hiçbirini kabul etmez. Zırhın saklandığı çuvala bakan Yahudi, bu çuvalın Tüme'nin olduğunu anlar ve dolayısıyla da "Zırhı, Tüme çaldı." der. Bunu kimseye inandıramaz, birkaç Yahudi'yi de şahit göstermesine rağmen Yahudi kendini aklayamaz.
Yahudi'nin ısrarla karşı koyması, Tüme'yi sıkıntıya sokar, bu sefer de akrabalarından yardım ister. Akrabalarından bir kişi olan Benî Zafer doğruca Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in yanına gider:
"Ya Resûlallah! Bizim Tüme'ye Yahudiler iftira etti. Zırhı kendileri çaldılar, suçu Tüme'ye attılar. Dinimiz için Tüme'yi bu durumdan kurtarın."
Efendimiz Benî Zafer'in bu şahadetine inandı ve Tüme'ye yardım etmeye karar verdi. Tam bu esnada Allah Celle Celaluhu âyet–i kerimeyi inzal buyurdu:
"Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitabı hak ile indirdik; hainlerden taraf olma!"(Nisa, 4/105)
Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Tüme'nin arkadaşının şahitliğini kabul edip, Yahudi'ye ceza uygulayacaktı ki bu âyet–i kerime indi.
"Ve Allah'tan mağfiret iste, çünkü Allah, çok yarlığayıcı, ziyadesiyle esirgeyicidir." (Nisa, 4/106)
İşte Rabbimizin adaleti. Dini, ırkı, milleti ne olursa olsun, Rabbimiz kimseye haksızlık yapmıyor. Efendimiz güveniyor. Bir hain adam Efendimizin başına bakın neler getiriyor. Rabbimiz Resûl'ünü uyarmaya devam ediyor:
"Kendilerine hıyanet edenleri savunma; çünkü Allah hainliği meslek edinmiş günahkârları sevmez." (Nisa, 4/107)
Allah Celle Celâluhu'ndan korkmayıp, insanlardan korkanların durumu çok kötüdür. Şimdi aktaracağımız âyet–i kerime bu durumu haber vermektedir.
"İnsanlardan gizler de Allah'tan gizlemezler. Halbuki geceleyin, O'nun razı olmadığı sözü düzüp kurarken O, onlarla beraber idi. Allah yaptıklarını kuşatıcıdır. (O'nun ilminden hiçbir şeyi gizleyemezler). (Nisa, 4/108)
Şu âyet–i kerimelere dikkat edin! Rabbimiz zımnen ne buyuruyor görüyor musunuz? "Ben her yerde sizinle birlikteyim, ister havada olun, ister denizde, ister yerde ister yerin derinliklerinde, nerede olursanız olun, ben sizinle birlikteyim, benden kaçış yok. Bir ayıp, bir kusur, bir kabahat işliyorsunuz, bu yaptığınızı insanlardan saklıyorsunuz; ama benim sizi gözetlediğimi düşünüp benden utanmıyorsunuz."
Bu insan çok acayip bir yaratıktır. İşte bu acayipliğinden dolayı insanların kötülük yapmalarının önüne polisiye tedbirlerle geçemezsiniz. Her insanın başına bir polis koysanız, o zaman biraz engellersiniz, ama yine de tamamen engelleyemezsiniz. Çünkü polisin de gidermek zorunda olduğu zarurî ihtiyaçları vardır. Onları giderirken insan yine boş kalır ve yapacağını yapar.
Rabbimiz ilmi ile her şeyi görüyor, biliyor. Zerrelerden kürrelere varıncaya kadar hiçbir zerre O'nun ilminin dışında hareket edemez. Hâl böyle olunca, bir an önce işlediğimiz hatalardan, günahlardan tevbe istiğfar edelim.
Fakat burada bir konuya çok dikkat edeceğiz, o da şudur: Kasten, bilinçli bir şekilde günah işleyelim ve diyelim ki "Nasıl olsa sonra tevbe ederiz." Bu olmaz. Bu hiç de doğru bir düşünce değildir, haberiniz olsun. Bu durum, Yusuf Aleyhisselâm'ın kardeşlerinin yaptığı kötü bir iştir. Ne yapmışlardı? Kur'an–ı Kerim'de haber verilmektedir ki:
"Yusuf'u öldürün veya onu (uzak) bir yere atın ki, babanızın teveccühü yalnız size kalsın! Ondan sonra da (tevbe ederek) salih kimseler olursunuz." (Yusuf, 12/9)
Yusuf Aleyhisselâm'ın kardeşleri böyle dedi; ama bu yaptıklarının bedelini çok acı ödediler. Başına gelen her dert, musibet ya da haksızlığa sabret; Allah kimsenin hakkını zayi etmez. Rabbimiz uyarı ve ikaza devam ediyor:
"Haydi, siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz, ya kıyamet günü Allah'a karşı onları kim savunacak yahut onlara kim vekil olacak." (Nisa, 4/109)
Evet! Yarın âhirette her şey aşikâr bir şekilde ortaya çıkacak, o zaman ne yapacağız? Görünüp, bilinmesini istemediğimiz her şey ortaya çıkacak. Nasıl mı? Rabbimizin emri ile, yapılan her şey melekler tarafından kaydedilmektedir. Bu durum Kur'an'da şöyle haber verilmektedir:
"Bu, yüzünüze karşı gerçeği söyleyen kitabımızdır. Çünkü biz, yaptıklarınızı kaydediyorduk." (Casiye, 45/29)
Burada küçük bir farklılık ve ayrıntıdan bahsedeceğiz. İmam Rabbânî Kuddise Sırruhu Hazretleri haber vermiştir ki, Mevlâ Teâlâ'nın öyle kulları vardır ki, bunların işledikleri günahları Hak Teâlâ yazar. Bu günahları melekler bilmez. Kimdir bu kullar? Bunlar Rabbimizin dostları olan kullardır, bunlar bilerek, kasten günah işlemezler, hata ile ayakları kayar, Mevlâ da onların günahlarını gizler.
Konumuzda bahsi geçen kişi yalancı şahit tutarak, davayı kazansa da gerçekte kazanmamıştır, bilakis kaybedenlerdendir. Fakat bunun farkında değildir, âhirette bunu çok iyi anlayacak; ama iş işten geçmiş olacak.
Rabbimiz, konumuzda adı geçen Tüme ve ona yardım eden arkadaşlarının başına neler geleceğini, ne kadar kötü bir iş yaptıklarını haber verdikten sonra, onları tevbeye çağırıyor. Bu durumu da şöyle haber vermektedir:
"Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ı çok yarlığayıcı ve esirgeyici bulacaktır." (Nisa, 4/110)
"Kim bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah her şeyi bilicidir, büyük hikmet sahibidir." (Nisa, 4/111)
"Kim kasıtlı veya kasıtsız bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık günah yüklenmiş olur." (Nisa, 4/112)
"Allah'ın sana lütfu ve esirgemesi olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın lütfu sana gerçekten büyük olmuştur." (Nisa, 4/113)
Allah Celle Celâluhu âyet–i kerimeyi inzal buyurmasa, Cebrail Aleyhisselâm'ı göndermese ve Efendimizi hâdiseden haberdar etmese, iftiraya uğrayan Yahudi cezalandırılacaktı. Mevlâ Teâlâ'nın, Resûl'ünü bu hâdiseden haberdar etmesi, fazlından, lütfundandır.
Bu âyet–i kerimeden bize gelen bir mesaj da şudur:
"Yapılan her iş, ister hayır olsun ister şer olsun, hepsi sonunda sahibine döner."
Efendimiz Tüme ve arkadaşlarının beyanından, Yahudi'yi haksız çıkarmıştı. Mahkeme etmeden Yahudi haksız çıkınca, âyet–i kerime yetişmiş ve Yahudi'nin haklılığını ortaya koymuştu. İşte bu İslâm şeriatıdır. İslâm şeriatı adalettir, haktır, hukuktur.
Tüme'nin ayağı bir defa kaydı. Kendi de toparlanmak için gayret sarf etmedi, tevbe istiğfar yolunu seçmedi. Şeytan onu iyice yoldan çıkardı. Yahudi'nin haklılığı iyice ortaya çıkınca, yaptığı işin karşılığı olan cezayı çekeceğini anladı. Onun bu cezaya tahammülü yoktu ve gizlice Medine'yi terk etti. Varacağı yer Mekke idi. Mekke'ye gitti, İslâm dininden çıktı, kâfir olarak ömrünü tamamladı ve ruhunu teslim etti.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
KALBDENKALBE MESAJLAR(YEMEK ÖNCESİNDE)

KALBDENKALBE MESAJLAR(YEMEK ÖNCESİNDE)

Hayatın bir ibadete dönüşmesi için hayatın ekseninde Allah bilincinin ve her an ve her nerede olunursa olununsun Allah'la birlikte olunduğu şuurunun bulunması zorunludur. İmam Gazâli, yemekten önce yerine getirilmesi gereken edep kurallarını anlattıktan sonra yemek esnasında yerine getirilmesi gereken sofra adabına ilişkin açıklamalarda bulunur. Ancak hemen bir hususu belirtelim ki, bunlar öncelikle tek başına yemekte olan kimsenin uyacağı kurallardır. Bunlara sofra adabı adını vermiş olmamızdan, bunların sadece toplu halde birlikte yenen sofralarda uyulması gereken edep ve görgü kuralları olduğu zannedilmemelidir. Nitekim İmam Gazalî de "İhyâu Ulûmiddin" kitabının "Yemek Yemenin Adabı" başlıklı bölümünü anlatırken, konuya şu sözleriyle başlar:
"Tek başına yemek yiyen kimsenin uyması gereken kurallar: Bunlar:
1– Yemekten önce,
2– Yemek esnasında,
3– Yemekten sonra olmak üzere üç kısımdır."
Yemek esnasında yerine getirilmesi gereken edep kurallarını kısaca maddeler halinde aşağıda ele alıyoruz.
1–Yemeye besmele ile yani "Bismillahirrahmanirrahim" sözüyle başlamak.
Ayrıca yemek sebebiyle Allah'ın zikrinden gafil olmamak için her lokma alındıkça "bismillah" demek de güzel bir davranış olur. Aynı şekilde ilk lokmayı alınca "Bismillah", ikinci lokmayı alınca "Bismillahirrahman" ve üçüncü lokmayı alınca da "Bismillahirrahmanirrahim" demek de iyidir. Besmeleyi, sofrada başka insanlar da varsa, onlara hatırlatmak için açıktan söylemelidir.
Huzeyfe Radıyallahu Anh yemeye besmele ile başlanmasına dair yaşadığı bir hâdiseyi ve Resûlullah'ın bu husustaki tutumunu şöyle anlatır:
"Biz Resûlullah'ın yanında yemeğe oturunca, Resûlullah yemeye başlamadıkça, kesinlikle elimizi yemeğe uzatmazdık. Bir seferinde yine onunla yemeğe oturmuştuk. Derken bir cariye (küçük kız çocuğu) geldi, sanki arkasından bir iteni var gibi hemen elini yemeğe uzattı. Resûlullah onun elinden tuttu. Arkadan bir bedevî geldi, sanki onun da arkasından iten biri vardı, alelacele o da elini yemeğe uzattı. Resûlullah onun da elinden tuttu ve şunu söyledi:
"Şeytan, üzerine Allah'ın ismi zikredilmeyen yemeği kendine helâl kabul eder. Nitekim sayesinde yemeğimizi kendisine helâl yapmak için bu cariyeyi getirdi. Ben de elinden tuttum. Bunun üzerine şu bedevîyi getirip onunla yemeği kendine helal yapmak istedi, ben onun da elinden tuttum. Nefsim elinde olan Zat–ı Zülcelal'e yemin olsun şeytanın eli o ikisinin eliyle birlikte avucumdadır." Resûlullah bunları söyledikten sonra besmele çekip yemeye başladı."
Resul– Ekrem'in Sallallahu Aleyhi ve Sellem'ın bu açıklamasından besmele okunmadan yenen yemeğe şeytanın ortak olduğu ve bu şekilde beslendiği anlaşılmaktadır. Öyleyse yemeye besmeleyle başlamak bir zorunluluk ve gerekliliktir. Fakat yemek yiyen kimse başta besmeleyi okumayı unutmuşsa ne yapacaktır? Hz. Aişe Radıyallahu Anhâ bunun cevabını bizzat Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'den şu şekilde aktarıyor:
"Resûlullah buyurdu ki:
"Sizden kim bir şey yerse "Bismillah" desin. Başta söylemeyi unutmuşsa, sonunda şöyle söylesin: "Bismillahi fî evvelihî ve âhirihî (başında da sonunda da Bismillah)."
Yine Hz. Aişe Radıyallahu anhâ dan gelen bir hadis, yemeye besmeleyle başlamanın bir faydasının da yemeğin bereketlenmesi ve yiyenleri doyurması olduğunu bizlere öğretmektedir. Hz. Âişe Radıyallahu Anhâ şöyle anlatıyor:
"Resûlullah, ashabından altı kişi ile birlikte yemek yiyordu. Derken bir bedevî geldi. (Besmele çekmeksizin) iki lokmada (yemeğin tamamını) yutuverdi. Resûlullah:
"Eğer bu adam besmele çekseydi yemek hepinize yeterdi!" buyurdu."
2– Sağ elle yiyip içmek.
Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'tan gelen bir hadiste Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem sol elle yemeyi yasaklayarak şöyle buyurmuştur:
"Sizden kimse sakın sol eliyle yiyip içmesin. Çünkü şeytan soluyla yer içer."
Ancak hemen belirtelim ki âlimler sol elle yemek yemenin hükmünde ihtilaf etmişlerdir. Onlardan bunu vacip görenler olduğu gibi mendub görenler de vardır. İbrahim Canan Kütüb–i Sitte Muhtasarı tercüme Şerhi'nde bu hadisin şerhini yaparken İmam Gazalî'nin ve İmam Nevevî'nin de sağ elle yemenin hükmünün mendub olduğunu kabul ettiğini söyler.
Cağımızın yaşayan İslâm Fıkhı âlimlerinden birkaçına acizane ben de, sağ eliyle yemek yemekte zorlanan, hemen hemen bütün işlerini sol eliyle yapan bir solak insanın sol elle yemesinin hükmünü ve bu şekilde yiyip içmesinin dinen bir sakıncası olup olmadığını sormuştum. Hocaların buna cevabı, bunun o durumdaki kimse için bir sakıncasının olmadığı yönünde olmuştu.
3– Yemeye tuzla başlayıp, yine tuzla bitirmek.
4– Yemeyi küçük lokmalar halinde almak ve iyice çiğneyerek yemek.
5– Lokmanın birini yutmadan diğerini almamak.
6– Hiçbir yemeği kötülememek ve ayıplamamak. Önüne gelen beğendiği bir yemekse yemeli, değilse yememeli; ama kendisi beğenmiyor diye yemeği asla kötülememelidir. Çünkü Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem hiçbir yemeği kötülememiş ve ayıplamamıştır. Kendisine sunulan yemek, hoşuna giden, beğendiği bir yemekse yemiş, değilse yememiştir. Buhârî ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadiste Hz. Ebû Hüreyre Radıyallahu Anh, Resûl–i Ekrem Efendimizin Sallallahu Aleyhi ve Sellem'ın yemek karşısındaki bu tutumunu şöyle anlatmaktadır:
"Resûlullah hiçbir zaman herhangi bir yemeğe laf etmedi, ayıplamadı. İştah duyduğu bir yemekse yerdi, hoşuna gitmeyen bir yemekse yemezdi."
7– Yemeği önünden yemek, diğer taraflara el uzatmamak.
Ancak bu bütün yemek çeşitleri için geçerli olan bir kural değildir. Çorba, pilav, fasulye gibi tümü tamamında aynı nitelik ve özellikte olan yemeklerde kendi önünden yemek edep iken, meyve gibi farklı kalite ve özellikte yiyecekler içeren tabaklarda önden değil, seçerek yemek edep olmaktadır. Çünkü Resûl–i Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem'ın uygulaması bu şekilde gelmiştir. Abdullah b. İkrâş b. Züeyb babasından şöyle naklediyor:
"Kavmim Benî Mürre b. Abîd, benimle mallarının sadakasını Resûlullah'a gönderdi. Medine'ye gelince O'nu muhacir ve ensarın arasında oturmuş buldum. Elimden tutup beni Ümmü Seleme'nin evine götürdü. Eve varınca:
"Yiyecek bir şey var mı?" diye sordu. Bize, içerisinde bolca serîd ve (kuşbaşı) et parçaları olan bir tepsi getirildi. Ondan yemek için yanaştık. Ben elimle kabın her tarafını yokladım. Resûlullah önünden yedi. (Bir ara) sol eliyle sağ elimden tuttu ve:
"Ey İkrâş! Bir yerden ye. Çünkü (kabın içindeki yemek) tek bir yemektir." buyurdu. Sonra bize, içerisinde taze ve kuru çeşitli hurmalar bulunan bir tabak getirildi. Bu sefer önümden yemeye başladım. Resûlullah'ın eli ise, tabağın her tarafında dolaşıyordu. Bana da:
"Ey İkrâş! Dilediğin yerinden alıp ye. Çünkü (tabağın içindekilerin hepsi) aynı çeşit değildir." buyurdu." (Devam edecek)
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(borcu ödemenin kolay yolu)

kalbdenkalbe mesajlar(borcu ödemenin kolay yolu)

Ya Muaz! Seni bize gelmekten geri bırakan nedir?" Ben de: "Bir adamın bende alacağı var. Ondan utandım, onunla karşılaşmak istemedim" dedim. Bunun üzerine Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem: "Sana bir takım kelimeler öğreteyim ki, onları okuduğunda üzerinde dağlar kadar borç olsa, Allahu Teâlâ onları öder."



"Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş yalnız Allah'adır." (Âl–i İmran, 28)
Rivayet edilmiştir ki; sahâbeden Ubade b. Sâmit Radıyallahu Anh'ın, Yahudilerin içinde, anlaşmış olduğu bazı adamları vardı. Bunlar Ubade'nin sâdık adamları olup onun sözüne itibar ederlerdi. Medine'de Hendek günü gelip çatınca Ubade, Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e gelerek:
–Yâ Resûlallah! Benim Yahudilerden beş yüz adamım var. Onları da bu Hendek gününde yanımıza alalım, bize yardım etsinler, deyince yukarıda zikrettiğimiz âyet–i kerime nazil oldu.
Bu âyet–i kerimede Allah Celle Celâluhu, her ne şartlarda olursa olsun kâfirlerden yardım istemeyi kesin bir ifade ile yasakladı. Aradaki bağ ne olursa olsun, ister dostluk, ister akrabalık, kâfirlerden yardım istenmez, onlarla dostluk kurulmaz. Bu durum, sadece yukarıda zikredilen âyet–i kerimede değil, defaatle tekrarlanmıştır. Cenab–ı Hak ile dost olan biri aynı anda Cenab–ı Hakk'ın düşmanı ile de dost olamaz. Bu ikisi zıt şeydir ki, aynı gönülde birlikte bulunmaları mümkün değildir.
Şair ne güzel söylemiş:
"Hem düşmanımı seversin, hem de beni,
Senin dostun olduğunu zannedersin,
Ahmaklık asla senden uzak değildir."


Gerçek dost, seni seven ve senin düşmanına düşman olandır.
İlim ehli buyurmuştur ki:
"Kişinin dostu da üçtür,
düşmanı da.
Kişinin dostları:
* Kendi dostu
* Dostunun dostu
* Düşmanının düşmanı
Kişinin düşmanları:
* Kendi düşmanı
* Dostunun düşmanı
* Düşmanın dostu"
Mü'min olduklarını söyleyip de, Allahu Teâlâ'nın düşmanı olan kâfirlerle dostluk kuranlar, onlara destek olanlar, Allah'ın düşmanları ile dostluk ettikleri için, Allahu Teâlâ'nın düşmanı olurlar.
Muaz b. Cebel Radıyallahu Anh'dan şöyle rivayet edilmiştir:
"Bir kişinin bende bazı alacakları vardı. Ben de ondan korkarak iki gün annemde kaldım. Sonra, dışarı çıkıp Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e geldim. O, bana:
"Ya Muaz! Seni bize gelmekten geri bırakan nedir?" dedi. Ben de:
"Bir adamın bende alacağı var. Ondan utandım, onunla karşılaşmak istemedim." dedim. Bunun üzerine Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem:
"Sana birtakım kelimeler öğreteyim ki, onları okuduğunda üzerinde dağlar kadar borç olsa, Allahu Teâlâ onları öder." buyurdu. Ben de:
"Evet! Öğretin yâ Resûlullah!" dedim.
"(Resûlüm) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin. Geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katarsın. Ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de sayısız rızık verirsin." (Âl–i İmran, 26, 27) Bu âyet–i kerimeleri okumamı emretti. Sonra da:
"Ey Allah'ım! Beni fakirlikten kurtar, benden borcumu öde, beni senin ibadetinde iken ve yolunda savaşırken al." duasını ilave etti.

Allah için
adanan bir ömür
"Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum." (Zariyat, 56, 57)
Mevlâ'mız bu âyet–i kerimede çok açık bir şekilde buyuruyor ki, "Ben sizleri başka bir iş için yaratmadım, sadece ve sadece Bana ibadet etmeniz için yarattım. İnsanın dünyada bir tek vazifesi var, o da Allahu Teâlâ'yı bilmek ve O'na ibadet etmektir. Bu çok zor bir iş değildir. Mükellef olduğumuz andan, son nefesimize kadar bu görev üzerimizdir. Bu noktada bir başka âyet–i kerimede şöyle buyrulmaktadır:
"…Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın." (Kehf, 110)
Bütün hanımlar ve kızlar, Hazreti Meryem validemizden ibret almalılar. Meryem validemizin annesi, Meryem'e hamile kaldığı zaman niyetini şöyle bağlamıştı: "Karnımdaki çocuğu Allah'ın dinine hizmet etmek üzere nezrettim."
Hazreti Meryem doğar doğmaz annesi onu bezlere sararak doğru Mescid–i Aksa'ya götürdü. O zamanlar Mescid–i Aksa, ilim ehli, zikir ehli, takva sahibi insanlarla dolu idi. Meryem validemizin anası, daha doğmadan çocuğunu Allah'a adamıştı, ne büyük ne güzel bir adak!..



ONUN GELİŞİ İNCİL’DE HABER VERİLDİ

Kâinatın Efendisi Sallallahu aleyhi ve Sellem, Mekke'de zulüm ve işkenceler dayanılmaz boyutlara ulaşınca, ashabına hicret etmelerini söyledi. Nereye hicret edilecekti? Habeşistan'a. Efendimiz hicret edeceklere Habeşistan'la ilgili şu bilgileri veriyordu:
"O memlekette iyi bir hükümdar vardır. Onun ülkesinde ne bir kimseye zulmedilir, ne de birinin başkasına zulmetmesine müsaade edilir. Allahu Teâlâ Hazretleri Müslümanlara bir açıklık, ferahlık verinceye kadar orada kalın, sonra dönersiniz."
Bu ilk hicret edenler on beş kişiydi. On biri erkek, dördü de kadındı.
Bu hicret, bisetin beşinci yılında gerçekleşti. Bu kafilenin ardından hicret devam etti, Müslümanlar birbiri ardınca Habeşistan'a gittiler. Bu gidenlerden biri de Cafer b. Ebû Talib'di. Mü'minlerin bu hicreti, Mekkeli müşrikleri endişeye düşürdü. Muhammed'in getirdiği din Mekke ile sınırlı kalmayacak, çevre ülkele–re de yayılma imkânı bulacaktı. Bunun önüne geçmek gerekiyordu. Mekkeli müşrikler bir karar aldılar: Habeşistan'a gidenleri geri getireceklerdi. Bunun için bir heyet meydana getirdiler. Bu heyetin reisliğini de Amr b. As'a verdiler. Bu heyet, Habeşistan'a gidecek, hükümdar Necaşi ile görüşerek, oraya sığınan mü'minleri ülkesinden çıkarmasını isteyeceklerdi.
Kureyş kafilesi beraberinde, Kureyş'in ulularının bir mektubu ve çok kıymetli hediyeler vardı. Kureyş heyeti Habeşistan ülkesine vardı, soluğu Necaşi'nin huzurunda aldı. Karşılıklı musafahadan sonra Amr b. As sözü aldı ve geliş sebebini anlattı:
–Ey Hükümdar! İçimizden biri çıktı, kendisinin peygamber olduğunu iddia ediyor. Bizi yalanlamakla kalmadı, senin ülkene de arkadaşlarını gönderdi, buranın da düzenini bozacak–lar. Kureyş bizi size bunları haber vermek için gönderdi. Senin ülkene gelenleri, geri göndermeni, ülkenden çıkarmanı istiyoruz.
Kureyş heyetini dinleyen Necaşi adamlarına dönerek:
–Daha önce Arabistan yarımadasından gelenleri buraya getirin. Bir de onları dinleyelim, bakalım onlar ne diyecek?"
Kısa zaman sonra Cafer b. Ebû Talib ve arkadaşları Necaşi'nin huzuruna getirilir. Necaşi onlara sorar:
–Arkadaşınız Muhammed, İsa ve annesi Meryem için ne haber veriyor? Necaşi'nin bu sorusunu Cafer b. Ebû Talib cevapladı:
–O, Allah'ın kulu ve Resûlü'dür. Allah'ın kelimesidir, Allah'tan bir ruhtur. Allah onu Meryem'in rahmine ilka etmiştir. Meryem için de "kocasızdır ve bakiredir" buyuruyor." Anlatılanları dikkatle dinleyen Necaşi, izleyenlerin meraklı bakışları arasında ayağa kalktı eline bir ağaç parçası aldı ve toprak üzerine bir çizgi çizdi ve şunları söyledi:
–Sizin sahibinizin söylediği söz ile, İsa'nın söyledikleri arasında şu çizgi kadar bile fark yok, diyerek Cafer b. Ebû Talib'i tasdik etti. Tekrar Müslümanlara dönen Necaşi:
–Sahibinize indirilen kitaptan bir şeyler biliyor musunuz? dedi. Cafer b. Ebû Talib:
–Evet biliyoruz.
–Okuyun, dinleyelim.
Cafer b. Ebû Talib, Meryem sûresini baştan sona okudu. Orada bulunan âlimler, abidler, gerçek İsevî bilginler, okunanları pür dikkat dinlediler. Cafer b. Ebû Talib'in okudukları orada bulunanların üzerine müthiş etki yapmış ve geçmişten gelen hakikatleri dile getirmişti. İsa Aleyhisselâm ve annesi Meryem için anlatılanlar ve Kur'an ayetlerinin belagatı, İsevî âlimlerin gözyaşlarını akıtmıştı. Dediler ki:
–Bu sözler bizim İncil'in sözlerine benziyor.
Bu hâdisenin asıl can alıcı noktası; Necaşi'nin kendi ulemasına sorduğu şu sorudur:
–Peygamberimiz İsa'dan sonra bir peygamber geleceğine dair kitabımız İncil'de bir haber var mı?
–Var, dediler:
"Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: "Ey İsrailoğulları! Ben size Allah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim." demişti. Fakat o, kendilerine açık deliller getirince: "Bu apaçık bir büyüdür." dediler." (Saf, 6)
Necaşi ve ashabı bu habere çok sevindiler. Bütün bu yaşananlar, orada bulunanlar üzerinde derin etkiler yapmıştı. Konuşmalar, ağlaşmalar, derken Necaşi son noktayı koydu:
–Sizler benim topraklarımda emin olarak kalın, benim ülkemde size kimse dokunamaz, dilediğiniz gibi yaşayın.
Necaşi bir hükümdardı, ilim adamı değildi. İlim adamı olmadığını biliyordu, bunun için de yanında bulunan ilim ehline soruyordu. İlim ehli de ona bildikleri doğruları söyledi, o da doğrudan yana tavır aldı.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(TIBBIN CEVAB VEREMEDİĞİ KONU ÖLÜM İYİLİĞİ)

kalbdenkalbe mesajlar(TIBBIN CEVAB VEREMEDİĞİ KONU ÖLÜM İYİLİĞİ)

Ölüm Güzel Şey;

Budur Perde Ardından Haber...

Hiç Güzel Olmasaydı Ölür müydü

Peygamber?...

(N. F. K)



Pek çok hastanın ölümüne yakın anda birden iyileştiği görülür. Bu olay o kadar sık görülür ki, olaya özel bir isim verilmiş, "ölüm iyiliği" denilmiştir.

Hele ben bir kanser uzmanı olarak, bu ölüm iyiliğini çok net olarak görmüşümdür. Dayanılmaz ağrıların pençesinde kıvranan ve tıbbi açıdan aciz kaldığım birçok hastanın, son anlarını en ufak sizi duymadan kapattıklarını tesbit etmişimdir.

Akciğerleri metastazla dolmuş, nefes alma imkanı kalmamış nice hastalarımın oksijen altında bile nefes darlığından kıvranırken, son anlarını akıl almaz şekilde normal teneffüsle kapattıklarını çok görmüşümdür. Bu mucizevi ölüm iyilikleri, isim ve hasta yakınlarının kayıtları ile dosyamda mevcuttur.

Peki ölüm iyiliği nedir? Eğer insan maddeden ibaret olsa idi: Ölüm yaklaştıkça artan fizopatolojik olaylar, ızdırabı, nefes darlığını artırmalı, insan ölürken artan bir acının pençesinde son bulmalıydı. Halbuki olaylar tam tersini doğruluyor. Yani kötü giden çark son anda düzeliyor, sanki manadan özel, kısa bir mutlu hayat veriyor. Bu olay, ruhun insan makinasmdaki sonsuz gücünü gözler önüne seriyor.

Gerçekte ölüm, tıpkı doğum gibi bir intikaldir. Bu sırrı bize bildirmek için Allah ölüm iyiliğini yaşatır.

Ölüm iyiliği nasıl doğuyor? Önce söylediğimiz gibi, ruh insan kordinatlarmda tüm hücreleri, etkisi altında bir canlılık sırrı içinde sarmıştır. Hasta ve ölümü mukadder kişide bu tasarruf bitmeden aniden şiddetlenir (ölüm iyiliği) sonra ruh insan koordinatlarını terk eder.

Şimdi ölüm anındaki bir harika tesbiti hatırlatacağım.

Ölüm anında, ölüm iyiliği dışında, mesela nefes darlığı ve ağrı çekmeyeceklerde de bilinçde bir berraklaşma olur. Hafıza, tüm uzak kartlarını bir bir açar. Yeni bir dünyanın eşiğinde hayatın sanki bir panaroması sergilenir. Bilinç en seçkin sözlerini verir, son nefeslerde.

Eğer ölüm insanın sonu olsaydı, biten madde olayından ibaret olsaydı tam tersi olacaktı. Yok olmaya yaklaşan beyin, fonksiyonunu yitirecek; bilinç yavaş yavaş, perdelene perdelene ölüm gelecekti.

Bu, gerçekte ruhun varlığını ve ölümün son değil, bir değişme olduğunu ispatlar. Daha önemlisi, ölüme yakın anda insanın gerçeklere daha yakın olma hikmetidir. Ölüme yakın anda çoğunun yanılgılardan döndüğü, hatta yakınlarına geleceğe dair gerçeklerden söz ettiği çok görülmüştür.

Ölüm konusunda tıp biliminin çözemediği mesele, ölüm nedenini bozan biyolojik kurallarla ters düşmesidir. Yani bazen, mutlaka ölüm meydana getirmesi gereken biyolojik olaylar, bir türlü ölüm meydana getiremiyor. Kanser metastazlarında bu durum çok müşahade edilir. Bu da, ölümü meydana getiren asıl olayın, ruhun insan kordinatlarını terk etmesi demek olduğunu doğrular(DR HALUK NURBAKİ
ruhu için bir fatiha)
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
KALBDENKALBE MESAJLAR(HİKMET DAMLALARI)

KALBDENKALBE MESAJLAR(HİKMET DAMLALARI)

Allah-u Teala, indirmiş olduğu bazı kitaplarında şöyle buyurmuştur.



"Ben Allahım!, Meliklerin Meliki (hükümdarların hükümdarı)' yım. Bütün hükümdarların kalbleri ve alınsaçları benim elimdedir. Eğer kullar bana itaat ederlerse, başlarındaki hükümdarları kendileri için bir rahmet (merhamet, acıma vesilesi) yaparım, yani başlarındakini, onlar için analarından, babalarından daha acıyıcı kılarım.



Eğer kullar bana isyan ederlerse, başlarındakini onlara bela yaparım, yani onlara hiç acımazlar. O halde hükümdarlara sövüp, saymakla meşgul olmayın, lakin bana tövbe edin (dönün)ki, onları size merhametli yapayım".



Bir kere Haccac-ı Zalime:

"Niçin Hazreti Ömer gibi adaletli davranmıyorsunuz"?



Halbuki sen, O'nun hilafeti devrinde yetiştin, O'nun adalet ve salahını görmedin mi?" dediler.

Cevaben:

"Siz Ebu Zer'leşin ki, bende sizin için Ömer'leşeyim." dedi. yani siz zühd ve takvada Ebu Zer (Radıyallahu Anh) gibi olun ki, ben de adalet ve insafta Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh)' in muamelesini yapayım, dedi.



İtikat ve amel bakımından nasıl olunursa, halkın üzerine öyle idareciler tayin olunur. O halde zulüm yayıldığı zaman, bütün müslümanların, Allah-u Teala Hazretleri’ne yalvarmaları ve tövbe istiğfarla O'na yönelmeleri gerekir...



...Hanımlar birbirlerini sevmeli, erkekler de birbirlerini sevmelidir. Mevla Teala kulunun kalbinde başka bir kuluna buğz olup olmadığını görür mü görmez mi? Görür. Eğer buğz görürse hoşuna gider mi gitmez mi? Gitmez. O’nun hoşuna gitmeyeni yapmayalım.



Etiniz kemiğiniz para etmez sizin, değerinizi ahlakınız artırır. Size bir kötülük yapandan intikam alsanız ne kar edeceksiniz.? "Affediyorum" deyin, affedin.

Uhud Gazvesinde müşrikler, Ashab-ı Kiram’dan bazılarını şehit etmişlerdi. Hazreti Hamza’da onların arasındaydı. O’nun mübarek vücudunu parçalamışlardı. Hatta Ebu Süfyan'ın eşi "Hind" Hazreti Hamza'nın ciğerinden bir parçasını çiğnemişti.



Resulullah ile Ashab-ı Kiram’ı da, kafirlerden bir çoklarının özellikle Hazreti Hamza'nın katline sebep olan Hind'in öldürülmesine ahd etmişlerdi. Bunun üzerine sure-i nalh'in 126.Ayet-i nazil oldu.



Şöyle ki:

"Ey müminler, düşmandan intikam almak için eğer bir ceza ile mukabele edecek olursanız, ancak size yapılan azap ve cezanın misli ile yapın (daha fazla ileri gitmeyin). Sabrederseniz (cezayı terk ederseniz), and olsunki bu, tahammül edenler için daha hayırlıdır."



Bu Ayet-i Celile’nin inişinden sonra, Peygamber Efendimiz Hind'i affettiler.



Hazreti İsa (Aleyhisselam)' ın şeriatında bir kişi, herhangi bir kimseye bir tokat vurduğunda yanağını çevirmesi icap ederdi. Sure-i Fussilet'in 34.Ayet-i Kerimesi’nde şöyle buyrulur:



"Hem iyilikle kötülük müsavi olmaz. Sen, kötülüğü, en güzel olan iyi harekette önle. O vakit bakarsın ki, seninle arasında bir düşmanlık bulunan kimse, yakın bir dost gibi olmuştur."



İyi muamele etmek, okşamak, tatlı söz söylemekle acı söz söylemek, tokatlamak bir değildir. Mesela: birisi size tokat attı. O’na karşılık verin, ne ile? en güzel şey ile. O’nu affetmen güzel, o’na iyilik etmen ise en güzeldir. İnsanın nefsi ise bu durumda ne der? "Bütün dünya insanları onu çiğnesin, dağlar onun üstüne yıkılsın."



Kötülüğünün karşısında kendisine en güzel şekilde karşılık verildiğini, iyilik edildiğini gören kimse ne der: "Benim kafam kalın, ahlakı kötü olan benim".



İnsanlığı yapamıyorsak ta insanlık nedir dinleyelim, öğrenelim.



Yarabbi:

Cümlemizi bu ahlak ile mütehallık eyle. Amin...
 

Zinnire

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
12 Tem 2006
Mesajlar
325
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: KALBDENKALBE MESAJLAR(HİKMET DAMLALARI)

RE: KALBDENKALBE MESAJLAR(HİKMET DAMLALARI)

zerda kardesim bu guzel paylasman icin sonsuz tesekkurler,cok guzel ornek ve kuran-i-kerimden yerinde cevaplar.cok sagolasin....Allah razi olsun...B)B)B)B)B)
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(benim bildiğimi bilseydiniz çok ağlar az gülerdiniz)

kalbdenkalbe mesajlar(benim bildiğimi bilseydiniz çok ağlar az gülerdiniz)

Muhterem kardeşlerim! Önümüzde ne günler var, bir bilebilseydik. Tam burada Kâinatın Efendisi şöyle buyurmaktadır:
"Benim bildiğimi bilseniz, az güler çok ağlardınız."
Yanımızda bulunan bir kimse vefat etse, o kimsenin, ruhunu teslim ederken çektiği sıkıntı ve içinde bulunduğu ıstırabı bizim anlamamız mümkün olur mu? Ruhunu teslim etmek üzere olan kişinin yanında bulunanlara göre herhangi bir anormallik yok, her şey olağan görünür. Ancak ruhunu teslim edenin gerçek durumu şudur ki, ona âhiret âleminin kapıları açılmıştır. Hele ruhunu teslim etmek üzere olan kişi bir de günahkâr ise, kim bilir ne acılar, ne ıstıraplar içindedir.
Anlatmışlardı ki, ruhunu teslim etmek üzere bulunan bir nine, acı ve ıstırap içinde şöyle feryat ediyordu:
"Öyle bir acı çekiyorum ki, her nefes alış verişte evimizin önündeki dallı budaklı koskocaman gürgen ağacını içime sokuyorlar, sonra da hızlı bir şekilde çıkarıyorlar."
"Ey Allah'ım! Bizim üzerimize ölüm sarhoşluğunu kolay et."
Ruhun teslimi anında hiç şüphesiz salih kişilerin hâli başkadır. O salih kişiler ki, ölüm anında içinde bulunacakları sekrin farkına bile varmayacaklar. Bunu bize Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem haber vermektedir:
"Mü'minin ruhu tereyağından kıl çeker gibi kolay alınacak."
Efendimizin her hadis–i şerifinin karşılığında muhakkak bir âyet–i kerime vardır. Bir ilim ehli zat "Mü'minin ruhu tereyağından kıl çeker gibi kolay alınacak. " hadis–i şerifini okuyunca, acaba bu hadis–i şerifin karşılığı olan âyet–i kerime hangisidir diye düşünmeye başlamış. Uzun bir araştırma yapmasına rağmen ne yazık ki bir sonuca ulaşamamış. Üzüntü ve umutsuzluk içinde bulunduğu bir gece rüyasında Kâinatın Efendisi sevgili Peygamberimizi görmüş. Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ona sûre–i Yusuf'un 31. âyet–i kerimesini işaret buyurmuş.
"Kadın, onların dedikodusunu duyunca, onlara davetçi gönderdi; onlar için dayanacak yastıklar hazırladı. Her birine bir bıçak verdi. (Kadınlar meyveleri soyarken Yusuf'a):
"Çık karşılarına." dedi. Kadınlar onu görünce, onun büyüklüğünü anladılar. (Şaşkınlıklarından) elerini kestiler ve dediler ki: Hâşâ Rabbimiz! Bu bir beşer değil. Bu ancak üstün bir melektir."
Bir kişiye dense ki, elini kes, sana şunu vereceğim. Her insan kolay kolay elini kesemez. Durup dururken, bir insanın, elini kesmesi kolay anlaşılır bir iş değildir. Peki, âyet–i kerimede zikredildiği üzere o kadınlar nasıl oldu da ellerini kestiler?
Yusuf Aleyhisselâm akılların alamayacağı derecede bir güzelliğe sahipti. Kadınlar onu görünce, akılları başlarından gitti, kendilerinden geçtiler ve hayran hayran Yusuf Aleyhisselâm'ı seyre koyuldular. O sırada ziyafet sofrasından kendilerine ikram edilen meyveleri yemek için bir ellerinde bıçak, diğer ellerinde de meyveler vardı. Bıçakla elmaları kesmeye yeltendiklerinde, her biri elmayı keseyim derken ellerini kesmezler mi? Her birinin eli kesilmiş; fakat içinde bulundukları hâl sebebiyle, ellerini kestiklerinin farkına bile varmamışlardı.
İşte burada kadınlar karşılaştıkları güzellik karşısında nasıl farkında olmadan ellerini kestiler ve bu kesmeden dolayı herhangi bir acı hissetmedilerse, bir salih kul da ruhunu Allah'a teslim anında hiçbir acı hissetmeyecek. Salih kulun ruhu teslim alınırken ona, o kadar güzel şeyler gösterilecek ki, o güzellikleri hayran hayran seyrederken, ruhu hadis–i şerifte geçtiği üzere "tereyağından kıl çeker gibi" alınacaktır.
Muhterem kardeşlerim! Çok zor günler var önümüzde, o günlere hazırlıklı olalım. Mevlâ'mızın emirlerine uyarak, hem dünyada hem de âhirette zarara uğramayanlardan olalım. Eğer nefsimizin emirlerine uyarsak, Mevlâ'mıza karşı gelmiş oluruz. Nefis bize devamlı kötülüğü emreder. Nefsin bu telkinine karşı uyanık olmalı ve ona şöyle demeliyiz:
"Sen insansın, insan kanun ve yasalarına göre yaşamalısın."
Bu seslenişe karşı nefis de şöyle der:
"Hayır! Ben hayvan kanunlarına uygun yaşayacağım."
Burada karşımıza iki yol çıkıyor, ya insan kanunlarına uyacağız ya da hayvan kanunlarına. İşte hayvan kanunlarına uyanlar kaybettiler, onların durumu yukarıda bahsi geçen ninenin durumu gibidir. Ruhunu teslim anında, koskoca bir gürgen ağacını içine sokup çıkarırlar. Allah bizleri muhafaza etsin. Sürekli tövbe istiğfar hâlinde olalım.
"Ya Rabbi! Ben kusurluyum, sana karşı edebimi muhafazada eksiklik içindeyim, beni affet…"

Yardım son andadır
"Nihayet peygamberler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarıldıklarını sandıkları sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir. (Fakat) suçlular topluluğundan azabımız asla geri çevrilmez." (Yusuf, 110)
Sabır ile sebat, çok büyük bir iştir. Nuh Aleyhisselâm tamı tamına 950 sene sabırla Mevlâ Teâlâ'nın yardımını bekledi. Hiçbir zaman peygamberler umutsuzluğa düşüp Mevlâ'nın yardımından umut kesmemişlerdir. Fakat peygamberler öyle büyük imtihanlara maruz kaldılar ki, neredeyse ümitlerini keseceklerdi. Bu konu ile alâkalı olarak Bakara sûresinde şöyle buyrulmaktadır:
"(Ey mü'minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve beraberindeki müminler; "Allah'ın yardımı ne zaman!" dediler. Bilesiniz ki, Allah'ın yardımı yakındır." (Bakara, 214)
Mevlâ Teâlâ Hazretleri, ne zaman ki peygamberlerde umutsuzluk baş göstermiştir, tam o anda onlara yardım etmiştir. Bütün peygamberler sıkıntı çekmiştir, her birinden bize ulaşan büyük dersler vardır. Özellikle Yusuf Aleyhisselâm'ın hayatında büyük dersler vardır. Nitekim Yusuf Aleyhisselâm'ın kıssası anlatılırken, kıssanın önemine dikkat çekmek için Mevlâ'mız şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun onların (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin) kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır. (Bu Kur'an) uydurulabilecek bir söz değildir. Fakat o, kendinden öncekileri tasdik eden, her şeyi açıklayan (bir kitaptır); iman eden toplum için bir rahmet ve bir hidayettir." (Yusuf, 111)
Yusuf Aleyhisselâm'ın hayatının her noktası bizim için çok büyük bir ibrettir. Her hâdise insanlık tarihine bir ders mahiyetindedir; kuyuya atılması, kuyudan çıkarılması, köle olarak satılması, hapse düşmesi ve hapisten çıkması. Kuyudan, köleliğe, kölelikten sultanlığa yükselmesi. Uzun yıllar ayrı kaldıktan sonra tekrar ana, baba ve kardeşleri ile buluşması. Zeliha validemizle evlenmesi. Daha neler neler…
Her hâlde ve her şartta sabırla sebat etmek mü'minin görevidir. Bir büyük imtihanda olduğumuzu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmayacağız. En büyük imtihana da peygamberler tutulmuştur, onların imtihanı çok ama çok ağırdır. İşte bunun en güzel örneği olan Yusuf Aleyhisselâm'ın yaşadıklarının haberleri bizlere ulaşmıştır. Bunca acı ve sıkıntıya karşı o ne yaptı? Ümitsizliğe düşmedi, sabırla sebat etti, Rabbinin yardımını bekledi. Sonuçta Rabbinin yardımı geldi ve kuyudan hapse, kölelikten sultanlığa uzanan bir yolda ebedî kazananlardan oldu.
Rabbimiz her şeyin sahibidir, O'nun işine kim karışabilir? Bir âyet–i celilede bakın ne buyuruyor:
"Allah yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir." (Enbiya, 23)
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
KALBDENKALBE MESAJLAR(ŞEYTAN İLE YAPILAN ROPÖRTAJ)

KALBDENKALBE MESAJLAR(ŞEYTAN İLE YAPILAN ROPÖRTAJ)

Öncelikle şunu söyleyeyim ki, insandaki bütün organlar, ona verilen bütün hisler, duygular, güç, kuvvet ve bütün imkânlar hep Allah'ın ihsanıdır. Ben insana, önce kendisine bu kadar nimet veren Allah'ı unutturuyorum. Bütün bu nimetlerin Allah'tan olduğunun farkında olmayan insan, ne Rabbine teşekkür ediyor, ne de O'na olan minnet borcunu ödüyor.



Şeytan en verimli
devrini yaşıyor
İnsanın en büyük düşmanı olan şeytan gerek Asrı Saadet dönemini, gerekse tabiîn ve tebei tabiîn dönemini görmüş, İslâm'ın sancaktarlığını yapan devletlere şahit olmuştur. İnsan doğrusu merak ediyor; acaba şeytan o devirlerde neler hissediyordu, şimdi günümüzde dünyanın ahvaliyle alâkalı olarak neler düşünüyor? Gelin beraberce hayalimizi zorlayalım ve bu konuda şeytanın bize neler anlatabileceğini tasavvur edelim.
İşte sizlere şeytanla yapılan hayalî bir konuşma…
Adamın biri ıssız bir yolda ilerlerken şeytanla karşılaştı. Şeytanı gayet neşeli görünce:
"Bakıyorum da neşen yerinde." dedi. Şeytan:
"Nasıl neşeli olmayayım! Şu sıralar en verimli devrimi yaşıyorum." diye cevap verdi. Adam:
"Ne demek istediğini pek anlayamadım." Şeytan:
"Anlamayacak bir şey yok. Ben asırlardır, "âhir zaman" hayaliyle yaşayıp bu günleri bekledim. Şimdi işlerim gayet tıkırında, keyfime de diyecek yok."
"Önceden keyfin yerinde değil miydi?"
"Nasıl olabilirdi ki? Hele "Asrı Saadet" dönemi yok mu? Benim için kabus doluydu, işlerim çok kesattı. Neler çektiğimi bir ben bilirim. O dönem benim için tam bir "Asrı Sefalet"ti. Her gün ölüp ölüp diriliyordum. Sahabei kiramdan kimi görsem, nefesim daralır, dizlerimin takati kesilirdi. Hele Hz. Ömer yok muydu? Ondaki heybet, ondaki celâdet ödümü patlatırdı. Onu görünce korkudan yolumu değiştirir saklanacak delik arardım."
"Ya sahabe-ikiramdan sonra?"
"Onlardan sonra da pek öyle rahat yüzü gördüm sayılmaz. Onların ardından tabiîn geldi. Sahabei kiramı görmüş, onların sohbetlerinde bulunup ilim meclislerine katılmış bu insanlardan da pek fayda görmedim. Onlar da âhirete göçünce tebei tabiîn geldi. O devirde pek çok müctehid ve âlim vardı. Zühd ve takva sahipleri revaçtaydı ve ulemânın sözü itibar görüyordu. İnsanlar kanaatkâr, âhirete meyilliydiler. Dünyaya, makam ve mevkiye fazla düşkünlükleri yoktu. Söyler misin, böyle bir toplumu ben nasıl kandırayım? İnsanlara günah işleteyim diye iflahım kesilirdi. Senin anlayacağın şeytanlık çok zor meslekti o zamanlar…
"Ama tebe-i tabiînden sonra rahatlamışsındır herhâlde?"
"Yok canım ne gezer... Onlardan sonra da her asırda bir kutup, bir müceddid, nice Allah dostları veliler geldiler. Bana çalışma alanı mı bıraktılar? Şahı Nakşibendî gitti, İmam Rabbânî geldi. Abdülkadir Geylânî gitti, Seyyid Ahmed erRifâî geldi, yani rahat yüzü göstermediler bana… O vakit insanlara her ne kadar tek tük günah işletsem de, günahların ardından pişman olup hemen tevbe ediyorlar ve bütün çabamı boşa çıkarıyorlardı."
"O zamanlar İslâm'ın yayılmasında, ulemânın olduğu kadar idarecilerin de etkisi büyüktü değil mi?"
"Evet, gerçekten öyle. Zaten esas belimi büken de buydu. Araplardan sonra Türkler devlet olarak bu dini yaymak için az mı çalıştılar?! İslâm âlemi, Haçlı ordularına karşı önce Selçuklular, sonra da Osmanlılar tarafından az mı korunup kollandı?!"

Şeytanın ümitlerinin
tükendiği zaman
"Desene ümitlerini yok ettiler."
"Doğrusunu istersen, Selçuklu devletinin çöküşüyle biraz ümitlendim ve rahat
edeceğimi sandım, ama nerede!.. Selçuklu çöktü de ne oldu? Ardından gümbür gümbür Osmanlı geldi ve bayrağı teslim aldı. Ahh, bu Osmanlı yok mu?! Onun yükseliş dönemleri, benim çöküş dönemlerim oldu. Onların kazandığı her zafer benim için bir hezimetti. Ben insanlara İslâm'ı unutturmaya çalışırken, onlar gittikleri her yere İslâm'ı götürüyorlar, camiler, medreseler, hanlar hamamlar inşa ediyorlardı. Malûm bunlar hep İslâm'ın motifleridir. Bir de fethettikleri topraklardaki âdil yönetimleriyle o topraklarda yaşayan insanların gönüllerini de fethediyorlardı. Böylece halk fevc fevc Müslüman oluyor, ben ise eridikçe eriyor, âdeta bitip tükeniyordum. Yani o dönemlerde de sıkıntılarım hep devam etti. Şöyle ağız tadıyla istediğim gibi bir icraat yapamadım."
"O hâlde "altın devrimi yaşıyorum." dediğin dönem, herhâlde Osmanlı devletinin çöküşünden sonra başladı?"
"Evet, aynen öyle oldu. Osmanlı ne zaman çöktü, işte o zaman benim yükseliş dönemim başladı ve çok büyük bir şahlanış yaşadım. Artık o kâbus dolu günler geride kaldı. Şimdi ise, altın devrimi yaşıyorum. Çok mutluyum çook!.."
Şeytan Aleyhillâne keyiften dört köşeydi, âdeta mutluluk sarhoşu olmuştu. Arsızca "Gün benim, devran benim!" diye nâra attı. Tabiî şeytanın bunları keyifle anlatması, adamın canını çok sıkmıştı. Demek asırlardır kahrolan şeytan bugün çok mutluydu. Şöyle bir düşündü: Gerçekten de bugün şeytana uymayan, onun tuzağına düşmeyen kimse hemen hemen yok gibiydi. Merakla sordu:
"Yahu milyarlarca insanı nasıl yoldan çıkarabiliyorsun? Yani anlayamadığım, bunu hangi kuvvetle yapıyorsun?" Şeytan bir kahkaha patlattıktan sonra cevap verdi:
"Bunu bendeki bir kuvvetle değil, Allah'ın insanlara verdiği kuvvetle yapıyorum!"
"Peki, bu nasıl oluyor?"
"Öncelikle şunu söyleyeyim ki, insandaki bütün organlar, ona verilen bütün hisler, duygular, güç, kuvvet ve bütün imkânlar hep Allah'ın ihsanıdır. Ben insana, önce kendisine bu kadar nimet veren Allah'ı unutturuyorum. Bütün bu nimetlerin Allah'tan olduğunun farkında olmayan insan, ne Rabbine teşekkür ediyor, ne de O'na olan minnet borcunu ödüyor. İşte bundan sonrası çok kolay… İnsanoğluna vesvese veriyor, oyunlar tezgâhlıyor, tuzaklar kuruyorum. Kısaca ne lâzımsa yapıyorum. Şayet bana uyarsa, Allah'ın kendisine lütfettiği bu nimetleri benim istediğim yerde kullanan insan, zaten Rabbine isyan etmiş oluyor. İşte olay bu kadar basit."
"Demek sen Allah'ı biliyorsun öyle mi?"
Şeytan acı acı gülerek cevap verdi:
"Öyle bir lâf söyledin ki, beni şaşırttın. Sen de bilirsin ki, ben Allah'ın emrini kırdım ve isyan ettim. Hiç bilinmeyen bir Zat'a isyan edilir mi? O'nu bilmeyen mi var?! Ama ben şu insanoğluna şaşarım ki, Allah bu kadar nimetler vermiş, elçiler göndermiş, kitaplar inzal etmiş, cenneti vaat etmişken Allah'ın emirlerine uymuyor da, benim verdiğim kuru bir vesveseye uyuyor. Hâlbuki ben onlara ne elçi yolladım, ne kitap gönderdim, ne de cenneti vaat ettim. Buna rağmen insanoğlu Allah'ı değil de, beni dinleyip isyan içinde ömür sürüyor. Şimdi sen söyle! Bunlar cehennemi haketmiyorlar mı?!"

Şeytanı
aratmayan şeytanlar
"İşgal dedin de aklıma geldi. Amerika'nın varlığı seni hiç rahatsız ediyor mu?"
"Hiç öyle şey olur mu? Ben ondan öylesine memnunum ki, bunu kelimelerle anlatamam. Ama bir ara ondan rahatsız olmuştum. Ona "büyük şeytan" denilince kıskanmış ve buna çok kızmıştım. Çünkü benden başka "büyük şeytan" mı vardı? Fakat zaman geçtikçe bu kızgınlığım geçti, hatta yerini hayranlığa bıraktı desem yalan olmaz. Millet ona boşuna "büyük şeytan" demiyor. Hakkını yememek lâzım, hakikatten de çok büyük şeytanlıklar yapıyor. Yani şimdi sen söyle: Kuruntuyla, vesveseyle dünyayı bu hâle getirmek mümkün mü canım?! Ha diyeceksin ki, "Onların gönlüne sen vesvese vermiyor musun?" Elbette veriyorum; ama benim yaptığım sadece kuru bir vesvese. Yoksa ben birtakım entrikalar çevirerek, dünya devletlerini peşime takıp, her yeri kan gölüne nasıl çevireyim? Doğrusu, böylesine bir işgali ve böylesine bir zulmü ben beceremem. Allah seni inandırsın, böyle bir zulmü ben, Haccac zamanında bile görmedim. Yani gerçekten Amerika büyük şeytan…"
"İyi de Amerika tüm bunları tek başına yapmıyor ki?"
"Tabiî bu kadar işi tek başına yapması mümkün değil; fakat onun da benim gibi dünyanın her yerinde aveneleri var. Onlar sayesinde randımanı artırıyor. Onun aveneleri de az şeytanlık yapmıyorlar hani. Hem bunlar modern şeytanlar canım, bizim gibi klâsik yöntemlerle çalışmıyorlar. Ee ne de olsa zaman değişti, teknoloji gelişti, şeytanî faaliyetler de şekil değiştirdi tabiî ki.
"Yani "Onlar şeytanlığı benden daha iyi yapıyorlar." mı demek istiyorsun?"
"Yok, canım o kadar da değil. Ayrıca onlar da benim adamım sayılırlar. Fakat şunu da itiraf etmeden geçemeyeceğim. Ben Müslümanların âhiretini cehenneme çevirmeye çalışıyorum. Buna bazen muvaffak oluyorum, bazen olamıyorum. Ama bu Amerika ile aveneleri var ya, acayip adamlar. Baksana işi âhirete de bırakmayıp, Müslümanların dünyasını cehenneme çevirmeyi nasıl da başardılar?! Onlara helâl olsun!
"Ey mel'un! Sen ve adamların Müslümanların kan ve gözyaşları üzerine saltanat kurmuşsunuz, hiç mi vicdanınız sızlamıyor?"
"Eee ne yapalım? Müslümanlar nasıl olsa âhirette ebedî bir saltanatın sahibi olacaklar.
Ama ben ve avenelerim öyle mi? Âhirette zaten ebedî bir azap bizi bekliyor. Hiç olmazsa, şu üç günlük dünyada ne saltanat sürebilirsek, onu kâr biliyoruz. Eh bunu da bize çok görmeyin artık…
Adam istiaze ederek ağzında dua ile oradan ayrıldı: "Yâ Rabbi! İnsan ve cin şeytanlarından Sana sığınıyoruz. Şerlerinden bizleri emin eyle!..."
Fî emanillah!



ŞEYTANIN SİLAHLARI

Adam, şeytanın bu anlattıklarına hem hak veriyor hem de hayret ediyordu. Yahu bu şeytan resmen kendisine bir hoca gibi vaaz ediyordu. Birden toparladı, öyle ya bu şeytan meleklere de şu kadar sene hocalık etmemiş miydi? Onun bilmediği mi vardı. Fakat ilmiyle amel etmediği için şeytan olmaktan kurtulamamıştı. Adam tekrar sordu:
"İnsanları kandırmak için hangi silahları kullanırsın?"
"Bunları saymaya vakit mi yeter? Fakat en çok kullandıklarımı söyleyeyim: "Dünya sevgisi, kibir, şehvet, öfke, hırs, tûli emel, haset ve riya." Tabiî bunları adamına göre kullanır, herkesin nabzına göre şerbet veririm. Birine aldanmazsa, diğerini sunarım. Âdemoğlunu kendime bağlayıncaya, onu ardıma takıp isyana düşürünceye kadar peşini bırakmam."
"Peki, yardımcıların kimler?"
"Bunları da saysam uzun gider, ama ben sana şu kadarını söyleyeyim. Bu günkü bazı hocalar, âlimler, özellikle de bazı ilâhiyat profesörleri işimi çok hafiflettiler. Din adına konuşup, insanların inançlarını itikatlarını öyle tahrip ediyorlar ki, onlara hayran oluyorum."
"Peki, hangi sebeple "Altın çağımı yaşıyorum." diyorsun?"
"Baksana bu ümmet ne hâlde! Dünya karmakarışık, Müslümanlar darmadağınık. Dünyanın her yerinde ezilenler, horlananlar, sömürülenler Müslümanlar! Bu bana yetmez mi?"
"Evet, maalesef bu gün İslâm âlemi darmadağınık. Dünya Müslümanları perişan. İşin daha da kötüsü, İslâm âleminin bu asırdaki dağınıklığını ve ezilmişliğini gören bazı Müslümanlar, özellikle de kendi tarihini pek bilmeyen yeni nesil, Müslümanları ilk tarihlerden beri hep ikinci sınıf, hep ezilmiş, hep sömürülmüş zannediyor. Hâlbuki Müslümanlar sadece bir asırdan beri böyle, yoksa ondan önce böyle miydi? Evvelce Müslümanların ne kadar güçlü ve kudretli olduğunu tarih haykırıyor!
"Aman oraları karıştırıp milleti ayıktırma! Gerçi millette de bunu görecek feraset nerede? Ayrıca ben vesveseyle, imanı zayıf olan Müslümanları komplekse sokup, Müslüman olmayan milletlere hayranlık duygusunu körüklüyorum. Böylece gayrimüslimi takdir edip, kendi din kardeşini hakir görmeye başlıyor. Bu tuzağa düşen biri artık benim adamımdır. Onun bulunduğu bir ortamda zaten bana iş düşmez.
"Seni mel'un! Demek bu da senin oyunun. Kendi dinini ve şanlı tarihini bilmeyen bu milleti geçmişine düşman edip, Batıya hayran eden sensin demek?"
"Elbette benim. Onlar da gerek İslâm tarihini, gerek millî tarihlerini iyi öğrenip, şuurlu
Müslüman olsunlar da benim elimde oyuncak olmasınlar. Yoksa Müslümanların bu dağınıklık ve perişanlığının aşağı yukarı bir asırdır böyle olduğunu, ondan öncesinde Müslümanların gücünü ve kuvvetini, devletlerarasında denge unsuru olup, dünyaya adalet dağıttığını dünya biliyor. O zamanlar neler çektiğimi, en karanlık günlerimi yaşadığımı anlattım ya. Bir daha o günlere dönmek istemiyorum. Zaten en büyük korkum, Müslümanların, geçmişe bakarak ibret almaları ve İslâm âleminin toparlanıp birleşmesi ve beraber hareket etmesi… İşte o zaman bu işgaller, bu zulümler mümkün değil devam etmez. Bu da benim saltanatımın sonu demektir. O zaman altın devrim biter. Keyfini süremeden bu saltanat elimden çıkarsa, kahrolurum.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar)mevla ile aramızı iyi tutalım)

kalbdenkalbe mesajlar)mevla ile aramızı iyi tutalım)

Ey insanlar! Ne zannediyorsunuz? Bir insan öldüğü zaman, onun yok olup gittiğini mi zannediyordunuz? Elbette ki hayır. Öldükten sonra, toprağa konacağız, toprak olacağız, toz olacağız, havalarda uçuşacağız. Hangi şartlarda ne olursa, Allah Celle Celaluhu her bir zerremizi bir araya toplayacak, bizi biz olarak yaratacak.
Rabbimizin ne büyük güç ve kudret sahibi olduğunu anlamak için şu meseleye dikkat edin. Bir mezarlığı düşünün binlerce kabir, her kabrin içinde çürümüş bedenler, hiçbir bedenin cüzleri başka bedenin cüzleri ile birleşmez. Her beden kendi cüzi ile tekrar meydana gelecek. Her beden kendi ruhu ile buluşacak.
Allah Celle Celaluhu şöyle buyurdu:
"Ruhlar çiftleştirildiği zaman" (81/7)
Bu işler çok acayip işlerdir. Bunları, felsefi ilimlerle anlamak mümkün değildir. Kıyas kabul etmez. Rabbimizin yaptığı işlere aklımız sırrımız ermez. Hiçbirimizin ruhu başkasının bedeni ile birleşmez. Her beden kendi ruhu ile birleşecek.
Ya Rabbi! Bize yardım et.
Kardeşlerim! Bu meseleleri böyle bilelim. Hiçbir zaman kendimize güvenmeyelim. Yarın ne olacağımızı biz bilemeyiz ama Rabbimiz biliyor. Yarın ne ile karşılaşacağımızı O biliyor. Mademki her şey onun kudret elindedir, O'nunla barışık olalım.
Bir zaman gelecek yer yüzü başka bir yeryüzüne, göklerde başka göklere dönüşecek. İşte o zaman insanlar kabirlerinden çıkacaklar. İnsanların yeniden dirildikleri o gün Rabbimiz şöyle buyuracak:
"… Bu gün mülk kimindir? Vahid kahhar olan Allah'ındır." (40/16)
Vay başımıza geleceklere! İşte o zaman sorarım size:
Nerede tapularınız?
Nerede apartmanlarınız?
Nerede arabalarınız, yatlarınız?
Rabbimiz bizleri dinsizlikten, imansızlıktan muhafaza etsin.
Bu insana Allah Teala'dan başka vaaz edecek kimse yoktur.
"Din ilahi bir konudur."
Bu düsturu Rabbimiz vaaz etti, bu düsturu O ortaya koydu başkası koymadı ve koyamaz. Peygamberanı İzam, Rabbimizin emrettiği şeyler insanlara haber verirler, başka bir şey yapamazlar.


PİŞMANLIĞIN BİR FAYDASI OLMAYACAK
Ne mutlu o kimseye ki, sadece Rabbimizin dinine bağlıdır, onun vaazı nasihatlerini dinler. Başka da kimseyi dinlemezler. Kıyamet saati yaklaştığında İsa Aleyhisselam dünyaya teşrif edecekler. O yeryüzüne indiği zaman Hıristiyanları ele alacak ve onlara:
–Benim şeriatımı mahvettiniz, ben size İncil'i böyle mi bıraktım. İncil'imi ne hale getirdiniz?
İsa Aleyhisselam şeriatını bozan, İncil'i tahrif edenler en ağır şekilde cezalandıracak.
Sonrada ahirete hayatında ebedi kalacakları cehenneme gönderilecekler.
Kitabı tahrip etmeden, Mevla'dan geldiği gibi niçin okumadınız? Kitabı niçin tahrip ettiniz? Maksadınız nedir? Bütün yaptıklarınız eğer Mevla'ya ibadet etmek içinse, bunda da büyük yanlış yaptınız. Mevla size dini nasıl vaaz etti ise, öyle uygulayacaksınız. Bunda değişiklik yapmak, beğenmemek, yanlış değerlendirmeler yapmak kimsenin haddine değil. Bunun hesabı ahiret de çok acı bir şekilde sorulacak, pişmanlıkta olacak ama iş işten geçmiş olacak.
Bu konuda Rabbimiz şöyle buyuruyor
"Görecek olsan o vakit ki, günahkârlar Rablerinin huzurunda başlarını eğmiş oldukları halde, "Rabbimiz! Gördük ve işittik, artık bizi geri çevir. Biz sâlih amel işleyelim. Şüphe yok ki, biz kat'i sûrette inanmışlarız, derler." (32/12)
O gün Rabbimizin huzuruna çıktımızda bir takım kimseler başlarını kaldıramayacak, boyunları bükük bir vaziyette duracaklar. Onlar o kadar rezil–i rusvay olacaklar ki, onların durumlarını kelimelerle anlatmanın imkânı yok. Onların bu rezil duruma düşmelerinin sebebi Mevla Teala'nın emirlerini yerine getirmemeleridir. Mevla'nın emirlerini ciddiye almamalarıdır.
O gün bu reziller şöyle yalvaracaklar:
–Ya Rabbi! Sana ibadet etmenin ne kadar önemli olduğunu şimdi anladık. Bizi dünyaya gönderde sana ibadet edelim. Güzel ameller işleyerek huzuruna gelelim.
Görüyor musunuz ne büyük nimet içinde olduğumuzu. Onlar Rabbimizin emirlerini dikkate almadılar, dikkate almamakla kalmadılar, Mevla'mızın ayetlerine savaş açtılar. Onların İslam dinine açtıkları savaşın yanlışlığını daha ölüm meleğini görür görmez anlamaya başladılar.
Ahirette Mevla'nın huzuruna çıkıldığında pişmanlığın bini bir para, yalvarmanın ağlamanın haddi hesabı yok. Gerçeği görecekler, yakinen bilecekler ama çare yok.
Şöyle diyecekler:
–Ey Rabbimiz! Gördük, işittik, bizi bir daha dünyaya gönder.
Şimdi niçin aşamıyorsunuz? Şimdi şeytanı işlerle uğraşmaktan Mevla'ya kulluk etmek akıllarına gelmiyor. Şimdi elinizde imkân var, gerektiği şekilde iman edip ibadet etmezseniz pişmanlık kesindir.
Görüyorsunuz değil mi? İşte bu durumdan ders çıkaralım, ibadetlerimizi edeple, ihlâsla yapalım.

NİMETİN KIYMETINI BİLMEK GEREK
Nefsimizi bizim düşmanımızdır. Düşmanımızın ne yapıyoruz? Devamlı şımartıyor, onun bir dediğini iki etmemeye çalışıyoruz. Aman Ağlatmayalım, aman sızlatmayalım, aman korkutmayalım el üstünde tutalım. İnsan cahıl olursa böyle davranır.
Bu durumu Rabbimiz şöyle haber veriyor:
"İnsana nîmet verdiğimiz zaman kaçınır, yan çizer ve ona bir şer isabet edince de ye'se düşer." (17/83)
Rabbimiz yağmuru devamlı ve insanlara lazım olduğu kadar yağdırsa, bu durum bizim kârımıza mı yoksa zararımıza mıdır? Hiç tereddütsüz bizim zararımızadır. Çünkü biz bir şeyin ihtiyacını hissetmezsek, o şeyin Allah'tan geldiğini unutacağımız gibi Allah'ı da unuturuz.
Bazen şahit oluyoruz, yağmurlar kesiliyor, insanlar, hayvanlar, bitkiler ve toprak yağmura hasret kalıyor. İşte o anda rabbimiz hatırlıyor ve ondan yardım istiyoruz. Rabbimiz yağmuru kesiyor ve kullarını kendisine yalvarttırıyor. Bu çok önemli bir durumdur, işte bu duruma gelen kişi yada kişiler Mevla'mızdan talepte bulunurken mühim ve önemli şeyler isteyelim. Boş şeyler istemeyelim.
Rivayet edilir ki; bir adama üç makbul dua hakkı verilir. O sırada hanımı da adamın yanında bulunuyordu. Adam dualarını yapmaya başladı, birinci duasında:
–Ya Rabbi! Şu hanımımı dünyanın en güzel kadını yap!
Dua kabul oldu ve kadın öyle bir güzelliğe kavuştu ki, dünya da bir eşi daha yok. Kadın bir kendi haline birde kocasının haline baktı ve kararını verdi:
–Bu saatten sonra seninle evli kalamayız, ayrılacağız. Ben bu halimle krallara, padişahlara layığım.
Adam şaşırdı, yılardır beraber yaşadığı hanımına bir iyilik yapayım derken, kadın elden gidiyor, ne yapalım bu seferde ikinci makbul duasını yaptı:
–Ya Rabbi! Şu hanımımı çok çirkin bir kadın eyle!
Oda ne, kadın o kadar çirkin bir hal aldı ki, bu çirkinlikle bir arada durmak mümkün değil. Baktı olacak gibi değil bu seferde üçüncü makbul duasını yaptı:
–Ya Rabbi! Hanımını eski haline döndür!
Üç makbul dua da heba oldu gitti. Böyle mi olmalıydı, eline geçen büyük nimeti nasılda heba etti. Hâlbuki bu adamın yerinde olsak nasıl dua ederdik? İlk makbul duayı "ya Rabbi! Bana rızanı kazanmayı nasıp et!" ikinci makbul duada, "ya Rabbi! Bizi Resulünün yolunda yaşat!" üçüncüde de, "ya Rabbi! Son nefesimizi şehit olarak vermeyi nasıl et!"

SEBEPLERE TAKILIP KALIYORUZ
Mevla'mızın kurduğu şu muazzam nizama kimsenin aklı sırrı ermez. Şu yağmuru düşünün, bunun sırrını anla bakalım, anlayabiliyor musun? Uçakla yolculuk yapıyoruz, bir bakıyorsun bulutların üstündesin, masmavi bir gökyüzü, her taraf güllük güneşlik. Sonra bir bakıyorsun, uçak bulutun içine girmiş, şiddetli bir yağmur yağıyor. Az önce güneş, az sonra bulut ve yağmur, anla bakalım anlayabilirsen, bunun hikmetini.
Yağmurun hikmetini bilemezsiniz, sakın bilirim deme. Madem bilirsin, al dumanı yağdır bakalım yağmuru da görelim seni. Bunlar Rabbimizin ayetlerindendir.
Bir gün Aişe validemiz Efendimiz Sallalahu Aleyhi ve Sellem'e:
–Bulutsuz yağmur gördüm, der.
Efendimiz Sallalahu Aleyhi ve Selem buyurdular ki:
–Elhamdülillah! Mevla gözünden sebepleri kaldırdı.
Efendimizin bu sözünden ne anlıyoruz, yağmur için bulut sadece sebeptir.
Düşünün bakalım, yağan yağmuru özelliği tektir. Yağmur suyunu inceleseniz, yağan yağmurların sularının aynı olduğu görülür. Bütün meyveler yağmurdan aldığı rahmet ile gelişir ve olgulaşır. Toprak tek, yağmur tek ama meydana gelen, meyveler rengârenk, tatları çeşit çeşit, ebatları farkı. Hatta kokuları farklı, bazen insana farklı farklı faydalar sağlıyor. Bu kadar farklılık nereden geliyor.
Muhassıs olmasaydı, mütehassıs olur muydu?
Yanı rengi, o renk yapan.. O tadı, o tat yapan.. Kokuyu o koku yapan.. Kimdir? Bunlar olmasaydı, bu meyvelerin bu özellikleri olur muydu?
İnsan bunları düşünür mü? Sadece yemesini bilir. Yediğin bu meyve nasıl yaratıldı, ne hikmet ile senin yanına kadar geldi. Bunları düşünen yok..
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: kalbdenkalbe mesajlar)mevla ile aramızı iyi tutalım)

RE: kalbdenkalbe mesajlar)mevla ile aramızı iyi tutalım)

asker olduk şeytana gayret ettik isyana mevla soracak sana ve bana ey kulum ne ile geldin bana bu soruya muhatap olmak istemiyorsak bence rabbimizle aramızın iyi olması gerek bunun içinde emirlerine sıkı sıkı sarılmak gerek
 

tekin

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
25 Tem 2006
Mesajlar
205
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: kalbdenkalbe mesajlar)mevla ile aramızı iyi tutalım)

RE: kalbdenkalbe mesajlar)mevla ile aramızı iyi tutalım)

allah hepimizden razı olsun kardeşim çok güzel yazılar yazı yosun ama kaynaklarınıda yazarsan çok sevinirim çünkü bu yazıyı bir kitaptan alıyosan yazarın hakkını yemiş olmazmıısn altına yazar ... ya teşekkür ederim diye bi not düşersen için rahat olur en ufak seylerin bile hakkını verecegiz kardeşim allah yardımcımız olsun
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(itibar son nefesedir)

kalbdenkalbe mesajlar(itibar son nefesedir)

BİZİ MUSA'DAN KURTAR
"Onlara, kendilerine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku." (A'râf,175)
Bu âyeti kerimede bahsi geçen kişi Bel'am İbni Baurâ adında İsrailoğulları'na mensup bir zattır. Bel'am İbni Baura ilmi, ihlâsı ve ameli ile öyle bir makama çıkmıştı ki, İsmi Âzam'ı bilirdi. Başka hangi nimetlere kavuşmuştu derseniz, körleri, kötürümleri, sakatları iyileştirirdi. Her duası kabul olunurdu.
Bel'am İbni Baurâ'nın kavmi kâfirdi. Bu kâfir kavmin içinde sadece kendisi ve ailesi müslümandı.
Bel'am bulunduğu bu makamı son nefesine kadar muhafaza edebildi mi? Mesele son nefese kadar istikamette olabilmektedir. Denilmiştir ki, "İtibar ancak son nefesedir."
Bel'am'ın kavmi kâfirdi, kâfirliklerini ve isyanlarını artırdılar. İsyanda o kadar ileri gittiler ki; Cenabıhak bu kavmi cezalandırmak için Musa Aleyhisselâm'a onlarla savaşması için emir verdi. Musa Aleyhisselâm savaş hazırlıklarına başlayınca bu haber çabuk duyuldu. Bel'am'ın kavmi haberi duyunca korkuya kapıldılar ve dediler ki:
"Bizim Musa ile baş edecek gücümüz yok." Aralarında ne yapacaklarını tartışırlarken içlerinden biri şöyle dedi:
"Şu duası kabul olan Bel'am'a gidelim, o bizi Musa'dan kurtarır."
Kavmin ielri gelenleri Bel'am'ın yanına gidip durumu söylediler:
"Musa ordusu ile yola çıktı, üzerimize geliyor, bizi helâk edecek. Gidecek bir yerimiz yok, sana geldik, bize yardım et, Musa'yı bizden uzaklaştır." Kavmini dinleyen Bel'am onlara dedi ki:
"Siz ne istediğinizin farkında mısınız? Musa, Allah'ın nebîsidir, ben Allah'ın dostunun aleyhine nasıl dua edebilirim?"
Bel'am kavminin talebini reddetti. Fakat kavminin başka yapacak bir şeyi yoktu. Musa Aleyhisselâm ile baş etmeleri imkânsızdı. Önlerinde tek bir çıkar yol vardı: Bel'am İbni Baurâ'yı ikna etmek.

EY BEL'AM
HELÂK OLACAKSIN!
Kavmi birçok hediyelerle, ziynetlerle Bel'am'ın hanımının yanına gittiler. Bel'am'ın hanımına dediler ki:
"Başımızda şöyle bir sıkıntı var. Biz senin efendinle konuştuk, ama bir türlü ikna edemedik. Sen bizim yerimize efendin ile konuş ve onu ikna et, bize yardım etsin." Kadın hediye ve ziynetleri görünce "Tamam." dedi.
"Ben Bel'am ile konuşup bu işi halledeceğim."
Bel'am'ın, hanımına karşı düşkünlüğü vardı, onu çok sever, onun sözüne itibar eder, isteklerini yerine getirirdi. Hanımı Bel'am'ın yanına gelerek ona durumu arzetti.
"Bunlar bizim yakınlarımız, komşuluk hakkı vardır. Yakınlarımız darda kalınca onlara yardım etmek görevimizdir. Şimdi onlar çok büyük bir sıkıntı ile karşı karşıyadır. Senin gibi bir adam nasıl olur da komşularına yardımdan kaçınır." Bel'am İbni Baurâ:
"Hiç olacak iş mi? Bir peygamberin aleyhine nasıl dua edilir? Bu ona Allah katından verilmiş bir emirdir. Şayet bu emrin Allah katından olmadığını bilsem, kavmime dua edebilirdim."
Karısı vazgeçecek gibi değildi. Bir açık kapı buldu ya, "Bu emir Allah katından olmasaydı"… O da bu emrin Allah katından olmadığını anlatmaya, bu konuda Bel'am'ı ikna etmeye çalıştı. Uzun uğraşmalar sonucunda, kadın Bel'am'ı ikna etti. Bel'am Musa Aleyhisselâm'ın aleyhinde dua etmeyi kabul etti. Bel'am'a o gece rüyasında "Ey Bel'am helâk olacaksın." denildi.
Karısının baskıları gözünü öyle bir döndürmüştü ki, rüyasındaki uyarıyı önemsemedi bile. Sabah olduğunda her zamanki gibi eşeğine binerek dua ve niyazda bulunduğu dağa çıkmak için yola koyuldu. Yola koyulmuşlardı ki, eşek adım atmadı. Eşeğini dövdü olmadı. Eşek ayak diremiş, bir adım dahi atmıyordu.
Allah Celle Celaluhu'nun izni ile eşek dile gelip konuştu:
"Ey Bel'am! Sana yazıklar olsun! Sen beni nereye götürüyorsun? Görmüyor musun ki, önümü melekler kesmiş. Allah'ın nebîsinin aleyhine dua etmeye nasıl gidebilirim, bırak beni."
Bel'am baktı olmayacak, eşeğini bıraktı, yaya olarak dağın tepesine çıktı. Buraya dikkat edin. Bakın bir insan nasıl azıyor, nasıl sapıtıyor, yoldan çıkıyor?

DUA AĞZINDAN
TERS ÇIKIYOR
Dağın zirvesine çıkan Bel'am'ın yanına kavminden de birtakım beyinsizler gelmişti. Hep birlikte başladılar Musa Aleyhisselâm'a beddua etmeye. Bel'am'ın Musa Aleyhisselâm'a yaptığı beddualar, ters dönüyor, kavmine yöneliyordu. Kavmi şaşırdı:
"Ey Bel'am! Ne yapıyorsun? Sen bize beddua ediyorsun."
"Benim elimden bir şey gelmiyor. Ben Musa'nın aleyhine dua ediyorum, ağzımdan dua sizin aleyhinize çıkıyor."
Bel'am ebedî kaybedenler kervanına yazılmıştı. Duası biter bitmez dili uzamaya başladı. Dili göğsüne kadar uzadı. Bel'am dedi ki:
"Allah'a yemin olsun ki, dünyamı da âhiretimi de kaybettim. Benden size hayır yok. Siz şimdi beni iyi dinleyin. Elinizin altındaki genç kızlarınızı giydirin, bir güzel süsleyin. Musa'nın ordusu gelince, kızlarınızı ordunun içine salıverin. Kızlarınız Musa'nın ordusundaki erkeklerin kendilerine karşı saldırılarına ses çıkarmasınlar."
Sapıklığı görüyor musunuz, nereden nereye?
Musa Aleyhisselâm'ın ordusu, yaklaşınca genç kızlar, genç kadınlar, Musa Aleyhisselâm'ın ordusunun içine dalıverdiler. Musa Aleyhisselâm'ın ordusunun içine giren kadınların içinde bir tanesi çok güzeldi, güzelliği dillere destandı. Bu güzel kadın, Musa Aleyhisselâm'ın komutanlarından birinin dikkatini çekti. Komutan kadını yanına alarak doğruca Musa Aleyhisselâm'ın huzuruna çıktı. Komutan kadını Musa Aleyhisselâm'a göstererek dedi ki:
"Sen şimdi diyeceksin ki, bu kadın sana haramdır?" Musa Aleyhisselâm:
"Evet, haramdır. Sakın o kadına yaklaşma." Fakat komutan Musa Aleyhisselâm'ın sözünü dinlemedi. Kadına yaklaştı, komutanın yaptığını gören bir takım beyinsizler de aynı çirkinliği yaptılar. Aradan çok zaman geçmedi ki, askerler arasında kolera salgını baş gösterdi. Rivayet edilir ki, yetmiş bin kişi koleraya yakalandı. Sonra ordunun içinden güçlü kuvvetli bir zat çıktı ve komutan ve birlikte olduğu kadını kılıç darbesi ile öldürdü. Bundan sonra salgın bıçak gibi kesildi ve askerler sağlıklarına kavuştular.

DÜNYAYA MEYLEDENİN
SONU HÜSRANDIR
Mevlâ Teâlâ, Bel'am İbni Baurâ'dan imanını soyup çıkardı. Onda bulunan bütün özellikler gitti. Bel'am İbni Baurâ'dan yüksek makam alındığı gibi, rivayet edilir ki, tarihin ilk inkâr kitabını da Bel'am yazmıştır. Nereden nereye… Yukarıda yazmıştık. "İtibar ancak son nefesedir." Rabbim ayağımızı kaydırmasın, son nefesimizi kâmil iman ile teslim etmeyi nasip etsin.
"Dileseydik, elbette onu bu âyetler sayesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler."(A'râf, 176)
Bel'am bu kadar bilgiye, ilme sahip olduğu hâlde bakın ne duruma düştü. Bu hâdiseden çok ama çok ibretler almalıyız. Bir büyük âlim nereden nereye düştü, bu kadar âyeti bilen adam kelp gibi oldu.
Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurdular ki:
"Âhir zamanda kişinin cehenneme girmesi ya zevcesinin, ya annesinin, ya babasının, ya da evlâdının yüzünden olacaktır."
Bel'am İbni Baurâ'nın kıssası birçok peygamberin merakını celbetmiştir. Allah Teâlâ'ya sormuşlar:
"Ya Rabbi! Bel'am İbni Baurâ'ya bu kadar âyetler verdin, onları niçin muhafaza etmedin?" Cenabıhak buyurmuş ki:
"Biz ona çok sayıda nimetimizi verdik, o verdiğimiz nimetlere bir gün şükretmedi. Eğer şükreden bir kul olmuş olsaydı, onu muhafaza ederdik."
Şükretmek çok büyük bir hâdisedir. Şükreden kul olalım ki, durumumuzu garantiye alalım. Bel'am İbni Baurâ şükreden kul olmadı, dünyaya meyletti. Dünyaya meyletmesi de onu perişan etti. Ebedî kazananlar içindeyken bir anda ebedî kaybedenlerden oldu. Ders alalım ve dünyadan mümkün mertebe uzak duralım.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(kıyamet yaklaştı)

kalbdenkalbe mesajlar(kıyamet yaklaştı)

Rabbimiz kullarının ne yaptıklarını hiç şüphesiz bilir. Kur'an-ı Kerîm'de Kamer sûresi işte bize bundan haber vermektedir. Şimdi dikkatle okuyalım ve ne durumda olduğumuzu daha iyi anlayalım. Eğer durumumuz iyi ise, bize: “Sabit olun ve daha sıkı sarılın!” deniyor. Eğer durumumuz bozuksa: “Düzeltin!” uyarısı yapılıyor. Yolumuzu düzletmeden ahiret yolculuğuna çıkmayalım inşallah. Bu dünyada düzelttik düzelttik; aksi hâlde bozuk gidersek, durumuz orada hiç düzelmez. Şimdi Kamer sûre-i celilesine bir bakalım, bize neyi haber veriyor.

“Kıyamet yaklaştı, ay ikiye bölündü.” (54/1)

Kelimesi Kur'an-ı Kerim'de çok vardır. Bu kelimeden ne anlıyoruz? “Yaklaştı” mânasını anlıyoruz. Yaklaştığını kim buyuruyor? Allâmü'l-guyûb olan Allahu Teâlâ, kıyametin yaklaştığım bildiriyor. Kıyametin birçok isimleri vardır; bir ismi de budur.

Ayın yarılması kıyametin alâmetlerindendir, nişanlarındandır. Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin yeryüzüne teşrif etmesi de kıyametin alâmetlerindendir.

Şu toprakların altında nice insanlar yatmaktadır. Bu insanların her biri yattıkları yerden çıkarılacak, en ince ayrıntılarına varıncaya kadar yeniden yaratılacaklar. Buna bu şekilde inanmak gerekir, inanmayanda hayır yoktur.

Günlerden bir akşam Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Beytullah'ın yanına geldi. O esnada Kureyş'in ileri gelenleri de orada bulunuyordu. Kureyş'in ileri gelenleri Efendimize dediler ki:

“Eğer şu gökteki ayı yararsan sana iman edeceğiz.” Onların amacı öyle bir şey isteyelim ki, yapamasın ve mahcup olsun. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz ellerini kaldırdı, dua etti. Sonra da mübarek şehadet parmağı ile aya işaret etti. “Bismillâhirrahmânirrahîm” demesi ile ay iki parça oldu. Bir parçası şarka, bir parçası garba gitti.

Müşrikler açıktan açığa ayın ikiye bölünme hâdisesini gördükleri hâlde yine küfürlerinde ısrar ettiler ve birbirlerine:

“Bu bize sihir etti, başka insanlara da soralım,” dediler.

Başkalarına da sordular; sonuç değişmedi, her sordukları, bu büyük hâdiseyi doğruladı. Her sorulan, aynı gece semâda ayın iki parça olduğunu gördüğünü söyledi. Buna rağmen müşrikler:

“Bu bir sihirdir,” demekte ısrar ettiler. Dünya o gün bu gündür, böyle inkâr eden insanlarla doludur.

Evvel zamanlarda, rüzgârlı bir günde Bandırma'da deniz sahilinde bulunuyordum. Çok sert ve şiddetli bir rüzgâr vardı. Denizde oluşan dev dalgalar, kıyıyı dehşetli bir şekilde dövüyordu. Ben bu manzarayı seyrederken, az ilerimde birkaç subay bir araya gelmiş, oturuyorlardı. Birden bana seslendiklerini fark ettim ve yanlarına gittim.

İçlerinden bir tanesi bana bir soru sordu:

“Sizler ay yarıldı diyorsunuz, bunu nasıl söyleyebiliyorsunuz?”

Ben cevap vermeden yanında oturan arkadaşı ona dönerek dedi ki:

“Şu muazzam kâinatı ve içindekileri yaratan Allah, onu mu yapamaz. Ayı ortadan ikiye ayırmak mı zor, yoksa onu yaratmak mı zor? Cenab-ı Hak onu yoktan yarattı; yoktan yaratan yarmayı mı beceremeyecek?”

Soruyu soranda ses yok. Sorduğuna pişman olmuştu, hiçbir karşılık da veremedi.

Yârabbi! Böyle imansızların şerrinden sana sığınırız. İmansızlıktan bizi koru. Bu imanı bizlere sen verdin, muhafaza et yârabbi!

Sûre-i Enbiya'da şöyle buyurulur:

“Ve gerçek vaad (ölüm, kıyamet) yaklaşınca, birden inkâr edenlerin gözleri dona kalır. “Yazıklar olsun bize!” (derler.) Gerçekten biz bu durumdan habersizmişiz, hatta biz zalim kimselermişiz.” (21/97)

Aynı sûrenin bir başka âyetinde de şöyle buyurulur:

“İnsanların hesaba çekilecekleri (gün) yaklaştı. Hâl böyle iken onlar gaflet içinde yüz çevirdiler. Rablerinden kendilerine ne zaman bir ihtar gelse onlar bunu hep oyuna alarak dinlerler.” (21/1)

O hesap gününde Mevlâ Teâlâ'ya ne cevap vereceğiz? Hiç hesap kolay verilir mi? Yalan, yanlış işler yapmayalım. Nefsimize uyup da bize kötü işler yaptırmasına izin vermeyelim.

Kardeşlerimiz hakkında kötü haberler geliyor bana. Derler ya, uzun kulaklı dağda ölür zararı eve gelir. Kardeşlerimiz bu kötü işleri nasıl yaparlar? Olmayan şey duyulmaz, olan şey duyulur. Yârabbi! Senin rızanın dışında iş yapanları ıslah eyle!

Değerli kardeşlerim! Yaklaşan hesap gününü, oyuna eğlenceye dalarak aklımızdan çıkarmayalım. Oyun ve eğlenceye dal bakalım. Oynarsın, oynarsın; ama bir gün cehennemde kaynarsın. Çok pişman olursun; ama ne yazık ki o günde pişmanlık fayda etmez.

Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:

“Yerden sakının! Çünkü o, sizin annenizdir. Onun üzerinde hayır ve şerden amel eden hiçbir kimse yoktur ki, hepsini olduğu gibi haber vermesin.”

Her şey yaptıklarınıza şahitlik edecek. Yattığınız yerden, oturduğunuz koltuğa, yürüdüğünüz yerler, hatta âzâlarınız bile yaptıklarınızı hem haber verecek, hem de şahitlik ederek doğrulayacak. Her nerede ne yaparsan yap, yalnız değilsin, tek başına değilsin; her yaptığın kaydedilmektedir.

Bu hususu beyan eden bir âyet-i celilede Mevlâ Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Allah'ın düşmanları ateşe sürülmek üzere toplandıkları gün hepsi bir araya getirilirler. Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir. Derilerine: “Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?” derler. Onlar da: “Her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu. İlk defa sizi o yaratmıştır, yine ona döndürülüyorsunuz,” derler.” (41/19-21)

Kıyamet günü bütün kâfirler ateşe sürüklenmek üzere toplanacaklar. Arkadakiler gelip onlara katılıncaya kadar öndekiler durdurulacaklar. Böylece bütün kâfirler toplu olarak ateşe sevk olunacaklar. İşte o zamanda kulakları, gözleri ve derileri kendi aleyhlerine şahitlik edecek.

Gözleri diyecek: “Benim ile harama baktın.”

Kulakları diyecek: “Benimle haram dinledin.”

Derileri diyecek: “Beni harama değdirdin.”

İşte kardeşlerim! O dehşetli günde âzâlarımız, asıl vazifelerini yapsalar, birbirini korusalar, birbirlerine yardım etseler ya. Milletin dinî ilimlere, bu yazdıklarımızı bilmeye son derece ihtiyacı var. Bunları tüm insanlara anlatalım. Zengin fakirin hâlinden, tok açın hâlinden ne anlar, derler.

Şiddetli soğuk bir kış gününde adamın biri dağda soğuktan donmuş. O donduğu zaman, hanımı ise evinde sıcak sobanın başına oturmuş, onu beklemektedir. O sırada birisi kadına bir haber getirir:

“Kocan, soğuktan donmuş.”

Kadın demiş ki:

“Bu sıcakta soğuktan ölenin gözü kör olsun.”

Tok adam aç adamın hâlinden anlamaz. Tok adama, “filan kişi açlıktan öldü” deseler, “vay vay bu bollukta açlıktan öldü, öyle mi?” der. Cahilin hâlinden âlim, tembel adamın hâlinden çalışkan adam anlamaz. İyi okuyalım, Rabbimizin bu kadar sözleri bize ulaştığı hâlde aynı tas aynı hamam kalırsak, bu onun hiç hoşuna gitmez.

Anlatıldığına göre âlim bir hoca efendi, ihtiyar bir köylüye çok inceliklerden anlatıyormuş. Köylü de dikkatlice hocaya bakıyormuş. Hoca efendi köylüye:

“Çok dikkatli dinliyorsun; anlattıklarımı anlıyorsun değil mi?” demiş. İhtiyar köylü:

“Konuşurken sakalınız oynuyor; sakalınızın oynaması çok acayibime gitti.” diye cevap vermiş. Bunlar hikâye tabiî; ama ders alınacak birer de kıssa. Hoca efendi o kadar ince şeyler anlatıyor, cennetten cehennemden, Mevlâ'nın cemalinden söz ediyor. Bu anlatılanlar ihtiyarın acayibine gitmiyor da sakalının oynaması acayibine gidiyor.

Sûre-i Bakara'da şöyle buyurulur:

“Sonra onu müteakip kalpleriniz katılaştı. O kalpler taşlar gibidir. Veya katılıkça daha şiddetlidir. Ve şüphesiz taşlardan öylesi vardır ki, ondan ırmaklar kaynar. Ve yine şüphe yok, taşlardan öylesi vardır ki yarılır, kendisinden su çıkar. Ve yine şüphe yok, taşlardan öylesi vardır ki, Allah korkusundan aşağıya düşüverir. Allah(u Teâlâ) ise sizin yaptıklarınızdan asla gafil değildir.” (2/74)

Bir bakarsın, insandan yumuşağı yok. Bir bakarsın insandan da serti yok. Mevlâ'nın zikri insanı yumuşatır. Kur'an-ı Kerîm de insanı yumuşatır. Bu durum, sûre-i celilede şöyle haber verilmektedir:

“Rablerinden korkanların bu Kitabın etkisinden tüyleri ürperir, sonra derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar. İşte bu Kitap, Allah'ın dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa, artık ona yol gösteren olmaz.'' (39/23)

Her işi zamanında yapmak gerekir. Zamanında yapılmayan iş için üzülmemiz gerekir. Zamanında öğrenilmeyen Kur'an için özellikle üzülün ve pişman olun. Özellikle hanım kardeşlerim, Kur'an'ı çokça ezberleyin; tamamına tâkat getiremiyorsanız ki, işinizin zor ve ağır olduğunu biliyorum. Birçok sûreyi ezberlemeye gayret edin. Kıssaları okuyun, kıssalarda birçok hisseler vardır. Onlardan bu güzel hisseleri çıkarın, yaşantınızda ders olarak uygulayın. Şunu da unutmayın ki, nasibi kapanmış, yola gelmeyecek birine ne yaparsanız yapın, onu doğru yola getiremezsiniz.

Rabbimiz sûre-i celilede şöyle buyurmaktadır:

“Gördün mü o kimseyi ki, kendi hevasını kendisine ilah edinmiş ve onu Allah bir bilgi üzerine şaşırtmış ve kulağı ve kalbi üzerine mühür basmış ve gözü üzerine bir perde kılmış? Artık ona Allah'tan sonra kim hidayet edebilir. Hâlâ düşünmez misiniz?” (45/23)

Şimdi suç kimde? Elbette ki suç, sende… Sen kendini Allah'ın süngüsüne saplarsan, Allah Celle Celâluhu ne yapsın? İllâ da ısrar ediyorsun; Mevlâ ne yapsın, söyleyin bakalım? Mevlâ Teâlâ'nın razı olmadığı işleri yapmayacaksınız. Bu işin küçüğü, büyüğü yok. Mevlâ yapma diyorsa, yapmayacaksın. Küçük de olsa, büyük de olsa muhalefetten sakınacaksın; cereyandan sakındığımız gibi. Sen Rabbinin emrini bir tarafa bırakıp, nefsinin arzu ve isteklerini yapacaksın, sonra da diyeceksin ki: “Rabbimiz bize yardım etmiyor.” Bu bizim çok büyük bir kusurumuzdur; bu kusurumuzu görelim ve ona göre nefsimize rest çekelim.

Kardeşlerim!

Yukarıda ne demiştik: “Kıyamet yaklaştı.”

O gün nasıl bir gündür?

O gün çok dehşetli bir gündür. Bir kimseye bir buğday tanesi kadar borcun olsa, borcun olan kişiye yedi yüz elli vakit namazın sevabını versen, yine de borçtan kurtulamayacağın çok çetin bir hesap günüdür.

“Ay yarıldı.”

Şöyle derin derin bir düşünün: Eğer Allah Celle Celâluhu hidayet vermezse, ayın yarılması kime ne fayda sağlar?

Bir gün Kureyş müşrikleri Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimize geldiler ve dediler ki:

“Hazreti Musa elindeki asayı taşa vurunca sular fışkırmıştı. Hazreti İsa ölüleri diriltmişti. Sen de şu Safa dağını altın yap da biz o zaman sana elbette iman edeceğiz.”

Sahâbe-i kiram istenilen mucizenin verilmesi için Peygamberimizden dua etmesini niyaz ettiler. Peygamber Efendimiz başladı dua etmeye. Cibril-i Emin geldi ve buyurdu ki:

“Yâ Resûlullah! Dilersen Safa dağı altın olur; ama o müşrikler gene iman
etmezlerse, derhal helak olurlar. Kendi hâllerine bırak onları. Sırası geldikçe onlardan iman edenler olacak.”

Bu hâdise üzerine En'am sûresinin şu âyet-i celileleri nâzil oldu.

“Kendilerine bir mucize gelirse, mutlaka inanacaklarına dair kuvvetli bir şekilde Allah'a and içtiler. De ki: Mucizeler ancak Allah katındandır. Ama mucize geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız?
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: kalbdenkalbe mesajlar)mevla ile aramızı iyi tutalım)

RE: kalbdenkalbe mesajlar)mevla ile aramızı iyi tutalım)

ne demek kardeşim sadece dikkat etmemişim özür dilerim hatırlattığın içinde tşk ben genelde yazıları beyan dergisinden tercih ediyorum allaha emanet ol
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
KALBDENKALBE MESAJLAR(ÜSTÜNLÜK VE ŞEREF ALLAHA İTAATTEDİR)

KALBDENKALBE MESAJLAR(ÜSTÜNLÜK VE ŞEREF ALLAHA İTAATTEDİR)

Şimdi şeref nerededir? Şeref, elbette Islâm'dadır, Acem olsun, Arap olsun, Türk olsun, Kürt olsun, siyah olsun, beyaz olsun… Kim olursan ol. Kim daha ziyade takva ehli ise, şerefli ve üstün olan odur.

Üstünlük ve şeref, makam sahibi bir zatın oğlu veya kızı olmakla elde edilmez. Yine zengin bir adamın karısı olmakla da kazanılmaz. Şerefi rütbe, makam ve riyasette de hiç aramayın. Malda, mülkte, güzellikte de aramayın.
Şeref ve üstünlüğü nerede arayacağımızı bize anlatan şu olaya kulak verelim:
Bir rivayete göre; Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanıdır… Bir gün, siyahî bir köle satılığa çıkarılır. Satılığa çıkarılan köle, kendisinin yeni efendisinden şöyle bir ricada bulunur:
"Beni alan kimse beş vakit namazımı Resûlullah'ın arkasında kılmaktan beni alıkoymasın."
Kölenin bu ricasını kabul eden biri onu satın alır. Köle artık bütün namazlarını Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in arkasında kılmaktadır. Gün olur, bir namazda Efendimiz kölenin hazır bulunmadığını fark eder. Kölenin sahibine durumu sorar:
"Kölen nerede?"
"Hastalandı."
Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ashabı ile birlikte köleyi ziyaret ederler. Bu ziyaretten birkaç gün sonra köle vefat eder. Vefat haberi Efendimize ulaşınca, kölenin vefat ettiği yere giderler. Köleyi kendi elleri ile yıkar, kefenler, namazını kıldırır ve defneder. Bu durumu gören ensâr ve muhacirînden bazıları:
"Bu bir köleydi. Peygamber Efendimiz ona ne kadar çok önem verdi" diyerek hayretlerini ifade ederler. Işte o sırad a şu âyeti kerîme nâzil olur:
"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbiriniz ile tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır." (Hucurât, 13)
Şimdi şeref nerededir? Şeref, elbette Islâm'dadır, Acem olsun, Arap olsun, Türk olsun, Kürt olsun, siyah olsun, beyaz olsun… Kim olursan ol. Kim daha ziyade takva ehli ise, o, Allah katında en kerimdir, en şereflidir.
Evliyaullahtan bir zat, çöplükte temiz bir bez parçası görür. Onu almak için çöplüğe doğru yöneldiğinde, aynı anda bir köpek de aynı çöplükte bir kemik parçası görmüştür. Ikisi birden çöplüğe doğru hareket ederler, niyetleri farklı; ama hedefleri aynı çöplüktür. Köpek, Allah dostunun, kendi kemiğini alacağını sanarak ona hırlamaya başlar. Allah dostu, köpeğe dönerek şöyle der:
"Ey köpek! Çok iftiharlanma. Bizim birbirimize karşı hiçbir üstünlüğümüz yok. Ne senin iyi olduğun belli, ne de benim. Yarın âhirette imtihanı kazanıp sıratı geçebilirsem, ben senden üstünüm. Çünkü sen orada toprak olacaksın, ben ise, Rabbimin nimetlerine kavuşacak ve cennete gireceğim. Fakat imtihanı veremez, sırattan cehenneme düşersem, o zaman sen benden üstün olacaksın. Çünkü senin toprak olman, benim cehenneme girmemden daha hayırlıdır."
Kureyş'ten bir topluluk, bir gün Allah'ın Resûlü'ne uğradılar. O sırada Resûlullah'ın yanında Süheyb, Ammar, Bilâl, Selman ve Habbab Radıyallahu Anhüm gibi fakir ve zayıf mü'minler bulunuyordu. Mekke'nin ileri gelen müşrikleri Hz. Muhammed'i bu fakir, garip ve zayıf mü'minlerle görünce:
"Ya Muhammed! Kavminin ulularını ve şereflilerini bıraktın da bunlarla mı oturup kalkıyorsun? Bizi senden bunlar uzaklaştırıyorlar. Bunları yanından kovarsan, biz de seninle oturur ve seni dinleriz." dediler.
Müşriklerin bu teklifine karşı Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem:
"Mü'minleri yanımdan kovamam." buyurur. Müşrikler:
"Öyleyse biz geldiğimizde onlar meclisten kalksınlar. Arabistan'ın çeşitli yerlerinden gelen insanların, bizi o kölelerle görmesinden hayâ ederiz. Biz senin yanında bulunurken onlar yanımızdan uzak olsunlar, biz kalkıp ayrıldığımızda dilersen onları yanına tekrar oturt." teklifinde bulundular.
Peygamber Efendimiz müşriklerin bu teklifini kabul eder gibi olmuştu. Hemen âyeti kerîme olaya müdahale etti:
"Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları kovma! Onların hesabından sana bir sorumluluk; senin hesabından da onlara herhangi bir sorumluluk yoktur ki, onları kovup da zalimlerden olasın!" (En'am, 52)

Allah
vaadinden caymaz
"Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hâkim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (Islâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra bunun yerine onlara güven sağlayacağını vaad etti. Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır." (Nur, 55)
"Allah vaadetti" de ve orada dur; zira Mevlâ Teâlâ buyuruyor ki:
"Muhakkak Allah vaadinden caymaz."
Yukarıda zikrettiğimiz âyeti kerîme senelerden beri sayısızca defa okunmuştur. Lakin şimdi verdiğimiz mânasına hiç rastlamadık; bu mânası hiç düşünülmedi. Üstadımız buyurdu ki:
"Bir âyeti celîlenin mânasını çözmek kadar tatlı bir şey yoktur."
Bu büyük lezzetten, tattan kendinizi mahrum etmeyin. Hele o analar, babalar yok mu, tefsir okuyan çocuklarının ne kadar güzel bir şeyle meşgul olduklarını anlamıyorlar. Bazı ana babaların şöyle dediklerini üzüntü ile öğreniyoruz:
"Âyetlerin mânalarını bilecekler de ne olacak?" Yazık, hem de çok yazık… Babalar, analar geri kaldılar; onlardan dünyaya gelenlerse daha ileri gittiler. Birçok defa rastladık: Gençler, çocuklar meseleyi kavramış; fakat analar babalar kavrayamamışlar. Mevzuumuza dönelim. Mevlâ Teâlâ vaadetti. Kime? Iman edip sâlih amel işleyenlere… Amel imana bağlıdır. Iman kuvvetliyse amel de kuvvetlidir. Iman zayıfsa, amel de zayıftır. Mevlâ Teâlâ bu âyeti kerîmesinde şöyle buyurmuş oluyor:
"Ey kullarım! Sizler bana iki şeyi, iman ve sâlih ameli temin edin; bunun karşılığında ben de size üç şeyi temin edeceğim:"
1Sizleri yeryüzünde halife, hükümran kılacağım.
2Islâm'ı kuvvetlendirip, icra imkânı vereceğim.
3Iç ve dış korkulardan size emniyet vereceğim.
Değerli kardeşlerim, bunlar sizin bizim yapacağımız işler değil; bunlar Mevlâ Teâlâ'nın yapacağı işlerdir. Hükmü veren O, biz karışamayız. Biz ancak başta açıkladığımız iki şartı yerine getirmeye bakalım.
Toplumumuza şöyle bir baktığımızda ilk iki şartın yani iman ve sâlih amel şartlarının olduğunu görürüz. Bu iki şartın olmasına rağmen, Mevlâ Teâlâ'nın üç vaadi hâlâ tam olarak yerine gelmemiştir. Neden? Nedenini anlamak için, Kur'anı Kerîm'e müracaat edeceğiz. Bu sûrenin âyetlerinde geçen iman ve ameli sâlihin, bir başka sûrenin âyetlerinde nasıl olması gerektiği bildirilmektedir. Dinleyelim bakalım, ne buyuruyor Rabbimiz:
"Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi?
Allah'a ve Resûlü'ne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır." (Saf, 1011)
Âyeti celîlede Mevlâ Teâlâ:
"Ey iman edenler!" diye hitap ettikten sonra "Iman ediniz" diye emir buyuruyor. Bundan kasıt şudur:
"Ey sûreta iman edenler! Hakikî iman ediniz!" Sûreta olan iman, büyük davaları kaldıramaz. Bu sebepten Mevla Teâlâ'nın sûrei Nur'daki üç vaadinin tahakkuku, iman ve ameli sâlihin hakikate erişmesine bağlıdır. Dolayısıyla âyeti celîle, şu mânayı ifade eder:
"Allah sizden hakikaten iman edip, hakikaten ameli sâlih işleyenlere vaadetti."
Yaşadığımız zaman, hiç şüphesiz çetin ve zorlu bir zamandır. Dinî faaliyet alanları kısıtlı olup, dinî müesseselerin önünde büyük meseleler vardır. Islâm dini çok büyük dindir. Bu dinin büyüklüğü ölçüsünde büyük âlimler lâzımdır.
Büyük âlimler nasıl olur? Büyük âlimler, kenarlarda, köşelerde olmaz. Âlim olmak, muntazam bir tahsil devresi ister.
Diğer ilimler okunurken, Islâm ilmi gereği gibi alınamıyor, ondan yoksun kalınıyor. Olmaz! Olamaz azizim! Bu din ufacık bir engel kabul etmez. 17 sene başka ilimler okuyacaksınız sonra da, din hocası olacaksınız, nerede?...
Boğaz Köprüsü'nü bir marangoz yapabilir miydi? Hayır! Onu, bu işlerden anlayan mühendisler yaptılar. Islâmî ilimler de bir köprü gibidir. O kadar muazzam bir köprüdür ki, kâinat oradan geçecektir. Bunu hiç küçük hocalar becerebilir mi? Büyük âlimler yetiştirebilmek için büyük imkânlar lâzımdır.
Istanbul'da Usuli Fıkıh kitabını okutabilecek birkaç hoca zor bulunur. Bu ve benzer kıymetli kitapları yazan aslanlar, âhirete intikal ettiler. Yazmış oldukları eserler de yavaş yavaş unutuluyor. Nitekim Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz şöyle buyuruyor:
"Allah Teâlâ kullarından ilmi çekip almaz; lâkin âlimlerin canını almakla ilmi alır. Bir tek âlim kalmayıncaya kadar âlimleri çekince, insanlar kendilerine birtakım câhil reisler edinirler. Bütün müşkül meseleler o câhil kimselere sorulur; onlar da bilgisizce fetva verirler. Böylece hem kendileri saparlar, hem de başkalarını saptırırlar."
Denizlerin suyu çekilse, balıklar ortada kalır, onları yemek için kargalar toplaşırlar.
Mevlâ Teâlâ, iman edip ameli sâlih işleyenleri dünyada halife kılacağını vaadetmiştir
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(BU MUAZZAM NİZAMI YARATAN ZAMANI GELDİĞİNDE YIKACAK)

kalbdenkalbe mesajlar(BU MUAZZAM NİZAMI YARATAN ZAMANI GELDİĞİNDE YIKACAK)

Rabbimiz kendisini kullarına tanıtmak istiyor:
"Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri yerli yerince idare ederek arşa istiva eden Allah'tır. O'nun izni olmadan hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte O Rabbiniz Allah'tır. O hâlde O'na kulluk edin. Hâlâ düşünmüyor musunuz?" (Yunus, 10/3)
Koskoca gökler ve o göklerde direksiz dayanaksız duran kubbeler, hiçbir yere bağlı değil, ne zincir ne de ona benzer bir şey yok. Yıldızlar, gezegenler birbirine çarpmadan, bir nizam ve düzen ile hiç aralıksız dönmektedirler. Güneş, ay onlar da bir hesap ile dönmektedirler, öyle bir hesap ki, zerre miktar şaşmaz bir hesap. Allah'ımız ne kadar büyüktür ki; bu kadar büyük göklerin idaresi, bütün kâinatın tedbiri yed–i kudretindedir.
Kâinat yaratıldığı günden bu yana, kâinattaki bu muazzam düzenin işlemesinde hiç hata yapmadı, bundan sonra da yapmayacak. Çünkü O Hakîm'dir. Hakîm ne yaparsa yerinde yapar. O Hakîm, tedbir üzerine kâinatı yaşatmaktadır. Gün gelecek kendisi murad edecek ve kâinat yıkılacak ve tebdil edecek ve şu âyet–i celilenin sırları meydana gelecek.
"Yer başka bir yer, gökler de (başka gökler) hâline getirildiği, (insanlar) bir ve gücüne karşı durulamaz olan Allah'ın huzuruna çıktıkları…" (İbrahim, 14/48)
Gözümüzün önünde duran böyle büyük azametli bir manzarayı yaratan, sevk ve idare eden sonra da yılacak olan Allah Celle Celaluhu'nu çok iyi bilmeye, O'na kâmil mânada kulluk etmeye ve böylece varlık maksadımıza ulaşmaya çalışalım inşallah…

Onun âli ve ashabı
mânevî güneşlerimizdir
Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in âli ve ashabı sonra gelenler için uyulan güneşlerdir. Burada anlatmak istenilen güneş şudur. İnsan bir yere gideceği ya da bir iş yapacağı zamanı seçerken gecenin karanlığını seçmez. Ne zamanı seçer? Güneşin doğup her tarafı aydınlattığı zamanı seçer. Güneş dünyamızı aydınlattığı zaman, kişi güneşin aydınlatmasından istifade ederek, istediği yere gider. İş yapacak olan da güneşin ışığından istifade ederek işini yapar. Kimi var güneşin ışığından istifade ederek gideceği yere gider, kimi var yapacağı işi güneşten gelen aydınlıkta yapar. Her iki durumda da güneş kişiye rehber olmuştur. İnsan bu işlerini yaparken güneşe tâbi olmuş oluyor. Güneş maddî plandaki dünyamızı aydınlatıyor.
Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in âli ve ashabı mâneviyatımızı, mânevî yollarımız olan şeriat ve tarikat yollarını aydınlatıyor. Mânevî güneşlerimiz olan Efendimizin âli ve ashabına uymakla amacımıza ulaşmış oluyoruz. Onların yolundan başka yol karanlıktır, onların aydınlığından başka aydınlık yoktur. Rabbimiz ne buyuruyor:
"O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar iman etmiş olanlara diyecekler ki: Bize bakınız, nurunuzdan bir parça ışık alalım…" (Hadid, 57/13)

Şimdi teheccüd var,
yarın pişmanlık
Yarın o büyük günde mahşer halkına nida edilecek:
"Bugün Allah'ın fazl–u keremine kimin nail olacağı ortaya çıkacak." Daha sonra şöyle bir nida daha yapılacak:
"Teheccüd namazı kılanlar ayağa kalksın." Bu nida üzerine çok az sayıdaki insan ayağa kalkacak. Demek ki milletin çoğunluğu geceleri uyumuş, oyun ve eğlenceye dalmış teheccüdü ihmal etmiş, kılmamış.
Hesaplar görülmeye başlandığı zaman, çok çetin bir muhasebe yapılacak. Bu muhasebe çok çetin ve zorlu geçecek, ancak iyi kullar için bu muhasebe bir namazın vakti kadar olacak. Kötü kullar içinse, elli bin sene sürecek. O günde Allah dostları, Efendimizin sancağı altında bulunacak, birbirleri ile konuşacak, muhabbet edecek, birlikte sevinecekler. Ya Rabbi! Cümlemizi onlardan eyle. Âmin.
Beyazid–i Bestâmî Kuddise Sırruhu Hazretlerine "Seyyidü'l–Arifin" yanı sriflerin efendisi denilmiştir. Cüneyd–i Bağdâdî Kuddise Sırruhu Hazretlerine de "Seyyidü't–Taife" yani evliyaullah taifesinin efendisi denilmiştir.
Cüneyd–i Bağdâdî Hazretlerini vefatından sonra rüyada görürler ve ona sorarlar:
"Mevlâ Teâlâ sana nasıl muamelede bulundu?"
"İbareler eridi, işaretler de yok oldu. Ancak gecenin içinde kıldığımız rekâtçıklar bize menfaat sağladı."
Demek ki ibadet de ibadet, başka yok. Sonra öyle bir gün gelecek ki, bize fırsat tanınsa da iki rekât namaz kılabilsek. Nerede dünya günleri, geri gitme imkânım olsa da namaz kılsam…

Her zorba yaptığının
karşılığını görecek
Şu insanı anlamak mümkün değil. Bir bakıyorsun ki, utanmadan, korkmadan, kalkıp Allah'ın, Kur'an'ın aleyhine konuşuyorlar. Hiç düşünmüyorlar ki, bu dünyanın âhireti de vardır. Bu toprağın üstünün bir de altı var. Bir gün gelecek ki, bir daha geri dönüşü olmamak üzere kendilerini mezarda bulacaklar.
Bir vakit Emevî halifelerinden Velid bin Abdülmelik vardı. Bu halife bir vakit Kur'an ile istihare yapmak istedi. Yaptığı istiharesinde İbrahim sûresinin şu âyet–i celilesi çıktı:
"Ve Peygamberler fetih istediler. Her zorba inatçı da hüsrana uğradı." (İbrahim, 14/15)
Velid bin Abdülmelik bu çıkan âyete çok kızdı, hatta o kadar ileri gitti ki, "Bana niye müjdeli âyet gelmedi!" diye Kur'an'ı parçaladı, attı ve dedi ki:
"Her zorba ve inatçıyı sen mi tehdit ediyorsun? İşte benim, inatçıyım ve cebbarım. Haşr gününde Rabbine geldiğin vakitte, beni Velid parçaladı de."
Cahil cesurdur, derler. Çok zaman geçmeden Velid öldürüldü. Velid'i öldürenler kellesini sarayın kapısının önüne astılar. Onu öldüren, kendi akrabası çıktı.
İşte Velid örneği. Mevlâ Teâlâ'ya karşı yiğitlik söker mi? Sökmez. Ey gafil beyinsizler, kimin verdiği nimetlerle kime yiğitlik taslıyorsunuz? Allah'ın yakalaması çok çetin ve zorludur, seni derhal, hemen yakalar. Bakınız Sûre–i Mü'min'de ne buyruluyor:
"Onlardan evvel Nuh kavmi peygamberlerini yalanlamıştı. Onlardan sonraki gruplar da yalanlamışlardı. Ve her kavim peygamberlerine azmetmişlerdi, onu yakalayıversinler diye ve bâtıl ile mücadele de bulunmuşlardı, onunla hakkı gidermek için. Sonra onları yakaladım. Artık cezalandırmam nasıl oldu bir düşünülmeli." (Mü'min, 40/5)
Mevlâ Teâlâ'yı gücendirmeye gelmez. O'nunla iyi geçinmeye çalışalım. Allahu Teâlâ'yı tanımayan nefislerimize uymayalım, nefsimizin istediği istikametten gitmeyelim. Ya Rabbi! Nefsimiz bize sevmediğin bir işi yaptıracağı zaman sen bize yardım et.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
KALBDENKALBE MESAJLAR(OSMANLIYI AZİZ KILAN ALLAH VE RASUL SEVGİSİ)

KALBDENKALBE MESAJLAR(OSMANLIYI AZİZ KILAN ALLAH VE RASUL SEVGİSİ)

Ertuğrul Gazi, oğlu Osman Gazi'ye:
"...Oğlum beni kır; ama Şeyh Edebâli'yi kırma. Zira ben babanım, sana dönerim; ama Edebâli'yi incitirsen, yeri göğü inletir ve asla iflah olmazsın."



Her millet babasını, atasını lâyık–ı vechile tanımaya, onlardaki güzellikleri her an yâd etmeğe çalışır. Bu insana fıtrattan gelen bir duygudur. Biz millet olarak bu duygunun neresindeyiz? Başka milletlere mensup uzmanlarca inceden inceye araştırma konusu yapılan ve müesseselerinin önemli bir kısmını aynen örnek almaya çalıştıkları Osmanlıyı gerektiği kadar tanıdığımızı ve çocuklarımıza tanıttığımızı söyleyemeyiz.
Koşulu at misâli ebeveynler de çocuklar gibi diploma alma yarışına girerek, çocuklarımızı bir yerlere kapağı atıp maaş kazanmaya yönlendiriyoruz. Bu yüzden de genç neslimizde millî değerlerimizin vazgeçilmez unsuru olan "tarih şuuru" gittikçe zayıflamaktadır. Hatta dikkat edilirse bundan dört yıl önce Osmanlı'nın 7OO. Yıldönümü resmî olarak kutlanmadı.
Babası Ertuğrul Gazi'nin vefatı üzerine 23 yaşında Kayı Boyu'na Bey olan Osman Gazi, mâneviyat erleri Konur Alp, Turgut Alp, Akça Koca, Abdurrahman Gazi gibi tanınmış gazi–dervişler arasında müstesna bir yere sahipti. Aynı zamanda "Gerçekleşen Rüyalar" eserimizde detaylı olarak anlatılan (1) rüyası sonunda temiz bir nesebe sahip olan Şeyh Edebâli Hazretleri'nin kızı Mal Hatun'la hayatını birleştirmiştir. Osman Gazi, sefer dönüşü çok yorgun olduğu hâlde Şeyh Edebâli'nin evinde duvarda asılı duran Kur'an–ı Kerîm'e olan engin saygısından dolayı yatağa uzanmayıp ayakta duracak kadar basiretli ve takvalı bir zattı. Ayda bir defa çevredeki bütün fakir ve yoksullara geniş sofralar kurularak ikramda bulunur, tepeden tırnağa elbiselerini giydirir ve dul kadınları araştırarak onurlarını kırmayacak şekilde gizli sadaka dağıtırdı. (2) Ertuğrul Gazi, Şeyh Edebâli ve Osman Gazi'nin vasiyetnameleri imanlı, istikamet sahibi ve başarılı her idareci için bugün bile başucuna asılacak kadar rikkat, nefaset, Cenabıhakk'a şükür ve teslimiyetle doludur. Ertuğrul Gazi, oğlu Osman Gazi'ye: "...Oğlum beni kır; ama Şeyh Edebâli'yi kırma. Zira ben babanım, sana dönerim; ama Edebâli'yi incitirsen, yeri göğü inletir ve asla iflah olmazsın." diye hitap etmektedir. Hele Osman Gazi, oğlu Orhan'a dâvâsının kuru kavga ve cihangirlik değil; sadece ilâyi kelimetullah yani Allah'ın emirlerini üstün kılmak olduğunu altını çizercesine belirtmektedir. (3) Bu bakımdan hemen bütün padişahlarda, vahdet nurunun emrinde olan otorite, İslâm'ı yaşama ve yaşatma, tebaanın hak ve hukukuna son derece riayet, merhametle muamele ve yağcıları değil; hakkı hiç çekinmeden söyleyebilen ulemâyı yanından eksik etmeme hasleti ve ileri görüşlülüğü vardır.
I. Murat Hüdâvendigâr yüz bin kişilik Haçlı ordusunu perişan ettiği Birinci Kosova Meydan Muharebesi'nde en küçük bir gurura kapılmadığı gibi şehitliğin mânevî derecesini de çok iyi kavradığı için, dizleri üstüne çöküp, ağlayarak yüce Rabbinden şahadetini istemiştir:

Âb–ı rûyi Habib–i Ekrem içün
Kerbelâda revan olan dem içün
Şeb–i firkatte ağlayan göz içün
Din yolunda beni şehid eyle
Ahirette beni saîd eyle...(4)
Bu veli zatın duası müstecab olmuş, muharebe meydanında bir Sırplı tarafından şehit edilmiştir. Zaferlerin sadece Hakk'ın nasibi ile meydana geldiği bilincine sahip olduklarından hemen her savaşın sonunda Cenabıhakk'a şükür sadedinde birbirinden güzel camiler yaptırmışlardır. Niğbolu Meydan Muharebesi'nin ardından Yıldırım Bâyezid yirmi cami yapılması emrini vermişse de ulemâ onu bu fikrinden vazgeçirerek yirmi kubbeli Bursa Ulu Cami inşaatına ikna etmişlerdir. Aynı şekilde Kıbrıs'ın fethi için saatlerce gözyaşı döken II. Selim fetih müjdesi üzerine Edirne'deki dünya durdukça duracak Selimiye Camii'sinin inşaatına başlatmıştı. (5) II. Murad Hacı Bayram Veli Hazretleri'ne bağlıydı. Şimdikiler gibi makam için çırpınmıyordu. Hatta iki kere sırf nefsini terbiyeden geçirmek amacı ile tahttan Manisa'ya çekilmiş; fakat kritik durum nedeniyle ulemâ vazgeçirmiştir.

Varalım bir iki gün zikredelim Mevlâ'yı
Bize mi ısmarladılar bu yalan dünyayı

onun beyitlerindendir. Aynı ruh terbiyesine sahip ve dünyaya metelik vermeyen Fatih de tekkeye çekilmek istemişse de çok sevdiği hocası Akşemseddin, güzel beyanıyla buna karşı çıkmıştır.

İmtisal–i cahid–ü fillah olupdur niyetim
Din–ü İslâm'ın mücerred gayretidir gayretim

Yoktur zulme rızamız adle biz kailleriz
Gözleriz Hakk'ın rızasın emrine kailleriz
diyen ve Avnî mahlası ile şiirlerini yazan Fatih, mermerleri yanlış kesti diye gazaba gelerek iki kolunu kestirdiği Macar Mühendis ile bugün Üsküdar'da Mahkeme Sokağı'ndaki binada İstanbul Kadısı Hızır Reis'in başkanlığındaki muhakemesi sonunda mühendisin affetmesi sonunda ömür boyu en yüksek memur maaşını kesesinden ödemiştir. (6) Yani Osmanlı nutuk adamı değil; hakkı bilen, ona teslimiyetten şeref duyan ve bizzat yaşayıp, yaşatan adamdır. Fatih'in oğlu Bâyezid–i Veli, Adlî mahlası ile şiirlerini kaleme almıştır. Bir münacatında gerçek padişahlığın ancak Allah'a kullukta olduğunu ve kulluktan geri kalana ise daima dünya hizmetkârlığının yaraşacağını ifade etmektedir. Beş yüz yıldır binlerce insana aş, ekmek kapısı olarak ve zengin kütüphaneleri ile hizmet veren külliyesi ve camisi açılırken, ömrü boyunca namaz borcu olmayan bir kişinin imamlığa geçmesi teklif edildiğinde herkes hayretle bekleşirken, padişah bizzat mihraba çıkarak namazı kıldırmıştır. Kendi zamanına kadar Osmanlı Padişahları için hutbelerde okunan dualar meyanındaki "Hâkimü'l–Haremeyn" (Mekke ve Medine'nin hâkimi) tebcil unvanına şiddetle itiraz eden Yavuz Sultan Selim, bu ünvanı "Hâdimü'l–Haremeyn" (Mekke ve Medine'nin hizmetkârı) diye değiştirmiştir. Yavuz ölüm döşeğinde iken nedimi Hasan Can, "Sultanım Mevlâ'ya yaklaşmak zamanıdır." diye hatırlatınca ıstıraplı hastalığına rağmen: "Behey nağbekâr! Ya sen bizi şimdiye kadar kiminle bilürdün?" diyecek kadar Allah'a gönül vermiş bir hükümdardı. Kanuni Sultan Süleyman'ın diğer padişah ve hanımları gibi geniş vakfiyeleri vardı. Hatta günde 3O.OOO kişilik sofraların kurulduğu kaydedilmektedir. Nefis terbiyesinin mâna ve ehemmiyetini çok iyi kavrayan ve Muhibbî mahlası ile yazan Kanuni şöyle der:

Nefse hazzın ey Muhibbî vermegil hayvan sıfat
Zapt–ı nefs et ârif ol âlemde insanlık budur

Osmanlı Padişahları hem fizik, hem de ruh ve mâneviyat bakımından mükemmel eğitim görmüş, hayatları boyunca da okuma ve ilim meclisleri ile vakit geçirmiş, bıraktıkları sayısız hayır ve hayrat eserlerine adını bile yazmamış, seçkin insanlardır. En azından Batılıların etkisinde kalmadan, onların bıraktığı vakıf eserlerine sahip çıkmak, en büyük görevimiz olmalıdır.
III. Ahmed, Resûl–i Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e, o derece âşık idi ki, her gün Emanet–i Mukaddese'yi ziyaret eder ve özellikle Efendimizin ayak izlerini yüzüne, gözüne sürerek, dakikalarca ağlardı. Bununla da doymaz, Peygamberimizin ayak ölçülerini bir sorguç şeklinde altından yaptırarak üzerine de aşağıdaki dörtlüğünü işleterek ömrünün sonuna kadar kavuğunun ön tarafında muhafaza etmiştir.

Nola tâcım gibi başımda getürsem dâim
Kadem–i resmini ol Hazret–i şâh–ı Resûlün
Gülü gülzâr–ı muhabbet o kadem sahibidir
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün

Osmanlı'nın Mekke ve Medine'de sayısız eserleri olduğu gibi fazla mal ve ganimetlerin hayır yolunda kullanılması için tesis ettikleri vakıf eserlerinin vakfiyenamelerinde de birçok gelir getirici unsurların akarları, o mübarek makamlara tahsis edilmiştir. Özellikle Mescid–i Nebevî'deki iki mihrabdan biri Yavuz'un, diğeri Kanuni'nin eseridir. Kıble duvarındaki pırıl pırıl yazıları Sultan II. Abdülhamid yazdırdığı gibi bilhassa asker ve sivil erkândan seçilerek bir kafileyi her yıl, masrafları kendisine ait olmak üzere, hacca göndermesinin önemi bir asır sonra ancak anlaşılabilmektedir. Bir altının 2OO kuruş olduğu Sultan Abdülhamid döneminde mukaddes beldeler için 37.342,995 kuruşu kendi gelirlerinden harcadığı görülmektedir. (7) İngiliz oyunları ile tarümar edilen Bağdat demiryollarının sessiz lokomotifle Medine'ye girmesi büyük edeb ve terbiye örneğidir. Hâlen Kâbe üzerinde Türkiye yönünü gösteren Altınoluk Sultan III. Ahmed'in eseridir. Üç yüz yıldan fazla sürdürülen "Sürre Alayı" geleneği ile bütün hayır sahibi halkın bağışladığı hayır ve hayrat Mekke ve Medine'ye gönderildiği gibi, Kâbe örtüsü de asırlarca İstanbul'da dokunarak sevk edilmiştir. İşte bu derece Allah ve Resûlü'ne bağlı bir devletin de Cenabıhak ömrünü altı asır gibi uzun ve çok semereli kılmıştır. Mevla cümlesine rahmet eyleye...

Dipnotlar:
(1) Aydın Talay, "Gerçekleşen Rüyalar", Nesil Yayınları, İstanbul 2OO2
(2) Aşıkpaşazade Derviş Ahmed, "Tarih–i Âl–i Osman", İstanbul 1332, s.46
(3) Kadir Mısıroğlu, "Osmanlıların Dramı", s.35
(4) Hilmi Yücebaş, "Şair Padişahlar", İstanbul 196O
(5) A. Talay, "Selimiye'den Sesleniş", İslâm Mecmuası 1983
(6) Ömer Kılıç, "İrfan Pınarları", s.165
(7) A. Talay, "Eserleri ve Hizmetleriyle Sultan Abdülhamid Han", Risale Yayınları, İstanbul 199O
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: KALBDENKALBE MESAJLAR(OSMANLIYI AZİZ KILAN ALLAH VE RASUL SEVGİSİ)

RE: KALBDENKALBE MESAJLAR(OSMANLIYI AZİZ KILAN ALLAH VE RASUL SEVGİSİ)

allah ve rasulunun sevgisi nasılki osmanlıyı yüceltmişse eminim bizlerde bu dusturda olursak kazananlardan oluruzz rabbim bu dusturdan ayırmasın
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt