Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

kalbden kalbe mesajlar(padişahın işi ne?) (1 Kullanıcı)

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
padişahın işi ne?

Sultan Murad Han o gün bir hoş"tur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:

- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?

-- Akşam garip bir rüya gördüm.

- Hayırdır inşallah?..

-- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.

- Nasıl yani?

-- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.

Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördügü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar;

-- Kimdir bu?

Ahali: - Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın meyhusun biri işte!..

-- Nerden biliyorsunuz? - Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz... Bir başkası tafsilata girer;

- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir. - isterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?.. Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tedbili kiyafet mollalar kalırlar mı ortada!.. Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu :

-- Nereye? - Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.

-- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir sey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlamak gerek.

- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.

-- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.

- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?

-- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.

- Aman efendim, nasıl kaldırırız?

-- Basbayağı kaldırırız işte. - Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini...

-- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.

- Şurada bir mahalle mescidi var ama...

-- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?

- Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden...

-- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Hadi yüklenelim... Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza... Mechul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.

- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...

-- Nasıl yani?..

- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..

-- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.

- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...

- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir... Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!.. -- Niye? - Ümmeti Muhammed içmesin diye...

-- Hayret... - Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihal. Hucceti islam okurdum...

-- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...

- Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe'yi görmeli...

-- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi? - işte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya... Hatta bir gün; Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. inan cenazen kalacak ortada...

-- Doğru, öyle ya?..

- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. iş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?

-- Peki o ne dedi?

- Önce uzun uzun güldü, sonra; - Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar veliye hürmetin ölçüsü)alıntıdır

kalbdenkalbe mesajlar veliye hürmetin ölçüsü)alıntıdır

VELİYE HÜRMETİN ÖLÇÜSÜ


Tasavvufun dışında kalan ve ona taassupla bakan bazıları, hürmetle ibadeti birbirine karıştırıyor. Öyle ki, bu kimseler müridin mürşidine gösterdiği edeb, hürmet, teslimiyet ve muhabbeti çok aşırı bularak, müridi ve mürşidi şirkle suçluyor. İşin tuhaf yanı, onların şirkle suçladıkları Allah dostları da, bir ömür boyu bütün şirk çeşitlerinden kurtulmak için uğraşıyor. Aslında veli, işin en başında şirk ve gösteriş gibi en tehlikeli suçlardan kurtuluyor, fakat ne yazık ki bazı kimselerin suçlamasından kurtulamıyor.


Veli olmanın temeli marifete ermektir. Marifet, Yüce Rabbi ilâhlık sıfatlarıyla tanımak ve haklarını korumaktır. Kulun hakkı ile Rabbi’nin haklarını birbirine karıştıran kimse marifet sahibi olamaz. Velinin tek hedefi tevhittir. Gerçek tevhide ulaşmayan kimse veli olamaz. Veli olmayan nasıl mürşid olsun?

Bizatihi ibadet edilmeye, yüceltilmeye, övülmeye ve sevilmeye sadece Cenab-ı Hak layıktır. O'na ibadet ve saygı için bir sebebin bulunması gerekmez. O cennet ve cehennemi yaratmasaydı bile, kula gereken, samimiyetle O'na kulluk etmek, bütün sevgisiyle O'nu sevmek ve yüceltmektir.


Hürmetin asıl sebebi

Peygamber ve veli de olsa hiç bir insan, kendisinden kaynaklanan bir sebeple başkalarının hürmet ve hizmetini hak etmiş değildir. Şeref ve izzetin tek kaynağı Allahu Tealâ’dır. Bütün izzet, şeref, kıymet, nimet ve ikram O'nun elindedir. O kulları içinden dilediğini seçip peygamber yapar. Onu mucize ve melekleri ile destekler. Kendisini temiz fıtrat, keskin anlayış, güzel ahlâk ile süsler, insanların önüne bir rehber olarak koyar ve "buna tabi olun!" emrini verir. İşte o andan itibaren Peygambere itaat Allah'a itaat olur. Ona isyan eden, karşısında Yüce Allah'ı bulur. Onu seveni Allah sever; üzenin hakkından da O gelir.

Peygamberler Yüce Allah'ın en sevgili dostlarıdır. Hepsinin imamı Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz’dir. O, hürmetlerin en güzeline layıktır. Yapılabilecek her övgü onun için azdır, fakat ona secde etmek haramdır. Şerefli şahsını kul vasfından çıkarıp ilâhlık vasfında görmek sapıklıktır.

Bir veli için de durum aynıdır. Velâyet halktan değil, Allah'tan gelir. Veli, Allah tarafından eti, kemiği, soyu, malı, milleti sayesinde değil; imanı, irfanı ve edebi ile sevilir. Allahu Tealâ sevdiği kullarını diğer kullarına da sevdirir. Bu sevgi ona karşı hürmet ve edebi gerektirir. Allahu Tealâ bir kulunu sevince, onu bütün meleklere, gökteki ve yerdeki varlıklara sevdirir; gönüllerde ona karşı bir hürmet hissi yerleştirir. Bu ilahî bir kanundur, değişmez. (Meryem/96)

Allah'ın Habibi (A.S.) şu müjdeyi veriyor:

"Allahu Tealâ bir kulu sevdiği zaman Cibril'i çağırır ve ‘ben falanca kulumu seviyorum, onu sen de sev’ buyurur. Cibril de o kulu sever. Sonra gök ehline seslenerek; ‘Haberiniz olsun, Allah falanca kulu seviyor, onu siz de sevin!’ der. Onu gök ehli de sever. Sonra o kul için yeryüzünde kabul ve kullar arasında ona karşı sevgi konur.”

"Şüphesiz Allah, melekleri, bütün gök ve yer ehli, hatta yuvasındaki karınca, denizdeki balık, insanlara hayır öğreten alim ve salih kimseye salât, dua ve istiğfar ederler."

Şimdi şu soruyu sormak gerekir: İmanı, edebi, irşadı ve hizmeti ile Allah'ın dostu olduğu gün gibi açık olan bir kâmil mürşide cümle alem hayran ve hürmet içinde iken, biz hangi mantıkla ilgisiz kalacağız, onu hafife alacağız, ondaki ilahi nur ve sevgiden mahrum olacağız? Hele de bu kıymetli şahsiyetlere dil uzatmak, onları alaya almak, karalamak, düşmanlık yapmak vahim bir talihsizliktir.

Herkes, kalbindeki iman ve takva kadar Allah'ın sevdiklerini sever, O'nun dinine hizmet eder, ilahi emanetleri korur. Yüce Rabbimiz ölçüyü şöyle ortaya koyuyor: "Kim Allah'ın şeâirini (varlığının delillerini ve dininin alâmetlerini) yüceltirse, bu kalbinin takvasındandır." (Hac, 32)

Büyük müfessir Taberî (Rh.A.), ayetin şu manaya geldiğini belirtiyor: Mü'min kullarıma, bana ait olan her şeye hürmet, saygı ve usulünce muamele etmek haktır, borçtur." (Taberî, Camiu'l-Beyan)

Rasulullah (A.S.) Efendimiz uyarıyor: “Allah adamlarını hafife alanın kendisi alçalır.” (Tirmizî, Ahmed) "Büyüğümüzü (hürmet ve edeble) yüceltmeyen, küçüğümüze merhamet göstermeyen, alimimizin (kıymet ve edebini) bilmeyen bizden değildir." (Ahmed, Hakim, Tirmizî)

Bazıları, tevhidi koruma niyetiyle takvasıyla meşhur velilere, özellikle de kâmil mürşidlere hürmet, tazim ve edepten kaçmakta ve aynı zamanda halkı da bundan sakındırmaktadırlar. Bu kimseler, bilerek veya bilmeyerek imanî bir tehlike içine ve ilâhî tehdit altına girmektedirler.

Oysa tereddüde ne gerek var? Bu ümmetin salihleri ve irşadla meşgul kâmilleri, hiçbir zaman yahudi ve hıristiyanların alimleri gibi ilâhî sınırları ve edebi çiğnemediler ki tehlike arzetsinler. Kâmil velilere Allah için hürmet gösteren sadık talipler de onları kulluk vasfından ve mükellefiyet bağından çıkarmadılar ki şirke ve zarara girsinler. Herkes herşeyini Kur'an ve Sünnet edebine göre yaptıktan sonra sonuç rahmet ve cennettir. Bu hürmeti putlara yapılan tazime, zalimlerin önünde baş eğmeye veya mevki sahiplerine yağ çekmeye benzetenler, belli ki ilâhî edeb ve hürmeti bilmiyor; hak ile batılı, nur ile ateşi birbirine karıştırıyorlar.

Bilinmelidir ki, kâmil mürşidin müridinden, üstadın talebesinden, imamın cemaatinden istediği edeb, kendi adına ve nefsi hesabına değildir. Kâmil mürşid ve rabbanî alimler, talebelerini ilâhî edeble edeblendirmek ve onları Cenab-ı Hakk'ın huzurunda kabul görecek şerefli bir kul haline getirmek için uğraşırlar.

İmam Şa'rani (K.S.) der ki: "Mürid, mürşidi tarafına ayağını uzatmama edebine bile dikkat etmeli, en küçük adapsızlığı basit görmemeli, huzurunda ve gıyabında edebe dikkat etmelidir. Bu edebi elde eden mürid, nihayet Allahu Teâlâ'ya karşı edebli olma haline yükselir. Çünkü mürşid mürid için manen yükselme sebebi, marifet ve edeb mektebidir." (el-Envaru'l-Kudsiyye)

Kâmil mürşid, alim, arif ve salihtir. Allah’ın dostu, Peygamberimiz’in vârisidir. Terbiyemizle uğraşan manevi bir babadır. O bütün vasıflarıyla hürmet ve saygıya layıktır. İçeri girince ayağa kalkmak, ziyaret ederken elini öpmek, huzurda edeb için boyun büküp sessizce oturmak, devamlı yüzüne bakmaktan sakınmak hürmetin zahirî şeklidir.

Ölçüsüz yüceltmenin tehlikesi

Rasulullah (A.S.) Efendimiz’in şu uyarısı pek çok tehlikenin önünü kesmektedir:

"Ey insanlar! Sözünüzü dikkatli söyleyin. Sakın şeytan sizi basit ve boş şeylere sevketmesin. Ben, Abdullah'ın oğlu Muhammed ve Allah'ın Rasulüyüm. Vallahi, sizin beni Allah'ın yücelttiğinden daha yükseğe çıkarmanızı sevmem." (Ahmed, İbnu Kesir)

Bu uyarı, ümmetin önünde bulunan bütün imam ve mürşidlerin, cemaat ve müridlerin temel anlayışı olmalıdır. Herhangi bir mürid, önündeki mürşidi övme ve yüceltme adına esasen anlamadığı, bizatihi tecrübe ve müşahede etmediği hal ve makamları, yetki ve tasarrufları ona ait göstermekle uğraşmamalıdır. Buna gerek olmadığı gibi, bu tip yakıştırmaları ispat etme imkanı da yoktur.

Bir şeyhin, Allahu Teâlâ gibi herşeyi bildiğini söylemek küfürdür. Onun bütün alemi elinde tuttuğunu iddia etmek haramdır. Mürşidi adına keşif ve kerametler uydurmak, böyle hikayelerle onu insanların nazarında yücelteceğini sanmak, koyu bir cehalettir. İlmi, edebi, takvayı, taatı, hizmet ve cihadı hafife alıp, gördüğü rüyalar ve hülyalar ile şeyhini tanıtmaya, tasavvufu anlatmaya çalışmak; mürşid adına bir cinayet, temiz tasavvuf yoluna ihanettir. Görünen hallerden ve yaşanan fiillerden birşey anlamayıp rüyalarda hikmetler aramak, feraset değil gaflettir. Asıl hürmet ve edeb mürşidin huzurunda değil, onun bulunmadığı yerlerde muhafaza edilmelidir. Şu örneği iyi düşünelim:

Rasulullah Efendimiz (A.S.) abdest aldığında, Ashab-ı Kiram Rasulullah'ın abdest suyunu kapıp, yüzlerine ve vücutlarına sürüyorlardı. Rasulullah (A.S.):

"Niçin böyle yapıyorsunuz?" diye sordu. Dediler ki:

"Bereketlenmek ve sevap kazanmak için!" Bunun üzerine Efendimiz:

"Kim Allah ve Rasulü’nün kendisini sevmesini istiyorsa (böyle şeyler yerine), konuştuğunda doğru söylesin, emanete ihanet etmesin ve komşusuna eziyet etmesin." buyurdu. (Heysemî, Kurtubî)

Demek ki müridin mürşidine olan saygı ve sevgisi, sırf şekilde kalan hareketlerle, el öpüp yerlere serilmelerle değil; kalpteki samimiyet, haldeki istikamet, ve insanlara Allah için hizmetle ispat edilebilir.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(sigara)alıntıdır

kalbdenkalbe mesajlar(sigara)alıntıdır

SİGARA

SİGARA: Erkeklerde olduğu gibi kadınlarda da çeşitli hastalıklara sebeb olan bir illetdir.
Bu hastalıklar arasında: Ağız, dil ve dudak kanserleri, boğaz iltihabları, gırtlak kanseri, akciğer kanserleri, bronşit, kalb hastalıkları., kadınlarda bilhassa rahim ağzı kanserleri., söylenebilir. Bu husus ilmî araşdırmalarla isbât edilmişdir.

Son yıllarda sigara alışkanlığının kadınlarda artması, erkeklerin hastalığı olan akciğer kanserinin kadınlarda birinci sırayı işgal etdiğini gösteriyor.

• Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Kanser Enstitüsü, kadınlarda önde giden ölüm sebebleri arasında zikredilen-anılan- meme kanserinin yerini, akciğer kanserinin aldığını bildiriyor.

• HİRAYMA adında bir Japon araştırıcı, sigara içen erkeklerin eşlerinin, sigara dumanım teneffüs etmeleri sonucu, hanımlarda akciğer kanserinin ortaya çıkdığına dikkat çekiyor.

• Evlerde, kapalı yerlerde, taşıtlarda, sigara içen kimselerin etrafındakilere nasıl zarar verdikleri böylece ortaya çıkmış oluyor.

• Sigara içen hanımlarda, NİKOTİN'in tesiri ile, cild kurur, sertleşir, cildin tabî rengi ve esnekliği kaybolur; yüzde kırışıklıklar teşekkül eder, gözaltında torbalaşma, gözkapaklarında şişme, gözlerde kanlanma olur.

Böylece genç kadın güzelliğini, cildinin tazeliğini kaybeder ve sigara içmeyen kadınlardan en az on yaş daha yaşlı görünür.

• Hanımlar bu değişikliği kapatmak için kozmetiklere başvurur, zamanlarının büyük bir bölümü makyaj için ayırır.. (Bunun için uğraşır da uğraşır.)

Kesinlikle bilinmelidir ki: Bu oluşda haKîkıy sebeb yaşlanma değil, sigaradır.

(Ve çâre de, kozmetikde-makyajda değil; sigarayı boşlamakda ve sigara içilen yerlerde bulunmamakdadır.)

Sigara içen kadınlarda içmeyenlere göre âdet bozuklukları üç kat daha fazla; âdetden kesilme ise sigara içenlerde % 20 oranında daha erken görülmekdedir.
 

DIDEM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Tem 2006
Mesajlar
231
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: kalbdenkalbe mesajlar(sigara)alıntıdır

RE: kalbdenkalbe mesajlar(sigara)alıntıdır

PAYLAŞIMIN İÇİN SAĞOL KARDEŞİM...
ALLAH BU SİTEYE EMEĞİNİ EKSİK ETMEYEN HERKESTEN RAZI OLSUN....B)
 

DIDEM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Tem 2006
Mesajlar
231
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: kalbdenkalbe mesajlar veliye hürmetin ölçüsü)alıntıdır

RE: kalbdenkalbe mesajlar veliye hürmetin ölçüsü)alıntıdır

ZERDA KARDEŞİM GÜZEL YAZILARININ DEVAMINI DİLERİM...
ALLAH HEPİNİZDEN RAZI OLSUN İNŞALLAH....
 

Ecrin Hicran

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
19 Nis 2006
Mesajlar
2,624
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: kalbdenkalbe mesajlar(sigara)alıntıdır

RE: kalbdenkalbe mesajlar(sigara)alıntıdır

kardeşim Paylaşımın için sağoalsın..Allah razı oslun
"BİR MÜSİBET,BİR NASİHATTEN DAHA İYİDİR"
Gerçekten ya bu duruma çok üzülüyorum..ya illa kötü bir hastalığa yakalanıpta mı sigara bırakılacak..çok insan görüyorum..bir sürü hastalık.nerden kaynaklanıyor hep yıllarca sigara içmekten,e şimdi bıraktım..ya ne olursunuz sigara için kardeşelrim BAKIN EBEDİ HAYATIMIZDA BUNUN HESABI VERİLECEK..YÜCE RABBİM BİZE SAĞLIK VERMİŞ BİZ BUNU HİÇ DÜŞÜNMEDEN HEBA ETMİŞSEK BUNU VEBALİ ÇOK BÜYÜK...BİRAZ DÜŞÜNELİM..çoğu insan sıkıntıdan içiyorum diyor.. hepimizin çok sıkıntıları var..ama bu sıkıntılardan kurtulmak için yüce rabbime dua etmek varken ,kalkıpta niye kötü alışkanlıklar edinelim..kardeşim tüm zararlarını yazmış bunları bir dikkate alalım..Allah rızası için bunu yapalım..kardeşim bu güzel paylaşımın için çok sağolsın..inşAllah bu yazıyı okuyupta biraz düşünüp ,sigarayı bırakanlar olur.....selam ve dua ile..
 

gulderen

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
41
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: kalbdenkalbe mesajlar(sigara)alıntıdır

RE: kalbdenkalbe mesajlar(sigara)alıntıdır

Bu önemli konuya değindiğiniz için çok teşekkür ederim.Emeğinize sağlık.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
KALBDENKALBE MESAJLAR (GENÇLERE HAYA YAKIŞIR)

KALBDENKALBE MESAJLAR (GENÇLERE HAYA YAKIŞIR)

GENÇLERE “HAYA” YAKIŞIR


Allah Resulu (sav) Ensar’dan bir kişinin yanından geçerken, onun kardeşini utanmaktan vazgeçirmeye çalıştığını gördü. “Onu kendi haline bırak; çünkü haya imandandır!” buyurdu.

Haya mümin ahlâkıdır. Edep, kulluk ve tüm güzellikler haya ile gelir. Şimdilerde anne-babasının, öğretmeninin yanında bacak bacak üstüne atabilen, uzanabilen, kendinden büyüklerin huzurunda hiç çekinmeden sigara içebilen gençlik, haya duygusundan yoksun olduğu için bu halde.



Eskiden bir şarkıyı güftesindeki bazı uygunsuz cümlelerden ötürü reddederken şimdi güftesi bir uçtan bir uca ahlâksız, klibi tamamıyla müstehcen şarkıları çocuğumuzun dilinde duyduğumuzda "Ne güzel de sesi varmış benim yavrumun!" demekle yetiniyoruz.

Genç kızımız ve oğlumuzla beraber izlediğimiz dizilerde hoşumuza gitmeyen bir bölüm olursa zaplayıp, bir müddet sonra aynı kanala dönerek eğlencemizden ödün vermiyoruz. Eğlence, espri, popüler kültür derken çoğalan eksilerimizin arasında çocuklarımıza “haya”dan bahsetmek aklımıza çoğu kez gelmeyebiliyor.

“Rasulullah, perdenin arkasındaki bir genç kızdan daha fazla haya sahibiydi”

Gençlere haya duygusunu aşılayabilmenin en güzel yolu yaşayarak göstermektir. Onlara bu konuda öncelikle büyükler örnek olmaya çalışmalı. Eğer kendimiz örnek olmada yetersiz kalıyorsak, onları örnek alabilecekleri şahsiyetlerle tanıştırmayı ihmal etmemeliyiz. Bu şahsiyetlerin ilki Efendimiz (sav) olmalı. Gençleri, alemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz'deki (sav) zirve ahlâkın izlerini sürmeye teşvik etmeliyiz. Ebu Said el-Hudri'nin (r.a) ifade ettiğine göre Allah Resulu (sav), perdenin arkasındaki bir genç kızdan daha fazla haya sahibiydi. O'nun gençlik çağında, Arap yarımadası hayasızlıklarla dolu bir görüntü arzetse de Efendimiz (sav) cahiliye âdetlerinden uzak kalmış ve ömrünü, hususiyetle gençlik dönemini, eşine az rastlanır haya örnekleriyle süslemiştir. O’nun gençliğinde halk Kâbe'yi çıplak bir şekilde tavaf etmeyi âdet edinmişken Efendimiz (sav), gerek tavafta gerek sair vakitlerde hiçbir zaman böyle bir tutuma yeltenmedi. Kötülüklerin yer aldığı meclislere gitmekten haya etmiş, çirkinliklerden bahsetmemeye özen göstermişti. Efendimiz (sav), haya hakkında en güzel öğüdü ashabına şöyle ifade buyurmuştur: "Haya insan için zinettir…"

Haya duygusu, yanlıştan uzaklaştırır

Gençlere haya duygusunu anlatırken Allah’tan (c.c) utanmanın önemine değinmeyi ihmal etmemeliyiz. Çünkü Allah'tan utanmak, hayanın hem kökü ve hem de meyvesi mesabesindedir. Allah'tan utanan bir kul, o utancı sayesinde insanlardan da haya eder. Allah’a karşı duyduğu haya hissiyle dini müeyyidelere tâbi olur.

Bir gün İbn-i Ömer koyun otlatmakta olan bir çocuğun yanına giderek koyunlardan birini kendisine satmasını ister. Çocuk, satamayacağını çünkü koyunların kendisine ait olmadığını söyler. İbn-i Ömer, “Sahibine, ‘Koyunu kurt yedi!’ dersin. Böylece para da cebinde kalır” der. Çocuğun cevabı kendisindeki güzel ahlakı yansıtır: “Sahibime ‘kurt yedi!’ diyeceğim. Peki söyle bana, Allah (c.c) bunu görmeyecek mi!...”

Haya duygusu kişiyi yanlış işlerden alıkoyar. Efendimiz (sav), "Utanmıyorsan dilediğini yap!" buyururken, insanın fıtratında bulunan haya hissinin nasıl kuvvetli bir otokontrol sistemi olduğuna dikkat çeker. Hayanın sembolleştiği Peygamberlerden biri olan Yusuf Aleyhisselam, ona yaklaşmayı arzu ettiğinde odadaki putun üzerini örten Züleyha’ya neden böyle yaptığını sormuştu. “Puttan utandığım için” demişti Züleyha. Yusuf Peygamber’in sözleri manidardı: “Sen sahte olan ilahından haya ediyorsun, ya ben Rabbim’den nasıl utanmam!”

Utanma duygusuna sahip gençlerimize her zamankinden daha çok muhtaç durumdayız. Çünkü haya eden bir genç, ne ebeveyninin ne de kanunların ikazına ihtiyaç duyar. Hayası onu kötülüklerden uzak durmaya sevk eder(RABBİM HAYADAN AYIRMASIN)
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
KALBDENKALBE MESAJLAR(EHLİ BEYT KİMDİR?)

KALBDENKALBE MESAJLAR(EHLİ BEYT KİMDİR?)

EHL-İ BEYTİ SEVMENİN GEREĞİ VE FAZİLETİ


Allahu Teâlâ’yı seven kimse, elbette O’nun sevdiklerini de sever. Önce Allah’ın Habibi Hz. Rasûlullah’ı (s.a.v) sever. Sonra ona ait olan, ondan sayılan, onunla anılan her şeyi sever. Sevmesi de gerekir. Bunların başında Ehl-i Beyt gelir.

EHL-İ BEYT KİMDİR?

Ehl-i Beyt, Hz. Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin ailesi ve evlâtlarıdır. Mü’minlerin anneleri, Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anhüm), Ehl-i Beytin şerefli ferdleridir.( Râzî, Tefsir-i Kebir, XXV, 181)

Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin şerefli nesebi Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin vasıtasıyla devam ettiği için, onların kıyamete kadar gelecek olan evlâtları da Ehl-i Beyt’in birer parçasıdır Onları sevmek her mü’minin vazifesidir. Bu sevgi çok şerefli ve gereklidir. Kalbinde azıcık Ehl-i Beyt sevgisi bulunmayan kimse, Hz. Rasûlullah’ın sevgisinde yalancıdır.

Aşağıda vereceğimiz ayet ve hadislerde görüleceği üzere, Hz. Rasûlullah’ın kendisine tâbi olan amcaları ve onların çocukları da Ehl-i Beyt’ten sayılmıştır.( Bkz:Ibn Atıyye, el-Muharraru’l-Veciz, IV, 384. (Beyrut, 1993))

Allah Teâlâ, Hz. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in ehl-i beytini bizzat Kur’an’da zikretmiş ve onlara şu şekilde iltifatta bulunmuştur:

“Ey Peygamber hanımları! Namazı kılın, zekâtı verin; Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzab/33)

Ümmü Seleme validemiz (r. anha) demiştir ki: “Bu âyet-i kerime benim evimde indi. Hz Rasûlullah (s.a.v) Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’i çağırdı. Onları Hayber yapımı geniş bir elbisenin altına topladı, kendisi de içine girdi ve:
“İşte bunlar benim ehl-i beytimdir” buyurdu. Sonra inen ayet-i kerimeyi okudu ve:

“Allahım! Onlardan kötülükleri gider. Onları tertemiz et!” diye duâ etti. Ben: “Yâ Rasûlellah, ben Ehl-i Beytten değil miyim? dedim.” Hz. Rasûlullah (s.a.v),
“Sen benim ehlimsin. Sen zaten hayır içindesin” buyurdu.( Taberî, Câmiü’l-Beyân, Cüz:XXII, Shf:7; Ibnu Kesir, Tefsir, VI, 412-413.)

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, Ashâb-ı kirâmı ve ümmetim Ehl-i Beyt’in hukunu iyi koruma konusunda şiddetle uyarmıştır:

Zeyd b. Erkam (r.a) anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.v), Mekke ile Medine arasında Hummen denilen suyun başında bir hutbe verdi. Allah’a hamd, sena ve zikirden sonra şöyle buyurdu:

“Ey insanlar! Dikkat ediniz; ben bir beşerim. Rabbimin ölüm elçisinin gelmesi ve benim ona icabet edip aranızdan gitmem yakındır. Sizlere hukuku ağır iki kıymetli emanet bırakıyorum. Birincisi Allah’ın Kitabı’dır. Onda nur ve hidayet vardır. Allah’ın Kitabına sımsıkı sarılın. Onunla meşgul olun, onu öğrenin, öğretin; hükümlerini anlayın. İkinci emanet Ehl-i beytimdir. Ehl-i Beytim hakkında Allah’tan korkmanızı hatırlatırım. Ehl-i Beytim hakkında Allah’tan korkmanızı hatırlatırım. Ehl-i Beytim hakkında Allah’tan korkmanızı hatırlatırım. ” Zeyd b. Erkam’ı dinleyenler arasında bulunan Husayn b. Sebre,

“Ey Zeyd, Rasûlullah’ın (s.a.v) zevceleri de Ehl-i Beytten midir?” diye sordu, Zeyd (r.a),

“Tabi ki Efendimizin hanımları da Ehl-i Beyttendir. Fakat Rasûlullah’ın (s.a.v) haklarının korunmasını istediği Ehl-i Beyt, kendilerine sadakanın haram olduğu kimselerdir” dedi. Husayn,

“Onlar kimdir?” diye sorunca Zeyd b. Erkam (r.a),

“Ali’nin ailesi, Akîl’in ailesi, Cafer ve Abbas’ın âilesidir” dedi. Husayn,

“Bunlara sadaka haram mıdır?” diye sorunca, Zeyd (r.a),

“Evet” dedi. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 36; Nesâî, Sünen-i Kübrâ, Menâkıb, 9.)

Âlimlerin ekseriyetine göre Ehl-i Beyt, Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin şerefli aileleri, kızı Hz. Fâtıma, damadı Hz. Ali, torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anhüm) ve kıyamete kadar oların sulbünden gelen zürriyetleridir. Yani Hz. Hüseyin’in torunları olan seyitler ve Hz. Hasan’ın torunları olan şerifler Ehl-i Beyt’in günümüzdeki şerefli mensuplarıdır. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in şerefli nesli, kıyamete kadar hiç kesilmeyecektir.

Hz. Hüseyin’in (r.a) oğlu Ali Zeynelâbidîn (rah), babası Hz. Hüseyin’in şehid edilmesinden sonra, Şamlılar tarafından esir edilerek Dımeşk’a getirildi. Onu böyle gören zalim bir Şamlı: “Sizin kökünüzü kazıyan ve fitnenin başını kesen Allah’a hamdolsun!” diye, güya onların fitne başı olduğunu ima etmeye çalıştı. Zeynelâbidîn (rah), adama,

“Sen Kur’an’ı okudun mu?” diye sordu, adam,

“Evet, okudum” dedi. Zeynelâbidîn (rah),

“Sen, Allah Teâlâ’nın, “Resûlüm, onlara de ki: ‘Ben bu davetime karşılık olarak sizden bir karşılık ve ücret beklemiyorum; sadece yakınlarıma sevgi göstermenizi istiyorum’ (Şûrâ/23)
âyetini okumadın mı?” diye sordu. Adam,

“Bu ayette sevilmesi emredilen yakınlar siz misiniz?” diye sorunca, İmam, “Evet, onlar biziz” dedi.( Taberî, Cüz:XXV, Shf:33 (Beyrut, 1995); Suyûtî, ed-Dürrü’1-Monsûr, VII, 348)



Bir gün İmam Azâm (rah) hocası İmam Cafer es-Sadık hazretlerinden ilim ve hadis dinlemeye gelmişti. Hocası elinde bir asa ile çıkageldi. İmam Azam (rah), “Ey Rasûlullah’ın evlâdı, siz henüz asaya ihtiyaç duyacak bir yaşta değilsiniz” dedi. Cafer es-Sâdık (rah),

“Evet dediğin gibidir, fakat bu elimdeki asa Hz. Rasûlullah’ın asasıdır; onu bereket için yanımda taşıyorum” dedi. İmam Azam (rah), hemen ileri atılıp bastona sarıldı ve, “Ey Rasûlullah’ın evlâdı, müsaade buyurun, onu öpeyim” dedi. Cafer es-Sâdık (rah) hemen kolunu açtı ve İmam Azam’a göstererek:

“Vallahi sen bilirsin ki bu ten Hz. Peygamber’in hücrelerini taşıyan bir tendir ve şu gördüğün kıllar da onun kılındandır. Onu öpmüyorsun da asayı öpmek istiyorsun!” dedi. Bununla, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in zürriyetinin Hz. Peygamber’in (s.a.v) bir parçası olduklarını hatırlattı (Bkz: Muhammed Besyûnî, es-Seyyidc Fâtımatu’z-Zehrâ, 37. (Beyrut, 1990))



EHL-İ BEYTİ SEVMEK İMANIN ALÂMETİDİR



Allah Teâlâ, müminlere Resûlü’nün sevilmesini farz kıldığı gibi onun parçası olan ve kendisine inanan yakınlarının da sevilmesini, bu şekilde Peygamber’in (s.a.v) sevindirilmesini istiyor. Bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur:

“Resûlüm onlara de ki: Ben bu davetime karşılık olarak sizden bir karşılık ve ücret beklemiyorum; sadece yakınlarıma sevgi göstermenizi istiyorum.” (Şûrâ/23)

İbn Abbas (r.a) naklediyor: Bu ayet-i kerime indiği zaman, bazıları, “Yâ Resûlellah! Sevmemiz vacip olan bu yakınlarınız kimlerdir?” diye sordular; Efendimiz (s.a.v),
“Ali, Fâtıma ve onların çocukları Hasan ile Hüseyin” buyurdu. (Tabarânî, el-Kebîr, No: 2641; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 168)

Efendimiz (s.a.v), başka bir hadislerinde, onları dost edenleri kendisinin de dost edeceğini, onlara düşmanlık edenlere kendisinin de düşman olacağını beyan buyurmuştur. (Hâkim, Müstedrek, III, 149; Tabarâni, el-Kebîr, No:2619, 2620)

Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, Ehl-i Beytin sevgisinin, kendisini sevmekten ileri geldiğini şöyle belirtmiştir:

“Sizi nimetleriyle rızıklandırıp gıdâlandırdığı için Allah’ı seviniz. Beni Allah’ı sevdiğiniz için seviniz. Ehl-i Beytimi de beni sevdiğiniz için seviniz.” (Tirmizî, Menâkıb, 32; Hâkim, Müstedrek, III, 150.)

Efendimiz’in zevcesi Ümmü Seleme (r. anha) anlatıyor:

Resûlullah (s.a.v) Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’le yemek yedi. Yemekten sonra, onları üzerindeki elbise ile sardı ve,

“Allahım! Bunlara düşman olana sen de düşman ol; bunları seveni sen de sev!”
diye duâ etti. (Ebû Ya’lâ, Müsned, No:6951; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 166-167.)

Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’in amcası Abbas (r.a) bir gün üzüntülü bir şekilde, Efendimiz’in huzuruna geldi ve,

“Yâ Resûlellah! Kureyş bizden ne istiyor; birbirleriyle karşılaşınca güler yüz gösteriyorlar, bizimle karşılaşınca yüzleri değişiyor!” diye şikâyet etti. Allah Resûlü (s.a.v) bu hâle çok gazaplandı; yüzü kıpkırmızı oldu. Sonra,
“Allah’a yemin ederim ki, bir kalp sizleri Allah ve Resûlü için sevmedikçe o kalbe iman girmiş olmaz”
buyurdu ve şöyle devam etti:

“Ey insanlar! Kim amcama eziyet ederse, bana eziyet etmiş olur. Hiç şüphesiz bir kimsenin amcası babası gibidir.” (Tirmizî, Menâkıb, 28; Ahmed Müsned, I, 207.)

Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, Hz. Ali’ye hitaben: “Yâ Ali, seni ancak mümin olanlar sever; sana ancak münafıklar buğzeder.”
buyurmuştur.( Müslim, iman, 131; Tirmizî, Menâkıb, 20; Nesâî, iman, 19.)

Allah Resûlü (s.a.v), Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a) için, “Bunlar benim evlâdımdır; evlâdımın çocuklarıdır. Allahım! Ben onları seviyorum, sen de sev. Allahım, onları sevenleri de sev!”
diye duâ etmiştir. (Tirmizî,Menâkıb, 50; Beğavî, Mesâbihu’s-Sünne, IV, 194. (No: 4829))

Büyük arif Muhyiddin b. Arabî hazretleri (k.s) demiştir ki: “Allah Resûlü (s.a.v), Allah Teâlâ’nın emriyle bizden yakınlarına muhabbet etmemizi istemiştir. (Şûrâ/23) Bundan sonra bir mümin Hz. Peygamberin (s.a.v) bu talebim kabul etmezse, yarın kıyamet gününde ona hangi yüzle bakacak ve onun şefaatini nasıl umacaktır?”

Bir sadık âşık demiştir ki: “Sevgilinin yaptığı her şey sevgilidir. Eğer senin Allah ve Resûlü için muhabbetin sahih ise, Hz Peygamber’in (s.a.v) Ehl-i Beytini de seversin. Herkesin imanı onların muhabbeti ile ölçülür.” (Ibnu Arabî, el-Futûhâtu’1-Mekkiyye, I, 29. Bölüm. (Özetle alındı))



EHLİ BEYT, KIYAMETE KADAR DEVAM EDER; HER MÜ’MlNE ONLARA HÜRMET ETMEK VE HAKLARINI KORUMAK GEREKİR



Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz buyurmuştur ki:

“Şüphesiz, (âhirete) çağrılıp gitmem yakındır. Size iki büyük ve hukuku ağır emanet bırakıyorum. Birisi, Aziz ve Celil olan Allah’ın kitabı Kur’an. Diğeri de gözümün nuru ehl-i beytimdir. Allah’ın kitabı Kur’an; semadan yeryüzüne uzatılmış (ilâhî ve nuranî) bir iptir. Lâtif ve Habir olan (her şeyi bilen Rabbim) bana bildirdi ki: Kur’an’la ehl-i beytim (âhirette) Havz-ı Kevser’in başında bana gelene kadar birbirinden ayrılmayacak. Öyleyse, sizler (size emanet ettiğim) bu iki şeyde bana nasıl halef olduğunuza (benden sonra onlara nasıl davrandığınıza) iyi bakınız; onların hakkını korumaya dikkat ediniz!”
(Ahmed, Müsned, 111,17;V,182;Tabarânî, el-Mu’cemu’1-Kebir, V, 154 (No:4922, 4923). Bkz: Tirmizî, Menâkıb, 32 (No:3788. Aynı konuda biraz farklı bir rivayet))



Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) gerçek âşığı Ebû Bekir Sıddîk (r.a) demiştir ki:

“Resûlullah’m Ehl-i Beytini sevip memnun ederek Resûlullah’ın (s.a.v) hatırını gözetin. Vallahi, Resûlullah’ın yakınlarının haklarını korumak, benim için kendi yakınlarımın haklarını korumaktan daha sevimlidir.” (Buhârî, Fedâilü Ashâbi’n-Nebi, 12.)

Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz buyurmuştur ki:

“Sizin en hayırlınız, benden sonra Ehl-i beytime karşı en hayırlı davranan kimselerdir” (Hâkim. Müstedrek, III, 311; Ebû Ya’lâ, Müsned, No:5924)

“Allah’a yemin ederim ki, bana ve ehl-i beytime buğzeden ve bizi kızdıran kimse, muhakkak cehenneme girer.” (Hâkim, Müstedrek, III, 150; ibnu Hıbbân, el-Ihsân, XV, 435. (No:6978).)

“Ehl-i Beytim Nuh’un gemisi gibidir; ona binen kurtulur; uzak duran boğulup helâk olur.” (Hâkim, Müstedrek, III, 151; Ahmed, Müsned, III, 157; Tabarânî, el-Kebîr, No:2636-2638.)

“Rabbim bana, Ehl-i Beytim içinde kim Allah’ın birliğini ve benim peygamberliğimi kabul ederse ona azap etmeyeceğini vaadetti.” (Hâkim, Müstedrek, III, 150.)

Şu hâdiseden ibret alalım:

Ashabın hafız ve ileri gelen âlimlerinden Zeyd b. Sâbit’e (r.a) binmesi için bir hayvan getirildi. Abdullah b. Abbas (r.a) hemen üzengisini tutup binmesine yardımcı olmaya çalıştı. Zeyd (r.a), “Ey Resûlullah’ın amcaoğlu, lütfen böyle yapma, üzengiyi bırak!” dedi. İbn Abbas (r.a):

“Biz âlimlerimize ve büyüklerimize karşı böyle davranmakla emrolunduk” dedi. Bunun üzerine Zeyd b. Sabit (r.a), “Elini bana verir misin?” dedi ve İbn Abbas elini uzatınca onu öptü ve, biz de Hz. Peygamber’in ehl-i beytine karşı böyle davranmakla emrolunduk” dedi. (lbnu Abdilberr, Beyâni’1-tlm, I, 127; Kandehlevî, Hayâtu’s-Sahâbe, II, 440. Son kısmı hâriç bkz: ibnu Hacer, el-lsâbe, No:2888; (Beyrut, 1995); Hâkim, Müstedrek, III, 423.)



Müfessir İbn Kesir (rah) demiştir ki: “Ehl-i Beyte karşı hayır tavsiyede bulunan, onlara karşı iyiliği, hürmet ve ikramı emreden kimseyi yadırgamayız. Çünkü onlar tertemiz bir zürriyetten gelmektedirler. Onlar, övünme, nesep ve itibar yönünden yeryüzündeki en şerefli hanenin evlâtlarıdır. Özellikle Hz. Rasûlullah’ın şerefli sünnetine tâbi olan ve ondan hiç ayrılmayan Ehl-i Beyt, bu hürmet ve hizmete en lâyık kimselerdir. Çünkü Efendimiz (s.a.v) sahih bir hadiste:

“Size iki tane hukuku ağır emanet bırakıyorum. Birisi Allah’ın Kitabı, diğeri de Ehl-i Beytimdir. Kur’an ve Ehl-i Beytim, kıyamette havzın başında bana kavuşana kadar birbirinden ayrılmayacaktır”
buyurmuştur. (Ibnu Kesir, Tefsir, VII, 201. (Riyad, 1997))

Müfessirlerin imamı Fahruddin er-Râzî (rah.) demiştir ki:

“Resûlüm onlara de ki: Ben bu davetime karşılık olarak sizden bir karşılık ve ücret beklemiyorum; sadece yakınlarıma sevgi göstermenizi istiyorum”
âyet-i kerimesi (Şûrâ/23) Resûlullah’ın (s.a.v) Eh-i Beytini ve Ashabını sevmenin vacip olduğunu göstermektedir. Allah Resûlü (s.a.v) sahih hadislerinde:
“Fatıma benden bir parçadır; onu üzen beni de üzer” (Ibnu Kesir, Tefsir, VII, 201) buyurmuş, Hz. Ali’yi, Hasan ve Hüseyin’i sevdiğini belirtmiştir. Efendimizin sevdiği kimseleri sevmek, bütün ümmete vaciptir. Sonra, her namazın sonunda Hz. Peygamberin Ehl-i Beyti’ne salât ve selâm okunması, bütün ümmete emredilmiştir. Bu büyük bir makamdır; onlardan başka hiç kimseye nasip olmamıştır. Bütün bunlar gösteriyor ki, Hz. Peygamberin Ehl-i Beyti’ni sevmek vaciptir.

Yukarıdaki âyetin içine Efendimize iman ve itaat eden bütün Sahâbe-i Kiram da girmektedir. Onlar da Efendimizin yakınlarıdır. Kısaca, Ehl-i Beyt’i ve Ashâb-ı Kiram’ı sevmek vaciptir.

Bir hadiste: “Eh-i Beytim Nûh’un gemisine benzemektedir. Ona binen kurtulur; binmeyen suda boğulur”
buyrulmuştur. Bir diğer hadiste ise: “Ashabım yıldızlar gibidir; hangisine tâbi olursanız doğru yolu bulursunuz” buyrulmuştur. Şu anda bizler, ilâhî teklif denizinde bulunuyoruz. Bu arada şüphe ve şehvet dalgalan da devamlı bize çarpıp durmaktadır. Denizde giden bir kimsenin iki şeye ihtiyacı vardır. Birisi, kusuru bulunmayan ve içine su geçilmeyecek şekilde sağlam bir gemi.

Diğeri de, yön tayin edecek açık parlak yıldızlar. Bir kimse sağlam bir gemiye biner ve parlak yıldızlarla yönünü belirlerse, hedefine selâmet içinde ulaşır. Bunun gibi, biz ehl-i sünnet cemaatı da, Hz
Peygamberin Ehl-i Beytinin muhabbet gemisine bindik ve gözlerimizi hidayet semasının yıldızlan olan Ashâb-ı Kirama diktik; böylece yol alıyoruz. Bu durumda Allah Teâlâ’dan ümidimiz bizleri dünya ve âhirette selâmete ulaştırmasıdır. (Râzî, Tefsir-i Kebir, XXVII, 143.)

İmam Şafiî (rah.) başka bir sözünde Ehl-i Beyt sevgisinin farz olduğunu şöyle dile getirir:

“Ey Resûlulllah’ın Ehl-i Beyti! Sizi sevmek bize farzdır. Allah indirdiği Kur’an’da böyle emretmiştir. Size salât okumadan namaz kılanın namazının kabul olmaması, sizin için en büyük bir övünç kaynağıdır ve bu size kâfidir.” (Muhammed Afif ez-Za’bî, Divânu’ş-Şâfii, 72)

“Allah ve melekleri devamlı Peygamber’e salât ediyor; ey müminler siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.” (Ahzab/56.)Âyeti nazil olunca, Ashab’tan bazıları, Rasûlullah (s.a.v) Efendimize gelerek:

“Yâ Rasûlellah! Size nasıl selâm vereceğimizi biliyoruz, fakat size, Ehl-i Beytinize nasıl salât okuyalım?” diye sordular. Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:

Şöyle deyin:

“Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve onun âline (ailesine ve zürriyetine) salât et. Peygamberin İbrahim’e ve âline salât ettiğin gibi. Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve onun âline (ailesine ve zürriyetine) bereket ihsan et, onları mübarek kıl. Peygamberin İbrâhim’e ve âline bereket verdiğin gibi.” (Buhârî, Ehâdisü’l-Enbiyâ, 10; Müslim, Salat, 65-69.)

Bu ayet ve hadislerden hareketle İmam Şafiî (rah), namazın son oturuşunda Efendimize salât okumayı namazın farzlarından saymıştır. Getirilecek salâtın en kısasının, tercih edilen görüşe göre “Allahümme salli alâ Muhahemmedin ve âlihi” olduğu belirtilmiştir. (Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, I, 270 (Beyrut, 1997. Tahriçli Baskı); Zuhaylî, el-Fıkhu’l-Islâmî ve Edilletühû, I, 670.)Yukarıda geçen sözle bu kasdedilmiştir.

Meşhur şair Ferazdak, Ehl-i Beyt’ten Zeynelâbidin’i tanıtırken bir beytinde şöyle söyler: “O öyle bir ailedendir ki, onları sevmek din, onlara buğzetmek küfürdür. Onlara yakınlık kurtuluş ve emniyettir.” (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, III, 139; Ibnu Hacer el-Heytemî, es-Savâiku’l-Muhrika, II, 574)



AHİR ZAMANDA GELECEK VE İSLÂMIN İZZETİNİ ÂLEME GÖSTERECEK OLAN Hz. MEHDÎ DE (a.s) EHL-İ BEYTTEN BİR ZAT OLACAKTIR



Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz buyurmuştur ki:

“Dünyada kıyametin kopmasına bir gün de kalsa, muhakkak Allah o bir günü Uzatacak ve benim Ehl-i Beytimden birisini ortaya çıkaracaktır. Onun ismi benim ismime, babasının ismi de babamın ismine uyar. Daha önce zulüm ve haksızlıkla dolu olan yeryüzünü adaletle doldurur.”
(Ebû Dâvud, Kitâbu’l- Mehdî, 4; Tirmizî, Fitcn, 52.)

“Mehdî benim sulbümden Fâtıma’nın evlâtlarından gelecek birisidir.” (Ebû Dâvud, Kitâbu’l- Mehdî, 6; Ibnu Mâce, Fiten, 34)

“Mehdî benim Ehl-i beytimdendir; o açık alınlı ve kıvrık burunludur. Daha önce zulüm ve haksızlıkla dolu olan yeryüzünü adaletle ve doğrulukla dolduracak ve yedi sene hüküm sürecektir.” (Ebû Dâvud, Kitâbu’l- Mehdî, 6.)

“Âhir zamanda Ehl-i Beytimden çıkacak ve müminleri toplayacak olan kimseye yardım etmek, davetine uymak her mümine vaciptir. ”
(Ebû Dâvud, Kitâbu’l-Mehdî, 12; Ali Nasıf, et-Tâc, V, 344)

“Ehl-i Beytim yeryüzündekiler için bir emniyettir. Onlar gidince, yeryüzündekilerin sonu gelir; kıyamet kopar.” (Taberânî, el-Mu’cemu’s-Sağîr, no: 318, el-Evsat, IV, 204.)



MANEVÎ NESEB VE İMAN BAĞI İLE RASÛLULLAH (s.a.v) EFENDİMİZE BAĞLI OLAN MUTTAKİLER DE EHL-Î BEYTTEN SAYILMIŞTIR. ONLARI SEVMEK TE VACİPTİR



Bu konuda Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz buyurmuştur ki:

“Bütün muttakiler, Muhammed’in âlidir (ehl-i beytidir.)” (Ali el-Muttakî, Kenzü’l-Ummâl, III, 89; (No:5624); Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X,
269.)”Ehl-i Beytimden bazıları kendilerinin bana insanların en evlâsı (en sevgilisi) olduğunu düşünüyorlar. Hâlbuki durum öyle değildir. Şüphesiz benim içinizdeki dostlarım, muttakilerdir. Onlar (nesep ve yer olarak) kim olursa olsun, nerede bulunursa bulunsun, değişmez.” (Taberânî, el-Mu’cemu’s-Sağîr, no: 318, Deylemî, Müsncd, I, 287 (No:904))

Rasûlullah (a.s), Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken, onunla birlikte uğurlamaya çıktı. Kendisine tavsiyelerde bulundu. Muaz (r.a) binekte, Rasûlullah (a.s) ise yerde yaya yürüyordu. Uğurlama yerine geldiklerinde Efendimiz(a.s):

“Yâ Muaz! Belki bu seneden sonra benimle burada karşılaşıp görüşemeyeceksin!”
buyurdu. Rasûlullah (a.s)’ın ayrılığından (ve bu işaret yollu vefat haberinden) dolayı Muaz (r.a) ağladı. Sonra Rasûlullah (a.s) geri dönüp, Medine’ye yönelerek:

“Benim için insanların en evlâsı (en yakını) her kim olursa olsun, nerede bulunursa bulunsun, muttaki olanlardır.” buyurdu.( Ahmed, Müsned, V, 235; Ali el-Muttakî, Kenz, III, 91.)

Allah Resulüne olan sadakati ve sevgisi İran asıllı Selman-ı Fârisî Hz.lerini Ehl-i Beytin içine katmıştır. Selman (r.a) İslâm’a girişiyle ve Hendek harbindeki ince siyaseti ile bütün ashabın gönlüne girmişti. Muhacirler: “Selman bizdendir.”diye onu kendileri gibi görmüşlerdi. Ensâr ise: “Hayır, aslında Selman bizdendir.” diye ona sahip çıkmak istemişlerdi. Allah Resûlü (s.a.v) bizzat araya girdi ve: “Selman bizdendir; Ehl-i Beytimizdendir”
(Ibnu Sa’d, Tabakât, IV, 83; Muhammed eş-Şâmî; Sübülü’1-Hüdâ, IV, 365.) buyurarak, onu has dairenin içine aldı; kıyamete kadar hayırla anılacak grubun içine kattı.

İman, sevgi ve takva yolunda hizmet ile herkes bu şereften bir derece pay sahibi olabilir. Bu kapı herkese açıktır. “Allah’ın dostları ancak muttakilerdir.” (Enfal/34) âyeti nazil olunca, Hz. Resûlullah (s.a.v): “Benim dostlarım ancak muttakilerdir.” (Hâkim, Müsterdek, II, 328; Ibnu Kesir, Tefsir, IV, 51) buyurarak, işin esâsının iman ve takva olduğunu belirtti.

Bir kimse, hem Allah Resûlünün temiz nesebine, hem de edebine vâris ve sahip olursa, o nur üstünü nur olur. Böyle olduğu için, geçmişte ve günümüzde, takva imamlığını en liyakatli şekilde temsil eden onlar olmuşlardır. Yani, irşad kutubluğu, Ehl-i Beytin şerefli mensubu ariflere nasib olmuştur. Bu, Allah Rasûlü’nün (s.a.v) kıyamete kadar devam eden nübüvvetinin bir tezahürüdür. Velâyet, nübüvvet mucizesinin bir devamıdır ve bu nur en parlak şekilde o nübüvvetin sahibi Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz’in evlâtlarında zuhur etmiştir ve hâlen de etmektedir.

Allahım! Bizi Ehl-i Beyt sevgisiyle yaşat ve o sevgi içinde hasret. Bizi takva ile şereflendir; rızâ ve cemâlinle sevindir. Âmîn, bi hürmeti Seyyidi ‘1-Mürselîn. Velhamdü lillahi Rabbilâlemin.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
KALBDENKALBE MESAJLAR(BİR MERHAMET NUMUNESİ EBULVEFA HAZRETLERİ)

KALBDENKALBE MESAJLAR(BİR MERHAMET NUMUNESİ EBULVEFA HAZRETLERİ)

Bir merhamet numunesi Ebûl Vefa Hazretleri


İstanbul’un alındığı, Bizans’ın yıkıldığı yıllardır. Ama Akdeniz huzursuzdur hâlâ. Rodoslu çapulcular Bahr-ı Sefid’in çıbanıdırlar. Evet bu adada güzel üzüm yetişir ve nefis zeytin olur. Ama ada sakinleri bağla bahçeyle uğraşmaz. Ticaretten ve sanattan da uzaktırlar. İyi bildikleri tek iş vardır: “Yol kesmek!”

O yıllarda Rodoslu haydutlar ticaret gemilerini yağmalar, sahil köylerini basarlar. Zahmetsiz kazandıklarını saza, şaraba yatırırlar. Liman kenarındaki batakhaneler eşkıya kaynar. Bu işrethanelere abone olabilmenin tek yolu vardır: Daha fazla soygun yapmak, daha fazla can yakmak.

İşte günün birinde, içinde Ebûl Vefa hazretlerininde bulunduğu hac kafilesi şakilerin saldırısına uğrar. Mübâreğin kaybedecek bir şeyi yoktur. Hepi topu üç beş ölçek hurma, birkaç testi zemzem. Ama korsanlar insan sarrafıdırlar. Müminlerin ona gösterdiği hürmeti gözden kaçırmazlar. Böylesi asil biri para etse gerekdir. Öyle ya, Osmanlı âliminin uğruna neler vermez ki?

ZİNDANI AYDINLATAN NUR
Mübârek kendisini hapise tıkan zalimlere kızmaz. “Bunda da bir hayır olmalı” der, büker boynunu. Hatta acıma duygusu ağır basar. “Ah!” der, “Ah bir hakikatleri görebilseler!”.
İnsan haydut da olsa insandır. Nitekim zindancı bu büyük velinin yüzündeki şefkati yakalar, veya o şefkate yakalanır. Cezayı göze alır, zincirlerini çözer, onu aydınlık bir koğuşa taşır. Uzun kış geceleri ocak başında sohbet ederler.
Mübarek kısa sürede Rumca öğrenir, muhafızlarla dost olur. Hastalarını tedavi eder, dertlerini dinler. Bir muhabbet köprüsüdür kurar gönüllere. Şövalyeler bu iltiması görmezden gelirler, zira bu rehineden yüklüce bir fidye beklerler.
Kahramanoğlu İbrahim Bey, bir Ebûl Vefa sevdalısıdır. Mübareğin Rodoslular’ın elinde olduğunu öğrenince beyninden vurulmuşa döner. İstenen meblâğı tez günde denkleştirir, koşar adaya.

RUMLARLA KOMŞULUĞU SEÇEN VELİ
Ebûl Vefa Hazretlerinin ayrıldığı gün zindancı bir hoş olur. Bu küflü dehlize böylesi bir bilge gelmemişdir. Ve bundan böyle zor gelir. Hapiste geçirdiği günler Ebûl Vefa Hazretleri’ne çok tesir eder. İstanbul’da Rumların kesif olduğu bir semte (Vefa’ya) dergahını kurar ve bu insanlara kapılarını açar. Bıkıp usanmadan hakkı tebliğ eder. Gülene de anlatır, sövene de. Kimi dergâha râm olur, kimi aleyhinde konuşur. Mübarek güler yüzlü ve nüktedandır. En çetrefil meseleleri basite indirger ve maharetle nakşeder zihinlere.
Ebûl Vefa’nın Fatih’e karşı hususi bir sevgisi vardır. Onu bir kere bile görmez ama geceler boyu dua eder. Genç Sultan’ı güçlü tasarrufu ile kuşatır ve ona manevi zırh olur. Fatih bu himmeti iliklerine kadar hisseder. Rüyalarını nur yüzlü veli süsler. Günün birinde dayanamaz, dergahın kapısını tıkırdatır. Ancak Ebûl Vefa Hazretleri “Hayır!” der, “Görüşmesek daha iyi.”

Koca sultan yüzgeri giderken mübârek hıçkırmaktadır. Bir hüzündür çöker mekâna. Talebeleri muammayı çözemezler. Sıradan Rumlar’ın bile kıymet verilip, buyur edildiği bir tekkenin kapısı cihan padişahına neden açılmaz? Nitekim içlerinden biri dayanamaz. “Bağışlayın ama efendim” der, “Hem hünkârı üzdünüz, hem kendiniz üzüldünüz. Bunun bir hikmeti olsa gerek?”
Mübârek “Doğru söylüyorsun.” der, “Ama aramızdaki muhabbet vazifelerimizi unutturacak kadar fazla. Eğer o, sohbetin tadını alırsa sarayda duramaz, sultanlık çelik çomak oyunu gibi basit gelir gözüne. Korkarım tacı tahtı bırakır, dervişliğe kalkışır.” (Hatırlayacaksınız Fatih’in dervişliğe olan meylini ilk keşfeden ve yüz vermeyen Akşemseddin’dir.)

ASIRLAR SONRA
Ebûl Vefa Hazretleri bulunduğu semtte çok sevilir. Mahalle halkı mübareğin naaşına sahip çıkar, dahası güzel bir camiyle adını yaşatırlar. İşte bu gün bile Unkapanı, Fatih, Süleymaniye arasında kalan muhit onun adıyla tanınır. Esnaf ona Fatiha okumadan dükkan açmaz, çocuklar okul yolunda bir lahza durur, mırıl mırıl dua okurlar.
İnsanın “şu işe bakın!” diyesi geliyor, koca koca imparatorlar silinip gidiyor, Allah dostları hatırlanıyor daima.

Delinen kırbalar
Ebûl Vefa hazretlerinin küçük ama çok sevimli bir oğlu vardır. Çocuk iyidir hoşdur da bir ara sakalara takar. Mahalle sucusunun yolunu bekler, çuvaldız ile kırbaları deler. Kimbilir, belki de fıskiye gibi akan sular hoşuna gider. Aslında saka şaka götüren biri değildir. Bunu yapan bir başka çocuk olsa, çoktan ensesine yemiştir şamarı. Zira delinen kırba dikilemez, ancak boğumlanarak bağlanır ki, koca kırba gitti demektir yarı yarıya.
Saka bir sabreder, iki sabreder, bakar olmuyor, tutar eteğini, çıkar huzura. “Affınıza sığınıyorum ama” der, “Vaziyet böyleyken böyle!”
Ebûl Vefa hazretleri çok şaşırır. Kırbaların parasını fazlasıyla öder. Sucudan ağlaya, yalvara helallik diler. Saka bir hoş olur. “Keşke eşiğine sultanların baş koyduğu veliyi üzmeseydim” der. Pişman, mahçup dergâhı terkeder.
Ebûl Vefa hazretleri çocuğa hiçbir şey demez. Hemen hanımını bulur. “Aman hatun, iyi düşün”der, “biz bir hata yaptık ama nerede?”
O gün tırnaklarını saçlarına geçirir, adeta beyinlerini kanatırlar. Uykuyu dağıtırlar. Hanımı sabaha karşı “Tamam!” der, “Galiba buldum!”
-Anlat hele?
-Çocuğumuza hamileydim. Kız kardeşim bir yere uğrayacak olmalıydı sepetini bırakmıştı bize. Zerzavat arasından bir limon parladı. Canım nasıl çekti anlatamam. Kardeşimi biliyorsun. Bir şey istemiye gör, canını verir. Limonun lâfını etsem, mutlaka bize bırakacak, kendi limonsuz dönecekti evine. Aklıma başka bir yol geldi. Limonu iğneyle deldim, bir damla emdim. Nefsimi körlettim. Ama unuttum gitti. Hata bende, limonunu deldiğimi söylemeliydim ona.
-Aman kalk bacına gidelim.
-Bu saatte mi?
-Evet bu saatte!
-Ne diyeceğiz?
-Helallik dileyeceğiz.
Sonrasını tahmin ediyorsunuzdur. Çocuk bu huyu kendiliğinden bırakır, dost olur sakaya
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(hizmet allah için olmalı)alıntıdır

kalbdenkalbe mesajlar(hizmet allah için olmalı)alıntıdır

Kamu hizmeti, geniş anlamıyla devlet idaresinden toplumun çekirdeği olan aile idaresine kadar bütün hizmetleri içine alır. Bu açıdan, hayır maksatlı vakıflar ve dernekler de kamu hizmeti gören önemli kurumlardır.

Kamu hizmeti görmek, insanlara yardımcı olmak, hele de bu hizmetleri idare etmek gerçekten çok kıymetli bir iştir. Allah katındaki sevabı ve mükâfatını hesap etmek mümkün değildir.

“İnsanların en hayırlısı, insanlara faydası olandır” hadis-i şerifi, “hayırlı” bir insan olmayı murat edenlere, bunun yolunun hizmetten geçtiğini haber vermektedir.



Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (s.a.v) bu tavsiyelerini ve bizzat uygulayarak gösterdikleri hizmet anlayışını baş tacı eden müslümanlar, insanlara ve hatta hayvanlara hizmet gayesiyle çeşitli müesseseler kurmuşlardır. Bu müesseselerin en başında vakıf gelir.



Vakıflar, tarih boyunca İslâm toplumlarının hayat damarları olmuştur. Günümüzde de, geçmiş devirlerdeki kadar kapsamlı olmasa da, birçok alanda hizmet veren hayır maksatlı vakıf ve dernekler önemli hizmetler görmeye devam etmektedirler.



Ne var ki, güzel hizmetleri gerçekleştirmek için bir organizasyon çatısı altında yola çıkan insanlara da, toplumumuzun karşı karşıya bulunduğu çeşitli mânevî hastalıklar bulaşabilmektedir. Bunun sonucunda da hiç hesapta olmayan durumlar karşımıza çıkabilmektedir.



İnsanların yararı için organize edilen hizmetleri yürüten görevliler, aslında başka insanlara göre iki kat daha dikkatli olmak zorundadırlar. Zira insanlara hizmet demek, başkalarına ait hakların söz konusu olduğu alanlarda iş yapmak demektir. Bu da işin içine Cenâb-ı Mevlâ’nın asla affetmeyeceği kul haklarının girmesi mânasına gelir.



Üstelik, kamu hizmetlerinde hakların ihlâli şahıs adına değil, toplum adınadır. Dinimizde kamu alanına giren her şey Allah hakkı olarak değerlendirilir. Yani Allah’ın emaneti olarak üstlenilen bir kamu yetkisi ile kulların haklarını çiğnemek demek olur ki, bu en büyük günahlardan sayılmıştır.



Günümüzde hizmet organizasyonlarında vazifeli olanların, özellikle idarî vazifesi olanların içine düştüğü tehlikeyi daha açık anlatalım.



Hizmetleri idare etmek için mütevelli heyetleri seçilmekte ve her bir heyete de bir başkan tayin edilmektedir. Mütevelli heyetlerinde görevli olanlar, özellikle başkanlığa tayin edilenler, başlangıçta her şeyi Allah’ın bir lutfu kabul ederken, zamanla bu hakikati unutabilmektedirler.



Hizmetler yavaş yavaş “ben merkezli” olmaya başlıyor; istişareler yozlaşabiliyor, âdeta başkanın veya birkaç ahbabının vermiş olduğu kararı meşrulaştırma organı haline gelebiliyor. Hizmetlerin muhatap kitleye mümkün mertebe yaygınlaştırılması gerekirken, sınırlı sayıda insanların tekelinde kalabiliyor. Sonuç hiç kimseyi sevindirmiyor. Ne hizmetler arzu edilen seviyede verilebiliyor, ne de fedakârlığa hazır gönüller hizmete katılabiliyor.



İşin daha da acı olan tarafı şudur: Özellikle vakıf ve derneklerde topluma hizmet eden insanların büyük bir kısmı, hizmetlerini herhangi bir maddî menfaat karşılığında yapmazlar. Hatta birçoğu sadece mesaisini vermekle kalmaz, kendi cebinden harcamalarda da bulunur. İşte bu fedakâr insanların zarara uğramaları ve başkalarını zarara uğratmaları ne kadar acıdır!



Bu nasıl olur, bu kadar fedakâr insanlar kendilerine ve başkalarına nasıl zarar verebilir?



Nasıl ferdî amellerimizde elimizi boşa çıkaran riya, kibir, ucb gibi hastalıklar varsa, hizmet gayesi ile yapılan organizasyonlarda görevli kişileri verimsizleştiren, zarara uğratan ve başkalarının zarar görmesine sebep olan bazı mânevî hastalıklar da vardır. Bu mânevî hastalıkları ve tedavi yollarını kısaca zikredelim.



Hizmet ehli insanları pusuda bekleyen birinci hastalık “benlik duygusu”dur. Bu duygu çok masum şekillerde ortaya çıkar. İyi ve güzel işler yapma arzusu çok olur. Fakat kendisi olmadan bu iyiliklerin ve güzelliklerin ortaya çıkamayacağını düşünür.



Benlik duygusunun bir başka görünümü de, hizmet içinde yer alan insanın, Allah Teâlâ’nın bu iyilikleri başkalarına değil de kendisine nasip ettiğini düşünerek, ayrıcalığı olduğu zannına kapılmasıdır. Bu zanna kapılan kişi yürütülen hizmetlerde nefsini pay sahibi görür. Ayrıca çevresinde meydana gelebilecek bütün iyiliklerde kendi imzasının bulunmasını arzu eder. Bazan bununla da yetinmez; kendisinin içinde bulunmadığı hizmetleri ya kabul etmez veya bir şekilde engel olmaya çalışır. Bu davranışını da iyilik yapmak olarak telakki eder.



Benlik duygusundan kurtulmanın tek yolu, şu âyet-i kerimeyi bakış açımızın esası hâline getirmektir:



“Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise
nefsindendir.”



Âyet-i kerimeyi iyi anlayan insan, başarılarda kendisini pay sahibi görmek yerine, karşılaşılan eksikliklerde kendisine pay arar; iyiliklere hissedar olmaya çalışmaz. Çünkü iyilik ve güzellik namına ne varsa, tamamen Allah’a aittir.



İkinci önemli hastalık “baş olma duygusu”dur. Hayırlı hizmetlerde genellikle hiç kimse doğrudan baş olma sevdası ile öne çıkmaz. Nefis bunu masum niyetlerin arkasına gizler. Fakat insan olmanın bir gereği, nerede olursa olsun, içindeki baş olma arzusu her an devreye girebilir. Bir de çevredeki insanların “başkanım”, “sayın başkan” gibi iltifatları bu arzunun depreşmesine sebep olabilir. Sonuçta hiç hesapta olmayan şu hal ile karşılaşılır: Kendinizi her şeyden sorumlu ve her şeyi yapmaya yetkili görmeye başlarsınız. Sizden habersiz kuş uçmaması gerektiğine inanırsınız. Düzgün işler yapılsa bile, eğer sizden habersiz yapılmışsa mutlaka bir eksiklik olduğunu sanırsınız.



Baş olma arzusundan kurtulmanın çaresi de, yaptığımız hizmetlerin bize ait olmadığına, yukarıda meâli verilen âyet-i kerime hükmünce, onların gerçek sahibinin Allah olduğuna kesin olarak inanmaktır.



Bu hizmetlerde istihdam edilen insan, hikmet nazarıyla bakarak emin olmalıdır ki, lâyık olduğu için değil; tamamen affına vesile olsun diye ikram edilen bir lutufla, aralanan bir merhamet kapısıyla karşı karşıya bulunmaktadır. Şöyle tefekkür etmek lâzımdır: “İşin içinde ben olmasaydım, hizmetler daha iyi yürüyebilirdi. Meydana gelen aksaklıkların kaynağı belki de benim nefsimdir.”



Bir hizmetin hangi noktasında bulunursak bulunalım, sık sık Allah’a müracaat edip, eksikliklerimiz sebebi ile kimsenin zarara uğramamasını dilemeli ve bu hizmetler için daha hayırlı insanların istihdam edilmesini samimi olarak temenni etmeliyiz.



Hayır maksatlı vakıf ve dernek gibi kamu hizmetinde bulunanların yakalanabileceği üçüncü önemli hastalık, istişareyi terkedip, kendi başına karar vermektir. Oysa insanlara hizmet için yetki ve sorumluluk alanlar, doğru kararlar verebilmek için ellerinden gelenin azamisini yapmalıdır.



Bu konuda Hz. Ömer (r.a) örneğini unutmamak gerekir. O, hükmünü Kur’an ve sünnette bulamadığı konularda hemen karar vermezdi. Sahâbe-i kirâm ile uzun istişareler yapardı. Bu istişarelerin bazan haftalarca sürdüğü nakledilir. Sonunda genellikle ittifakla karara varırlardı. Hz. Ömer (r.a), istişarenin sağlıklı olması için sahâbe-i kiramdan birçok kimsenin Medine dışına yerleşmesine dahi izin vermemişti.



“Heyeti toplayamadım, toplantıya gelmediler; ben de hizmetler ortada kalmasın diye kararımı verip uyguladım” gibi mazeretler, istişare yapmamayı meşru kılmaz. Ne yapıp edip, başkalarının da hizmetlere sahip çıkmasını temin etmek en büyük hizmettir. Diğer hizmetler bundan sonra gelir.



Evet, kamu hizmetlerini idare ederken meydana gelebilen bu önemli hastalıklar herkes için söz konusu olabilir. Çünkü Allah Teâlâ kullarını imtihan eder. Önemli olan, rehavete kapılmamak ve niyetleri sürekli kontrol etmektir. Âcizliğinin farkında olana Allah yardım eder; beklemediği yönlerden ona destek verir.



Bahsettiğimiz bu hastalıkları önemsemeyen insanlara gelince, onlar kendilerine acımıyorsa, insanlara acımalıdırlar. Hiç kimsenin işgal ettiği hizmet noktasını nefsine yedirmeye, kendi benliği için insanları harcamaya hakkı olamaz.



Resûlullah Efendimiz’in (s.a.v) şu ikazlarını dikkate almamak nasıl mümkün olabilir:



“Müslümanlardan bir topluluğun idaresine gelen kişi onları aldatır da ölürse, Allah Teâlâ cenneti ona haram kılar.”



‘Allah Teâlâ’nın bir topluluk üzerine idareci kıldığı hiçbir kul, o topluluğu samimi olarak koruyup gözetmedikçe cennetin kokusunu dahi
alamaz.”



“Allahım! Kim ümmetimin herhangi bir işini üstlenir de onlara zorluk çıkarırsa, sen de ona zorluk çıkar! Her kim de ümmetimin herhangi bir işini üstlenir de onlara yumuşak davranırsa, sen de ona yumuşak davran.”



Kamu hizmetlerinde idarecilik yapanlar bu hadis-i şeriflerle derin bir nefis muhasebesine çağrılırken, idare edilenler de itaatle mükellef tutulmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ülü’l-emre de itaat
edin” âyet-i kerimesindeki ülü’l-emr, en genel mânasıyla müslümanların çeşitli işlerini üstlenen idarecilerdir. Dolayısıyla çeşitli hizmet kademelerindeki idarecileri de bu kapsamda görmek gerekir. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (s.a.v) şu hadis-i şerifleri edinmemiz gereken ahlâkı bildirmektedir:



“Başı kuru üzüm gibi Habeşli bir köle de olsa, üzerinize başkan olarak görevlendirilenin emrini dinleyin ve ona itaat edin.”



Bu itaatin mahiyetinin ve çerçevesinin de yine sünnet-i seniyye ile belirlendiğini hatırlatalım.



Evet, vakıf ve dernekler gibi toplum hizmetleri sahasında bize verilen görevleri, hangi kademede olursak olalım, Allah’ın emaneti olarak kabul etmeli ve elimizde bulundukları sürece bu emanete ihanet etmemek için çırpınmalıyız.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(BİRLİK VE BERABERLİK AHLAKIMIZ)

kalbdenkalbe mesajlar(BİRLİK VE BERABERLİK AHLAKIMIZ)

İnsanoğlunun tabiatında olumlu-olumsuz birçok özellik vardır. Bu özellikler sadece kişilerde değil, milletler, kavimler, kabileler ve cemaatler de çeşitlilik arz eder. Hatta öz kardeşler arasında bile zıt özellikler görülebilmektedir.

Bir yaradılış tecellisi olarak insanların dış görünüşü nasıl farklı farklı ise, manevi, ruhi yapısı itibarıyla da her bir insan bir başkasından farklı özelliklere sahiptir. Buna bir de içinde bulunduğu aile ve çevre etkileri ilave olduğunda insanlar arası bireysel farklılıklar kaçınılmaz olur.



Kiminin mizacı sert, kiminin yumuşaktır. Kimisi aceleci, kimisi yavaş, kimisi mutedildir. Bir yanda saatlerce konuşmaktan usanmayanlar, diğer yanda saatlerce dinlemekten bıkmayanlar... Bir tarafta karıncayı bile incitmekten çekinenler, diğer tarafta her davranışı bir yıkım olan canavar ruhlular... Bir yanda sevgi dolu yüreklerle mütebessim yüzler, diğer yanda katılaşmış gönüllerle asık suratlar... Kısaca, çeşit çe şit, farklı farklı şahsiyetler, karakterler...

İnsanların bu farklılıkları tabii olarak sevgi ve nefrette, duygu ve düşüncede, anlayış ve fikirlerde de farklılık demektir. O kadar ki, aynı fikir akımına, aynı meşreb ve cemaate mensup olanlar arasında bile farklı tavır ve düşünceler, yaklaşımlar görülebilir.

Zekâ, feraset, akıl, basiret, tecrübe, bilgi ve kültür farklılıkları göz önünde bulundurulduğunda bir kısım yaklaşım farklılıkları ve ihtilafların olması tabiidir, hatta gerektiği gibi değerlendirildiğinde zenginlik ve dinamizmdir. Görüş farklılığı tefrika ve fitneye dönüşmediği, hak ve hakikatin zuhuruna mani olmadığı müddetçe kesinlikle bir tehlike, bir sorun yoktur. Ama durum bunun aksine olursa, işte asıl tehlike ve sorun o zaman başlamış olur.

Görüş farklılığı fitneye, oradan da tefrikaya dönüştüğünde birlik ve beraberliği yok etmekte, düşmanlık ve kin ateşini tutuşturmakta, bir tefrika bir diğerini, bir fitne de başka bir fitneyi doğurmaktadır. Türlü sapmalar, doğru yoldan ayrılmalar işte böyle olmuştur. İnsanlık tarihi bu gibi fitne ve tefrikaların acı örnekleri ile doludur.

Bundan dolayıdır ki müberra dinimiz İslâm, Cahiliyye Devri insanı ve toplumunun sıfat ve işlerinden olan ayrılıkçılık ve fitneyi şiddetle yasaklamış ve inananları “...fitne çıkarmak ise öldürmekten daha büyüktür.” (Bakara, 217) ayet-i celilesiyle uyarmıştır.

Tarih kitaplarında yer alan adını bildiğimiz-bilmediğimiz pek çok millet ve devlet bugün artık yok. Bunların tarih sahnesinden silinmelerinin birçok muhtelif sebepleri var. Ancak bu sebeplerin biri var ki, açık bir şekilde diğerlerinin önüne geçmekte, en önemli çöküş sebebi olarak öne çıkmaktadır. İşte bu sebep tefrikadır. Yani ayrılık, ayrılıkçılık, birbirine düşme, bir ve beraber olmamadır. Elmanın içine girmiş kurt gibi toplumu ve milletleri içten içe çürüten tefrika, devletlerin yıkılmasına ve hatta milletlerin yok olmasına sebep olmuştur.

Kendi tarihimize baktığımızda da aynı durumu çok net bir biçimde görürüz. Dış saldırılar, savaşlar, tabii afetler, göçler, açlık, kıtlık gibi felaketler karşısında dimdik ayakta kalmayı başaran ecdadımız, ne hazindir ki tefrika sebebiyle birbirlerine düşmüşlerdir. Birliği sağlayamadıkları için sonunda devletleri de yıkılıp gitmiştir.

Bazen de aynı kavimden, aynı dinden olan insanlar savaş meydanlarında karşı karşıya gelmi ş ler , birbirlerinin kanını akıtmışlardır.

Tefrika, ayrılık, ayrılıkçılık sadece geçmişte kalmış bir hastalık değildir. Yakın tarihte yaşanan pek çok hadise, bizim toplum bünyemizdeki bu zaafı başkalarının nasıl aleyhimize kullandıklarını göstermeye yeter. Geriye dönüp baktığımızda ırk, coğrafya, mezhep, ideoloji, siyasi fikir, dünya görüşü gibi konuların insanlarımızı kışkırtıp çatışmaya dönüştürecek bir araç, malzeme olarak kullanıldığını açıkça görmekteyiz. Hatta ne gülünçtür ki, bu zaafımız bazen spor, müzik, sanat gibi alanlarda bile kendisini göstermektedir.

Toplum bünyesini kolayca sarıp zayıf düşüren, hatta öldüren tefrika mikrobunu yok edecek, açtığı yarayı onaracak tek deva mücella dinimiz İslâm'dır. Kelime manası bile barış olan ve insanlığa dünya saadeti de sağlamak için gönderilen İslâm, bu konuda olabilecek en radikal, en ileri adımla “Müminler kardeştir.” hükmü koymu ştur. Zira yeryüzünde birbirine zarar verme ihtimali en düşük insanlar, aynı kandan gelen kardeşlerdir. Dinimiz bu hükmüyle gerçek sevgi ve muhabbete dayalı toplumsal barışı kurarken, bir taraftan da bütün müslümanları bir aile olarak tarif etmiştir.

. . .

Din, toplum hayatının en derin ve en güçlü gerçekliğidir. İlk insanın bir peygamber olması, her topluma bir hidayet rehberi gönderilmesi hasebiyle insanlığın asıl geleneği ilâhi vahiydir, yani dindir. Dinin akıl, duygu ve sezgi yönüyle insanı kuşatıcılığı hem kişiliğine hem topluma yön verir, istikamet kazandırır.

İlâhi vahyin son noktası olan İslâm, layıkınca yaşandığında insan ruhunun en derin taraflarına sirayet ederek gerçek ve fıtrî bir hayat anlayışı, yaşama sevinci ve zorluklara mukavemet gücü verir. Fertleri, sınıfları, toplumları, ırkları ve kavimleri gerçek anlamda birleştirecek değerler düzenini ancak İslâm dini sunar. Bu sadece bir çıkar ortaklığı biçiminde şekillenen bir düzen değil, insanlık onuruna yaraşır yetkinlikte sevgi, saygı ve huzur ortamıdır.

Mücella dinimiz İslâm'ın öngördüğü insanların ortak noktalarda birleşmesini temin edecek esaslar, Allah ve Rasulü s.a.v.'in emir ve yasaklarıdır. Bunlar bütün insanlığın müştereken bağlanabilecekleri kaidelerdir. Ancak onlara riayet sayesinde birlik sağlanabilir, tefrikaya düşülmez. “Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, tefrikaya düşmeyin.” ( Âl -i İmran, 103) buyurularak , birlik ve beraberliğin korunması vurgulanmaktadır.

Gerçekten Allah'ın emirlerine uyulmayan cemiyetlerde huzur olmaz. Belki görünürde bir düzen vardır. Fakat bu çıkar ortaklığından kaynaklanmaktadır ve ortam müsait olduğunda, kolayca düzenin yerini kaos alabilmektedir. Yüzeydeki huzurun altında sürekli bir dip kaynama vardır. O kadar ki, çocuklar ancak yetişkin nezaretinde sokağa çıkabilir, komşu komşudan emin değildir.

Bazı organları hasta olan bir vücut nasıl zayıf ve güçsüz düşer, direncini kaybederse, düşmanlığın çoğaldığı ve birlik beraberliğin olmadığı toplumlar, ne kadar güçlü gözükürse gözüksün, kısa zamanda güçsüzleşir.

. . .

Bir toplumun kendi içinde ayrılığa düşmesi düşmanlar için bulunmaz fırsattır. Hatta eğer tefrika yoksa oluşacak zemin hazırlamak, küçük kıvılcımlardan büyük yangınlar çıkarmak dün de bugün de netice veren bir stratejidir ve yaygın olarak uygulanmaktadır. Birlik ve dirliğimizi bozacak bu tür tuzaklara karşı uyanık olmak, müslüman ferasetinin gereğidir.

Günümüzde de kanayan bir yara olarak devam eden tefrika arızasını tamir için bakınız kendilerini din yolunda insanlığın hizmetine adayan büyük insanlar nasıl bir reçete sunmuştur:

Benim fikir ve görüşüm doğrudur veya daha güzeldir demeye hakkınız var, fakat sadece benim görüşüm doğrudur demeye hakkınız yoktur.

Her söylediğiniz doğru olsun. Fakat başkaları hakkında bildiğiniz her doğruyu söylemeniz doğru değildir. Başkalarının kusurlarını görmemek ve müsamahakâr olmak gerekir.

Düşmanlık etmek isterseniz, kalbinizdeki düşmanlığa düşmanlık edin. Onu kalbinizden kaldırmaya, çıkarmaya çalışın.

Kendi elimizle yıkılışımızı, tükenişimizi hazırlamak istemiyorsak, düşmanımızın, nefs ve şeytanın oyununa gelmememiz gerekir. Farklı düşünce ve anlayı ş, farklı olarak yaratılışın neticesidir. Böyle oluşunda bizim fark edemediğimiz çok gizli hayırlar ve hikmetler vardır. İnsanların ittifakı müsamahanın, gönüllerde mürüvvet ve sevginin mayalanmasıyla olacaktır.

Aynı dinin mensupları, aynı kaynaktan beslenen kardeşler olarak, tenkitlerimiz yıkıcı, kırıcı ve küstürücü değil, yapıcı olmalı ve diğer kardeşlerinizin meziyetlerini takdirle karşılamalı ve bu hasletleriyle sevinmeliyiz.

Tefrikadan uzak birlik ve beraberliğimizin aleme ilan edildiği zamanlardan biri de bayramlarımızdır. Bayramlar İslâm kardeşliğinin canlanmasına, birlik ve beraberliğin pekişmesine, sevinç ve kederlerin paylaşılarak toplumca el ele, gönül gönüle dirlik ve düzenimizin devamına vesile olmaktadırlar. İşte bu şuur içinde bayramlarımızın idrakine varmamız gerekir.

Rahmetli şairimiz M. Akif'in mısralarıyla noktalarken,

“Girmeden tefrika, bir millete düşman giremez,

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”

Rabbimiz'in tevfik ve inayeti ile...
 

bfy

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
16
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: KALBDENKALBE MESAJLAR (GENÇLERE HAYA YAKIŞIR)

RE: KALBDENKALBE MESAJLAR (GENÇLERE HAYA YAKIŞIR)

s.a haya imandandır.İman ise Cennettedir.Arsızlık cefadandır,cefa ise Cehennemdedir-hadis
haya imanın dallarından bir daldır-hadis
haya duygusu kaybolan kimsenin kalbi ölür-ha Ali

evet canım kardeşim haya bzim kaybolan değerlerimizden bir tanesi.bu konu üzerinde durup nasıl bir çözüm bulmalı?sorusuna cevap aramalıyız.Rabbim hayasızlıktan bizleri uzak eylesin.slm ve dua ile
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
KALBDENKALBE MESAJLAR(ÖODERN DÜNYANIN İHTİYARLIKLA İMTİHANI)

KALBDENKALBE MESAJLAR(ÖODERN DÜNYANIN İHTİYARLIKLA İMTİHANI)

Modern Dünyanın İhtiyarlıkla İmtihanı


Denilir ki Hz. İbrahim'den evvel saç-sakal ağarması yoktur. Allah, bu türden ihtiyarlık alametlerini, Hz. İbrahim'in niyazı üzerine vermiştir. Ateşin yakmadığı peygamber şöyle arz etmiştir: “Yâ Rabbî, bu dünya fânî. Gidiciyiz, fakat gideceğimizin yakınlaştığını birtakım hâllerle anlayayım”… Ondan beridir ki yaşlanmak, ölümün kapımızı usul usul çaldığına işarettir. Ölümü kabulü olarak gören bir kültür için ihtiyarlık alametleri, en fazla hoş gelir, safa gelir ve içeri buyur edilir. Fakat her kültürün inşa ettiği bir bakış vardır. Bu yüzden ölüm, hayat, yaşlanmak, beden gibi gerçeklikler herkes tarafından aynı algılanmaz ve herkes algıladığını yaşar.

Zygmunt Bauman, geleneksel ile modern zaman arasındaki ayrımı yaparken dikkatin ölümden hayata doğru çevrildiğinden bahseder. Dikkatin ölüme odaklanması, geleneksel dönemde “öte dünyaya” yönelime yol açıyordu. Bu, Hıristiyan dünyada kendini çeşitli şekillerde gösteriyordu, “çilecilik” bunun örneklerinden biridir. Ancak Aydınlanmayla birlikte insan aklının merkeze alınması, “yaşadığımız” dünyada “türümüzün” nelere muktedir olduğunu gö(ste)rmek için kaçırılmaz bir fırsattı. Muktedir olabilmek için, iktidar alanının – ki bu “öteki olmayan” dünya idi- bilinmesi ve yeniden tanımlanması gerekiyordu. İşte bu noktada insanın dikkati ölümden hayata doğru kaydı. İnsanoğlu “ölümlü” gözlerini hayata dikti.

Bu kırılma noktasıydı. Buradan sonra bakışlar değişti, tanımlar ve algılar değişti. Elbette ki bu, her kültür için aynı zamanda gerçekleşmedi. Batının “aydınlığı” Doğudakilere daha geç ulaşacak ve etkileri farklı bir biçimde yaşanacaktı.



Modern tıp bilimi, iktidar alanının en sadık muhafızlarından. İnsanın, işte bu kadarlık bir yere, ait olduğunu göstermek için her “Allah'ın” günü yeni bir bilgi ile aydınlatıyor dünyamızı. Tıp, konu edindiği şeyi sorunsallaştırarak bilgisini üretiyor, sonra da onu tanımlayarak sınırlarını çiziyor ve üzerinde iktidarını kuruyor. Bu tanımı kabul edip tanımın gerektirdiklerini eylemeye başladığında da insan, yönetilebilir bir “özne” oluyor.

İnsandan can(lılığ)ın, yani hayatın çekildiğine işaret eden yaşlılık da artık tıbbın konusu. Her ne kadar üzerinde kesin bir anlaşmaya varılmış olmasa da Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Birleşmiş Milletler (UNO) tarafından yaşlılığın başlangıcı 60 yaş olarak belirlenmiştir. Fakat “Yaşlı kimdir?” sorusuna gelince, verilen cevapların çeşitliliği, birçok konuda olduğu gibi yaşlanmanın da tek boyutlu olmadığını gösteriyor. İnsanın sahip olduğu birçok özellik toplumsal ve kültürel süreçler içerisinde farklı anlamlara işaret edebiliyor. Bir kültürde genç olmakla yaşlı olmak arasındaki fark, biyolojik değişimlerden ibaret kalmıyor. Toplumsal ve kültürel beklentiler ile kişinin içinde bulunduğu yaş, bir tür “konum sağlayacı” ya da kişiye “yerini bildiren” bir kriter oluyor.

Şifahi toplumlarda yaşlılar, saygıyı en çok hak eden kişilerdi. Zira kültür bir sonraki kuşağa onlar vasıtasıyla aktarılmaktaydı. Bilgelik, gelenek ve mülkiyet hakları yaşlılarda toplanırdı. Bir sonraki kuşak için yaşlılar; artık hükmü kalmamış, zamanı geçmiş bireylerden ibaret değildi. Onların deneyimleri, bir ağacın güçlü kökleri gibiydi, ki ancak o köklerin sağlamlığıyla yeşerip göğe uzanıyordu dallar.

Sanayileşmeye ve modernleşme ile birlikte değişen dünya ve hayat algısı, yaşlıların toplumsal konumunu kökünden sarstı. Modern toplumlarda yaşlılık, ortalama ömrün uzunluğundaki çarpıcı artış ve yaşla ilgili değerlerde yaşanan kültürel ve toplumsal değişimlerin birleşiminden doğan bir sorun olarak ortaya çıktı. Bu süreçlerle birlikte vurgu, “bilgelik ve gelenekten” ziyade “başarıya” kaymıştı. Başarı ise üretmekle eş değerdir. Oysa, yaşlılılar “erken emekli” olmaktadırlar. İşlevsel açıdan bakıldığında yaşlılar üretemediklerinden, “toplumsallıktan” giderek uzaklaşmaktadırlar. Bu, onları, bir anlamda “görünmez” kılmaktadır. Elbette, sayfiye yerlerinde ya da huzurevlerinde ömürlerinin geri kalan kısmını geçirebilirler; ama spotlar onlara çevrili değildir. Toplumun gözü, genç ve başarılı olanların üzerindedir.

Öte yandan Avrupa'da, refah devleti olmanın gerekliğini yerine getirebilmek için erken emeklilik düzenlemeleri ve emekli aylıklarının artışı gibi uygulamaları içeren yaşlılara yönelik sosyal politikalar sonucu, toplumun hali hazırda üretmekte olan kesimi, onları bir yük olarak algılamaya başlamıştır. Somut olarak da hesaplanan ve “bağımlılık yükü” olarak adlandırılan bu durumun ilerleyen dönemlerde gelişmiş ülkelerin ekonomilerindeki büyümeyi önemli ölçüde frenleyeceği öngörülmektedir. Fakat, modern zamanda yaşlıları “sorunlu” kılan sebepler, üretim ilişkileri ve ekonomi dairesiyle sınırlı değildir.



Ölümle irtibatı kesilen modern insanın, gözünün gördüğüyle yetinmesi gerekiyordu. Bu yüzden, insanın içine gömüldüğü gündelik hayatta estetik değerler ön plana çıkmaya başladı. Zaten, sahiplenilen yerin güzelleştirilmesi gayet fıtri bir meyildir; bir şeyi sahiplenmek de öyle. Beden de insanın sahiplendikleri ve üzerinde tasarruf edebileceğine inandıkları arasındadır. Bu çağda, her daim yeni deneyimlere açık, yani üzerinde geçmişin izlerini taşımayan genç bedenler makbuldür. Genç olan başarılı olduğu gibi güzeldir de..

Sosyologlar tarafından geç 19. yüzyılın ürünü olarak belirtilen gençliğin, 20. ve 21. yüzyılda yıldızı parlamıştır. Tarihçiler, gençliğin izlerini 16. yüzyıla kadar sürebildiklerini iddia eder. Gençliğe ayrılacak zamanın olmadığı yüzyıllarda, bir çocuk göz açıp kapayana kadar yetişkin oluyordu: daha dün sokakta oynarken, ertesi gün dünya evine girilebiliyor; 17 yaşında bir krallık tahtına oturulabiliyor; henüz yaş yirmiye varmamışken beş-altı savaş atlatılmış olabiliyordu.

Tarihçilerin tespitini kabul edecek olursak “gençliğin”, 16 yüzyıl boyunca göz ardı edilmiş olmasının intikamını aldığını düşünebiliriz. Üstelik bu hareket, kendisi için çok da uygun bir isim bulmuştur: anti-aging. “Yaşlanma karşıtlığı” olarak çevrilebilecek bu terim, insan zihninde savaş, sömürgecilik ve diğer muzır kavramlarla yaşlanmayı aynı kefeye koymaktadır. Sırtını modern tıbbın sarsılmaz temellerine yaslayan özneler, artık yaşlanmayı “ölümcül bir hastalık” olarak tasavvur etmektedir belki de… Oysa ki olan şu: kişisel görünüş ticarileştirilmektedir. Cenneti parselleyip tapusunu dağıtmak ne kadar kabul edilemez ise; yaşlanmayı düşman belletip “genç beden imajını” kutulayıp satışa çıkarmak da o kadar karşı durulması gereken bir haldir. Kişi, bu yolla kendisine yabancılaştırılmakta ve er ya da geç aynada karşılaşacağı görüntüsü bilinçaltına bir kabus olarak işlenmektedir. Merak konusudur: Acaba, Orta çağda, “orta yaş krizi” var mıydı?



Yaşlı bir dünyada yaşıyoruz. Toplumlar da giderek yaşlanıyor. ABD, Kanada, İngiltere, Almanya ve İtalya, Birleşmiş Milletler tarafından toplumları “yaşlı” olarak sınıflandırılan ülkeler arasında. Çünkü nüfuslarının % 7sinden çoğu 65 yaş üzerinde. 65 yaş üzeri nüfusu %4'ten az olan ‘genç' ülkeler Mısır, Hindistan ve Meksika'dan ibaret. Türkiye, Brezilya ve Güney Afrika ile birlikte “erişkin” toplumlar arasında. Yani nüfusumuzun %4 ile 7si 65 yaş üzerinde. Diğer “erişkin” toplumlu ülkeleri bilmiyoruz; ama Türkiye kendini hala genç sanıyor. Somut açıdan bakıldığında bu yanılgı şuna götürüyor: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yaşlı vatandaşları için sosyal politikalar üretemeyecek kadar rehavet içindedir. Batı'da yaşlılar görünmez, ama –yapılan araştırmalara göre- mutlular; maalesef Türkiye'de yaşlılar giderek görünmezleşecekler ve üstelik mutsuzlaşacaklar. Çünkü bu dünyada cennet, sadece gençlere vaat ediliyor.

Türkiye gibi kadim kültür mirasçısı bir ülkede anti-aging sektörünün rant sağlaması; “hızlı yaşa, genç öl”, “benim tek referans noktam var, o da kendimdir” gibi narsistik söylemlerin baskın hale gelmesi ve tarihin şahidi olan yaşlıların muteber olduğu sohbet geleneğinin zayıflaması toplumun da bir rehavet içinde olduğunun göstergesidir.

Elbette ümitvarız; fakat yadsınamaz bir gerçek varsa o da şu ki: “sonsuz bir şimdi”nin peşinde çoğumuz. Bu yüzden, taşıyamıyoruz Hz. İbrahim'in duasını üzerimizde ve belki de bu yüzden yakıyor “gençlik” ateşi hepimizi
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(gençlerimizie kurulan yeni tuzaklar)alıntıdır

kalbdenkalbe mesajlar(gençlerimizie kurulan yeni tuzaklar)alıntıdır

Ülkemizde misyonerlik faaliyetlerinin gün geçtikçe artması, ilk olarak akla şunu getiriyor: Misyonerler çocuklarımızı ve gençlerimizi hıristiyanlaştırmak için çok uygun bir zaman ve zemin bulmuş olmalılar. Öyle olmalı. Zira çocuklarımızın ve gençlerimizin çoğu, toplum tarafından nadasa bırakılmış boş arazi gibiler. Böyle olunca da eli eren, canı isteyen bu verimli topraklara istediği tohumu ekmeye çalışıyor. “Misyoner” kelimesi sözlükte “önemli, özel veya kutsal bir dava için görevlendirilmiş vasıflı, özel kişi” demektir. Yabancı dilden gelme bu sözcük kısaca “görevli” anlamına gelir. “Misyonerlik faaliyetleri” deyiminden ise, müslümanları ve hıristiyan olmayan başka toplumları hıristiyanlaştırmaya yönelik çabalar kastedilir. Misyonerlik faaliyetlerinde yapılan iş basit bir hıristiyanlık propagandasından ibaret değildir. Hatırı sayılır maddi ödüller ve psikolojik baskılarla, umulmadık kanallar ve kişilerle topluma, özellikle de gençlere musallat olurlar. Bu durum ülkemizde de böyledir. Aslında bu faaliyetler yeni başlamış da değildir. Ancak son zamanlarda büyük bir artış göstermesi, meselenin hafife alınmayacak kadar önemli olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. KURT PUSLU HAVAYI SEVER

Ülkemizde misyonerlik faaliyetlerinin gün geçtikçe artması, ilk olarak akla şu soruyu getiriyor: Misyonerler çocuklarımızı ve gençlerimizi hıristiyanlaştırmak için çok uygun bir zaman ve zemin mi buldular? Bu zaman ve zeminin oluşmasında sosyal ve ekonomik faktörler mi etkili oluyor? Evet, bu faaliyetler günden güne bir örümcek ağı gibi büyüyüp genişlemektedir. Özellikle yurt dışındaki vatandaşlarımızın da bu konudan muzdarip olduklarını biliyoruz. Görünürde ilk önemli sebep, ülkemizde yaşanmakta olan ekonomik kriz denilebilir. İşsiz, yarınlarına umutla bakamayan, yarı aç bir gençliği bir takım ekonomik ödül ve vaadlerle kandırmak kolay olabilir. Ancak bu gerekçe yakın zamanda oluşmuş bir anlık durum değildir. Yani insanların umutsuzluğunu sadece ekonomik sebeplerle izah etmeye çalışmak yeterli değildir. Bir toplumda umutsuzluk tohumları yeşertmek için önce manevi değerleri bastırıp, maddi ihtiyaç ve ihtirasları ön plana çıkararak ortam hazırlamak gerekir. Ülkemizde de modern ekonomik anlayışların maddiyatçı ruhu hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Denilebilir ki, bunda başarılar da elde edilmiştir. Maddiyatçılığı eleştirerek karşı koymaya çalışan pek çok kişi de, yazık ki davalarında samimi olamamış ve başaramamışlardır. GENÇLİĞİMİZİN KALBİ KİMİN? Misyonerler, daha ziyade kaliteli okul veya kolejlerde okuyan evlatlarımıza veya zor ekonomik şartlarda yaşam mücadelesi veren gençlerimize ulaşmaya çalışmakta, önce niyetlerini beyan etmeyerek onlara insancıl görünümlü gayelerle iş ve pırıltılı bir gelecek vaadetmekteler. Peki bu gençlerimizin misyonerlere kanmamaları için gerekli itikadi temelleri var mı? Yazık ki bu soruya evet cevabı vermek mümkün değil. Çocuklarımızın ve gençlerimizin çoğu toplum tarafından nadasa bırakılmış boş arazi gibiler. Böyle olunca da eli eren, canı isteyen bu verimli topraklara istediği tohumu ekmeye çalışıyor. Çünkü inanma ihtiyacı fıtrîdir ve mutlaka giderilmesi gerekir. Misyonerler çabalarından verim alabilecekler mi bilemeyiz. Ancak işin bizi ilgilendiren yanı, doğrudan kendi vazifemiz olan gençlerimizi kimseye kaptırmamak olmalıdır. İş gerçekten bize düşüyor, çünkü küçük bazı istisnaların dışında ciddi bir toplumsal hassasiyet göremiyoruz. Yasalarımız ise misyonerliği suç kabul etmiyor. Resmi makamların sorunu bu denli görmezlikten gelmesinin bir nedeni, Avrupa Birliği’ne girişi hızlandırmak olabilir mi, bilmiyoruz. Avrupa’ya çok hoşgörülü olduğumuzu mu kanıtlamaya çalışmaktayız? Böyle bir ihtimali, yani Avrupa Birliği bizi bir an önce kabul etsin diye gençlerimizin hıristiyanlaştırılmasına göz yumma ihtimalini düşünmek bile utanç verici. TELEVİZYON MU, TELE-MİSYON MU? Konuya ilişkin sebepleri ararken, kendimizi eleştirmekten kaçınmamalıyız. İletişim araçları, özellikle televizyon, kültürel etkileşimde çok önemli bir işleve sahiptir. Daha da ötesi, hemen her kesime hitap edebilen, mesajlarını ustalıkla, sabırla veren çok güçlü bir misyoner gibidir. Yabancı dizilerde melek gibi rahibelere, rahiplere hayran olurken, yerli dizilerde ve haber programlarında halkı kandıran, sömüren, menfaatçi, özü sözü tutarsız bazı hoca veya üfürükçüleri müslüman din adamı olarak tanımakta ve onlardan nefret etmekteyiz. Okuyucularımızın çoğunluğu buna itiraz edebilir. Ama bir de çocukları düşünelim. Diğer yandan dinî bilgi ve şuur vermeye çalışan bazı akıldaneler ise, televizyon kanallarında her gün yeni bir vesvese ile karşımıza çıkarak zihinleri bulandırmakta. Mesela bu yıl boyunca yapılan “erkekler kaç kadınla evlenmeli” tartışmaları artık nefret uyandırmıştır. Çocuklara yönelik çizgi filmler de misyonerlik faaliyetleri için biçilmiş kaftan gibidir. Daha geçen gün sevimli çizgi film kahramanı Pinokyo, boynundaki haç kolyeyi arkadaşlarına dokundurarak büyücünün yapmış olduğu sihri bozdu ve sevgili arkadaşlarını kurtardı. Aldığımız pek çok çocuk kitabı ve dergisinde de dikkatle baktığımızda benzer şeyler görürüz. Diyelim ki yabancı yazarların bu propagandayı yapması doğaldır. Peki bizim yazarlarımızın, senaristlerimizin çoğu neden din adamlarımızı ve dinî değerlerimizi hedef alıyorlar, bunu açıklamak zor iş. İHMALİN BEDELİ Bazı alanlarda Avrupa standardına çıkmakta mahiriz. İyi müzik klipleri yapılıyor, moda üretmekte üstümüze yok, artık konforlu arabalar da yapabiliyoruz. Ancak manevi değerlerimizi diri tutmada ve yeni nesillere sunmada, en azından elimizdekilere sahip çıkmakta inanılmaz derecede beceriksiziz. Bize sunulanlara kızıyoruz, eleştiriyoruz, yine de izliyoruz. Son dönemlerde İslâm adına gençlerimize yeterince güzel örnekler gösteremedik. Onların zihin ve gönül dünyalarını kendi değerlerimize göre inşa edemedik. Müslüman imajı hâlâ olumlu çağrışımlar yapmıyor. Aksine hep kötü, korkutucu mesajlar aldı yavrularımız. “Müslüman, iyi insandır” hükmünü biraz da kendi ellerimizle biz yok ettik. Diğer taraftan tam olarak neyi ifade ettiği anlaşılamayan ve sınırları olabildiğince geniş tutulan “irtica”dan kaçınmak için, acaba çocuk ve gençlerimizin dini eğitimlerini ihmal mi ettik, sorusunun muhatabı da biziz. Bu durumda bizim boş bıraktığımız alanı misyonerlerin doldurmaya çalışmasından tabii ne olabilir? GÜÇ BİZDE, UMUT İÇİMİZDE Yüce Rabbimiz’in, güzel dinimizi kendi koruması altına aldığını biliyoruz. O halde her şeyden önce “eyvah gençler elden gidiyor” paniğinden kurtulmamız gerekiyor. Bize düşen, sabırla, umutsuzluğa düşmeden yeni nesillere dinimizi kendi hayatımızla örnek olarak, sevdirerek anlatmak. İkinci olarak şunu görmeliyiz: Büyük maddi refah yakalamış olmasına rağmen, hıristiyan alemi çok büyük bir manevi çöküntü ve tükeniş yaşıyor. Aile kurumu çöktüğü için nüfusu artmayan, büyük çoğunluğu alkol ve uyuşturucu bağımlısı, her türlü suça meyilli, manevi bağları yok denecek kadar azalmış bir insan kitlesi onlar. Bu misyonerlik faaliyetlerinin siyasi boyutu bir tarafa bırakılırsa, aslında onlar kendilerini kurtarmak için “taze kan” arayışı içerisindeler. Madem dinleri insanlığı barış ve huzura kavuşturacak, önce kendi bünyelerinde bunu sağlasınlar. Biz, vaad ettikleri insan sevgisinin, barışın ne olduğunu daha dün Bosna’da, Kosova’da gördük. Halen dünyanın dört bir yanında görmeye de devam ediyoruz. Evet, gençliği bir suç ve sapıklık makinasına dönüşmüş hıristiyan camiası, geleceklerini kaybetme paniği yaşamaktalar. Uzun yıllardır uyguladıkları “beyin göçü” kurtaramadı. Şimdi bununla yetinmeyip, “kalp göçü”ne talipler. Diğer bir vazifemiz de, misyonerlerden önce çocuklarımıza onların iç yüzünü kendimiz anlatmak. Yavrularımızın ön bilgileri olduğu zaman misyoner faaliyetlerini daha farklı değerlendirebileceklerdir. Böylece misyonerlerin propagandalarının önü, karşıt propaganda ile kesilmiş olur. Kendi dinimizi öğretmenin ve mümkün olduğunca güzel örneklerle yaşatmanın yanı sıra, diğer dinleri de tanıtmak bir direnç oluşturur. Propagandaların arka plânında yer alan diğer sosyal ve siyasal faktörler hakkında da çocuklarımızı onların anlayacağı bir dil ile bilinçlendirmeliyiz. Mesela Haçlı Seferleri’nin ne demek olduğunu, bu savaşların çağa göre maske değiştirdiğini ve nasıl korunacağımızı anlatmalıyız. Bir kez daha hatırlatmak gerekiyor: Bunlar kurumların veya sistemlerin görevidir diyerek pasif davranmak, ancak bize gençlerimizi kaybettirir. Biraz daha duyarlı olalım, gözümüz onların üzerinde olsun. İşte o zaman, bir okyanusun ortasındaki küçük bir adayı binlerce azgın dalga nasıl aşındırıp yok edemiyorsa, derin temelleri, köklü bir geçmişi, rahmanî koruması olan manevi değerlerimizi de kimse yok edemez
 

Zafer

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
3 Haz 2006
Mesajlar
350
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: kalbdenkalbe mesajlar(gençlerimizie kurulan yeni tuzaklar)alıntıdır

RE: kalbdenkalbe mesajlar(gençlerimizie kurulan yeni tuzaklar)alıntıdır

kardeş sağol ALLAH razı olsun B)B)
 

Siyahgulsevdalisi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Haz 2006
Mesajlar
2,046
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: kalbdenkalbe mesajlar(gençlerimizie kurulan yeni tuzaklar)alıntıdır

RE: kalbdenkalbe mesajlar(gençlerimizie kurulan yeni tuzaklar)alıntıdır

ablam eline koluna diline sağlık rabbim nurunu daim etsin inş. ne güzel yazı. RABBİM ÇOCUKLARINA VE TALABELERİNE İSLAM IŞIGINDA ŞEHİTLİK VERSİN İNŞALLAH...B)
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(çarşamba günü öyle bir aya giriyoruzki)

kalbdenkalbe mesajlar(çarşamba günü öyle bir aya giriyoruzki)

RECEP AYI ve FAZİLETİ
Recep ayı, kamerî ayların yedincisi, üç ayların ise başlangıcıdır. Ramazan-ı Şerifin müjdeleyicisidir.
Recep ayının içinde iki mübarek gece bulunmaktadır. Birincisi, Recep ayının ilk cuma gecesidir.
Receb ayının ismi, tazim ve hürmet manasına gelen “ra-ce-be” kökünden gelir. Bu ayda tevbe edenlere rahmet saçıldığı ve ibadet edenlerin üzerine nur yağdığı için, bu aya yukarıdan dökülüp akmak manasına gelen “asabb” da denir.
Bir görüşe göre de Receb cennette bir nehirdir. Bu nehrin suyu sütten daha beyaz, baldan daha tatlı, buzdan daha soğuktur. Bu nehirden sadece Receb ayında oruç tutanlar içebilir.
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurur: "Receb ayı Allah'ın ayı, Şaban benim ayım ve Ramazan da ümmetimin ayıdır." (Süyûtî)





Tasavvuf ehli der ki: "Receb ayı üç kelimeden meydana gelir: “râ›”, “cim” ve “bâ” harfleri. Râ harfi, Allah Teâlâ'nın rahmeti; cim harfi “kulun cürüm ve günahlarI”; bâ harfi ise “Allah Teâlâ'nın iyiliği, ihsanı” manalarına işarettir. Receb kelimesi ile sanki Allah Teala (c.c), “Kulumun günahlarını rahmetim ile iyiliklerimin arasına aldım” demiş olmaktadır!

Receb ayının yirmi yedinci günü, Cebrail’in (a.s) Rasûlullah’a (s.a.v) ilk defa vahiy ve peygamberlik getirdiği, aynı zamanda Rasûlullah’ın (s.a.v) isrâ ve Mirâc hadisesinin gerçekleştiği gündür.

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

"Beni iyi dinleyin; Receb ayı, savaş hislerinin duyulmadığı Allah'ın (haram) ayıdır. Kim inanarak ve sevabını sadece Allah'tan bekleyerek Receb ayında bir gün oruç tutarsa Allah Teâlâ'nın en büyük hoşnutluğunu kazanmış olur!" (el-Fetteni, Tezkire)

Denilir ki: Allah Teâlâ (c.c) yılın aylarını dört ay ile süslemiştir. Şu ayet-i kerime bu hususa işaret eder:

"Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah'ın yazısına göre Allah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu doğru hesaptır. O aylar içinde (Allah'ın koyduğu yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin…" (Tevbe 9/36)

Bu haram ayların üçü peş peşe ve biri de tek başına olup Receb ayıdır.

Nakledildiğine göre Beytülmakdis'de bir kadın Receb ayında her gün İhlâs suresini okuyarak gününü geçirirdi. Ayrıca bu kadın yine Receb ayında kaba yünden dokunmuş elbise giyerdi. Bir gün kadın hastalandı. Oğluna, vefat ederse giyindiği yün elbise ile kendisini defnetmesini vasiyet etti. Kadın vefat edince, oğlu kendisini daha değerli bir kumaş ile kefenledi. Bir gece annesini rüyasında gördü.

Kendisine şöyle diyordu:

“Ben senden razı değilim, çünkü sen benim vasiyetimi yerine getirmedin!”

Kadının oğlu korku içinde uykudan uyandı ve yün elbisesini aldı, onunla defnetmek için kabrini açtı. Fakat anasını kabir içinde bulamadı ve şaşırıp kaldı. Bu esnada şöyle bir ses işitti: “Receb ayında bize ibadet edeni, tek başına ve yalnız bırakacağımızı mı sanıyordun?”

Enes b. Mâlik (r.a) Rasûlullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet eder:

"Kim haram aylarda üç gün oruç tutarsa; kişi için dokuz yüz senelik ibadet sevabı yazılır." (İhyâ)

Enes b. Mâlik (r.a) bu hadis-i şerifi rivayet ettikten sonra şöyle demiştir:

“Eğer bu hadis-i şerifi Rasûlullah’tan (s.a.v) işitmediysem şu iki kulağım sağır olsun!

Rivayet edildiğine göre; Receb ayının ilk cuma günü gecenin üçte biri geçince bütün melekler Receb ayında oruç tutanlar için istiğfar ederler.

Deylemî, Hazret-i Aişe’den (r.a) şöyle rivayet etmiştir: "Rasûlullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu işittim:

“Cenab-ı Hak (c.c) şu dört gecede hayırları yağmur gibi yağdırır:

- Kurban bayramı gecesi.
- Ramazan bayramı gecesi.
- Şaban'ın on beşinci (Berât) gecesi.
- Receb ayının ilk gecesi." (Deylemî; Firdevsü’l-Ahbâr)

Yine Deylemî Ebû Ümâme el-Bâhilî’den (r.a) rivayetle Rasûlullah’ın şöyle buyurduğunu nakleder:

"Şu dört gecede dualar reddedilmez:
- Receb ayının ilk gecesi.
- Şaban ayının on beşinci gecesi olan Berât gecesi.
- Cuma gecesi.
- İki bayram (Kurban ve Ramazan bayramları) gecesi." (Deylemî; Firdevsü’l-Ahbâr)

RECEP ORUCU

Hz. Peygamber (s.a.v), Receb-i Şerif ayında çok sık oruç tutmuştur. İbn Abbâs (r.a) şöyle demiştir: Resulullah (s.a.v) Recep ayında bazı yıllarda öyle oruç tutardı ki biz, "Gâliba hiç yemeyecek (ayın her gününde tutacak)'' derdik. (Bazı yıllarda da öyle) yerdi ki biz, "(Galiba) hiç tutmayacak'' derdik.'' (Buharî)

Ebû Hureyre (r.a) Rasûlullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet eder:

"Kim Receb ayının yirmi yedinci günü oruç tutarsa, o kişi için altmış aylık oruç sevabı yazılır." (İhyâ)

Enes b. Mâlik (r.a) anlatır: Resûlullah’tan (s.a.v) işittim, şöyle demişti:

“Cennette recep isimli bir nehir vardır. Sütten daha beyaz ve baldan daha tatlıdır. Kim recep ayında bir gün oruç tutarsa Allah (c.c) o kimseye bu nehirden su içirecektir.” (Süyûtî)

Resûlullah (s.a.v) recep ayında tutulan orucun fazileti hakkında bir diğer hadislerinde ise şöyle buyurmuşlardır:

“Bir kimsenin recep ayında bir gün oruç tutması, bir senelik oruç tutması gibidir (o denli sevabı vardır). Yedi gün oruç tuttuğunda ise kendisine cehennemin yedi kapısı kapanır. Sekiz gün oruç tuttuğunda da cennetin sekiz kapısı ona açılır. On beş gün oruç tuttuğunda, semadan ona bir münadi, “Geçmişte yaptığın bütün günahların bağışlandı. Kötülüklerin iyiliğe çevrildi. Haydi, yeni ameller işlemeye koyul” der. Kim bu ayda iyilik ve ihsanı artırırsa Allah da ona karşı ihsan ve nimetini artırır.

Nuh’un (a.s) gemisi recep ayında yüzmeye başladı. Nuh (a.s) bu ayda oruç tuttu ve beraberindekilerinin de tutmasını emretti. Nuh’un (a.s) gemisi muharremin onuna kadar tam altı ay bu halde seyretmeye devam etti.” (Beyhakî)

RECEP AYINDA KILINACAK NAMAZ

Resûlullah (s.a.v) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Recep ayında öyle bir gece vardır ki, o geceyi ihya edene yüz senelik ecir ve mükâfat vardır. Bu gece, recebin bitmesinden üç gün önceki gecedir.
Bu gecede, (her iki rekâtta bir selâm verilerek) on iki rekât namaz kılıp ardından yüz kere ‘Sübhanallah, vel-hamdülillah, vela ilâhe illallahü vallahü ekber’ diye dua eden ve yine yüz kere istiğfarda bulunan, Resûlullah’a (s.a.v) yüz defa salâvat getiren, sonra da kendi nefsi için ister dünyevî ister uhrevî olsun duada bulunan ve oruçlu olarak sabahlayan kimsenin duasını Allah (c.c) kabul eder.” (Beyhakî)

REGAİB KANDİLİ

Üç ayların ilki olan Receb’in ilk Cuma gecesi Regaib Kandilidir. Yüce Allah’ın ilâhî ihsan ve manevî hediyelerinin diğer zamanlardan daha çok tecelli etmesi, samimî kalple Allah’a yönelenlerin affedilmelerinin ümit edilmesi ve müminlerce gönülden arzulanması sebebiyle bu geceye “Regâib” denilmiştir.

Amellerin hasat edileceği üç ayların bu ilk kandilinde Yüce Mevlâ'dan af ve mağfiret dilenilir, ihsan ve ikram beklenir.

Bu gece, Hz. Âmine Validemiz'in (r.a) Resûlullah Efendimiz'e (s.a.v) hamileliğini farkettiği gece olduğu için de ayrı bir öneme sahiptir.

Bu gecede öncelikle yapılması gereken, nefis muhasebesidir. Madde ve mana arasındaki dengenin, madde lehine bozulduğu; insanın ruhunu derin kırılmalardan ve acılardan koruyabilmek için, nefis muhasebesine her zamankinden daha çok ihtiyacı vardır. Nefis muhasebesi, varlığımızın özünde var olan ve kimliğimizin temelini teşkil eden ahlâkî değerlerimizi kaybetme tehlikesinden bizi uzak tutacak, en emin yoldur. Nefsiyle muhasebesini hakkıyla yapanlar ve iç dünyasına yönelenlerde görülen ilk değişim, bütün kötülükleri reddedip, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insanın ıstıraplarını yüreklerinde hissetmeleridir.

İşte Regaib Kandili, sözünü ettiğimiz nefis muhasebesinin yapılması bakımından bizim için bulunmaz bir fırsattır. Şu halde bu gece hatalarımız varsa onları terketmeli, kötü duygu ve düşüncelerimizi kalplerimizden atmalıyız. Allah ve Resulü’nü bize unutturan şeyleri bir tarafa bırakmalıyız.

Gönül sarayımızı bulandıran haset, kin, düşmanlık, haksızlık ve zulüm çamuruna bulaşmaktan sakınmalı, birbirimize, anne ve babamıza, yakınlarımıza sevgiyle ve iyilikle yaklaşmalıyız
 

mina

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
16 Haz 2006
Mesajlar
11
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: kalbdenkalbe mesajlar(çarşamba günü öyle bir aya giriyoruzki)

RE: kalbdenkalbe mesajlar(çarşamba günü öyle bir aya giriyoruzki)

B)3 aylar herkese hayırlar getirsin allah ramazan ayına kavuşmayı nasip etsin zerdacım açıklayıcı sunumun için teşekkürler
 

SONER_DOLUNAY

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
19 Tem 2006
Mesajlar
28
Tepki puanı
0
Puanları
0
DELİ DEYİP GEÇMEYİN SAKIN...

DELİ DEYİP GEÇMEYİN SAKIN...

SELAMÜN ALEYKÜM;

ARKADAŞLAR;

DELİLER(AKLİ DENGESİ YERİNDE OLMAYANLAR)'İN KALP GÖZLERİ AÇIKTIR KARŞISINDAN GELEN KİŞİLERİN HANGİ NİYETLE GELDİĞİNİ BİLİRLER.CENAB-I ALLAH ONLARIN KALP GÖZLERİNİ AÇMIŞTIR.
BİLHASSA DELİLERLE ALA ETMEK YERİNE ONLARI DAHA ÇOK SEVELİM VE ONLARA İYİ DAVRANALIM.
ONLAR YENİ DOĞMUŞ ÇOCUKLAR GİBİ TEMİZ VE SAFDIRLAR MELEKLER ONLARA GÖRÜNÜRLER.
UNTMAYALIM Kİ ONLAR CENAB-I ALLAH'A BİZLERDEN DAHA YAKINDIRLAR.

EĞER YANLIŞ BİRŞEYLER SÖYLÜYORSAM BENİ LÜTFEN UYARIN KARDEŞLERİM.
B)ALLAH'A EMANET OLUN KARDEŞLERİM.B)
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt