Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

kalbden kalbe mesajlar(padişahın işi ne?) (2 Kullanıcı)

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(bugün kendin için ne yaptın)alıntıdır

kalbdenkalbe mesajlar(bugün kendin için ne yaptın)alıntıdır

Hz. Ömer’in ünlü sözü ülkemizdeki birçok evde ve işyerinde asılıdır: “Bugün Allah için ne yaptın?” Çarpıcı bir sual... Amma aslında şunu da yazmak lazım yanına: “Peki kendin için ne yaptın?” Yani sen “yapan” bir adam mısın? Yoksa sadece seyr eder, ahkam keser, racon keser, fetva verir, eleştirir, laf mı üretirsin?




Bencilliğin fazlası iyi değildir. Ama yetersiz bencillik de yıkıcı olabilir; en azından insanın yaratıcılık=üreticilik katsayısını düşürebilir. Aşırı bencillik hırsa, bencil olamamak da tekasüle yol açabilir.

Diğerkâmlık da her şey gibi “kararında” olmalıdır. Haddinden fazla olan hiçbir şey “iyi” değildir.

Her ne kadar Efendimiz (sav)’den, “israfta hayır yoktur, hayırda da israf olmaz” gibi yaklaşımlar rivayet olunmuşsa da, her makamın bir makâli olduğunu hatırımızdan çıkarmamalıyız. Çünkü bir ayet-i kerimede de açıkça, “vermenin çoğu” hoş görülmemiş, insan dengeye davet edilmiştir:

“Ve ne ellerini boynuna bağlayıp kilitli tut, ne de sonunu kadar aç[ıp varını yoğunu ortaya dök]; böyle yaparsan, [yükümlü olduğun kimselerce] kınanan, yapayalnız ve yoksul biri olup çıkarsın.” (17 İsra: 29 ESED)

Bir başka ayet-i kerimede ise müminlere ahirettekilerden ayrı olmak üzere dünyada da nimetlerden yararlanmaları salık verilir. Allah’ın yarattığı güzellikler dünyada inananlara meşrudur; ancak ahirette yalnızca onlara özgü olacaktır:

“De ki: ‘Allah’ın kulları için yarattığı güzelliği, rızkın iyisini, temizini yasaklayan kim?’

De ki: ‘Bunlar dünya hayatında imana erenler için [meşru]durlar; Kıyamet Günü’nde ise yalnızca onlara özgü olacaklardır.’ “ (7 A’raf: 32 ESED)

Bazen de bastırılmış duygularımız tam tersi elbiselere bürünerek arz-ı endam ederler. Kibir ve riyanın tevazu libasına, cehaletin ilim kostümüne büründüğü çokça görülür. İşte bencillik de çoğu kere diğerkâmlık libasına bürünmeyi tercih eder. “Kendim için istemiyorum” der, “kendim için istiyorsam nâmerdim” der, “her şey vatan için, din için, dava için, örgüt için, halk için...” der. Ama emaneti ehline veriniz derken kendini işaret eden adam pozisyonundadır. “Kendim için istemiyorum” demek bazen “hepsini kendim için istiyorum” anlamına da gelebilir.

O halde en iyisi kendi işleriyle davanın işlerini karıştırmamaktır. Aksi takdirde hazret, kendisi serâpâ davaya keser. Buradaki dava kelimesinin yerine başka kutsalları da koyabilirsiniz. Devlet diyebilirsiniz mesela...

En iyisi herkes biraz kendine biraz devlete; biraz kendine biraz dine; biraz kendine biraz davaya... çalışsın! Herkes biraz da kendisi için istesin! Böylece kimse kimseye “kutsalları koruyorum” iddiasıyla üstünlük taslamasın! Kimse kimseye fatura kesmesin, caka satmasın!

Sonra, kendisi için bir şey yapmaktan aciz birinin başkası için bir şey yapabilmesine ihtimal var mıdır? Boğulmuş biri, boğulmakta olan başka birini kurtarabilir mi? Kişinin öncelikli vazifesi kendine yeterliliğidir. Etrafına yardım bir sonraki adımdır. Yük olmamak esastır. Biz milletçe genellikle, kendimiz ayakta duramadığımız halde başkalarını ayağa kaldırmaya çalışmak gibi abes gayretler içinde oluruz. Zaten memleketimizdeki “kurtarıcı” bolluğunun sebeplerinden biri de budur.

Herkes kendisi için bir şeyler yaparsa memleket için de, din için de, devlet için de, ekonomi için de, kültür ve edebiyat için de aslında çok şey yapılmış olacaktır. Memleketin güzide insanları “nn’oolacak bu memleketin hali?” sorusunun yanına bir de “nn’oolacak şu ali’nin, veli’nin, ayşe’nin, fatma’nın, zehra’nın, receb’in, fatih’in, aysel’in, veysel’in... hali?” sorusunu eklerse düzelmeye başlayabiliriz diye düşünüyorum.

Nazım “ben yanmasam/ sen yanmasan/ biz yanmasak/ nasıl/ çıkar/ karan/lıklar/ aydınlığa?” diyerek diğerkâmlığa çağırıyor; ama hodkâm olmayı başaramayanın diğerkâm olması mümkün değildir. Benim yanmam için bende biraz “yağ” olmalıdır. Bende bir şeyler olmalıdır ki vatan için, devlet için, din için... verebileyim... Bende bir şey yoksa, zaten ben hiç kimsenin ve hiçbir şeyin işine yaramam. Kerem gibi yanmak için de, Fikret’in gayûr gençleri gibi vatanı omuzlarımızda yükseltmek için de biz bir imkana, güce malik olmalıyız. Akif’in vasfettiği “elleri böğründe yatan miskin adam”ın yerinden kalkıp da insanlığa birkaç ölçek ziya halk etmezden evvel kendisi için bir şeyler yapmayı öğrenmesi gerek.

Hz. Ömer’in ünlü sözü ülkemizdeki birçok evde ve işyerinde asılıdır: “Bugün Allah için ne yaptın?” Çarpıcı bir sual... Amma aslında şunu da yazmak lazım yanına: “Peki kendin için ne yaptın?” Yani sen “yapan” bir adam mısın? Yoksa sadece seyr eder, ahkam keser, racon keser, fetva verir, eleştirir, laf mı üretirsin?

Kendin için bir şeyler yapamıyorsan Allah için de yapamazsın. Kendin için namaz kıldın mı mesela? Kendin için helal kazanç peşinde koştun ve muvaffak oldun mu? Kendin için bol kazançlı ahiret yatırımı yaptın mı? Kendini geliştirecek bir okuma, düşünme, anlama, yorumlama faaliyetinde bulundun mu? Düne göre bugün daha ilerideyim diyebiliyor musun? Kendin için; bugün, öldüğünde arkamda kalacak diyebileceğin bir “iz” bırakabildin mi? Çevrendeki insanlara bugün daha güzel davrandın mı? Kötü alışkanlıklarından birini daha terk ettin mi?

Bugün bir çiçeği kokladın mı, bir çocuğu okşadın mı, öptün mü? Sevdiğin insana bir hediye, bir gülücük, bir bûse verdin mi?

Kendine bir ödül verdin mi, bir şey ısmarladın mı? Bir dostunu ziyaret ettin mi? Gece çıkıp ayı, yıldızları seyrettin mi? Güneşin doğuşunu ya da batışını seyredebildin mi? Nimetlere şükredebildin mi? Bir dilenciye 50 bin lira verdin mi?

Bugün kendin için ne yaptın?
 
A

Aglayan_Seccadem

RE: DELİ DEYİP GEÇMEYİN SAKIN...

RE: DELİ DEYİP GEÇMEYİN SAKIN...

SELAMUNALEYKUM KARDESIM SONER .OK GUZEL YAZMISIN EMEGINE SAGLIK BU SEKILDE DUSUNMEM BIZI AYDINLATMAN NE HOS BENDE SNA KATILIYORUM.BURDAN TUM INSANLARA SESLENIYORUM SONER KARDESIMIZ HAKLI BU MUBAREK GUNDE ONLARIDA DUA MIZDA UNUTMAYALIM OLURMU.HEPINIZE HAYIRLI CUMALAR.ALLAH YAR VE YARDIMCINIZ OLSUN INSALLAH KARDESLERIM KARDESINIZ


Ağlayan Seccadem...B)B)B)
 

aysenem_17

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
15 Tem 2006
Mesajlar
71
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: DELİ DEYİP GEÇMEYİN SAKIN...

RE: DELİ DEYİP GEÇMEYİN SAKIN...

selamun aleyküm soner kardeşim ewt ilk olarak bu konuyu tartışabilmek için deli kelimesinin anlamını bilmemiz gerek.deli neye göre deli? eğer bir insan hali vakti yerinde ama hiç bir sorumluluğu yerine getirmeden toy bir insan olarak yaşııyorsa bence bu insan delidir.söz gelimi aşıklara mecnun=deli derler sebebi? sebebi ahmak gibi ortalıkta gezerler beyinleri aşık oldukları kişiden bşkasını düşünmez dolayısıyla asli görevlerini ihmal eder. bu yüzden bu kişiye deli muamelesi yapmakta bir sakınca yoktur. Rabbim bir şeye aşırı bağlanıp kendimizi unutmaktan bizi korusun yoksa allah muhafaza bizede mecnun muamelesi yaparlar:)
 

Boncuklu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
10 Tem 2006
Mesajlar
40
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: DELİ DEYİP GEÇMEYİN SAKIN...

RE: DELİ DEYİP GEÇMEYİN SAKIN...

YARADANIMA SIGINIRIM:INSANI AYNI YARADMI$ NE SARI NE SIYAH NE BEYAZ HICBIR ÜSTÜNLÜGÜ YOKTUR SADECE TAKVÄ ILE ÜSTÜNDÜR;ÖZÜRLÜ ILE SAGLAMIN ARASINDA FARKI INSANIN KENDINE SORABILECEGI EN GÜZEL IBRETLERDEN BIRISIDIR:VICDAN MUHASEBESI YAPMAK KI YAPABILENE ALLAHIM YARDIM EYLESIN SIZLERE TÜM DEN KATILIYORUM ENGÜZEL VEREBILECEGIM CEVABI ZATEN AY$E KARDE$IMIZ VERMI$ ALLAH RAZI OLSUN S;;A ALLAHA EMANET OLUNB)B)B)
 

ANELKA

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2006
Mesajlar
179
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: DELİ DEYİP GEÇMEYİN SAKIN...

RE: DELİ DEYİP GEÇMEYİN SAKIN...

SELAMUN ALEYKÜM KARDEŞİM BUNU BİZİMLE PAYLAŞTIGIN İÇİN TEŞEKKÜR EDERİM..B)
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar[özgür irademizi nasıl kullanalım)

kalbdenkalbe mesajlar[özgür irademizi nasıl kullanalım)

İnsana’a imtihan gereği cüz-i irade verilmiştir.yani kendi kendine karar verebilme gücü..Meleklere verilmeyen bu özellik insana verilmiştir..(bir de cinlere)Bu bizi meleklerden üstün kılan bir özelliktir şu var ki doğru kullanılmadığı takdirde bedeli çok ağır olan sonuçları doğuran da bu özelliğimizdir.kur’an da bir ayet var:


بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ اِلاَّ الَّذِينَ اَمَنُوا وَ عَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ





‘’Andolsun ki biz insanı en güzel şekilde yarattık. sonra da onu en aşağı seviyeye indirdik. Ancak iman eden ve güzel işler yapanlar müstesna.(tin suresi:4-6)’’


Bu ayetle ilgili daha önce de bir yazı yazmıştım. önemine binaen tekrar yazmak gerekti. Cüz-i iradenin bize yüklediği sorumluluk burada öyle çarpıcı bir şekilde anlatılmış ki adeta insana ancak bu kadar olur dedirtiyor.


Diyor ki Rabbimiz bize: Evet size meleklerime bile vermediğim’’ özgür irade’’yi verdim. Ama kullanmasını bilmezseniz bu sizin başınıza beladır. Dikkat edin, yalnız dünyanızı değil, ebedi hayatınızı da karartabilirsiniz.

Önümüze iki seçenek konulmuş:


1) Bu iradeyi canımızın(nefsimiz)istediği doğrultuda kullanacağız
2) Bu iradeyi Rabbimiz’in istediği doğrultuda kullanacağız.


Birincisini kullanmak kesinlikle bizi cehenneme götürür.çünkü nefsimizin rehberi şeytan dır.burada dikkatinizi çekmek istediğim çok önemli bir şey var.o da bizim fıtratımız..biz bir güce sırtımızı dayamaya mecburuz.yoksa bu imtihandan alnım ızın akıyla çıkıp cenneti kazanamayız.bakın üstad(Bediüzzaman )bunu ne güzel izah etmiş:
‘’ İnsân, nur-u îmân ile a'lâ-yı illiyyîne çıkar; Cennet'e lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i sâfilîne düşer; Cehennem'e ehil (olacak) bir vaziyete girer. Çünki îmân, insânı Sâni'-i Zülcelâl'ine nisbet ediyor; îman, bir intisabdır. Öyle ise însan, îmân ile insânda tezahür eden san'at-ı İlâhiyye ve nukuş-u Esmâ-i Rabbâniyye îtibariyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat'eder. O kat'dan san'at-ı Rabbâniyye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde îtibariyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayât-ı hayvânî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir.’’


Eğer nur-u îmân, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü'min, şuur ile okur ve o intisabla okutur. Yâni; Sâni'-i Zülcelâl'in masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım gibi mânâlarla İnsândaki san'at-ı Rabbâniyye tezahür eder. Demek Sâniine intisabdan ibaret olan îman; insândaki bütün âsâr-ı san'atı izhar eder. İnsanın kıymeti, o san'at-ı Rabbâniyyeye göre olur ve âyine-i Samedâniyye itibariyledir. O halde şu ehemmiyetsiz olan insân, şu itibarla bütün mahlûkat üstünde bir muhatâb-ı İlâhî ve Cennet'e lâyık bir misafir-i Rabbanî olur.




Aslında açıklamaya ihtiyaç yok ama kısaca açarsak:insan ancak iman sayesinde gerçek değerine kavuşur ve kendisinde varolan üstün özellikler ortaya çıkar.Ancak o zaman yaradan onu muhatap kabul eder ve koruması altına alır..


Peki insan ikinci yolu seçerse ne olur ?


Onu da anlatıyor üstad:
‘’Eğer kat'-ı intisabdan ibaret olan küfür, insânın içine girse; o vakit bütün o mânidar nukuş-u Esmâ-i İlâhiyye karanlığa düşer, okunmaz. Zira Sâni' unutulsa, Sânia müteveccih mânevî cihetler de anlaşılmaz. Âdeta baş aşağı düşer. O mânidar âlî san'atların ve mânevî âlî nakışların çoğu gizlenir. Bâki kalan ve göz ile görülen bir kısmı ise; süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise; dediğimiz gibi: kısacık bir ömürde hayvanatın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde yalnız cüz'î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder gider. İşte küfür, böyle mahiyyet-i insânîyyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder.’’
Bizim başka bir alternatifimiz yok.ya Rabbimizi tercih edeceğiz ya şeytanı..tarafsız olmak gibi bir seçeneğimiz,bize verilen özgür iradeyi başka şekşlde kullanmak gibi bir lüksümüz yok.
Çünkü diyor üstad:


: Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma. Çünki sen kendini idare edemezsin, o yük ağırdır. Kendi başına muhafaza edemezsin, belâlardan sakınıp, levâzımatını yerine getiremezsin. Öyle ise beyhude ızdıraba düşüp azab çekme, mülk başkasınındır. O Mâlik, hem Kadîr'dir, hem Rahîm'dir; kudretine istinad et, rahmetini ittiham etme. Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safâyı bul.








Ey insan! Hayatın ağır tekâlifini omuzuna alıp zahmet çekme. Hayatın fenasını düşünüp, hüzne düşme. Yalnız dünyevî ehemmiyetsiz meyvelerini görüp dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme. Belki o sefine-i vücudundaki hayat makinesi, Hayy-ı Kayyûm'a aittir. Masarıf ve levâzımatını, o tedarik eder. Ve o hayatın pek kesretli gayeleri ve neticeleri var ve O'na aittir. Sen, o gemide bir dümenci neferisin. Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak. O hayat sefinesi, ne kadar kıymetdar olduğunu ve ne kadar güzel faideler verdiğini ve o sefine sahibi zâtın, ne kadar Kerim ve Rahîm olduğunu düşün, mesrur ol ve şükret ve anla ki: Vazifeni istikametle yaptığın vakit, o sefinenin verdiği bütün netaic; bir cihetle senin defter-i a'maline geçer, sana bir hayat-ı bâkiyeyi temin eder, seni ebedî ihya eder.
İşte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın. Şu dünya ise, bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın nihayetsizdir. Mâdem öyledir; şu sahranın Mâlik-i Ebedî'si ve Hâkim-i Ezelî'sinin ismini al. Tâ, bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisatın karşısında titremeden kurtulasın.
Kat'iyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi Îman-ı Billahtır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, Îman-ı Billah içindeki Marifetullahtır. Cinn ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o Marifetullah içindeki Muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o Muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet elbette Marifetullah ve Muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenab-ı Hakk'ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrâra; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen; nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten mübtela olur. Evet şu perişan dünyada, âvâre nev'-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahipsiz, hâmîsiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder. İşte bu âvâre nev'-i beşer içinde, bu perişan fâni dünyada; insan, sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar bîçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.’’
İşte formül ortada.eğer bu fomülü uygularsak iki cihan saadeti bizi bekliyor.yok uygulamaz,kendimizi şeytana teslim edersek bunu hak etmiş oluruz.ve yakınmaya,şikayet etmeye hakkımız olmaz.ne güzel söylemiş üstad’’cannet ucuz değil,cehennem dahi lüzumsuz değil ‘’diye..
Gelin vaktimiz varken bize geçici olarak verilen’’özgür irademizi’’doğru kullanalım.onu şeytanın değil de Rabbimizin doğru yolunu seçmede kullanalım.kaybedenlerden değil de kazananlardan olalım.


Selam ve dua ile
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(insan rabbine karşı daima edepli olmalıdır)

kalbdenkalbe mesajlar(insan rabbine karşı daima edepli olmalıdır)

İnsan, kendi iradesiyle ancak kendi iradesinin hâsılası kadar bir iş yapabilir. İnsanın iradesi, kendi elinin ulaştığı dairenin çemberi kadardır.

Hâlbuki onun mazhar olduğu imkân ve kabiliyetler bütün kâinattaki imkânların hâsıl edemeyeceği kadar büyüktür. Buradan anlaşılmaktadır ki, insan kudret ve iradesiyle elde ettiği şeyin binlerce derece üstünde çok şeye maliktir ve bunların hiçbirisi insanın kudretinden doğmamaktadır. İnsanın neye malik olup olmadığının münakaşası yapılabilir. Mesela o, kendi görmesini, tat almasını, duymasını kendisi temin edebilir mi? Bunları baştan Allah cebri lütfî olarak vermiş ve insana sormamıştır. Bunda insan iradesinin hiçbir dahli yoktur. Bu, öyle büyük bir rahmettir ki Allah, bunları bize istemediğimiz zaman lütfetmiş, sonra bize irade vermiş ve biz, Allah’tan bunların devam ve temadisini istiyoruz. Bunlarda küçük bir arıza meydana gelse çok defa insan bunların üstesinden gelememekte ve bu arızaları giderememektedir. Eğer insanoğlu, bu türlü arızaları izaleye kadir olsaydı, hasta ve pek çok musibetlere maruz kalan insanların çeşitli hastalıklardan ölmesi tasavvur edilemezdi. Hâlbuki pek çok hekim bütün teknik imkânlarla hastanelere düşmüş milyonlarca hastanın başında ellerinden gelen gayreti sergilemelerine rağmen, ölüp giden bir insan karşısında bir şey yapamamaktadırlar.



İnsan neye maliktir ki!


İnsan, neye maliktir ki? Lokmayı ağzına koyduktan sonra her şey onun iradesi dışında cereyan etmektedir. Hatta insan bu işte iradesini ortaya koysa karıştırır. Mesela yemek yerken yemek yeme sevk ve insiyakının dışında bir şeyler yapmaya kalkışırsa dilini ısırır. Az çok insanın ağzında iradesi vardır ve bazen dil ısırma gibi hiç hoş olmayan durumlar ortaya çıkabilir. Evet, her şey adeta insanın iradesi dışında olmaktadır. Kendi benliği içinde, kendi iradesinin dışında halledilen bu meseleler bir yere yığılsa, küre-i arz çapında bir büyüklüğe ulaşır. Ayrıca insanın kudret ve iradesi vardır diyerek ondan biraz kudret ve iradeyi süzüversek bu küre-i arz büyüklüğündeki lütuflar karşısında mikroskobik bir şey olur. Öyleyse insan, haddini bilmeli, Rabb’ine karşı daima edepli olmalıdır.


Allah dilemezse insan hiçbir şeye sahip olamaz ve hiçbir şey yapamaz. İnsanın olacağı şey sadece iradesi kadardır. Ancak o, bu küçük ve sınırlı iradesiyle terazinin kefesine bir kaşık su koyar. Allah lütfuyla bu bir kaşık suyu umman yapar ve karşılığında ona bir umman ihsan eder. Bu, sadece Allah’ın bir lütfudur. Hâlbuki insan, çoğu zaman bunu değerlendirirken “Ben bir kaşık koydum da ondan umman hâsıl oldu.” diyerek yanılır. İnsan kendi ihtiyarı ve iradesi dâhilinde olan işlerinde dahi işin yüzde birine sahip değildir. Böyle zayıf ve aciz olan bir varlık nasıl olur da kendisinden hâsıl olan bütün işlere sahip çıkıp kendine mal edebilir? Bu yanlış düşünceyi izale etmek için Allah’ın verdiği azaları yerinde ve gerektiği gibi kullanamayan insanlara bakılabilir. Bu durum, insana kendi hududunu çizmesi adına çok şey telkin ve ilham eder.


Bütün fiilleri yaratan Allah’tır. Biz sadece şart-ı adi olarak işe mübaşeret ederiz. Çünkü Allah lütuflarını bu şart-ı adiye bağlamıştır. Bu, kapının açılması için tokmağına dokunmak gibi bir şarttır.


Evet, insan sa’y ve gayret eder, Cenab-ı Hak da mal, mülk ve her türlü dünyalık imkânı lütfeder. İnsan ilmin arkasından koşar, Allah da ona ilim ihsan eder. Ancak bu her zaman böyle olmayabilir; bazen çok akıllı kimseler, ticarette koşarlar da zengin olamazlar. Zira Allah her zaman verme mecburiyetinde de değildir. Kulunun iradesi kadar verirse bu adaletinin gereğidir; iradesinin üstünde vermesi ise lütfundandır. Kimse de buna itiraz edemez. Çünkü bizler, kulları olarak önceden Allah’a bir şey vermedik ki O, karşılığını verme mecburiyetinde olsun. Yaptığımız kulluk ise şimdiye kadar mazhar olduğumuz nimetlerin bir neticesidir. Bundan sonra bizlere ihsan edilecek nimetlerin bir mukaddimesi değil. Bu sebeple insan elindeki hiçbir şeye kendisinin malik olmadığını bilmeli ve bundan sonra geleceklerin de tamamen Allah’ ın lütfu olduğunun idrakinde olmalıdır.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(kolayca cennete girebileceğinizimi sandınız)alıntıdır

kalbdenkalbe mesajlar(kolayca cennete girebileceğinizimi sandınız)alıntıdır

Kolayca Cennet'e gireceğinizi mi sandınızبِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ
“أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُم مَّثَلُ الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلِكُم مَّسَّتْهُمُ الْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء وَزُلْزِلُواْ حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللّهِ أَلا إِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَرِيب ٌ “


سورة البقرة {214}


214- Acaba sizden öncekilerin başlarına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeksizin, kolayca Cennet'e gireceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine ağır sıkıntılara ve zorluklara uğradılar, öylesine sarsıldılar ki, peygamberleri ile çevresindeki inanmışlar ';Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?" dediler. İyi bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır.


214- Şimdi bu hidayet gelmekle ey Muhammed ümmeti! Siz, sizden önce geçen ümmetlerin durumu sizin başınıza hiç gelmeden, meşakkatler, sıkıntılar, çekmeden, bütün ilâhî hükümleri amelî ibadetler ile tatbik etmeden, sırf iman ile "dâr-ı selâm" (barış yurdu) olan cennete girivereceğinizi mi zannettiniz? o geçmiş ümmetlerin başına nice sıkıntılar ve çaresizlikler geldi de, sarsıldılar, o kadar sarsıldılar ki, hatta başlarında bulunan peygamber ve onunla beraber iman edenler "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek dereceye vardılar. Ancak iyi biliniz ki, Allah'ın yardımı mutlaka yakındır.


Siz bu iman ve hidayetten ayrılmadıkça, yakında o yardımı görecek, muradınıza ereceksiniz. Resulullah, Mekke'de müşriklerin karşı gelmesinden sonra, muhacirler ile yurtlarını ve mallarını bırakarak Medine'ye hicret ettiği zaman, öncelikle Yahudilerin düşmanlıklarıyla karşılaşmıştı. Bu sebeple bu âyet indi. Uhud veya Hendek savaşları nedeniyle indiği de rivayet edilmiştir. Bu âyet gösteriyor ki "Ittırat" (düzgün bir biçimde olayların bir birini izlemesi) kanunu gereğince, Muhammed ümmeti, bütün eski milletlerin geçirmiş olduğu birtakım durumlarla yüzyüze gelecek, ayrılıklar görecek, karşı koymalara uğrayacak, sıkıntılar ve zorluklar geçirecek; sarsılmayıp dayananlar, sonunda başarılı olacaklardır. İlk yaratılışta olduğu gibi, Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesinden itibaren de insanlığın yaratılışı hakkın gerçekleştiği noktada yeni bir gelişme sağlamaya başlayacak, "Gerçekten zaman, Allah'ın yeri ve gökleri yarattığı günkü şekline dönmüştür." hadis-i şerifinin anlamına göre Hz. Muhammed'in asrı bütün ölçülere bir başlangıç olacaktır. Bundan sonra da dünyada hakka karşı yine azgınlık ve düşmanlık ortaya çıkacak, geçmiş milletler gibi gruplar meydana gelecek ve bütün bunlar içinde Peygamberin ve ashabının yoluna giden ve kitapla, sünnetle ve cemaat ile korunmasını bilip, Allah'ın birliğine imanı amellerin en özeli kabul eden hak taraftarları fırka-i naciye (kurtuluşa eren grup), "İnsanların içinden kimi vardır ki, Allah'ın rızasına ermek için kendini feda eder." (Bakara, 2/207) âyetinin delalet ettiği mânâya uygun hareket ederek sabır, sebat ve çabalarla, ilâhî yardıma erecek, hakkın üstün geldiğini görecek ve genel barışı kuracaklardır. Ve başarılı olmak için tarihten ibret alıp ona göre korunmalıdır.


Hak Dini Kur'an Dili (M. Hamdi Yazır).


"İyi bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır."


Bu yardım onu hakedenler için hazır bekletiliyor. Fakat onu ancak sonuna kadar direnmeye devam edenler, sebat edenler hakedebilir. Sıkıntıya ve darlığa göğüs gerenler, sarsıntıya kapılmaksızın bu direnişi gösterenler, zulüm karşısında baş eğmeyenler, yüce Allah'ın bu yardımını dilediği kimselere göndereceğine kesinlikle inananlar, hatta sıkıntı doruk noktasına ulaştığı anlarda bile yalnızca Allah'ın yardımını gözleyenler; başka hiçbir çözüme, Allah'ın katından gelmeyen herhangi bir desteğe kesinlikle ümit bağlamayanlar bu yardıma hak kazanabilirler. Zaten sözkonusu yardım sadece Allah katından gelebilir.


İşte müminler bu kesin direniş sayesinde Cennet'e girerler, buna lâyık olurlar, buna öncelik kazanırlar. Cihaddan, imtihandan, sabırdan, direnişten, sebattan, sırf Allah'a yönelmekten, bilinçlerinde sırf O'nu yaşatmaktan, O'nun dışındaki herşeyle ve herkesle bağını kopardıktan sonra gelen bir hak ediştir bu.


“وَلاَ تَهِنُوا وَلاَ تَحْزَنُوا وَأَنتُمُ الأَعْلَوْنَ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ “ سورة آل عمران {139}


"Sakın gevşemeyiniz karamsarlığa kapılmayınız; eğer mümin iseniz üstün gelecek olan taraf sizlersiniz"


Uğradığınız zayıflıktan dolayı gevşemeyin. Başınıza gelen musibetlerden ve kaçırdığınız fırsatlar yüzünden üzülmeyin. Üstün olan sizsiniz. Herşeyden önce akide üstündür; çünkü, siz sadece Allah'a secde edersiniz. Onlarsa, O'nun yarattıkları şeylerin kimine ya da bazısına secde ederler Hayat metodunuz üstündür; çünkü siz Allah'ın gösterdiği metoda göre hareket ediyorsunuz. Onlarsa Allah'ın yarattıkları insanların hazırladığı metoda uymaktadırlar. Üstlendiğiniz rol üstündür; çünkü siz, bütün insanlığın önderliğini elinizde bulunduruyorsunuz, (bulundurmaya çalışıyorsunuz) topyekün insanlığın öncülerisiniz (öncüleri olmaya çalışıyorsunuz). Onlarsa metodtan uzaklaşmış ve yoldan sapmışlardır. Yeryüzündeki konumunuz üstündür; Çünkü Allah'ın size vadettiği yeryüzünün mirası sizindir, onlarsa yokluğa ve unutulmaya yuvarlanıp gideceklerdir. Şayet gerçek müminlerseniz, üstün olan sizsiniz. Gerçekten inanıyorsanız, gevşemeyin, üzülmeyin! Cihad, imtihan ve arınmadan sonra sonucun sizin olması için yaralar almanız ve yaralanmanız yüce Allah'ın bir kanunudur.


“إِنَّمَا ذَلِكُمُ الشَّيْطَانُ يُخَوِّفُ أَوْلِيَاءهُ فَلاَ تَخَافُوهُمْ وَخَافُونِ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ” سورة آل عمران {175}


"O şeytan sizi yardakçıları ile korkutur. O halde eğer gerçekten mümin iseniz onlardan değil, benden korkunuz."


Dostlarının durumunu olduğundan büyük gösteren, onlara güç ve kuvvet kisvesi giydiren, kalplere onların güç ve iktidar sahibi oldukları, fayda ve zarar dokundurmaya güçleri yettiği duygusunu salan bizzat şeytandır. Bununla arzu ve amacını yerine getirmeyi, yeryüzünde kötülük ve bozgunculuğun gerçekleşmesini, başların kendi önünde eğilmesini, kalplerin kendisine uymasını, kendisine karşı bir itiraz sesinin yükselmemesini, kimsenin kendisine isyan edip şer ve bozgunculuktan alıkoymaya kalkışmayı düşünmemesini dilemektedir.


Şeytan, batılın yaygınlaşmasında, kötülüğün artmasında ve hiç kimsenin karşı duramayacağı, hiçbir savunmanın engelleyemeyeceği, hiçbir muhalifin yenemeyeceği şekilde; güçlü, kuvvetli, caydırıcı ve zorba olmasından yarar ummaktadır. Şeytan, işin böyle olmasında yarar ummaktadır. Çünkü O'nun dostları, korku ve endişe perdesi altında, terör ve zorbalığın gölgesinde, yeryüzünde onun direktiflerini uygulamaktadırlar. Böylece iyiliği kötülüğe, kötülüğü de iyiliğe çevirirler. Bozgunculuk, batıl ve sapıklığın yaygınlaşmasını sağlarlar. Hakk'ın, doğruluğun ve adaletin sesini gizlerler. Kendilerini yeryüzünde kötülüğün koruyucusu, iyiliğin katili tanrılar yerine koyarlar. Kimsenin kendisine isyan etmesine, karşı çıkmasına, önderlik makamından uzaklaştırmasına müsade etmezler. Hatta hiç kimsenin yaygınlaştırdıkları batılı küçümsemesine ve susturdukları Hakk'ı ortaya çıkarmasına bile göz yummazlar.


Hileci, aldatıcı ve hain şeytan, dostların arkasına gizlenir, vesvesesine râm edemediği kimselerin gönüllerine onlarla korku salar. İşte burada yüce Allah O'nun hile ve tuzaklarını, hiçbir kisvenin gizleyemeyeceği şekilde ortaya çıkarmakta ve ondan sakınabilmeleri için onun gerçek mahiyetini, hile ve tuzaklarının gerçek durumunu müminlere göstermektedir. O halde şeytanın dostlarından çekinmemelidirler ve onlardan korkmamalıdırlar. O ve dostları, Rabbine sığınan, O'nun gücüne dayanan müminin kendilerinden korkmayacağı kadar zayıftırlar. Kuşkusuz, korkulup endişe duyulacak tek güç, fayda ve zarar dokundurabilen güçtür. O da Allah'ın gücüdür. Allah'a iman edenler yalnızca O'nun gücünden korkarlar. Onlar sadece O'ndan korktukları sürece herkesten daha güçlü olurlar. Yeryüzünde hiçbir güç onların karşısında duramaz olur. Ne şeytanın ne de dostlarının gücü...


"...Müminseniz onlardan değil benden korkunuz"


"Eğer size bir iyilik dokunacak olursa bu onları üzer. Eğer başınıza bir kötülük gelse bu yüzden sevinirler."


Ardarda bu acı deneyimler yüzümüze sert bir tokat gibi çarptığı halde, biz gene ayılmayız. Bir kaç kere değişik kılıklara bürünen tuzakları ortaya çıkardığımız halde yine de ibret almayız. Defalarca, ağızlarından kaçırdıkları ve müslümanların sarfettiği sevginin gideremediği ve onlara dinin öğrettiği hoşgörünün bile silemediği kinlerini yaydıkları halde, dönüp onlara kalplerimizi açıyor ve onlardan hayat ve yol arkadaşı ediniyoruz. Onlara hoş görünme kompleksimiz veya onlar karşısındaki ruhsal yenilgimiz o dereceye varmış ki inancımızda onlara hoş görünmek için dinimizden söz etmemeyi yeğlemiş ve hayat metodumuzu İslâm'a dayandırmamaya başlamışız. Bizden önceki müslümanlarla bu pusuda bekleyen düşmanlar arasında meydana gelen çarpışmalardan söz etmekten korktuğumuz için tarihimizi süslü göstermeye çalışarak, gerçek işaretlerini yok etmişiz. İşte bu yüzden Allah'ın emrine karşı gelenlerin uğradığı cezaya çarptırılmışız. Bundan dolayı alçalıyor, eziliyor ve alay ediliyoruz. Düşmanlarımızı sevindiren sıkıntılara uğruyor ve onların saflarımızda çıkardıkları bozgunculuğa maruz kalıyoruz.


İşte Allah'ın kitabı, ilk müslüman cemaate öğrettiği gibi, bize de, onların tuzaklarından nasıl korunacağımızı, eziyetlerini nasıl bertaraf edeceğimizi ve göğüslerinde gizledikleri, bazan da ağızlarından kaçırdıkları kötülüklerinden nasıl kurtulacağımızı öğretiyor:


"Eğer sabreder ve Allah'tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zarar veremez. Hiç şüphesiz Allah'ın bilgisi onların yaptıklarını kuşatmıştır."


Eğer çok kuvvetliyseler güçleri karşısında; aldatma ve dolambaçlı yollara başvurmuşsalar hile ve tuzakları karşısında sabır, azimet ve direnç gösterip sabır ve prensiplere bağlanmamız gerèkir. Yıkılmamalı ve zelîl olmamalıyız. Onlardan beklenen bir kötülükten sakınmak ya da gelecek sevgilerini kazanmak için akidenin bir kısmından veya tümünden vazgeçmemeliyiz.


Sonra takva; yalnızca bir olan Allah'tan ve O'nun murakebesinden korkma.. Hiç kimse ile, Allah'ın. metodunun gerektirdiği durumların dışında buluşmayan ve Allah'ın ipinden başkasına sarılmayan kalpleri Allah'a bağlayan takva... Bir kalp Allah'a bağlanınca, O'nun gücünden başkasını küçük görür ve azimetinden gelen bu bağları güçlendirir; dolayısıyle kurtuluş istemek veya şeref kazanmak için hiçkimseye teslim olmaz ve Allah ve Resulüne savaş açmış kimselere sevgi beslemez.


İşte yol budur: Sabır ve Takva... Allah'ın ipine yapışıp sarılmak... Bütün tarihleri boyunca müslümanlar yalnızca Allah'ın kulpuna yapışıp hayatlarında O'nun metodunu gerçekleştirdikleri sürece üstünlük ve zafer bulmuşlar, Allah onları düşmanlarının tuzaklarından korumuş ve kelimeleri hep yüce olmuştur. Aynı şekilde müslümanlar, bütün tarihleri boyunca, gizli ve açık akideleri ve metodlarıyla savaşan tabii düşmanlarının kulpuna sarıldıkça, onların sözlerine kulak verdikçe ve onlardan; sırdaş, arkadaş, yardımcı, haberci ve danışman edindikçe, Allah onlara yenilgi tattırmış, düşmanlarını içlerine yerleştirmiş, boyunlarını onların önünde eğdirmiş ve suçlarının cezasını onlara tattırmıştır. Allah'ın sözünün ebedî ve O'nun sünnetinin geçerli olduğuna bütün tarih şahittir. Kim, Allah'ın yeryüzünde görünen kanununu görmezlikten gelirse, gözleri zillet, yenilgi ve alçaklıktan başka birşey görmez.


Böylece bu ders ve beraberinde de surenin ilk bölümü sona eriyor. Bununla surenin akışı, çatışmanın zirvesine, tam ve kapsamlı ayrılığın doruğuna ulaşıyor.


Dersi bitirmeden önce bütün bu düşmanlıklar karşısında İslâm'ın hoşgörüsüne ilişkin bir gerçeği açıklamakta yarar vardır. İslâm, onlardan sırdaş edinmemeyi emrediyor, ancak müslümanları düşmanlık, kin, iğrençlik, desise ve hile ile karşılık vermeye teşvik etmiyor, yalnızca müslüman cemaati, müslüman safları ve müslüman oluşumu koruyor. Sadece çevredekilerden kaynaklanan tehlike karşısında onları korumak ve uyarmak amacı güdülüyor. Çünkü müslüman, insanlarla ilişkilerinde İslâm'ın hoşgörüsüne göre davranır, İslâm'ın nezafeti doğrultusunda bütün insanlara muamele eder ve bütün insanları bu evrensel sevgi ve iyilikle karşılar. Hileden korunur, ancak hile yapmaz. Kinden sakınır, ancak kin beslemez. Dininden dolayı kendisiyle savaşıldığı, akidesinden dolayı işkenceye uğratıldığı ve Allah'ın yolundan ve metodundan alıkonulduğu zaman bütün bunlara başvurabilir. Böyle bir durumda; savaşması, fitneyi bertaraf etmesi ve insanları Allah'ın yolundan ve O'nun metodunu hayatına hakim kılmaktan alıkoyan engelleri ortadan kaldırması istenmektedir. Müslüman intikam için değil Allah yolunda cihad için, savaşır. Kendisine eziyet edenlere duyduğu kinden dolayı değil, beşeriyetin iyiliği için savaşır. Bu iyiliğin insanlara ulaşmasına engel teşkil eden unsurları devirmek için savaşır. Galibiyet, üstünlük ve sömürgecilik için değil... Gölgesinde herkesin adalet ve barıştan yararlandığı sağlam düzeni kurmak için savaşır, ulusal bir bayrak dikmek ya da imparatorluk kurmak için değil...


Bu, birçok Kur'an ayetiyle hadisin yerleştirdiği ve yeryüzünde bu nasslar doğrultusunda hareket eden ilk müslüman cemaatin tarihinin fiilen tercüman olduğu bir gerçektir.


Bu metod iyiliktir. İnsanları buna uymaktan alıkoyanlar beşeriyetin en büyük düşmanıdırlar. Bu metodun, bunları kovup beşeriyetin önderliğinden uzaklaştırması gerekir. İşte müslüman cemaatten istenen budur. Bir kere bunu en güzel şekliyle yerine getirdi. Ancak O, her zaman bu görevini yerine getirmeye çağırılmaktadır. Çünkü cihad, bu sancak altında kıyamete kadar sürecektir
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(gerçek mürşid kimdir desem ne derdiniz ama benim yazacaklarım var)

kalbdenkalbe mesajlar(gerçek mürşid kimdir desem ne derdiniz ama benim yazacaklarım var)

Hakiki ve kâmil bir mürşid, iman kurtarma noktasında adeta bir can simidi gibidir. Ancak “taklidinden sakınmak” şarttır. Aksi halde imanı kurtarmak bir yana, tehlikeye bile girebilir. Her meslek ve meşrepte olduğu kadar, bu meslekte de akidesi, niyeti bozuk, menfaatçi, sahte veya eğitimi yetersiz, kemale ermemiş olanlar mevcuttur. Fakat sahte olanları kolay ve çabuk fark edilirler. Yeter ki biraz basiret ve feraset olsun.

Sahte mürşidleri ele veren ipuçları genellikle şunlardır:


Dünya üzerinde öyle mübarek zâtlar var ki, Allah onları insanları karanlıktan aydınlığa çıkarsınlar diye hizmetine almıştır.
Onlar insanlığın irşadı için, kurtuluşu için görevlendirilmiş velilerdir. Allah'tan başkası önünde eğilmezler ve O'nun rızasından başka bir şey de talep etmezler.

Onların gayeleri sadece Alemlerin Rabbi Allah'tır. Sözleri O'nu zikirden ibarettir. Güneş gibidirler. İnsanlar için bir ışık, insanlık için bir aydınlık... Yol'dan, Yolumuz'dan haber verirler, rehberlikleri ile önümüzü aydınlatırlar. Hiç bir karşılık talep etmeden, beklemeden...

O aydınlıktan faydalanabilmek için onları bilmek, tanımak, yaptıkları irşadı anlamak gerek. İrşad nedir, mürşid kimdir bilmek gerek.

Dünya hayatının en şerefli ve en değerli işi, gönülleri Hakk'a uyarıp, duygu ve düşünceleri Allah ile buluşturmaktır. Çünkü şuur sahibi bütün varlıkların yaradılış gayesi Allah'ı tanımak ve O'na ibadet etmektir. (Zariyat, 56)

Bu gayeden uzaklaşıldığı an, hayat manasını yitirmiş, imtihan kaybedilmiş, dünya hayatıyla birlikte ebedi hayat da hüsrana uğramış olur.

Muhtelif ayet ve hadislerde işaret edildiği üzere, Allah'ın zikri bütünüyle yeryüzünden kalktığı zaman dünyanın da varlık sebebi ortadan kalkmış ve kıyamet vacip olmuş olur. Demek ki, dünyayı ayakta tutan şey Allah'ın zikridir. İşte insanın yüzünü Hakk'a çevirmekten ibaret olan irşadın değeri, bu yaradılış gayesinden kaynaklanmaktadır.

Böylesine şerefli bir vazifeyi, Allah en seçkin kulları olan peygamberlerine ve onların vârislerine vermiştir. Şayet irşaddan daha değerli ve şerefli bir iş olsaydı, Cenab-ı Hak peygamberlerine o vazifeyi verirdi.

İrşadın manası ve ehemmiyeti

Kelime olarak irşad: Hak ve hakikate, iyiye, doğruya tercüman olmak, Allah yolunu göstermek manalarına gelmektedir. Tasavvufî manasıyla irşad ise: Allah'ı kullarına, kullarını da Allah'a sevdirmektir. Belirli bir eğitimi ve metodu olan bu irşadı, şu şekillerde de tarif edebiliriz:

* Yaratıcısıyla tanışık olmayan ruhları onunla tanıştırmak, Rabbi'yle tanışık olan ruhları da onunla olan münasebetlerinde derinleştirip yükseltmek.

* Potansiyel olarak insanlık kabiliyetine sahip olan insanı, fiilen insan haline sokmak. Diğer bir tabirle “insan-ı kâmil” yapmak.

* İnsanın şer kabiliyetini hayır kabiliyetine çevirmek suretiyle, şeytan ve onun temsil ettiği kötülükleri bertaraf etmek.

* İnsanı iyiliğe, ibadete, güzel ahlâka, salih amele, istikamete… hasılı Rabbi'nin rızasına yöneltmek suretiyle O'na ulaşmasını sağlamak.

Mürşidin mana ve keyfiyyeti

İrşad eden, doğru yolu gösteren rehber zata mürşid denir. Allah'ın, doksan dokuz güzel isminden biri de “er-Reşîd” dir (bkz. Hûd Suresi, 87). Reşîd, mürşid anlamına gelmektedir. Çünkü asıl olarak hak ve doğru yolu gösteren, sonsuz rahmet sahibi Allahu Tealâ'dır. Nebileri ve rabbanî alimleri vasıtasıyla insan ve cinleri ilâhi kitabının nurlu beyanlarına davet etmektedir. İnanan-inanmayan herkese merhamet buyurup, onları ebedi azaptan kurtaracak mürşidleri aralarından çıkarmaktadır.

Nitekim, her devirde bu vazifeyi hakkıyla yapabilecek mürşidleri yetiştirmek farz-ı kifayedir. Ayet-i kerimede: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir sınıf bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.” (Âl-i İmran, 104) buyurulmaktadır.

Tasavvufta kemale ermiş, olgunlaşmış, evliyalık mertebelerinin sonuna ulaşmış, kabiliyeti olanları bu yolda yetiştiren rehber zata mürşid-i kâmil denir.

Umumi manada mürşid-i kâmil, kalp ve kafa izdivacına muvaffak olmuş bir mana kahramanı, hakikat davetçisi ve gönüllere Hak esintilerini duyuran bir peygamber vârisidir. Ulaşmak isteyenle ulaşılacak olan arasında bir köprü mesabesinde olan mürşidin en belirgin vasfı, Hakk'a yakınlıktır. Onun fizikî alem kadar metafizik alemlere de gönül gözü açıktır. O, Allah, insan ve kainat münasebetini kavrayan, varlığın esrarına aşina bir arif, dünya- ahiret bilgileriyle donanmış bir bilgedir. Hak yolcusunun kalbine kendi hususi mazhariyetlerini yansıtan bir velîdir. İşte böylelerinin elinde her zaman kömürler elmasa dönüşmüş, taş ve toprak da altın seviyesine yükselmiştir.

Bu vadide, gavs ve kutuplardan düz nasihatçılara kadar birçok irşad ehlinden bahsetmek mümkündür. Fakat ruhlara insan-ı kâmil olma ufkunu açamayanlara mürşid denemez. Denemez; zira bunların kendileri irşada muhtaçtırlar ve mutlaka terbiye edilmelidirler. Bir atasözümüzde, “Kendi muhtâc-ı himmet bir dede, bilmez ki gayra nasıl himmet ede” denilir.

Vaiz-mürşid farkı

Vaaz ve nasihatle meşgul olanlar, ihlâslı olmak kaydıyla, irşad adına kısmen halka faydalı olabilirler. İlim öğretirler, faydalı ve doğru olanı kitaplardan okuyup anlatabilirler. Bazı konularda hayır ve iyiliğe de sevk ederler. Fakat kendisi kemale ermeyen nefs erbabı bir kimsenin, terbiye ile başkalarını kemale erdirmesi mümkün değildir. Muhataplarını nefs ve şeytanın hilelerinden kurtaramazlar. Hakiki Allah sevgisini veremezler. Terbiye etmeye kalktıklarında, kendilerini de muhataplarını da helâk ederler. Nefs ve şeytanın oyuncağı olurlar. Zaten terbiye ettikleri görülmüş bir şey de değildir. Böylelerinin hali, İmam-ı Gazalî Hazretleri'nin buyurduğu gibi, yakasında akrep olan bir kimsenin boynundaki akrebe aldırış etmeyip, eline aldığı bir yelpazeyle başkalarının burnundaki sineği kovalamasına benzemektedir.

Sıradan bir irşad eriyle Hakk'a yakınlık kazanmış velî bir mürşid arasında, en az yerden Arş'a kadar manevi mesafe vardır. Velîlik mertebesine yeni adım atmış mübarek bir zatla, gavs ve kutup gibi zirvelere tırmanmış Allah dostları arasında da belki bir o kadar mesafe daha vardır.

Onun için gavs ve kutup gibi zatlar hem malumdurlar, yani zahirde beşeriyet mertebesindedirler, hem de meçhuldürler ki, sırları gaybü'l-gaybdedir. Hak'dan başka onlara kimse muttali olamamıştır. Kendi evladından ve müridlerinden çok sayıda velî yetiştiren Aziz Mahmud Hüdayî Hazretleri'nin şeyhi Üftade Hazretleri şöyle demiştir: “Beni, ehil, evlad ve etbadan hiç kimse bilememiştir”

İşte bu gibi kutbiyyetini gavsiyyetle derinleştirmiş bir kâmil, mana atmosferine giren herkese ufkunun boyasını çalar, onları Kur'an ve Sünnet malzemesiyle adeta yeniden inşa eder.

Mürşidlerin makamları

Kâmil bir mürşidin velîlik makamına ulaşması mutlaka gereklidir. Aksi halde velî olmayan bir zatın taliplerine manevi u***** açması bir tarafa, onlara zarar bile verebilir. Velâyet ise, fenafillâh (Allah'da fani olma) makamıyla başlar. Bu, bir nevi yeryüzünden mesela Süreyya yıldızına kadar olan basamakları çıkmak gibidir. Velî bu mesafeyi bazen adımlarıyla, bazen de manevi bir vasıtayla çekilerek çıkar. Sonunda her türlü yön, mesafe ve mekândan münezzeh olan Allah'a vasıl olur.

Vuslata eren bir velînin tevhidi ve dolayısıyla da imanı kemale erer. Nefsanî ahlâkından soyunur. Rahmanî ahlâk ile ahlâklanır. Cenab-ı Hakk'ın tecellilerine mahzar olur. Lâkin bu makamda olan bir kimsenin alemi, şu gördüğümüz fizikî alem değildir. Her ne kadar cismi bu alemde olsa da, ruhu Arş-ı A'lâ ve onun üzerindeki manevi alemlerle alâkadardır. Bulunduğu alemin kayıtlarıyla sınırlıdır. O yüzden vecd ve istiğrak halleri galiptir. Çoğu zaman Allahu Tealâ'nın dışındaki her şeye (mâsivaya) şuurları kapalıdır. Avamdan olan halkla onların dünyası apayrıdır. İşte bunun için fenafillâh makamından bekabillâha dönmeyen bir velîye irşad görevi verilmez.

Bekabillâh, vuslat ile kemale erdikten sonra, bir bakıma çıktığı merdivenlerden geri dönüp, fizikî alemdeki insanların seviyesine inmektir. İrşad vazifesini yerine getirebilmek için bu iniş zaruridir. Zira, velî ile talibin arasında -makam bakımından olmasa da- mertebe açısından bir uçurum olmamalıdır.

Bir velî, Allah'a vuslat yolunda çıkarken ne kadar çok yükselirse, halkın seviyesine inişi de o kadar fazla olur. Aynı şekilde, fizikî aleme doğru ne kadar çok inerse makamı o kadar yüksek, irşadı o denli kuvvetli olur. Çünkü inişi fazla olduğundan mahluklara yakınlığı artar. Böylece kendisinden çokça istifade edilir. Nübüvvetten başka velâyet makamının da sultanı olan Hz. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, çıkışta herkesten yukarı, inişte ise herkesten aşağı indi. Bu yüzden onun irşadı bütün peygamberlerden kuvvetli oldu ve bütün insanların peygamberi oldu.

Şu halde fenafillâh ve bekabillâh makamlarına ulaşan bütün mürşidler, prensipte kâmil bir velî olmakla birlikte, aralarında yerle gök kadar mesafe bulunabilmektedir. Aradaki bu fark hiç şüphesiz irşada da yansımaktadır. Ayrıca kutbiyyet ve gavsiyyet makamlarının sultanları ile bu makamda olmayanların ahiretteki şefaatleri her halde bir olmayacaktır. Hatta ehl-i keşfin beyanına göre, Gavs, duasıyla sûfi olmayanların da imdadına yetişir, onların son nefeste imanla kabre girmelerine vesile olur.

Kâmil mürşidlerin sözleri ölmüş kalpleri diriltmek için devadır. Onlar ashab-ı makâl gibi çuvallarla laf etmezler. Pek az ve inci gibi tane tane konuşurlar. Halleri her şeyi anlatmaya kâfidir. Bakışları manevi kalp hastalıklarının şifasıdır. Taş kesilmiş kalpler, onun sevgisine kavuşmakla yumuşak olur. Hadis-i şerifte buyrulduğu üzere: “Görüldükleri zaman Allah hatırlanır.” Cismanî yüzleriyle Allah'ın kullarıyla meşgul olurken, manevi yüzleriyle Allahu Tealâ'ya bağlıdırlar. Dışları halk, içleri Hak iledir. Hadis-i kutside Cenab-ı Mevlâ, “onların gören gözü, tutan eli, işiten kulağı” olduğunu beyan etmektedir. Kim bilir, belki de Hak Tealâ Hazretleri günde kaç kere kalplerinde tecelli edip, “Kalbin nasıl dostum?” diye sormaktadır.

Dolayısıyla böyle bir kalbe girebilmek kadar büyük bir saadet yoktur. Çünkü o kalbe girmek Hz. Rasulullah'ın kalbine girmek ve Allah'ın rızasına nail olmak manasına gelmektedir. Paha biçilmez değerde bir kristale benzeyen o kalbi kırmak ise, şekavetlerin en büyüğüdür. Çünkü bunun manası da yine hadis-i kutside belirtildiği üzere, Allah ile savaşmaktır.

Bir mürşide halife olmak

Kâmil mürşidlerin en tatlı ideallerinden biri de kendilerinden daha büyük mürşidler yetiştirmektir. Bunun için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayıp, onların terbiyesi ile meşgul olurlar. Nihayet belirli mertebe ve makamlara ulaşan talip, mürşidinden icazet alarak halife olur. Yani mürşidlik yapmaya ehil bir kimse haline gelir. Bir mürşidin çok sayıda halifesi olabileceği gibi, hiç olmayabilir de.

Genel olarak iki türlü hilâfet şekli vardır. Birincisi işaretle verilen halifelik, ikincisi de zaruretle verilen halifeliktir. İşaretle halifelik, silsiledeki meşayih-ı kiramın mana alemindeki ittifakı ve işaretleriyle verilir. Tabii bu silsilenin başı Hz. Peygamber s.a.v.'dir. Cenab -ı Hak kimi seçtiyse, mürşid ona hilafet verir. Makbul ve üstün olan hilâfet şekli budur. Mürid, bu çeşit hilâfeti geri çeviremez. Kâmil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştirebilen) mürşidlerin halifeleri ekseriyetle böyledir. İstisnaları azdır.

Zaruri halifelik ise, bir ihtiyaç veya maslahata binaen, müridin makamı kemale ermediği halde sadece mürşidin izniyle verilen halifeliktir. Bu tip halifelerin mürşidi hayatta olduğu müddetçe insanlar ondan fayda görür. Eğer kemale ermeden mürşidi vefat ederse, onun işi tehlikeli ve zordur.

Yukarıda anlatılanların dışında, bir de müridler tarafından halife ilan edilen şahıslar vardır ki, bunların gerçekte mürşidlikle bir alakaları yoktur. Umumiyetle herhangi bir halife bırakmayan mürşide bağlı müridler bunu yaparlar. Belki seçtikleri zat çok iyi, muhterem ve hatta velî bir zat olabilir. Ama yukarıda anlatıldığı gibi, mürşidlik başka bir şeydir. Kâmil mürşid tarafından izin verilmedikçe irşadları muteber değildir. Hz. Peygamber s.a.v.'e kadar uzayan bir icazet silsilesinden de mahrumdurlar. Bu gibi zatlar cemaatin önünde hayırlı hizmetler yapan bir ağabey fonksiyonundan öte geçemez. Hakiki terbiye veremez. Başkalarına halifelik izni veremez. Verse de geçerli olmaz. Fenâ ve bekâ mertebelerine ulaşamadığı için, kendilerine rabıta yapılmasına izin veremez, daha doğrusu vermemelidir. Çünkü böyle bir rabıtanın faydası yoktur.

Ders vermek üzere kendilerine vekâlet verilen şahıslara ise vekil denilir. Bazı tasavvufî kollarda bunlara halife diyenler de vardır. Fakat söz konusu zatların mürşidlikle bir alakaları yoktur. Mürşidleri vefat eder ya da vekâletten azlederse, bunların vazifeleri sona erer.

Mürşidlik babadan oğula geçer mi?

Mürşidlik kesinlikle babadan oğula, kardeşten kardeşe, kan bağıyla veya irsiyetle geçen bir vazife değildir. Mürşidlik, ancak amel edip matlup olan mertebelere ulaşan ve ilmi olan salike Allah'ın ihsan ettiği bir görevdir. Bu saadete nail olan, mürşidin oğlu da olabilir, yabancı birisi de...

Fenafillâhtan bekabillâh makamına kim döndü ise, Allah'ın izniyle ona vazife verilir. Dönmeyene irşad izni verilse de, böylelerinin mürşidi hayatta değilse irşad vazifesi yapmamaları daha uygundur.

Kâmil mürşidlerin dikkatle üzerinde durdukları konulardan biri de, bu makamın layık olana verilmesidir. Üftade Hazretleri'nin buyurduğu gibi, yakın çevrede kâmil mürşidlik makamına elverişli hiç kimse kalmasa, dünyanın öbür ucundan layık olan getirilip o makama oturtulur. Tarih boyunca bu hassasiyete sahip olmayanlar kısa zamanda dağılıp gitmişlerdir. Nitekim dergâhların çöküşünü hazırlayan önemli sebeplerden birisi de budur. Geçmişte bazı tasavvufî kollarda, yetişmiş erkek evladı bulunmadığı için beşikteki şehzadeye hilâfet verenler çıkmıştır. Fakat “beşik şeyhliği” diye bir kavramın tarihe geçmesine sebep olan bu kollar, çok sürmeden yok olup gitmiş, isimleri bile unutulmuştur.

Elbette ki gavslık, mücedditlik gibi manevi zirvelerde dolaşan, çevresine feyz, nisbet ve nur saçan büyük imamların ailelerinden büyük zatların çıkmasından daha tabii bir şey yoktur. Hatta bunlardan bazılarının kıyamete kadar devam etmesi beklenir. Mesela mana gözüyle istikbale bakan Gavs-ı Kasravî Hazretleri'nin, kendi aile ocağından yedi tane gavsın çıkacağını müjdelediği rivayet edilir.

Bir mürşidin evlatlarının hepsi birden nazarını Hakk'ın rızasına diker ve bu gaye uğrunda ihlâsla amel ederse, Allahu Tealâ onların sa'y u gayretlerini boşa çıkarmaz. Cenab-ı Hak hem sonsuz merhamet sahibi, hem de âdil-i mutlaktır. Ayet-i kerimede buyurulduğu gibi, kim zerre kadar hayır işlerse onun karşılığını, kim de zerre kadar şer işlerse onun karşılığını görür (Zilzal, 7-8). Şah Abdülkadir Geylânî Hazretleri'nin amelini işleyen, onun makamına ulaşır.

Çoğu kere demircinin oğlu demirci, çiftçinin oğlu çiftçi olduğu gibi, peygamberlerin oğul ve kardeşlerinden peygamber, mürşidin yakınlarından da mürşid çıkmıştır. İbrahim a.s.'ın oğlu İsmail a.s.; Yakup a.s.'ın oğlu Yusuf a.s.; Musa a.s.'ın kardeşi Harun a.s. bunun en güzel örneğidir. Aynı şekilde mürşidlik görevi İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nden oğlu Muhammed Masum Hazretlerine, ondan da oğlu Şeyh Seyfüddin Hazretleri'ne intikal etmiş, sonraki silsilede de bunun birçok örnekleri görülmüştür.

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Sahte veya yetersiz mürşidler

Hakiki ve kâmil bir mürşid, iman kurtarma noktasında adeta bir can simidi gibidir. Ancak “taklidinden sakınmak” şarttır. Aksi halde imanı kurtarmak bir yana, tehlikeye bile girebilir. Her meslek ve meşrepte olduğu kadar, bu meslekte de akidesi, niyeti bozuk, menfaatçi, sahte veya eğitimi yetersiz, kemale ermemiş olanlar mevcuttur. Fakat sahte olanları kolay ve çabuk fark edilirler. Yeter ki biraz basiret ve feraset olsun.

Sahte mürşidleri ele veren ipuçları genellikle şunlardır:

* Allah'ın emirlerine ve Hz. Rasulullah'ın sünnetine doğru dürüst uymamak. Dinî, şer'î konularda zaaflar göstermek.

* Kur'an ve hadis-i şeriflere ulemanın verdiği manaların dışında yanlış manalar vermek, olmayacak biçimde yorumlamak.

* Kadınlarla karışık bir vaziyette oturup sohbet etmek, onlara el öptürmek veya mahremsiz teke tek görüşmek.

* Sohbet ve toplantılarında rüyaya geniş yer vermek.

* Haksız yere milletin malını yemek, girdiği menfaat ilişkilerinde muhatabına zarar vermek veya aldatmak.

* Sun'î zorlamalarla bir kısım keramet gösterilerinde bulunmak. (Bu tipler bazen istidraç yoluyla insanın kalbinden geçenleri de söyleyebilirler.)

* Kendisinden başka önüne gelen herkese, hatta dindarlık ve salâhiyetiyle tanınan şahıslara bile, kâfir, münafık damgasını vurmak.

* Şeytanın vehim ve vesvesesiyle bir takım hezeyanlarda bulunmak, kendisine vahiy geldiğini vs... söylemek.

* İnsanın gönlüne huzur verecek, Allah'ı hatırlatacak nuranî bir simadan mahrum bulunmak.

Yolu bitirmemiş nakıs mürşide teslim olmak da İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nin ifadesiyle öldürücü bir zehirdir. Bir hasta, mütehassıs olmayan, diploması bulunmayan bir hekimin ilacını içerse iyi olmak şöyle dursun, hastalığı artar. İyileşme kabiliyeti de bozulur. O ilaç önce ağrıları durdurabilir. Sinirleri bozduğu, zarar verdiği için ağrı duyulmaz. Fakat bu hal iyilik değil, kötülüktür. Bu hasta hakiki bir hekime giderse, hekim önce o ilacın zararlarını gidermeğe uğraşır. Ondan sonra hastalığı tedaviye başlar.


Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır
Mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş...
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(nefis ve terbiyesi)

kalbdenkalbe mesajlar(nefis ve terbiyesi)

Hz. Âişe (r.anh) Resûlullah’a (s.a.v), “İnsan rabbini ne zaman tanır?” diye sorduğunda, Peygamber Efendimiz, “Nefsini tanıdığı zaman; zira nefsini bilen rabbini bilir” buyurmuştur. (Aclûnî)
Nefs-i emmare (kötülüğü emreden nefis) ile mücadele iki yolla olur:
1- Riyazet
2- Mücahede




Nefs, Arapça bir kelime olup birçok manayı ihtiva eder: Ruh, akıl, insanın bedeni, bir şeyin cevheri, kulun kötü huyları ve çirkin-kötü his ve huyların mahalli olan latife veya cism-i latif olarak vb. tanımlanmıştır.

İmam Gazalî nefsi, insanın zatı ve mahiyeti olarak tanımlamış ve şöyle demiştir: “Eğer bu nefis, süflî (aşağılık) arzularak karşı gelir ve kötülük yaptığı zaman sahibini kınarsa, buna nefs-i levvame (sahibini kınayan, sorgulayan nefs) denir. Bu nefs kötülüklerden arındığında da ona, nefs-i mutmainne denir.”

Allah Teâlâ insanda üç şey yaratmıştır: Akıl, kalp (ruhani) ve nefs. Bunlar görülmez. Varlıklarını eserleri ile, yaptıkları işlerle anlarız. Bunlar, madde değildir, yer kaplamazlar; en, boy, derinlik gibi unsurları yoktur.

İnsanın en büyük düşmanı nefsidir. Daha sonra kötü arkadaş ve şeytan gelir. Kötü arkadaş ve şeytan da nefse tesir ederek insana zarar vermeye çalışırlar. Bu sebeple nefsin, emmarelikten (kötülüğü emredici vasfından) temizlenmesi gerekir.

Şeytan, verdiği vesveseye insanın uymadığını görünce, bundan vazgeçer, başka bir vesvese verir. Âlimler, şeytanı köpeğe benzetmiştir. Köpek kovalanınca kaçar ise de, başka taraftan yine gelir. Nefs-i emmare ise kaplan gibidir, saldırması ancak onu öldürmekle biter. Nefsimiz de ölünceye kadar yakamızı bırakmaz. Bunun için nefsi tanımak ve zararlarından korunmak gerekir.

Hz. Âişe (r.anh) Resûlullah’a (s.a.v), “İnsan rabbini ne zaman tanır?” diye sorduğunda, Peygamber Efendimiz, “Nefsini tanıdığı zaman; zira nefsini bilen rabbini bilir” buyurmuştur. (Aclûnî)

Nefs-i emmare (kötülüğü emreden nefis) ile mücadele iki yolla olur:

1- Riyazet
2- Mücahede

Riyazet, nefsin arzularını yapmamak demektir. Mücahede ise, nefsin istemediği şeyleri yapmaktır. Nefsimiz, iyilik ve ibadet etmemizi istemez. Nefse, günahlardan kaçmak, ibadet etmekten daha güç gelir. Onun için bazı büyükler günahtan kaçınmanın daha sevap olduğunu söylemişlerdir.

Nefs, dünya zevklerine, lezzetlerine düşkündür. Bunların iyi, fena, faydalı, zararlı olduklarını düşünmez. Onun arzuları dinimizin emirlerine uygun olmaz. İslam’ın yasak ettiği şeyleri çiğnemek nefsi kuvvetlendirir. Nefis fena, zararlı şeyleri, iyi gösterip, kalbi aldatır. Kalbe bunları yaptırarak, zevklerine kavuşmak için çalışır. Kalbin nefse aldanmaması için, kalbi kuvvetlendirmek ve nefsi zayıflatmak gerekir.

Aklı kuvvetlendirmek, dini bilgileri okuyup öğrenmekle olduğu gibi kalbin kuvvetlenmesi yani temizlenmesi de, dinimizin emir ve yasaklarına uymakla olur. Bunun içir de ihlas gereklidir. İhlas işleri, ibadetleri, Allah Teâlâ emrettiği için yapmaktır.

İslam’ın emir ve yasaklarına uymak, kalbi kuvvetlendirdiği gibi nefsi zayıflatır. Bu sebeple nefis, kalbin dinimize uymasını istemez. Aklına uymayıp, nefsine uyanlar bu sebeple yoldan çıkmaktadır. Allah Teâlâ’nın, kullarının ibadetlerine ihtiyacı olmadığı için, kulların işleyeceği günahlar da O’na zarar vermez.
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:

İnsanda kötü vasıfları toplayan nefisle cihad etmek, onu kırmak gerekir. Hadis-i şerifte, “Senin en büyük düşmanın, seni çepeçevre kuşatan nefsindir” buyrulmuştur. Peygamber Efendimiz bir savaştan dönünce de, “Küçük cihaddan büyük cihada döndük” buyurdu. Eshab-ı kiram, “Ya Resulallah büyük cihad nedir?” diye sual edince, Peygamber Efendimiz, “Nefisle cihaddır” buyurdu. (Deylemi)

Nefis, baş olmak sevdasındadır. Başkasının emri altına girmeyi kabullenemez. Dinin bütün emir ve yasakları nefsi ezmek, taşkınca isteklerini önlemek içindir. Dine uyuldukça nefsin istekleri azalır. Nefs, temizlenmedikçe, üstünlük sevdasından vazgeçmez.

Nefsi temizlemek için en tesirli ilaç, kelime-i tevhidi söylemek, zikre devam etmektir. Zaten sadat-ı kiremın zikir ve vird üzerinde bu denli ehemmiyetle durmasının nedeni de budur.

Nefsi kötülüklerden temizlemelidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “En üstün cihad, nefs ile yapılan cihaddır” [İ.Neccar]

Muhammed Masum hazretleri buyuruyor ki: Gençlik, ömrün en kıymetli zamanıdır. İnsanın sıhhatli, kuvvetli olduğu zamandır. Bu zaman, her gün geçiyor, azalıyor, ihtiyarlık yaklaşıyor. Yazıklar olsun ki, en şerefli, en lüzumlu iş olan, marifetullahı kazanmayı, hayal olan ömrün sonuna bırakıyoruz. En şerefli olan zamanlarını, en zararlı, en kötü şey olan nefsin arzularına kavuşmak için sarf ediyoruz. Peygamber Efendimiz, “Yarın yaparım diyen, aldandı” buyurdu. Allah Teâlâ, insanları ve cinleri kendi rızasına, sevgisine kavuşmak için yarattı. Nefislerimizin arzuları peşinde koşan bizler, ne zaman aklımızı başımıza toplayacağız? İnsanın, Allah Teâlânın marifetine kavuşmasına mani olan en kuvvetli düşman nefsin arzularıdır. Bu arzular bitip tükenmez. Hepsi de çok zararlıdır. Maksudun, mabudundur, buyuruluyor. Maksadın, arzun ne ise, mabudun da odur. “Nefslerinin arzularını ilah edinenler” âyet-i kerimesi, bunun vesikasıdır.

Nefse uymaktan kurtulmak, dünya nimetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefs, Allahü teâlâ ile kul arasında en büyük perdedir. (Ebu Bekir Tamistani)

İbadetlerin en kıymetlisi, nefse uymamaktır. (Sehl b. Abdullah Tüsteri)

Her işte, nefsin arzularına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsine uyan, küfre girebilir veya haram işlemeye başlar.

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

“Hasislik, nefse uymak ve kendini beğenmek felakete sürükler.” [Taberânî]

“Akıllılık alâmeti, nefse hakim olmak ve öldükten sonra gerekenleri hazırlamaktır. Ahmaklık alameti, nefse uyup, Allah’tan af ve merhamet beklemektir.” [Tirmizi]

Büyüklerden biri buyuruyor ki:

İslamiyet, nefsin arzusu olan şehvet ve gazabın yok edilmesini değil, her ikisine hakim olup, dine uygun kullanılmasını emreder. Süvarinin atını ve avcının köpeğini yok etmesi değil, bunları terbiye ederek, kendilerinden faydalanması gerektiği gibidir. Yani, şehvet ve gazap, avcının köpeği ve süvarinin atı gibidir. Bu ikisi olmadıkça, ahiret nimetleri avlanamaz. Fakat, bunlardan faydalanmak için, terbiye ederek, dine uygun kullanılmaları gerekir. Riyazet, bu iki sıfatı yok etmek için değil, terbiye edip dine uymalarını sağlamak içindir.

İslam dini, rahat ve huzur içinde yaşamak için gereken şeylerden ve dünya lezzetlerinden faydalı olanları yasak etmiyor. Bunların elde edilmesinde ve kullanılmasında, akla ve dine uymayı emrediyor.

İslam dini, insanların dünyada da, ahirette de rahat ve huzur içinde yaşamasını emreder. Bunun için, akla uymayı ister. Nefse uymayı yasak eder. Akıl yaratılmasaydı, insan hep nefsine uyar, felaketlere sürüklenirdi. Nefs olmasaydı, insan, yaşaması ve medeni hayat için çalışmasında kusur ederdi. Nefs ile cihad sevabından mahrum kalırdı.
Seyyid Gavs Abdülhakim el-Bilvânisî Hazretleri, mürşidi Ahmed el-Haznevî Hazretlerinin şöyle anlattığını zikrediyor:

-Bir defasında Hazret Muhammed Diyâüddin ile birlikteydim. Seyahatten dönüyorduk. Kalabalık bir topluluk vardı. Sâlikler, müritler, dervişler, sufiler, halifeler hep bir arada idi. Hazret ise en öndeydi. Ben arka taraftaydım. Bir ara Hazret’in “Molla Ahmed!...Molla Ahmed!...” diye seslendiğini işittim. Atım dermansızdı, güçlükle yol alabiliyordu. Hemen attan indim. Koşarak Hazret’in yanına vardım. Bana :

-Molla Ahmed!...Allah’a yemin ederim ki, kalbinde zerre kadar nefis alameti olan kişi yine de Allah’a yaklaşamamış demektir, dedi ve atını sürüp gitti.

Özetleyecek olursak, bu konuda en güzel söz Sehl b. Abdullah et-Tüsterî'nin şu sözüdür: "Nefse, ihlastan daha ağır gelen bir şey yoktur, zira nefsin ihlastan hiç nasibi yoktur!"
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(müminlerin miracı namazın önemi)

kalbdenkalbe mesajlar(müminlerin miracı namazın önemi)

Her şeyi yoktan var eden, bizi insan olarak yaratan ve sayısız nimetlerle donatan Allah’a şükranda bulunmak, teşekkür etmek en başta gelen insani görevimizdir. Allah’a şükretmek dil, kalp ve bedenle olur. Şükrün bütün bu kısımlarını toplayan bir ibadet şekli vardır ki, o da namazdır.


Namaz, alemlerin Rabbi olan Allah’a ibadet ve kulluğun tayin ve tespit olunmuş en mükemmel şeklidir.


Namaz, Allah Teâla’nın gördüğümüz, görmediğimiz, bildiğimiz, bilmediğimiz, bitmez tükenmez nimetler ve ihsanlarına karşı şükranlarımızı sunmaktır.


Namaz, işlediğimiz günahlardan arınmak, işleyeceklerimizden de korunmak için kalbimiz, dilimiz ve bütün varlığımızla yaptığımız kulluk görevidir.


Günde beş defa namaz kılmak, kadın erkek her müslümanın üzerine farzdır. İnsan bu ibadeti yerine getirmek suretiyle gönlünü Allah’a bağlar. ”Beni anmak için namaz kıl” mealinde olan ayetin işaret ettiği sır ve hikmet budur.[1]


Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de;


Hz. Lokman’ın evladına; “Oğulcağızım, namazını dosdoğru kıl”[2] diye öğüt verdiğini bildirmekte; “Hz. İsmail’i kavmine namaz kılmayı emrettiği için övmekte ve Hz. İsa’ın beşikte iken mucize olarak konuştuğunda yaşadığım müddetçe bana namaz ve zekatı emretti”[3] dediğini haber vermektedir.


Bu ayetler göstermektedir ki, namaz geçmiş ümmetlere de farz kılınmış bir ibadettir.


Dînî bir görev olan namaz, imanın işâreti kalbin ışığı, ruhun kuvveti, bedenin koruyucusu ve sevgili peygamberimizin ifadesiyle “Mü’minin mi’racıdır.”[4]


Manevi bir yükselme ve mi’rac sırrına erme vesilesi olan namaz, insanı ruhen ve ahlaken yükselten onu Allah’a yaklaştıran bir ibadettir.


Bu amaçla, abdest alıp seccadesinin başına gelen ve Allahü ekber diyerek Allah’ın huzuruna duran kul; önce, “Sübhaneke” yi okur, “Allahım hamd ederek seni tesbih ederim, senin ismin mübarektir. Sen yüceler yücesisin sen’den başka ilah yoktur.


Sonra, “Eûzü billahi mine’ş-şeytanir-racim.” Şeytan’ın şerrinden sana sığınırım.


Daha sonra da, “Bismillahirrahmânirrâhim” Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla başlarım” der.


İşte bütün bunlar Mirac merdiveninin birer basamağıdır. Kul artık manevi bir asansöre binmiştir.


“Sen her şeyden münezzehsin Ya rabbi! Hamd sana mahsustur. İsmin de mübarektir. Sen yüceler yücesisin, teksin, eşin ve benzerin yoktur. Bütün şerlerden sana sığınırım. Her güzel işe senin isminle başlarım yaptığım her işte senin rızanı ararım, diyerek derece, derece yükselir. Böylece mânâ alemine doğru harekete geçmiş olan kul, Fatiha suresini okumaya başlar.


“Hamd alemlerin Rabbı, rahmet ve merhameti sonsuz ve din gününün sahibi olan Allah’a mahsustur,” mealindeki ayetleri okurken perdeler tamamen açılmış, kul tam bu sırada huzura alınmıştır. İşte bu esnada kul, “Allahım ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.” Diyerek ibadet ve ubudiyetini Rabbine arz eder. Muhtaç olduğu yardımı yine Rabbinden isteyerek şöyle der. “Ya Rabbi! Yalnız senin huzurunda eğilir, alnımı secdelere korum. Senden başkasına asla kul, köle olmam, Ya rabbi muhtaç olduğum yardımı da yalnız senden isterim. Gerçek manada yardım eden sensin, her şey senin iradene bağlıdır, senden medet olmadıkça hiçbir kimse bana yardım edemez. Allahım bizi doğru yola, ni’metine erdirdiğin kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yoluna eriştir.”der[5] Arz-u halinin sonunda bir mühür mesabesinde olan “AMİN” kelimesini söyler.


Fatihadan sonra bir sûre veya en az üç ayet okumak suretiyle ayakta durmayı tamamlayan kul ruku’a varır. Üç defa “Sübhane Rabbiye’l-azîm” Büyük rabbimi tesbih ederim. Daha sonra secdeye varıp üç defa “Sübhane rabiye’l Â’lâ “Yüce Rabbimi tesbih ederim. Diyerek rabbine mülâki olur. Nitekim Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerimde; “Secde et ve Allah’a yaklaş”[6] buyurarak, mânâ âlemine yükselmenin ve Allah’a yaklaşmanın yolunun namazdan, namazın secdesinden geçtiğini bildirmektedir


Resûlullah efendimiz, Eshâbına:


- Birinin evi önünde nehir olsa, hergün beş kere bu nehirde yıkansa, üzerinde kir kalır mı? diye sordu. Eshâbı:


- Hayır, yâ Resûlallah! dediler.


Bunun üzerine Peygamber efendimiz:


- İşte, beş vakit namazı kılanların da, böyle küçük günâhları affolunur, buyurdu.


Namazla ilgili diğer hadîs-i şerîflerden birkaçı da şöyle:


(Namaz dinin direği, her hayrın anahtarıdır.)


(Kıyâmette kulun ilk sorguya çekileceği ibâdet namazdır. Namaz düzgün ise, diğer ameller kabûl edilir. Namaz düzgün değilse, hiçbir amel kabûl edilmez.)


Ebû Bekr-i Sıddîk hazretleri buyurdu ki:


"Beş namaz vakitleri gelince, melekler der ki; Ey Âdemoğulları, kalkınız! İnsanları yakmak için hâzırlanmış olan ateşi namaz kılarak söndürünüz."


Tembellikle namaz kılmayıp fakat, her namaz vaktinde namaz kılmadığı için üzülen, kâfir olmaz, ancak büyük günâh işlemiş olur. Hadîs imâmları, söz birliği ile bildiriyor ki, "Bir namazı vaktinde amden kılmıyan, yâni namaz vakti geçerken, namaz kılmadığı için üzülmeyen, kâfir olur veya ölürken îmânsız gider." Yâ namazı, hâtırına bile getirmiyenler, namazı vazîfe tanımıyanlar ne olur? Büyüklerden biri şeytana dedi ki:


- Senin gibi mel'ûn olmak istiyen, ne yapmalıdır? İblîs sevinip:


- Benim gibi olmak istiyen, namaza ehemmiyyet vermez ve doğru, yalan, herşeye yemîn eder, yâni çok yemîn eder! dedi. O kimse de:


- Şeytan gibi mel'un olmak istemiyen hiçbir namazını bırakmamalı ve herşeye yemîn de etmemelidir, dedi.


Din büyüklerimiz buyurmuşlar ki:


Beş şeyi yapmıyan, beş şeyden mahrûm olur:


1- Malının zekâtını vermeyen, malının hayrını görmez.


2- Uşrunu vermeyenin, tarlasında, kazancında bereket kalmaz.


3- Sadaka vermeyenin, vücudunda sıhhat kalmaz.


4- Duâ etmeyen, arzûsuna kavuşamaz.


5- Namaz vakti gelince, kılmak istemeyen, son nefeste kelime-i şehâdet getiremez.


Görülüyor ki, farz namazı kılmamak, îmânsız gitmeğe sebep olmaktadır. Namaza devam, kalbin nûrlanmasına ve saadet-i ebediyyeye yâni sonsuz saadete kavuşmaya vesîledir. Peygamberimiz (Namaz nûrdur.) buyurdu. Yâni, dünyada kalbi parlatır. Âhırette sırâtı aydınlatır.


1] Taha, 14


[2] Lokman,17


[3] Meryem, 31


[4] Radyoda Dini Kouşmalar, M.A.KOKSAL, S.228


[5] Fatiha, 1-7


[6] Alak,19
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(her şey aleyhte şahitlik yapacak)

kalbdenkalbe mesajlar(her şey aleyhte şahitlik yapacak)

Allah'ın düşmanları, ateşe sürülmek üzere toplandıkları gün, hepsi bir araya getirilirler" (41/19)
"Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir." (41/20)
"Derilerine: Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz? Derler. Onlar da: Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu. İlk defa sizi o yaratmıştır. Yine O'na döndürülüyorsunuz, derler." (41/21)
Ayet–i kerime ahirette, kâfirlerin durumunu haber vermektedir. Kıyamet günü bütün kâfirler toplanır, bu toplamada önde olanlar arkadan gelecekleri bekler. Ne zamanki arkadan gelenlerde, kâfirler topluluğuna iştirak eder, işte o zaman hepsi topluca cehenneme sevk edilirler.
Kâfirler topluca sevk edilmeye başlamadan önce, hesap kitapları yapılır. Yaptıklarını inkâr edecekleri zaman, onlara şahitler getirilecek. Gözleri, kulakları, elleri, ayakları onların aleyhine şahitlik yapacak. Kâfirler ne kadar inkâr ederlerse etsinler gözler diyecek ki:
–Benimle harama baktın.
Kulaklar diyecek ki:
–Benimle de haram dinledin.
Ayaklar ve ellerde aynı şekilde şahitlik yapacak.
–Bizimle haramlara yürüdünüz, haramları aldınız.
Bunlar yaşanacak, insanları bu konuda uyaralım, ikaz edelim. Yarın çok büyük pişmanlık var, o gün pişmanlık fayda salamayacak bir gün olacak.
Bunlar açık gerçeklerdir, bu gerçekleri imkânlarımız dâhilinde her bir tarafa ulaştırmamız gerekir. Bu manada herkesin ilme ihtiyacı vardır. Zengin fakirin, tok da acın halinden anlamaz. Bunun çok örneği verilebilir, soğuk bir hava düşünün. Biri dağda soğuktan donuyor, diğeri de sıcak sobasının başında oturmuş çay içiyor. Sıcak sobasının başında oturana haber gelmiş:
–Falanca dada soğuktan donarak ölmüş.
Adam sıcak sobanın başında, donarak ölmeyi tasavvur edemez:
–Nasıl olur da soğuktan donar?
Sıcak sobanın başında soğuğu elbette anlamazsın, açlıktan karnına taş bağlayanın halını karnı tok insanın anlamadığı gibi. Rabbimiz bize haber veriyor, uyarıyor, tehdit ediyor anlayan var mı? Anlayalım kardeşlerim, işte bunları anlayanlar bize haber veriyor ki, önümüzde çok büyük bir hesap günü var, bunu anlayalım. Bu kadar insan bu hesap gününü anlattı, bunlar boşuna değildir, yarın pişman olmadan tedbirimizi alalım.
Anlatılır ki; vaktin birinde âlim bir hoca yolda giderken, yaşlı bir köylü ile karşılaşır. Birlikte yola devam ederler. Bir ara dinlenmek için bir gölgede otururlar. Hoca bu yaşlı köylüye başlar dini meseleleri anlatmaya. Köylü de dikkatlice hocayı dinliyordu. Köylünün çok dikkatli dinlemesi hocanın nazarını celp eder.
–Efendi! Dikkatli dinliyorsun, anlattıklarımı, anlıyorsun değil mi? demiş.
Yaşlı köylü tebessüm ederek derki:
–Hoca efendi! Anlattıklarınız değil de, konuşurken sakalınızın oynaması çok acayip görünüyor, ona bakıyordum.
Adam hocanın anlattığı, İslam dininin hikmetlerine, güzelliklerine dikkat kesilmiyor da, hocanın sakalının oynamasına bakıyor. Günümüzde bunlara sıkça rastlıyoruz, öze bakan yok, hep şekillere uğraşıyoruz. Şekilleri dikkate alıyoruz. Rabbimiz bizi hakkıyla iman edenlerden eylesin.

PEYGAMBERE UYMAYAN EBEDİ KAYBETTİ
"Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı; o arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir." (53/1,2,3,4)
Bu ayet–i kerimede Rabbimiz, Resulünü bize şöyle haber veriyor. Muhammed hiçbir zaman batıla yönelmedi, dalalete düşmedi. Sapmadı, sapıtmadı, doğru yoldan ayrılmadı. Hal böyle olunca, o size ne söylediyse doğruyu söyledi, size ne emrettiyse doğru olanı emretti. Onun her söylediği doğrudur. O'nun söylediklerinin dayanağı vahiydir. Allah ona ne söylüyorsa oda onu söylüyor.
İnsan böyle bir peygamberin sözünden çıkar mı? Onun sünneti ihmal edilir mi? Ne yazık ki dünya müminleri onun sünnetinden yüz çevirmek için uğraşmaktadır. İnsanları O'nun sünnetinden uzaklaştırmak Şeytan'ın işidir. Bunu eğer insan yaparsa oda Şeytan'ın işini yapmış olur, dolayısıyla insan şeytanlaşmış olur.
İnsanlar, Şeytanın peşinden gider oldu. Günümüz baktığımızda, millet Peygamberin peşinden gideceğine, kendisini peygamberin peşinden gitmekten alıkoyanların peşine takılmış hızla uçuruma doğru gidiyorlar. Adam çıkıp diyor ki:
–Bin dört yüz yıl evvelin uygulamalarını bırakın, çağdaş olun.
Bu ne biçim bir sözdür. Şimdi bu söz kim sözüdür? Şeytan'ın sözü, günümüzde bunu söyleyenlerde Şeytan'ın askerleridir. Allah Celle Celaluhu ne buyuruyor:
–O sapmadı, sapıtmadı, o benim muhafazam altındadır.
Mevla Teala bu vaade bulunacak, insanlar bu vaadi dikkate almayacak, olacak iş değil.
Hazreti Ömer'in halifeliği zamanında, devrin ünlü şairlerinden bir zat, bir gün halifeyi ziyarete gelir. Hazreti Ömer şaire:
–Bana bir şiir okur musun? dedi. Şair:
–Kur'an inzal buyrulduktan sonra şiire ne hacet, der.
Bu söz Ömer'in çok hoşuna gider. Şaire iltifatta bulunur.
Kur'an–ı kerim varken, boş söz ve şiirlere ne hacet. Düşünelim ki; yarın ne ile karşılaşacağız, sonumuz ne olacak. Bu düşünceler doğrultusunda hareket edelim. Nasıl hareket edeceğimize bir kulak verelim ne buyuruyor Rabbimiz:
"(Ey müminler) Peygamber'i kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın. İçinizden, birini siper edinerek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir. Bu sebeple, onun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir bela gel-mesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar." (24/63)
Konumuzla ilgili bir başka ayet–i kerimede de şöyle buyrulmaktadır:
"…Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir." (59/7)
Ayet–i kerimelerde açıkça belirtilmektedir ki; peygamberimin sözünü dinleyin. O size neyi yasak ettiyse bende onu yasak etmişim, neyi yapın diyorsa bende onu yapmanızı istiyorum. Onun dinleyen cennete, dinlemeyende cehenneme hazır olsun.

AMELLERİNİZE GÜVENMEYİN
Kâinatın Efendisi buyurdular ki:
–Birinizin yiyeceğine, içeceğine sinek düşerse, sineği içine batırdıktan sonra çıkarın. Çünkü onun bir kanadında, dert diğerinde de şifa vardır."
Sineğin bir kanadında zehir, obur kanadında o zehirin panzehiri vardır. Bu haberi dünya gözü ile görüp anlamak mümkün müdür? Hele bundan binlerce yıl önce bunu bilebilmek mümkün değildir. Bu haberi ancak Mevla Teala bildiriyor, Resulullah'ta bize bildiriyor.
Bu hadisi rivayet eden Ebu Hureyre Radıyallahu Anh, zaman zaman Ebu Hureyre eleştirilir. Ebu Hureyre, Kâinatın Efendisinden en ok hadis rivayet eden sahabedir. Çok hadis rivayet etmek, dine çok hizmette bulunmaya eşdeğer olduğu için, dine çok hizmet edenler bazılarını rahatsız ediyor. Rahatsız olanlarda rahatsızlıklarını eleştiri ile ortaya koyuyorlar.
Bu hususta kitaplar yazılıyor, insanların kafaları karıştırılıyor, birde bu kitaplar dini kitap altında insanlara sunulmuyor mu? Bu kitapların tuzağına düşmeyelim.
Ebu Hureyre Radıyalahu Anh'tan rivayet edilen bir hadisi şerifte buyuruluyor ki:
–Örülmedik bir kuyu başında, dili sarkmış, susuzluktan ölecek duruma gelmiş bir köpeği gören fahişe bir kadın, mestini çıkarıp başörtüsüne bağlayarak köpeğe su çıkarıp vermiş bu sebeple günahı bağışlanır."
Bir Müslüman düşünün ki; namaz kılmaz, oruç tutmaz, zekât vermez, hacca gitmez, içki içer de sonrada yaptığı hayırlara güvenirse bu olmaz. Yukarıda Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadisi şerif elbette ki doğrudur. Ancak bu muamelenin kime rastlayacağı belli değildir. Her böyle yapan af edilecek diye bir hükümde yoktur. Eğer böyle olsaydı, o zaman namaz, oruç, hac, zekât emredilmedi. En güzeli emredilen farzları yerine getir, bunun yanında iyilikleri de yap.
"İyilik yapınız velev ki bir sineğin kanadı kadar olsun." Bir vakit büyüklerden biri yazı yazıyordu. Yazı esnasında, bir sinek okkaya musallat oldu, hokkadaki mürekkebi içmeye başladı. Yazı yazan zat, sineğe herhangi bir müdahale de bulunmadı. Sinek dilediği kadar içti ve sonrada çekip gitti. Bu zat, sineğe gösterdiği merhametten dolayı af edilebilir. Bunu kimse bilemez, ama sineğe yapılan merhametten dolayı, affedileceğini bekleyerek farzları ihmal eden boşuna beklemiş olur.
Allah–u Teala'nın emrettiği, yapmamızı istediği ibadetleri eksiksiz yerine getirelim. Farzını, vacibini, sünnetini, müstehabını yerine getirelim. Bunları harfiyen yerine getirelim ki; işimizi şansa bırakmayalım. Bir bakarsın ki; Allah–u Teala size çok güvendiğiniz, bir amelinizle muamele yapmazda, sizin gözünüzde küçük gördüğünüz bir amelle muamele eder.
Benim kalbim doğrudur, önemli olan kalb doğruluğudur. Kötü bir kadın susamış bir köpeğe su verdiği için affa mazhar oldu, bizde af oluruz. Sakın ha bu düşünce içinde olmayın. İslam dininin her emrini, her yasağını dikkatlice yerine getireceğiz. Sonrasında Rabbimiz bizi hangi amelimizle affeder onu biz bilemeyiz..
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(HRİSTİYAN BATIYA MUASIR MEDENİYETİ OSMANLI ÖĞRETTİ)

kalbdenkalbe mesajlar(HRİSTİYAN BATIYA MUASIR MEDENİYETİ OSMANLI ÖĞRETTİ)

Silah Çekmeyene Dokunmayın
28 Mayıs'ı 29 Mayıs'a bağlayan gece hava karardığı andan itibaren, surların çevresinde binlerce ateş yakıldı. Ateşlerin yandığı yerlerden tekbir sesleri yükseliyordu. Bu manzara dosta umut ve moral verirken, düşmanın kalbinin derinlilerine korku salıyordu. Osmanlının bu son gecede uyguladığı metot Bizans'tan nasıl görünüyordu, tarihçi Dukas'tan dinleyelim:
"Akşam olunca orduya dellaller göndererek bütün çadırların kuvvetli ziyalar ile aydınlatma yapılmasını ve ateşler yakılmasını emretti. Işıklar yandıktan sonra, hep birden yüksek sesle tekbir getrdiler. Karada ve denizde yakılan ışıklar, bütün İstanbul'u, Galata'yı, bütün gemileri ve karşı tarafta bulunan Üsküdar'ı, güneşin ışığından daha parlak bir şekilde aydınlatıyordu. Denizin sathı, bütün, şimşek ziyası kuvveti ile parlıyordu. Keşke yıldırım olsa idi; zira yıldırım yalnız tenvir etmiyor, yakıyor ve mahvediyor. Bizanslılar, Türk ordusunda yangın çıktığını zanneyliyorlar ve tamamıyla mahvolmalarını temenni ediyorlardı."
Osmanlı ordusu, geceyi yarınki son saldırıya hazırlık, ibadet ve dualarla geçirirken Bizans'ta korku ve panik hâkimdi.
Bizans aynı gece Ayasofya'da tarihinin son Ortodoks ayini yapıyordu.
"Son gece Ayasofya'da ki ayinde imparator, Meryem Ana'nın geleceğini tebliğ etti. Halk halâ, Türkler içeri girdiği zaman, meleklerin duvarları yarıp ortaya çıkacakları ve Türkleri kovacakları beklentisi içindeydi.(1) Melekler gelmedi, ruhanilerin ve meleklerin övdüğü bir komutan ve askeri geldi.
29 Mayıs 1453 sabahı, Sabah namazını kılan Sultan Mehmed, ordusuna çok nefis bir hitapta bulunur. Osmanlı ordusu var gücü ile saldırıya geçti. Ordusunun başında komutanlar, komutanların yanında Akşemseddin ve Molla Guranı gibi ulema da askerin maneviyatını yükseltiyordu. Akşemseddin ve Molla Guranı dervişleri ile surların etrafında dolaşıyor, getirdikleri tekbir ve salâvat–i şerifler arşa yükseliyordu. Diğer tarafta mehter en hareketli parçaları çalıyordu.
Öğlen saatlerine doğru, Topkapı'daki surların burcuna bayrak dikildi. Sultan Mehmed bayrağı surlarda gördüğü an yaptığı iş, bulunduğu yerde tekbir getirerek toprak üzerine şükür secdesi yapmak olur. Surlara ilk gediğin açıldığı yer Topkapı'dır, ardında diğer bölgelerde de gedikler açılmaya başlar.
Dışarıda bunlar olurken, içerde yaşananları da Bizanslı tarihçi Prens Dukas'tan dinleyelim. Tarihçi Öztuna derki; şimdi yazacaklarımı, düşmanımız olan bir tarihçi bizzat görüp, kendisi yazmasaydı, dikkate almazdım.
"Bizans askerleri, alelade bir Türk askeri kadar bile harp fenninde bilgili değildi. Zira Türk askerleri bu maksatla ve fikir ile yetiştiriliyordu. Türk askerlerinin her biri Apollon'dan çok daha mahir okçu idi, modern Herkul idiler ve her biri, 10 düşmana karşı gelebiliyordu."
Öğlen saatlerine doğru çarpışmalar surların üstünde yapılmaya başladı. Halk Bizans askerleri ile Osmanlı askerlerinin burçlarda çarpıştığını görmeye başladığı an, halk arasında panik başladı Halk kiliselere sığınıyor, özelliklede Ayasofya'ya akın ediyordu.
Osmanlı askerleri şehrin içine girmiş, önce Cambazhane kapısı, sonra Topkapı ve ardından da Eğrikapı, surları aşarak içeri giren askerler tarafından sonuna kadar açılmıştı. Artık Osmanlı ordusu akın akın şehre girmektedir. Şehre girmekte olan askerlerine Sultan Mehmed Han'dan, Ortaçağı aşan talimat geldi:
–Bize silah çekmeyen, bize mukavemet etmeyen kişilere hiçbir şekilde dokunmayın.
Bizans'ın mukavemeti kırılmış, sadece Bahçekapı mevkiinde çarpışma devam ediyordu. Bahçekapı'daki çarpışma Bizans'a yardıma gelen Giritli gönüllülerle Osmanlı askerleri arasında geçiyordu. Giritliler kahramanca çarpışıyor, şehrin teslim olduğunu öğrenmelerine rağmen çarpışmayı bırakmıyorlardı. Bu hadiseden haberdar olan Sultan Mehmed, Giritlilerin kahramanca çarpışmaları çok hoşuna gider. Giritlilere, çarpışmayı bıraktıkları takdirde, gemilere bindirip sağ salım memleketlerine gönderme garantisi verdi.

Ben, Sultan Mehmed Han,
Hepinize söylüyorum ki...
Sultan Mehmed öğlen de şehre girdi. Halk Sultan Mehmed'e sevgi gösterilerinde bulundu. Sultan Mehmed sevgi gösterileri arasında Ayasofya'ya doğru yürürken, askerlerde tekbir ve salâvatlar getiriyordu. Sultan Mehmed Ayasofya'ya vardığında, on binlerce insan Ayasofya'da toplanmış korku ve endişe içinde bekliyordu.
Halkın arasında bulunan yüksek rütbeli devlet adamları ve din adamları karşılarında 21 yaşında genç bir delikanlı, Osmanlı sultanını görünce ağlayarak hep birlikte yerlere kapandılar. Sultan Mehmed yerlere kapanmış olan insanlara öyle bir seslenişi var ki, Sultan Mehmed, Kâinatın efendisinin 900 yıl önce Mekke'nin fethinde sergilediği yüksek faziletin, aynısını "ne güzel komutan" dediği ümmeti de İstanbul halkı için aynı şeyi yapıyordu.
O Mekke ki daha on yıl önce, kâinatın Efendisine yapmadığını bırakmış, canından bezdirerek Medine hicret etmesini sağlamışlardı. Kendisine en aşağılık işleri reva gören bir kavmin beldesine giren Kâinatın Efendisi şöyle buyurmuştu.
–Kim Ebû Süfyân'ın evine girerse emniyettedir, kim kapısını kapar evinden dışarı çıkmazsa emniyettedir, kim silahını atarsa o da emniyettedir. Kim Mescide, Ka'be'ye girerse o da emniyettedir!"(2)
Aradan 900 sene geçmiş, onun için "ne güzel komutan" dediği 21 yaşındaki bir genç yüzlerce yıldır kimsenin ele geçiremediği bir beldeyi ele geçirmiş, şehir halkı ayaklarına kapanmış ağlamaktadır. O genç komutanda peygamberine layık cevabı veriyor:
–Kalkınız! Ben, Sultan Mehmed, hepinize söylüyorum ki, bu andan itibaren, artık ne hayatınız, nede hürriyetiniz hususunda gazab–ı şahanemden korkmayınız.
Bu hadiseyi, bizzat olaya şahit olan Hıristiyan tarihçi şöyle anlatır:
"Sultan, Ayasofya'nın önüne gelince atından indi… Patrik ve bütün halk yerlere kapanarak çok ağladılar. Fakat Sultan, onlara eli ile susmalarını işaret etti. Sükûnet teessüs edince Patrik'e:
–Ayağa kalk! Ben, Sultan Mehmed, sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda, benim gazabımdan korkmayınız, dedi.(3)
Sonra Ayasofya'yı gezdi, o sırada ikindi namazı vakti girmişti, Ayasofya'da ezan okunmasını emretti. Ayasofya'da namaz kılacağını bildirdi ve Ayasofya namaz için hazırlandı. İkindi namazı ile birlikte Ayasofya camiye dönüştürüldü.
Sultan Mehmed, İstanbul'un fethinde yaptığı uygulamalara dünyanın seyrini değiştirmiştir. Yaptığı uygulamamalar değil ortaçağı, yeniçağı, uzay çağını bile aşmıştı. Hatta içinde bulunduğumuz bilgi çağında bile Sultan Mehmed'in bilgi ve insanlık ufkuna ulaşılmamıştır. İstanbul'daki uygulamalarında Ortaçağ gelenek ve uygulamamalarını altüst etti. Kendi dindaşlarının vermediği özgürlüğü onlara verdi.
Sultan Mehmed'in İstanbul halkına verdiği özgürlüğü, 20. yüzyılın hiçbir ülkesi kendi halkına verememiştir. İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılda bile dünya milletleri, Sultan Mehmed'in uygulamalarına uzaktır.
Sultan Mehmed, imparatorun ülkesini hakkıyla savunduğunu, kahramanca savaştığını, elinde imkân olduğu halde kaçmadığını öğrenince, onun ölüsüne dahi gerekli vazifenin yapılmasını ister. Son Bizans imparatorunun cesedini arattırır. "imparatorun naşı cesetlerin arasında bulunmuştur ve Fatih kendisine dini tören yaptırmış, gereken saygıyı göstermiştir.(4)

İnanca ve İnsana Özgürlük
Fethin sonu Sultan Mehmed'in fermanları İstanbul halkına duyurulur:
"Savaş sonrası, işgal, tecavüz ve kötü muameleden korkarak saklanan, kaçan insanlar evlerine barklarına dönsünler. Çekinmeden, evlerine, işlerinin başına dönsünler, her ferdin, malları, canları, ırzları koruma altındadır. Dininiz, mezhebiniz, milli örf ve adetleriniz, Osmanlı devletinin teminat ve garantisi altındadır."
Yaşadığımız çağa baktığımızda, Sultan Mehmed'in insanlık ufkunu yakalayabilmek için daha çok mesafeler almamız gerektiği kanaatindeyiz. Çağımızın Rusya'sı, ABD'si, Çin'i İngiliz'ini düşündükçe, Fatih Sultan Mehmed Han'ın ne büyük deha olduğu daha iyi anlaşılıyor. Hele hele 20. yüzyılın ilk yarısının Türkiye'sinde uygulanan insan hakları ihlalleri, dini ve inancı yasaklamaları gördükçe, Sultan Mehmed daha iyi anlaşılıyor.
Bugün ülkemizde ve dünyanın bazı ülkelerinde Laiklik adına inançlara getirilen yasaklamaları gördükçe Fatih Sultan Mehmed Han'ın ne çapta adam olduğunu daha iyi idrak ediyoruz. Bütün bunları uygulayan 21 yaşında genç bir delikanlıdır.
Fetihten sonraki günlerde Bizans'ın ileri gelenleri toplanır ve Georgios Skolarios'u patrik seçerler. Bu Patrik aynı zamanda Ortodoksların cihan patriği unvanını almıştır. Din adamları heyeti, bu seçimi genç hükümdara arz ederler. Fatih Sultan Mehmed Han, Patrik seçimini onaylar. Bu hadise Batı'da duyulduğunda, adeta deprem etkisi yapar. Nasıl olmasın ki; o çağda Avrupa'da, Katolik olmayan Hıristiyanlar diri diri, toprağa gömülüyor, yakılıyor, öldürülüyordu. Değil ki farklı din mensuplarına yapılan uygulamalar, Endülüs Müslümanları diri diri ateşlere atılıyordu. Böyle bir çağda bir Fatih çıkıyor, din ve inanç serbestiyeti veriyor, hem de fethettiği bir beldeye. O belde halkına kendi dini liderini seçme hakkı veriyor, seçilen dini lideri tanıyor ve tasdik ediyor.
Seçilen Patriği yemeğe davet eden Fatih, kendisi ile dini ve felsefi sohbet ediyor. Fatih'in yardım ve desteği ile birkaç gün içinde Bizans halkına hiçbir zaman görmediği bir huzur ortamı sağlandı.
1 Haziran Cuma günü Ayasofya'da Cuma namazı kılındı. Şehri manevi Fatihi Akşemseddin, Ayasofya'da Fatih Sultan Mehmed Han adına hutbe okudu.

Gayri Müslimin Malları Teminat Altındadır
Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'daki uygulamaları akıllara durgunluk vermeye devam etmektedir. Galata semti, Galata sulh yolu ile teslim oldu, ancak savaşta Bizans'ın yanında yer almış, her türlü yardımda bulunmuştu. Fatih Sultan Mehmed Han, galata ile ilgili uygulamalarında, oranın halkında her türlü garantiyi verir, hatta korkudan evlerini terk eden, sahipsiz evlerin içindeki eşyalara sayım yapılarak, evlerin kapıları mühürlenir. Tâki sahipleri dönüp evlerini teslim alana kadar, kapıları mühürlü kalır. Bu uygulama Fatih Sultan Mehmed Han'a ait bir uygulamadır. Tarihte bir benzeri yoktur.
21 Yaşında genç hükümdarın bunları nasıl yapabildiğini anlayamayanlara şu müjdeyi hatırlatmakta fayda var "fethedecek komutan ne güzel komutandır." O güzel insan, kimsenin yapamadığı güzellikleri yapıyordu.
Fatih Sultan Mehmed Han, şehirde hızlı imar faaliyeti başlatır. Yıkılan binalar, iş yerleri yeniden yapılır. Bu arada top atışı ile yıkılan surlar, şehrin görüntüsünü bozmasın diye, tamir edilir. Bu çalışmalara daha çok esir alınan Bizans askerleri kullanılır. Fatih Sultan Mehmed Han, çalıştırılan esirlere, emeklerinin karşılığı olarak yevmiye verilmesini emreder. Bu yevmiye ile iş bitiminde bütün esirler esaretlerini satın alırlar. Yanı kazandıkları paralarla esaretten kurtulup özgürlüğe kavuşurlar. Bu uygulama da Ortaçağı altüst etmiştir. Fatih Sultan Mehmed Han yaptığı her uygulama ile ortaçağın temellerini sarsmaktadır.
Fatih'in İstanbul'dan ayrılma zamanı gelmiştir. Fatih Sultan, Bursa su–başısı Süleyman Bey'i İstanbul su başılığına getirir. Ayrıca Hızır Bey'i de, İstanbul kadısı olarak atar. Kadı İstanbul'un belediye başkanı makamı, su–başıda emniyet müdürü konumundadır. Her iki görevliye talimatları, yapılacakları bildirir ve halkın sevgi gösterileri arasında İstanbul'dan Edirne'ye doğru yola çıkar.

Fatih’in Uygulamaları
Hiristıyan Batı’nın Başını Döndürdü
Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethettikten sonra, İstanbul'daki uygulamaları batıda deprem etkisi yaptı. Sultan Mehmed İstanbul'u bir vitrin olarak kullandı. Bizans batının sürekli irtibatta olduğu, doğudaki bir uç kalesiydi. İstanbul'da yaşanan bir olay çok kısa surede batıda yankı bulurdu.
Dini olarak batının gözü üzerindeydi, çünkü önemli bir Hıristiyan mezhebinin merkezi İstanbul'daydı. Siyasi olarak batının gözü üzerindeydi, çünkü Hıristiyan Roma imparatorluğun başkenti olduğundan manevi ağırlığı büyüktü. Ekonomik olarak önemliydi, devrin dünya ticaretinde önemli bir mevkisi olan Cenevizliler İstanbul'u ticaret üssü olarak kullanıyordu. Batı için deniz ticaretinin önemli noktalarındandı.
Bu üç önemli sebepten dolayı, İstanbul batı için önemliydi, dikkate değerdi. Sultan Mehmed İstanbul'u bir vitrin olarak kullandı ve mesajını bütün dünyaya buradan verdi. Sultan Mehmed'in İstanbul'daki uygulamaları, bütün dünya devletlerinin yapısını salladı.
Sultan Mehmed'in yaptığı uygulamalara, o güne kadar görülmüş ve duyulmuş şeyler değildir. Zaman içerisinde tedbir alınmazsa, çok büyük tehlike ile karşı karşıya kalınabilirdi.
Batı başına gelecekleri gördü ilk tepkileri, daha öncede olduğu gibi Osmanlıyı güç kullanarak durdurmak istediler.
Papa bir beyanname yayınlayarak,
Müslüman Türkler için eline kılıç alan her Hıristiyan'a cennet vaat etti.
Bu büyük seferin maddi boyutunu halletmek için "mukaddes harp vergisi" adı ile yeni bir vergi türü icat ettiler.
Sebep ne olursa olsun, bir Hıristiyan Müslüman'la irtibat kurarsa en ağır işkencelere uğratılarak öldürülecektir.
İslam dini ortadan kaldırılıncaya kadar, aralarında ki ihtilaflar rafa kaldırılacak, tek hedef tek düşman Müslümanlar olacak.
Bu kararlara uymayanlar, büyük işkencelere uğratılarak öldürecektir.
Papa'lık aldığı bu kararların uygulama şansı olmadığını biliyordu. Ancak kendilerini ve kamuoyunu tatmin için başkada yapacakları bir şey yoktu. Alınan bir başka karar da 1454 yılında Bavyera'da bir toplantı tertiplenecek, bu toplantıya bütün Batı devletleri katılacaktır.(5) Bunu da gerçekleştiremediler.



BATIYI ORTAÇAĞ KARANLIĞINDAN KURTARAN SULTAN

İstanbul'un fethinin Avrupa ve İslam âlemi üzerine çok farklı etkileri oldu. İslam âlemi İstanbul'un fethini bayram yaparak kutladı. Mısır'daki Abbasi halifesi bütün camilerde Türk şehitler için Kur'an okutmuş, hutbelerde fethi öven ve müminlere duygulu vaazlar yapılmıştır. İstanbul'un fethi Müslüman Türk milletinin tarihinin en önemli olaylarından biridir. Kimileri İstanbul'un fethinin tarihin en büyük olayı olduğunu söylerse de, bir kimsi da en büyük olaylarından olduğunu söylemiştir.
Bizde şunu söyleriz ki; Hıristiyan batı açısından hiç şüphesiz tarihin en büyük hadisesidir. Bizim içinde tarihin en büyük hadiselerinden biridir.
İstanbul'un fethinde dikkat çeken en önemli hadise Sultan Mehmed'dir. Şöyle bir soru sorulsa; İstanbul'u eğer yıldırım Bayezid fethetmiş olsaydı ne olurdu? Çok hayati bir soru… Yıldırım Bayezid, istemiş olsaydı İstanbul'u fethedebilirdi. Yıldırım Bayezid İstanbul'u fethetmiş olsaydı, fetih Hıristiyan batı için bir şey ifade etmeyecek. Dolayısıyla da batı için tarihin en büyük hadisesi olmayacaktı. Türk tarihi içinde, sıradan bir kahramanlık hadisesinden öteye gitmeyecekti. Bu açıklamalardan sonra şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki; İstanbul'un fethi, Sultan Mehmed ile önem kazanmıştır.
Surları yıkacak başkaları olabilir mi? Olur.
Gemileri karadan başkaları yürütebilir mi? Yürütebilir.
Bir asker on düşman askeri ile çarpışabilir mi? Çarpışabilir.
Surlara çıkacak başka Ulubatlı Hasan'lar bulunabilir mi? Bulunabilir.
Salt kahramanlık duyguları ile bakıldığında, İstanbul'un fethinde sergilenen kahramanlıktan çok daha büyük kahramanlıkların sergilendiği tarihi hadiselere meydana gelmiştir. Kutalmış'ın Pasinler de Bizans ordusunu perişan etmesi, Kılıç Arslan'ın 600 bin haçlı ordusunu, 20 bin kişilik ordusu ile perişan etmesi ve haçlı ordusunu 50 bin kişiye indirmesi, Yıldırım Bayezid'in Niğbolu'da sergilediği kahramanlıklar, İstanbul'un fethinde elde edilen zaferden aşağı kalır değildir.
İşte burada üzerine durulması gereken husus Fetih ile Sultan Mehmed'in, Sultan Mehmed ile de fethin mana kazanmasıdır. Sultan Mehmed İstanbul'u fethederek, batıyı Hıristiyan karanlığından kurtarmıştır. İstanbul'u Sultan Mehmed'in yerine Yıldırım Bayezid fethetmiş olsaydı, Batı Hıristiyan taassubundan kurtulabilir miydi? Batı bilimsel aydınlanmayı gerçekleştirebilir miydi? Bu sorulara cevap vermek oldukça zordur.
 

himmet

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
2 Ağu 2006
Mesajlar
81
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: kalbdenkalbe mesajlar(HRİSTİYAN BATIYA MUASIR MEDENİYETİ OSMANLI ÖĞRETTİ)

RE: kalbdenkalbe mesajlar(HRİSTİYAN BATIYA MUASIR MEDENİYETİ OSMANLI ÖĞRETTİ)

B)B)B)anlattıkların çok iyi ve gerçekten doğru Allah razı olsunB)B)B)
 

tekin

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
25 Tem 2006
Mesajlar
205
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: kalbdenkalbe mesajlar(HRİSTİYAN BATIYA MUASIR MEDENİYETİ OSMANLI ÖĞRETTİ)

RE: kalbdenkalbe mesajlar(HRİSTİYAN BATIYA MUASIR MEDENİYETİ OSMANLI ÖĞRETTİ)

allah razı olsun
 

onur34

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
5 Ağu 2006
Mesajlar
40
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: kalbdenkalbe mesajlar(HRİSTİYAN BATIYA MUASIR MEDENİYETİ OSMANLI ÖĞRETTİ)

RE: kalbdenkalbe mesajlar(HRİSTİYAN BATIYA MUASIR MEDENİYETİ OSMANLI ÖĞRETTİ)

ALLAH RAZI OLSUNB)B)B)B)B)B)B)
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(MÜMİNİN ARKADAŞLIK HAKKI)

kalbdenkalbe mesajlar(MÜMİNİN ARKADAŞLIK HAKKI)

AAllah'ü Teala "Müminler ancak birbirinin kardeşidir"(1) buyurmaktadır. İnsanların kardeş olması için illa da aynı anneden ve babadan doğması şart değildir. "Mü'minler birbirinin kardeşidir" denilmesinden kasıt, ilk yaratılan Âdem Aleyhisselam ve Hazreti Havva anamızdan türediğimizdendir. Kardeş demek, aynı çatı altında bireysel dert ve maksatları bir olup birbirlerine her konuda yardımcı olan kimseler demektir. Buradaki kardeşlik tabirinde ise beyan olunan dert ve maksat, İslam dinini en güzel şekilde yaşamak ve bu surette Rabbimize en güzel şekilde kul olmaktır. Bunu yaparken de sıkıntıya ve cefaya maruz kalan mü'min kardeşinin yardımına koşmalıdır.
Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem arkadaşlığın önemini belirtmek üzere şu hadis–i şerifleri buyurmuştur:
"Biriniz kendisi için arzu ettiğini kardeşi içinde arzu etmedikçe, gerçek manada iman etmiş olamaz."(2)
İnsanın kendisi için arzu ettiğini mü'min kardeşi içinde arzu etmesinden kasıt, kişinin dini ve dünyevi menfaatlerinin tamamıdır.
"Sadece mü'minlerle arkadaşlık et. Senin yemeğini de ancak takva sahibi olanlar yesin."(3)
"Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin."(4)
Kişinin arkadaşı ile olan dostluğunun sağlam olması için aşağıdaki hususlara riayet etmesi gerekir:
1– KARŞILAŞTIĞI ZAMAN
ONA SELAM VERMEK
Kişinin karşılaştığı kimselere selam vermesi sünnettir. Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e:
–Hangi Müslüman daha hayırlıdır? diye sorulduğunda
–Yemek yediren ve tanıdığına ve tanımadığına selam verendir,(5) buyurdular. Bir başka hadis–i şerifte "İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Size bir şeyi irşad edeyim mi ki, onu işlediğiniz zaman birbirinizi sevmeye başlarsınız. O iş şudur ki: aranızda selamı yayınız"(6) buyurulmaktadır.

2–HASTALANDIĞI ZAMAN
ONUN ZİYARETİNE GİTMEK
Bu konuda Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
"Hastayı ziyaret edin, aç olanı yedirin, esirin bağrını çözün (bağışlayın)"(7) Başka bir hadis–i şerifte "Müslüman'ın Müslüman üzerinde beş hakkı vardır:
1–Selam verildiğinde selamı almak.
2–Davetine icabet etmek.
3–Hastalandığı zaman halini sormak.
4–Cenazesine katılıp başsağlığı dilemek.
5–Aksırdığı zaman ona duada bulunmak."(8)
3– AKSIRDIĞI ZAMAN
"ELHAMDÜLİLLAH" DERSE
ONA DUADA BULUNMAK
Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
"Sizden biriniz aksırdığı zaman "Elhamdülillah" desin. Yanındaki arkadaşı ona "Yerhamukallah" –Allah Celle Celaluhu sana merhamet etsin–" desin. Arkadaşı böyle söyleyince aksıran kimse "Yehdina ve yehdikümullah –Allah Celle Celaluhu bizi ve sizi doğru yola iletsin ve kalbinizi felaha kavuştursun) diye dua etsin.–(9)

4– ALLAH İÇİN
ONU ZİYARET ETMEK:
Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
"Kim bir hastayı ziyaret edip halini sorar veya Allah için bir din kardeşini ziyaret ederse bir çağırıcı ona şöyle seslenir:
–Yürüdüğün yer hoş ve güzel olsun. Cennette kendine bir konak hazırladın."(10)
Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyuruyor:
"Bir adam başka bir kasabada oturan din kardeşini Allah–u Teala için ziyaret etmek üzere yola çıktı. Allah–u Teala bir meleği insan suretine sokarak yolda onun karşısına çıkardı ve aralarında şu konuşma geçti:
Melek:
–Nereye gidiyorsun?
Adam:
–Şu kasabada bir kardeşim var, ona gitmek istiyorum.
Melek:
–O kardeşinden umduğun bir nimet söz konusu mudur?
Adam:
–Hayır, onu sadece Allah rızası için seviyorum.
Melek:
–Şüphesiz ben Rabbinden sana gelen bir elçiyim. Senin o kardeşini sevdiğin gibi Allah–u Teala'da seni seviyor."(11)
Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyuruyor:
"Müslüman Müslüman'ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim kardeşinin ihtiyacını görürse, Allah–u Teala'da onun ihtiyacını görür. Kim bir Müslüman'ı bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah–u Teala'da o sebeple onu kıyamet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir Müslüman'ın kusurunu örterse, Allah–u Teala'da kıyamet günü onun kusurlarını örter."(12)

5– SIKINTILI ANINDA
ONA YARDIMCI OLMAK
Mümin, kardeşine darda kaldığı zaman, her şartta yardımına koşmalıdır. Konumuzla ilgili hadisi şerifler diğer konu başlıklarında zikredildiği için burada yazmayacağız. Diyeceğimiz odur ki; mümin kardeşini kendi nefsin gibi göreceksin.

6– ÇAĞIRDIĞI ZAMAN
DAVETİNE İCABET ETMEK
Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyuruyor ki:
"Müslüman'ın Müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selam verildiğinde selamı almak, davetine icabet etmek, hastalandığı zaman halini sormak, cenazesine katılıp başsağlığı dilemek, aksırdığı zaman ona duada bulunmak."(13)

7–MÜBAREK AY VE
GÜNLERDE HALKIN ÂDETİ
ÜZERE TEBRİKLEŞMEK
Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyuruyor ki:
"Sizden birisi Cuma namazını kılıp ayrıldığında, din kardeşiyle karşılaştığında şöyle desin: "Allah–u Teala sizden ve bizden kabul buyursun."(14)
Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyuruyor ki:
"Komşuluk hakkı nedir, bilir misin? Senden yardım istediğinde ona yardım edersin. Ödünç isterse verirsin. Kendisine bir iyilik ve hayır dokunduğunda kutlarsın. Başına bir musibet geldiğinde geçmiş olsun der, taziyede bulunursun."(15)

8– BAZI MEVSİM VE
MÜBAREK VAKİTLERDE
HEDİYELEŞMEK
Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyuruyor ki:
"Ey Mü'minleri eşleri, kızları, kadınları! İsterse bir koyunun bir parçası ile olsa hediyeleşin. Çünkü bu sevgiyi gönüllerde yeşertir. Kin ve nefreti giderir."(16)
Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyuruyor ki:
"Hediye vermeyi ihmal etmeyin. Çünkü hediye sevgi doğurur, kin ve nefreti giderir."(17)

9– ONUN EHLİNE VE
AİLESİNE SAYGI GÖSTERMEK
Kişi arkadaşına gösterdiği saygıyı ehline de gösterecek ki, arkadaşıyla olan muhabbeti artsın. Eğer kişi arkadaşının ehline saygı göstermiyorsa, onunla olan dostluğu dünya menfaatinden ibaret demektir. Böyle bir dostluk ise insanı hak yolunda muvaffak etmez.
Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyuruyor ki:
"Sizlere annenizden, babanızdan, hanımınızdan, çocuklarınızdan daha hayırlı bir şey öğreteyim mi? Allah yolunda dostlar edinin." Buradan anlaşılıyor ki, arkadaş eğer ki dindar ve tevazu sahibi ise bizim için her şeyden hayırlıdır. Eğer kötü yola sapmış olan arkadaşlarımız varsa onları güzel bir şekilde ikaz etmemiz gerekmektedir. Onların kusurlarını örtüp güzelliklerini görmemiz gerekir. Onlara karşı son derece şefkatli ve merhametli olmalıyız. Bizden büyükse şu hadis–i şerif doğrultusunda amel etmemiz gerekir:
"Herhangi bir genç bir yaşlıya yaşlılığından dolayı ikramda bulunursa, mutlaka Allah yaşlandığında o gence ikramda bulunanları nasip ve müyesser eder."(18) Başka bir hadis–i şerifte:
"Küçüklerine merhametli olmayan, büyüklerinin hakkını tanımayan bizden değildir."(19) Bir diğer Hadis–i şerifte:
"Saçı ağarmış yaşlı Müslüman'a saygı gösterip ikramda bulunmak Allah–u Teala'ya derin saygı duyup O'nun büyüklüğünü idrak etmek demektir."(20)
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(vefatı bir şahesere vesile olan şehzade)

kalbdenkalbe mesajlar(vefatı bir şahesere vesile olan şehzade)

Şehzade Mehmet, Kanunî Sultan Süleyman’ın en kıymetli varlığıdır. Ancak, henüz çocukken hastalıkların pençesine düşer. Koca Sultan, dumanlarla, kan gölleriyle kaplı savaş meydanlarından gelip sabahlara kadar, oğlunun başında ateşinin düşmesini bekler. Şifa bulunca İstanbul’un meydanlarında şenlikler yaptırır, şehirde aç susuz tek bir insanın kalmaması için buyruklar verir... Şehzademiz, hastalandığında yemeden içmeden kesilir, belindeki kılıcı bile taşıyamayacak kadar mecalsiz düşer. Sonra iyileşir, yüzüne kan, bileğine kılıç tutacak kadar bir kuvvet gelir. Yüzündeki güneş gah açar, gah bulutların arasında kaybolur. Gün gelir devran döner ve Şehzademiz büyür...

Batı kültürünü de öğrenir...
Sultan Süleyman, tahtını, tacını, kılıcını ve şanını canından çok sevdiği küçük oğlu Şehzade Mehmet’e bırakmak istemektedir. Memleketin en iyi hocalarından dersler alarak yetişen Şehzade Mehmet, Fransız ve İtalyan hocalardan da yabancı dil, Avrupa kültürü üstüne eğitim almıştır. Haris değil, mütevazıdır. Narin, ince yapılıdır ama sözünü dinletir. Oturmasını kalkmasını, saltanatın adabını ve töresini bilir. Ve herkes tarafından çok sevilir.
Ama Şehzade’miz, yağmurlu bir sonbahar günü, Manisa’da yataklara düşer ve bir daha asla kalkamaz. Bir seferden dönmekte olan Kanuni Sultan Süleyman Han, acı haberi Edirne’de duyar ve gözyaşlarına boğulur... Takvimler, 16 Ekim 1543’ü göstermektedir.
Daha sonra adı Şehzade Külliyesi olan eserin yapımına Mimar Sinan, Sultan’ın emriyle bu hüzünlü günlerin arefesinde başlamıştır. Cenaze namazı sonrası Kanuni, çok sevdiği oğlunun türbesinin bu külliyede yapılmasını ve külliyenin adının Şehzade Mehmet olmasını buyurur.

Çok zarif bir medrese...
İstanbul-Şehzadebaşı’ndaki bu Külliye’de cami, sıbyan mektebi, imaret, tabhane ve bir de çok zarif bir medrese vardır. Şehzade Mehmet’in türbesi baş köşede, kıble tarafındadır. Vefatı; bu külliyenin yapılma sebebi olan Şehzade’mize oradan geçerken bir Fatiha okumayı unutmazsınız herhalde...
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(ey nefsim öldüğün an ya cennettesesin ya cehennemde)

kalbdenkalbe mesajlar(ey nefsim öldüğün an ya cennettesesin ya cehennemde)

Allah'a karşı gelen kavimlerin hâllerine bir bak; Onlardan bir kısmı suda boğuldu. Bir kısmı yerin dibine battı. Bir kavim taşa tutuldu. Bir başka kavmin sûretleri maymun ve domuz sûretine döndürüldü ve helâk olup gittiler. Bugünde böyle zulüm yapanlar, dünyayı ateşe verenler, tarihe yüz karası olarak geçecekler.
Bir yılı daha geride bıraktık. Ya da âhirete bir yıl daha yaklaştık. Ticarethaneler geride kalan senenin kâr–zarar cetvellerini çıkarıp, hesaplarını gözden geçirecekler.
Ey nefsim! Sen de geçen senenin hesabını yaparak, kâr ve zarar bilânçosu gibi, sevap ve günahlarını gözden geçirecek misin? Yeni yıla girdim diye seviniyorsun; ama geride kalan o koskoca seneyi gerçekten de sevineceğin şekilde mi geçirdin yoksa telafisi mümkün olmayan hatalarla mı doldurdun?..
Ey nefsim!
Hz. Ömer Radıyallahu Anh: "Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekiniz." buyurdu. Ben de bu yeni yılın başında seninle yüzleşmek, hatalarımı ve günahlarımı sorgulamak, hatta seninle çatır çatır hesaplaşmak istiyorum.
Sen her yaptığın hata ve kusura bir bahane, bir mazeret buluyorsun. Âhiret konusunda da sanki pek endişen yok, üstelik garantiymiş gibi bir tavrın var. Bu ne umursamazlık, bu ne vurdumduymazlıktır. Bilmez misin; Hz. Ömer Radıyallahu Anh, bir keresinde Beytullah'ı tavaf ederken:
"Yâ Rabbi! Eğer saîdler listesindeysem, ne olur beni orada sabit kıl; yok eğer şakîler listesindeysem, ne olur beni oradan sil de saîdler listesine yaz." diye gözyaşlarıyla Allaha yalvarıyordu. Koskoca Hz. Ömer böyle bir endişe duyabiliyorken, sen kendini nasıl garantide görebiliyorsun? Yine o Hz. Ömer, münafıkların listesi kendisinde bulunan Hz. Huzeyfe Radıyallahu Anh'ın etrafında dolaşır:
"Yâ Huzeyfe! Ben de listede var mıyım?" diye sorardı. Hz. Ömer; Resûlullah'ın ikinci halifesi ve adaletin güneşi olmasına rağmen nefsini bu kadar hakir görüp, münafıklar listesinde olmaktan korkuyorken, sen hiç merak etmiyor musun acaba hangi listedeyim diye?.. Düşün ey nefsim! Büyüklerin hâli böyle olunca senin hâlin nasıl olmalı?
Ey zavallı nefsim!
Bünyende yığınla kötü huy barındırıyorsun. Heva ve hevesin, ihtiras ve şehvetin, dünyaya olan sevgin ve meylin seni sarıp sarmalamış. Dedikodu, gıybet, hased sende… Riyakârlık, büyüklenmek, kibirlenmek sende… Aldatmaca, kandırmaca, yalan sende… Kin, nefret, buğz sende… Bu kötü huylardan ne zaman kurtulacak, ne zaman tezkiye olacaksın? Üstelik bunca kötü hasletlerin varken, kendi hata ve kusurlarını nedense hiç görmüyorsun; ama bir başkası bir hata yapmaya görsün, hemen eleştiri bombardımanına tutuyorsun. Sen başkalarının hatalarını araştırmayı bırak dakendine bak! Halkın ayıpları ile meşgul olup, kendi ayıplarına karşı kör olma.
Ey biçare nefsim!
Geçici olduğunu bile bile dünyaya öylesine tamah ediyorsun ki! Bu dünya kime yar olmuş ki, sana olsun? Gelen bir gün mutlaka gitmiş ve er geç sen de gideceksin. Hele bir düşün, kimler geldi geçti?... Firavunlar, Nemrutlar, Hâmanlar, Karunlar, Şeddatlar hep gittiler. Ne kudretli krallar, kayserler, kisralar dünyaya veda ettiler. Dünya onları bir oyuncak hâline getirdi, oyalanıp durdular. Şeytan onları aldatıp kandırdı. Yaptıkları isyanları, zulümleri süsledi. Onlar sağlam kalelerde ve kulelerde bir yandan binbir gece eğlenceleriyle zevk ederlerken, diğer yandan nicelerinin haklarını yiyip zulmettiler. Oralarda nice namuslar kirletildi. Nice beller bükülüp, işkenceler edildi. Nice çaresiz, fakir fukaranın, gözyaşları akıtıldı.
Sonunda Allah'ın emri geldi. Kendilerine birer emanet olarak verilen canları geri alındı. Böbürlenerek sahip çıktıkları mallardan ve mülklerden de oldular. Onların topladıkları servetler hep dağıldı gitti. O kuş tüyü yataklardan kaydılar. Büyük ve gösterişli konaklarından çıkarıldılar. Geriye bir şey kalmadı; ne mal, ne mülk, ne de saltanat... Şimdi ise onların esâmesi bile okunmuyor. "Hele bir bak, onlardan yana bir bakiye görebiliyor musun?" (Hâkka, 8) Geriye sadece bunların hesabını vermek kaldı. Öyle ki, hiç hesaba katmadıkları şeylerden dahi hesaba çekilecekler.
Düşün ey ahmak nefsim!
Bu göçüp gidenlerin hâllerinden senin alacağın ibret dersi yok mudur? Meselâ, şu Ad kavmi ne büyük ibret… Bunların minare gibi upuzun boyları vardı. Çok güçlü kuvvetliydiler. Kayaların içini oyup çok muhkem, kale gibi sağlam evler yapıyorlar ve oralarda barınıyorlardı. Kendilerine kimsenin karşı koyamayacağını sanan bu kavim azınca, haddi hududu aşınca, Mevlâ Teâlâ onları nasıl da sildi süpürdü. Sen bunlardan daha mı kuvvetlisin, Neronlardan daha mı güçlüsün, (hâşâ) ben karşı koyarım mı sanıyorsun? Allah'a karşı gelen kavimlerin hâllerine bir bak: Onlardan bir kısmı suda boğuldu. Bir kısmı yerin dibine battı. Bir kavim taşa tutuldu. Bir başka kavmin sûretleri maymun ve domuz sûretine döndürüldü ve helâk olup gittiler. Bugün de böyle zulüm yapanların, dünyayı ateşe verenlerin, tarihe yüz karası olarak geçecek olan despotların feci akıbetlerini, ömrün olursa göreceksin. "Zalimin zulmü varsa mazlumun Allah'ı var." diye atalarımız boşuna söylememişler. "Sakın, Allah'ı zalimlerin yaptıklarından habersiz zannetme!" (İbrahim, 42)
Ordusuna güvenen Nemrud, topal bir sivrisinekle helâk oldu. Malına güvenen Karun, malıyla battı. Makam ve mevkisine güvenen niceleri, çoktan toprak oldu da isimleri bile unutuldu. Peki, sen neye güveniyorsun ey nefsim? Haberin olsun ki; Allah'tan başka her neye güveniyorsan, o şeyle beraber Allah seni de batırabilir. Onun için sana bu nimetleri vereni unutma! Sana bu makamı ve mevkiyi vereni, bu malı, mülkü ve serveti vereni sakın unutma!!! Hem bu dünyada bizlere ihsan edilen nimetler ne kadar çok olursa olsun, âhirete nispetle çok az bir şeydir. Bunlar için, sonsuz cennet nimetleri fedâ edilir mi? Bugün dünyanın az bir zahmetine dayanamayan, yarın cehennem azabına dayanabilir mi? Parmağını mumun alevine tutsan, ona dahi dayanamasın, öyleyse acizliğini anla ve ateşe dayanabileceğin kadar günah işle!
Ey günahkâr nefsim!
Artık sana düşen, bugüne kadar işlediğin isyanlardan dolayı pişman olup tevbe etmek, Mevlâ'nın dergâhına yüzler sürmektir. Bugüne kadar gönlünce yaşadın, isyanlar ettin, günahlar işledin de ne oldu? Aldığın şehevî zevkler, tatmin ettiğin o ihtiraslar ve arzular nerede? Hepsi o anlıktı geçip gitti değil mi? Tabiî zevki geçti; ama hesabı duruyor. Şayet Rabbini razı edemezsen, sana verdiği bu fânî nimetleri, bâkî olana çeviremezsen işin zor, hem de çok zor ey nefsim. Allahu Teâlâ Kerîm'dir, Rahîm'dir, beni affeder deyip avunuyorsun; fakat affa mazhar olmak için ne yapıyorsun? Evet, Allah "Kerîm ve Rahîm'dir"; ama aynı zamanda da "Şedîdü'l–ikabdır", haberin olsun!..
Tevbeyi geciktirme; çünkü ölüm her an gelebilir. Hem tevbe, geciktikçe zorlaşır; zira yapılan günahlar alışkanlık hâlini alır ki, alışkanlıkları terk etmek çok daha zordur. Bu durum ise; dersine zamanında çalışmayıp, bunu imtihan gününe saklayan tembel talebenin durumuna benzer ki, başarı şansı çok azdır, bilesin.



MAZLUM MÜSLÜMANLARIN ÇARESİZ ÇIĞLIKLARI

Ah nefsim, ahh!
Rahata ne kadar çok alıştın, değil mi? Öylesine keyif adamı oldun ki sorma gitsin. Ama iyi bil ki, bu pek hayra alâmet değil. Bu rahatlık, bu rehavet sana diğer Müslüman kardeşlerini unutturmasın. Sen öylesin diye herkesi rahat ve keyfi yerinde zannetme… Bak Yahudi ve Hıristiyanlar, ortadoğudaki Müslüman kardeşlerine âdeta kan kusturuyor. Filistin topyekûn ateşe verilmiş, Irak alevlerle kuşatılmış, Müslüman halkların yaşadığı bu beldeler olmuş can pazarı… Savaş(!) bahanesiyle orada binlerce masum sivil öldürülüyor. Halk, evlerinde bombalanıyor. Cani coniler bombalanan bir camiye giriyor ve içerideki yaralı cemaate kurşun yağdırıyor. Mutfakta yemek pişirirken kurşuna dizilen Felluceli bacımızın da, camide namaz kılarken şehit edilen mü'min kardeşimizin de hataları galiba Müslüman olmak...
Ey nefsim! Bu haberler seni ne kadar rahatsız ediyor, hiç üzülüp, kahroluyor musun? Müslüman kardeşlerinin o perişan hâli karşısında, duadan başka hiçbir şey yapamamanın verdiği derin ıstırapla gözyaşlarına boğuluyor musun? Yoksa bu haberler keyfini kaçırdığı için bunun yerine magazin haberleri diye sunulan zırvaları ya da gelin–kaynana, ünlüler çiftliği veya popstar gibi lüzumsuz programları seyrediyor ve "Acaba ne olacak, kim kazanacak?" diye bunu mu merak ediyorsun? Ey zalim nefsim! Halbuki "Müslüman kardeşlerimin durumu ne olacak, bu savaşı kim kazanacak?" diye dertlenmen, Filistin'de, Irak'ta ve dünyanın neresinde olursa olsun mazlum Müslümanların zaferi için dua etmen gerekmez mi?
Ey nefsim!
Bu arada sana yılbaşı ve Noel yortusuyla alâkalı olarak da bir çift lâfım olacak. Orta Doğu'yu kana bulayan, oradaki mazlum Müslümanların çaresiz çığlıklarının yükselmesine sebep olan, Irak'ta binbir çeşit vahşete ve işkencelere imza atan, insanlıktan yoksun caniler sürüsünün bayramı olan Noel yortusunu kutlamaman gerektiğini iyice anladın mı? Zira onlar Müslüman kardeşlerine ülkelerini zindan ederken, sen onlarla aynı gecede dans edip, hindi kızartması yiyerek, içki içip nara atarak, Noel kutlamanın ne büyük bir ihanet olduğunu umarım idrak edersin.
Ayrıca, Ebû Garip cezaevinde yapılan, insanın kanını donduracak işkenceleri, camilerde kurşunlananları, otobüsler taranarak öldürülen çocuk ve kadınları, ucuna Haç asılı tanklardan çıkan mermilere hedef olan Müslümanları ve daha nicelerini gördükten sonra, hâlâ onların sana dost olabileceğini düşünebiliyor musun?
Ey gafil nefsim!
Ramazan ayında gördüğün pa pazlı, hahamlı iftar sofralarında esen hoşgörü–diyalog rüzgârları sakın seni aldatmasın! Zira aynı gün ve gecelerde Felluce'de Haçlı sürüleri, grup grup camilere dağılarak katliam yaptılar. O mübarek günlerde bir camide yaralı, çaresiz ve savunmasız şekilde yerde yatan bir Müslümanın beynine kurşun sıkıldığını sen de gördün, dünya da gördü! Aman ya Rabbi! Bu nasıl bir nefret, bu nasıl bir kin böyle!… Hani nerede hoşgörü?! Ey nefsim, gözünü iyi aç ve gör ki,; Hıristiyan ve Yahudilerin Türkiye'deki yüzü, Müslümanlarla iftar sofralarında şen şakrak tavırlarla göz boyarken, Filistin ve Iraktaki yüzü, Müslümanlara kan kusturuyor. Diyaloga sıkılan bunca kurşundan sonra, hâlâ "Hoşgörü ve diyalog" nutuklarına kanacaksan, sana yazıklar olsun ey nefsim!
Ey nefsim!
Dün küçüktün, bugünse yetişkin bir hâle geldin. Bak bir sene daha geçti, yaşlanıyorsun, farkında mısın? Ben sana Resûlullah'ın tavsiyesini hatırlatayım: "İhtiyarlamadan önce gençliğin, hasta olmadan önce sıhhatin, meşguliyet gelmeden önce boş vaktin, fakirlik gelmeden önce zenginliğin ve ölmeden önce hayatın kıymetini bil!"
Ecel her geçen gün yaklaşıyor, ansızın ve hiç ummadığın bir zamanda gelebilir. Öldüğün an ya cennettesin ya da cehennemde… Şu an bulunduğun binanın kapısından çıksan, binlerce adrese gidebilirsin; ama bu dünyanın kapısından çıktığında gideceğin sadece iki adres var. Bu adres ya cennet olacak ya da cehennem… Daha açıkçası, ya yukarıda saydığımız zulümlere imza atan, Orta Doğu'yu kana bulayan Yahudi ve Hıristiyanlarla beraber cehennemde yanacaksın ya da Allah'ın dostları ve salih kullarıyla cennette ebedî bir zevk ve sefa âlemine dalacaksın!
Rabbim hepimizi nefsimizin şerrinden muhafaza buyurup, cennetini ihsan eylesin!
Fî emanillah!
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(kalpde nifak olmasa insanlar kuran okumaya doyamazlar)

kalbdenkalbe mesajlar(kalpde nifak olmasa insanlar kuran okumaya doyamazlar)

Allah'a yemin ederiz ki, biz sizin amcanızı öldürmedik, bizim şehrimizde bunu yapan yoktur, öldüreni de bilmiyoruz. Bunun delili de, bizim şehrimizin kapılarının dün geceden bu sabaha kadar kapalı olmasıdır. Şehrimize ne giren vardı, ne de çıkan.



Allah'tan büyük yoktur, Allah tek büyüktür. Allah şek ve şüphesiz yegâne büyük olunca, hiç şüphesiz Kitabı da en büyük kitaptır. Bu en büyük kitabı okuyan ve okuduğu ile amel eden de çok büyük iş yapmıştır. Bu tespitlerimizde bütün ehl–i İslâm ittifak hâlindedir. Bunları kabul etmeyenin İslâm dini ile bağı kopar.
Büyük Rabbimiz, Hak Teâlâ Hazretleri Kur'an–ı Kerim'de bize kendi büyüklüğünü bildirmektedir. Biz de Kur'an–ı Kerim–i okuyarak, orada Rabbimizin kendisini nasıl anlattığını öğreniyoruz. Biz ancak Kur'an–ı Kerim'i okuyarak ve orada haber verdiği sıfatlarını öğrenerek Rabbimizi tanıyabiliriz.
"Rüzgârları gönderip de bulutu harekete geçiren Allah'tır. Biz onu ölü bir bölgeye göndeririz de ölümünden sonra toprağa onunla hayat veririz. Ölülerin yeniden dirilmesi de böyle olacaktık." (Fatır, 9)
Rüzgârları estiren Allah Celle Celâluhu'dur. Bir bakarsınız, soğuk rüzgâr esiyor, bir bakarsınız sıcak rüzgâr esiyor, bütün bunları yapan âlemlerin Rabbidir. Bu rüzgâr çok başka bir hâdisedir, hiç düşündünüz mü? Rüzgârın şiddetini kim ayarlıyor? Kim bir ölçüde esmesini sağlıyor? Fen, bilim ve teknik çok ilerledi deniyor. Bütün maharetlerinizi bir araya toplayın da bir rüzgâr estirin de görelim, bakalım yapabiliyor musunuz? Ya Rabbi seni hakkıyla bilmeyi bize nasip et.
Ya Rabbi! Bize hem ilim, hem amel, hem ihlâs ver. Bunlardan biri eksik olursa, sıkıntıya düşeriz, üçü bir arada olmadan olmaz. Bazılarının ilmi vardır, ameli yoktur. Böylelerinin durumu meyvesiz ağaca benzer. Bir mü'min için önce İslâm şeriatının bildirdiklerini öğrenip bilmesi gerekir, ardından bildikleri ile amel etmesi gerekir ve her yaptığını Mevlâ'nın rızasını kazanmak için yapmalıdır. Bu üçünü bir arada yapmayan kişi tam olarak İslâm şeriatına kavuşmuş sayılmaz.
Az önce bahsettim, rüzgârları hiç düşünmeyiz. Bu rüzgârlarda ne incelikler, ne rahmetler, ne plan ve projeler vardır. Mevlâ Teâlâ Hazretleri lütuf ve keremi ile rüzgârları gönderir. Gönderilen rüzgârlar bulutları harekete geçirir, bulutlar bir bölgeye toplanır. Sonra yağmur yağacak yerin üzerine doğru hareket ederler. Yağılacak yere gelen bulutlar yağmurlarını arza bırakır, toprağa inen yağmur damlaları, toprağa hayat ve canlılık verir. Kurumuş topraklar canlanır, yeşerir, çeşit çeşit meyve ve sebzesini verir. Bakın nasıl meydana geliyor, bir rüzgârın esmesi ile neler neler meydana geliyor? İşte bunları ancak âlemlerin Rabbi olan Allah yapabilir, başka kimsenin bunları yapmaya gücü yetmez.
Yukarıda zikrettiğimiz âyet–i kerime rüzgârların toprağa nasıl hayat verdiğini anlatırken, bir de öldükten sonra tekrar nasıl dirileceğini de haber vermektedir. Mekkeli müşrikler öldükten sonra dirilmeyi inkâr ediyorlardı. İşte bu âyet–i kerime ile Mekkeli müşriklere:
"Ey öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenler! Kurumuş toprakları nasıl diriltmeye kadir isek, sizleri de öldükten sonra öyle diriltmeye kadiriz." buyurmaktadır.
Rivayet edilir ki, Benî İsrail'de hâli vakti yerinde zengin bir ihtiyar adam vardı. Bu ihtiyarın yakın akrabaları, hatta kardeşleri ve kardeşinin çocukları fakirdiler. İşin garip tarafı, bu ihtiyarın hiç çocuğu olmamış, yani malını mülkünü bırakacağı bir varisi yoktu. Malı zorunlu olarak kardeşinin çocuklarına kalacaktı. Kardeşinin çocukları da amcalarının bir an önce ölmesini temenni ediyor, malın kendilerine kalmasını bekliyorlardı. Fakat amcalarının henüz ölüm vakti gelmemişti. Bu durum gençleri değişik düşüncelere itmişti. Şeytan da boş durur mu, hemen bu gençlerin yanına gitti, onları amcaları aleyhine kışkırttı:
"Amcanızı öldürün, sonra da "Onu şu şehir halkı öldürdü!" diyerek, şehir halkından da hem diyet alırsınız, hem de miras size kalır."
Bu hâdisenin cereyan ettiği vakitte, Benî İsrail'de iki şehir birbirine yakın mesafede bulunuyordu. O günün âdetine göre, şüpheli ve sebebi bilinmeyen ölüler, iki şehrin arasına atılır. Ölünün bulunduğu yer ile şehirlerin arasındaki mesafe ölçülür, ölü hangi şehre yakınsa, ölünün her türlü bedeli o şehirden istenirdi. Şeytan onlara yapacakları işi süslü gösterdiği için amcalarını öldürme planını yaptılar ve bir gece planlarını uyguladılar. Artık amcaları ölmüştü, cesedini de diğer şehrin yakın bir yerine gizlice bıraktılar.
Ertesi gün bir şeyden haberleri yokmuş gibi amcalarını aramaya çıktılar ve diğer şehrin kapısında amcalarının ölü cesedi ile karşılaştılar. Bu durum karşısında doğruca o şehrin ileri gelenlerinin yanına gittiler ve durumu haber verdiler.
"Amcamız sizin şehrin kapısında öldürüldü. Âdetimiz üzere gereğini yapın!" dediler. Şehrin ileri gelenleri bu işten kuşkulanmışlardı, kısa bir araştırma yaptırdıktan sonra dediler ki:
"Allah'a yemin ederiz ki, biz sizin amcanızı öldürmedik, bizim şehrimizde bunu yapan yoktur, öldüreni de bilmiyoruz. Bunun delili de, bizim şehrimizin kapılarının dün geceden bu sabaha kadar kapalı olmasıdır. Şehrimize ne giren vardı, ne de çıkan."
Mesele bir çözüme kavuşturulamayınca, Musa Aleyhisselâm'a müracaat kararı alınır. Musa Aleyhisselâm mesele ile alâkadar olunca, Cebrail Aleyhisselâm haberi getirir. Cebrail Aleyhisselâm şöyle der:
"Allahu Teâlâ Hazretleri bir sığır kesip, kestiğiniz sığırdan bir parça eti, öldürülen kişiye sürmenizi emrediyor."
Mevlâ'nın emri yerine getirdiler ve bir sığırı kestiler. Kesilen sığırdan alınan bir parça et, ölüye sürüldü ve ölü yattığı yerden kalktı. Yaralarından kan akıyordu. Dirilen adam dedi ki:
"Beni kardeşimin çocukları, yeğenlerim öldürdü." Bunu söyler söylemez, tekrar öldü.
Muhterem kardeşlerim! Biz size masal anlatmadık, sağlam bir haberi aktardık, yaşanmış bir hâdiseyi anlattık. Böyle bir hâdiseyi yapmaya kimin gücü yeter? Bütün insanlık bir araya gelse, böyle bir hâdiseyi yapabilir mi? Yapamaz.
Bu ve benzeri hâdiseleri dinleyeceğiz, okuyacağız ve bilenler bilmeyenlere anlatacak ki, Mevlâ'mızın gücünü, kudretini ve nimetlerini bilebilelim ve sonra da hakkıyla kulluk etmeye çalışalım.
Şöyle bir tehlike ile de karşı karşıyayız: Tefsir ve hadis kitapları okunduğu hâlde Mevlâ'mıza hayran olunmuyor, O'na daha çok bağlanılmıyor. Niçin derseniz, okumanın, dinlemenin insana fayda etmediği bir zamanda yaşıyoruz. Dünya sevgisi, dünyaya olan bağlılık ve çeşit çeşit haramlar insanları sarhoş etti. Bu konuda Hz. Osman Radıyallahu Anh Efendimiz şöyle buyurdular:
"Kalplerde nifak olmasa, insanlar Kur'an okumaya doyamazlar."
Nefsini tezkiye etmeye uğraşan insan bir lokma haram yese, bidayetteki gaflet hâline döner. Acaba bizim yediklerimiz nedir?
Hace Nakşibendî Kuddise Sırruhu Hazretleri bir evde misafir olarak kalmışlardı. Evin çocukları abdest suyu hazırlamışlardı. Bu çocuklar suyu hazırlarken malayani sözler sarf etmişlerdi. Bu sözleri duyan Üstadımız, o sudan abdest almamıştır.

İzzet ve ikram
Avrupa’da değildir
"Kim izzet ve şeref istiyor idiyse, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allah'ındır. O'na ancak güzel sözler yükselir. Onları da Allah'a amel–i salih ulaştırır. Kötülüklerle tuzak kuranlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzağı bozulur." (Fatır, 10)
Bu âyet–i kerime bize neyi anlatıyor? Büyüklük ve şerefi nerede arayacağımızı. Mevlâ'mız ne diyor biz ne yapıyoruz? Biz büyüklüğü, izzet ve şerefi Avrupa'nın kapılarında arıyoruz. Haklarında kesinleşmiş hüküm olanlardan medet umuyor, kâfirlerde izzet ve şeref arıyoruz, hiç kâfirde izzet aranır mı? Onlarda ne arar izzet de şeref de.
Kapılarında dilenci olduğumuz şu Avrupalı kâfirler yok mu? Onlara yani Avrupa'ya hayvanat bahçesi desek, onlara iltifat etmiş, onları yükseltmiş oluruz. Çünkü onlar hayvanlardan da aşağıdır, hayvanlardan da beterdirler.
Büyüklük Allah'ın kapısındadır. Allah'ın kapısının ne olduğunu sorana deriz ki, Allah'ın kapısı, İslâm şeriatıdır. İslâm şeriatını yaşadın mı? O zaman sen Allah'ın kapısındasın. Sen o kapıdan ayrılmadıkça, Mevlâ Teâlâ seni kapı dışarı etmez.
Bütün kitaplar Rabiatü'l–Adeviyye hakkında övgülerle doludur.Rabiatü'l–Adeviyye vaktin birinde, bir kişinin cariyesi idi. Cariye olduğu hâlde onu övmekle bitiremiyoruz. Onu bu kadar büyük makamlara çıkaran, hiç şüphesiz dünyalık makam ve mevkisi değildir. Onu bu yüksek makama çıkaran, İslâm şeriatını yaşaması ve Mevlâ Teâlâ'ya olan yakınlığı idi.
Ebû Cehil, Ebû Leheb de yaşadıkları zamanda ve yerde her biri ağa idi. Kavimlerinin ileri gelenleri idiler. Aynı zamanda yaşayan Ebû Hüreyre ise, fakir, güçsüz kuvvetsiz bir mü'mindi. Allah Celle Celâluhu'nun katında, Ebû Cehil ve Ebû Lehep, Ebû Hüreyre ile kıyas kabul etmeyecek kadar birbirlerinden uzaktırlar. Onlar Ebû Hüreyre'nin ayağındaki bir toz dahi olamazlar.
İnsanı yükselten İslâm şeriatıdır, İslâm tarikatıdır, İslâm hakikatidir. Dünyada hangi makamı işgal edersen et, hangi aileye mensup olursan ol, sana bunların hiçbir faydası yoktur.
Hace Nakşibendî Kuddise Sırruhu Hazretleri, Kâinatın Efendisi'nin torunu idi. O güzel insan bunu hiçbir zaman kullanmadı, kimseye de söylemedi. Çünkü o çok iyi biliyordu ki, Resûlullah'ın torunu olmak ona bir şey kazandırmıyordu.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt