Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İZ BIRAKANLAR (1 Kullanıcı)

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: NESEFÎ

RE: NESEFÎ

Meşhur Hanefi fıkıh, kelam ve tefsir alimi.

Mâverâünnehir bölgesinin yetiştirdiği seçkin âlimlerden Hâfızuddîn Ebul-Berekât Abdullah İbn Ahmed en-Nesefi (öl. Ağustos 1310). Özbekistan'ın türkçe adıyla "Karşı" diye bilinen Nesef şehrinde dünyaya gelmiş ve orada yetişmiştir. Nesef şehrinin bulunduğu bölgeye "Soğd" adı verilmektedir. Nesefi'nin doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Birçok eserinin İslâm âleminde meşhur ve yaygın olması, medreselerde asırlar boyu okutulmuş olması yanında hayatı, tahsili ve yetişmesi hakkında da yeterli bilgi bulunmamaktadır. Ancak yazdığı eserlere bakarak onun, Fıkıh, Usûl-i fıkıh, Kelam (Usûlu'd-dîn), Hadis ve Tefsir'de çok iyi tahsil gördüğünü söylemek mümkündür.

Fıkıh'ta hocaları Bedruddîn Hâherzâde (öl. 651/1253) ve Hamîduddîn ed-Darîr Ali İbn Muhammed el-Buhârî (öl. 666/1267-1268)'dir. Ayrıca Şemsul-Eimme Muhammed İbn Abdüssettâr el-Kerderî'den de ders almıştır.

Tahsilini bitirdikten sonra muhtelif şehirlerdeki medreselerde, bu arada Kirman'daki el-Kutbiyye es-Sultâniyye medresesinde müderrislik yapmış ve bu derslerinde kendi eserlerini de okutmuştur. Talebelerinden Muzafferuddîn Ahmed İbn Ali es-Sââtî (öl. 694/ 1294) ve Hüsâmuddîn Hüseyin ibn Ali es-Siğnâkî (öl. 714/1314) özellikle fıkıh sahasında meşhurdurlar.

Nesefi gerek ilim tahsili için, gerekse yetiştikten sonra muhtelif seyahatler yapmışsa da sadece Bağdad'a yaptığı seyahat bilinmektedir. Bu seyahatinde Bağdad'da kaldığı sürede İmam Mergınânî (öl. 593/1196)'nin el-Hidâye adlı eserini şerhettiği kaynaklarda kaydedilmektedir (Lüknevî, el-Fevâidul-Behiyye fı Terâcimil-Hanefıyye, Mısır 1324, s.102). Vefatı da bu yolculuğundan dönüşte İzec şehrinde 710/ 1310 yılında olmuş ve oraya defnedilmiştir.

Ebul-Berekât daha ziyade bir Hanefi fakîhi ve usulcüsü olarak bilinir. Hattâ bazı kaynaklarda onun, mezhebde müctehidlerin sonuncusu olduğu kaydedilir (Lüknevî, el-Fevâidul-Behiyye, s. 102). Zaten en meşhur eserleri de füru' ve usûlü ile Fıkıh sahasındadır. Hemşehrisi Ebû Hafî Ömer en-Nesefi (ö. 537/1142) kadar olmasa bile Kelam sahasında da kıymetli eserler meydana getirmiştir.

Nesefi, itikadda o zamanda bölgede yaygın durumdaki Mâtürîdî mezhebine mensup olup yine o bölgelerde, müslümanların kafalarım karıştırmaya çalışan Kerramiyye ile, bundan daha önemli ve etkili olan Mu'tezile mezhebi ile mücadele etmiş ve bunlara karşı Ehl-i Sünnet'i müdafaa etmiştir.

Tesbit edilen yirmi bir eserinden önemli ve meşhur olanları şunlardır:

1. el-Vâfi. Hanefi fıkhı üzere fürûul-fıkha dair bir eseridir.

2. el-Kâf: el-Vâfi adlı kendi eserinin şerhidir ve 684/ 1285 yılında tamamlamıştır.

3. Kenzu'd-Dekâik: Hanefi fıkhında dört muteber eserden (el Mütûnul erbaa) biri olan bu eseri el-Vâtî adıyla yazdığı fürûu fıkha dair eserinin hülâsasıdır. Yaygın olarak meydana gelen hâdiselere verilen fetvaları içerir. Herhalde medreselerde okutulmak üzere ders kitabı olarak hazırlanmış ohnahdır. Zaten asırlar boyunca medreselerde okutulmuş, Hanefî fıkıh âlimlerince çok tutulmuş ve birçok şerhi yapılmıştır (Bu şerhler için bk. Bedreddin Çetiner, Ebul-Berekât Abdullah İbn Ahmed en-Nesefî ve Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vil Adlı Eseri, Basılmamış doktora tezi, Erzurum 1984, s. 30-33).

4. Menârul-Envâr: el-Menâr fil-Usûl adıyla da bilinir. Usûle dair kısa ama son derece meşhur bir eserdir. Bu eserin de birçok şerh ve hâşiyeleri vardır. İlk şerhi de yine müellif tarafından Keşfu'l-Esrâr adıyla yapılmış olup 1316'da iki cilt halinde neşredilmiştir. Şerh ve hâşiyelerinin sayısı 24'ü bulmaktadır.

5. Şerhul-Kasîdetü'l-Lâmiyye fi't-Tevhîd: Kelâm sahasında İmamul-Harameyn Muhammed İbn Osman el-Ûşî (öl. 569/1173)'nin Kasîdetul-Lâmiyye'sinin şerhidir.

6. Umdetul-Akâid: Kelama dairdir. İlk şerhi el-l'timâd adıyla yine kendisine aittir. Bunun dışında yedi şerhi daha vardır.

7. Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl: Nesefi Tefsiri olarak bilinen tefsiridir.

M.1220 yıllarında başlayan, başta Mâverâünnehir bölgesi olmak üzere hemen bütün İslâm ülkelerini tahrip eden, kütüphaneleri yok eden, ilim erbabını halktan ayırmadan katleden Moğol istilâsının hemen akabinde Mâverâünnehir'de yetişen âlimler arasında mümtaz bir mevkiye sahip olan Ebu't-Berekât en-Nesefi hemen bütün İslâmî ilimlerde zirveye tırmanabilen nâdir âlimlerdendir. Türk olmasına rağmen eserlerini zamanındaki teâmüle uyarak bütün müslümanların ortak dili olan Arapça ile yazmıştır.

Nesefî Tefsiri

Eser, bir dirayet tefsiridir. Kısa, özlü, kolay anlaşılır bir arapça ile kaleme alınmıştır. Ebul-Berekât, bu tefsirinin özelliklerini tefsirin çok kısa olan mukaddimesinde şöyle belirtir:

"İsteğine icabet etmem taayyün eden bir zât benden te'vîlâta dair orta hacimli bir eser yazmamı istedi. Bu kitab, i'râb (dilbilgisi tahlilleri) ve kırâât vecihlerini toplayacak, bedî ve işârât ilimlerini ihtiva edecek, Ehl-i sünnet vel-Cemâat'ın sözlerini içine alacak, bid'at ve dalâlet ehlinin bâtıl görüşlerinden uzak olacak, usandıracak kadar uzun, anlamı bozacak derecede kısa olmayacaktı. Hazer ve sakınma yolunu tutup buna beşerin gücünün yetmeyeceği düşüncesiyle adımımı bir ileri atıyor, bir geri alıyordum. Ama sonunda birçok engele rağmen Allah'ın izniyle bu esere başladım ve kısa bir sürede de tamamladım" (Medâriku't-Tenzîl, Mısır t.y., 1, 2).

Bazı kaynaklarda bu tefsirin Zemahşerî (öl. 538/1143)'nin el-Keşşâf adlı tefsirinden özetlenmiş olduğu iddia edilirse de belki ondan çokça istifade ettiği söylenebilir. Bir de Keşşâf'taki mu'tezile mezhebini teyid eden açıklamaları ve te'villeri ayıklamaya çalıştığı görülüyor.

Tefsir gramer ağırlıklıdır. Ayetlerin dil yönünden tahliline çokça yer verilir. Tefsirde Arap dil bilgisinin tefsirle birlikte verilmeye çalışıldığı açıkça sezilir. Eserde mütevatir kıraatlere (el-Kıraatul-Aşr) işaret edilir. Çoğu zaman da kıraat farklılıkları tefsirde malzeme olarak kullanılmaz. Şâz kıraatlara yer verilmez. Halbuki kendisinden özetlendiği iddia edilen el-Keşşâf tefsirinde şâz kırâatlere çokça yer verilir ve bu şâz kıraatlerden te'vilde yararlanılır.

Eserde çok hadis kullanılmakla birlikte (Kur'an'ın hadisle tefsiri), rivayet tefsirlerinde görülen metodla değil de sadece ayetlerin tefsiri ile ilgili kısımları alınmış, bazan da hadisler manâ olarak verilmiştir. Az olmakla birlikte hadislerin bulunduğu eserlere işaret edildiği de vakidir. Sûrelerin ve bazı ayetlerin faziletlerine dair verdiği hadislerin birçoğunun ihtiyatla karşılanması gerekir. Bu tefsirde uydurma hadis olmamakla birlikte zayıf hadislerin bulunduğu söylenebilir. Öte yandan az da olsa isrâiliyyâta rastlanır ama çoğunlukla bunların isrâiliyyâttan olduğuna işaret edilir.

Bu arada Nesefî, tefsirine birçok tarihî olay ve kıssayı da almış, çokça istifade ettiği Zemahşerî'nin el-Keşşsâfının aksine mutasavvıfların görüşlerine eserinde yer ermiş; zaman zaman tasavvuf kokan, tasavvuf neşvesi bulunan ahlâkî sözler ve açıklamalarla tefsirini süslemiştir. Onun, el-Hasenul-Basrî (öl. 110/728), Sâbit İbn Eslem el-Bunânî (öl. 127/744), Mâlik İbn Dînâr (öl.131/748), İbrahim Edhem (öl. 161/778), Cüneyd-i Bağdâdî (öl. 279/908); Zünnûn el-Mısrî (öl. 245/858), Sehl İbn Abdullah et-Tusterî (öl. 283/912) ve Huseyn İbn Mansûr el-Hallâc (öl. 309/922) gibi ilk devir sûfîlerinden eserinde nakillerde bulunduğunu görüyoruz. Bu, her ne kadar onun herhangi bir tarikata müntesib olduğunu göstermese de, sûfilere bir sevgi beslediği ve onların meşrebine meylettiğinin delilidir. En azından eserini özetlediği iddia edilen Zemahşerî gibi tasavvufa karşı değildir.

Zamanına kadar ki müfessirlerden ve bu arada Zemahşerî'nin el-Keşşâf'ı, Fahreddin er-Râzî (öl. 606/1210)'nin Tefsîr-iKebîr'i, İmam Mâtürîdî (öl. 333/944)'nin Te'vîlâtul-Kur'an'ı, Zeccâc (öl. 311/923) ve el-Ferrâ (öl. 207/823)'nın Maânil-Kur'ân'ları gibi belli başlı tefsirlerden ve gerek Sahabe, gerekse Tâbiûn devrinin meşhur müfessirlerinden nakillerde bulunmuş, onların tefsire dair görüşlerini kısaca vermiş; bir ayetin tefsirinde birden fazla açıklama varsa çoğunlukla bunlar arasında tercihte bulunmadan hepsini sıralamayı tercih etmiştir. Ancak onun, tefsirdeki zayıf görüşleri "kîle = denildi ki..." şeklinde verdiği gözden kaçmıyor. Garîbul-Kur'an'a dair açıklamalarını çoğunlukla sahabe devri müfessirlerinden İbn Abbâs'a dayandırır.

Nesefi bu eserinde nüzûl sebeplerini vermeye ayrı bir özen gösterir. Bazan birden fazla nüzûl sebebi zikrederse de bunların bir kısmı "o ayetin hükmü içine giren birtakım münferid olayları hikâye" kabilindendir.

Eserin müellifi Mâtürîdî, Hanefi mezhebine mensup olduğu için tefsirde bu mezheblerin görüşleri Kur'an'dan delillendirilmeye çalışılmış; diğer mezheblerin ve özellikle amelî konularda Şâfiî mezhebinin, itikâdî konularda Mu'tezile ile diğer Ehl-i sünnete muarız mezheblerin görüşleri tenkid, red ve çürütülmeye çalışılmıştır. Ancak Mu'tezile'nin fikirleri çürütülmeye çalışılırken yapılan te'villerde Mutezilenin (yani el-Keşşâf müellifinin) kullandığı ifadeler aynen alınmıştır ki bu da Mu'tezilî fikirlerin çürütülmesinde pek başarılı olamadığı neticesine götürür.

Nesetî, Kur'an-ı Kerim'de neshin varlığını kabul ettiğini bu tefsirinde gösteriyor. Ancak mensûh olduğu iddia edilen birçok ayetin aslında mensuh olmadıklarını, nâsihleri ile aralarının telifinin mümkün olduğunu söyler. Öte yandan hurûf-u mukattaa gibi bazı müteşabihlerin te'viline dair kendisinden önceki müfessirlerin söylediklerini yorumsuz olarak verir. Bu arada özellikle Allah Teâlâ'nın sıfatları ile ilgili müteşâbih ayetlerin teviline girişmez. Bunları te'vile yeltenen Mu'tezile, mücessime, müşebbihe gibi mezheblerin tevillerini şiddetle reddeder. Bu da Nesefinin Ehl-i sünnet akîdesine sıkı sıkıya bağlı olduğunun bir göstergesidir.

Medâriku't-Tenzîl ın muhtelif dünya kütüphanelerinde çok miktarda yazma nüshası olup Hindistan'da, Mısır'da ve Türkiye'de defalarca basılmıştır. En yaygın baskıları dört cilt halindeki Mısır ve altı cilt halindeki Mecmau't-Tefâsîr içindeki Türkiye baskılarıdır.

Hind âlimlerinden Muhammed Abdülhak el-Hindî bu esere el-İklîl adıyla bir hâşiye yapmış ve bu hâşiye 1336'da Hindistan'da dört cilt halinde basılmıştır.

Bu tefsir asırlar boyunca -özellikle kısa bir tefsir olduğu için- medreselerde okutulagelmiştir. Halen de bazı İslâm ülkelerindeki üniversitelerde (el-Ezher Üniversitesi gibi) ders kitabı olarak okutulmaktadır.

Bedreddin ÇETİNER
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: Ibn Haldun (H.732 / M.808

RE: Ibn Haldun (H.732 / M.808

Dogumu ve Yetismesi:

Ismi: Abdurrahman b. Muhammed b. Ebu Bekr Muhammed b. Hasan’dir.

Ibn Haldun, h. 732 yilinda nesli sahabilerden Vâil b. Hacer’e uzanan Arap bir ailede Tunus’da dogdu. Asli Yemen kabilelerinden Hadramut’a kadar uzanir. Dedelerinden ilk olarak Halid b. Osman Endülüs’teki Karmuna’ya hicret etti. Endülüs halkinin âdeti olarak Halid olan ismine u ve n harfleri eklenerek ismi Haldun’a dönüstü.

Babasi fakih idi ve kendini fikih ile edebiyata adamisti.

Ibn Haldun, Tunus’ta Kur’an-i Kerim ezberleyerek ve tecvit ögrenerek yetisti. Ayni zamanda babasindan Arapça ilimleri, Islam hukuku ve Arapça dersleri aldi. Babasi, Ibn Haldun’un dönemindeki en iyi âlimlerden ders almasina özen gösterdi.

Ibn Haldun hayatinin ilk dönemlerinde uzun bir süre hükümette memur olarak çalisti.

Seyahatleri:

Ibn Haldun Tunus’u birakip Cezayir’deki Biskra’ya giderek yerlesti. Biskra’dan da yine Cezayir’deki Konstantin’e geçti. Daha sonra ailesini Konstantin’de birakarak Fas’a geçti.

Ibn Haldun, o dönemde bati Islam dünyasinin baskenti olan Fas’a yerlesip orada kaldi.

Ibn Haldun, Fas’ta kaldigi müddetçe kendini tefkir ve kiraate vererek Magrib ve Endülüs halkindan ilim adamlari ile karsilasti. Okuma alanini ve ilmi isteklerini gerçeklestirmek için Fas’taki kütüphanelere gidiyordu. Bu dönemde el-Ibar isimli kitabinin giris bölümünü yazdi.

Ibn Haldun, Endülüs’e gitti ve daha sonra Cezayir’e döndü. Kasabe camiinde hatip oldugu bir dönemde saray nazirligi görevine getirildi. Siyasi görevinin yani sira camii de ders vermeye devam etti.

Yedi yil sonra ailesi ile birlikte Tilmisan’a sonra da Fas’a gitti. Fas’ta ilim ögrenmeye ve ögretmeye devam etti. Sonra ailesini Fas’ta birakip tekrar Endülüs’e döndü. Granada’da bir müddet kaldiktan sonra Magrib’e geldi.

Ibn Haldun, Tilimsan’da bir kez daha ailesi ile bir araya geldi. Bir müddet kitap telifi ve okumak için burada kaldiktan sonra Cezayir’deki Seleme Ogullari kalesine gitti ve burada dört yil kaldi. Bu dönemde el-Ibar isimli kitabini düzenledi ve daha sonra kontrolden geçirip milletler tarihini ilave etti. Sonra tekrar Tunus’a döndü.

Kahire’ye Yerlesmesi:

Ibn Haldun, h.784 yilinda hac ibadetini yerine getirmek istedi ve kirk gün deniz yolculugu yaptiktan sonra Iskenderiye’ye ulasti. Bu dönemde Sultan Berkuk yönetimi üstleneli henüz on gün olmustu. Bu sene hacca gitme imkani olmadi ve Kahire’ye geldi.

Kahire’de, ilim talebeleri kendisinden ders almak istediler ve Ezher Camiinde ders vermeye baslayan Ibn Haldun’un mertebesi yükseldi ve Sultan Berkuk tarafindan ödüllendirildi. Kahire’de kalmaya karar verdikten sonra ailesini de getirmek istedi. Fakat geri dönmesini saglamak için Tunus Sultani bunu kabul etmedi. Sultan Berkuk devreye girerek Tunus Sultanina mektup yazdi.

Ibn Haldun, Amr b. As Camii yakinindaki Kamhiye medresesinde ögretmenlik sonra da Misir Kraliyet kadiligi görevine getirildi. Bu dönemde ailesi Tunus’tan gemi ile Kahire’ye gelirken gemi kasirgaya tutulup batti ve ailesinin hepsi bogularak öldü. Büyük bir üzüntüye ugrayan Ibn Haldun’un gittikçe üzüntüsü artti ve görevden ayrilmaya karar verdi. Ilim, ders verme, okuma ve kitap telif etmeden baska kendini teselli edecek bir sey bulamadi.

Ibn Haldun, Misir’da 24 sene kaldi. Bu dönemde hac, Beyt-i Makdis’i ziyaret ve Timurlenk ile görüsmek için Sam’a gitmesinden baska Misir’dan hiç ayrilmadi.

Basarilari:

Ibn Haldun, az sayida eser birakmistir. el-Ibar, Divan-i Mübteda, el-Haber fi Eyyamu’l-Arab, el-Acem ve el-Berber eserlerinin en meshurlaridir.

Sosyoloji, mimari ve tarih ilimlerinin gerçek kurucusu olmasi en büyük basarilarindandir.

Vefati:

Hicri 808 yilinin ramazan ayinda Misir’da vefat etti ve burada defnedildi.

Kaynak: quran.al-islam.com/trk
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: EBU'L HASAN EŞ'ARİ

RE: EBU'L HASAN EŞ'ARİ

EBU'L HASAN EŞ'ARİ

(874 - 935m.)



Evliyalar Ansiklopedisi



Ehl-i sünnetin îtikâddaki iki imâmından biri ve büyük velîlerden. İsmi Ali bin İsmâil, künyesi Ebü'l-Hasan'dır. Eshâb-ı kirâmdan Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin neslinden geldiği için Eş'arî nisbesiyle meşhûr olmuştur. 874 (H.260) veya 879 (H.266) senesinde Basra'da doğdu. 935 (H.324) veya 941 (H.330) senesinde Bağdât'ta vefât etti. Kabri Bağdât'ta olup, Basra kapısı ile Kerh arasındaki kabristandadır.



İmâm-ı Eş'arî diye de bilinen Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline yöneldi. Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini zamânının meşhur âlimlerinden Zekeriyyâ bin Yahyâ es-Sâcî, Ebû Halîfe el-Cümehî, Sehl bin Serh, Muhammed bin Yâkub el-Mukrî, Abdurrahmân bin Halef ve Ed-Dâbiî'den öğrendi. Ebû İshâk Mervezî'nin hadîs derslerine devâm etti. Üvey babası ve Mûtezile kelâmcılarından olan Ebû Ali el-Cübbâî'den kelâm ilmini öğrendi. Kırk yaşına kadar Mûtezile bozuk yolu üzerinde bulundu. Bu fırkanın meşhurları arasında yer aldı. Yazdığı kitaplarında Mûtezilenin fikirlerini müdâfaa etti. Kırk yaşından sonra bozuk yolda olduğunu anladı. Tövbe edip Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine tâbi oldu.



Önceden Mûtezile yolu üzere yazdıklarını ve bildirdiklerini iptâl etti. Ehl-i sünnet îtikâdı üzere kitaplar yazıp, dağıttı. Ömrünün sonuna kadar bu doğru îtikâdın yayılması için uğraştı.





Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretlerinin Ehl-i sünnet mezhebine geçmesi ile, kelâm ilmi, Mûtezilenin elinden kurtulmuş oldu. Onların elinde tehlikeli ve zararlı iken, doğru yolda gidenlere rehber oldu. Onun Ehl-i sünnete geçmesi, Ehl-i sünnet îtikâdının yayılmasında büyük bir zafer olmuştur. O zaman tesirli ve zararlı olan Mûtezile yolu mensupları, İmâm-ı Eş'arî tarafından susturulmuştur. Onları öyle zorlayıp sıkıştırdı ki, hepsi küçük ve güçsüz karıncalar gibi kaldılar. Daha önce hocası olan Mûtezilenin ileri gelenlerinden Ebû Ali Cübbâî ile yaptığı münâzarada onu mağlûb etti. Çok meşhûr olmasına rağmen, Eş'arî'nin (rahmetullahi aleyh) karşısında cevap vermekten âciz kaldı.





Basra'da bir mecliste Ebü'l-Hasan Eş'arî ile Mûtezilîler arasında çetin bir münâzara oldu. Mûtezilîler çok kalabalıktı. Onunla münâzaraya giren herkes yeniliyor, susmak mecburiyetinde kalıyordu. Öyle oldu ki, o gün artık kimse karşısına çıkamadı. İkinci defâ böyle bir münâzara için gittiklerinde, Mûtezileden kimse gelmemiş, münâzaraya cesâret edememişlerdi. Bunun üzerine bir zât, İmâm-ı Eş'arî'ye: "Firâr ettiler, kaçtılar yaz, kapıya as!" dedi.





İmâm-ı Eş'arî'nin zamânı, Mûtezile fırkasının Ehl-i sünnete çok saldırdığı, hattâ zorbalığa baş vurduğu bir döneme rastlamaktadır. Vâlilik, kâdılık gibi makâmlar, Mûtezile fırkasından olanların elinde bulunuyordu. Böylece bozuk îtikâdlarını yayıyorlar, insanları saptırıp, îmânları ile oynuyorlardı. Bu sırada İmâm-ı Eş'arî ve diğer Ehl-i sünnet âlimleri, kitablar yazarak onları reddediyorlar, bozuk fikirlerini çürütüyorlardı. İmâm-ı Eş'arî ayrıca, Mûtezile fırkasının ileri gelenleri ile çetin münâzaralara girip, onları susturdu. Kendisine, neden onların yanlarına, hattâ devlet erkânından olanlarının makâmına gittiği sorulunca, şöyle cevap vermiştir: "Onlar vâlilik, kâdılık gibi makâmlarda bulunuyorlar. Kibirleri sebebi ile bize gelmezler. Biz de gitmezsek, hak nasıl ortaya çıkacak? Ehl-i sünneti anlatanların, onu yayıp, hizmet edenlerin bulunduğunu nasıl bilecekler ve nasıl anlayacaklar?"





Ebû Abdullah ibni Hafîf şöyle anlatmıştır: "Gençliğimde, İmâm-ı Eş'arî hazretlerini görmek için Basra'ya gitmiştim. Basra'ya vardığımda, heybetli ve güzel yüzlü, yaşlıca bir zât gördüm. Ona, "Ebü'l-Hasan Eş'arî hazretlerinin evi nerededir?" dedim. "Onu niçin arıyorsun?" dedi. "Onu seviyorum ve görüşmek istiyorum." dedim. Bana, "Yarın erkenden buraya gel." dedi. Ertesi gün erkenden söylediği yere gittim. Beni yanına alıp, Basra'nın ileri gelenlerinden birinin evine götürdü. İçeri girince, o zâta yer gösterdiler. O da oturdu. Mûtezilenin meşhûr âlimleri, münâzara için orada toplanmıştı. Biz girip oturduktan sonra, o mecliste bulunanlar, aralarında oturan bir Mûtezile âlimine çeşitli meseleler sormaya başladılar. O şahıs cevap vermeye başlayınca, beni oraya götüren zât karşısına çıkıp, söylediği yanlış şeyleri reddediyor, doğrusunu söyleyip, onu susturuyordu. Öyle konuşuyordu ki, dinleyenleri tam iknâ edip, doyurucu bilgi veriyordu. Ben, bu zatın hâline ve ilmine hayran oldum. Yanımda bulunan birine "Bu zat kimdir?" dedim. "Ebü'l-Hasan Eş'arî'dir." dedi. İmâm-ı Eş'arî evden çıktıktan sonra, yine peşinden gittim. Yanına yaklaşınca, "İmâm-ı Eş'arî'yi ve hizmetini nasıl buldun?" buyurdu. "Fevkalâde." dedim. Sonra; "Efendim, o mecliste neden siz baştan bir mesele sormadınız? Başkaları sorduktan sonra mevzuya girdiniz?" dedim. Biz, bunlarla konuşmak için söze girmiyoruz. Ancak Allahü teâlânın dîninde yanlış ve sapık şeyler söylediklerinde reddediyoruz. Yanlış olduğunu isbât edip, kendilerine doğrusunu bildiriyoruz." buyurdu."





İmâm-ı Eş'arî; eser yazmak, münâzaralara girmek ve kıymetli talebeler yetiştirmek sûretiyle, Ehl-i sünnet îtikâdının yayılması ve böylece insanların saâdete kavuşması husûsunda büyük hizmetler yaptı ve talebe yetiştirdi. Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah, Ebü'l-HasanBâhilî, Ebû Abdullah bin Hafîf Şirâzî, Hâfız Ebû Bekr Cürcânî el-İsmâilî, Şeyh Ebû Muhammed Taberî el-Irakî, Zâhir bin Ahmed Serahsî, Ebû Abdullah Hameveyh es-Sayrafî, Dimyânî talebelerinden bâzılarıdır. Bunlardan Ebû Abdullah Tâî, İmâm-ı Ebû Bekir Bâkillânî'nin hocasıdır. Ebü'l-Hasan Bâhilî de Ebû İshâk İsferânî'nin ve hocası olan Ebû Bekr Fûrek'in hocasıdır. Bu zât, önceden imâmiyye fırkasından iken, Ebü'l-Hasan Eş'arî hazretleri ile yaptığı bir münâzara ve ilmî mübâhese sonunda hatâsını anlayıp, imâmiyye fırkasını terkedip, Ehl-i sünnet îtikâdına girdi. İmâm-ı Eş'arî'nin bildirdiği îtikâdı Basra'da yaydı. İbn-i Hafîf ise, İmâm-ı Eş'arî'nin en meşhûr talebelerinden olup, (Şeyh-i Şiraziyyîn) Şirazlıların şeyhi, üstâdı ismiyle meşhûr olmuştur. Diğer meşhûr bir talebesi olan Dimyânî ile İbn-i Hafîf, İmâm-ı Eş'ârî'nin münâzara meclislerinde yanında bulunurlardı. Talebelerinden Ebû Abdullah Hameveyh es-Sayrafî, uzun müddet İmâm-ı Eş'arî'nin yanında bulunmuştur. Sonra memleketi Sayraf'a dönüp, orada ders verip, talebe yetiştirmiş; İmâm-ı Eş'arî'nin bildirdiği îtikâd bilgilerini memleketinde yaymıştır. Şeyh Ebû Ali Zâhir de, hocası İmâm-ı Eş'arî'den öğrendiği Ehl-i sünnet bilgilerini Horasan'da yaydı. Böylece İmâm-ı Eş'arî'nin bildirdiği îtikâd bilgileri, Ehl-i sünnet mezhebi, doğuda ve batıda yayıldı. Hicrî 300 senesinden îtibâren Irak havâlisinde, İran'da yayıldı. Selçuklu Devleti hükümdarlarının resmî mezhebi oldu. Daha sonra Atabekler tarafından müdâfaa edilip, Şam ve Bağdât çevresinde yayıldı. Selâhaddîn Eyyûbî'nin fethinden sonra Mısır'da da yayıldı.





Eshâb-ı kirâmın Peygamber efendimizden sallallahü aleyhi ve sellem naklederek bildirdikleri, müctehid imâmların da onlardan naklettikleri Ehl-i sünnet vel-Cemâat îtikâdını anlatmak ve yaymak için gayret sarfeden Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri bir sohbeti esnâsında buyurdu ki:



Allahü teâlâya hamd olsun ki, bizi doğru yola ulaştırdı ve sünnet-i seniyyeye uymayı sevdirdi. Helâke götüren bid'atlerden uzaklaştırdı. Kalblerimizi, yakîn denen kat'î ve kuvvetli îmânın hâsıl ettiği serinlik ve huzûr ile doldurdu. Müslümanlık ile bizi azîz kıldı. Bizi, Resûlüne (sallallahü aleyhi ve sellem) uyanlardan, O'nun rehberliğine yapışanlardan eyledi. Bid'atlere dalıp, Resûlullah efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) yolundan ayrılarak yalnız kalmaktan kurtarıp, cemâatle berâber olmayı ihsân etti.



Resûlullah efendimize salât-ü-selâm olsun ki, bizi Allahü teâlânın emir ve yasaklarına dâvet etti. Allahü teâlâ bu hususta ona âyetleriyle yardım etti. Kendisine mûcizeler vererek, hakkındaki şüpheleri giderdi. Kendi rızâsına nasıl ulaşılacağını O'nun ile bildirdi. İçlerinde kendisine delâlet eden deliller bulunduğunu en açık bir şekilde haber verdi. Nihâyet bâtıl, sönüp gitti. Hak, gâlip ve muzaffer olarak parladı. Resûlullah efendimiz peygamberlik vazîfesini yerine getirdi. Kendisine bildirilenleri tebliğ edip, ümmetine nasîhatta bulundu.



Sevdiklerinden bir topluluğa yazdığı mektupta ise şöyle buyurdu:



Ey Bâb-ül-Ebvâb halkından olan âlimler ve büyükler! Allahü teâlâ sizleri yüce kudreti ile muhâfaza buyursun. Sizlere yardım eylesin. Medînet-üs-Selâm'da (Bağdât'ta) mektubunuzu aldım. Allahü teâlânın nîmetleri içerisinde olduğunuzu, hâlinizin düzgünlüğünü yazıyorsunuz. Bu sebeple, kederim ve üzüntülerim dağıldı. Allahü teâlâya çok şükrettim. Size olan ihsânını tamamlamasını, size ve bize olan nîmetlerini artırması için Allahü teâlâya yalvardım. Duâları kabûl eden O'dur. Büyük lütuflarda bulunmak O'na lâyıktır. Allahü teâlâ yardımcınız olsun. Geçen sene bir takım suâller sormuştunuz. Mektubunuzda bundan da bahsediyorsunuz. Verdiğim cevapları beğendiğinizi, faydalı olduğunu, doğruluğunu kabûl ettiğinizi, şüphelerinizin gittiğini, sizi kendilerine inandırmak isteyenlerden yüz çevirdiğinizi yazıyorsunuz. Bunları okuyunca, dinde saptıranların, Resûlüne uymaktan alıkoyanların şüphelerinden bizi ve sizi muhâfaza buyurduğu için Allahü teâlâya hamdettim.



Yine siz mektubunuzda, benden Selef-i sâlihînin asıl kabûl edip, dayandıkları bâzı hususları yazmamı istiyorsunuz. Sonra gelenler de bu asıllara (bilgilere) uymak sûretiyle, bid'at sâhiplerinin düştüğü, Kur'ân-ı kerîm ve Sünnet-i seniyyeye muhâlefet durumuna düşmekten kurtulmuşlardır. Bu bilgilere şiddetle ihtiyâcınız olduğunu bildirdiğiniz için, size olan hürmetim ve üzerimdeki hakkınızdan dolayı, suâllerinize ve isteklerinize cevap vermekte acele ettim.



Size bâzı temel bilgileri, delilleri ile berâber bildirdim. Bu deliller, sizin Selef-i sâlihîne tâbi olmakta haklı olduğunuzu, Ehl-i bid'atın ise, Selef-i sâlihîne muhâlefet edip, daha önce üzerinde bulundukları haktan sapmakla hatâ ettiklerini, bununla şer'î delillerden, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiği şeylerden ayrıldıklarını gösterecektir. Yine bu delilleri reddeden, peygamberlerin aleyhimüsselâm getirdiklerini inkâr eden felsefecilerin yollarına uyduğunu da gösterecektir. Size ve söylediklerimi düşünen diğer kimselere söylenmesi gerekenleri söyledim. Allahü teâlâdan yardım diliyerek ve O'na güvenerek, sizin isteklerinizi yerine getirmekle, sevâba kavuşacağımı ümid ediyorum. Allahü teâlâ bana kâfîdir ve O ne güzel vekildir.



Allahü teâlâ sizi doğru yola hidâyet eylesin. Biliniz ki, Selef-i sâlihînin ve onların yolunda giden halefin (sonra gelen âlimlerin) yolu şudur:



Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı bütün dünyâya peygamber olarak gönderdiği zaman, insanlar, birbirine zıt bir takım fırkalara ayrılmışlardı. Onlardan bir kısmı Allahü teâlânın gönderdiği Tevrat ve İncîl'i değiştirip, kendi uydurdukları şeyler ile insanları Allahü teâlâya dâvet ediyorlardı. Bir kısmı felsefeci idi. Bunların, akıl ile elde ettikleri bir takım bilgilerde, yanlış netîcelere varmaları sebebiyle, bir çok bâtıl ve yanlış yollar ortaya çıkmıştı. Bir kısmı, brehmen idi. Bunlar, Allahü teâlânın peygamberlerini inkâr ediyorlardı. Bir kısmı, dehrî idi. Bunlar da, kâinâtın sonsuz devâm edeceğini, yok olmıyacağını iddiâ ediyorlardı. Bir kısmı, mecûsî idi. Bunlar ise, hiç tecrübe etmedikleri, bilmedikleri şeyleri iddiâ ediyorlardı. Bir kısmı putperest idi. Bunlar, putlara tapıyorlardı. Peygamber efendimiz ise, insanların, kâinât ve içindekilerin sonradan yaratılmış birer mahlûk olduğuna, onların hepsinin yaratıcısı, sâhibi ve mâliki olan Allahü teâlânın varlığı ve birliği inancına dâvet etti. Onların, üzerinde bulundukları yolun yanlışlığını ve böyle bâtıl yolları terk etmelerini istedi. Resûlullah efendimiz onların yollarının bozukluğunu, kendisinin ise, Allahü teâlâdan bildirdiği husûslarda doğru olduğunu, apaçık âyetler ve mûcizelerle isbât etti. Sonra Allahü teâlâya nasıl kulluk edileceğini açıkladı. Allahü teâlâ Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı bunları insanlara bildirmesi ve izâh etmesi için gönderdi. Resûlullah efendimiz insanlara, kendilerinde dil, sûret ve daha başka yönlerden farklılıklar bulunduğunu, böyle değişikliklerin onların sonradan yaratıldığını göstermesini bildirdiği gibi, gerek kendilerinde, gerekse onların dışındaki varlıklarda, Allahü teâlânın varlığına, irâdesine ve tedbirine delâlet eden şeyler ile, Allahü teâlâyı tanıma yolunu da bildirdi. Şöyle ki; Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Arzda da gerçekten tasdîk edenler için birçok ibretler vardır. Nefslerinizde de (hücrelerden vücûd yapınıza kadar) bir çok alâmetler vardır (ki, hep Allahü teâlânın kudretine, ilmine, azamet ve irâdesine delâlet ederler). Hâlâ görmeyecek misiniz." buyurdu. (Zâriyât sûresi: 20-21)



Bir sohbeti sırasında insanın yaratılışını ve yaratılış safhalarını açıklayarak şöyle buyurdu:



İnsanın yaratılış safhaları, sûret ve şekillerindeki değişik durumlara; "Biz insanı (Âdem'i) şüphesiz ki, çamurun özünden yarattık. Sonra Âdem'in neslini, sağlam bir yerde (rahimde) bir nutfe (az bir su) yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı hâline getirdik. Ondan sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık. O et parçasını da kemikler hâline çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaratılış (ruh) verdik. Bak ki, şekil verenlerin en güzeli olan Allahü teâlânın şânı ne kadar yücedir." meâlindeki Mü'minûn sûresi 12-14 âyet-i kerimelerinde işâret buyuruldu.

Bunlar, Allahü teâlânın varlığının muhakkak lâzım olduğunu ifâde eden, O'nun irâde ve tedbîrine delâlet eden en açık delillerdendir.



İnsan, çamur özünden yaratıldı. Çamur özünün bir çok şekil ve durumlara kâbiliyeti vardır. Fakat, insanın başka bir sûretle değil de, kendisine has özellikleriyle mâlûm olan ve en güzel sûrette meydana gelmesi, mutlaka bir yaratıcının varlığını göstermektedir.



İnsana baktığımızda şunları görüyoruz: 1. İnsanın başka varlıklarda bulunmıyan, kendisine mahsus bir sûreti vardır. 2. İşitmek, görmek, koklamak, hissetmek, tatmak gibi, ihtiyaçlarını temin edebilmesi için hazırlanmış bir takım vâsıtalara (duyu organları) sâhiptir. 3. İhtiyaç hâsıl oldukça, tertib üzere hazırlanmış gıdâ âletleri. Meselâ, yeni doğmuş çocuk gıdâsını, önce annesini emmek sûretiyle temin eder. Çünkü o, bu sırada dişsizdir. Gıdâsını kendiliğinden temin edemez. Bir müddet sonra, dişlerle donatılır. Gıdâsını yemekle elde eder. 4. Ağızdan alınan gıdâlar, mîdeye gelir. Mîde, kendisine ulaşan gıdâları pişirir. Bu gıdâlara öyle bir incelik verir ki, bunlar en ince yollardan geçerek, sonunda saç ve tırnaklara kadar ulaşır. 5. Karaciğer, öd (safra) çıkarmak, vücûdun şeker durumunu ayarlamak, zehirleri bir dereceye kadar zararsız hâle getirmek gibi bâzı vazîfeler için hazırlanmıştır. 6. Akciğer, dışarıdan temiz havayı (oksijen) alıp, kan dolaşımı ile dokulara iletmek ve kandan (karbondioksit alarak) kirlenen havayı nefesle dışarı vermek için hazırlanmıştır. 8. Ayrıca alınan gıdâlardaki fazlalıkların atılması için gerekli âletler (âzâlar). Bunlardan başka, tesâdüfî olarak düşünülmesi imkânsız olan, mutlaka bunları tertip ve düzenleyen bir yaratıcının varlığını gerektiren sayılamıyacak kadar çok şey vardır. Bütün bunların çamur özü ve su ile düzenlenip, kısımlara ayrılması, mutlaka bir yaratıcıyı, bir düzenleyiciyi gerektirir. Bunu, düşünen her akıl sâhibi anlar. Aynı şekilde, bir plân dâiresinde düzenleyen, kasdeden bir binâ yapıcısı olmadan, bir binânın meydana gelmesi bile mümkün olmayınca, bütün bu saydığımız hâllerin de bir yapıcı ve yaratıcı olmadan çamur ve su ile kendiliklerinden, tertip ve düzen içerisinde meydana gelmeleri mümkün olamaz.





Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri Allahü teâlâdan başka her şeyin sonradan yaratıldığını ve her birisinde çeşitli hikmetler bulunduğunu îzâh etmek için buyurdu ki:



Allahü teâlâ meâlen: "Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sâhipleri için, Allah'ın varlığını, kudret ve azametini gösteren, kesin deliller vardır." (Âl-i İmrân sûresi: 190) âyet-i kerîmesiyle Allahü teâlâdan başka her şeyin sonradan yaratıldığı, bunları Allahü teâlânın yarattığını ve bunda çeşitli hikmetler bulunduğunu daha ziyâde beyân eyledi. Feleklerin (Dünyâ, ay, güneş v.s.) hareketiyle, meydana gelen faydaların büyüklüğüne ve mikdârına işâret buyruldu. Meselâ, gece, insanların istirahatı olduğu gibi, mahsûllerin de fazla gelen güneş harâretini (sıcaklığını) serinletmektedir. Gündüz ise, mahlûkâtın dağılıp hareket etmeleri, geçimlerini temin etmeleri için yaratılmıştır. Eğer devamlı gece olsa idi, karanlık, onların fayda sağlayacak şeylerin peşine düşüp, bunları elde etmeye mâni olacaktı. Aynı şekilde devamlı gündüz olsa idi, bu da zararlı olurdu. Gündüzün aydınlığı fırsat bilinerek tâkatın (gücün) üstünde hırsla çalışılır, kâfi miktârda istirahat etmedikleri için insanlar helâk olurlardı. Bundan dolayı, onlara, çalışmaları için tâkatlarını geçmeyecek şekilde, zamanın bir kısmı gündüz, istirahatleri için yeterli bir mikdarı da gece kılındı. Böylece, onların hâlleri mutedil (normal) olarak gecenin serinliğinden, gündüzün sıcaklığından, kendileri, ekinleri, malları ve hayvanları için lüzûm duyulduğu kadarını alacaklardır. Böyle yapmakla, Allahü teâlâ mahlûkâtına merhamet buyurmuş, lütuf ve ihsânda bulunmuştur.



Yine, mahlûkâtı kuşatan renk tabakası, onların gözlerine münâsip ve muvâfık gelen renklerden yaratılmıştır. Eğer bu renk, şimdi âlemi saran renkten olmasaydı, gözleri bozacaktı.



Cisimlerin büyük ve ağır olmasına rağmen, yer ve göklerin ve onlarda bulunan hükümlerin (kânunların) Allahü teâlânın tutmasına muhtaç olduğuna, meâlen; "Doğrusu, gökleri ve yeri zeval bulmaktan Allahü teâlâ koruyup, tutuyor. Andolsun ki zevâl bulurlarsa, onları O'ndan başka kimse tutamaz. Gerçekten O, halîmdir. Azap için acele etmez, gafûrdur (çok bağışlayıcıdır)." (Fâtır sûresi: 41) âyet-i kerîmesiyle işâret buyruldu. Bu âyet-i kerîme ile bize, yer ve göklerin yerlerinde durmalarının Allahü teâlâdan başkası tarafından olmadığı ve onları bir durduran olmadan da yerlerinde durmalarının mümkün olmadığı bildirildi.





Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri vahyi kabûl etmeyen ve her şeyi âciz olan akılla îzâh etmeye çalışan felsefecileri iknâ edici delillerle susturdu. Bu hususta da, buyurdu ki:



"Felsefecilerin tabiatçı inanışlarından dolayı, ağaçların ve onlardan çıkan meyvelerin ancak, yer, su, ateş ve havanın tesiri ile meydana geldiği hakkındaki iddiâlarının bozukluğunu bize; "Allahü teâlâ; "Arzda birbirine komşu kıt'alar (kara parçaları), üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir su ile sulanıyor. Halbuki yemişlerin de bâzısını bâzısına üstün kılıyoruz." (Tad, renk ve kıymetleri başka başkadır.) Şüphesiz ki, bunlardan da düşünen bir topluluk için pekçok ibretler (alâmetler) vardır." meâlindeki Râd sûresi 4. âyetinde bildirdi.



Daha sonra Allahü teâlâ, her şeyin yaratıcısı olduğuna, bir olduğuna, işlerinin intizam ve tertip dâiresinde cereyân etmesi ile delil getirdi. Allahü teâlâ işlerinde hiç bir ortağı bulunmadığını; "Eğer yer ile gökte, Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de fesâda uğrar, yok olurdu." meâlindeki Enbiyâ sûresi 28. âyet-i kerîmesi ile bildirdi.



Sonra, önce yaratıldıklarını kabûl ettikleri halde, öldükten sonra tekrar diriltilmeyi inkâr edenlere karşı tekrar yaratılmalarının mümkün olduğunu bildirdi. Onlar tekrar yaratılmayı uzak görerek, çürümüş kemikleri kim diriltecek dedikleri zaman, meâlen; "(Ey Resûlüm) de ki: "Onları ilk defâ yaratan diriltir ve O her yaratılanı tamâmiyle bilir." (Yâsîn sûresi: 79) buyurdu. Sonra bunu onlara meâlen; "O (Allah) ki, size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı da, şimdi siz ondan yakıp duruyorsunuz." (Yâsîn sûresi: 80) âyet-i kerîmesi ile beyân eyledi. Yaş ve yeşil iki ağaç olan ve rüzgâr sebebiyle biri diğerine sürtülünce tutuşan uşar ve murah denilen ağaçlardan ateşin çıkarılmasını, çürümüş kemiklere, parçalanmış derilere, hayâtı iâde etmenin câiz olduğuna delil getirdi. (Uşar ile murah, eskiden Arapların ateş çıkarmak için kullandıkları iki ağaçtır.)



Peygamber efendimizin son peygamber olduğunu bildiren ve O'nun peygamberliğini kabûl etmeyen yahûdî ve hıristiyanlara cevap veren Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlâ Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem peygamber olduğu ve bildirdiklerinin doğru olduğu hakkında mûcizelerle yardım eyledi. Resûlullah'a en büyük mûcize olarak Kur'ân-ı kerîm verildi. Müşrikler, Kur'ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı olduğuna inanmıyorlar, hazret-i Muhammed'in sözüdür, diyorlardı. Allahü teâlâ, o zaman en fasîh ve edebiyâtta zirveye ulaşmış olanlarından, Kur'ân-ı kerîmin on sûresi veya bir sûresi gibi bir söz söylemelerini istedi. İnsanlar ile cinlerin bir araya gelip çalışsalar, bunu yapamayacaklarını bildirdi. Nitekim onlar, böyle bir söz söylemekten âciz kaldılar. Böylece onların, Resûlullah'a îmân etmeme husûsunda özürleri ortadan kalkmış oldu.



Hazret-i Mûsâ da Firavn'ın sihirbâzlarını, asâsıyla rezîl ve rüsvâ edip, hem sihirbazların, hem de diğer insanların kendisine îmân etmeme mâzeretlerini ortadan kaldırdı. Mûsâ aleyhisselâmın asâsından meydana gelen hârikulâde hâllerin kendi güçleri dışında olduğuna, böyle bir şeyi yapabilmenin hatırlarından bile geçmediğine, böyle bir şeyi ancak Allahü teâlânın yapacağına, hem sihirbazlar, hem de başkaları kanâat getirdi. (Nihâyet, bu mûcize karşısında sihirbazlar, hazret-i Mûsâ'ya îmân ettiler.)



Hazret-i Îsâ da ölüleri ilaçsız diriltmek, anadan doğma körleri ve derisi alaca, abraş olanları iyileştirmek, o zamanda insanları âciz bırakan şeylerle (mûcizelerle), o devre göre tıpta en yüksek dereceye ulaşan tabiplerin kendisine inanmama mâzeretlerini ortadan kaldırdı. (Çünkü böyle işleri, ancak Allahü teâlânın yardım ettiği bir kimse yapabilirdi.)



Resûlullah efendimiz, kendi kavminden olan, edebiyâtta yüksek dereceye ulaşan ediblerin, kendisine îmân etmeme husûsunda bu mâzeretlerini bertaraf etti. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmin edebî yüksekliğini onlar da kabûl ediyorlardı.



İşte Resûlullah efendimiz yukarıda bildirilen yanlış yollara sapmış kimselere, getirdiği deliller ve mûcizelerle, gittikleri yolun bozukluğunu, dâvet ettiği yolun en doğru olduğunu anlatıyordu. Resûlullah efendimiz, onlara dâimâ karşısında duramayacakları deliller getirdiği, aralarında uzun müddet kaldığı halde, fevkalâde ihtiraslarından dolayı îmân etme şerefine kavuşamadılar.



Allahü teâlânın Resûlullah efendimize verdiği mûcizelerden bâzısı şöyledir: Şiddetli açlık vakitlerinde, kalabalık cemâatı, az bir yiyecek ile doyurması, susuzluk zamanlarında, mübârek parmakları arasında fışkıran sudan hayvanlar ile sâhiplerinin kanıncaya kadar içmeleri, kurdun kendisine konuşması, kızartılmış koyunun zehirli olduğunu haber vermesi, ayın ikiye bölünmesi, çağırması üzerine ağacın köklerini sürüyerek huzurlarına gelip, emri üzerine tekrar yerine gitmesi, insanların kalplerinde saklayıp da haber vermesini istedikleri sırları haber vermesi.



"İnsanlar Allahü teâlâyı görecekler midir?" diye soran birisine buyurdu ki: "Âhirette müminler Allahü teâlâyı göreceklerdir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Nice yüzler vardır ki, o gün (kıyâmette) güzelliği ile parıldar. (O yüzler) Rablerine bakar." (Kıyâme sûresi: 22-23) buyurmaktadır. Resûlullah efendimiz de; Ayı gördüğünüz gibi, kıyâmet gününde Rabbinizi mutlaka göreceksiniz. O'nu görmekte güçlük çekmeyeceksiniz." buyurmaktadır.





Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri insanların âhiretteki hallerini soran bir kimseye de buyurdu ki:



Allahü teâlâ mahlûkâtını iki kısma ayırdı. Birisini Cennet'i için yarattı. Onları, isimleri ve babalarının isimleri ile berâber yazdı. Diğer kısmını Cehennem için yarattı. Onların isimlerini de yazdı. Resûlullah efendimizle hazret-i Ömer arasında şöyle bir konuşma oldu. Hazret-i Ömer Peygamber efendimize; "Yâ Resûlallah! Bizim evvelce hesap ve kitabımız görülüp bitmiş midir, yoksa, daha yeni başlanmış bir iş midir?" diye sorunca, Resûlullah efendimiz; "Bunlar, hesâbı ve kitabı görülüp bitmiş işlerdir." buyurdu. Bunun üzerine hazret-i Ömer; "Öyleyse niçin ameller yapıyoruz (çalışıp, çabalıyoruz) yâ Resûlallah?" diye sorunca, Peygamber efendimiz; "İbâdet yapınız! Herkese ezelde takdîr edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur." buyurdu.

Bir kimse Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretlerine gelerek ehl-i kıble olan bid'at ehlinin îmânıyla ilgili olarak sordu. Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî buyurdu ki:



"Allahü teâlâya ve Peygamber efendimizin îmân etmeye dâvet ettiği şeylere îmân eden kimseleri, küfürden başka hiç bir günah îmândan çıkarmaz. Îmânlarını, ancak küfür giderir. Ehl-i kıble, günahları sebebiyle îmândan çıkmayıp, dînin bütün emirleriyle mükelleftirler, yapmaları gerekir.



Ehl-i kıbleden olup, günahkâr olanları da, Allahü teâlâ; "Ey îmân edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzünüzü ve ellerinizi (dirseklerinizle berâber) yıkayın, başınızı mesh edin ve ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz boy abdesti alın." meâlindeki Mâide sûresi 6. âyet-i kerîmesi ile mümin diye isimlendirmiştir. Eğer akîdesi (inanışı) bozuk olan Kaderiyyenin dediği gibi, günahkârlar, günahları sebebiyle îmândan çıkmış olsalardı, onlara abdest farz olmazdı. Allahü teâlânın hitâbı da bütün müminlere değil, yalnız itâat edenlere olurdu. Yine Allahü teâlâ Cumâ sûresi 9. âyetinde meâlen; "Ey îmân edenler!Cumâ günü namaz için ezân okunduğu zaman, Allahü teâlânın zikrine (hutbe dinlemeye, namaz kılmaya), koşunuz. Alış-verişi bırakın." buyurdu. Bu hitâbı yalnız itâat edenlere tahsîs buyurmadı. Bu hitâb aynı zamanda günahkârları da içerisine almaktadır.



Bid'atten başka herhangi bir günahı yaparak, günahkâr olanlardan hiç bir kimse hakkında, Cehennemliktir diye hükmedilemez. Resûlullah efendimizin Cennet'le müjdelediklerinden başka Ehl-i tâattan kimse hakkında Cennetliktir denilemez.



Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde; "Muhakkak ki, Allahü teâlâ kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bu günahtan başkasını dilediği kimseden magfiret buyurur (affeder)." meâlindeki Nisâ sûresi 6. âyet-i kerîmesi ile delâlet ediyor. Çünkü Allahü teâlâ kendisi haber vermedikçe, âsîler hakkındaki irâdesinin ne olduğunu bilmeye kimse için yol yoktur. Peygamber efendimiz; "Ehl-i kıbleden hiç kimseyi, kendi kendinize Cennet'e, yâhut Cehennem'e koymayınız." buyurdu.



İnsanların amellerini yazan hafaza melekleri vardır. Allahü teâlâ bu husûsa; "Halbuki üzerinde gözetleyici melekler var. (Amellerinizi yazan ve Allah katında) kerîm olan kâtib melekler var." meâlindeki İnfitar sûresi 10. ve 11. âyet-i kerîmeleri ile delâlet buyurdu.



Kabir hayâtı ve âhiret halleriyle ilgili olarak buyurdu ki:



"Kabir azâbı haktır. İnsanlar, kabirlerinde diriltildikten sonra imtihân edilecek. Kabirde suâl sorulacak, Allahü teâlâ dilediği kimseye cevap vermeyi kolaylaştıracaktır. Kıyâmet günü ilk sûr üfürülünce, göklerde olanlar ve Allahü teâlânın diledikleri bayılıp düşecek (ölecekler). İkinci sûrun üfürülmesi üzerine hepsi bakarak ayağa kalkacaklar (dirilecekler). Allahü teâlâ insanları, ilk yaratmasında olduğu gibi, yalın ayak ve çıplak olarak diriltecek. (Dünyâda iken) Allahü teâlâya itâat eden ve isyân eden bedenler, kıyâmet günü diriltilecektir. Yine dünyâda iken sevap ve günah işleyen eller, ayaklar ve diller de diriltilecek, sâhipleri hakkında şâhidlik edeceklerdir. Allahü teâlâ insanların amellerini tartmak için terâzi koyacak. Kimin sevâbı ağır gelirse, o kurtulacaktır. Kimin de sevâbı hafif gelirse, hüsran ve zarara uğrayacaktır. Kıyâmet gününde insanlara, amel defterleri verilecek ve amel defteri sağ eline verilen kimsenin hesâbı kolay görülecektir. Amel defterini sol elinden alanlar ise azap göreceklerdir.



Sırat, Cehennem üzerine kurulmuş bir köprüdür. İnsanlar oradan amellerine göre süratli veya yavaş olarak geçecekler. (Yalnız kıyâmette köprü, terazi vardır denince, dünyâdaki köprü ve terâziler akla gelmemelidir. Sırat köprüsü için de durum böyledir. Âhirette amellerin tartılması için terâzi kurulacağına inanmalı, fakat nasıl, ne şekilde olduğunu düşünmemelidir.)



Kalbinde zerre mikdarı îmânı olan, günahı kadar yandıktan sonra, Cehennem'den çıkarılacaktır.





Peygamber efendimizin şefâatinin hak olduğunu bildiren Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri şöyle buyurdu:



"Resûlullah efendimizin şefâatı, ümmetinden büyük günah sâhipleri için olacaktır. Ümmetinden bir topluluk yanıp, kara kömür olduktan sonra ateşten çıkarılarak hayat nehrine atılacaklar, vücutları hiç azap görmemiş gibi taptâze olacak. Kıyâmet gününde Resûlullah efendimizin havzı bulunup, içmek için ümmeti oraya gelecektir. Ondan içen, bir daha susamayacaktır. Tuttukları doğru yolu; Peygamber efendimizden sonra değiştirenler, o havuzdan uzaklaştırılacaklar."



İyilikleri emretmek, kötülüklerden sakındırmak husûsunda buyurdu ki:



"Müminlerin üzerine, emr-i mârûf ve nehy-i anil-münker, iyiliği emredip, kötülükten alıkoymak vâcibtir. Muktedir olurlarsa, yapılan kötülüğe el ve dil ile mâni olurlar. Güçleri yetmezse kalpleri ile o işi kötü görürler."



Sevgili Peygamberimizin Eshâb-ı kirâmının üstünlüğü ve bunlar arasındaki derece farklarını da şöyle bildirdi:



"Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfi gereğince, asırların hayırlısı, Eshâb-ı kirâmın (r.anhüm) zamânıdır (asrıdır). Sonra Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin asırlarıdır. Eshâb-ı kirâmın en üstünleri, Bedir muhârebesine katılanlardır. Bunların en üstünü, Aşere-i mübeşşeredir (Cennet'le müjdelenen on Sahâbî). Aşere-i mübeşşerenin en üstünü dört halîfedir. (Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman, hazret-i Ali.) Bunların halîfelikleri, o zamandaki müslümanların rızâsı ile olmuştur. Müslümanlar bu tertîbe göre ittifak edip, birleştiler.



Muhâcir ve Ensârdan ibâret olan Bedir ehli arasında, Aşere-i mübeşşereden sonra efdaliyet, hicret ve önce müslüman olmaya göredir. Peygamber efendimizin dâvet ettiği şeylere îmân ederek, bir saat olsun kendisi ile görüşen yâhut onu bir defâ gören Eshâb-ı kirâm, Tâbiînden üstündür.



Eshâb-ı kirâm için, haklarında söylenen hayır sözlerden başkasından sakınmalıdır. Onların iyiliklerini yaymalı, yaptıkları işler için sahîh ve doğru te'vîl yolları aramalı, tâkib ettikleri yolun en iyi yol olduğuna hüsn-i zân etmeli, iyi düşüncelere sâhib olmalıdır.





Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebinin îtikâddaki iki imâmından biri olan Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî, zâhirî ilimlerde yüksek âlim olduğu gibi, tasavvuf yolunda da yüksek bir velî idi. İnsanlara karşı gâyet tatlı, açık ve iknâ edici konuşurdu. Güzel ahlâkıyla insanlara örnek olurdu. Hakkın, doğrunun ortaya çıkması için münâzarayı sever; yazarak ve anlatarak hak uğrunda müdâfaadan çekinmezdi.



Eserleri: İmâm-ı Eş'arî'nin eserleri, beş grubta toplanır:

1- Kırk yaşından önce mûtezile iken yazdığı eserler. Bunları sonradan iptâl etmiştir.



2- Felsefecilere, yahûdî, hıristiyan ve mecûsîlere yazdığı reddiyeler.



3- Hâriciye, mûtezile, şia ve zâhiriyye fırkalarına yazdığı reddiyeler.



4- Makâleler



5- Kendisine sorulan suâllere cevap olarak yazdığı risâleler ve diğerleri.



El-Umed adlı eserde bildirilen kitaplardan bâzıları:



1) Kitab-ül-Füsûl: Mülhidler (dinsizler), tabiatçı felsefeciler, dehrîler, zamanın ve âlemin kadîm olduğuna inananlara reddiyedir. Bu kitapda; brehmenler, yahûdîler, hıristiyanlar ve mecûsîlere de cevaplar vermiştir. Bu kitap büyük bir eserdir.



2) El-Mûcez: On iki kitaptan ibârettir.



3) Halk-ül-Ef'âl



4) İstitâa hakkındaki kitap



5) Sıfâtlar hakkındaki kitap



6) El-Luma' fi'r-Reddi alâ Ehli'z-Zeyği ve'l Bid'a: Kur'ân-ı kerîm, Allahü teâlânın irâdesi, Allahü teâlânın görülmesi, kader, istitâa, va'd ve va'îd ve imâmet meselelerinden bahseden on bölüm ihtivâ eden kıymetli bir kitaptır. İmâm-ı Eş'arî hazretlerinin bu mevzularda söyledikleri hakkında iyi bir kaynaktır. Yakın zamanda Mısır'da ve Beyrut'ta basılmıştır. Beyrut baskısında, ayrıca Richard J.Mc. Carthy tarafından bir mukaddime ve İngilizce tercümesi vardır. Spitta, bu eseri hülâsa etmiş, Joselp Hell tarafından Almancaya tercüme edilmiştir.



7) Risâlet-ül-Îmân; Spitta, Almancaya tercüme etmiştir.



8) Kitâb-ul-Fünûn: Mülhidlere (dinsizlere) cevap olarak yazılmıştır.



9) Kitâb-ün-Nevâdir: Kelam ilminin inceliklerini anlatır.



10) Dehrîlerin (dinsizlerin) Ehl-i tevhid'e karşı yaptıkları bütün îtirâzlarının toplandığı bir kitap.



11) El-Cevher fi'r-Reddi alâ Ehli'z-Zeygi ve'l-Münker.



12) Nazar, istidlâl ve şartları hakkında Cübbâî'nin suâllerine verilen cevaplar.



13) Mekâlât-ül-Felâsife: Felsefecilere cevap olarak yazılmış bir eserdir. Kitap üç makâleyi ihtivâ eder. Eserde İbn-i Kays ed-Dehrî'nin bâzı şüpheleri, Aristo'nun semâ (gök) ve âlem hakkındaki fikirleri çürütülmüştür; hâdiseleri, saâdet ve şekâveti yıldızlara bağlıyanlara lâzım gelen cevaplar verilmiştir.



14) Cevâb-ül-Horasâniyyîn: Çeşitli meseleleri ihtivâ eder.



El-Umed'de bildirilenlerden başka, İbn-i Fûrek'in zikrettiği eserlerinden bâzıları da şunlardır:



1) Tenâsühe inananlar hakkındaki eser.



2) Mantıkçılara dâir yazılan eser.



3) Hıristiyanlar hakkında yazılan kitap.



4) Delâil-ün-Nübüvve hakkındaki kitap.



İmâm-ı Eş'arî'nin ayrıca: Risâle Ketebehâ ilâ Ehli's-Sagr bi Bâb-ül-Ebvâb adlı eseri vardır. Kitap, Kafkas Dağlarının Hazar Denizi ile bitiştiği yerde Bâb-ül-Ebvâb (Demirkapı yâhut Derbend) denilen kasabanın âlimlerine yazılmıştır. Bu eser, Ehl-i sünnet vel-cemâat akâidini geniş olarak anlatmaktadır.



Bunlardan başka şu eserleri de meşhûrdur:



Makâlât-ül-İslâmiyyîn: Bu eserinde îtikâdî fırkalardan ve kelâm ilminin ince meselelerinden bahsetmektedir. Mezhebler târihinin temel kitaplarından olan eser matbûdur.



El-İbâne an Usûl-id-Diyâne; Ehl-i sünnet dışı fırkaların reddi için yazılmış olup, bu husustaki delilleri içinde toplamaktadır. İngilizce tercümesi ile birlikte basılmıştır.



Kavl-ül-Cumlât, Eshâb-ül-Hadîs ve Ehl-üs-Sünne fi'l-Îtikâd (Basılmamıştır.) Risâlet-ül-İstihsân el-Havdu fî İlm-il-Kelâm, basılmıştır. İngilizce tercümesi vardır.



Îzâh-ül-Bürhân et-Tebyîn alâ Usûliddîn, Kitâb-ül-Ulûm, Tefsîr-ül Kur'ân eş-Şerh vet-Tafsîl, İbn-i Asâkir'in bildirdiğine göre, Ebü'l-Hasan Eş'arî'nin tefsîri 70 veya 300 cild idi.



SÜNNETİME YARDIM ET



Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî'nin, Mûtezile denilen bozuk yoldan dönmesi şöyle olmuştur:



Bir Ramazân-ı şerîf ayının ilk günlerinde rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem ona; "Yâ Ali! Benden nakledilen yola yardım eyle." buyurdular. Bu rüyâdan sonra Ramazân-ı şerîf ayının ortasında, ikinci defâ Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem rüyâda görmekle şereflendi. Rüyâsında; "Sana emrettiğim şey ne oldu, ne yaptın?" buyurdu. "Benden bildirilen yola, sünnetime yardım et, bu yola uy!" buyurdular. Bu rüyâdan sonra kelâm ile uğraşmayı terketti. Üçüncü defâ Ramazân-ı şerîfin yirmi yedinci gecesi, Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem tekrâr rüyâda gördü. "Sana emrettiğim şey ne oldu?" buyurdu. "Kelâm ilmini terkedip, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs ilmine sarıldım." dedi. "Benden rivâyet edilen, bildirilen yola, sünnetime yardımcı olmanı emrettim." buyurdu. Bunun üzerine İmâm-ı Eş'arî özür dileyip; "Meselelerini ve delillerini öğrenmek için otuz yıl harcadığım yolu (Mû'tezileyi) nasıl terk edeyim?" dedi. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Allahü teâlâ sana, ilâhî yardımı ile yardım eyledi. Bunu yakînen bilmeseydim sana bunu emretmezdim." buyurdu. İmâm-ı Eş'arî bu rüyâyı da gördükten sonra uyanıp; "Haktan öte, sapıklıktan başka bir şey yok." diyerek, Mûtezile yolundan dönüp, Ehl-i sünnet itikâdına girdi. Bu rüyâsından sonra on beş gün evinden çıkmadı. Meseleleri derinlemesine inceleyip, gözden geçirdi. Sonra Basra Câmiine gidip, kürsüye çıktı. O sırada Mûtezile yolunun meşhûr ve kuvvetli âlimlerinden sayılan ve böyle bilinen İmâm-ı Eş'arî, kürsüden cemâate şöyle hitâbetti: "Ey insanlar! Çoktan beri size görünmez oldum. Dikkatle düşündüm. İnsafla inceledim. Yanımdaki delilleri gözden geçirdim. Tercih husûsunda zorlandım. Sonunda Allahü teâlâdan beni hidâyete, doğru yola kavuşturmasını istedim, duâ ettim. Allahü teâlâ beni hidâyete, doğru yola kavuşturdu. Mûtezile yoluna âit îtikâdlarımın hepsinden vazgeçip, kurtuldum." diyerek, Ehl-i sünnet îtikâdına girdiğini herkese ilân etti.



1) Tebyînü Kizbi'l-Müfteri s.38



2) Nazmü'l-Ferâid; s.17



3) Kavlü'l-Fasl s.3



4) Tabakâtü'ş-Şâfiiyye; c.3, s.347



5) Târih-i Bağdâd c.11, s.346



6) El-Milel ve'n-Nihâl c.1, s.94



7) Temhid (Bâkıllânî s.3, vd.



8) Risâle-i Kuşeyrî; s.1,3



9) Şezerât-üz-Zeheb c.3, s.131



10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı) s.1070



11) Tathîrü'l-Fuâd min Denîsi'l-Îtikâd s.5



12) Esâsü't-Takdis s.98



13) Fetevây-ı Hadsiyye; s.111



14) Rehber Ansiklopedisi; c.4, s.323



15) Mu'cemü'l-Müellifîn c.7, s.35



16) Vefeyâtü'l-A'yân; c.1, s.326



17) Miftâhus-Seâde



18) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.4, s.54



19) Esmâü'l-Müellifîn c.1, s.676



20) Brockelman Gal.1, s.194, Sup.1, s.345



21) El-A'lâm; c.4, s.263

Kaynak: www.davetci.com.tr
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: Imam-i GAZZÂLÎ

RE: Imam-i GAZZÂLÎ

Ebu Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Ahmed' (H. 450/505/m. 1058-1111) Tus sehrinde dogdu. Yasadigi yüzyil siyasî bakimdan çalkantili, fakat Ilmî ve dinî hayat bakimindan Islâm dünyasinin ve hatta o günkü dünyanin en parlak dönemini teskil eder. Ayrica Gazzâlî, yalniz döneminin degil, bütün Islâm düsüncesi tarihinin en önde gelen düsünürlerindendir. Ehl-i sünnet inancina yaptigi hizmet, kendisine Huccetü'l-Islâm lakabinin verIlmesine sebep oldu. FIkihta Sâfiî, kelâmde Es'ariyye ekolünü benimsemis olan Gazzâlî ömrünün sonlarini tasavvufî bir hayat içinde geçirdi.

Gazzâlî; Kelâmcilar, sûfiyye, bâtinîler ve özellikle yunan kaynakli felsefe dahil, devrinin bütün düsünce sekillerini olabildigince tahlil ve tenkitten geçirdi (De Boer, Islâm'da Felsefe tarihi, Çev, Yasar Kutlay s. 109).

Eserleri, Islâm dini ve düsüncesinin hemen her alani ile ilgili oldugu gibi, her zihin seviyesindeki Insan a hitabedecek sekilde de hem yaygin hem yüksek bir özellige sahiptir. Baslicalari; 0hyâ'ü-Ulûmi'd Dîn: Sam'da inzivada bulundugu sirada yazdigi, 0nanç, Ibâdet ve tasavvufa dair konulari içine alir. El-Munkiz'u-mine'd-Dalâl: Düsünce hayatini ve kendisinin geçirdigi ruhâ-manevî merhaleleri anlattigi eseridir. Bu eser degeri bakimindan Augustin'in "Les C onfessions" (itirafla) ina; Descardes'in "Metod üzerine Konusma" sina ve Rousseau'nun "itiraflar" ina benzetilir (HIlmi Ziya Ülken, Islâm Felsefesi-Kaynaklari ve Tesiri, Istanbul, 1967, s. 120). Mekâsidu'l-Felâsife: Felsefenin mahiyetini ve filozoflarin delillerini sergiler. Daha sonra tenkit edecegi Islâm messaî (Aristocu) felsefesinin güzel bir tanitimi mahiyetindedir.

Mi'yâru'l-Ilm ve Mihakkü'n-Nazar: Bu Iki eser, klâsik mantigin temel problemlerini sergiler ve mantigin öneminden bahseder.

el-Iktisad fi'l-i'tikad, Ilcamu'l-Avân an Ilmi'l-Kelâm, Mizânu'l-Amel, Miskâtu'l-Envâr, Cevâhiru'l-Kur'ân, er-Risâletü'l-ledunniyye Faysalu't-Tefrika, Kimyayi Saadet, Mearicü'l-Kuds, el-Mustasfa isimli eserleri ise Kelâm, tasavvuf ve ahlâka dairdir. Gazzâlî, sözü geçen eserleriyle Islâm inanç ve düsünce hayatinin günümüze kadar gelen meselelerinin hemen hepsiyle ilgilendigini göstermektedir.

Bütün endisesi Islâm akidesini, buna bagli olarak da Islâm ahlâkini ve düsüncesini savunup yaymak olan Gazzâlî, din ile dogrudan ilgili bulunmayan diger ilimleri de Islâm dinini esas alarak degerlendirmistir. Bu sebeple de devrinin gelenegine uyarak bütün ilimleri, Islâm inancini esas kabul ederek bir siniflamaya tâbi tutmustur.

Buna göre, ilimler önce;

a-Ser'î (dinî) ilimler: Usûl, yani Tevhid Ilmi ve furu' amelî ilimler.

b-Aklî ilimler: Rîyazî ve mantikla ilgili olanlar; Tabiî ilimler, metafizik (varlik Ilmi) diye ana bölümlere ayrilir. Daha sonra, Ilâhiyât, Siyâset ve Ahlâk da ayn ilimler olarak yer alir (Gazzâlî, Makasidu'l Felâsife Nsr. Süleyman Dünya, Kahire,1960, s. 134 vd).

Gazzâlî'nin ilimleri degerlendirisi, din-ilim ve din-felsefe iliskileri gibi, günümüz Insanini yakindan ilgilendiren hususlara isik tutacak mahiyettedir. Ona göre, matematik, Geometri ve Astronomi gibi ilimlerin olumlu veya olumsuz denebilecek sekilde din ile ilgili bir yönü bulunmamaktadir. Bu ilimlerin meseleleri, aklî delillerle ispat edilen konular olup, ögrenildikten sonra inkâra mahal bulunmayan hususlardir. Din adina bu gibi ilimlere karsi çikmak, dine zarar verir. (Gazzalî, el-Munkiz'u-mine'd-Dalâl, çev. HIlmi Güngör, Istanbul 1948 s. 18). Mantik Ilmi de dinin esaslariyla ilgili bulanmadigindan, onun reddedIlmesi dogru degildir. Sayet, yukardaki bu söz konusu ilimler din adina reddedilecek olursa, reddedenin aklinda hatta dininde bir kusur oldugu süphesi uyanabilir (Gazzâlî, a.g.e., s. 20-21).

Tabiati kendine konu edinen ilimlere gelince, bunlar, âlemdeki cisimlerden yani, gökler, yildizlar, yerdeki su, hava, toprak, ates gibi basit cisimlerden, hayvanlar, bitkiler, madenler gibi bilesik cisimlerin degisme ve gelismelerinden bahseder. Din, tip Ilmini oldugu gibi, bu çesit tabiata dair ilimleri de inkâr etmez. Ancak, felsefeciler (felâsife) ilâhiyata dair ve metafizikle ilgili konularda yanIlmislardir der (Gazzâlî a.g.e., s. 22-25).

Gazzâlî, Islâm dünyasinin siyasî çalkantili döneminde ve Islâm inancinin çesitli düsünce akimlariyla mücadele ettigi bir sirada yasadigindan, inanç konularini ele alip savunun kelâm Ilmini, aklî meseleleri isleyen felsefeyi ve dini hayati bu Ikisinin üstünde ve disinda tamamen ruhî bir yaklasim içinde görmeye çalIsan tasavvuf ekollerini ciddi bir tenkit ve tahlilden geçirme ihtiyaci duymustu. Onun birinci gayesi, Islâm inancina ve ehl-i sünnet akidesine gelebilecek her çesit hücuma karsi koymakti (Mâcit Fahri, Islâm felsefesi Tarihi, Çev. Kasim Turhan, Istanbul 1987, s. 174). Bu sebeple, günümüz müslümanlarina da isik tutacak bazi temel Ilkeler tesbit etmisti. Buna göre,

Kelâmcilar, Islâm dininin inanç esaslarini bid'at ehline yani, ehl-i sünnet ve'l-cemaat yoluna uymayan her çesit inanç ve düsünceye karsi savunurken, onlarin delillerini ve mantigini da kullanmak durumunda kalmislar, sadece karsilarindakilerin fIkirlerinin yanlisligiyla ugrasmamislardir. Oysa Gazzâlî'ye göre bu usûl ile halki bile ikna etmek mümkün degildir. Yine, kelâmcilar bu Ilmin amaci disina çikmislardir. Çünkü, herkes için yararli olmayacak olan bu Ilmi çok yayginlastirmislardir. Gazzâlî, Islâm inanç esaslarini bir savunma araci olan kelâm Ilmini, süpheye düsmüs zeki kimselerin süpheden kurtulmak gayesi ile ve Islâm inancini savunan bilginlerin' dini savunmak için ögrenmesinin uygun olacagini söyler.'

Gazzâlî'nin en mühim yönlerinden biri de, felsefe ile olan iliskisidir. Onunun felsefe çalismasi, Islâm düsüncesinde ve ilâhiyet alaninda kendisinden sonra gelen düsünürlerin ve düsünce alanlarinin herbirinde etkili olmustur. Bu konuda kullandigi metot ise, felsefesine karsi oldugu, Aristo mantigini kabul ederek ve felsefeyi yakindan taniyarak, felsefe tenkitçiligi seklinde ortaya çikar. (W. Montgommery Watt, Islâmî Tetkikler, Islâm Felsefesi ve kelâmi, çev. Süleyman Ates, Ankara 1968, s. 108 vd.).

Gazzâlî'nin bir felsefe tenkitçisi olarak Islâm dünyasinda derin etkisine ek olarak, onun "süphe, hakki götürür." prensibiyle Fransiz düsünürü Descartes'e "Sebep ile sonuç arasinda zorunlu bir baglilik yoktur" düsturu ile David Hume'a ve "Aklin bütün meseleleri kavrayamadigini" ileri süren Ilkesiyle de Alman düsünür Kant'a öncülük ettigi söylenir (Cavid Sunar, Islâm Felsefesi Dersleri, Ankara,1967, s. 115).

Gazzâlî'nin felsefe'den amaci, dinin felsefeden üstün oldugunu göstermektedir. Uasmak Istedigi sey de, her türlü süpheden uzak kesin (yakînî) bilgidir. O, aradigi kesin bilgiyi dünya ile ilgilerini kesmis olan kalbin safiyetinde bulur. bu tavriyla da genelde tasavvufa meyleder. Allah hakkinda bir bilgiye sahip olmanin sarti; mal, evlat, makam, mevki, vb. dünya ile ilgili baglardan kurtulma, dilin daima Allah'i zikretmesi ve nihayet dildeki zikrin kalbe intikâl edip, hatta kisinin kalbinden de lâfiz ve kelimelerin silinip, sadece onlari manasinin kalmasidir. Kisi ruhu temizleme yoluna girip, bu yolun gerektirdigi seyleri uygulamaya baslayinca, kendisinde Allah'i taniyip bIlmeye yarayan kesifler ve müsâhadeler zuhûr etmeye baslar (Gazzâlî, ihya, III, s. 19).

Hayatinin sonlarinda yazdigi ve bir otobiyografik eser olan el-Munkiz'u mine'd Dâlâl'de Gazzâlî kendi zihnî ve ruhî durumunu anlatir. Burada derin ve hakikati arayan bir süphe sergilenir. O, bu yipratici süpheden Allah'in lütfu ile kalbine attigi bir nur yardimiyla kurtulur. Böylece, apaçik hakikatleri aklin, akil yürütmenin ve mantigin yardimi olmaksizin yani delilsiz ve ispatsiz bir sekilde birdenbire kavramasi mümkün olmustur (Gazzâlî, el-Munkiz, s. 8), Allah'in kereminden gelen bu nur ile gerçege ulastiktan sonra, kendi zamanindaki hakikat arastiricilarini bu sahip oldugu ölçüye göre dört sinifa ayirir ki, bu tasnif, Islâm düsüncesindeki ana ekollerin bir elestirisi demektir.

a) Kelâmcilar: Bunlar, dinin esaslarini mantiktan çikardiklari delil ve kaidelere göre savunmaya çalisirlar. Fakat bunlar, "Hâl gözüyle" kesfedIlmemis apaçik dayanaklardan çikmadigi iç in yeterli gayretler degildir.

b) Felsefeciler (felâsife): Kendi gayretleriyle arastirdigi felsefede Gazzalî filozoflari üç ana grupta toplar:

1- Dehriyyûn (Materyalistler): Allah'in varligini ve ruhu inkâr eden; âlemin ezelî ve ebedî (baslangiçsiz ve sonsuz) oldugunu ileri sürenlerdir. Bunlar, kâfir ve zindik bir guruptur.

2- Tabîiyyûn (Natüralistler): Gazzâlî'ye göre bunlari da inkârci (zindik) saymak gerekir. Çünkü onlar, âlemi taniyinca, Allah'in varligini kabul ettiler fakat, ruhun ölmezligini ve ahiret hayatini inkâr ettiler.


3- 0lâhiyyun: Gazâlî'ye göre bu gurubun da iman esaslarina uygun bulunan yönlerinin yaninda, imanla uyusmayan taraflari da vardir. F elâsife (felsefeciler) zümresini teskil eden bunlarin önde gelenleri, Eflâtun ve Aristoteles'in düsüncelerini Islâm dünyasinda devam ettirenlerdir. Gazzâlî'ye göre felsefecilerin en mühim yanlislari, ilâhiyyat konusudur. Aristocu (messâî) diye bilinen bu filozoflar, gurubunun Tehâfütü'l-Felâsife (Filozoflarin tutarsizligi) adli ünlü eserinde üç meselede küfre, onyedi meselede de bid'at ve sapikliga düstüklerini ileri sürer (Gazzâlî, Tehâfütü'l-Felasife (Filozoflarin tutarsizligi) çev. H. Bekir Karliga, Istanbul 1981 s. 14-16). Buna göre felâsife; Kiyamet günü hasrin beden ile olmayacagini yani sadece ruhen vücud bulacagini, Allah'in âleme ait teferruati degil de sadece Küllî (genel kanunlari bildigi), Üçüncüsü de, âlemin kadîm (ezelî) oldugunu ileri sürdükleri için Gazzâlî'ye göre küfre girmisler yani, Islâm dini açisindan inkârci durumuna düsmüslerdir.

c) Bâtinîler: Gazzâlî'nin ehl-i sünnet inanci karsisinda degerlendirdigi ve reddettigi diger bir grup da, kendi döneminde Islâm akidesi için büyük tehlike teskil eden bâtinîlerdir. Bunlar, herseyin zahirî (dis) ve bâtinî (içderûnî) manalari bulundugunu iddia edenlerdir. Bunlara göre, bütün farzlarin ve sünnetlerin zahirleri birer Isaret ve remizden ibarettir, gerçek manalar ise, bâtinda gizlidir. Bâtinîler bu iddialarindan yola çikarak Ayetler Hadisler ve din ile ilgili her hususu bâtinî bir yoruma (te'vile) tabî tutarlar. Halbuki bu durum Islâm dinine uygun degildir.

Gazzâlî zamaninda Hasan Sabbah gizli bir teskilat kurup, etrafindaki fedâilerle dehset saçari hareketlere girismisti, kendini de ma'sum (hata etmez ve günahsiz) Imam diye tanitmisti. Bu durum, Islâm dini için hem inanç bakimindan hem de siyasî olarak bir tehlike olusturmustu. Onlarin temel Ilkeleri, birligi te'min etmek için bir Imam-i masum'â baglanmak ve bütün bilgileri ondan ögrenmek gerektigi seklindeydi (Gazzâlî, Munkiz, s. 31, vd.) Gazzâlî, onlara karsi, müslümanlarin Imam-i masum'u Hz. Muhammed (s.a.s)'dir. Biz, Allah tarafindan ona indirilen Kur'an-i Kerîm'e ve onun sünnetine bagliyiz diyerek, bâtinîligi kesinlikle reddeder (0brahim Agah Çubukçu, Gazzâlî ve Bâtinîlik, Ankara 1964 s. 51, 70).


d) Mutasavvife: Tasavvuf ehli

Gazzâlî, yukarda sözü edilen üç zümreyi Islâm dini karsisinda tenkit ettikten sonra, derinlemesine sûfileri tenkid eder. Ona göre sûfiler, Ilmin yaninda amelin de lüzumuna inanmis olan gurubu teskil eder. Onlarin gayesi, nefsi kötülüklerden temizlemek ve zIkir yoluyla kalpten, Allah sevgisinden baska her seyi atmaktir. Düsünce ile fiili (ameli) birlestiren tek yol buydu. Ona göre büyük sûfilerin arzu ettikleri sey, tatmak ve yasamakti. Nefsin arzularini yok etmek, kalbin dünya ile alâkasini kesmek, gurur, kibir, söhret ve gelecek endiselerini asmak onlarin baslica faziletleridir. Bu faziletler gerçeklesince Insanda kalp gözü açi lir. Gazzâlî'nin kalbin mahiyeti ve Kalp Gözü hakkindaki açiklamalari 0hya, Mizânu'l-Amel, munkiz, Risâletü'l-Ledunniyye ve Mikatü'l Envâr isimli eserleri basta olmak üzere, diger eserlerinde de yay Ilmis durumdadir. Burada onun kalp ve kalbî bilgi hakkindaki düsüncesi söyle özetlenebilir:

Kalp, Allah hakkindaki bilginin dogdugu yerdir. O, bir çesit cevherdir, Insan hakikati onunla kavrar. Kalp, Insan ruhunun kesf ve sezgi gibi en yüksek derecesini teskil eder. Ve bir ayna gibi esyanin aslini kavrar. Kalp, akilli kimseyi hayvandan, küçük çocuktan, deliden, ayiran bir mana tasir, maddî göz yani beden gözü disi (zahiri) görür fakat içi görmez. baskasini görür, kendisini görmez, sonluyu görüp kavram sonsuzu kavrayamaz. Kalp gözündeki nur ise bir olgunluk (kemâl)'tur, yukarda maddî göz için söylenen eksiklikler onda yoktur. O, baskasini idrak ettigi gibi, kendini de idrak eder. Ona, uzak-yakin birdir, esyanin sirlarina nüfûz edebilir. Kalp gözüne Akil, Ruh, Insanî nefs gibi isimler verilir. (Necip Taylan, Gazzâlî'nin Düsünce SIsteminin Temelleri, Bilgi-mantik-iman, Istanbul, 1989, s. 91 vd.).

Gazzâlî bu fIkirleriyle, soyut düsünce ve mantiga karsi, yasanmis tecrübeyi ve zevki koyarak, bunu hakikate ulastiran bir yol olarak görmüstü. Ona göre tasavvufun asil degeri de akil üstü (irrasyonel) âleme açIlmis bir kalp gözü olmasindan, nazârî olan ile amelî olani birlestirmesinden, hakikati bizzat yasanan tecrübeden çikarmasindan ve ahlâkî hayat için bir örnek olmasindan geliyordu.

Görüldügü gibi Gazzâlî, sûfîlerin zevk ve dînî tecrübe metotlarini benimser, fakat burada yanlis bir hükme varanlari da tenkit eder, meselâ; Allah ile birlestigini, ona hulûl ettigini, dînî cezbe ve istigrak (ekstaz) halinde, kendilerini her türlü dînî emrin üstüne çikmis diye kabul eden bazi sûfilerin bulundugunu, oysa, bu gibi durumlarina dine tamamen aykiri seyler oldugunu söyler (Gazzâlî el-Munkiz, s. 44, vd.; Necip Taylan, a.g.e. s. 108. vd.).

Gazzâlî'nin üzerinde durdugu çok önemli kavramlardan biri de Akil kavrami ve aklin din ile olan iliskisidir. O, akli çesitli anlamlarda kullanmistir. Meselâ; nazarî bilgileri kavramak için Insanin yaratilistan sahip oldugu kâbiliyettir. Insan, hayvandan bu hususiyeti ile ayrilir. Bazan, tecrübeden elde edilen bilgilere de akil denir. Nitekim, tecrübeli kimseye akilli kisi denIlmektedir. Ayni sekilde devamli olan mutlulugu kazanma kabiliyetine de akil denir. Bundan hareketle Gazzâlî'ye göre aklî ilimleri ser'î (dinî) ilimlere aykiri diye görenler câhillerdir. Akil, dogru yolu serîatsiz bulamadigi gibi, serîat (din) da ancak akil ile anlasilip açikliga kavusabilir, Bu anlamda akil göze, serîat da isiga benzer. Baska bir ifadeyle, din binadir, akil ise, onun temelidir. Binasiz temel anlamsizdir, temelsiz bina ayakta duramaz.

Akil ile Nakil (nass) iliskisinde yorum (te'vil) yapanin durumunu da Gazzâlî söyle tesbit eder. Te'vil yapanlar söyle gruplandirilabilir: 1- Yalniz nakle deger verenler, 2- Sadece Akla deger verenler. 3- Akli esas tutup nakli, akla tabi kilanlar. 4- Nakli esas alip, akli nakle tabi kilanlar, 5- Hem nakli hem akli esas alip Ikisine birden deger verenler. Gazzâlî'ye göre en dogru yolu bu besincisi bulmustur. KIsaca Gazzâlî'ye göre akil ve din birbirini tamamlar. Aslinda bu Iki taraf, birbirine aykiri da degildir. Din aklin degerini inkâr etmedigi gibi, onun önemini vurgulayan ve Insani düsünmeye yönlendiren bir çok Ayet-i Kerime ve hadisler vardir. Böylece Gazzâlî akil-din iliskisini karsilikli bir ihtiyaç ve uzlasma tarzinda yorumlayarak, aklî ilimler ile dinî ilimleri, din ile dine aykiri düsmeyen düsünceyi uzlastiran bir yol tesbit eder.

Gazzâlî'nin yasadigi dönemin dinî bakimdan oldugu gibi siyasî bakimdan da önemli oldugunu biliyoruz, o, siyasetle ilgili düsüncelerini et-Tibri'l-Mesbuk fi Nasaihi'l-Mülûk, el-Munkiz, ihya, Kimyay'i-Saadet, el-Iktisad fi'l-0'tikad gibi eserlerinde ilgisi oldukça belirtmistir. 0limler siniflamasinda siyasete ayri bir yer vermis ve siyasetin Insan ve toplum hayati için geregini belirtmistir.

Gazzâlî'ye göre siyaset, Insani iyi yola yönlendiren bir ilim olan ahlâkin yaninda yer alir. Insan hayati için bu dünyada belirlenmis davranis Ilkeleri gereklidir. Çünkü, onlar ayni zamanda ahiret hayatina hazirligin da bir geregidir. Saglam bir dünya teskilati ve çalismasi olmadan ahiret hayati içinde istikrar içinde çalIsamaz. Bir yerde kanun ve nizamin temin edilememesinden dolayi siyasî bir istikrarsizlik varsa, orada Allah'a hizmet edebilecek zihnî bir sükunet de olamaz onun için Insan dünya-ahiret uyumunu kurmalidir.

Gazzâlî, Insanin tek basina yasayamayacagi yani daima hem cinsine muhtaç oldugu Ilkesinden hareketle Islâmî yönetimi yani devletin gerekliligini belirtir. Bu durum, neslin devaminin sarti oldugu gibi, ihtiyaçlarin karsilikli iliskilerle temin edIlmesinin de sartidir. Fakat Insanlar toplum halinde yasarken, karsilikli iliskiler içinde bulunacaklarindan, aralarinda bazi kavga ve anlasmazliklar da tabiî olarak çikacaktir. Bunu önlemek için bir hukuk sIstemi ve hükümet gerekli bulundugu gibi, bu siyâsî nizami sagliyacak bilgi, basiret ve önderlik vasiflarina sahip kimselerinde bulunmasi gereklidir.

Gazzâlî, Islâm devlet baskanligi için altisi yaratilistan, dördü müktesep on özelligin bulunmasi gerektigini belirtir. Bunlar, bulûg çagina gelmis olmali, akilli, hür, erkek, duyu organlari saglam olmali, cesaretli ve otoriter olmali, adil olmali, çikacak yeni durumlara göre en uygun yolu seçebIlmeli, takva sahibi, cömert ve bilgili olmali (Harun Han Sirvanî, Islâm da siyasî Düsünce ve 0dare, s. 97. vd).


Gazzâlî'nin düsünce sIsteminin orjinal kabul edilen yönlerinden biri de, kendisinin bu konuda batili filozoflarla karsilastirIlmasina gerek duyulan sebeplilik (nedensellik) meselesidir. Tehâfütü'l-Felâsife isimli eserinde filozoflari tenkit ettigi en önemli felsefe problemlerinden biri olan bu konu, sebep-sonuç arasinda görülen iliskinin mutlak ve zarurî olmadigi seklinde özetlenebilir. Oysa, sebep-sonuç münasebeti felsefe ve mantikta birbirine kesin ve zarurî olarak bagli görülmektedir. Gazzâlî, böyle bir düsüncenin mucizeyi inkâr etmek olacagi anlayisindan hareketle, sebep-sonuç iliskisinin neticesini bir zarûret (vucûb) degilde olabilir (caiz) olarak görür. Çünkü sözkonusu Iki taraftan birinin varligi, digerinin de var olmasini gerektirmez ve böyle bir gereklilik anlayisi aliskanliktan kaynaklanir. Meselâ; susuzlukla su içmek, bunun kesIlmesiyle ölüm, ilâç ile sifa bulmak, gibi iliskilerin sonuçlari kaçinIlmaz degildir. Bunlarin birbirine bagliligi, Allah'in takdirinden dolayidir. Ve Allah kendi kudretiyle Isterse bunlari yaratmayabilir (Gazzâlî, Tehâfütü'l-Falâsife, s. 85)

Eserleri ortaçagda Lâtinceye çevrilen Gazzâlî, el-Gazel adiyla meshur olmustur. Özellikle yukarda degindigimiz sebeplilik konusunda Ockhamli William, Nikola ve Peter gibi hristiyan filozoflari etkilemisti. Bunun yaninda Gazzâlî, bilhassa Endülüslü Iki filozof olan Ibn Rüsd ve Ibn Tufeyl tarafindan ciddi sekilde tenkit edildi. Ancak Gazzâlî, onbirinci yüzyildan günümüze kadar ehl-i sünnet akidesinin saglam bir sekilde devam edip gelmesinden ve tasavvufta Ilmî otoritesiyle kendini daima hissettirmistir. Zamanimizda da Kelâm, FIkih, Islâm Hukuku, Tasavvuf, Ahlâk ve Felsefede önemli yerini muhafaza etmektedir.

Necip TAYLAN
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: Imam BUHÂRÎ

RE: Imam BUHÂRÎ

Imam BUHÂRÎ
(194-256/810-869)

Hadis bilginlerinin ileri gelenlerinden biri

Ebû Abdullah Muhammed b. Ismâil b. Ibrâhim b. el-Mugîre b. Berdizbeh el-Cûfî el-Buhârî.

Mugire b. Berdizbeh, Buhara Valisi Yemân el-Cûfi'nin araciligiyla müslüman olmustur. Bu nedenle Cûfi'ye nisbet edilmistir. Buhârî'nin babasi ve dedesi hakkinda pek bilgimiz yoktur.

Muhammed el-Buhârî, 13 sevvâl 194 h./21 Temmuz 810 tarihinde Cuma günü Buhara'da dogmustur. Bundan dolayi da Buhârî nisbetiyle anilmasina sebep olmustur. Buhârî, henüz bebek iken babasi vefat etmis, kardesi Ahmed'le birlikte yetim kalmistir. Annesinin terbiyesi altinda büyümüs, küçük yasta Kur'an'i ezberlemis ve Arapça ögrenmistir. Babasindan kalan servet onun hiç kimseye muhtaç olmadan ilim ögrenmesinde yararli oldu. On bir yasinda hadis ögrenmeye basladi. Onalti yasinda annesi ve kardesi Ahmed'le birlikte hacca gitti. Annesi ve kardesi Buhârâ'ya dönerken, kendisi ilim ögrenmek istegiyle Mekke'de kaldi. (210 h./825).

Onsekiz yasinda "Kitâbu Kadâya's-Sahabe ve't-Tâbiin" ile "et-Târîhü'l-Kebîr" adli eserlerini yazdi. ilim ögrenmek için sam'a, Misir'a, Basra'ya, Bagdat'a gitti. Bu amaçla alti yil Hicâz'da kaldi. Buhârî, hadis ögrenmek ve nakletmekle kalmadi. siirle de ilgilendi. Ancak fazla siir yazmadi. Savas sporlarina ilgi duydu, ata bindi, ok atti.

Akranlari Buhârî'den övgüyle bahsederler. Onu övenler arasinda büyük muhaddis imam Müslim'de vardir. Buna ragmen, Buhârî'nin üstünlügünü çekemeyenler fitne çikarmaktan geri kalmadilar. Buhârî'nin "Kur'an mahluktur" düsüncesini savundugunu yaydilar. Bu dedikodulardan rahatsiz olan Buhârî, memleketi Buhâra'ya gitti. Burada da rahat edemedi. Buhârâ emiri ile arasi açildi. Buhara Emiri Halid Ibn Ahmed, çocuklarina Câmiu's-Sahîh'i ve et-Tarih'i okutmasi için Buharî'yi konagina çagirir fakat Buharî, bu teklifi kabul etmez. ilim meclIslerinin herkese açik oldugunu,isteyenin gelerek yararlanabilecegini, ilmi valinin konaginin duvarlari arasina hapsedemeyecegini bildirir. Bu olay üzerine Ahmed Ibn Hâlid, onu Buhara'dan sürer. Buhârî, Buhara'dan ayrildiktan sonra Semerkand'a gider. Hartenk köyünde bulunan akrabalarinin arasina yerlesir. Semerkand'lilar, Buhârî'den yararlanmak isterler. Bir heyet gönderip Semerkand'a gelmesi ricasinda bulunurlar. Buhârî, Semerkand'a gitmek için hazirlik yapmaya baslar ancak bu arada hastalanir ve Ramazan Bayrami gecesi vefat eder (30 Ramazan 256 h./31 Agustos 869). Cenazesi, bayram günü ögleden sonra kilinarak Hartenk'e defnedilir.

Imam Buhârî keskin bir zekâ ve ezberleme yetenegine sahipti. Herhangi bir seyi ezberlemesi için ona bir defa bakmasi veya onu bir defa dinlemesi yeterliydi. Bagdatlilarin ve Semerkandlilar'in O'nun zekâ seviyesini denemek için sorduklari sorular bunu göstermesi bakimindan önemlidir. Gezileri sirasinda dinlediklerini yazmamasi ve kendisine takilanlara, dinledigi bütün hadIsleri ezberden okumasi da dikkat çekicidir. O ayni zamanda çok hadis ezberlemekle de söhret bulmustu.

Ince yapiti uzun boylu idi. ihtiyarliginda çok halim selim görünüslü olmustu. Sert yaratilIsli degildi. Yumusak huyluydu. ilim konusunda çok dikkatli idi. Dayanaksiz konusmak istemezdi. Baskalari hakkinda gayet yumusak bir dil kullanirdi. Derdi ki, "Hiçbir kimseyi giybet etmemis olarak Allah (c.c)'a kavusmayi arzu ediyorum." Rical bilgisi herkesten çok olmasina ragmen cerh ettigi (zayifligini ortaya koydugu) raviler hakkinda bile asagilayici tabirler kullanmazdi. Yalanciligi bilinen birisi için "fîhi nazar (bunda ihtilaf vardir)", "seketû anhu (sikaligi konusunda âlimler sustular)" derdi. O'nun bir adam hakkinda en agir sözü "münkerü'l-hadis (hadisi alinmaz)" terimidir.

Kütübü sitte müelliflerinden en-Nesâî, Buhârî'yi bizzat görüstügü seyhler arasinda saydiktan sonra söyle demistir: "O, sika, inanilir, akilli bir muhaddistir. Islâm tarihinde ilk defa sahih kitap yazan odur." Bazi âlimler onun için söyle derler: "Buhârî, Allah (c.c)'nun yeryüzünde yürüyen ayetlerindendir." Necm b. el-Fazl diyor ki: "Rüyamda Rasûlullah (s.a.s.) efendimizi gördüm. Bir köyden çikmis gidiyordu ve arkasindan imam-i Buhârî de onu takip etmekteydi. O bir adim atinca Buhârî de bir adim atiyor ve ayagini Rasûlullah (s.a.s.)'in ayagini bastigi yere basiyordu. Kitabini da her bakimdan ona nisbet ediyordu."

Buhârî ilmiyle amel eden bir insandi. Islâmî sinirlara uymada asiri derecede titizdi. Helâl ve haram konusunda duyarli idi. Hadis ilmine hizmet, bu yolla Allah (c.c.)'in rizasini, Rasûlullah (s.a.s.)'in sefaatini kazanmaktan öte bir amaç tasimiyordu. Babasindan kalan mirasi bile bu yolda harcamisti. Cömertligiyle söhret bulmustu, yardim ettiklerine Allah rizasi için elini uzatiyordu. Çok Kur'an okur, çok nafile namaz kilardi. Rivayete göre her üç günde bir Kur'an'i Kerîm'i hatmederdi. Gecenin bir kismini uykuyla geçirirdi. Sürekli geceleri uykusundan kalkip, kandilini yakar, hadis tahric ederdi. Yahut yazdiklarina isaretler koyar, üzerinde düsünürdü. Seherden önce uyanir, gece namazi kilar; sonra Kur'an'in üçte birini okurdu. Ramazanda ise terâvihten sonra Kur'an'in üçte birini okumaya devam ederdi.

Buhârî'nin kendi ifadesine göre hadis aldigi hocalarinin sayisi binden fazladir. Hadis yazdigi seyhlerine ait senetleri de bildigini, senedi zayif rivayetlere itibar etmedigini belirtir. Hocalarinin baslicalari sunlardir:

Ahmed b. Hanbel
Ali b. el-Medinî
Yahya b. Maîn
Ismail b. idris el-Medînî
Ishak b. Rahuyeh.
Bunlarin disinda su isimleri de görüyoruz;

Mekkî b. ibrahim el-Belhî
Muhammed b. Selam el-Bikendi
Ibrahim b. el-Es'as
Ali b. el-Hasan b. Sekîk
Yahya b. Yahya
Ibrahim b. Musa el-Hafiz
Süreyc b. en-Numan
Ebu Asim en-Nebil es-Seybânî
Muhammed b. Abdullah el-Ensârî
Abdullah b. Zübeyr el-Hamidî
El Mekrî, Abdülaziz el-Üveysî.
Ögrencileri arasinda da en meshurlari sunlardir;

Ebu isa et-Tirmîzî
Muhammed b. Nasru'l Mervezî
Ibni Ebi Dâvud
Müslim b. Haccac ve en-Nesâi.
Câmiu's-Sahîh; Islâm'in ilk dönemlerinde hadIslerin Kur'an'la karismasi söz konusu oldugundan hadIslerin yazilmasi yasakti. Sonralari Kur'an-i Kerîm, kitap haline getirilip, çogaltildi oria bir seyin karismasi engellendi. Sahabe nesli bütünüyle vefat etmis, Islâm ülkeleri genIslemis, degisik düsünceler ortaya çikmisti. Bu tür nedenlerle hadIslerin toplanmasinin yararli olacagina inanildi ve hadIslerin tedvinine baslandi.

HadIslerin toplanmasina Tabiun döneminde baslanmistir. imam Mâlik* (179 h./195) Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hadIslerine Sahabe ve Tabiun kavillerini ekleyerek Muvatta'yi tasnif etmistir. imam Mâlik'ten sonra da hadis konusunda çalismalar yapildi. Buhârî'nin Câmiu's-Sahîhi meydana getirmesi iki sebebe dayanmaktadir. Bunlarin birincisi, hocasinin kendisinden böyle bir istekte bulunmasi, ikincisi de kendisinin görmüs oldugu bir rüyadir.

Buhârî, sahih adiyla anilan ve içerisine sadece kendince sahih oldugu sabit olan hadIsleri koydugu kitabini yazmakla hükümlerin kaynaklarini bulmada önemli bir hizmeti yerine getirmistir. imam Buhârî ayrica bu eserle kendisinden önce yasamis mezhep imamlarinin dayandigi temellerin saglam oldugunu, hiç birinin kisisel görüsle fetva vermedigini ortaya koydu. Ondan sonra gelen muhaddIsler, hadis çalismalarinin sinirlarini az çok belirlemis oldular. ilim adamlari Buhârî'nin eserine büyük önem verdiler. Özellikle sahih hadis konusunda onun eserinin ortaya koydugu gerçekleri ve sartlari kabul ettiler, örnek aldilar. O, hadiste odak ve hareket noktasi olarak degerlendirildi.

Buhârî, bu eseri meydana getirirken çok titiz davrandi. Eserine aldigi hadIsleri, alti yüz bin hadisin içinden seçti. Sahih hadIslerin disinda kalan diger hadIsleri eserine almadi. Eserin kabarmasini önlemek için sahih hadIslerin bile bir kismini almamistir. Câmiu's-Sahih'te yer alan hadIslerin sayisi yedibinikiyüzyetmisbestir. Bazi hadIsler degisik kitaplarda geçmektedir. Mükerrerler çikarildiktan sonra geriye kalan hadis sayisi dört bin'dir.

Câmiu's-Sahih'te hadIsler konularina göre kitaplara, her kitap da kendi arasinda bâblara ayrilmistir. Eserde, üzerinde ihtilaf edilmeyen hadIslere yer verilmis, râvilerin güvenilir olmasi hususunda titiz davranilmistir. Râviler birbirine baglanarak ilk kaynaga kadar götürülmüstür. HadIsleri bazi titiz ölçülere vurduktan sonra sahih kabul edip, uymayanlari reddetme çigirini açan Buhârî olmustur. O'ndan sonra gelen âlimler bu yoldan giderek sahih hadIsleri zayif ve uydurma olanlarindan ayirmaya devam etmIslerdir. Sahih hadis kitabi yazanlar çok olmakla beraber Buhârî kadar titizligi ileri götüren olmamistir. Hadis kabulünde kendine has çok dar bir yolda tek olmasi onun Islâm ümmeti arasinda müstesnâ bir söhret ve güven kazanmasina sebep olmustur.

Sahih'in nerede telif edildigi hususunda degisik görüsler vardir. Buhârî, hadis almak için gittigi her yerde eserini telife çalismistir. Hayati seyahatlerle ve ilim yolunda geçen bir insanin onalti yillik çalismasinin mahsulü olan bu eserin telifini bir yere baglamak mümkün degildir.

Câmiu's-Sahih'te yer alan kitap (bölüm) sayisi doksanyedi, bâblarin sayisi üçbindört yüzelli kadardir. Üç râvili hadIslerin sayisi da yirmi ikidir. Degisik senetle gelen hadIsler Sahih'te yer almaktadir. Ancak ayni senet ve ayni metinle birden fazla yerde zikredilen hadIslerin sayisi yirmi üç kadardir. Kur'an'dan sonra ana kaynak olan Buhârî'nin Sahih'i ile Müslim'in eserine Sahih adi verilmektedir. ikisine birden "Sahihayn " denilir. Diger dört hadis kitabina da "Sünen ", alti hadis kitabinin tümüne birden "Kütübü Sitte" denilmektedir.

Buhârî'nin bu eserine ait bir çok serh yazilmis ve üzerinde çalismalar yapilmistir. En meshur serhleri, Aynî'nin Umdetu'l-Kari, Askalani'nin Fethu'l-Barî ve Kirmâni'nin Kevâkibü'd-Derârî, adli eserleridir.

Câmiu's-Sahih disinda, su eserleri vardir:

Tarihu'l Kebir: Hadis ricaline ait önemli bir eserdir. Sahasinda ilk yazilanlardandir. Buhârî bunu henüz onsekiz yasinda iken Rasûlullah (s.a.s.)'in kabri basinda mehtapli gecelerde yazmistir. Haydarabad'ta 1941-1954 tarihlerinde dört cilt,1959-1963 tarihlerinde üç cilt halinde basilmistir.
Târihu'l-Evsât: Tarihu'l Kebir'in kisaltilmisidir. Bazi yazma nüshalari mevcuttur. Ibni Hacer Tehzibû't-Tehzib isimli eserinde bundan nakiller yapmistir.
Tarihu's-Sagîr: Tarihu'l Kebir'in bir özetidir. 1325 yilinda Zuafâü's-Sagîr ile birlikte Hindistan'da basilmistir. Kitâbu Zuafâü's-Sagîr: Zayif ravilerin hallerinden bahseder. Hindistan'da 1323 ve 1326 tarihlerinde basilmistir.
Et-Tarihu fi Ma'rifeti Ruvati'l-Hadîs ve Nükâti'l Âsâr ve's Sünen ve Temyizü Sikatihim min Züafâihim ve Târihu Vefâtihim: Küçük bir risâledir.
Eet-Tevârîhu'l Ensâb: Bazi sahIslarin özel hallerinden bahseder.
Kitâbu'l Künâ: Râvîlerin künyelerinden bahseden bir eserdir. Haydarabad'ta 1360 yilinda basilmistir.
Edebü'l-Müfred: Ahlâk hadIslerini toplayan bir eserdir. istanbul'da 1306, Kahire'de 1346, Hindistan'da 1304 yillarinda basilmistir.
Refu'l-Yedeyn fi's-Salati: Namazda el kaldirmakla ilgili bir risâledir. Kalküta'da 1257, Delhi'de 1299 yillarinda yayinlanmistir.
Kitâbu'l-Kiraati Halfe'l-imam: Namazda imamin arkasinda okuma hakkinda yazilmis bir risâledir.
Hayrü'l Kelâm fi Kiraati Halfi'l Imam adiyla Orduca çevirisi ile beraber 1299'da Delhi'de, ayrica 1320'de Kahire'de basilmistir.
Halku'l-Ef'ali'l-ibâd ve'r-Redd Ale'l Cehmiyye: Cehmiyye mezhebinin görüslerini reddeden bir kitaptir. 1306'da Delhi'de basilmistir.
El-Akîde yahut et-Tevhîd: Akaid konusunda yazilmis bir eserdir.
Abarü's Sifat: HadIsle ilgili bir eserdir ve bazi kütüphanelerde yazma nüshalari mevcuttur.
. Bunlardan baska kimi kaynaklarda Buhârî'ye ait oldugu zikredilen su kitaplarin ismini de görmek mümkün:

Birri'l Valideyn
El-Camiu'l Kebir
Et-Tefsirü'l Kebir
Kitabü'l Hibe
Kitabü'l Esribe
Kitabu'l Mebsut
Kitabü'l ilel
Kitabü'l-Fevâid
Esamü's Sahâbe
Kitabu'd-Duâfa
El-Müsnedü'l-Kebir
Sülâsiyyât.



Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: MUHAMMED B. IDRÎS ES-SAFIÎ

RE: MUHAMMED B. IDRÎS ES-SAFIÎ

MUHAMMED B. IDRÎS ES-SAFIÎ

(150-204 H.)



Safiî mezhebinin öncüsü ve müctehid imamlardan biri.


Hicrî 150/Miladî 767 yilinda Filistin'in Gazze sehrinde dogdu. Babasi Idris bir is için Gazze'ye gitmis, orada iken vefat etmisti. Dedelerinden biri olan Safiî Ibn es-Sâib'e nisbeten Safiî olarak bilinir. Soyu Abd-i Menâf'ta Hz. Peygamber'in soyuyla birlesir.


Henüz küçük yasta iken babasini kaybeder. Fakir bir sekilde yasayan annesi, oglunu alip Mekke'ye gitmege karar verir. Mekke'de, daha küçük yasta kendisini ilme veren Imam Safiî, yedi yasinda Kur'ân-i Kerim'i; on yasinda da Imam Mâlik'in el-Muvatta' adli hadis kitabini ezberlemis ve on bes yasina geldiginde, fetva verebilecek bir seviyeye ulasmisti.

Bundan sonra yirmi yila yakin bir süre çölde, Huzeyl kabilesi içinde yasayarak fasih Arapça'yi ve câhiliye siirlerini ögrendi. Hatta Asmaî, onun hakkinda; "Huzayl'in siirlerini Kureys'ten Muhammed b. Idris denen bir genç ile düzelttim" demistir. Böylece edip ve Arapçada söz sahibi olmustur.


Akabinde birçok alimden hadis okudu. Mekke valisinin bir tavsiye mektubu ile Medine'ye gitti. Burada Imam Mâlik'e el-Muvatta adli eserinin tamamini arzetti. Daha sonra tamamen fikha yönelerek Imam Mâlik'ten Hicaz fikhini ögrendi. Safiî'nin essiz kavrayis ve üstün zekâsini müsahededen Imam Mâlik, ona su anlamli tavsiyede bulundu: "Muhammed! Allah'tan kork, günahtan sakin; çünkü ben senin büyük bir sahsiyet olacagini ümid ediyorum. Gönlüne Allah'in koymus oldugu bu nuru günahla söndürme."

Medine'de Imam Mâlik'ten fikih ve hadis ilmi aldi. Süfyan b. Uyeyne'den, Fudayl b. Iyâz ve amcasi Muhammed b. Sâfi' ve digerlerinden hadis rivayet etti.

Imam Sâfiî, bu arada çalismak zorunda oldugu için bir süre Yemen'e gitti. Yemen kâdisi Mus'ab b. Abdillah el-Kuresî orada kendisine resmî bir is bulmustu. Bu arada, Halîfe Hârun er-Rasîd Hz. Ali taraftarlarinin bir harekâtindan korkuyordu. Yemen tarafindan yakalanip getirilen Siîler arasinda -Siî olmadigi halde- Sâfiî de Medîne'de Halîfe'nin huzuruna çikarildi. Suçsuzlugu anlasilinca Halife onu serbest biraktirdi ve maddî yardimda bulundu. Sonra H.183 ve 195'te Bagdat'a gitti. Orada Muhammed b. Hasan es-Seybânî'den Irak fakihlerinin kitaplarini okudu. Onunla fikir alis verisinde bulundu.


Imam Sâfiî bundan sonra H. i87'de Mekke'de ve i95'te Bagdat'ta Imam Ahmed b. Hanbel (Ö. 241/855) ile bulustu. Ondan Hanbelî fikhini ve usulünü, Kur'an'in nâsih ve mensuhunu ögrendi. Bagdad'ta onun eski mezhebinin esaslarini ihtiva eden "el-Hucce" adli eserini yazdi. Sonra H. 200'de görüslerinin en çok yayginlasacagi Misir'a gitti. 204/819'da Receb'in son cuma günü Misir'da vefat etti ve orada defnedildi (el-Hudarî, Tarihu't-Tesrîi'l-Islâmî, Kahire 1358/1939, s. 254 vd.; Muhammed Ebû Zehra, Usulü'l-Fikh, Kahire, t.y., s.12 vd.; ez-Zühaylî, el-Fikhu'l Islâmî ve Edilletüh, Dimask 1405/1985, I, 35, 36; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, 9, 78 vd).


Imam Sâfiî'nin "er-Risâle" adli eseri fikih usulünde ilk kaleme alinan usul kitabidir. Hanefilerde, usul müctehid imamlar devrinde yazili bir eser haline getirilmemis daha sonra fürûdan hareket edilerek usûl kaideleri belirlenmistir. Imam Sâfî, isin basinda er-Risâle'yi yazarak sonraki Sâfiî bilginlerini bu külfetten kurtarmistir. Imam Sâfii'nin "el-Ümm" adli eseri ise Misir'da mezhep görüslerini kapsayan bir fikih eseridir.

Onun ilmî ve edebî sahsiyeti yaninda, takvâsi, olgun karakteri ve güzel ahlâki da zikredilmesi gereken hususlardandir. Kendisine Siffin meselesi, sorulunca su anlamli cevabi vermisti: "Ömer b. Abdülazîz'e Siffîn'da ölenler sorulunca o; "Allah'in elimi bulasmaktan korudugu kanlardir" demisti. Simdi ben de dilimi bu kana bulastirmak istemiyorum."

Ögrencileri onun hakkinda, "Safiî Hz'leri bir âyeti tefsir etmeye baslayinca, sanki o âyetin indirilisini görmüs gibi büyük bir vukufla konusurdu" derler.


Imam Sâfiî, müstakil mutlak müctehid idi. Hicazlilar'in ve Iraklilarin fikhini kendinde toplamisti. Ahmed b. Hanbel onun için; "Allah'in kitabi ve Rasûlünün sünnetinde insanlarin en fakîhi idi"; "Eli hokka ve kalem tutup da, boynunda Sâfi'nin minneti olmayan kimse yoktur" demistir. Tasköprülüzâde, Miftahu's-Saâde'sinde onun için söyle der: "Ehli fikih usûl, hadîs, dil ve nahiv âlimleri, Imam Sâfiî'nin; emânet, adâlet ve zühdünde, vera, takvâ ve cömertliginde, güzel ahlâkinda, kiymetinin yüceliginde birlesmistir. Onu gerektigi sekilde anlatmak zordur" (ez-Zühaylî, a.g.e., I, 26).


Sâfiî mezhebinin usûlü kitap, Sünnet, icma ve kiyasa dayanmaktadir.

Hanefî ve Mâlikîlerin kabul ettigi istihsanla ameli terketti ve "istihsani kullanan kendisi seriat koymustur" görüsünü ileri sürdü. Istihsani geçersiz kilmak ve tenkid etmek için "Ibtalü'l-Istihsân"isimli risâlesini kaleme almistir (bk. "Istihsan" mad.).

Imam Sâfiî, râvisi sikâ, zabt ve hadis muttasil olunca âhâd haberle amel etmenin gerekli oldugunu savunur. O, Imam Mâlik'in sart kostugu gibi, âhâd haberin amelle desteklenmesini, Irak ekolünün gerekli gördügü râvinin fakih ve ameli haber-i vâhide uygun olma gibi sartlari aramaz (Ebû Zehra, a.g.e., s.i2 vd.). O'nun haberi vâhidin delil olmasiyla ilgili, dayandigi çesitli deliller vardir. Bunlardan birinde Hz. Peygamber (s.a.s)'in söyle buyurdugunu rivayet eder: "Benim sözümü dinleyip belleyerek ezberleyen ve oldugu gibi baskasina duyuran kimsenin Allah yüzünü agartsin. Bazan fikih hâmili, fakih olmayana nakleder, iceleri de kendisinden daha fakih olan kimseye nakleder..." (Ebû Dâvud, Ilm, i0; Tirmizî, Ilm, 7; Ibn Mâce, Mukaddime,i8). Bu hadisi aktardiktan sonra Imam Sâfiî görüsünü söyle açiklar: "Madem ki Hz. Peygamber, sözlerini dinleyip bellemege ve onlari baskalarina duyurmaga davet etmistir. Bunu yerine getiren kimse ister bir kisi olsun, ister cemaat olsun, O'nun davetine icabet etmis sayilir. Hz. Peygamber'den rivayet eden kimse bir kisi de olsa güvenilir ve âdil olmak sartiyla rivayeti makbuldür."

Diger yandan Imam Sâfiî istihsani ve Mâlikîlerin mesâlih-i mürsele delilini reddederken, kendisi bunlara benzer "istidlâl" adini verdigi bir aklî delil kullanir.


Sâfiîlerde, çesitli konularda fetvâ, Imam Sâfiî'nin yeni mezhebine göredir, Imam Safiî, eski mezhebini temsil eden el-Hucce'den dönmüs ve; "Onu benden rivayet edene hakkimi helâl etmiyorum" demistir. Ancak on yedi kadar meselede eskiye göre fetva verilmistir. Meselâ; eski görüsü, muarizi olmayan bir hadisle desteklenirse onunla fetva verilir. Onun söyle dedigi nakledilir: "Hadis sahih olunca, o benim görüsümdür. Benim böyle bir hadisle çelisen sözümü de duvara çarpin".

Imam Sâfiî Hicaz, Irak, Misir ve diger Islam beldelerinde çesitli talebeler yetistirmistir. Yeni mezhebini Sâfiî'den alan Misirli bes ögrencisi sunlardir:

i) Ebû Ya'kub Yûsuf b. Yahyâ el-Büveydî (Ö. H. 231). Halîfe Me'mun'un çikardigi "Halku'l-Kur'an" fitnesi yüzünden Bagdat'ta bir süre hapsedildi (bk. "Halku'l-Kur'an" mad.). Sâfiî, onu ders halkasina vekil olarak birakmistir. Sâfiî'nin sözlerinden derledigi ünlü bir özet eseri vardir.

2) Ebû Ibrahim Ismail b. Yahyâ el-Müzenî (Ö. H. 266): Sâfiî mezhebine göre yazilmis çesitli eserleri vardir. Mebsût adi verilen "el-Muhtasaru'l Kebîr" ve "el-Muhtasaru's-Sagîr" bunlardandir. Irak, Sam ve Horasan'dan pek çok ilim talibi ondan yararlanmistir.

3) Ebû Muhammed er-Rabî' b. Süleyman b. Abdilcebbâr el-Murâdî (Ö.H. 270): Imam Sâfiî'nin kitaplarinin ravisidir. Amr b. el-Âs Câmiinde (Fustat Câmii) müezzindi. Safiî'nin er-Risâle, el-Ümm ve diger kitaplari, el-Murâdî kanaliyla bize ulasmistir.

4) Harmele b. Yahya b. Harmele (Ö.H. 266): Imam Sâfiî'den er-Rabî'in rivayet etmedigi kitaplari nakletti. Kitabü's-Surût, Kitabü's-Sünen, Kitabü'n-Nikâh ve Kitâbü'l-Ibil ve'l-Ganem ve Sifatühâ ve Esnânühâ bunlar arasinda sayilabilir.

5) Muhammed b. Abdillah b. Abdilhakem (Ö.H. 268): Imam Mâlik'in de ögrencilerinden idi. Misirlilar onu diger fakihlerden üstün kabul ediyordu. Daha sonra Sâfiî'nin görüslerini birakarak Imam Mâlik'in ictihadlariyla amel etmeye basladi.


Sâfiî'nin mezhebi; Misir, Güney Arabistan, Dogu Afrika, Dogu Anadolu, Seylan, Endonezya, Cava, Filipinler, Malaya, Mâveraü'n-Nehir ve Horasan gibi yerlerde yayilmistir (ez-Zühaylî, a.g.e., I, 37 vd.; Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 78 vd.).


Imam Sâfiî Ictihad'da izledigi usûl:


Delillerden hüküm çikarma ve ictihad'ta izledigi usulü "Ihtilâfü'l-Hadis", "Cimâu'l-Ilm" ve "er-Risâle" isimli eserlerinin çesitli yerlerinde açiklamistir. Özetle söyle der: "Kitap ve ihtilafsiz mütevatir sünnetle hükmolunur. Bu hüküm için "görünüste ve gerçekte (zahir ve batinda) hak ile hükmettik" deriz. Üzerinde ittifak edilmeyen ve âhâd yoldan gelen sünnetle hükmolunur. Bunun için, "görünüste hak ile hükmettik", deriz. Fakat "gerçekte..." diyemeyiz. Çünkü hadisi rivayet eden yanilmis olabilir. Icma, daha sonra da kiyas ile hükmederiz. Bu, ondan da zayiftir, fakat zaruret bulundugu yerde kullanilir. Çünkü haber varken kiyasi kullanmak helal degildir. Nitekim teyemmüm de, seferde su bulunmayinca temizligi saglar, fakat su bulununca teyemmüm bozulur (es-Safiî, er-Risâle, s. 512, 599, 600).


Safiî, Kitap ve Sünnet'in te'vile muhtaç kisimlarini dogru tevil etmek için Arapçanin, yapilan te'vile müsait bulunmasini ve Kitap, Sünnet ve Icma kaynaklarinda, anlasilan manâyi takviye eden bir delilin bulunmasini sart kosar. Te'vilini de bu dogrultuda yapar. Sünnete göre hüküm vermesi için, mütevatir olmayan hadiste sika, dogru, ne dedigini ve hadisin anlamini degistirecek sözleri bilen; hadisin anlamini tam olarak bilmiyorsa, onu manâ yoluyla degil, asil lafizlariyla rivayet eden; rivayetini hifzetmis, kitabini muhafaza etmis, sika ravilere muhalefetten uzak ve hadisin ilk kaynagina kadar ayni sartlari tasiyan raviler tarafindan rivayet edilmis bulunmasi sartini arar.

Istihsani, mesnedsiz, keyfî hüküm olarak anladigi için reddeden Imam Safiî, rey ictihadini kiyastan ibaret kabul etmis, kiyasi da delâlet yoluyla ilahî beyan çesitlerinden biri saymistir. Hakkinda nass bulunan meselenin illeti ile nass bulunmayan meselenin illeti ayni olursa, yapilan kiyasta ihtilaf edilmez. Ancak, asil mesele ile nass bulunmayan fer'î meselenin illeti ayni olmayip benzer olursa, bu konuda yapilan kiyasta ihtilaf olur ve farkli hükümlere varilir.


Imam Safii'nin ictihad ve taklid konusundaki su sözleri kayda deger: "Delilsiz ve hüccetsiz olarak bilgi toplayan kimse gece karanliginda odun toplayana benzer; topladigi bir arkalik odunu yüklenirken bunun içinde kendisini sokacak bir yilanin bulundugunu bilmez."; "Sahih hadis bulununca benim mezhebim odur."; "Kiblenin hangi yönde oldugunu kestiren bir kimsenin bir baskasini taklid etmesi nasil uygun olmazsa, mükellefin dininde, çagdasi olan bir kimseyi taklit etmesi de öyle uygun degildir."e

Ictihadina örnek:

"Cuma günü yikanmak vaciptir" hâdisini rivayet ettikten sonra Safiî, söyle der: "Hadiste geçen "vacip" ifadesinin "baskasina caiz degil, ahlaken gerekli, temizlik ve pis kokunun giderilmesi için tercih edilmeli." gibi manâya ihtimali vardir. Kur'an, abdesti abdestsiz olanlara; guslü, cünüplere tahsis ettigi göz önüne alinirsa, bu son manâ en uygun olanidir. Safiî burada te'vil ve anlayis ictihadi yapmistir.

Imam Safiî, annenin çocugu emzirecegini, babanin da yiyecek ve giyecegini temin etmesinin, süt anne tutulursa bunun da emzirme ücretini ödemesinin gerektigini belirten el-Bakara 2/233. ayeti ile Hz. Peygamber'in (s.a.s) Hind'e, Ebu Süfyan'in malindan kendisi ve çocugu için yetecek kadar mali habersiz olarak alabilecegini ifade eden hadisini naklettikten sonra; babadan olmasi nedeniyle, çocugun emzirilme ve beslenme külfetinin babaya ait oldugu hükmünü çikarir. Daha sonra da bu hükümden hareketle kiyas yaparak evlâdin da babaya bakmasi gerektigi hükmüne varir.o

Ictihadla kiyasi ayni anlamda kullanan Imam Safiî, yalanci sahidlikle bir kimsenin esini üç talakla bosadigini iddia ederek hâkimin esleri ayirmasina sebep olanlarin yalanciliklari anlasilinca, magdura esinin mehri mislini vermeye mecbur kilinmasi ictihadinda oldugu gibi, maslahat-i mürsele delilini de kullanir.

Hikmetli sözleri ve siirlerini ihtiva eden bir Dîvân'in sahibi olan Imam Sâfiî, edebî yönüyle de essiz bir sahsiyet sayilir. Asagidaki dörtlük ona aittir.

"Hafizamin bozuklugunu (hocam) Vekî'e sikayet ettim.

Bana günahlari terketmemi tavsiye etti.


Ve bana sunu bildirdi ki; ilim bir nurdur


Ve Allah'in bu nuru âsilere verilmez. "


Mehmed Emin AY





Kaynak: Sâmil Islam Ansiklopedisi, Cilt: 4
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: Ahmed b. Hanbel

RE: Ahmed b. Hanbel

Ahmed b. Hanbel
(164/780 - 241/855)


Islâm'da dört büyük fikih mezhebin birisi olan Ahmed b. Hanbel 164/780 yilinda Bagdad'ta dogdu. 241/855'te yine orada vefat etti. Büyük babasi Hanbel Horasan bölgesinde bulunan Serahs Vilâyeti'nin valisi idi. Babasi Muhammed b. Hanbel de komutanlik görevi üstlenmis bir askerdi. Hanbel ailesi, Ahmed'in dogumuna yakin bir sirada Bagdad'a gelmis ve orada yerlesmisti.

Ahmed b. Hanbel önce Kur'ân'i hifzetmis, daha sonra arapça, hadis gibi ilimleri, sahâbe ve tabiîlere ait rivâyetleri, Hz. Peygamber'in, sahabe ve tabiîlerin hayatlarini incelemekle ilim çalismalarina baslamistir. Özellikle hadis ilmi için Basra, Kûfe, Mekke, Medîne, Sam, Yemen ve el-Cezîre'yi dolasmis, uzun bir süre Imam Sâfiî'ye (ö. 204/819) talebelik etmistir. Hatta bu yüzden O'nu Sâfiî mezhebinden sayanlar bile olmustur. Böylece O'nun baslica fikih üstadi Imam Sâfiî'dir. Sâfiî, O'nun hakkinda söyle demistir: "Ben Bagdad'tan ayrildim ve orada Ahmed b. Hanbel'den daha âlim ve daha faziletli kimse birakmadim"(el-Hudarî, Târihu't-Tesrîi'l-Islâmî, terc. Haydar Hatipoglu, s. 260, 26i).


Ahmed b. Hanbel, Ebû Hanîfe'nin (ö.150/767) ögrencisi ve devrin ünlü bas kadisi Ebû Yûsuf'tan (ö.182/798) fikih ilmi aldi. Rivâyetle dirayeti birlestiren bir yol izledi. O, hükmü hadisten çikarir, bu hükme yeni bir takim meseleleri kiyas ederdi. Bu arada Yemen'e giderek, San'a'da Abdurrezzâk b. Hemmâm'la (ö. 211/826) görüstü. Orada iki yil kadar kalarak O'ndan ez-Zuhrî ve Ibnü'l-Müseyyeb yoluyla gelen birçok hadisleri aldi(Muhammed Ebû Zehra, Islâm'da Fikhî Mezhepler Tarihi, Terc. Abdulkadir Sener, Istanbul i976, s. 423 vd.)

Adinin ilim, zühd ve takvâ ile birlikte yayilisi toplumu onun ilmine yöneltti. Mescid'eki derslerini izleyenlerin sayisinin bes bine kadar ulastigi nakledilir. Derslerinde dikkati çeken üç husus sudur.

a) Onun meclisine ciddiyet, vakar, tevazu ve ruhî huzur hâkimdi. Kendisi saka ve alay etmeyi sevmezdi.


b) Dersinde, ancâk hadisleri rivayet etmesi istendigi zaman anlatirdi. Hadis rivayetinde hafizasina güvenmez, Hz. Peygamber'e söylemedigi seyi isnad etmemek için yazili metne bakarak nakiller yapardi. Kendisine sorulmadikça konusmazdi.

c) Verdigi fetvalarin yazilip nakledilmesini menederdi. Ona göre yazilmasi gereken ilim, ancak Kitap ve Sünnet'ten ibaret idi. Ahmed b. Hanbel'in görüsü bu olmakla birlikte ögrencileri kendisinden ciltler dolusu kitaplar rivayet etmislerdir(Zehebî, Tercemetü Ahmed b. Hanbel, Müsned'in bastarafi, Mektebetü'l-Maarif tab'i, Misir, t.y.); Ebû Zehra, a.g.e., s. 437).


Hâlife Me'mûn'un ortaya attigi Kur'ân'in mahlûk (sonradan yaratilmis) oldugu fikrini Ibn Hanbel kabul etmedi, muhakeme edilerek zindana atildi. Dayak yedi, kendisine iskence yapildi, fakat yine inancindan taviz vermedi. (Ahmed b. Hanbel'in hal tercemesi için bk. el-Hatîbü'l-Bagdâdî, Târihû Bagdâd, Misir 1394/ 1931, IV, 412-423; Ebû Nuaym, Hilye, Misir 1352/15, IX,161-233; el-Buhârî, et-Tarihu'l-Kebîr, Haydarâbâd. 1360, I, 2, 5; Ibn Hallikân, Vefeyâtü'l-Ayân, Kahire 1367/1948, I, 47-49; Ibn Ebî Ya'lâ, Tabakâlü'l-Hanâbile, Kahire 1378/1952, I, 4-20: Ibnü'l-Cevzî; Menâkibu'l-Imam Ahmed, Misir 1349; ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, Haydarâbâd 1375/1955, I, 43i-432; Târihu'l-Islâm, I, 58-131 (Ahmed Muhammed Sâkir'in Müsned nesri mukaddimesi); Ebû Zehra, Ahmed b. Hanbel, Kahire 1949; Fuat Sezgin, GAS, I, 502-509).

Ahmed b. Hanbel'in Ictihad Usulü:


Dört mezhep imami içinde usul ve fetvalarini yazmaktan en çok çekinen zât Ahmed b. Hanbel'dir. O, daha çok hadisleri toplayip tasnif etmeyi gaye edinmistir. Sâfiî gibi O da senedi sahih olunca baska hiçbir sart ileri sürmeksizin haber-i vâhidle amel eden hadis ehli müctehidlerindendir. Ebû Hanîfe ise bu konuda râvinin güvenilir (sika) ve adaletli olmasi yaninda rivayet ettigi seye aykiri bir amelde bulunmamasini sart kosar. Sahabe adi zikredilmeyen "mürsel hadis"i, Ahmed b. Hanbel zayif sayar ve konu ile ilgili baska bir hadis bulunmazsa, yani zarûret karsisinda kalirsa bunu delil. olarak kabul ederdi (Muhammed Ebû Zehra Usûlü'l-Fikh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî tab'i, y. ve t.y., s. 108 vd.) Böylece O, mür" sel ve zayif hadisleri daha kuvvetli bir delil bulunmazsa kiyasa tercih ederdi. Ancak O'nun devrinde henüz hadis için "sahih, hasen, zayif" seklinde üçlü taksim yapilmamis, hadisler genellikle sahih ve zayif kisimlarina aynlmistir. Bu yüzden Ibn Hanbel'in kiyasa tercih ettigi hadisler, bâtil ve münker olmayan "hasen" nevinden hadisler olmalidir (Ibnti'l-Kayyim, I'lâmil'l-Muvakkiîn, Misir 1955, I, 29, 30).

Ibn Hanbel'e göre, ayni konuda aksi bir görüsün bulundugu bilinmeyen sahabe kavlî "icmâ"' niteligindedir. Eger sahabe görüsleri arasinda ihtilaf varsa, ya bunlardan Kitap veya Sünnete yakin olani tercih eder veya böyle bir tercih yapmaksizin sadece görüsleri nakletmekle yetinir. konu hakkinda sahabe görüsü nakledilmemisse, büyük tâbiî'lerin re'ylerini kendi re'yine tercih eder. Mesele hakkinda âyet, sahih hadis, sahabe kavli, zayif ve mûrsel eser gibi deliller bulamazsa kiyas yoluna basvurur (Ibnü'l kayyim, a.g.e., I, 32). "

Hanbeliler, hakkinda Kitap, Sünnet ve Icmâ'a dayali bir delil bulunmayan maslahati (kamu yarari) kiyastan sayarlar. Çünkü bunlar Kitap ve Sünnet nass'larinin toplamindan elde edilen genel maslahatlardir. Diger yandan Ibn Hanbel "Siyaset-i ser'iyye" de de maslahadi esas almistir. Siyaset-i ser'iyye, Islâm Devlet baskasinin, toplumu islah amaciyla, insanlari yararli islere tesvik etmek ve zararli islerden uzaklastirmak için izlemis oldugu yoldur. Nass olmasa bile bu konuda bazi cezalarin uygulanmasi mümkün ve caizdir. Ibn Hanbel'in konu ile ilgili bazi fetvalari söyledir: Fesat ve kötülük çikaranlar, serlerinden,güvende olunabilecek bir ülkeye sürgün edilirler. Ramazan ayinda gündüz sarap içenlerin cezasi arttirilir. Sahabeye dil uzatan cezalandirilir ve tevbeye davet edilir. Hanbelî mezhebine bagli bazi bilginler de kamu yararina dayali fetvalari sürdürmüslerdir. Meselâ; bir ev sahibi, eger evi elverisli ise, kalacak yeri olmayan bir kimseyi evinde oturtmasi için zorlanabilir. Bu konuda Ibnü'l-Kayyim (ö. 751/1350) söyle der: "Bir topluluk, herhangi bir sahsin ovinde oturmak zorunda kalsa, bundan baska bir ev veya otel (han) bulamasa, O kimsenin anlasmazliga düsmeksizin evini bunlara vermesi gerekir. Bazi Hanbefîlere göre ev sahibi bunlardan ecr-i misil kadar kira bedeli alabilir (Ebû Zehra, Islâm'da Fikhî Mezhepler Tarihi, s. 493, 494).n


Hanbefîler istihsan delilini de kabul ederler. Çünkü istihsan; ya nass veya icmâ' gibi bir delile dayanmakta yahut da zaruret prensibine göre kabul edilmektedir.

Sedd-i Zerâyi, prensibini en siddetli uygulayan mezhep hanefîlerdir. Bu konuda Ibnü'l-Kayyim el-Cevziyye söyle der: "Maksatlara, ancak onlara götüren vâsita ve yollarla ulasildigina göre, bu vâsita ve yollar da onlara tabi olur ve ayni hükmü alirlar. Allah bir seyi haram kilmissa, bu harama götüren yol ve usulleri de yasaklamis demektir. Aksi halde haram kilmanin hikmeti kalmazdi. Meselâ; doktorlar, hastaligi önlemek için, hastayi buna sebep olan seylerden menederler. Aksi halde hasta daha kötü duruma düsebilir (Ibnü'l Kayyim, a.g.e., I, 119).

Hanbelîlerin çokça kullandigi baska bir metot "istishâb" adini alir. Bu manasi sabit olan bir hükmün, onu degistiren bir delil bulununcaya kadar devam etmesidir. Onlarin istishâb metoduna göre verdikleri ban fetvalar sunlardir:

a) Yasaklandigina dair bir delil bulununcaya kadar esyada aslolan mübahliktir.


b) Pis oldugunu gösteren bir delil bulununcaya kadar suda aslolan temizliktir.


c) Esini bosayan bir koca, daha sonra bir defa mi yoksa üç talakla mi bosadiginda süphe etse, bir talakla bosadigi esasi kabul edilir. Çünkü tek talakla bosama kesindir (Ebû Zehra, a.g.e., s. 497, 498).


Ibn Hanbel istishabi; "daha önce var olani sabit görme, önceden yok olani yok sayma" seklinde uygularken, ayni metodu bazi hanefîler, sâbit kilmada degil, sadece def'ide geçerli görürler. Meselâ; kaybolan (mefkud) ve kendisinden haber alinamayan kimsenin hayati, aksi sabit oluncaya kadar devam eder. Hanefî ve mâlikîlere göre, kendi mallari bakimindan sag kimseler gibi muamele görür, mülkiyet hakki devam ettigi gibi, karisi da, onun ölümüne dair bir delil bulununcaya veya mahkeme tarafindan ölümüne hüküm verilinceye kadar evlilik sifati devam eder; fakat bu kayip kimse, kayipligi süresince bir takim yeni haklar elde edemez. Bu süre içinde ona, miras veya vasiyet yoluyla bir sey intikal etmez. Bir yakini ölürse, kayip kisinin payi bekletilir, sag olarak döner gelirse bu pay ona verilir. Hâkim onun ölümüne hükmederse, miras birakan öldügü vakit o da ölmüs sayilarak onun miras payi mûrise geri döner ve onun öteki varisleri arasinda paylastirilir. Hanbelî ve Sâfiîlerin istihbab anlayisi ise "hem isbat hem de def etme" esasina dayandigi için, ölümüne hüküm verilinceye kadar, onu kayiplik sûresince sag olarak kabul ederler. Onlara göre, bu süre içerisinde o, kendisine ait mallarin mülkiyet hakkina sahip oldugu gibi kendisine miras, vasiyet ve benzeri yollarla mal da intikal eder (Ibnü'l-Kayyim, a.g.e., Delhi tab'i, I, i25; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fikh, s. 299, 300). Istishâb delilinin re'y ve kiyas ictihadiyla yakin ilgisi vardir. Kiyasi tamamen inkâr eden Zahirîlerle, Ibn Hanbel gibi çok az kullanan müctehidler, âyet ve hadislerin temas etmedigi meseleleri Istishâba birakarak; Allah'in haram kildigi haram, helal kildigini helal, bunlarin disinda kalanlari ise Istishâb esasina göre mübah kabul eder ve bu metodun alanini çok genis tutarlar.


Hanbelî Mezhebinin Bazi Görüsleri:

Ahmed b. Hanbel'e göre; iman, kesin olarak inanmaktan ve amelden ibarettir. Artar ve eksilir, yani iman, iyi amelle artar, kötü amelle de eksilir. Kisi imandan çikabilir, Islam'dan çikmaz. Tevbe edince yeniden imana döner. Insani ancak Allah'a sirk kosmak veya farzlardan birini inkâr ederek yapmamak imandan disari çikarir. Insan herhangi bir farz tembellik veya gevseklik yüzünden terkederse, onun durumu Allah'a havale edilir. Dilerse ona azap eder, dilerse onu affeder.


Hz. Ali'nin hilâfetinden itibaren büyük günah (kebîre) isleyenlerin durumu bilginler arasinda tartisilmistir. Hâriciler bu konuda sert bir yol izleyerek, büyük günah isleyenin dinden çikacagi görüsünü benimsemistir.

Hasan el-Basri bunlarin münafik olacagini söylerken Mürcie firkasinin sapiklari, iman olduktan sonra, günahin hiçbir zarari olmadigini savunmuslardir. Ebû Hanîfe ve çogunluk Islâm hukukçularina göre büyük günah isleyen kimse, kesin tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul eder. Eger tevbe etmeden ölürse durumu Allah'a havale edilir. O, dilerse azap eder, dilerse kulunu affeder. Ahmed b. Hanbel'in görüsü de, diger fakihlerin görüsü gibidir. O, söyle demistir: "Mü'min kendisine gizli olan seyleri Allah'a havale eder, kendi durumunu da O'na birakir. Günahlarla Allah'in magfiret kapisini kapatmaz. Herseyin, hayir ve serrin Allah'in kaza ve kaderiyle oldugunu bilir. Iyilik yapan için Allah'tan ümidini kesmez, kötülük yapanin da âkibetinden korkar. Muhammed ümmetinden hiçbir kimse yaptigi iyilik sebebiyle cennete ve kazandigi günah sebebiyle cehenneme girmez. Bu konuda Allah'in diledigi olur" (Ibnu'l-Cevzî, Menâkibu'l Imam Ahmed b. Hanbel, s. 168).

Ahmed b. Hanbel'in Islâm Devlet Baskani seçimi (Imam, halife) ile ilgili görüsü su sekilde özetlenebilir: O, hilâfet ve halîfe konusunda sahabe tabiilerin çogunluguna tabi olur. Buna göre, Islâm Devlet baskani (halîfe), kendisinden sonra uygun gördügü birisini hilâfet için aday gösterebilir. Burada son söz mü'minlerin bîatidir. Nitekim Hz. Peygamber, Ebû Bekir (r.a)'in, kendi yerine geçmesine isaret buyurmus, fakat bunu açikça söylememistir. Söyle ki, Hz. Peygamber, hastaligi günlerinde Ebû Bekr'i namaz kildirmasi için öne geçirmistir. Ashâbi kiram; "Peygamber (s.a.s) O'nu din isimiz için seçmistir. O halde biz O'nu dünya isimiz için niçin seçmeyelim" diyerek, Hz. Ebû Bekr'e bîat etmislerdir. Hz. Ebû Bekir, kendisinden sonra Hz. Ömer'i aday göstermis, müslümanlari O'na bîat edip etmeme konusunda serbest birakmistir. Müslümanlar da kendi iradeleriyle Hz. Ömer'e bîat etmislerdir. Daha sonra, Hz. Ömer, peygamber (s.a.s)'in rizasini kazanan alti kisiyi seçmis ve bunlara içlerinden birini halife seçip, müslümanlari buna bîata davet etmelerini tavsiye etmistir. Bunlarin dört tanesi Hz. Osman'i seçmis ve müslümanlar da ona bîat etmislerdir. Hz. Ali de O'na biat edenler arasindadir. Ahmed b. Hanbel, "Onlarin isleri, aralarinda danisma (süra) iledir" (es-Sûrâ, 42/38) âyeti uyarinca, halifenin sûrâ ile seçilmesi prensibini benimser. Diger yandan sünnete uyarak halîfenin Kureys'ten olmasini kabul eder. Yönetimi zorla ele geçiren kimseye facir bile olsa itaâtin gerekli oldugunu söyler. Böylece fitnelerin önüne geçilmis olur. O, bu konuda müslümanlarin maslahatini gözetmektedir. O'na göre, düzenli ve kalici bir yönetim teessüs etmelidir. Bu düzenin disina çikanlar, ümmetin gücünü bölmekte ve onu temelinden sarsmaktadir. Ibn Hanbel'i böyle düsünmeye sevkeden sey, Haricilerin o dönemdeki sert, bölücü ve siddetli eylem ve hareketleridir. Müslümanlarin nizamini bozmak isteyenler, zâlim yöneticilerin isledikleri suçtan daha fazla suç islemis olurlar (Ibnü'l-Cevzî, el Menâkib, s. 176). Ahmed b. Hanbel, mesru nizariim korunmasini savunmakla birlikte kendi devrindeki yöneticilerle hiçbir sekilde temas kurmamis, onlarin hediye ve armaganlarini kabul etmemistir. O, hak ve adalete inanan, zulmü tanimayan, fitne, fesat, isyan ve karisikligi istemeyen yüksek bir ruha sahipti.


Ahmed b. Hanbel'in Hadisçilik Yönü:


Ibn Hanbel 40 yasina kadar hadis ögrenmek ve ilmini artirmak için çalismis, Irak, Hicaz ve Yemen arasinda ilim seyahatlerinde bulunmustur. Fakat bu süre içinde hadis rivayet etmekten veya ders vermekten kaçinmistir. O, Hz. Peygamber'in peygamberlik çagi olan 40 yasinda hadis rivayetine ve ders vermeye basladigi zaman ilminin en yüksek derecesine ulasmis ve akranlari arasinda temayüz etmisti. Seyhi Abdurrezzâk Ibn Hemmâm (ö. 2ii/826) O'nu diger hadisçilerle karsilastirarak söyle demistir:

"Bize en kudretli hâfiz es-Sazkunî geldi, hadis ricâlini çok iyi bilen Yahya b. Maîn geldi, fakat bunlarin hepsini kendi sahsinda toplayan Ahmed b. Hanbel gibi bir Imam daha gelmedi (Ibnü'l-Cevzî, el-Menâkib, s. 69).

Ahmed b. Hanbel te'lif ettigi Müsned adli hadis eseriyle söhret bulmustur. Müsned; üçüncü hicret asrinda ortaya çikan ve hadisleri, diger hadis eserlerinden farkli bir sekilde tâsnife tabi tutan kitaplardir. Sünen, musannef ve câmi' adi verilen hadis kaynaklarinda tasnif, "konulara göre" yapilirken, müsnedlerde, hadislerin konulari dikkate alinmamis, fakat kitaba alinacak hadisler ya onlari rivayet eden sahabî veya sahabîden sonraki râvilerden birinin ismi altinda biraraya getirilmistir. Meselâ; Ebû Hureyre'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettigi hadisler, konulari dikkate alinmaksizin, Ebû Hureyre ismi altinda biraraya getirilerek bir kitap içinde çesitli sahabîlerin hadislerinden olusan bir mecmua te'lif edilmistir. Müsned'in kelime anlami "isnad edilmis" demektir.

Iste Ibn Hanbel'in Müsned'i de, diger müsnedler gibi sahabe adlarina göre tasnif edilmis, ve her sahabenin rivâyet ettigi hadis, konusu ne olursa olsun kendi ismi altinda toplanmistir. Ebû Bekir es-Siddîk'in müsnediyle baslayan eserde sirasiyla Hulefâ-i Râsidîn ve diger sahabelerin müsnedleri bunu izlemistir.

Ahmed b. Hanbel, Müsned'ini topladigi 700 binin üzerindeki hadisler arasinda seçtikleriyle meydana getirmistir. Müsned'de tekrarlariyla birlik te 40 bin, tekrarlar disinda yaklasik 30 bin kadar hadis yer alir (el-Medînî, Hasâisu'l-Milsned (Ahmed Muhammed Sakir tarafindan Müsned mukaddimesinde nakledilmistir), I, 23; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-Râvî, Misir 1379, s. i0i). Müsned'in bütün sahih hadisleri içine aldigi söylenemez. Hatta Sahîhayn'da hadisleri bulunan 200 kadar sahabenin Müsned'te yer almadigi ileri sürülmüstür (es-Süyûlî, a.g.e., s. i0i). Müsned, Ahmed b. Hanbel'in hayatinda iki oglu Salih ve Abdullah ile, kardesinin oglu Hanbel tarafindan Ahmed'ten isitilmis ve rivayet edilmistir. Ancak asil nüshaya Abdullah'in baskalarindan isittigi bazi hadislerle, nüshayi Abdullah'tan rivayet eden Ebû Bekir el-Kati'î'nin bazi hadisleri de ilâve edilmistir. Ancak bunlarin sayisi bütünü etkilemeyecek kadar azdir (el Medînî, a.g.e., I, 21; es-Suyûtî, a.g.e., s. i0i). Sonuç olarak Ibn Hanbel'in Müsned'i müslümanlar arasinda büyük itibar görmüstür. O'nun kaleme aldigi Kitabü'l-Ilel ve Ma'rifeti'r-Ricâl incelendiginde, hadisleri ve râvîlerini tanimada genis bilgiye sahip oldugu anlasilir.

Hanbelî Mezhebinin Yayilmasi:

Ahmed b. Hanbel usûl ve fetvâlarini yazmaktan kaçinmistir. Hatta o, fikhinin yazilmasini menetmistir. Bunun sebebi, Islâm'in asil ana kaynagini teskil eden Kitap ve Sünnetle mesgul olmayi ön plâna çikarmaktir. O, bu düsüncesini söyle ifade eder: "el-Evzâî'nin re'yi, Mâlik'in re'yi, Ebû Hanîfe'nin re'yi... bunlar hepsi re'y'dir ve bana göre aynidir. Huccet ve delil olma sifati yalniz "âsâr'a aittir" (Ibn Abdilberr, Câmiu'l-Beyâni'l-Ilm, Misir i346, II,i49). Delilini incelemeden hiçbir müctehidin söz ve re'yine uyulmaz. Delili incelendikten sonra uyulunca buna taklid degil "ittiba" denir. Burada artik müctehidin söz ve re'yi ile degil, onun dayandigi delil ile amel edilmis olur. Ibn Hanbel bu görüsünü su ifadeleriyle biraz daha aççiklar: "Ne beni, ne Mâlik'i, ne Sevrî'yi ve ne de el-Evzâî'yi taklit et, hüküm ve bilgiyi onlarin aldigi kaynaklardan al. Dinini hiçbir müctehide ismarlama, Hz Peygamber ve ashabindan geleni al, sonra tabiîler gelir ki kisi onlar hakkinda muhayyerdir" (Ibnü'l Kayyim, I'lâm, Misir i955, II, i78,i8i, i82).

Daha önce hanefi fikhi Imam Muhammed'in kaleme aldigi ve Ebû Hanîfe (ö.150/767), Imam Muhammed (ö. 189/805) ile Ebû Yûsuf'un (ö. 182/798) görüslerini içine alan râhiru'r-rivâye ve nevâdir kitaplari yoluyla nakledilmis, Imam Sâfiî de (ö. 204/8i9) kendi fikhini bizzat yazmisti. Ahmed b. Hanbel'e ait bazi fikih meselelerin yazili metinleri nakledilmisse de bunlar, kendisi için tuttugu notlardir. Hanbelî fikhi, ahmed b. Hanbel'in talebeleri araciligi ile nakmedilmistir. Bunlarin basinda oglu Salih (ö. 266/879) gelir. O, babasinin fikhini, yazdigi mektuplarla yaymis, kadilik yaptigi yerlerde bizzat pratikte uygulamistir. Diger oglu Abdullah da (ö. 290/903) el-Müsned'i ve babasinin fikhini gelecek nesillere nakletmistir. Ahmed b. Hanbel'in yaninda uzun yillar kalan ve onun fikhini nakleden ögrencileri; Ahmed b. Muhammed el-esrem (ö. 273/886), Abdülmelik b. Abdillah b. Mihran (ö. 274/887), Ahmed b. Muhammed b. el-Haccâc (ö. 275/888) basta gelenleridir. Bu ögrencilerden sonra Ebû bekir el-Hallâl (ö. 3ii/923) Ahmed b. Hanbel'in ilimlerini toplamak için bütün gücüyle çalismis, bu amaçla seyahatlere çikmis ve birçok kitap telif etmistir (Ebû Zehra, Islâm'da Fikhî Mezhepler Tarihi, Terc. Abdulkadir Sener, Istanbul 1976, s. 499, 500).

Ahmed b. Hanbel, selefin metodunu benimseyen bir fakih sayilir. Bu yüzden tercih yapmaktan sakinir, ayni konuda birden çok sahabe veya tabiî görüsünü terketmeyi gerektiren bir nass bulunmazsa, her iki veya daha çok görüsü mezhebinde ayri ayri kabul ederdi. Meseleyi soran kimsenin içinde bulundugu özel durumu dikkate alarak fetvâ verirdi.

Hanbeliler ictihad kapisinin kapanmadigini ve her asirda, mutlak bir müctehidin bulunmasini farz-i kîfa ye oldugunu söylerler. Çünkü toplumda karsilasilan yeni olaylar bunu gerekli kilar. Bu, mezhebin Kitap ve Sünnetin üzerine çikmamasi için de gereklidir.

Hanbelî mezhebinin fakihleri çok güçlü oldugu halde, istenilen ölçüde yayilmamistir. Halktan bu mezhebe bagli olanlar azinlikta kalmislardir. Hatta hiçbir Islâm ülkesinde çogunlugu teskil edememislerdir. Ancak Necid ile Saud (ö. 795/1393) ailesi Hicaz bölgesine hâkim olduktan sonra Arabistan yarimadasinda Hanbelî mezhebi oldukça güçlenmistir.


Bu mezhebin fazla yayilmamasinin sebepleri sunlardir: Hanbelî mezhebi tesekküt etmezden önce Irak'ta Hanef, Misir'da Sâfiî ve Mâlikî, Endülüs ve Magrib'te yine Mâlikî mezhebi hâkim durumda idi. Diger yandan Hanbelîler önceleri, baskalarina karsi delilden çok sert hareketlere basvuruyorlardi. Güçleri arttikça, iyiligi emretme ve kötülükten sakindirma için insanlara baski yapiyorlardi. Hanbelîlerin bu gibi davranislari yüzünden insanlar bu mezhepten ürkmüslerdir. Bu sebeple Hanbelî mezhebi fazla taraftar bulamamistir (Ebû Zehra, a.g.e; s. 505, 506).


Hamdi DÖNDÜREN


Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: MÂLIK B. ENES

RE: MÂLIK B. ENES

MÂLIK B. ENES


Mâlik b. Enes b. Mâlik b. Ebi Âmir el-Asbahî. Mâliki Mezhebinin imami, Muhaddis ve mutlak müctehid.

Imam Mâlik, Medine'de dogmustur. Onun dogum tarihi hakkinda, Hicrî 90'dan 98'e kadar degisen farkli rivayetler vardir. Ancak, yayginlikla kabul edileni 93 (711-712) tarihinde dogmus oldugudur (Ömer Riza Kehhale, Mu'cemü'l-Müellifîn, Beyrut (t.y.), VIII, 168; ayrica bk. Suyutî, rezyinü'l-memalik, 7)..


Imam Mâlik'in ailesi aslen Yemenli olup, dedesi Zû Asbah kabilesine mensup olan Mâlik b. Ebu Amir el-Asbahî, Yemen valisinden gördügü zulüm üzerine Medine'ye gelip yerlesmistir. Annesi de, yine Yemenli Ezd kabilesinden, Aliye binti Süreyk el-Ezdî'dir.

Imam Mâlik'in dedesi Medine'ye yerlestikten sonra, Kureyse mensup Benû Teym b. Murra kabilesi ile hisimlik kurarak, bu kabile mensuplariyla dostluk (velâ) akdetmis ve gerektiginde onlardan yardim görmüstür.

Imam Mâlik'in ailesi, Medine'ye yerlestikten sonra ilimle mesgul olmus, özellikle hadisleri toplamaya ve Ashab'in fetvalarini ögrenmeye büyük önem vermislerdi. Dedesi Mâlik b. Ebu Amir, Tâbiînin büyüklerinden olup, Hz. Ömer (r.a), Osman (r.a), Talha (r.a) ve Aise (r.anh)'dan hadis rivayet etmistir.


Imam Mâlik, babasindan sadece bir hadis rivayet etmistir. Bu da, babasinin hadisle fazlaca mesgul olmadigini göstermektedir. Ancak amcasi Süheyl hadis âlimlerinden olup, Ismail b. Cafer'in hocasidir. Ayrica, ez-Zuhrî de ondan ders okumustur. Onun Nadr ismindeki kardesi de hadis tahsil etmisti. Imam Mâlik, hadis derslerine basladigi zaman, bu kardesinin söhretine binaen Ahu'n-Nadr (Nadr'in kardesi) diye çagrilmakta idi. Daha sonra, Imam Mâlik, hadiste onu geçmis ve kardesi ona nisbet edilmeye baslanmistir.

Hulefâ-i Râsidîn devrinde Medine, Ashab'in ileri gelen âlimlerinin bir arada bulundugu ve ilim tahsilinin zirvesine ulastigi bir merkez konumundaydi. Emevîler devrinde ise Medine, çogalan fitnelerden ve idarecilerin zulmünden kaçan bir takim âlimlere siginilacak bir yer görevi görmeye baslamisti. Ayrica, Tabii'nin çogu Medine'de oturmakta, Ashab'in rivayet ve fikhini, etraflarini halkalayan ilme susamis talebelere aktarmakta idiler.

Imam Mâlik, kendini tamamen ilme vermis bir aile muhitinde büyümüs ve çok canli bir ilmî hareketliligin yasandigi Medine'de ilim tahsil etmeye baslamisti. Böyle bir çevrede bulunmasi ona, çagin en ileri seviyesindeki alimlerden ders okuma imkânini vermisti.

Imam Mâlik önce, Kur'an-i Kerîm'i hifz etmis, pesinden de hadisleri ezberlemeye baslamis ve bilhassa annesinin tesvik ve yönlendirmeleri ile Medine'nin büyük ve meshur âlimlerinden Rabia b. Abdurrahman'in ders halkalarina katilmisti (Muhammed Ebu Zehra, Imam Mâlik, Terc. Osman Keskioglu, Ankara 1984, 30).

Daha sonra o, bir seyler ögrenebilecegi bütün âlimlerin yanina gitmeye ve onlardan hadis, sahabelerin fetvalari ve fikih konularinda istifade etmeye baslamisti.

Yüze yakin âlimden yararlanan Imam Mâlik'in yetismesinde, fikrî ve ilmî yapisinin oturmasinda, basta Abdurrahman ibn Hürmüz, Rabîa, Sihab ez-Zührî, Ebu Zinad, Yahya b. Sa'id el-Ensârî ve Hz. Ömer (r.a)'in azadlisi Nâfi'in büyük katkilari olmustur.

Ibn Hürmüz, hadis ve ser'î ilimlerde söz sahibi bir âlim olup, ayrica zamanin bütün fikrî, siyasî gelismelerini takip eden ve onlarin iç gerçeklerine nüfûz eden bir kültür genisligine sahipti. O, Imam Mâlik'e çok sey ögretir ancak, maslahata uygun görmedigi için bunlardan çok azini açiklamasina müsaade ederdi. Ibn Hürmüz, sorumlulugundan korktugu için, Mâlik'ten, hadislerin senedinde kendi adini zikretmemesini istemisti.

Imam Mâlik, Hz. Ömer (r.a) ile Abdullah b. Ömer'in fikhini ve fetvalarini, Nafi'den ögrenmisti. Ebu Davud, Malik'in Nâfi'den, onun da Ibn Ömer'den rivayetini senet yönünden en saglam olani kabul eder.

Imam Mâlik, yetisip olgunlastiktan sonra, fikihta hocasi olan Rabianin bazi görüslerini tenkit etmeye basladi. Bundan sonra o, Rabianin derslerini birakip, Zührî'nin hadis derslerine devam etti. Ancak, onun fikhî görüslerinde, Rabia'nin büyük tesiri vardir.

Bundan sonra o, Zühri'nin dersi disinda evine kapaniyor, o zamana kadar kagitlara kaydettiklerini derleyip toparlamaya çalisiyordu.

Ayrica Imam Mâlik, Cafer-i Sadik'in derslerini hiç bir zaman kaçirmazdi. Onun ilmine, zühd ve takvasina hayranlik duymakta idi. Imam Mâlik onun hakkinda; "Abdesti olmadan hadis rivayet etmez, Hz. Peygamberin adi anilinca yüzü sararirdi" demektedir.

O, Medine'nin ilmini tamamen ögrendigine iyice kanaat getirmeden ders vermeye baslamadi. Medine'de bulunan âlimlerin çogunun kendisini ders verme hususunda yeterli görmesini açiklamalarindan sonra güvenilir ravilerden aldigi hadisleri insanlara ögretmek, fetva soranlarin problemlerini halletmek ve etrafinda toplasan ögrencilere dersler vermek zorunlulugunu hissetmistir. Imam Mâlik bu konuda söyle söylemektedir: "Her aklina esen mescitte oturup ders veremez. Âlimlerden yetmis kisinin beni yeterli görmesine kadar ben, ders ve fetva vermekten kaçindim". Imam Mâlik ayrica, hocalari Zührî ve Rabia'ya, ders verip veremeyecegini sorup olumlu cevap aldiktan sonra bu ise baslamistir.

Imam Mâlik, derslerini Mescid-i Nebî'de vermeye baslamisti. Ancak sonralari idrarini tutamama (prostat) hastaligina yakalaninca mescite gelmez olmus ve derslerine evinde devam etmeye baslamistir. O, Mescid-i Nebî'de ders okuttugu zaman, Hz. Ömer (r.a)'in ders okuturken oturdugu yere oturmaya özen göstermistir. Burasi Resulullah (s.a.s)'in mescitte oturdugu yerdir. Ayrica Medine'de Abdullah b. Mesud'un oturdugu evde ikamet ederek, onlarin hatirasini zihninde canli tutmayi arzulamis ve Ashab'in yasadigi manevî atmosferi hissetmeye çalismistir.


Imam Mâlik'in dersleri, hadis ve fikhî meselelerle verdigi fetvalar seklinde cereyan ederdi. O, vuku bulmus olaylara fetva verir ve degerlendirmelerde bulunurdu. Vuku bulmamis, farazî olaylar için kesinlikle bir görüs beyan etmezdi. Bu da Islâm hukukunun en önemli özelligidir.

Hastaliginin ilk dönemlerinde, mescite namaza gelir, sonra evine dönerdi. Bir zaman sonra namazlara gelemez olmus, daha sonra cuma namazi için de evinden çikamaz hale gelmisti. Bu durumunu soranlara hastaligini, ta ölüm dösegine yatana kadar söylememistir.


Imam Mâlik, ilimde olgunlasip dersler vermeye basladiktan sonra, bilgilerini daha da derinlestirmek ve farkli fikhî görüsleri, incelikleriyle kavrayabilmek için âlimler ile iliskisini yogun bir sekilde sürdürmüstür. Hacca gelen âlimlerle görüsüp, onlarla ilim alisverisinde bulunurdu. O, büyük fakih Ebu Hanife ile de görüsür, onunla münazaralarda bulunurdu. Onlarin bu görüsmeleri gayet nezih bir sekilde cereyan eder ve herbiri digerinin fikihtaki üstünlügünü överdi. Bunun gibi o, Keys, Evza'î, Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan, Hammad vb. çagin seçkin âlimleri ile ilmî sohbetlerde birlikte olur, onlarla bir araya gelme firsati buldugunda bunu hiç bir zaman kaçirmazdi. Imam Mâlikin yasadigi dönem, Medine'nin ilim, inceleme ve arastirmalarin odagi oldugu bir dönemdi. Bunun sebebi, Resulullah (s.a.s)'in mescidinin ve kabrinin burada bulunmasi dolayisiyla Islam cografyasinin her tarafindan, farkli fikhî ekollere mensup âlimlerin, her hac mevsiminde buraya akin akin gelmeleri idi.

Imam Mâlik ayrica, ilmini yenilemek ve asrinin diger fakihlerinin görüslerini ögrenmek için mektuplasma yolunu da kullaniyordu. O, görüsme imkâni olmayan uzak sehirlerdeki âlimlere mektuplar yazar, degisik konulardaki görüslerini sorar ve kendi degerlendirmelerini onlara iletirdi.


Imam Mâlik keskin bir zekâ ve kuvvetli bir hafizaya sahipti. Bu da ona, dinledigi hadisleri kolayca ezberleme ve fikhî konulara rahatça nüfuz edebilme imkanini sagliyordu. Hadisleri saglam ravilerden kusursuz olarak bellemis oldugu halde, bir maslahat görmedikçe hadis rivayet etmezdi. Hadis nakletmenin sorumlulugu onu sikintiya sokar ve naklettigi her hadisi için; "Onlari nakletmektense herbiri için bir kirbaç yemeyi yeglerdim" demekte idi.

Sadece Allah Teâlâ'nin rizasini kazanmak için ilim tahsil etmis, hayati boyunca takva yolunu terketmemistir. Ona göre ilim bir nurdur ve ancak husu ve takva sahibi bir kalpte yerlesebilir. Fetva verirken yavas hareket eder, iyice düsünür, soran kimseyi göndererek meseleyi tetkik ve tesbit ettikten sonra cevap verirdi. O fetva konusunda hiç bir seyin kolay olamayacagi görüsünde olup, helâl ve haram ile ilgili her meselenin zor oldugunu söylerdi. Din konusunda kimseyle tartismaya girmez, insanlar arasinda kin tohumlari ekecegi için bunu çok kötü bir davranis olarak degerlendirirdi.


Imam Mâlik, bedenen heybetli bir yapiya sahipti. Ilim ve büründügü takva elbisesi onun bu heybetine manevî bir yön katiyordu. Onun bakislarindan herkes etkilenir, insanlara büyüklük taslayan idareciler, valiler onun yaninda küçülür ve ona saygi gösterirlerdi.


Imam Mâlik'in babasi ok imalatçisi idi. Ancak, Imam Mâlik'in bu meslegi isra ettigine dair herhangi bir bilgi mevcut degildir. Kardesi hem hadis okur, hem de ticaretle ugrasirdi. Imam Mâlik'in de bir miktar sermayesi kardesi tarafindan çalistirilmakta idi. Buna ragmen onun, ögrencilik yillarinda biraz maddî sikinti çektigi anlasilmaktadir.

Imam Mâlik'in yasadigi dönem fikrî ve siyasî fitnelerin zirvesine ulastigi bir dönemdir. O, hem Emeviler, hem de Abbasiler döneminde yasamistir. Ömer b. Abdülaziz'i takdir eder ve onu ümmetin islerini hakkiyla yerine getirmeye çalisan adil bir halife olarak görürdü. Ancak o, ne tahtlarini korumak isteyen hükümdarlara taraf olmus, ne de ayaklanmalarina mesru zemin olusturmak isteyen isyanci gruplara destek vermistir. Her zaman gerçekleri yaymaya gayret göstermekle birlikte, anarsinin, müslüman kitleleri perisan ederek fitne ve fesadin yayginlasmasina sebeb olacagini düsündügü için o, isyanlari tasvip etmemistir. Bununla birlikte gayrimesru bir sekilde ümmetin basina gelen yöneticileri de onaylamamistir. Bu yüzdendir ki o, bir defasinda takibata ugramis ve Abbasiler'in ikinci halifesi Ebu Cafer el-Mansur'un Medine valisi tarafindan kendisine iskence yapilmistir. Buna sebeb olarak da, zorlama ile yapilan bey'atin geçersizligine fetva vermis olmasi gösterilir (Ebu Zehra, a.g.e., 77). Bu iskenceler sirasinda, o kirbaçlanmis ve kolu çekilmek sûretiyle sakatlanmistir.

Ancak daha sonra Mansur, bu olaydan haberi olmadigini ve bu isi yapan valisini cezalandirdigini söyleyerek ondan özür dilemis, Imam Mâlik de onu bagislamistir (Ibnü'l-Imâd el-Hanbeli, Sezerâtuz-Zeheb, Beyrut t.y., I, 290).

O, halife ve idarecilere, Hac için Medine'ye geldikleri zaman, halkin menfaati ve selâmetini gözetip hak ve adalet üzere yürümelerini ögütler, ayrica yüz yüze görüsme imkâni olmayanlara da mektuplar göndererek onlari islah etmeye çalisirdi. Bununla beraber o, emir ve hükümdarlardan daima uzak durmustur. Fakat, samimiyetine inandigi idarecileri derslerine kabul etmistir. Harun er-Resid bunlardan biridir. Harun er-Resid'in Imam Mâlik'in evindeki dersler esnasinda sultanlarin tavriyla davranmaya kalktiginda Imam Malik ona, ilmin her türlü dünya makamindan üstün oldugunu ve yücelmenin ancak ilme saygiyla mümkün olabilecegini anlattiginda tahtindan inmis ve öteki ögrencilerin arasinda onun derslerini dinlemeye devam etmistir (Ibnu'l-Imad el-Hanbeli, a.g.e., I, 29i).

Imam Malik'in hastaligi agirlasip, vefat edecegini anladiginda o zamana kadar gizledigi hastaligini ve gizleme sebebini dostlarina söyle açikliyordu: "Eger hayatimin son günleri olmasaydi size bildirmeyecektim. Benim hastaligim idrarimi tutamamamdir. Peygamberin mescitine tam abdestli olmaksizin gelmek istemedim. Rabbime sikayet olmasin diye de hastaligimi kimseye söylemedim" (Ebu Zehra, a.g.e., 286). Imam Malik, Hicrii79 yilinda Rabiulevvel ayinin on dördüncü günü vefat etmistir. Safer ayinda öldügüne dair rivayetler de vardir. Cennetu'l-Bakî mezarligina defnedilmistir (Ömer Riza Kehhâle, Mu'cemu'l-Müellifin, Beyrut, t.y, VIII, 168).

O, hem bir hadis âlimi hem de büyük bir fakihti. Onun devrinde ortaya çikan siyasî ve itikadî fitneler halkin akaidini tehdit eder hale gelmisti. Imam Malik böyle bir ortamda, Sünnet çizgisine simsiki sarilarak, insanlari sapitip delâlete düsmekten kurtarmak için var gücüyle çalismistir. Ona göre Islam'i yasamak, Resulullah'in sünnetine ve pesinden gelen Rasid Halifelerin uygulamalarina tabi olmakla mümkündür. Medinelilerin ameli onun için uyulmaya, ahad haberden daha lâyiktir. Çünkü Resulullah (s.a.s), Medine'de yasamis ve Medineliler, yasayisini ona uydurmuslardi. Dolayisi ile Medineliler'in yasayisi Sünnetin amelî sekilde rivayetidir. Bu, onun fikih usulünde de açikça görülür. Kitap ve Sünnet'ten sonra delil olarak Medineliler'in amelini alir (bk. Malikî Mezhebi Mad).

Imam Malik, imanin kalben tasdik, dil ile ikrar ve amel oldugunu söylerdi. Bu söylediklerini Kur'an'a ve hadislere dayandirirdi. Yine hakkinda ayet bulundugu için imanin artabilecegini söyler, eksilmesi hakkinda susardi. Kader, büyük günah, Kur'an-i Kerim'in mahluk olup olmadigi ve ru'yetullah konularinda sahih Ehli sünnet ulemâsi ile ayni görüsleri paylasmaktadir. Yalniz, o, Ebu Bekir (r.a), Ömer (r.a) ve Osman (r.a)'in fazilet siralamasindaki üstünlüklerini kabul ettigi halde, Hz. Ali (r.a) hakkinda, diger âlimlere muhalefet etmis, onu Hulefâ-i Râsidînden saymamistir. Buna sebeb olarak da, hilâfeti isteyenle istemeyenin bir olamayacagini gösterirdi.

Imam Malik'in fikhi, ögrencileri tarafindan hazmedilip daha onun sagliginda Misir basta olmak üzere Kuzey Afrika'da yayilmaya baslamis, oradan da Endülüse ulasmistir.


Imam Malik'in ilimdeki büyüklügü hakkinda onun önünde diz çökmüs ve ilminden feyz almis büyük fakîh Imam Safiî söyle demektedir: "Malik, Allah Teâlâ'nin, Tabiinden sonra kullarina karsi hüccet olarak gönderdigi bir insandir" (Suphi es-Salih, Hadis Ilimleri ve Hadis Istilahlari, Terc. Yasar Kandemir, Ankara 1981, 330).


Hayati boyunca Medine'den baska bir yere gitmeyen Imam Malik, Resulullah (s.a.s)'e olan asiri sevgi ve saygisindan dolayi, Medine'de bir defa olsun at sirtinda dolasmamistir.

Muvatta'i:


O bir çok kitap tedvin etmis olup, bunlar arasinda en önemlisi Muvatta adli eseridir. Imam Malik bu kitaba Hicaz'in en saglam ravilerinin hadislerini almaya özen gösterdi. Ayrica sahabe sözlerine ve Tabiin fetvalarina da yer vermistir.

Hadis külliyati içerisinde ilk tedvin edileni Muvatta'dir. Istisnalari olmakla birlikte, bu zamana kadar çesitli sebeplerden dolayi hadislerin yazilmasi tasvib edilmiyordu. Hadisler, kendilerini bu yola adamis muhaddislerin hafizalarinda muhafaza ediliyordu. Ancak bir zaman sonra, bir takim insanlar, menfaatlerini veya firkalarinin hakliligini ispatlamak vb. sebeblerden dolayi hadis uydurmaya baslayinca, sahih hadislerin yazilarak tesbit edilmesi zarureti ortaya çikti. Bu durumu Sihab ez-Zuhri; "Dogu tarafindan, duymadigimiz hadisler gelmeye baslamasaydi ne bir hadis yazar, ne de yazilmasina izin verirdim" sözüyle açikliga kavusturmaktadir.


Ömer b. Abdülaziz, muhtemelen âlimlerle istisare ederek, hadislerin tedvin edilmesini, valilerine gönderdigi talimatlarla resmen emretmisti. O, âlimlerin ölümleriyle ilmin ve hadislerin kaybolmasindan endise etmekteydi. Ilk olarak böyle bir ise girisip, Halifenin istegini yerine getiren, Imam Malik'in hocasi Sihab ez-Zûhrî olmustur. Fakat, Ömer b. Abdulaziz, arzuladigi tedvin isinin sonuçlarini göremeden vefat etmisti.

Mansur isbasina geçince, o da Ömer b. Abdulaziz gibi, Medine ilminin toplanip tedvin edilerek, yaziyla muhafaza altina alinmasi için çalismalar yapilmasini istedi. Ancak o, selefi Ömer b. Abdulaziz gibi bütün eyaletlerdeki ilimlerin derlenip toparlanmasini düsünmemis, sadece Medine'deki hadislerin ve fikhî görüslerin tedvinini istemisti. Mansur'un böyle bir ise girismesinin sebebi âlimlerin ölümleriyle ilmin zayi olmasi endisesinden kaynaklaniyordu. Onun düsüncesi tamamen idarî maksatlara yönelik olup, ülkenin her tarafindaki mahkemeleri ve yargiyi birlestirerek tevhid-i kaza'yi gerçeklestirmek istiyordu. Imam Malik onun, Medine'nin ilmini tedvin etme istegini yerine getirdiginde ortaya Muvatta adli eseri çikmisti. Ancak Imam Malik, Mansûr'un, ülkenin her tarafindaki insanlarin Muvatta'a uymalarini saglamak istegine kesin bir tavirla karsi çikmisti. Bu da gösteriyor ki, onun Muvatta'i kaleme almasinin yegâne sebebi, Mansur'un bu yoldaki arzusu degildir. O, Medine'deki sahih hadisleri, sahabe sözlerini ve Tabii'nin fetvalarindan tercih ettiklerini toplayarak onlarin unutulup gitmesini önlemek ve sonraki nesillere saglikli bir sekilde intikal etmesini saglamak istemistir. Mansûr'un istegi bu konuda ancak tesvik edici bir rol oynamis olabilir. Zira o, daha sonra gelen Mehdi'nin ve Harun er-Resid'in, Mansur'un istegine benzer taleplerini de ayni sekilde reddetmistir.

Imam Malik onlara söyle diyordu:


"Ashab-i kiram fer'î meselelerde ihtilâf ettiler ve onlar bu ihtilâflariyla birlikte her tarafa dagildilar. Herkes kendine göre isabetlidir. Ulemânin ihtilâfi ümmet için bir çesit rahmettir. Her biri kendince sahih olana uyuyor. Hepsi hidayet üzere olup, sadece Allah Teâlâ'nin rizasini istemektedirler" (Ebu Zehra, a.g.e., 218).

Imam Malik, hadisleri çok titiz bir tenkit süzgecinden geçirdikten sonra rivayet ederdi. Rivayet ettigi hadisleri sürekli arastirir; ravide bir kusur bulur veya hadis saz çikarsa onu hemen terkederdi. Muvatta'i ilk yazdiginda on bine yakin hadisi rivayet etmis olmasina ragmen, her sene onu tetkik ederek bir kisim hadisleri çikarmis, neticede Muvatta oldukça küçülmüstü. Onun bu durumunu bazi ögrencileri söyle dile getirirlerdi; "Herkesin ilmi çogalip artiyor; Malik'in ilmi ise noksanlasip eksiliyor" (a.g.e., 221). Bu, onun ilmi naklederken ne kadar titiz davrandigini göstermektedir.

Görüldügü gibi Muvatta'da bulunan hadisler çok sayida hadis arasindan süzülerek seçilmistir. Bu yüzden hadis tenkidcileri ondaki hadisleri istisnalar hariç sahih kabul etmektedirler.


Muvatta'i, Kütüb-i Sitte'nin altincisi olarak kabul edenlere göre derece itibariyla Sahihayn'dan sonra gelmektedir.

Ancak, bir kisim muhaddisler, ondaki mürsel hadislerin ve Tabiin fetvalari ve fikhî görüslerin çoklugunu ileri sürerek Muvatta'in daha çok bir fikih kitabi oldugunu söylemislerdir (Sûphi es-Salih, a.g.e., 99).

Imam Malik'in, Peygamber (s.a.s), Ashab ve Tabiinden yaptigi rivayetlerin sayisi bin yedi yüz yirmi kadardir. Ibn Hacer, Muvatta'i sahih kabul eder. Ibn Hazm, Muvatta'daki bes yüz hadisin müsned, üç yüz hadisin de mürsel oldugunu ve yetmis civarinida da Malik'in bizzat onlarla amel ermeye terketmis oldugu hadis âlimlerinin zayif olarak degerlendirdigi diger bazi hadislerin bulundugunu söylemektedir (Ebu Zehra, a.g.e., 227).

Âlimler arasinda, Muvatta'daki hadislerin sihhat dereceleri hakkinda muhtelif görüslerin bulunmasina ragmen, Malikîler Muvatta'in tamaminin sahih oldugunu kabul etmektedirler. Zira onlar Muvatta`daki mürsel, mu'dal ve munkati' hadisleri, muttasil senetlere baglamak için gayret göstermisler; senedi, Malik'in rivayetinden muttasil olmayanlari da baska sika ravilerle muttasil olarak tesbit etmislerdir. Onlarin hiç bir yolla muttasil senet bulamadiklari hadisler sadece dört tanedir. Bu durum, Imam Malik'in mürsel, mu'dal ve munkati, olarak naklettigi hadislerin baska tariklerle müsned olarak nakledildiklerini ve dolayisiyla Muvatta'in sahih hadis kitaplarindan biri oldugunu ortaya koymaktadir.


Imam Malik, Muvatta da bes yüz doksan kadar kimseden rivayet etmektedir. Ashabdan rivayet ettikleri, yüz seksen besi erkek, yirmi üçü kadin olmak üzere iki yüz sekiz; Tabiinden olanlar ise, kirk sekiz kisidir.


Muvatta'i rivayet edenler, Imam Malik'in talebeleri olup, Kadi Iyad bunlarin altmis kisi olduklarini tesbit etmistir (a.g.e., 229).

Bu gün elde bulunan Muvatta biri Ebu Hanife'nin talebesi Imam Muhammed'in rivayeti, digeri de Malik'in talebesi, Endülüslü Yahya b. Leysî el-Berberî'nin rivayet ettikleri nüshalara göre basilmistir.


Muvatta, Malikî fikhinin temel kaynagi olup, Imam Malik'in fikihta takip ettigi usul ondaki tertipden açikça anlasilmaktadir. O, Muvatta'da fikhî bir konuyla alâkali hadisi alir, sonra Medineliler'in o konudaki uygulamalarina temas eder, pesinden de Tabiin ve diger fukahanin görüslerini zikreder. Eger bunlarda bir açiklama bulamazsa o zaman sahih olarak bildigi hadislerin ve sair fetvalarin isigi altinda kendi reyiyle ictihad eder, meseleyi çözüme kavustururdu. Imam Malik, ayni zamanda hadis ravilerini arastirip, onlarin adalet, hifz ve zabttaki durumlarini inceleyerek bir tedkik ve tenkit süzgecinden geçiren ilk kimse olma ünvanina da sahibtir (a.g.e., 2i9).

Ömer TELLIOGLU


Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: MOLLA GÜRÂNİ

RE: MOLLA GÜRÂNİ

MOLLA GÜRÂNİ

(1410 - 1488m.)



Evliyalar Ansiklopedisi

Osmanlı âlimlerinden ve büyük velî. Dördüncü Osmanlı şeyhulislâmı. İsmi, Ahmed bin İsmâil bin Osman Gürânî, lakabı Şerefüddîn, Şihâbüddîn ve Molla Gürânî'dir. Daha çok Molla Gürânî lakabıyla tanınıp, meşhûr oldu. 1410 (H.813) senesinde, Sûriye'nin Gürân kasabasına bağlı bir köyde doğdu. Doğduğu yere nisbetle "Gürânî" denilmiştir.



Molla Gürânî, küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sarf, nahiv, beyân, meânî gibi âlet ve kırâat ilmini öğrendi. Sonra ilim öğrenmek için Bağdât, Diyarbakır, Hıns ve Hayfa şehirlerine gitti. On yedi yaşında iken de Şam'a gidip, bir müddet oradaki âlimlerden ders alıp, ilim tahsîl etti. Şam'dan Kâhire'ye gitti.Kâhire'de zamânın âlimlerinden ders alarak; kırâat, tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini öğrendi ve bu ilimlerde icâzet aldı. O devrin en meşhûr âlimi İbn-i Hacer Askalânî'den hadîs ve fıkıh ilmine dâir eserler okudu. Bu hocasından okuduğu eserler arasında, Sahîh-i Buhârî ve fıkıh ilminde meşhûr eserler vardı.Hadîs ilminde İbn-i Hacer Askalânî'den icâzet aldı. Molla Gürânî bu şekilde çalışarak tahsîlini tamamladıktan sonra; tefsîr, kırâat, hadîs ve fıkıh ilimlerinde değerli bir âlim olarak yetişti.Yavaş yavaş tanınmaya ve Kâhire'deki medreselerde ders vermeye başladı. Memlûk Devleti hükümdarları ile devletin ileri gelenlerinin kurdukları ilim meclislerine katılıp, münâzaralara girdi. İlmi ve fesâhati, güzel konuşmasıyla kısa zamanda tanındı. Hattâ Kâhire'de herkese açık bir ders verdi. Dersini dinleyen âlimler, onun ilimdeki üstünlüğünü takdîr ettiler. Hocası İbn-i Hacer Askalânî ona icâzet verdikten sonra, Sahîh-i Buhârî'yi gâyet güzel bir mahâretle okuttuğunu bizzat görüp, şâhid oldu. Bundan sonra hayâtının bir bölümünü Kâhire ve Şam taraflarında geçirip İstanbul'a geldi. İstanbul'a gelişi, hayâtında değişikliğe yol açtı. Önce Şâfiî mezhebindeydi. Sonradan Hanefî mezhebine geçti.



Molla Gürânî'nin İstanbul'a gelişi şöyle vukû bulmuştur: O devrin meşhûr Osmanlı âlimlerindenMolla Yegân hacca gittiğinde, Kâhire'ye uğradı. Orada Molla Gürânî'yi tanıyıp, onun dîne bağlılığını ve ilimdeki yüksek derecesini görünce, İstanbul'a getirmek istedi. Lütuf ve iltifât göstererek istanbul'a gelmesini söyledi. O da bu teklifi kabûl edip, Molla Yegân ile birlikte İstanbul'a geldi. Meşhûr âlim MollaYegân, hacdan dönüp İstanbul'a gelince, Sultan İkinci Murâd Hanın otağına gidip, bir sohbet yaptı. Sohbet sırasında Pâdişâh; "Gezip gördüğün yerlerden bize ne armağan getirdin?" diye sordu. Bunun üzerine Molla Yegân; "Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilminde iyi yetişmiş bir âlim getirdim" dedi. "Şimdi nerededir?" deyince; "Bâb-üs-seâdede beklemektedir" dedi. Bunun üzerine Pâdişâh, onu içeri getirmelerini söyledi. Molla Gürânî içeri girip, selâm verdi, el öptü. Sohbet sırasında Molla Gürânî'nin konuşması ve hâli, pâdişâhın hoşuna gitti. Onu önce, dedesi Murâd-ı Hüdâvendigâr Gâzî'nin eski kaplıcadaki medresesine sonra da Yıldırım Medresesine müderris tâyin etti. Böylece bir müddet bu vazifede bulundu.Bundan sonra da Sultan İkinci Murâd Hân, Molla Gürânî'yi oğlu Şehzâde Mehmed'in yâni Fâtih'in yetiştirilmesi ile görevlendirdi.



Şehzâde Mehmed (Fâtih), bu sırada Manisa'da emîrdi. Babası İkinci Murâd Hân, oğlunun (Fâtih'in) yetişmesi ve eğitilmesi için pekçok âlimi ona hoca olarak göndermişti. Fakat Şehzâde Mehmed, zekî ve celalli olduğundan, giden hocalar onu bir türlü derse yanaştıramamıştı. Bu sebeple pâdişâh İkinci Murâd Hân, oğlunu yetiştirecek heybetli bir muallim arıyordu. Molla Gürânî'nin heybetli ve vakûr bir âlim olduğunu görerek, sert tutumunu duyup, bu iş için onu tâyin etti. Onun iyi bir eğitimden geçmesini istediğini söyleyip, gerekirse dövebileceğini de işâret etti. Bunun üzerine Molla Gürânî, Manisa'ya gönderildi. Molla Gürânî, Şehzâde Mehmed'in (Fâtih'in) yetişmesi için ona ders vermeye başladı. Gördüğü gevşeklik karşısında, vakûr ve sert tutumuyla, Şehzâde Mehmed'in hırçınlığını yatıştırdı. Hattâ ders sırasında; "Darabtühû te'dîben" Terbiye etmek, eğitmek için onu dövdüm mânâsındaki Arabca cümleyi dil bakımından incelettirdi, tahlîl ve tercüme ettirdi. Bu tutum karşısında Şehzâde Mehmed derslere devâm edip, kısa zamandaKur'ân-ı kerîmi hatmetti ve ilim öğrendi. Pâdişâh İkinci Murâd Hân, oğlu Şehzâde Mehmed'in Kur'ân-ı kerîmi hatmettiğini öğrenince, çok sevinip, hocasıMollaGürânî'ye fazla mikdârda mal ve parayı hediye gönderdi.



Fâtih Sultan Mehmed Hanın yetişmesinde, Molla Gürânî'nin büyük emeği geçti. Bu bakımdan Fâtih, şehzâdeliğinden beri hocasını çok sever, saygı ve hürmette kusûr etmezdi.



Babası İkinci Murâd'dan sonra tahta geçen Fâtih Sultan Mehmed Han, Molla Gürânî'yi vezîr yapmak istedi. Molla Gürânî bu teklifi kabûl etmeyip; "Huzûrunuzda, size devlet işlerinde çok hizmet edenler vardır. Onların ciddî çalışmaları, sonunda vezîrliğe, sadr-ı a'zamlığa kavuşmak ideallerine bağlıdır. Vezîriniz onlardan başkası olursa, kalbleri kırılır ve sultânımıza zarar gelir" dedi. Sultan bu sözü beğendi ve onu kadısker yapmak istediğini bildirince, bunu kabûl etti. Kâdılığa başlayınca, ayrıca müderrislik görevini de yürüttü. Daha sonra Bursa evkâf idâresi vazifesi ve kâdılık vazifesi ile Bursa'ya gönderildi. Bursa'da bir müddet bu vazifeleri yaptı. Sonra bâzı sebeplerle Anadolu'dan ayrılıp, Mısır'a gitti.



Molla Gürânî Mısır'a vardığında, Mısır Sultânı Kayıtbay'dan tam bir kabûl ve çok ikrâm, hürmet gördü. Bir müddet sonra FâtihSultanMehmed Hân, Mısır Sultânı Kayıtbay'a, Molla Gürânî'yi göndermesini ricâ etti. Kayıtbay, Fâtih Sultan Mehmed Hanın bu ricâsını Molla Gürânî'ye bildirerek; "Gitme, ben sana onunkinden daha çok ikrâm ve ihtirâm ederim" dedi. Molla Gürânî; "Evet inanıyorum, sizden çok fazla ikrâm gördüm. Ancak, benimle onun arasında baba ile oğul arasındaki gibi büyük bir sevgi vardır. Aramızdaki bu hâdise ise, bir başka şeydir. Bu sebepten o, tabiî olarak kendisine meyledeceğimi bilir. Eğer ona gitmezsem, sizin tarafınızdan gönderilmediğimi zanneder ve aranıza bir düşmanlık girebilir." cevâbını verdi. Sultan Kayıtbay bu cevâbı beğendi ve kendisine çok para ve yolda lâzım olabilecek eşyâları verip, büyük hediyelerle Fâtih Sultan Mehmed Hana gönderdi.



Molla Gürânî İstanbul'a gelince, Sultan ona çok hürmet gösterip, ikinci defâ Bursa kâdılığına tâyin etti. Sonra yeniden Kadıaskerliğe getirildi. Bu arada müderrislik ve eser yazmakla da meşgûl iken, 1480 (H.885) senesinde Şeyhülislâmlık makâmına getirildi. Fâtih Sultan Mehmed Hân ona; maaş, hizmetçi ve diğer yardımları yanında, çok hediyeler vererek, ikrâm ve hürmet gösterdi. Sekiz sene Şeyhülislâmlık yaptı ve hakka, adâlete uymakta, titizlik göstererek, gayet güzel bir şekilde vazifesini yerine getirdi.



Fâtih Sultan Mehmed Hana çok nasîhat eder, işlerinde yardımcı olurdu. Ona karşı duyduğu samîmi sevgi ve alâka sebebiyle, yeri geldikçe tenkid etmekten, uyarmaktan çekinmezdi. Hattâ giydiği ve yediği şeylere dikkat etmesini, dâimâ dînin emirlerine uygun olmasını isterdi. Nasîhatlerini sert sözlerle söylemekten çekinmezdi.



Molla Gürânî; heybetli, vakûr, sarsılmaz bir ilim haysiyetine ve ahlâkına sâhipti. Uzun boylu, gür sakallı, doğru ve açık sözlüydü. Vezîrleri adlarıyla çağırır, Sultanın huzûruna girince, yüksek sesle selâm verip, müsâfeha yapardı.Dâvet edilmedikçe ve bayram günlerinden başka zamanlarda saraya gitmezdi. Bir defâsında bir Arafe günü, Sultan, Molla Gürânî'ye bir haberci göndererek; "Yarın bayramı kutlamak üzere teşrif etsin, geç kalmasın." diye haber yollamıştı. Molla Gürânî, gelen haberciye; "Yağışlı günlerdir, her yer çamur. Gelirsek, kılık kıyâfet değiştirmek îcâb eder. Yarın bizi bağışlasınlar. Biz uzaktan duâ ederiz. Bayramı uzaktan kutlayalım." dedi. Haberci dönüp bu sözleri pâdişâha iletince, Pâdişâh; "Biz onların gelmesi ile bayram yaparız. Her şeye rağmen gelmelerini bekliyoruz." dedi.Üzerlerinin çamur olmaması için de, sarayın selâmlığına kadar at ile girmesine izin verildi. Bunun üzerine dâveti kabûl etti. Molla Gürânî, devrin âlimlerine mütevâzî davranır ve onlara karşı kıskançlık göstermezdi. Hattâ resmî vazifelerde kendinden daha üst makamlara çıkan âlimleri takdîr ederdi. Müderrislikden resmen ayrıldıktan sonra da ilim öğretmeye devâm etti. Pekçok âlim yetiştirdi. Osmanlı âlimleri arasında ahlâkının üstünlüğü, ilmî hususlarda tâvizsiz olan ve ilme çok önem veren bir âlim bilinip öyle tanındı. Günlerini hep ders vermekle, kitap yazmakla ve ibâdetle geçirirdi. Bir defâsında talebelerinden biri, bir gece onun konağında kalmıştı. Hocası Molla Gürânî, yatsı namazından sonra Kur'ân-ı kerîm okumaya başladı. Başından başlayıp devamlı okurken talebesi bir müddet sonra uyuyakaldı. Sabaha doğru uyanınca hocası Molla Gürânî'nin Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm ettiğini gördü. Sabahleyin o talebe bu durumu hizmetçilere anlatınca, hizmetçileri; "O, her gece böyle Kur'ân-ı kerîm okur ve bunu hiçbir sebeple terk etmez." demiştir. MollaGürânî, ayrıca çok hayır ve hasenât yapmıştır. Dört câmi, bir Dâr-ül-hadîs medresesi, bir hamam ve binâlar yaptırmıştır.



Molla Gürânî, vefât ettiği 1488 (H.893) senesinin bahar mevsiminde bir bahçe satın aldı. Kışa kadar o bahçede kaldı. Vezîrler haftada bir bu bahçede ziyâretine gelirlerdi. Kış geldiğinde iyice hâlsizleşti. İstanbul'daki konağına göçtü. O günlerde bir sabah namazını kıldıktan sonra, kendisine bir yatak hazırlanmasını istedi. Yatak hazırlandı. Kuşluk namazını kıldıktan sonrakıbleye dönerek, sağ yanı üzerine yattı. O gün, kendisinden Kur'ân-ı kerîmi, kırâat ilmini öğrenen hâfızların yanında toplanmasını istedi. Bu arzusu üzerine, talebelerine haber gönderildi.Onlar da yanına toplandılar. Talebelerine; "Üstünüzde olan hakkımı ödeme zamânı bu gündür. İkindi vaktine kadar benim üzerime Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm ediniz, ikindiden fazla uzamaz." dedi. Hâfız talebeleri, Kur'ân-ı kerîm okumaya başladılar. Vezîrler durumu öğrenince, yanına geldiler. Vezîrler arasındaki Dâvûd Paşa, Molla Gürânî hazretlerini çok sevdiği için, hâlini görünce dayanamayıp, ağlamaya başladı. MollaGürânî onun ağladığını görüp; "Niye ağlar durursun ey Dâvûd!" dedi. Dâvûd Paşa; "Sizi böyle zayıf görünce kendimi tutamadım." dedi. Bunun üzerine; "Ey Dâvûd, kendi hâline ağla! Ben dünyâda rahat ve huzûr içinde yaşadım. Allahü teâlâdan ümîdim odur ki, ömrümün sonunda da, son nefeste de selâmet üzere olurum." dedi.Sonra vezîrlere dönüp; "Benden Bâyezîd'e (İkinci Bâyezîd Hana) selâm söyleyin ve deyin ki, Adâlet üzere olsun, kulları himâye, beldeleri muhâfaza etsin. Namazımı bizzat kendisi kıldırsın ve borçlarımı, defnimden önce ödesin" dedi. Sonra; "Size vasiyetim olsun! Beni kabrin yanına koyunca, ayağımı tutun ve beni kabrin başına çekin, sonra kabre koyun." dedi. Öğle namazını îmâ ile kıldı. Sonra; "İkindi ezânı ne zaman okunacak?" dedi. İkindi vakti gelince, müezzinin ezân okumasını bekledi. Müezzin, Allahüekber diye ezân okumaya başlayınca, Molla Gürânî hazretleri; "Lâilâhe illallah" diyerek vefât etti.

Sultan İkinci Bâyezîd Hân, namazında bulundu ve borçlarını ödedi. Cenâze namazı çok kalabalık olup, İstanbul ahâlisi onun vefâtından dolayı gözyaşı döktü. Cenâzesi kabrin başına getirilince, vasiyetine rağmen kimse ayağından tutup çekmeye cesâret edemedi. Cenâzesini bir hasır ile kabrin yanına çektiler ve kabre indirip defnettiler. Kabri,Aksaray-Topkapı arasındaki eski tramvay yolunun sol tarafında bulunan kendi yaptırdığı câminin önündedir.



Arabca kaynaklarda "Diyâr-ı Rûm'un, Anadolu'nun âlimi" olarak zikredilen Molla Gürânî, kıymetli eserler yazmış olup, eserleri şunlardır:

1) Gâyet-ül-Emânî fî Tefsîr-i Seb'il-Mesânî,

2) El-Kevser-ül-Cârî alâ Riyâd-il-Buhârî; Hadîs-i şerîf kitaplarının en kıymetlisi olanSahîh-i Buhârî'ye yazdığı şerhdir.

3) Şâtıbiyye Kasîdesi'nin Ca'berî şerhine güzel bir hâşiye yazmıştır.

4) Keşf-ül-Esrâr an Kırâat-il-Eimmet-il-Ahyâr,

5) Şerh-i Cem'ul-Cevâmi': Usûl-i fıkha dâirdir.

6) Arûz ilmiyle ilgili bir kasîde.



Kaynaklar:

1) Mu'cem-ül-Müellifîn c1. ,s.166

2) El-A'lâm; c.1, s.97

3) Tam İlmihâl Seâdet-iEbediyye; (49. Baskı), s.1112

4) Ed-Dav-ül-Lâmi c.1, s.241

5) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi) s.102

6) Tabakât-üs-Seniyye fî Terâcim-il-Hanefiyye c.1, s.280

7) Esmâ-ül-Müellifîn c.1, s.135

8) Keşf-üz-Zünûn c.1, s.553, 646, 899; c.2, s.1190, 1486

9) Tâc-üt-Tevârih (Ulemâ kısmı)

10) Osmanlı Müellifleri c.2, s.1

11) İzâh-ul-Meknûn c.2, s.92

12) Brockelmann; Sup-2, s.319

13) Devhat-ül-Meşâyıh; s.10

14) Rehber Ansiklopedisi c.12, s.184

15) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi c.12, s.298

Kaynak: www.davetci.com.tr
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

AZIZ MAHMUD HÜDÂÎ HAZRETLERI (.... - 1628)


Celveti târîkatinin feyiz, ilim ve ask ehli büyük pîri olup Sivrihisar’lidir. Bir müddet seyahat ettikten sonra Bursa’ya gelisinde Seyh Üftade Hazretlerinin velâyet tuzagina yakalanarak, kisa zamanda hakikate erismis, irsada memur edilerek Üsküdar’a gönderilmis ve burada vefatina kadar irsâd ve hilafet vazifesi görmüstür. 48 zevattan ibaret olan halifelerinin isimleri bir risalede kayitlidir. Kabr-i Serîfleri Üsküdar’daki meshur tekkelerindedir. Tekkesi, ziyaretçisi eksik olmayan bir mübârek yerdir. Gül gibi kokar. (Rahmetullahi aleyh)

Dergâh kapisi üzerine su beyit yazilmistir:


"Eger vasil olam dersen dilâ sen sirri maksûda
Gel âdâb ile yüz sür âsitân-i Seyh Mahmud’a"

Divaninda mürsidâne ve âsikâne ilâhî, gazel ve siirleri mevcuttur. Bir kismi Arapça olan 29 adet eseri bilinmekte olup bunlardan Târîkatname, Divan-i Ilâhiyyat, Necatül Gârik isimli eserleri eskiden basilmistir. Divan-i Ilâhiyyati yeni harflerle de nesredilmistir. Cem ve fark makamlarini beyân eden, Türkçe manzum bir risale olan Necatül Gârik’in matla’i (ilk beyti) söyledir:

Hüdâ’ya hamd-ü minnet evvel ve âhir
Ki oldur zâhir ve bâtinda zâhir
Zuhûru perde olmustur zuhûra
Gözü olan delil ister mi nûra
Günes zâhir degil midir karindas
Ne var görmezse ani çesm-i huffas*


Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin ilâhî olarak bestelenmis meshur bir siiri ise, asagidaki "Bana Allah'im Gerek" isimli siiridir:


Bana Allah'im Gerek


Neyleyim ben dünyayi, bana Allah'im gerek

Gerekmez mâsivâsi, bana Allah'im gerek

Ehli dünya dünyada, ehli ukbâ ukbâda

Her biri bir sevdada, bana Allah'im gerek

Dertli dermanin ister, kullar sultanin ister

Âsik cananin ister, bana Allah'im gerek

Fâni devlet gerekmez, türlü ziynet gerekmez

Haksiz Cennet gerekmez, bana Allah'im gerek

Mecnûn ister Leylâ’yi, Vâmik özler Azrâ’yi

Nidem gayri sevdayi, bana Allah’im gerek

Bülbül güle eder zâr, pervâneyi yakmis nâr

Her kulun bir derdi var, bana Allah'im gerek

Beyhude hevâyi ko, Hak’ki bulagör yâhu

Hüdâî’nin sözü bu, bana Allah'im gerek
 

serkan25

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
5 Eyl 2006
Mesajlar
498
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

SELAMÜN ALEYKÜM HEPSİNİ OKUYAMADIM HAKKINI HELAL ET EMEK VERMİŞSİN...
ALLAH(CC) RAZI OLSUN...

BİZLERE DÜŞEN GÖREVLERDEN BİRİDE BU ZATLARIN ETEKLERİNE SARILIP İLİMLERİNDEN DERS ALMAK BENCE, MEYVE VEREN AGAÇLARIN MEYVELERİNİ TAŞLAMAK DEGİL, MEYVELERİNDEN İSTİFADE ETMEKTİR..
SELAM VE DUA İLE TEKRARDAN EMEGİNİZE SAGLIK..
SELAMÜN ALEYKÜM..
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: Abdülhakim Arvasî

RE: Abdülhakim Arvasî

Abdülhakim Arvasî

(1865-1943)

Nakşibendi tarikatının Halidi kolunun şeyhlerindendir. Arvas Seyitleri olarak telakki edilen aileye mensuptur. Bu ailenin asırlar öncesinden Van'a gelerek yerleştikleri, Kadiri tarikatına mensup oldukları ve "Arvas Seyitleri" olarak anıldıkları rivayet edilmektedir. Bu isimden dolayı "Arvasî" olarak anılmış ve bu unvanla tanınmıştır. Soyadı Kanunu çıkarıldıktan sonra "Üçışık" soyadını almıştır. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde muhtelif yerlerde hocalık yapmış, tasavvuf şeyhliğinde bulunmuştur. Risâle-i Nur'un yayılmasına engel olmaya çalışan CHP yönetimi, bu amaçla bazı din adamlarını art niyetlerine alet etmişlerdir. Şeyh Abdülhakîm de bu maksada alet olmaktan kurtulamamıştır.

Abdülhakim, 1865 yılında Van iline bağlı Başkale ilçesinde dünyaya geldi. Seyit Mustafa Efendinin oğludur. Soyu Abdülkadir-i Geylani (ra) hazretlerine dayandırılmaktadır. İlk derslerini babasından aldı. Başkale'deki ibtidai ve rüşdiye mekteplerini bitirdikten sonra, eğitim maksadıyla Irak'a gitti. Burada bazı bölgeleri dolaşarak alimlerden icazet aldı. Buradaki eğitimini de tamamladıktan sonra Başkale'ye geri döndü.

Abdülhakim, Başkale'ye döndükten sonra burada bir medrese yaptırdı. Kendisine miras olarak kalan serveti bu amaçla harcayarak büyük bir kütüphane vücuda getirdi. Kendi kurmuş bulunduğu medresesinde yirmi yıla yakın bir süre boyunca ders okuttu. Daha sonra Halidiye Tarikatı şeyhlerinden olan Seyyid Fehim'e intisap etti. Bu arada bir çok müspet ve din ilimleri alanında bilgi alarak kendini yetiştirdi. Akabinde bazı tarikatların hilafetini aldı.

Birinci Dünya Savaşı'nın başlaması ve Osmanlı Devleti'nin savaşa girmesinden sonra bölge Ruslar tarafından işgal edildi. Bu arada Başkale de Ruslar tarafından istila edildi. Bu işgal ve istilayı fırsat bilen Ermenilerin silahlanarak Müslüman halkı katletmeleri üzerine bir çok aile yerini ve yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Bu arada Şeyh Abdülhakim, 150 kişiyi bulan ailesi ile birlikte daha güvenli yerlere geçmek maksadıyla buradan ayrıldı. İlk etapta Bağdat'a gidip yerleşmek maksadıyla göç etti.

Şeyh Abdülhakim, Musul'a vardıktan sonra burada iki yıl kaldı. Bağdat, İngilizler tarafından işgal edildiği için buraya gidemedi. Ailesi ile birlikte tekrar göç ederek Adana'ya geldi. Buranın da işgal edilme tehlikesine karşılık Eskişehir'e gitti. Daha sonra buradan da ayrılarak 1919 yılında İstanbul'a geçti. Eyüp'te kendisine tahsis edilen Yazılı Medrese'de misafir edildi. Ayrıca, Kaşgari Dergahı şeyhliğine tayin edildi. Daha sonra Sultan Vahdettin tarafından Medrese-i Mütehassisin'e müderris olarak tayin edildi. Bu arada dergah şeyhliği, imamlık ve vaizlik vazifelerini de ifa etti. Bu görevi tekke ve zaviyelerin kapatılmasına kadar devam ettirdi.

Tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra, tarikat faaliyetlerine ara veren Şeyh Abdülhakim, dergaha dönüştürdüğü evinde tasavvuf faaliyetlerine devam etti. CHP'nin başarısızlığı, ülkenin içine düştüğü ekonomik çöküntü sonrası kurdurulan Serbest Cumhuriyet Fırkasına olan teveccüh, komplocuların ve provokatörlerin işine yaradı. Çıkarılan Menemen hadisesi sonrasında, özellikle dindar kesim üzerinde büyük bir baskı oluşturuldu. Çok sayıda insan tutuklanarak hapis ve ağır cezalara çarptırıldı. Şeyh Abdülhakim de tutuklandı ve Menemen'e gönderildi. Ancak, olayla ilgisinin olmadığı anlaşıldı.

Soyadı kanununun çıkarılmasından sonra Üçışık soyadını alan Şeyh Abdülhakim, İstanbul'da çalışmalarına devam etti. Beyoğlu'nda bulunan Ağa Camii ile Beyazıt Camilerinde bazı dersleri okuttu. Özellikle Necip Fazıl Kısakürek'in kendisiyle tanışması ve sohbetlerine devam etmesi daha çok tanınmasına vesile oldu. Bir ara Vefa Lisesi'nde de öğretmenlik yaptığı aktarılmaktadır. Medreselerde daha çok tasavvuf ile ilgili dersleri okuttu ve bu konuyla ilgili bazı eserleri kaleme aldı.

Eylül 1943 yılında sıkıyönetimin emriyle İzmir'e gönderilen Şeyh Abdülhakim'in aynı yıl içinde rahatsızlığı arttı ve hastalandı. İzmir'de zor şartlar altında yaşaması, yaşının da epey ilerlemiş olmasından ötürü hastalığının şiddeti arttı. Akabinde Ankara'ya getirildi. Kısa bir süre sonra da Ankara'da vefat etti (27 Kasım 1943). Naaşı Ankara'nın kuzeyinde bulunan Bağlum Mezarlığına defnedildi.

Risâle-i Nur'un giderek geniş bir kitle tarafından benimsenmesi ve çok sayıdaki talebeyi kendine bağlaması, bazı yöneticilerin değişik yollara başvurarak engellemeleriyle karşılaştı. Bir taraftan Üstad ve talebeleri hapse atılıp muhtelif işkencelere tabi tutulurken, diğer taraftan da bazı din adamları kullanılarak Risâle-i Nur'un önü kesilmeye çalışıldı. Risâle-i Nur ve Üstadı hakkında aleyhte konuşturulmak suretiyle davaya zarar verilmeye çalışıldı. Gizli komitenin amacı, bazı kimseleri, Risâle-i Nur'a karşı kışkırtmak, tenkit etmelerini sağlamak ve bu yolla yayılmasını engellemekti.

Şeyh Abdülhakim'i de Bediüzzaman'ın aleyhinde konuşmayı başaran kesimler, tenkit edenler arasına katılmasını sağladılar. "Birinci Şua'da bazı Kur'an ayetlerinin işari ve remzi manalarının külliyetinde, cifir ve ebced tevafuklarına" temas edilmesi ve asrımıza bakan bazı işaretlerin tezahürü ile ilgili beyanları tenkid eden Şeyh, farkında olmadan söz konusu komitenin oyununa alet oldu (Abdulkadir Badıllı; Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı, C. 2, İstanbul 1998, s. 1103). Yapılan haksız eleştirilere rağmen, Bediüzzaman'ın söz konusu tenkitçiler hakkında itinalı davranması ve onların hareketlerine benzer tavrı takınmaması dikkat çekicidir.

Bediüzzaman, Kur'an tefsiri ile ilgili yapılan eleştirilere şöyle cevap verdi: "… biz demiyoruz ki, ayetin mana-yı sarihi budur. Ta, hocalar fihi-nazar desin. Hem dememişiz ki, mana-yı işarinin külliyeti budur. Belki diyoruz ki, mana-yı sarihinin tahtında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da mana-yı işari ve remzidir. Ve o mana-yı işari de bir küllidir, cüziyatları var…" (Kastamonu Lahikası, s. 120, 121).

Bediüzzaman, Risâle-i Nur ve şahsı ile ilgili çevrilen dolaplara dikkat çekerken, bu oyuna alet olanlar için "biçare" tabirine yer verdiği de görülmektedir. Ayrıca, yaptığı hizmete engel olmanın hiç kimseye fayda sağlamayacağına ve talebelerinin de dindar insanlara karşı hassas olmaları gerektiğine işaret etmektedir (Şualar, s. 286). Bediüzzaman, bazı safdil insanların ve bazı cüretkar talebelerin, yaptıkları yanlışlarla, fırsat kollayan kesimlerin işini kolaylaştırdığını belirtmektedir. Bununla birlikte aleyhine sevk edilen Şeyh Abdülhakim gibi zatların da söz konusu durumdan zarar gördüklerini, mütedeyyin insanların birbirinin aleyhinde bulunmalarının hiçbir fayda sağlamayacağını da örnekleriyle birlikte ortaya koymaktadır (Şualar, s. 289).

Şeyh Abdülhakim, Rabıta-i Şerife ve Riyazü't-tasavvufiye adlı eserleri kaleme almıştır. Birinci eser Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır. Eserde rabıta ve uygulamasıyla ilgili bilgilere yer verilmektedir. Eserinde, Nakşibendi tarikatının adabı hakkındaki açıklamalar yer almaktadır. İkinci eserde ise tasavvuf, tasavvuf tarihi ve kavramlarıyla ilgili bilgilere yer verilmektedir. Bu eserini medresede hocalık yaptığı sıralarda kaleme almıştır. Bu eser de Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek Tasavvuf Bahçeleri adıyla yayımlanmıştır.



Kaynak: Risale-i Nur enstitüsü
 

semos

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Kas 2006
Mesajlar
303
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Emeğinize sağlık. allah c.c. razı olsun . selametle
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Peygamberimizin amcası:
ABBÂS BİN ABDÜLMUTTALİB
Hz. Abbâs, gençlik zamanında, ticâretle uğraştı ve çok zengin oldu. Kardeşlerinin içinde en zengini oydu. Abisi Ebû Tâlib’in ise mâli durumu çok kötü idi. Resûlullah efendimizin teklîfi ile Ebû Tâlib’in oğlu Ukayl’in yetişmesine yardımcı oldu ve abisinin yükünü hafifletti.

Resûlullah efendimiz, İslâmiyeti anlatmaya başlayınca, Hz. Abbâs muhâlefet etmeyip, akrabâlık şefkatinden dolayı, Peygamber efendimize yardımda bulundu ve destek oldu.

Biz Onu koruduk

Müslüman olmadığı hâlde, Akabe bî’atında Peygamber efendimizin yanında bulunup, orada te’sîrli konuşmalar yaptı. Bî’at etmek için gelen Medîneli Müslümanlara şöyle hitâb etti:

- Ey Medîneliler! Bu, kardeşimin oğludur. İnsanların içinde en çok sevdiğim Odur. Eğer, Onu tasdîk edip, Allahtan getirdiklerine inanıyor ve beraberinizde alıp götürmek istiyorsanız, beni tatmîn edecek sağlam bir söz vermeniz lâzımdır.

Bildiğiniz gibi, Muhammed aleyhisselâm bizdendir. Biz, Onu, Ona inanmıyan kimselerden koruduk. O, bizim aramızda izzet ve şerefiyle korunmuş olarak yaşamaktadır. Bütün bunlara rağmen, herkesten yüz çevirmiş ve sizinle beraber gitmeye karar vermiş bulunmaktadır.

Eğer siz, bütün Arap kabîlelerinin birleşip, üzerinize hücûm ettiğinde, onlara karşı koyacak kadar savaş gücüne sahipseniz, bu işe karar veriniz! Bu husûsu aranızda iyice görüşüp konuşunuz. Sonradan ayrılığa düşmeyiniz! Verdiğiniz sözde durup, Onu düşmanlarından koruyabilecek misiniz?

Bunu lâyıkıyla yapabilirseniz ne âlâ. Yok, Mekke’den çıktıktan sonra Onu yalnız bırakacaksanız, şimdiden bu işten vazgeçiniz ki, yurdunda şerefiyle korunmuş hâlde yaşasın!

Buna karşılık Medîneli Müslümanlar, “Biz, Resûlullahı malımız ve canımız pahasına koruyacağız. Biz, bu sözümüzde sâdıkız” dediler ve Resûlullah efendimize bî’at ettiler. Sonra Hz. Abbâs şöyle duâ etti:

- Allahım! Sen onların, yeğenim hakkında verdikleri sözü, Onu korumak için ettikleri yemîni işiten ve görensin. Kardeşimin oğlunu sana emânet ediyorum yâ Rabbî!

Peygamber efendimizin amcası olan Hz. Abbâs çok zengin olup, çok cömert idi. İkrâm ve ihsânları çok meşhûr idi. Fakîr, fukarâyı sevindirmeyi çok severdi. Özellikle köle satın alıp, azâd etmekten çok memnun olurdu. Yetmiş kadar köle azâd etmiştir.

Yakın akrabâyı ziyâret etmeye, onların haklarına riâyete çok dikkat ederdi. Peygamber efendimiz, kendisini çok severdi. Bir defasında buyurdu ki:

- Allahım, Abbâs’ı ve oğullarını magfiret eyle ve bağışla! Öyle ki, hiç günâhları kalmasın! Yâ Rabbî, onu ve oğullarını meydana gelecek âfet ve belâlardan koru!

Akrabâlık hakkı

Peygamber efendimiz birgün, Hz. Abbâs’a sordu:

- Sana bir ihsânda bulunayım mı? Sana, akrabâlık hakkını ödeyip faydalı olayım mı?

- Evet yâ Resûlallah!

- Sana bir şey öğreteyim ki, onu yaptığın zaman, eski- yeni, önceki-sonraki, gizli-açık, hatâen veya kasten işlediğin bütün günâhları Allahü teâlâ affeder.

- Yâ Resûlallah öğreteceğin bu şey nedir?

- Dört rek’atli namaz kıl! Her rek’atte, sübhânekeden sonra on defa, (Sübhânallahi velhamdülillâhi velâ ilâhe illâllahü vallahü ekber) dersin. Fâtiha’dan sonra bir zammı sûre okuyup ayakta iken onbeş defa tekrar, (Sübhânallahi velhamdülillâhi velâ ilâhe illâllahü vallahü ekber) dersin!

Rükü’a eğilince bunu on defa söylersin! Rükü’dan kalktığında ayakta olduğun hâlde, bunu on defa söylersin! Sonra secdeye varır, orada on defa söylersin! Secdeden kalkıp oturduğunda on defa söylersin! Tekrar secdeye vardığında on defa söylersin!

Sonra ikinci rek’ata kalkarsın! Birinci rek’attaki gibi dört rek’atı da kılarsın! Bu her rek’atta yetmişbeş, dört rek’atta üçyüz eder. Artık senin günâhların Alic’in (yürümekle dört gecede katedilen kumluk bir yer) kumlarının sayısı kadar da olsa, Allahü teâlâ seni bağışlar. Bunu hergün bir defa kılmaya gücün yeterse kıl!

- Yâ Resûlallah, bunu hergün yapmaya kimin gücü yeter?

- Hergün kılmaya gücün yetmezse, her Cum’a bir defa kıl! Her Cum’a kılamazsan, ayda bir defa kıl! Ayda bir defa kılamazsan senede bir defa kıl! Senede bir defa kılamazsan ömründe bir defa olsun kıl!

Kazâ borcu olanlar

Kazâ borcu olan, nâfile namaz yerine kazâ namazlarını kılarak, önce borcunu ödemelidir! Çünkü kazâ borcu olanların nâfilelerine sevâb verilmez.

Hz. Abbâs, Kureyş’in ileri gelenlerinden ve reislerinden idi. Mescid-i Harâmın tâmirâtı ve gelen hacılara su dağıtmak (sikâye) hizmetini yürütürdü. Müslüman olduktan sonra da bu vazîfeyi devam ettirdi. Hz. Abbâs ve kardeşleri, hac mevsiminde zemzem kuyusu önünde dururlar, isteyenlere, kuyudan su çekip verirlerdi.

Hz. Abbâs, Peygamber efendimizin en çok sevdiği amcalarındandır. Abdülmuttalib’in en küçük oğludur. Peygamber efendimizden üç yaş büyüktür.

Kurtuluş akçesi

Bedir savaşında daha Müslüman olmamıştı. Müşriklerin zoruyla savaşa sokuldu. Savaş sonunda, esîr edilip Medîne’ye götürüldü. Peygamber efendimiz kendisine buyurdu ki:

- Ey Abbâs, kendin, kardeşinin oğlu Ukayl bin Ebû Tâlib ve Nevfel bin Hâris için kurtuluş akçesi öde! Çünkü sen zenginsin.

- Yâ Resûlallah, ben Müslümanım. Kureyşliler beni zorla Bedir’e getirdiler.

- Senin Müslümanlığını Allahü teâlâ bilir. Doğru söylüyorsan Allah sana elbette onun ecrini verir. Fakat senin hâlin, görünüş i’tibâriyle, aleyhimizedir. Bunun için sen kurtuluş akçesi ödemelisin!

- Yâ Resûlallah, yanımda 800 dirhemden başka param yoktur.

- Yâ Abbâs, o altınları niçin söylemiyorsun?

- Hangi altınları?

- Hani sen Mekke’den çıkacağın gün, hanımın Hâris’in kızı Ümmül Fadl’a verdiğin altınlar. Onları verirken, yanınızda sizden başka kimse yoktu. Sen, Ümmül Fadl’a, “Bu seferde başıma ne geleceğini bilmiyorum. Eğer bir felâkete duçar olup da dönemezsem, şu kadarı senindir. Şu kadarı Fadl içindir. Şu kadarı Abdullah içindir. Şu kadarı Ubeydullah içindir. Şu kadarı da Kusem içindir” dediğin altınlar?

Peygamber efendimiz altınlar hakkında bu kadar teferruatlı bir şekilde bilgi verince, Hz. Abbâs çok şaşırdı:

- Allaha yemîn ederim ki, ben bu altınları hanımıma verirken yanımızda kimse yoktu. Bunları sen nereden biliyorsun?

- Allahü teâlâ haber verdi.

- Senin, Allahü teâlânın Resûlü olduğuna şimdi gerçekten inandım. Doğru söylediğine şehâdet ederim.

Hemen Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.

Hz. Abbâs Müslüman olunca, Resûlullah onu Mekke’de görevlendirdi. Müslüman olduğunu kimseye söylemedi. Mekke’de olup bitenleri, gizlice Peygamber efendimize bildirirdi. Bir zaman sonra Peygamber efendimizin hasretine dayanamayıp, Medîne’ye gelmek istediğini mektupla bildirdiğinde, Peygamber efendimiz buyurdu ki:

- Senin bulunduğun yerdeki cihâdın daha güzel ve faydalıdır.

Muhâcirlerin sonuncusu

Hz. Abbâs, Mekke’nin fethine dâir yapılan hazırlıkların son safhada olduğunu haber alınca, artık Mekke’de kalmayı lüzûmlu bulmayıp, fetihten az bir zaman önce Medîne’ye hicret için yola çıktı. Zü’l-huleyfe’de Resûlullaha kavuştu.

Âilesini Medîne’ye gönderip, kendisi Mekke’nin fethinde, Peygamber efendimizin yanında bulundu. Peygamber efendimiz ona buyurdular ki:

- Ey Abbâs! Ben, Peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi, sen de muhâcirlerin sonuncususun.

Hz. Ebû Süfyân, Mekke’nin fethi sırasında Müslüman oldu. Kendisiyle Hz. Abbâs ilgilendi. Ebû Süfyân, Müslümanların bir sabah vakti namaz için coşkun hazırlıklarını görünce dedi ki:

- Ey Abbâs! Müslümanlara yeni bir şey mi emredildi?

- Hayır, onlar namaza hazırlanıyorlar.

Daha sonra Ebû Süfyân’a abdest aldırıp, Resûlullaha götürdü. Resûl aleyhisselâm namaz için cemâ’atin önüne geçip tekbîr aldı. Cemâ’at da büyük bir vecd içinde Ona uydu. Onların rükü ve secdedeki hâllerini gören Ebû Süfyân dedi ki:

- Ey Abbâs! Böyle itâati ne İran saraylarında, ne Rum diyârlarında gördüm. Doğrusu, yeğenin büyük bir hükümdâr olmuş.

Bunun üzerine Hz. Abbâs dedi ki:

- Ey Ebû Süfyân! Bu iş saltanat değil, nübüvvettir.

Hz. Abbâs, Resûlullahın yakını olması sebebiyle, Eshâb-ı kirâm arasında ayrı bir yeri vardı. Sözü dinlenirdi.

Peygamber efendimiz vefât edince, Eshâb-ı kirâmın aklı başından gitti. Mescidde ağlaşmaya başladılar. Hiç kimsenin inanası gelmiyordu.

Hele Hz. Ömer, tamamen kendinden geçmiş bir hâlde idi. Peygamber efendimizin mübârek yüzüne bakıp, “Resûlullah bayılmış, fakat baygınlığı çok ağır” diyordu. Ölüm sözünü ağzına almadığı gibi, kimsenin de söylemesini istemiyordu. Dışarı çıkıp dedi ki:

- Kim, “Resûlullah öldü” derse, kılıcımla boynunu vururum!

Duyan var mı?

Hz. Ebû Bekir ile Hz. Abbâs’ın Eshâb-ı kirâm arasında bir ağırlığı vardı. Eshâb-ı kirâmı ancak bunlar teskîn edebilirdi. Bunun için beraber mescide gittiler. Hz. Abbâs buyurdu ki:

- Ey insanlar! Resûlullahın, “Ben vefât etmiyeceğim” dediğini içinizde duyan var mı?

- Hayır böyle bir söz duymadık.

Sonra Hz. Ömer’e dönüp sordu:

- Yâ Ömer, bu husûsta sen birşey duydun mu?

- Hayır duymadım.

Sonra Eshâb-ı kirâma dönüp buyurdu ki:

- Hiç kimse Resûlullahın vefât etmiyeceğini söyleyemez. Cenâb-ı Hakka yemîn ederim ki, Resûlullah ölümü tatmış bulunmaktadır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde, “Muhakkak, sen de öleceksin, onlar da ölecektir” buyurmaktadır. Resûlullah efendimiz, İslâmiyetin bütün hükümlerini tamamladıktan sonra aramızdan ayrıldı. Artık kendimize gelip, defin işlerini tamamlayalım.

Sonra, Hz. Ebû Bekir de buna benzer konuşmalar yaptı. Böylece Eshâb-ı kirâmın aklı başlarına geldi.

Hayber gazâsından sonra, Haccâc bin İlât hazretleri, Peygamber efendimizin huzûruna gelip dedi ki:

- Yâ Resûlallah, benim Mekke’de çoluk çocuğum, mallarım var. Bunları buraya getirmek istiyorum. Fakat, benim Müslüman olduğumu öğrenirlerse, bunları vermezler. Mekke’ye gittiğimde, sizin hakkınızda uygun olmayan sözler söylesem uygun olur mu?

Bunun üzerine Peygamber efendimiz izin verdi.

Zafere ulaştı

Bu izin üzerine Mekke’ye gelip, Peygamber efendimizin esîr alındığını, öldürülmesi için Mekke’ye getirileceğini söyledi.

Bu habere müşrikler çok sevindi. Hz. Abbâs ise, haberi alır almaz, üzüntüsünden bayıldı. Kendinden geçmiş bir hâlde evine götürdüler. Bir müddet sonra kendine geldiğinde, işin aslını öğrenmek için, kimsenin bulunmadığı bir zamanda, Haccâc’ı evine çağırdı. Hz. Abbâs’ın perişan hâlini gören Haccâc dedi ki:

- Yâ Abbâs sana müjde! Resûlullah, Hayber’de zafere ulaştı. Ben mallarımı kurtarmak için Resûlullahtan izin alarak böyle söyledim. Buradan ayrıldıktan üç gün sonra, yaptığım hîleyi onlara söyleyebilirsin.

Hz. Abbâs, Mekke’nin fethinden sonra yapılan Huneyn gazâsında da, Peygamber efendimizin yanından ayrılmadı. İslâm ordusu, sabah gün ışımadan çukur ve geniş bir vâdiden aşağı iniyordu. Düşman ordusu, önceden oraya geldiği için, vâdinin her iki yanında gizlenip pusu kurmuştu.

Resûlullahın yanından ayrılmadı

Müslümanlar tam oraya geldiklerinde, düşman etraftan saldırmaya başladı. Müslümanlar ne olduklarını anlayamadılar. Bir an karışıklık oldu. Hz. Abbâs, Hz. Ebû Bekir ve birkaç kahraman, ölümü göze alıp, Resûlullahla birlikte bir adım gerilemediler.

Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki:

- Yâ Abbâs! Sen onlara; “Ey Medîneliler! Ey Semüre ağacının altında bî’at eden sahâbîler!” diye seslen!

Hz. Abbâs, iri yapılı ve heybetli idi. Bağırdığı zaman sesi çok uzaklardan duyulduğu için, bütün gücüyle bağırdı:

- Ey Medîneliler! Ey Semüre ağacının altında Peygamberimize söz veren Eshâb! Buraya toplanınız! Dağılmayınız!

Bunu işiten Eshâb-ı kirâm geri dönmek istediler. Fakat binek hayvanları öyle ürkmüşlerdi ki, ba’zıları hayvanlarını geri döndüremediler. Binek hayvanlarından kendilerini atmak mecbûriyetinde kaldılar. Müslümanlar toparlandılar ve şiddetli bir muhârebeden sonra düşman yenik düştü. Askerlerinin çoğu öldürüldü. Bir kısmı da esîr alındı.

Hz. Abbâs bin Abdülmuttalib, çok yiğit idi. Hz. Câbir anlatır:

“Resûlullah efendimiz Tâif’e gittiğinde, oradaki halka, elçi olarak Hanzala bin Rebî’i göndermişti. Hanzala Tâiflilerle görüşürken, kendisini yakalayıp kaleye hapsetmek istediler. Bunu gören Resûl aleyhisselâm buyurdu ki:

- Kim bunların elinden Hanzala’yı kurtarır? Bu işi başarana bütün gâzilerin sevâbı verilecektir.

Hz. Abbâs bin Abdülmuttalib yerinden fırlayıp, yıldırım gibi koştu. Hanzala’yı kaleye sokmak üzere olan Tâiflilere yetişerek, ellerinden aldı. Kaleden Hz. Abbâs’a taş atıyorlardı. Bu sırada Resûlullah efendimiz de, Hz. Abbâs’a duâ ediyordu. Hz. Abbâs yaralanmadan Hanzala’yı Resûlullaha getirdi.”

Fâizini kaldırdı

632 senesinde Resûlullah efendimiz Eshâbıyla vedâ haccına gittiler. Peygamber efendimiz, vedâ hutbelerinde, sevgili amcasından da bahsettiler... Fâizin yasak olduğunu, ilk kaldırdığı fâizin, amcası Hz. Abbâs’ın fâizi olduğunu bildirdiler.

Peygamber efendimizin vefâtından sonra mübârek cenâzelerini yıkamak üzere; Hz. Ali, Hz. Abbâs ve oğulları Fadl ve Kusem, Üsâme bin Zeyd ve Sâlih odaya girip kapıyı kapadılar. Peygamber efendimizi, gömleği üzerinde olduğu hâlde yıkamaya başladılar.

Hz. Abbâs ve oğulları su döküp, Peygamber efendimizi sağa, sola döndürdüler. Hz. Ali de yıkadı. Yıkadıkça, evin içine eşine rastlanmamış çok güzel bir koku yayıldı. Üç parça kefen ile kefenledikten sonra, vefât ettiği yere kabr-i şerîfi kazılıp, lahd şekline getirildi ve Resûlullah efendimizi, kabr-i şerîfine koydular.

Hz. Ömer, fetihlerden elde edilen ganîmetlerden, Hz. Abbâs’a hisse ayırırdı. Hz. Ömer, Mescid-i Nebevînin genişletilmesini istedi. Mescidin hemen yanında Hz. Abbâs’ın evi vardı. Halîfe bu evi satın almak istedi. Hz Abbâs ise evini hediye olarak verdi.

Ayağa kalkarlardı

Hz. Ömer, Medîne’de kuraklık olunca, Hz. Abbâs’ın duâ etmesini istedi. Hz. Abbâs duâ edip, duâsı bereketiyle yağmur yağdı ve toprak yeşerdi. Bundan sonra Hz. Ömer buyurdu ki:

- Abbâs, Allahü teâlâ ile bizim aramızda vesîledir.

Hz. Abbâs, Peygamber efendimize yakınlığı ve fazîletlerinin çokluğundan dolayı herkes tarafından sevilir, sayılır, hürmet edilir bir zât idi. Herkes kendisine imrenirdi. Dört büyük halîfe gibi büyük zâtlar, o gelince, hürmetlerinden ve tevâzularından ayağa kalkarlardı.

Çok zengin idi. Medîne’ye yerleştikten sonra yapılan bütün muhârebelerde ve özellikle, Bizans’a karşı gerçekleştirilen seferde, İslâm ordusunun techîzi için çok yardım etti.

Ziyâdesiyle cömert olup, ikrâm ve ihsânları çok idi. Köleleri satın alıp azâd eder ve böyle yapmayı çok severdi. Yetmiş köle azâd ettiği meşhûrdur. Yakın akrabâyı ziyâret etmeye, onların haklarını yerine getirmeye çok dikkat eder, muhtaç olanlara yardım ederdi.

Hz. Abbâs bin Abdülmuttalib, ömrünün sonunda göremez oldu. Hz. Osman’ın şehîd edilmesinden iki sene evvel, 652 senesinde 88 yaşında Medîne-i münevverede vefât etti. Cenâze namazını Hz. Osman kıldırdı. Bakî’ kabristanına defnedildi.

Kızlarından başka on erkek evlâdı vardı. Bunların içinde, Abdullah bin Abbâs hazretleri ilimde çok yüksekti. Kızları içinde Ümmü Gülsüm ba’zı hadîs-i şerîfler rivâyet etti.

Hz. Âişe şöyle anlatır:

“Resûlullah efendimiz Eshâb-ı kirâmı ile oturuyordu. Yanında Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer vardı. O esnâda Hz. Abbâs içeri girdi. Hz. Ebû Bekir ona yer verdi. Hz. Abbâs, Resûlullahla Ebû Bekir arasına oturdu. Resûl aleyhisselâm bu hareketinden dolayı Hz. Ebû Bekir’e buyurdu ki:

- Büyüklerin kıymetini büyükler bilir.”

Ben Abbâs'danım

Peygamber efendimiz Hz. Abbâs hakkında yine buyurdular ki:

(Bu Abdülmuttalib oğlu Abbâs’dır. Kureyşte en cömert ve akrabâlık bağlarına en saygılı olandır.)

(Abbâs, bendendir. Ben Abbâs’danım.)

(Abbâs, amcamdır. Beni korumuştur. Ona ezâ eden, bana ezâ etmiş olur.)

(Abbâsoğullarından melikler olacak, ümmetimin başına geçecekler. Allahü teâlâ dîni onlarla azîz ve hâkim kılacak.)

Hz. Abbâs bin Abdülmuttalib, ekseriyâ şöyle derdi:

- Kendisine iyilik yaptığım hiç kimsenin kötülüğünü görmedim. Kendisine kötülük yaptığım hiç kimsenin de iyiliğini görmedim. Onun için, herkese iyilik ve ihsânda bulunun! Çünkü bunlar, sizi kötülüğün zararlarından korur.

İbni Şihâb’dan bildirildiğine göre; Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in hilâfetleri sırasında, kendileri bir binek üzerinde iken Hz. Abbâs’a rastlarlarsa, bineklerinden inerler, onunla beraber gideceği yere kadar yürürler, sonra dönerlerdi.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: Haci Bektas-i Veli

RE: Haci Bektas-i Veli

Prof. Dr. M. Es'ad Cosan

Simdi Haci Bektâs-i Velî'nin hayati hakkinda bazi bilgiler vereyim size... Ondan sonra, eserleri hakkinda bilgi verecegim. Ondan sonra, görüsleri ve Makalât içindeki fikirleri hakkinda iddiali seyler söyleyecegim. Mevcut bilgileri degistirecek, alti kirmizi kalemle çizilecek seyler söyleyecegim. Ondan sonra da sorulariniz olursa, onlari cevaplandirmak için bir zaman ayirmayi düsünüyorum.

Haci Bektâs-i Velî'nin zamani ile ilgili dökümanlar, belgeler çok azdir. Haci Bektâs-i Velî Horasan'lidir. Horasan bugün Iran'in kuzey dogusuna, Hazar Denizi'nin güney dogusuna rastlayan mintika... Özbekistan'in, Türkmenistan'in, Afganistan'in bir kismini içine alan bir bölge... Bu bölgede, Nisâpur sehrinde dogdugu rivayet ediliyor. Dogru olabilir. Bunun dogrulugunu eserin içindeki fikirlerin tahlilinden, Haci Bektas'in kültürel yapisinin incelenmesinden de te'yid ediyoruz. Böyle oldugu mümkün...

Haci Bektâs-i Velî, onu sevenlerin söyledigine göre Arap soyundan, hattâ Peygamber Efendimiz'in evlâdindan... Yâni seyyid... Kendileri seyyid diyorlar, çok net olarak... O zaman tabii bir Arab'in kalkip da Türkçülük yapmasi olamaz.

Sonra Arap kültürüne reaksiyon olarak Kirsehir'de Türkçü bir cereyan baslatmis!?.. Bu masal, böyle sey olamaz. Mümkün degil böyle sey olmasi... Zâten, milliyetçilik cereyanlari 19. Asir'da çikmis. O asirda böyle bir miliyetçilik cereyani yok... Kavmiyetçilik çok günah, ayip diye düsünüyor herkes... Birçok kavimler bir potada erimis, birbirlerini kardes biliyorlar. Böyle bir sey bahis konusu degil... Simdiki az düsünen düsünürlerin fantazileri... Mümkün degil...

--Seyyid olmasi mümkün mü?..

--Mümkündür. Çünkü, Nisâpur Arap ordugâh merkezi idi zâten... Araplarin fütühat ordularinin karargâhi idi. Nisâpur'dan Arap oldugunu bildigimiz çok alim yetismistir. Meselâ, Hâce Abdullah-i Ensârî; yâni ensardan, Medine'den, Medine kabilesinden... Çok net olarak sülâlesini, seceresini biliyoruz Arap kavminden... Nisâpur'a yakin bir sehirden... Daha pek çok isimler verilebilir. Mümkündür, Haci Bektâs-i Velî de seyyid olabilir.

Zâten Makalât isimli eserini Farsça degil, Türkçe degil Arapça olarak yazmistir. O devirde Farsça çok yaygin ve Haci Bektâs'in yasadigi zamanda bir çok kimse Farsça yaziyor. Divanda, devletin kademelerinde Farsça konusuluyor. Sonra Karamanoglu Mehmed Bey, ''Bundan sonra bargâhta, dergâhta Türkçe konusulsun!'' demis de, Farsça'dan öyle vaz geçilmis. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Konya'da - -biliyorsunuz-- Mesnevî'yi Farsça söylüyor. Böyle bir durumda Arapça eser yaziyor. Dogru... Demek ki, Arap irkindan ki, Arapça yazmayi uygun görmüs.

Ne zaman yasamis?.. Çesitli rivayetler var, onlari inceliyoruz. Burda detayi var, o detaya sizi sokmak istemem, yormak istemem. Mevlânâ ile çagdas...

Tarikatlarin tekkelerinde tomarlar vardir. Böyle tomar halinde dürülmüs, deri veya çok saglam kâgit üzerine yazilmis secereler vardir. Yâni, bu makama kim geldi, ondan sonra kim geldi, ondan sonra kim geldi?.. Böyle sira ile yazilir ve intikal eder. Seyhinden halifesine, ondan ötekine intikal eder. Iste o tomar denilen bu secere kâgitlarinda verilen bazi rakamlar var.... O rakamlarin dogru olmasi mümkündür. Çünkü, o gibi evrak muhafaza edilmistir, korunmustur ve ordan alinmis olmasi mümkündür.

Altmisüç yil yasamis; milâdî 1209'da dogup, 1270'de vefat etmistir o kayitlara göre... Biz bunu birtakim vakfiye kayitlarindan da tesbit ettik, yanlislari düzelttik. Baska tarihler söyleyenler var... 738'de ölmüstür diyenler var... Mümkün degil; çünkü, ondan kirk elli yil önce yazilmis vakfiye kayitlarinda merhum gibi ifadelerle bahsedildigine göre, demek ki ondan evvel ölmüs diye çikartiyoruz.

Yakin devirde onunla ilgili bilgi veren kitaplara bakiyoruz ve bu verdigimiz rakamlarin dogru oldugunu tahmin ediyoruz. Hicrî 606 - 669, milâdî 1209 - 1270 yillari arasinda yasamis ki, bu Mevlânâ ile akran demektir, çagdas demektir. Zâten menâkibnâmelerde de onunla çagdas olduguna dair, birbirleriyle münâsebetleri olduguna dair rivayetler var...

Konusmayi canlandirmak için, o rivayeti anlatayim. Eflâkî diye Menâkibül Arifîn'i Maarif Klasikleri arasinda nesredilmis olan, Mevlânâ'dan sonra yasamis, onun torunuyla çagdas bir yazar var... O Mevlânâ ile ilgili rivayetleri duyarak, çevreden toplayarak o eseri meydana getirmis.

Diyor ki: Kirsehir'de bir Sulucakarahöyük denilen yerde --simdiki Hacibektas kasabasi-- bir sahis varmis ve Mevlânâ'ya muhalif imis. Bir müridini, halifesini oraya göndermis. Demis ki: ''Git o Mevlânâ denilen adama, sor ki: Eger aradigini bulduysa, Rabbine kavustuysa, erdiyse, erenlerden olduysa; bu velveleyi, bu gürültüyü kessin!.. Bu gürültü ne?.. Bulmus, muradina ermis. Eger aradigini bulamamissa, bu gürültü niye?.. Bulamayan insanin bu gürültüsü iddia oluyor, palavra oluyor, gösteris oluyor, tantana oluyor. O da tasavvufta makbul bir sey degil... Git bunlari o zata söyle!'' demis Haci Bektas-i Velî, Eflâkî'ye göre...

Eflâkî tabii, Mevlevî dervisi... Söyle anlatiyor: Haci Bektas-i Velî'nin gönderdigi sahis Konya'ya gelmis. sormus:

''--Bu Mevlânâ nerdedir?..''

''--Falanca medresededir.''

O medreseye gitmis, kapisindan içeriye girmis. Mevlânâ o anda semâ' halinde...

Semâ' dedigimiz sey, artik radyodan, televizyondan hepiniz duydunuz, gördünüz, biliyorsunuz ki vecde gelerek dönmek... Tabii, vecdsiz dönüp de sonra vecde ulasmak tarzinda kullaniliyor simdi... Eskiden tabii olan sekli, vecde geldi mi dönerdi insan... Simdi döne döne vecde gelmeyi deniyorlar. Tersine bir çalisma...


Mevlânâ meselâ, kuyumcular çarsisinda dolasiyormus. Selâheddin-i Zertûb'un --altin isçiligi isleyen kuyumcu Selâhaddin'in-- dükkâninin önüne gelince... Içerden çekiç sesleri geliyor. Yüzük yapacak, bilezik yapacak altini... ''Takka tiki tiki... Takka tiki tiki... Takka tiki tiki...'' bir çalisma var. O seslerden Mevlânâ vecde gelmis, baslamis semâ' etmege; yâni, pervâneler gibi dönmege...

Pervâne de aslinda kelebek adidir; sonradan yapilan bu elektrikli döner alet degil... Ve söyle diyor:

Yeki gencî pedîd âmed, der in dükkân-i zer kûbî,
Zihî sûret, zihî ma'nî, zihî hubî, zihî hubî.

''Su kuyumcu dükkânindan bir hazine gözüme göründü. Su kuyumcu dükkânindan içeriye baktim; bir hazine gözüme eristi. Zuhura geldi ki, ne güzel sûret, --yâni görünüm-- ne güzel mânâ --yâni sîret, iç hali- - Disi güzel, içi güzel... Ne güzellik, ne güzellik... Yâni orda o Selâhaddin-i Zerkûb'un dükkânina bakmis. Evet, esnaf... Kuyumculuk isi yapiyor, imalâtla mesgul...

Mevlânâ onu kapidan görünce... Yüzü güzel, nurlu... Içi güzel; kalbinin, sîretinin, mânevî halinin güzelligini görmüs Mevlânâ... ''Ne güzel yüz, ne güzel iç alemi; ne güzellikler, ne güzellikler...'' diye cosmus, semâa geliyor. Semâ' bu... Yâni böyle vecde gelip, kendinden geçip, aska gelip dönmek...


Simdi vecde gelmis dönüyor Mevlânâ... Bir taraftan da bir rubâî söylüyor. Ama rubâîyi onlar bizim gibi düz okumazlardi. Yâni gazel demek, rubâî demek, o zaman için ses esliginde, makamla, bir ahenkle söylemek demek... Düz siir okur gibi, böyle kas çatarak söylemek degil...

Bir taraftan dönüyormus, bir taraftan da bir ilâhî söylüyormus ki, Türkçe'si söyle:

''Eger senin yârin, dostun, sevgilin yoksa, neden taleb etmiyorsun?.. Eger yârini, sevdigini, dostunu bulup ona kavustuysan niçin tarab etmiyorsun?..''

Tarab etmek, sevinmek demek... Tarabya, Bogazda sevinçli islerin oldugu yermis demek ki... ''Niçin o zaman da sevinç izhar etmiyorsun?.. Tenbel tenbel oturmussun da, kendi acâip halinin farkinda degilsin de, bizim halimize ne kadar acâip hal diyorsun. Halbuki, senin halin acaip... Yoksa kalk talep et, gayrete gel; varsa, sevincinden sikir sikir oyna!'' demek istiyor Mevlânâ... O zaman Haci Bektâs-i Velî'nin tenkidine cevap vermis oluyor.

Yâni, ''Bulduysa otursun yerine!'' demisti; ''Buldumsa, sevincimden oynayacagim.'' diyor. ''Bulmadiysa, yine otursun yerine!'' demisti; ''Bulmadiysam, aramak için bir coskunluk içine girecegim.'' demis oluyor. Tabii bunlar bir meseleye iki ayri bakistir; ictihad farki... Birisi o zihniyette, birisi baska zihniyette... Ikisi de hakli olabilir, mümkündür; çünkü, niyetleri temizdir.

Iste böyle münâsebetleri oldugu düsünülüyor. Sizin hatirinizda çok rahat kalabilir ki, biz bir profesörden duyduk diyebilirsiniz, Mevlâna ile çagdastir Haci Bektas-i Velî... Öyle Orhan Gazi'yi görmüslügü, yeniçerilerinin kurulusunda dua ettigi, kiliç kusattigi filân yok... Olsa olsa, o isi torunlari yapmistir. Ondan sonra Haci Bektas'in kendisi sanilmistir. Aslinda öyle olmadigi muhakkak...


Mentes adinda bir kardesi oldugu muhakkak... Asikpasazâde diye bir kimse var... Kirsehir'den Kayseri'ye dogru geçerken sol tarafta görmüssünüzdür; bembeyaz, sahâne, güzel, sevimli bir sanat eseri var... Asik Pasa'nin türbesi... Iste onun torunu olan bir Asikpasazâde var ki, Osmanli tarihi yazmistir. Tarihçilerimiz bilir. Içinizde o bölümde olan var...

Asikpasazâde diyor ki, ''Be bu Haci Bektas-i Velî'nin ve çocuklarinin ahvâlini bütün detayi ile biliyorum.'' diyor kitabinda... Biliyormus ama, söylememis mübârek... Bildigini yazsaydin ya... ''Tevâtür-ü sahih ile hepsini bilirim.'' diyor. Kirsehir'lidir, bilebilir, dogrudur. Zaman bakimindan arada uzun bir zaman farki var ama, bilebilir. Diyor ki, ''O seyhlikten, müridlikten uzak, kendi halinde bir büdelâ aziz idi.''

Büdelâ demek, evliyânin birisi gidince yeri otomatik doldurulan, sayisi belli, üçler, kirklar, yediler gibi birisi demek... Mânevî makami vardi demek istiyor. ''Kendi basinda bir insandi. Öyle seyhlik, müridlik, silsile, tarikat meselesi yoktu.'' diyor Asikpasazâde...

Biz simdi ilim adami olarak, her tarih kitabinda yazilani kabul etmiyoruz. Müskülpesendiz, talebeyi terletir gibi böyle yazarlari da, eserlerini de terletiriz biz... Inceliyoruz, dogru degil...

--Niye dogru degil, nerden çikariyorsun?.. Asikpasazâde Kirsehir'li... Hem ona da yakin bir zamanda yasamis, sen yirminci yüzyilda yasamissin.

--Eseri var elimizde... Haci Bektas eserinde seyhlikten, müridlikten, tasavvuftan bahsediyor. Sen de ilgisi yok diyorsun; dogru degil... Eseri, tekzib ediyor yâni... Biz delilleriyle onun ilgisi oldugunu göstermis oluyoruz.


Özel hayatiyla ilgili çesitli rivâyetler var... Adi bile münâkasali... Bazi rivayetlerde adi Bektas... Bazilarinda Bektas isim degil lakab; adi Muhammed... Olabilir. Bektas çünkü, Türkçe bir isim... Kendisi Arap asilliysa, Muhammed diye ismi olabilir.

Horasan'dan geldigi kesin... Hacca gittigi kesin...

--Nerden kesin hacca gittigi?..

--Menâkibnâmeye bakarsaniz, inanmaya-bilirsiniz. Menâkibnâme'de yazdigina göre, seyhi Lokmân-i Perende denilen mübârek zât hacca gitmis. Hacda Arafat'a çikmislar. Arafat'ta müridlerine demis ki, ''Ah, simdi bizim Nisâpur'da arafe günü... Her evde bir faaliyet vardir. Tavalarda pisi pisirilir.'' Hanimlar bilirler bu isi... Hamur yapiliyor. Kizgin yagin içinde pisiriliyor. Zeytin yaginda piser, peynirle güzel olur. Lokmân-i Perende, ''Nisâpur'da bugün ne güzel pisi pismistir, arafe günü bayram için hazirlik yapilmistir.'' filân deyince; Haci Bektâs-i Velî evliyalik yoluyla seyhinin Arafat'ta böyle dedigini duymus. Horasan'dan almis eline bir tabagi, hoop gelmis Arafat'a, pisileri getirmis seyhine... Tabii bu menkabe, böyle yaziyor Menâkibnâme... Ondan dolayi adina haci demisler.

Ama biz eserini inceledigimiz zaman, hac yapilan yerlerle ilgili o kadar canli tasvirlerde bulunuyor ki, o diyarlari gezmis oldugu anlasiliyor. Bir kaç defa da hac yapmistir hattâ... Hem de sunu söyleyeyim, su zamanda hacilik kolaydir amma, o devirde hacilik çok zor oldugundan, çok kiymetli bir unvandir. Herkes hacca gidemez. Osmanli padisahlarindan hacca giden bir tek fert yoktur. Belki vekil göndermislerdir amma, kendisi gidememis. Herkesin gitmesi kolay degil...

Su bizim bir asir öncesine, vapurun ve otomobilin olmadigi devreye gittiginiz zaman, birisinin adinin basinda haci ünvanini gördügünüz mü, gözünüzde büyüsün o... Yâni, kolay bir is degil... Hem parasi çok demektir, hem de çok zor bir isi basarmis bir insan demektir. Çünkü, yollar tehlikeli, çöller büyük, bata çika gitmek zor... Sicaktan ölmek kaderde var... Hacilarin çogu telef oluyor. Haci Bektas-i Velî bu isi basarmis bir kimse...

Nesli var mi, yok mu?.. Bazilari diyor ki: ''Evlenmedi. Yol evlâdidir, Haci Bektas'in evlâdiyim diyenler...'' Tabii bu bir söz, laf... Evlenmesi normaldir. Bazilari da diyorlar ki: ''Evlendi ve çoluk çocugu oldu. Iste o sülâle, onlardan gelenlerdir.'' Onun evlâdindan oldugunu söyleyen bazi kimselerle de görüstük.


Seyh oldugu da, mürid yetistirdigi de, tasavvufu bildigi de kesin olarak ortada... Haci Bektas-i Velî'nin bagli oldugu tarikat Yeseviye Tarikati'dir. Altini kirmizi ile üç defa, bes defa çizerek kesin olarak söyleyebilirsiniz. Bütün münakasalarin ötesinde kesin bir gerçektir. Neden?.. Ahmed-i Yesevî'nin Fakirnâme'sini bulduk. Ahmed-i Yesevî'nin Fakirnâme'si ile Haci Bektâs-i Velî'nin Makalât'inin bir bölümü tamamen ayni. Bin kelimeden sekiz on kelime farkli; o kadar ayni... Ötekiler de nüsha farkidir, kâtibin hatasidir filân. Ufak tefek degisiklikler...

Demek ki, tamamen Ahmed-i Yesevî'nin fikirlerini bu tarafa getirmis bir kimse... Yeseviyye dervisi oldugu muhakkak... Ama, Ahmed-i Yesevî ile kendisinin arasinda uzunca bir zaman var... Bu arada silsilenin halkasinda kimler vardi?.. Bir Lokman-i Perende ismi geçiyor. Perende Farsça, uçan demek... Peri de, kanatli uçan seylere deniyor; melek mânâsina... Lokman-i Perende demek ki, evliyalik yoluyla uçan bir kimse oldugu için o ismi almis.


Fikir yapisi bakimindan tamamen Ahmed-i Yesevî'ye bagli... Ahmed-i Yesevî de biliyoruz ki, Abdülhalik-i Gücdevânî Hazretleri'nin halifesi... Yâni Naksiligin ilk devresi olan Hacegâniyye tarikatindan... Naksî diyebiliriz Ahmed-i Yesevî'ye... Tabii Bahaddin Naksibend daha sonra yasadigi için, Naksîlik ismi sonra çikiyor ama ayni kökten... Abdülhalik-i Gücdevânî'den... O zaman Haci Bektas-i Velî de Yeseviye tarikatindan olunca, Naksîlerle amcazâde oluyor, akraba oluyorlar, yakin oluyorlar; kesin...

Onun için, yeniçerileri kaldirdigi zaman padisah Ikinci Mahmud, Bektasî tarikatini da kapatmis ve ondan sonra da, ''Bu Bektâsîler namaz kilmiyor.'' diye, Bektasî tekkelerine Naksî seyhler tayin etmis. Yâni onlar isi aslina döndürsün diye... Onun üzerine bazi Bektâsî babalari da biz Naksîyiz diye müracaat edip, aslinda Bektâsî oldugu halde Naksî imis gibi, tekkelerini alanlar da olmus.


Bu namaz kilmama meselesi gerçekten var... Hacibektas kasabasina gittim, kütüphanelerini inceledim. Dergâh... Mevlânâ'nin Konya'daki dergâhi neyse, onun gibi; sahâne, çok güzel mimarisi olan, iç içe avlulari, havuzlari olan çok güzel bir yer...

Iki tane cami var... Birisi dergâhin içinde sonradan yapilmis; onun için, Naksibendî camii deniliyor. Bir de asagida cami varmis; orda namaz kilinmiyordu benim gittigimde... Dergâh içinde kiliyorduk biz vakit namazlarini... Alti kisi kiliyorduk, onu bildireyim size: Birisi bendeniz, ben fakir; ikincisi imam, üçüncüsü müezzin, dördüncüsü savci, besincisi hakim, altincisi da Toprak Mahsulleri Ofisi müdürü Elazig'li Mehmet Bey... Hani beldenin Haci Bektas'in çevresindeki ahalisi?.. Kimse camiye gelmiyordu yâni... Bizim gördügümüz o...


Siilik ve batinîlik isnadi var Haci Bektâs-i Velî'ye... ''Haci Bektâs-i Velî Alevî idi; Sia akîdesine, tevellâ ve teberrâya kail bir insandi.'' Tevellâ demek, Hazret-i Ali Efendimiz'e ve onun evlâdina dost olmak... Teberrâ da onun muhaliflerine düsman olmak; Ebûbekir ve Ömer ve Osman'i (ridvânullahi aleyhim ecmain) defterden silmek, aleyhinde olmak filân gibi bir takdir, uygulama... Iran'da var bugün...

Böyle oldugunu söylüyor Ord. Prof. Fuat Köprülü söylüyor. Gel de inanma, koca ordinaryüs profesör söylemis diye... Ama dogru degil!.. Çünkü inceliyorum ben... Nerden söylemis, arastiriyorum. Diyor ki: ''Makalât'in manzum tercümesinin basinda böyle bir ifade var... Bakiyoruz aslinda yok... Sonradan baskasi oraya bir seyler yazmis, böyle sanilmis. Hadi o sonradan ilâve ama, yine aslinda acaba böyle bir görüs olabilir mi?..

Eserine bakiyoruz; eserinde Sahâbe-i Kirâm'in hepsine hürmet var, ayirim yok... Namaz var, oruç var, zekât var, hac var... Helâli helâl biliyor, harami haram biliyor. Seriatin emirlerine bagli oldugunu açikça ifade ediyor. ''Bunlardan birisi eksik olursa, insan Allah'a ulasamaz!'' diye açikça söylüyor. Daha baska seyler de söyledigini biraz ilerde anlatacagim.

Demek ki, dogru degil!.. Bunun da altini çizerek, kesin olarak, patentli, isbatli söyleyebilirsiniz ki, öyle degil... Seriatin ahkâmina bagli, saygili, namazli niyazli bir kimse olarak görünüyor, eserinde... Video kalmamis ki onun zamanindan, bilelim. Eserini en önemli kaynak olarak görüyoruz. Baskalarinin sözlerini duydugumuz zaman, incelemek kaydiyla aliyoruz. Eserindeki fikirlerini önemli görüyoruz.


Haci Bektâs-i Velî'nin Eserleri:


1. Kitâbül Fevâid': Kitâbül Fevâid; böyle güzel, faideli bir takim paragraflarin içinde bulundugu bir eser demek... Bu paragraflara bakiyoruz, bazilarinda Haci Bektas'tan sonra yasamis insanlarin bile sözleri var... Demek ki, Kitâbül Fevâid onun degil... Ama bazi paragraflara bakiyoruz, Haci Bektas'in kesin eseri olan Makalât'taki bazi bilgiler, orda aynen var... Demek ki Kitâbül Fevâid onun olabilir; ama sonradan ilâveler yapilmistir, karistirilmistir.

Tabii biz edebiyat tarihçileri olarak meslegimiz bu... Biz müellifin yazdigini bulmaga çalisiriz, ilâveleri atmaga çalisiriz. Asil nüshayi bulamazsak, dedektif gibi onu kurmaga çalisiriz. Ipuçlarindan, küçük mozaik parçalardan birlestirmege çalisiriz. Arastirmama göre, Kitâbül Fevâid'in bir kismi Haci Bektâs-i Velî'nin olabilir diyorum.

2. Fatiha Sûresi Tefsiri: Tire Kütüphanesi'nde var dediler. Ben fakir de o kadar zahmet çektim, Tire'ye gittim. Kütüphaneyi aradim taradim, bulamadim. Yok... Baska güzel seyler buldum ama, onu bulamadim. Sonradan birisi bu eseri nesretti. Aldim okudum. Ama, bu Fatiha tefsirinin Haci Bektas'a ait oldugunu gösteren hiç delil yok... Hiç bir delil yok!..

3.Sathiyye: Sathiyye demek, herkesin anlayamayacagi gizli, esrarli bir takim sözleri tekerleme halinde söylemek demek... Böyle bir eseri var... Ama o da çok küçük, yâni bir sayfalik bir sey... Onun da açiklamasi filân tarzinda... Onun da yerini söylemedikleri için ben bulamadim, doçentli tezi yaparken... Onu bulan, sahis Gölpinarli... Gören sahis yerini söylemedigi için, biz bulamadik. Ama muhtevasi çok bir seyler getirmiyor bize... Kendisi nihayet bir sayfalik bir sey... Onun üzerine açiklamalar yapilarak, bir eser meydana gelmis. Baskasinin eserinin içinde bazi satirlar halinde...

4. Haci Bektâs-i Velî'nin Nasihatleri:

Yok böyle bir sey... Inceledim, hepsi apokrif, gayr-i mevsuk, ona isnad edilmis eserler oluyor.

5. Makalât-i Gaybiyye Kelimât-i Ayniyye diye bir eseri oldugu söyleniyor. Siirleri oldugu söyleniyor; inceledim, Haci Bektâs'in devrine ait dil ve uslûb degil... Her gördügü sakalli insanin dedesi midir?.. Degildir. Her Bektas ismi yazili siir Haci Bektâs-i Velî'nin midir?.. Degil... Her Yunus diye yazan siir, Yunus Emre'nin midir; su Tapduk Emre'ye odun tasiyan Yunus'un mudur?.. Hayir... Bir çok isim olabilir.

Yunus'u bir kere çok net olarak biliyoruz ki, bir Mevlânâ'dan biraz sonra yasamis bir Yunus var;

Cennet cennet dedikleri,
Birkaç köskle birkaç huri...

diyen, biraz böyle iddiali Yunus... Bir de,

Sol cennetin irmaklari,
Akar Allah deyu deyu...

diyen Bursali Yunus var... Çok net, çok kesin... Birisi Dervis Yunus, Asik Yunus; ötekisi Yunus Emre... Isim benzerligi olabiliyor.

Hasili, Haci Bektas'in siirleri diye söylenenler, --yurt içindeki, yurtdisindaki kaynaklari inceledim-- onun degil...

6. Makalât:

Haci Bektâs'in elimizde bir tek eseri var... En genis ve fikirlerini tam görebildigimiz eseri Makalât... Makalât-i Haci Bektâs-i Velî el- Horasânî...

Makalât biliyorsunuz, makaleler demek... Makale de, filânca gazetenin basyazisi mânâsina, fikir yazisi mânâsina makale degil; bir konuda söylenmis bazi sözler, fikirler demek... Makalât da, Haci Bektâs-i Velî'nin çesitli konulardaki fikirlerini toplayan bir eser... Ama kompilasyon degil, toplama degil; eserin bir bütünlügü var... Çünkü, bazi bölümlerde diyor ki, ''Simdi su konuda bunu kisaca söylüyorum, ilerde anlatacagim.'' diyor. Demek ki eserin, yazarin kaleminden çikmis bir bütünlügü var...

Makalât'in asli Arapça imis. Kütüphanelerde inceledigimiz zaman, Makalât'in Türkçe tercümesinin iki seklini görüyoruz: Birisi manzum tercüme... O Denizli'nin Honaz kasabasindan gelip, Iznik'e yerlesmis olan Hatiboglu Muhammed'in nazma çektigi, manzum olarak, siir olarak yazdigi Haci Bektâs-i Velî Makalâti... Bir de, düz yazi halinde, mensur olan Makalât-i Haci Bektâs-i Velî...

Düz yazi halindeki Makalât'in nüshalari çok... Her kütüphanede birkaç tane bulabilirsiniz ama; hepsi cahil, ümmî, bilgisi az insanlar tarafindan yazilmis ve daha sonraki asirlarda oldugu için güvenilir durumda degil... Tabii biz hangisi güvenilir durumda, hangisi ilâveli, hangisi tam, hangisi dogru; onu arastirdik. Dört bes senemizi harcadik, onu ortaya koymaga çalistik. Bazi nüshalari karismis, sayfalari karismis vs.

Ord. Prof. Ismail Hikmet Ertaylan, Bahrül Hakayik diye tutmus, manzum tercümeyi bulmus Manisa kütüphanesinde... Hemen fotokopisini, faksimilesini çikarmis, bastirmis... Sayfalari darmadagin... Bir incelememis yâni... Kitap çok muntazam, mesin bir cilt içinde... Çok kaliteli kâgida yazilmis, yazisi da güzel... Amma, sayfalarini okumaga basladigin zaman, burdaki konu öteki sayfayi tutmuyor, baska tarafa atliyor. Demek ki, güzel yazmis hattat ama; eskilerin bir sözü vardir --hattatlar bizi affetsin-- :

''Küllü hattâtin câhilün.''
(Her yazan kâtip biraz cahildir.)

O kendisini güzel yaziya vermistir, sanatkârdir. Onun için mühim olan güzel yazmaktir. Ama, eserin iç yapisi o ayri bir bilimsel is oldugundan, onunla ugrasmaz o... Bir oraya bakar, bir buraya bakar, yazar; gerisini düsünmez.

Ordinaryüs Prof. Ismail Hikmet de, cildi güzel görünce --mesin, güzel bir cilt-- içindeki yazi da güzel; fotokopisini çekmis, faksimile etmis, basmis. Karma karisik... Canim çikti sayfalari yerli yerine getirip, konulari birbirlerine baglayincaya kadar... Bütün sayfalari yirtacaksiniz. Ondan sonra arada, hem de sayfa halinde degil, orta yerde degisiyor konu... Ordan keseceksiniz, öbür tarafa ekliyeceksiniz. Bunun için de elinizde delil olacak, havadan yapamazsiniz. Yâni, karmakarisik bir sey... Ama onu düzenledik elhamdü lillâh... Ortaya koyduk, basilmasi lâzim!..

Bu siir halindeki makalâtin basilmasi lâzim, çünkü önemli bir vesika... Onu basamadik. Bu bizim vazifemiz, basmamiz gerekiyor. Ama düzyazi olani, nesir olani bastik. Çok ugrasarak, çok çesitli nüshalarini birbirleriyle karsilastirarak bastik. Iste elimizde bu var... Bunun da çok dizgi hatalari var... Benim tashih etme imkâni bulamadigim bir zamanda oldu. Yeniden düzeltilerek basilmasi lâzim, ama oldukça güzel..


Simdi Haci Bektâs-i Velî hakkinda kimisi diyor ki: ''Bu Haci Bektâs-i Velî sarkik biyikli bir samandi. Içki içerdi, söyleydi, böyleydi... Tam orta Asya'nin samanizmini getirmis, Kirsehir'de uygulamistir.'' Kimisi de diyor ki: ''Hayir, o Haci Bektâs-i Velî idi. Hakikaten evliyâdan bir kimseydi, namazli niyazli bir kimseydi.'' diyor. Senin delilin ne, senin delilin ne?..

Haci Bektâs-i Velî hakkinda, ''Nasil bir insandir, onu anlamak için bir Makalât'i var elimizde... Makalât'ini iyice okursak, iyice tahlil edersek; Haci Bektâs-i Velî'nin nasil bir insan oldugu ortaya çikar. Ben de öyle yaptim. Hattâ ilk basta bunu bazi gazetelerde makale olarak yazdim.

Komik bir sey anlatayim size: Hacibektas kasabasina gittim. Ilkönce bizi ögretmenler lokaline filan davet ettiler. Sonra baktilar ki, sakalli filân... Pek sey olmadi. Nihayet ofis müdürü Mehmet Bey bize yakinlik gösterdi. Ben bir lokantaya gidiyorum, yemek yiyecegim; kirmizi saraplar, beyaz saraplar, votkalar, rakilar... Her masada var... Kasketli adam, yamali elbisesiyle geliyor, onlardan içiyor. Içki kokusundan bogulacaktim, peynir ekmekten baska bir sey yiyemedim.

Ofis müdürü geldi diyor ki, --kulaklari çinlasin sagsa, öldüyse Allah rahmet eylesin-- ''Hocam, zâten Bektâsîlerle Haci Bektâs-i Velî ayni degilmis. Haci Bektâs-i Velî içki içmezmis, içkinin aleyhindeymis. Ben Tercüman gazetesinde okudum.'' diyor. Ben hiç ses çikarmiyorum, ''O yaziyi yazan benim!'' demiyorum. Desem, baskalari da bilse, belki iyi olmaz diye...

Haci Bektâs-i Velî, bizim sünnî inancimizi sergiliyor bu kitapta... Siî oldugunu, Alevî oldugunu gösteren bir sey yok... Namaza saygi var, hacca saygi var... Hacci çok ballandira ballandira anlatiyor. Görmüs bir insanin canli anlatimiyla anlatiyor. Zekâti, cihadi, seriatin emirleri neyse onlari güzelce anlatiyor. Yâni, seriatçi... Bazilari üzülecek ama, Haci Bektâs-i Velî seriatçi... Yunus Emre nasilsa, Mevlânâ nasilsa, o da öyle bir kimse... Yâni üçü arasinda bir fark yok...

Bazilari söyle bir temâyül içinde, davranislari söyle: Yunus Haci Bektas'in dervisiydi veya onun yanina gitmisti, gitmemisti... Yok, gitmemistir; Yunus baska bir insan!..'' Yunus'u Haci Bektas'tan uzaklastirmak istiyorlar, Bektâsîlikle ilgisi olmadigi için... Halbuki, Yunus'la Haci Bektas arasinda çok net bir benzerlik var... Yunus'un siirleri, Makalât'taki fikirlerin manzum sekli... Hele hele Yunus'un oldugu sonundaki imzasindan ve tarihinden belli olan Er-Risâletün Nushiyye'si, tamâmen Makalât'in bir bölümünün manzumudur. O kadar... Ve Yunus'un kullandigi terminoloji, tabirler, terimler tamâmen Makalât'in aynidir. Makalât'i okumayan, Yunus'u anlayamaz.

Geçen sene Yunus yiliydi ya, ben Yunus'u anlatanlara bakiyordum, gülüyordum. Yunus'u anlamak için, Haci Bektas'in kitabini okumak, bilmek lâzim!.. Dört kapi nedir, kirk makam nedir, üçyüzaltmis menzil nedir?..

Seriat, tarikat yoldur varana,
Ma'rifet, hakîkat andan içeru...

Buyur bakalim anlat hocaefendi!.. Anlayamaz. Peki, sayin Profesör sen anlat!.. Anlayamaz. Neden?.. Makalât'i okuyacak, o zaman anlar. Tamâmen bu kadar bir fikir baglantisi var... Haci Bektâs-i Velî ile Yunus hakîkaten birbiriyle ilgili...

Haci Bektâs-i Velî diyor ki: Kul, Allaha 40 makamda erer. Bu kirk makamin onu seriattadir. Yani ilk okul. Onu tarikattadir, yani ortaokul... Onu ma'rifettedir, yâni lise... Siz anlayasiniz diye, onlar liseyi filân bilmezlerdi; siz biliyorsunuz. Onu da hakikattedir, yâni üniversite, yüksek tahsil... Diyor ki, ''Bu kirk makamin birisi eksik olsa, is tamam olmaz. Kirkinin da eksiksiz, tam takim mevcut olmasi lâzim!..'' Buna bastirarak söylüyor Haci Bektâs-i Velî...

Ve misal veriyor: ''Bir insan bir farzi inkâr etse olmaz!'' diyor. ''Hacci kabul etmese olmaz!'' diyor. ''Namaz kilmasa, oruç tutmasa olmaz!'' diyor. Simdi sen buna nasil saman diyebilirsin?.. Bu fikirleri böyle bastira bastira söyleyen bir insani, nasil baska bir yafta ile lekeleyebilirsin?..

--Efendim, Bektâsîler içki içiyorlar...

Haci Bektâs-i Velî'yi anma gününde kupalar yetmiyor, kova ile sarap dagitiliyor. Kirmizi sarap mi istersiniz, beyaz sarap mi istersiniz?.. Kova kova, masrabayi daldir, küp küp...


Haci Bektas diyor ki bu kitabinda, ''Bir kuyunun içine bir damla süçi damlasa...'' Süçi ne demek?.. Içki demek, eski Türkçe... Eskiler süçi içip, esirirlerdi. Esrimek, sarhos olmak demek... Osmanlilar da sarap içip, sarhos oluyorlardi. Kimisi küfelik olmak üzere... Tabii hepsi degil de... Kelimeler devirlere göre degisiyor.

''Bir kuyunun içine bir damla içki damlasa, kuyunun bütün suyunu murdar eder; çünkü haramdir.'' diyor Haci Bektâs-i Velî... Ne yapmak lâzim?.. Kuyunun suyunu disariya çikartmak lâzim!.. Kova kova dökeceksin disariya, kuyunun suyunu bosaltacaksin. ''Ve...'' diyor, bakin içki hakkindaki kanaatine: ''Ve bu sularin disariya döküldügü yer yeserse, çimen bitse ordan islak oldugu için... Ve o çimenden koyun yese, takva ehli insanlar o koyunun etini bile yemezler!'' diyor. Ben demiyorum, Haci Bektâs-i Velî diyor. Ben desem normal, sakalliyim ben... Ama, Haci Bektâs-i Velî diyor!..

Aslinda hangi otu otlarsa otlasin, --baskasinin tarlasindan otlamamak sartiyla, haram olmamak sartiyla-- koyunun eti helâl olur. Ama takvânin mübalagasini söylüyor, haramligini net olarak ifade ediyor.


Sonra Haci Bektâs-i Velî'nin çok üzerinde durdugu sey, güzel ahlâk... ''Insan ahlâkli olmali!'' diyor. Güzel ahlâki da; tevâzudur, sabirdir, sükürdür ve sâiredir diye sayiyor. ''Insanin içinde güzel ahlâk olmali, kötü huylar insanin içinden çikmali!'' diyor. ''Hased gibi, buhul gibi, cimrilik gibi, gazab gibi --hani sinirlilik, asabîlik, hop inmek, hop binmek, patlamak, tabaklari çanaklari havada uçurup kirmak vs.-- huylar da kötü huylardir. Bunlar insanin içinde olsa, disini kaç defa abdest alip yikarsa yikasin temiz olmaz, yine murdardir.'' diyor Haci Bektâs-i Velî...

''Bu kötü huylarin insanin içinden çikmasi lâzim!.. Murdar olur bunlar çikmazsa...'' diyor. ''Çünkü,'' diyor, misal veriyor okuyuculari anlasinlar diye: ''Bir sisenin içine içki koysalar, agzini berkitseler, --berkitmek, simsiki kapatmak demek-- simsiki kapatsalar, deryanin kenarina götürseler yikasalar, yikasalar, yikasalar... Isterse on yil yikasinlar, yine temiz olmaz. Çünkü içi içkidir, murdardir.'' diyor. Içki hakkindaki görüsü bu... Yâni, en önemli seylerden birisi...


Iste Haci Bektâs-i Velî'nin tasavvuf anlayisi bu... ''Sadece namazi, orucu, hacci, zekâti yapmak yetmez; sadece dünyaya sirt çevirip, ahirete ragbet edip, tarikatta zikir çekip ibadet tâat yapmak yetmez; insanin ma'rifet ehli olmasi lâzim!.. Allah'i tanimasi, Allah'i taniyan bir insan olmasi lâzim; ondan sonra da Allah'i seven, Allah asiki bir kimse olmasi lâzim!'' diyor. tamâmen Yunus'un dedigi seyi söylüyor, tamâmen Mevlânâ'nin dedigi seyi söylüyor. Ve aski tasavvufî makamlarin en yüksegi olarak zikrediyor.


Tabii fikirleri hakkinda daha söylenecek çok seyler var ama, ben galibâ zamani yavas yavas doldurdum, harcadim. Sizin de sorulariniz olabilir.

Bir de benzetmesi var... Insan çok muhterem bir varliktir demek istiyor. Hazret-i Ali'den gelir bu söz... ''Insan küçük alemdir.'' diyor. ''Her bir insan bir alemdir, bir kâinattir. Senin vücudun, bedenin bir kâinattir. Dis alemde ne varsa, o da vardir. Iste disarda sunlar, sunlar var; senin vücudunda bu var... Bu var... Bu var...'' filân diyor. Meselâ, ''Yeryüzünde Kâbe var, senin de içinde kalbin var. O da Kâbe gibidir.'' diyor.

Bu benzetmenin nerden basladigini biraz arastirdim. Tâ, Muhiddin ibnil Arabî Hazretleri'nin eserlerinde görüyoruz bu benzetmeyi... O seyleri aynen almis.

Insanin çok muhterem bir varlik oldugunu, kalbinin çok önemli oldugunu, kimsenin kirilmamasi, üzülmemesi gerektigini, toprak kadar mütevazi olmak gerektigini, yetmisiki millete hor bakmamak gerektigini güzel ifadelerle anlatiyor.


Bizim bu Makalât'tan faydalanarak Kültür Bakanligi bir kitap hazirladi; Makalât'i vulgarize etti, halkin anlayacagi sekle getirdi. Birisi çikti Makalât'in fikirlerini sizin anlayacaginiz bir dille nesretti. Bilmiyorum piyasada mevcudu var mi?..

Sadelestirdi güyâ ama, Makalâti bilmek için çok seyler lâzim, kolay degil... Arapça bilmek lâzim, Farsça bilmek lâzim, Osmanlica bilmek lâzim... Islâm dinini bilmek lâzim, hadis-i serifleri bilmek lâzim... Ve tasavvufu çok iyi bilmek lâzim!.. Bir kelimeyi yanlis kullanirsaniz, çok yanlis noktalara gidebilir. Oralardan okuyabilirsiniz Haci Bektâs-i Velî'nin fikirlerini...


Özetlemek gerekirse, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'nin çagdasi olan, Horasan'dan gelmis, Nisâpur'lu, Peygamber Efendimiz'in sülâlesinden bir seyyid olmasi kuvvetle muhtemel olan --ben onu kabul ediyorum-- bir sâde, gösterissiz, mütevâzi, mübârek zâttir Haci Bektâs-i Velî... Sizin Islâm ve din anlayisiniz, Kur'an ve sünnet anlayisiniz gibi, bizim anlayisimiz gibi anlayisa yakin görüsleri olan ve ahlâka çok büyük önem veren ama, ibadetleri hor görmeyen, ibadetleri küçümsemeyen, ibadetleri ihmal etmeyen bir gerçek mübârek zâttir. Hakîkaten velî lakabi isabetle verilmistir kendisine; Haci Bektâs-i Velî'dir.

Tabii o öyleyken ondan sonra bu uygulamalar niye onun ana zihniyetinden farklidir?.. Çünkü Bektâsî tarikatinin asil kurucusu Haci Bektâs-i Velî degildir de, Balim Sultan'dan sonra gelisen baska zihniyette insanlarin katkilariyla olusan bir tarikattir. Umumiyetle böyle dinî bilgileri kuvvetli olmayan kimseler olduklari için, isin gerçegini dinde ve Kur'an-i Kerim'de oldugu sekilde anlayamayip, an'anevî olarak isi götürdükleri için, bizim bugün garipsedigimiz bazi seyler olabilir.


Soru:
Peygamberimiz'in devrinde seriatla tasavvuf bir arada yürütülüyordu. Tasavvufla siyaset iç içeydi. Bizde ise ehl-i tarik dünyadan soyutlanmayi hedef almistir. Bu konuda görüsleriniz nelerdir?


''Peygamberimiz'in devrinde seriatla tasavvuf bir arada yürütülüyordu.'' Dogru, katiliyorum. Tasavvufla siyaset iç içeydi. Yâni dinle siyaset, her sey beraberdi. ''Günümüzde ise ehl-i tarik, dünyadan soyutlanmayi hedef almistir. Tasavvuf erbabi dünyadan el etek çekmistir, soyutlanmistir.'' diyor; hiç öyle bir sey yoktur. Bu söz dogru degildir, bu görüntü dogru degildir. Islâm tasavvufunda bu yoktur.

Dünyadan soyutlanmak Islâm'dan önceki Hristiyan tasavvufunda, yahudilikte vardir. Ruhbanliktir bu... Yâni, dünyadan soyutlanmak, bir kenara çekilmek, ibadetle mesgul olmak, magarada yasamak, dagin basinda yasamak, daga kesis dagi adini vermek... vs. Bu hristiyanliktadir. Islâmlikta yoktur; çünkü, Islâm ve Kur'an-i Kerim ruhbanligi yasaklamistir. Ayet-i kerime vardir hakkinda...

Peygamber Efendimiz hadis-i serifte:

(Lâ rahbâniyyete fil islâm.) ''Islâm'da ruhbanlik yoktur.''demistir.

Onun için, böyle dünyayi terketmis bir Islâm mutasavvifi yoktur! Iddiali söylüyorum. Mutasavviflarin hepsi dünya ile ilgilenmislerdir; ama, dinî bir vazife olarak ilgilenmislerdir. Dünyaya deger verdikleri için degil, dünyalik için degil...

Dünyevî seylerle mesgul olmuslardir. Hayir hasenat yapmislardir. Mutfak çalistirmislardir, kazanlarla yemek pisirmislerdir. fukaraya kendi elleriyle dagitmislardir.

Savas oldugu zaman davullarla, bayraklarla seyhlerinin arkasindan cihada gitmislerdir. Her türlü aksiyonun içinde capcanli, dipdiri çalismislardir. Düsman geldigi zaman, en çok onlar mücadele etmistir. Kafkasya'da Seyh Sâmil meshurdur. Orta Asya'daki tasavvufî tarikatlarin Rus emperyalizmine karsi nasil direndigini, Rus arastirmacilar kitaplar halinde yaziyorlar. Çevrilmistir Türkçe'ye...

Bugün Bosna-Hersek'te çarpisan kimselerin çogu tasavvuf erbabidir, tarikat erbabidir. Kazeruniyye tarikati vardir; bayraklariyla savasa gitmislerdir.

Meselâ, Haçova Meydan Muharebesi'ne Semseddin-i Sivasî Hazretleri dervisleriyle beraber istirak etmistir. Savasin kazanilmasinda büyük payi vardir; tarih kitaplari yaziyor. Padisah atina binmis, gitmek isterken, atinin üzengisini tutmuslar, demislerdir ki: ''Gidemezsin padisahim! Merak etme, biraz sonra zafer olacak; simdi hezimet gibi görünen sey dönecek, korkma demislerdir. ve zafer öyle kazanilmistir.

Hepinize sevgiler...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Peygamberimizin amcası:
ABBÂS BİN ABDÜLMUTTALİB


Hz. Abbâs, gençlik zamanında, ticâretle uğraştı ve çok zengin oldu. Kardeşlerinin içinde en zengini oydu. Abisi Ebû Tâlib’in ise mâli durumu çok kötü idi. Resûlullah efendimizin teklîfi ile Ebû Tâlib’in oğlu Ukayl’in yetişmesine yardımcı oldu ve abisinin yükünü hafifletti.

Resûlullah efendimiz, İslâmiyeti anlatmaya başlayınca, Hz. Abbâs muhâlefet etmeyip, akrabâlık şefkatinden dolayı, Peygamber efendimize yardımda bulundu ve destek oldu.

Biz Onu koruduk

Müslüman olmadığı hâlde, Akabe bî’atında Peygamber efendimizin yanında bulunup, orada te’sîrli konuşmalar yaptı. Bî’at etmek için gelen Medîneli Müslümanlara şöyle hitâb etti:

- Ey Medîneliler! Bu, kardeşimin oğludur. İnsanların içinde en çok sevdiğim Odur. Eğer, Onu tasdîk edip, Allahtan getirdiklerine inanıyor ve beraberinizde alıp götürmek istiyorsanız, beni tatmîn edecek sağlam bir söz vermeniz lâzımdır.

Bildiğiniz gibi, Muhammed aleyhisselâm bizdendir. Biz, Onu, Ona inanmıyan kimselerden koruduk. O, bizim aramızda izzet ve şerefiyle korunmuş olarak yaşamaktadır. Bütün bunlara rağmen, herkesten yüz çevirmiş ve sizinle beraber gitmeye karar vermiş bulunmaktadır.

Eğer siz, bütün Arap kabîlelerinin birleşip, üzerinize hücûm ettiğinde, onlara karşı koyacak kadar savaş gücüne sahipseniz, bu işe karar veriniz! Bu husûsu aranızda iyice görüşüp konuşunuz. Sonradan ayrılığa düşmeyiniz! Verdiğiniz sözde durup, Onu düşmanlarından koruyabilecek misiniz?

Bunu lâyıkıyla yapabilirseniz ne âlâ. Yok, Mekke’den çıktıktan sonra Onu yalnız bırakacaksanız, şimdiden bu işten vazgeçiniz ki, yurdunda şerefiyle korunmuş hâlde yaşasın!

Buna karşılık Medîneli Müslümanlar, “Biz, Resûlullahı malımız ve canımız pahasına koruyacağız. Biz, bu sözümüzde sâdıkız” dediler ve Resûlullah efendimize bî’at ettiler. Sonra Hz. Abbâs şöyle duâ etti:

- Allahım! Sen onların, yeğenim hakkında verdikleri sözü, Onu korumak için ettikleri yemîni işiten ve görensin. Kardeşimin oğlunu sana emânet ediyorum yâ Rabbî!

Peygamber efendimizin amcası olan Hz. Abbâs çok zengin olup, çok cömert idi. İkrâm ve ihsânları çok meşhûr idi. Fakîr, fukarâyı sevindirmeyi çok severdi. Özellikle köle satın alıp, azâd etmekten çok memnun olurdu. Yetmiş kadar köle azâd etmiştir.

Yakın akrabâyı ziyâret etmeye, onların haklarına riâyete çok dikkat ederdi. Peygamber efendimiz, kendisini çok severdi. Bir defasında buyurdu ki:

- Allahım, Abbâs’ı ve oğullarını magfiret eyle ve bağışla! Öyle ki, hiç günâhları kalmasın! Yâ Rabbî, onu ve oğullarını meydana gelecek âfet ve belâlardan koru!

Akrabâlık hakkı

Peygamber efendimiz birgün, Hz. Abbâs’a sordu:

- Sana bir ihsânda bulunayım mı? Sana, akrabâlık hakkını ödeyip faydalı olayım mı?

- Evet yâ Resûlallah!

- Sana bir şey öğreteyim ki, onu yaptığın zaman, eski- yeni, önceki-sonraki, gizli-açık, hatâen veya kasten işlediğin bütün günâhları Allahü teâlâ affeder.

- Yâ Resûlallah öğreteceğin bu şey nedir?

- Dört rek’atli namaz kıl! Her rek’atte, sübhânekeden sonra on defa, (Sübhânallahi velhamdülillâhi velâ ilâhe illâllahü vallahü ekber) dersin. Fâtiha’dan sonra bir zammı sûre okuyup ayakta iken onbeş defa tekrar, (Sübhânallahi velhamdülillâhi velâ ilâhe illâllahü vallahü ekber) dersin!

Rükü’a eğilince bunu on defa söylersin! Rükü’dan kalktığında ayakta olduğun hâlde, bunu on defa söylersin! Sonra secdeye varır, orada on defa söylersin! Secdeden kalkıp oturduğunda on defa söylersin! Tekrar secdeye vardığında on defa söylersin!

Sonra ikinci rek’ata kalkarsın! Birinci rek’attaki gibi dört rek’atı da kılarsın! Bu her rek’atta yetmişbeş, dört rek’atta üçyüz eder. Artık senin günâhların Alic’in (yürümekle dört gecede katedilen kumluk bir yer) kumlarının sayısı kadar da olsa, Allahü teâlâ seni bağışlar. Bunu hergün bir defa kılmaya gücün yeterse kıl!

- Yâ Resûlallah, bunu hergün yapmaya kimin gücü yeter?

- Hergün kılmaya gücün yetmezse, her Cum’a bir defa kıl! Her Cum’a kılamazsan, ayda bir defa kıl! Ayda bir defa kılamazsan senede bir defa kıl! Senede bir defa kılamazsan ömründe bir defa olsun kıl!

Kazâ borcu olanlar

Kazâ borcu olan, nâfile namaz yerine kazâ namazlarını kılarak, önce borcunu ödemelidir! Çünkü kazâ borcu olanların nâfilelerine sevâb verilmez.

Hz. Abbâs, Kureyş’in ileri gelenlerinden ve reislerinden idi. Mescid-i Harâmın tâmirâtı ve gelen hacılara su dağıtmak (sikâye) hizmetini yürütürdü. Müslüman olduktan sonra da bu vazîfeyi devam ettirdi. Hz. Abbâs ve kardeşleri, hac mevsiminde zemzem kuyusu önünde dururlar, isteyenlere, kuyudan su çekip verirlerdi.

Hz. Abbâs, Peygamber efendimizin en çok sevdiği amcalarındandır. Abdülmuttalib’in en küçük oğludur. Peygamber efendimizden üç yaş büyüktür.

Kurtuluş akçesi

Bedir savaşında daha Müslüman olmamıştı. Müşriklerin zoruyla savaşa sokuldu. Savaş sonunda, esîr edilip Medîne’ye götürüldü. Peygamber efendimiz kendisine buyurdu ki:

- Ey Abbâs, kendin, kardeşinin oğlu Ukayl bin Ebû Tâlib ve Nevfel bin Hâris için kurtuluş akçesi öde! Çünkü sen zenginsin.

- Yâ Resûlallah, ben Müslümanım. Kureyşliler beni zorla Bedir’e getirdiler.

- Senin Müslümanlığını Allahü teâlâ bilir. Doğru söylüyorsan Allah sana elbette onun ecrini verir. Fakat senin hâlin, görünüş i’tibâriyle, aleyhimizedir. Bunun için sen kurtuluş akçesi ödemelisin!

- Yâ Resûlallah, yanımda 800 dirhemden başka param yoktur.

- Yâ Abbâs, o altınları niçin söylemiyorsun?

- Hangi altınları?

- Hani sen Mekke’den çıkacağın gün, hanımın Hâris’in kızı Ümmül Fadl’a verdiğin altınlar. Onları verirken, yanınızda sizden başka kimse yoktu. Sen, Ümmül Fadl’a, “Bu seferde başıma ne geleceğini bilmiyorum. Eğer bir felâkete duçar olup da dönemezsem, şu kadarı senindir. Şu kadarı Fadl içindir. Şu kadarı Abdullah içindir. Şu kadarı Ubeydullah içindir. Şu kadarı da Kusem içindir” dediğin altınlar?

Peygamber efendimiz altınlar hakkında bu kadar teferruatlı bir şekilde bilgi verince, Hz. Abbâs çok şaşırdı:

- Allaha yemîn ederim ki, ben bu altınları hanımıma verirken yanımızda kimse yoktu. Bunları sen nereden biliyorsun?

- Allahü teâlâ haber verdi.

- Senin, Allahü teâlânın Resûlü olduğuna şimdi gerçekten inandım. Doğru söylediğine şehâdet ederim.

Hemen Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.

Hz. Abbâs Müslüman olunca, Resûlullah onu Mekke’de görevlendirdi. Müslüman olduğunu kimseye söylemedi. Mekke’de olup bitenleri, gizlice Peygamber efendimize bildirirdi. Bir zaman sonra Peygamber efendimizin hasretine dayanamayıp, Medîne’ye gelmek istediğini mektupla bildirdiğinde, Peygamber efendimiz buyurdu ki:

- Senin bulunduğun yerdeki cihâdın daha güzel ve faydalıdır.

Muhâcirlerin sonuncusu

Hz. Abbâs, Mekke’nin fethine dâir yapılan hazırlıkların son safhada olduğunu haber alınca, artık Mekke’de kalmayı lüzûmlu bulmayıp, fetihten az bir zaman önce Medîne’ye hicret için yola çıktı. Zü’l-huleyfe’de Resûlullaha kavuştu.

Âilesini Medîne’ye gönderip, kendisi Mekke’nin fethinde, Peygamber efendimizin yanında bulundu. Peygamber efendimiz ona buyurdular ki:

- Ey Abbâs! Ben, Peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi, sen de muhâcirlerin sonuncususun.

Hz. Ebû Süfyân, Mekke’nin fethi sırasında Müslüman oldu. Kendisiyle Hz. Abbâs ilgilendi. Ebû Süfyân, Müslümanların bir sabah vakti namaz için coşkun hazırlıklarını görünce dedi ki:

- Ey Abbâs! Müslümanlara yeni bir şey mi emredildi?

- Hayır, onlar namaza hazırlanıyorlar.

Daha sonra Ebû Süfyân’a abdest aldırıp, Resûlullaha götürdü. Resûl aleyhisselâm namaz için cemâ’atin önüne geçip tekbîr aldı. Cemâ’at da büyük bir vecd içinde Ona uydu. Onların rükü ve secdedeki hâllerini gören Ebû Süfyân dedi ki:

- Ey Abbâs! Böyle itâati ne İran saraylarında, ne Rum diyârlarında gördüm. Doğrusu, yeğenin büyük bir hükümdâr olmuş.

Bunun üzerine Hz. Abbâs dedi ki:

- Ey Ebû Süfyân! Bu iş saltanat değil, nübüvvettir.

Hz. Abbâs, Resûlullahın yakını olması sebebiyle, Eshâb-ı kirâm arasında ayrı bir yeri vardı. Sözü dinlenirdi.

Peygamber efendimiz vefât edince, Eshâb-ı kirâmın aklı başından gitti. Mescidde ağlaşmaya başladılar. Hiç kimsenin inanası gelmiyordu.

Hele Hz. Ömer, tamamen kendinden geçmiş bir hâlde idi. Peygamber efendimizin mübârek yüzüne bakıp, “Resûlullah bayılmış, fakat baygınlığı çok ağır” diyordu. Ölüm sözünü ağzına almadığı gibi, kimsenin de söylemesini istemiyordu. Dışarı çıkıp dedi ki:

- Kim, “Resûlullah öldü” derse, kılıcımla boynunu vururum!

Duyan var mı?

Hz. Ebû Bekir ile Hz. Abbâs’ın Eshâb-ı kirâm arasında bir ağırlığı vardı. Eshâb-ı kirâmı ancak bunlar teskîn edebilirdi. Bunun için beraber mescide gittiler. Hz. Abbâs buyurdu ki:

- Ey insanlar! Resûlullahın, “Ben vefât etmiyeceğim” dediğini içinizde duyan var mı?

- Hayır böyle bir söz duymadık.

Sonra Hz. Ömer’e dönüp sordu:

- Yâ Ömer, bu husûsta sen birşey duydun mu?

- Hayır duymadım.

Sonra Eshâb-ı kirâma dönüp buyurdu ki:

- Hiç kimse Resûlullahın vefât etmiyeceğini söyleyemez. Cenâb-ı Hakka yemîn ederim ki, Resûlullah ölümü tatmış bulunmaktadır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde, “Muhakkak, sen de öleceksin, onlar da ölecektir” buyurmaktadır. Resûlullah efendimiz, İslâmiyetin bütün hükümlerini tamamladıktan sonra aramızdan ayrıldı. Artık kendimize gelip, defin işlerini tamamlayalım.

Sonra, Hz. Ebû Bekir de buna benzer konuşmalar yaptı. Böylece Eshâb-ı kirâmın aklı başlarına geldi.

Hayber gazâsından sonra, Haccâc bin İlât hazretleri, Peygamber efendimizin huzûruna gelip dedi ki:

- Yâ Resûlallah, benim Mekke’de çoluk çocuğum, mallarım var. Bunları buraya getirmek istiyorum. Fakat, benim Müslüman olduğumu öğrenirlerse, bunları vermezler. Mekke’ye gittiğimde, sizin hakkınızda uygun olmayan sözler söylesem uygun olur mu?

Bunun üzerine Peygamber efendimiz izin verdi.

Zafere ulaştı

Bu izin üzerine Mekke’ye gelip, Peygamber efendimizin esîr alındığını, öldürülmesi için Mekke’ye getirileceğini söyledi.

Bu habere müşrikler çok sevindi. Hz. Abbâs ise, haberi alır almaz, üzüntüsünden bayıldı. Kendinden geçmiş bir hâlde evine götürdüler. Bir müddet sonra kendine geldiğinde, işin aslını öğrenmek için, kimsenin bulunmadığı bir zamanda, Haccâc’ı evine çağırdı. Hz. Abbâs’ın perişan hâlini gören Haccâc dedi ki:

- Yâ Abbâs sana müjde! Resûlullah, Hayber’de zafere ulaştı. Ben mallarımı kurtarmak için Resûlullahtan izin alarak böyle söyledim. Buradan ayrıldıktan üç gün sonra, yaptığım hîleyi onlara söyleyebilirsin.

Hz. Abbâs, Mekke’nin fethinden sonra yapılan Huneyn gazâsında da, Peygamber efendimizin yanından ayrılmadı. İslâm ordusu, sabah gün ışımadan çukur ve geniş bir vâdiden aşağı iniyordu. Düşman ordusu, önceden oraya geldiği için, vâdinin her iki yanında gizlenip pusu kurmuştu.

Resûlullahın yanından ayrılmadı

Müslümanlar tam oraya geldiklerinde, düşman etraftan saldırmaya başladı. Müslümanlar ne olduklarını anlayamadılar. Bir an karışıklık oldu. Hz. Abbâs, Hz. Ebû Bekir ve birkaç kahraman, ölümü göze alıp, Resûlullahla birlikte bir adım gerilemediler.

Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki:

- Yâ Abbâs! Sen onlara; “Ey Medîneliler! Ey Semüre ağacının altında bî’at eden sahâbîler!” diye seslen!

Hz. Abbâs, iri yapılı ve heybetli idi. Bağırdığı zaman sesi çok uzaklardan duyulduğu için, bütün gücüyle bağırdı:

- Ey Medîneliler! Ey Semüre ağacının altında Peygamberimize söz veren Eshâb! Buraya toplanınız! Dağılmayınız!

Bunu işiten Eshâb-ı kirâm geri dönmek istediler. Fakat binek hayvanları öyle ürkmüşlerdi ki, ba’zıları hayvanlarını geri döndüremediler. Binek hayvanlarından kendilerini atmak mecbûriyetinde kaldılar. Müslümanlar toparlandılar ve şiddetli bir muhârebeden sonra düşman yenik düştü. Askerlerinin çoğu öldürüldü. Bir kısmı da esîr alındı.

Hz. Abbâs bin Abdülmuttalib, çok yiğit idi. Hz. Câbir anlatır:

“Resûlullah efendimiz Tâif’e gittiğinde, oradaki halka, elçi olarak Hanzala bin Rebî’i göndermişti. Hanzala Tâiflilerle görüşürken, kendisini yakalayıp kaleye hapsetmek istediler. Bunu gören Resûl aleyhisselâm buyurdu ki:

- Kim bunların elinden Hanzala’yı kurtarır? Bu işi başarana bütün gâzilerin sevâbı verilecektir.

Hz. Abbâs bin Abdülmuttalib yerinden fırlayıp, yıldırım gibi koştu. Hanzala’yı kaleye sokmak üzere olan Tâiflilere yetişerek, ellerinden aldı. Kaleden Hz. Abbâs’a taş atıyorlardı. Bu sırada Resûlullah efendimiz de, Hz. Abbâs’a duâ ediyordu. Hz. Abbâs yaralanmadan Hanzala’yı Resûlullaha getirdi.”

Fâizini kaldırdı

632 senesinde Resûlullah efendimiz Eshâbıyla vedâ haccına gittiler. Peygamber efendimiz, vedâ hutbelerinde, sevgili amcasından da bahsettiler... Fâizin yasak olduğunu, ilk kaldırdığı fâizin, amcası Hz. Abbâs’ın fâizi olduğunu bildirdiler.

Peygamber efendimizin vefâtından sonra mübârek cenâzelerini yıkamak üzere; Hz. Ali, Hz. Abbâs ve oğulları Fadl ve Kusem, Üsâme bin Zeyd ve Sâlih odaya girip kapıyı kapadılar. Peygamber efendimizi, gömleği üzerinde olduğu hâlde yıkamaya başladılar.

Hz. Abbâs ve oğulları su döküp, Peygamber efendimizi sağa, sola döndürdüler. Hz. Ali de yıkadı. Yıkadıkça, evin içine eşine rastlanmamış çok güzel bir koku yayıldı. Üç parça kefen ile kefenledikten sonra, vefât ettiği yere kabr-i şerîfi kazılıp, lahd şekline getirildi ve Resûlullah efendimizi, kabr-i şerîfine koydular.

Hz. Ömer, fetihlerden elde edilen ganîmetlerden, Hz. Abbâs’a hisse ayırırdı. Hz. Ömer, Mescid-i Nebevînin genişletilmesini istedi. Mescidin hemen yanında Hz. Abbâs’ın evi vardı. Halîfe bu evi satın almak istedi. Hz Abbâs ise evini hediye olarak verdi.

Ayağa kalkarlardı

Hz. Ömer, Medîne’de kuraklık olunca, Hz. Abbâs’ın duâ etmesini istedi. Hz. Abbâs duâ edip, duâsı bereketiyle yağmur yağdı ve toprak yeşerdi. Bundan sonra Hz. Ömer buyurdu ki:

- Abbâs, Allahü teâlâ ile bizim aramızda vesîledir.

Hz. Abbâs, Peygamber efendimize yakınlığı ve fazîletlerinin çokluğundan dolayı herkes tarafından sevilir, sayılır, hürmet edilir bir zât idi. Herkes kendisine imrenirdi. Dört büyük halîfe gibi büyük zâtlar, o gelince, hürmetlerinden ve tevâzularından ayağa kalkarlardı.

Çok zengin idi. Medîne’ye yerleştikten sonra yapılan bütün muhârebelerde ve özellikle, Bizans’a karşı gerçekleştirilen seferde, İslâm ordusunun techîzi için çok yardım etti.

Ziyâdesiyle cömert olup, ikrâm ve ihsânları çok idi. Köleleri satın alıp azâd eder ve böyle yapmayı çok severdi. Yetmiş köle azâd ettiği meşhûrdur. Yakın akrabâyı ziyâret etmeye, onların haklarını yerine getirmeye çok dikkat eder, muhtaç olanlara yardım ederdi.

Hz. Abbâs bin Abdülmuttalib, ömrünün sonunda göremez oldu. Hz. Osman’ın şehîd edilmesinden iki sene evvel, 652 senesinde 88 yaşında Medîne-i münevverede vefât etti. Cenâze namazını Hz. Osman kıldırdı. Bakî’ kabristanına defnedildi.

Kızlarından başka on erkek evlâdı vardı. Bunların içinde, Abdullah bin Abbâs hazretleri ilimde çok yüksekti. Kızları içinde Ümmü Gülsüm ba’zı hadîs-i şerîfler rivâyet etti.

Hz. Âişe şöyle anlatır:

“Resûlullah efendimiz Eshâb-ı kirâmı ile oturuyordu. Yanında Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer vardı. O esnâda Hz. Abbâs içeri girdi. Hz. Ebû Bekir ona yer verdi. Hz. Abbâs, Resûlullahla Ebû Bekir arasına oturdu. Resûl aleyhisselâm bu hareketinden dolayı Hz. Ebû Bekir’e buyurdu ki:

- Büyüklerin kıymetini büyükler bilir.”

Ben Abbâs'danım

Peygamber efendimiz Hz. Abbâs hakkında yine buyurdular ki:

(Bu Abdülmuttalib oğlu Abbâs’dır. Kureyşte en cömert ve akrabâlık bağlarına en saygılı olandır.)

(Abbâs, bendendir. Ben Abbâs’danım.)

(Abbâs, amcamdır. Beni korumuştur. Ona ezâ eden, bana ezâ etmiş olur.)

(Abbâsoğullarından melikler olacak, ümmetimin başına geçecekler. Allahü teâlâ dîni onlarla azîz ve hâkim kılacak.)

Hz. Abbâs bin Abdülmuttalib, ekseriyâ şöyle derdi:

- Kendisine iyilik yaptığım hiç kimsenin kötülüğünü görmedim. Kendisine kötülük yaptığım hiç kimsenin de iyiliğini görmedim. Onun için, herkese iyilik ve ihsânda bulunun! Çünkü bunlar, sizi kötülüğün zararlarından korur.

İbni Şihâb’dan bildirildiğine göre; Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in hilâfetleri sırasında, kendileri bir binek üzerinde iken Hz. Abbâs’a rastlarlarsa, bineklerinden inerler, onunla beraber gideceği yere kadar yürürler, sonra dönerlerdi.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Ensarın muhaciri diye tanınan sahabî:
ABBAS BİN UBÂDE



Abbas bin Ubâde, Peygamber efendimizin davetini duyunca, Müslüman olmak için koşarak gelen Medineli ilk 12 kişiden biridir. Birinci Akabe biatında Müslüman olan altı Medineli, ikinci sene yanlarına altı arkadaş daha alıp, oniki kişi olarak Mekkeye geldiler.
Şimdiden yapınız!

Peygamberimizle gece Akabede görüşmek üzere söz aldılar. Gece olunca buluştular ve aralarında anlaştılar. Hz. Abbas bin Ubâde, Peygamber efendimizle yapılan anlaşmayı pekiştirmek için arkadaşlarına dedi ki:

Ey Hazrecliler! Peygamber efendimizi niçin kabul ettiğinizi biliyor musunuz?

Onlarda: "Evet" cevabını verdiler. Bunun üzerine sözlerine söyle devam etti:

Siz Onu, hem sulh, hem de savaş zamanları için kabul edip, Ona tâbi oluyorsunuz. Eğer, mallarınıza bir zarar gelince, akraba ve yakınlarınız helak olunca, Peygamberimizi yalnız ve yardımsız bırakacaksanız, bunu şimdiden yapınız!

Vallahi, eğer böyle birşey yaparsanız dünyada ve ahirette helak olursunuz. Eğer davet ettiği şeyde, mallarınızın gitmesine ve yakın akrabalarınızın öldürülmesine rağmen, Peygamberimize bağlı kalacaksanız, Onu tutunuz. Vallahi bu, dünyanız ve ahiretiniz için hayırdır.

Bu sözler üzerine arkadaşları da dediler ki:

Biz Peygamberimizi, mallarımız ziyan olsa da, yakınlarımız öldürülse de yine tutarız. Ondan hiçbir zaman ayrılmayız. Ölmek var, dönmek yok.

Sonra Peygamber efendimize dönerek sual ettiler:

Ya Resulallah, biz bu ahdimizi, sözümüzü yerine getirirsek, bize ne vardır, diye sual ettiler.

Peygamberimiz ise; "Cennet" buyurdular.

Bundan sonra sıra ile Peygamberimize biat ettiler ve söz verdiler.

Peygamberimiz Medineli Müslümanlardan su hususlarda söz aldı:

Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık etmemek, zina etmemek, çocukları öldürmemek, yalan söylememek, iftira etmemek, hayırlı işlere muhalefet etmemek.

Medinelilerin Peygamber efendimize biat ettiği sırada Akabe tepesinden şöyle bir ses duyuldu:

Ey Minada konaklayanlar! Peygamber ile Müslüman olan Medineliler, sizlerle savaşmak üzere anlaştılar!

Peygamberimiz, bu ses için buyurdu ki:

- Bu Akabenin şeytanıdır.

Sonra seslenene de buyurdular ki:

Ey Allahü teâlânın düşmanı! İsimi bitirince, senin hakkından gelirim!

Bu şekilde emrolunmadık

Biat eden Medinelilere de buyurdu:

- Siz hemen konak yerlerinize dönün!

Hz. Abbas bin Ubâde dedi ki:

Ya Resulallah, yemin ederim ki, istediğin takdirde, yarın sabah, Minada bulunan kâfirlerin üzerine kılıçlarımızla eğilir, onların hepsini kılıçtan geçiririz.

Peygamber efendimiz memnun oldular, fakat, "Bize, henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı. Şimdilik siz yerlerinize dönünüz" buyurdu.

Hz. Abbas bin Ubade, Akabe'de biat ettikten sonra, Peygamberimizden ayrılmamış, Mekke'de kalmıştır. Peygamberimize hicret izni gelince, o da Medine'ye hicret etmiştir. Bu sebeple kendisine, “Ensarın muhaciri” denilmiştir.

Bize buyurun!

Peygamber efendimiz, Mekke'den Medine'ye hicret ettiğinde, herkes Resulullahı misafir etmek istiyordu. Medine halkı, Peygamberimize, görülmemiş bir tezahüratta bulunuyor, herkes, "Bize buyurun ya Resulallah” diyerek evlerine davet ediyorlardı.

Resulullahın Kusva adındaki develeri, sağa sola baka baka ilerlerken, Abbas bin Ubade hazretleri ve Salim bin Avf oğulları, Kusva'nın önüne gerilerek dediler ki:

Ya Resulallah! Bizim yanımızda kal! Sayıca çokluk, mal ve silah bakımından, düşmanlarına karşı seni koruyup savunacak kuvvet ve kudret bizde var.

Peygamberimiz, gülümseyerek onlara buyurdular ki:

Allahü teâlâ, onlari size hayırlı ve mübarek kılsın! Devenin yolunu açınız! Nereye çökeceği ona bildirilmiştir.

Peygamber efendimiz, Mekke'den gelen muhacirlerle, Medineli Müslümanları birbirlerine kardeş yaptılar. Hz. Abbas bin Ubade'yi de Hz. Osman bin Maz'un ile din kardeşi yaptılar.

Abbas bin Ubade hazretleri, Uhud gazasında, bir ara eshab-ı kiramın dağılmakta olduğunu görünce, dağılan eshab-ı kirama şöyle seslendi:

Ey kardeşlerim! Bu uğradığımız musibet, Peygamberimize karşı isyanımızın neticesidir. O, sabır ve sebat ederseniz, yardıma kavuşacağınızı size vaad etmişti. Dağılmayınız! Peygamberimizin etrafına geliniz! Eğer bizler, koruyucuların yanında yer almaz da, Resulullaha bir zarar gelmesıne sebep olursak, artık Rabbimizin katında bizim için ileri sürülecek bir mazeret bulunmaz!

Şahitlik edeceğim

Bu sözleri söyledikten sonra, iki arkadaşıyla ileri atıldılar. Büyük bir gayretle "Allah Allah" nidalarıyla, önlerine gelenle dövüşmeye başladılar. Peygamber efendimizin uğrunda, Onu korumak için sehit oluncaya kadar kahramanca çarpıştılar. Müşriklerden Süfyan bin Ümeyye, Hz. Abbas'i iki yerinden yaraladı. Akşam üzeri Hz. Abbas'ı, kanlar içinde eli, yüzü kesilmiş bir hâlde şehit olmuş buldular.

Peygamberimiz Uhud'da şehit olan eshab-ı kiram için buyurdular ki:

Vallahi, eshabımla birlikte ben de şehit olup, Uhud dağının bağrında gecelemeyi ne kadar isterdim. Ben, bunların, Allahü teâlânın yolunda hakiki şehit olduklarına kıyamet gününde şahitlik edeceğim.

Hz. Abbas bin Ubade, Medineli Hazrec kabilesine mensuptu. Babası; Ubade bin Nadle'dir. Doğum tarihi bilinmemektedir.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Tefsîr âlimlerinin şâhı:
ABDULLAH BİN ABBÂS






Resûlullah efendimiz Mekkede iken, Abdullah ibni Abbâs’ın annesine buyurmuştu ki:

- Senin bir oğlun olacak. Doğduğu zaman bana getir!

Çocuğu getirdiklerinde, kulağına ezân ve ikâmet okuyup, ismini Abdullah koydular. Allahım! Onu dinde fakîh kıl ve kitabını ona öğret diyerek duâ ettiler. Sonra annesinin kucağına verip buyurdular ki:

- Halîfelerin babasını al, götür!

Abbâs bunu işitip, bu durumu Peygamber efendimize gelip sorunca, Evet, böyle söyledim. Bu çocuk halîfelerin babasıdır buyurdu.

Hepsi onun soyundan oldu

Abbâsî devletinin başına çok halîfeler geldi. Bunların hepsi, Abdullah bin Abbâsın soyundan oldu.

Abdullah bin Abbâs, Resûlullahın duâsı bereketiyle, ilimde çok yüksek derecelere ulaştı. Daha küçük yaşta iken, Resûli ekrem efendimizin yanına giderdi. Teyzesi Meymûne binti Hâris Resûlullahın zevcesi idi. Bu sebeple pek çok defa Peygamberimizin evine gidip gelmiş, ba’zı geceler orada kalmıştır.

Abdullah bin Abbâs, Resûlullahın abdest suyunu hazırlar, birlikte namaz kılarlardı. Abdest almayı, namaz kılmayı, Resûlullahtan görerek öğrendi. Devamlı hizmeti sebebiyle, Resûlullahın çok duâ ve iltifâtına kavuştu.

Bir defasında Peygamber efendimiz, mübârek elini Abdullah bin Abbâsın başına koyarak şöyle duâ etti:

- Yâ Rabbî! Bütün ilim ve hikmeti, bu başa ver! Onları te’vîl ve tefsîr edebilsin.

Bir başka gün de mübârek elini göğsü üzerine koyup:

- Allahım! İnsanoğluna ihsân ettiğin her ilim ve hikmet, bu güzel göğüste toplansın, buyurmuştur.

Peygamberimiz, Medîneye hicret ettikten sonra, Abdullah bin Abbâs, âilesi ile birlikte hicretin sekizinci senesine kadar Mekkede kaldı. Mekke’nin fethinden önce Medîneye hicret etti. Bu sıralarda henüz 11-12 yaşlarında bulunuyordu. Aklı, zekâsı, çabuk kavrayışı ile dikkati çekiyor ve seviliyordu.

En derin âlim

Peygamberimiz vefât ettiği sırada, İbni Abbâs onüç veya ondört yaşında bulunuyordu. Eshâbı kirâmın büyüklerinin meclisinde bulundu. Hz. Ömer’in sohbetlerine ve ilim meclisine devam edip, onun, Peygamberimizden aldığı ilme, feyze ve marifetlere kavuştu.

Abdullah bin Abbâs, dört halîfe devrinde fetvâlar verdi. Hz. Osman devrinde yapılan Kuzey Afrika seferine katıldı. Bu seferde, İslâm ordusu adına kendisine elçilik vazîfesi verildi. Burada hükümdârlık eden Cercis ile görüştü. Cercis ve adamları onun aklını, zekâsını, fikrî kuvvetini ve ilmini görerek şaşırmışlardı. Hattâ onların, Bu, Arabların en derin âlimidir dedikleri bildirilmiştir.Dönüşlerinde Hz. Osmanın emriyle, onun yerine hac emirliği yaptı. Bu vazîfeden döndüğü zaman, Hz. Osman şehîd edilmişti. Hz. Alinin halîfeliği sırasında, Basra vâliliğinde bulundu.

Abdullah bin Abbâs, Eshâb-ı kirâm arasında, ilminin üstünlüğü ile tanınmıştır. Übey bin Kab onun hakkında buyurdu ki:

O, bu ümmetin âlimidir. Ona akıl ve anlayış verilmiştir. Resûlullah efendimiz, onun dinde fakîh olması için duâ etmiştir.

Bahr-ül ilim

Abdullah bin Abbâs hazretleri, Muhâcir ve Ensâr-ı kirâmdan birçoklarıyla görüşür, onlara Resûlullahın gazâları ve inzâl olan sûreler hakkında suâller sorardı. İlminin çokluğu sebebiyle kendisine lakab olarak Bahr-ül ilim, yanî ilim deryâsı denildi.

Çalışmaları, son derece muntazam ve belli bir plân dâhilinde idi. Hangi gün ne iş yapacağını önceden tesbit eder ve onlara aynen riâyet ederdi.

Dört büyük halîfe ve diğer Eshâb-ı kirâmdan çok iltifât gördü. Bu iltifâtlar karşısında aslâ hâlini değiştirmedi. Tevâzudan hiç ayrılmadı. Çok methedildiği zaman Bana bu nimeti ihsân eden Allahü teâlâdır. Çünkü, Resûlullah efendimiz benim için duâ etti derdi.

Abdullah bin Abbâs hazretleri, bilhassa Kurân-ı kerîmin tefsîri ve âyet-i kerîmelerin îzâhında yüksek bir ilme sahipti. Bu vasfından dolayı Tercümân-ül Kurân denilmiştir. Hz. Ömer, onu, ilim meclisinde bulundurur ve dâimâ ilme teşvîk ederdi. Yaşının küçüklüğüne rağmen İbni Abbâs’a hürmet eder, onunla istişârede bulunur, ilim ve irfânını takdîr ve tebrik ederdi.

Abdullah bin Abbâs hazretleri, Hz. Ömer’in kendisini üstün tutup, meclisinde bulundurması hakkında şöyle demektedir:

Hz. Ömer, beni, Eshâb-ı Bedirin meclisinde bulundururdu. Onlardan bazıları Hz. Ömere, Niçin bu genci yanında bulunduruyorsun diye suâl ettiklerinde buyururdu ki:

Bu, sizin bildiklerinizden değil.

Âlimler meclisine gelirdi

Talebesi Atâ bin Ebî Rebâh der ki:

İbni Abbâsın ilim meclisinden daha üstün ve daha faydalı bir meclis görmedim. Âlimler, sâlihler, şâirler onun meclisine devam ederler, her biri ilme doymuş olarak huzûrundan ayrılırlardı.

Abdullah bin Amr bin Âs da, İbni Abbâs’ı methederek der ki:

Sünneti ve Kur’ân-ı kerîmdeki âyet-i kerîmelerin ihtivâ ettiği hükümlerin inceliklerini, en iyi bilenlerimizdendir.

Abdullah bin Abbâs hazretleri, devrinin ilim, irfân ve fazîlet bakımından önde gelenlerindendi.

İlimde canlı bir kütüphâne olup, bütün ilimleri kendisinde toplamış; tefsîr, hadîs, fıkıh, edebiyât ve sahâbenin ihtilâf ettiği konularda ve diğer ilim dallarında mütehassıs olmuştu.

Kurân-ı kerîmle ilgili ilmini, isteyen ve soranlara öğretirdi. Kurân-ı kerîm âyetlerinin toplanmasında ve neşrinde büyük hizmeti olmuştur.

Meşhûr velîlerden Şakîk, bir hac mevsiminde İbni Abbâsın bir hutbesini dinlemişti. İbni Abbâs, Nûr sûresinin tefsîrini yapmıştı. Şakîk buna hayrân olup dedi ki:

Bu tefsîrin kadri, kıymeti yüksektir. Eğer Mecûsîler, Rumlar bunu duysalardı, hepsi Müslüman olurdu.

Tefsîr yazmadı

Abdullah bin Abbâs hazretlerinin, müstakil bir tefsîr kitabı yoktur. Fakat tefsîre dâir muhtelif rivâyetleri vardır. İslâm âlimleri, tefsîr kitaplarını onun rivâyetleriyle süslediler.

Abdullah bin Abbâs hazretlerinin nakledilegelen rivâyetlerinden bir kısmını, Fîrûzâbâdî, Tenvîr-ül-Mikbâs min Tefsîr-i İbni Abbâs adlı bir kitapta toplamıştır. Onun tefsîre dâir rivâyetleri çeşitli yollarla nakledilmiştir.

İbni Abbâs hazretlerinin verdiği fetvâlar, fıkıh ilminin en kuvvetli temellerindendir. Halîfe Memûn zamanında toplatılan fetvâları, yirmi cildi bulmakta idi. Kendisine havâle edilen mes’elelere gâyet açık ve isâbetli cevaplar vermesiyle meşhûr oldu. Bu sebeple müşkillerini sormak üzere kendisine çok sayıda gelen oluyordu. Suâl sormak için gelenlerin çok kalabalık olması sebebiyle, gelenleri ellişer kişilik gruplar hâlinde yanına alıp, suâllerine cevap verirdi.

Talebelerinden Ebû Sâlih anlatır:

İnsanlar meselelerini sormak için Abdullah bin Abbâs’ın evi önünde toplanmışlardı. Yol, insanla dolup taşmıştı. Kimsenin gelip geçmesi mümkün değildi. Huzûruna girip, kapı önündeki durumu haber verdim. Bana, su getirmemi söyledi. Getirdiğim su ile, abdest aldı ve buyurdu ki:

Şimdi çık ve dışardakilere söyle! Onlardan, Kurânı kerîm ve kırâat ilmine dâir soru sormak isteyenler gelsinler!

Dışarı çıkıp söyledim. O husûsta mes’elesi olanlar içeri girdiler. Ev doldu. Müşkillerini sordular ve cevaplarını fazlasıyla alıp dışarı çıktılar. Sonra tekrar buyurdu ki:

Şimdi Kurân-ı kerîmin tefsîr ve te’vîli husûsunda bilgi edinmek isteyenler gelsin!

Söyledim. İçeri girdiler. Onlar da evin odalarını doldurdular. Onların da suâllerini cevaplandırdı. Doymuş olarak çıktılar. Arkasından tekrar buyurdu:

Harâm, helâl ve fıkıhtan mes’elesi olanlar gelsinler!

Cevaplarını aldılar

Haber verdim, onlar da içeri girdiler. Evde yine boş yer kalmadı.

Gelenler de harâm, helâl ve fıkhî mevzûlarda çeşitli suâller sordular. Onlara da çok güzel cevaplar verdi.

Gelenler dışarı çıktılar. Sonra tekrar buyurdu ki:

Ferâiz yanî mîrâs mes’elesine dâir suâlleri olanlar girsinler!

Onlar gelip evi doldurdular. Cevaplarını alıp çıktılar.

Onlar çıktıktan sonra yine buyurdu:

Lügat ilminden ve edebiyattan sormak isteyenler girsinler.

Onlar da gelip suâllerini sorup cevaplarını aldılar. Böylece, suâli olanların hepsi, cevaplarını teferruatlı bir şekilde aldılar.

Bu duruma yakînen şâhit olduktan sonra anladım ki, Kureyş, Abdullah bin Abbâs hazretleri ile ne kadar iftihâr etse azdır. Hayatımda, kapısında böyle kalabalık insanların toplandığı bir başka kimse görmedim.

İbni Abbâs hazretleri, hadîs ilminde bir deryâ idi. 2660 civârında hadîs-i şerîf rivâyet etti. Hadîs-i şerîfleri tedkîk ve araştırma ile öğrenirdi. Rivâyetleri Kütübi sitte denilen meşhûr altı hadîs kitabında yer almaktadır.

Abdullah bin Abbâs hazretleri, ömrünün son günlerinde 7-8 gün hasta yattıktan sonra, 687 senesinde Tâif’te vefât etti. Cenâze namazını, Hz. Alinin oğlu Muhammed bin el-Hanefiyye kıldırdı ve buyurdu ki:

Bugün, bu ümmetin en âlimi vefât etti. Onun vefâtı Müslümanları çok üzdü.

Gözleri görmez olmuştu

Abdullah bin Abbâs hazretleri, uzun boylu, güzel beyaz yüzlü, iri vücutlu bir zât idi. Sakalını kına ile boyardı. Çok ağlaması sebebiyle, yanaklarında, gözyaşlarının bıraktığı izler görünürdü. Ömrünün sonuna doğru gözleri görmez olmuştu. Bunun için şu beyti söylemişti:

Allah, gözlerimden görme nûrunu aldıysa, Dilimde ve kalbimde o nûr devam ediyor.

Abdullah bin Abbâs hazretleri buyurdu ki:

Dağlar dahî birbirine karşı azsa, azgın cezâsını bulacaktır.

içinde harâm olanın, ya’nî harâm yiyenin, namazını Allahü teâlâ kabûl etmez.

Benim için gecenin az bir vaktini ilme ayırmak, bütün geceyi ibâdetle geçirmekten daha sevimlidir.

İnsanlara hayrı öğretenler için, denizdeki balıklara varıncaya kadar her şey, Allahü teâlâdan magfiret diler.

Resûlullah efendimiz misvâk kullanmak husûsunda bize öyle emirler verirdi ki, bu husûsta bir âyet geleceğini zannederdik.

Her binânın bir temeli vardır. İslâm binâsının temeli de güzel ahlâktır.

Zengine ikrâm edip, fakîre ihânet eden melûndur.

Kıyâmet günü Cennete ilk davet edilecek olanlar, her durumda Allahü teâlâya hamd edenlerdir.

Ey çok günâh işleyen! Yaptığın işin şerli sonucu seni bekliyor, onun için kendinden emîn olma! Gülmektesin, ama başına neler geleceğini anlamıyorsun. Bu hâlin, günâhların en büyüğüdür. Bir hatâlı işte başarı kazanır, sevinirsin. Bu sevinmen, yaptığın hatâdan daha büyüktür.

Sabır üç çeşittir

İşleyeceğin yanlış bir işin fırsatını kaçırınca, üzülürsün. Hâlbuki bu, o hatâdan daha tehlikelidir. Sen hatâdasın. Allahü teâlâ, seni dâimâ görmektedir. Bu görüş, kalbini titretmez. Bu hâlin, yaptığın hatâdan daha fenâdır.

Sabır üç çeşittir. Birincisi, farzların yapılmasında güçlüklere sabretmek. Bunun sevâbı üçyüz derecedir. İkincisi harâmlardan ve yasak edilen şeylerden sakınma husûsunda sabır. Bunun altıyüz derece sevâbı vardır. Üçüncüsü, musîbetin ilk geldiği anda gösterilen sabırdır. Bunun da fazîleti dokuzyüz derecedir.

Talebesi Mücâhid bin Cebr, Abdullah bin Abbâsın şöyle buyurduğunu nakleder:

Üzerine gerekmeyen ve sana faydası dokunmayan şeyler hakkında konuşma! Çünkü bu fuzûlî bir iştir, zararından da emîn değilsin.

Yerini bulmadıkça lüzûmlu olan sözü de konuşma! Çok kere faydalı söz yerini bulmaz da kaybolur gider.

Sen de öyle yap!

Sefîh ve ahmak kimselerle mücâdele etme! Çünkü sefîh, kalbinden sana buğzeder. Ahmak, âdî kimseler, dili ile sana eziyet ederler.

Tanıdığın kimse yanından ayrıldığı zaman, onun ayrı bir yerde seni nasıl anmasını istersen, sen de onu öyle an!

Sen, affedilmeni istediğin husûslarda, onu da affet! Kardeşinin sana ne şekilde muâmele yapmasını istersen, sen de ona o şekilde muâmele et!

Suçlu olarak yakalanıp da, ihsân ile mükâfât görenin ameli gibi amel et!

Abdullah bin Abbâs bir dersinde şöyle buyurdu:

Besmeleyi okuyan, Allahü teâlâyı zikretmiş olur. Elhamdülillah diyen, şükretmiş olur. Allahü ekber diyen, Allahü teâlâyı ta’zîm etmiş, büyük bilmiş olur. Lâ ilâhe illallah diyen, Allahü teâlâyı tevhîd etmiş olur. Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh diyen, Allahü teâlâya teslîm olmuş olur. Onun için Cennette yüksek bir derece ve hazîneler vardır.

Abdullah bin Abbâs hazretleri, farzlara çok önem verirdi. Nasîhat istiyenlere buyururdu ki:

İlk önce farzları yapmalıdır. Allahü teâlânın emirlerini yerine getir ve Ondan yardım iste! Allahü teâlâ bir kulunda, düzgün niyet ve katındaki sevâba kavuşma arzûsu görünce, onun istemediği şeyleri ondan men eder.

Allahü teâlâ, mümin, fâcir, günâhkâr herkesin rızkını helâlden takdîr etmiştir. Helâl rızkı için sabrederse, Allahü teâlâ onu mutlaka gönderir. Sabırsızlık gösterip harâmdan bir şey yerse, helâl rızkından eksiltir.

O da seni gözetir

Abdullah bin Abbâs anlatır:

Resûlullah efendimiz bana şöyle buyurdu:

Ey oğlum! Sana faydalı olacak ve Allahü teâlânın râzı olduğu birkaç şey öğreteyim mi?

Sen Allahü teâlânın hakkını gözetirsen, O da seni gözetir. Genişlik vaktinde Onu unutmazsan, sıkıntılı zamanında imdâdına yetişir.

İnsanlar sana bir şey vermek için bir araya gelseler, o şeyi Allahü teâlâ takdîr etmedi ise vermeye güçleri yetmez. Bir şeyden seni men ettiklerinde, eğer Allahü teâlâ o şeyi takdîr etti ise, mâni olamazlar.

Yaptığını Allah için yap! Nefsinin hoşuna gitmeyen şeylere sabretmekte, senin için çok hayır ve iyilikler vardır. Allahü teâlânın yardımı, sabırla birlikte gelir. Sıkıntıdan sonra rahatlık vardır.

Abdullah bin Abbâs, kâinâtın yaratılışıyla ilgili olarak bir dersinde buyurdu ki:

Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

İblîs, Âdem aleyhisselâm yeryüzüne indirilince, Allahü teâlâya sordu:

Kullarına saâdet yolunu göstermek için, birçok kitap ve Peygamberler verdin. Kullarını azdırmak için, bana ne vereceksin?

Senin kitâbın, nefsi azdıran şiirler ve mûsikîdir. Peygamberlerin, kâhinler, falcılar, büyücülerdir. Aklı gideren, kalbleri karartan gıdaların da, Besmelesiz yenilen, içilen şeyler ve sarhoş eden içkilerdir. Nasîhatların, yalan; evin, oyun sahaları ve hamamlar; tuzakların, çıplak gezen kızlar; mescidlerin, fısk meclisleridir.

Ümmetine emret!

Abdullah bin Abbâs buyurdu ki:

Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma buyurdu:

Yâ Îsâ! Muhammed aleyhisselâma îmân et! Senin ümmetinden, Onun zamanına yetişecek olanların, Ona îmân etmeleri için de ümmetine emret! Muhammed aleyhisselâm olmasaydı, Âdem Peygamberi yaratmazdım.

Muhammed aleyhisselâm olmasaydı, Cenneti, Cehennemi yaratmazdım. Arşı su üzerinde yarattım. Hareket etti. Üzerine, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah yazınca durdu.

Bir gün Abdullah bin Abbâs hazretlerine sordular:
Beş vakit namazı emreden âyet-i kerîme, Kurânı kerîmin neresindedir?

Cevâbında buyurdu ki:

Rûm sûresinin onyedinci ve onsekizinci âyetlerini oku! Bu iki âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki:

Akşam ve sabah vakitlerinde, Allahı tesbîh edin! Göklerde ve yeryüzünde olanların yaptıkları ve ikindi ve öğle vakitlerinde yapılan hamdler, Allahü teâlâ içindir.

Akşam yapılan tesbîh, akşam ve yatsı namazlarıdır. Sabah yapılan tesbîh, sabah namazıdır. İkindi ve öğle vakitlerinde yapılan hamdler, ikindi ve öğle namazlarıdır.

Bu âyet-i kerîmeler, beş vakit namazı emretmektedir.

Kabir azâbından kurtarır

Abdullah bin Abbâs anlatır:

Birkaç Sahâbî yolculukta bir çadır kurduk. Burada kabir olduğunu bilmiyorduk. Birisinin Mülk sûresini başından sonuna kadar okuduğunu işittik. Medîneye gelince, bunu Resûlullaha arz ettik. Buyurdular ki:

Bu sûre, ölüyü kabirdeki azâbdan kurtarır.

Abdullah bin Abbâs buyurdu ki:

Allahü teâlâ bütün emirleri için bir sınır koymuş, bu sınırı aşınca, özür saymıştır. Özür olanı affetmiştir. Yalnız, zikrediniz emri, böyle değildir.

Bunun için bir sınır ve özür tanımamıştır. Hiçbir özür ile zikir terkedilmez. Çünkü O, Dururken, otururken ve yatarken de zikrediniz! Her yerde, her hâlde, dil ile ve kalb ile zikredin! Beni hiç unutmayın buyurdu.

Bakara sûresinin yüzelliikinci âyetinde meâlen, Beni zikredin! Ben de sizi zikrederim! buyuruldu.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Hadîs-i şerîf yazması ile meşhûr sahâbî:
ABDULLAH BİN AMR BİN ÂS

Abdullah bin Amr, Bedir ve Uhud harbinden başka bütün harplere katılıp, Peygamber efendimizin yanında bulundu. İlk iki harbe yaşı küçük olduğu için katılamamıştır. Katıldığı savaşlara süvâri olarak katıldı. Ayrıca harbe gidecek askerleri tâlim ile, onları savaşa hazırlamak gibi mühim vazîfelerde bulundu. Birçok harbe kumandan olarak katıldı.

Askerlere binek temin et!

Abdullah bin Amr hazretleri, kumandanlığı ile ilgili bir husûsu, kendisi şöyle anlatır:

Resûli ekrem efendimiz, yanımda bulunan develere askerleri bindirerek, bir tarafa göndermemi emir buyurunca, develerin askerlere kâfi gelmeyeceğini gördüm. Peygamberimize mürâcaat ederek, bazı askerlerin yaya kaldıklarını söyledim. Peygamberimiz bana şöyle buyurdu:

Zekât olarak gelen erkek develer karşılığında, dişi develer satın alarak askerlere binek temin et!

Ben de, bir erkek deve karşılığında üç dişi deve alarak, askerlerin gidecekleri yere varmalarını sağladım.

Abdullah bin Amr hazretlerinin, Peygamber efendimizin vefâtından sonra katıldığı ve büyük kahramanlıklar gösterdiği savaşlardan biri Yermüktür. Şam fâtihi olan babası Amr bin Âs da bu savaşta ordu kumandanlarından idi. 240.000 kişilik Bizans ordusuna karşı, 46.000 kişilik İslâm ordusu, kısa zamanda zafer kazandı.

Hz. Abdullah bin Amr bin Âs, Peygamber efendimizin yanında bulunup, bizzat işiterek çok ilim öğrenmiştir. Peygamberimizden işittiği her şeyi yazmak için izin istemiş ve aldığı müsâade üzerine pek çok hadîsi şerîf yazmıştır.

Eshâbı kirâmdan en çok hadîs-i şerîf rivâyet eden Ebû Hüreyre, onun hakkında buyurmuştur ki:

Resûlullahın hadîs-i şerîflerini, Abdullah bin Amrdan başka benden çok ezberleyen ve rivâyet eden olmamıştır. Çünkü o, yazıyordu. Ben yazmamıştım.

Abdullah bin Amrın, Resûlullah efendimizden her işittiğini yazdığını gören Eshâbı kirâmın ileri gelenleri, ona dediler ki:

Sen, Resûlullahtan her işittiğin şeyi yazıyorsun. Hâlbuki, Resûl aleyhisselâm bazan gadab, kızgınlık, bazan da neşeli hâllerde iken söz söylemektedir.

Yazmaya devam et!

Bunun üzerine Hz. Abdullah, işittiklerini yazı ile kaydetmek husûsunda tereddütte kalmış ve mes’eleyi Resûl-i ekreme arzetmişti. Resûlullah efendimiz, onu dinledikten sonra buyurdular ki:

Yazmaya devam et! Çünkü, Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ağzımdan hak (yanî doğru, gerçek) olandan başka bir şey çıkmamıştır.

Hz. Abdullah Resûlullahtan işittiği bütün hadîsi şerîfleri, Sahîfei Sâdıka adında bir mecmûada toplamıştır. Kendisine sorulan suâllere, bizzat Resûlullahtan işiterek yazdığı bu mecmûayı çıkarıp bakar, sonra cevap verirdi.

Hadîsi şerîf râvîlerinden Ebû Kubeyl, Abdullah bin Amr ile ilgili şunu nakletmektedir:

Abdullah bin Amr bin Âs’ın yanında bulunuyorduk. Kendisine, İstanbul ve Roma şehirlerinden hangisinin daha evvel fethedileceği soruldu.

İstanbul feth olunacaktır!

Hz. Abdullah, suâli dinledikten sonra, bir sandık getirtmiş ve Sahîfei Sâdıka’sını çıkarmış ve ona bakıp şu cevâbı vermişti:

Bir gün, Resûlullahın etrafında oturmuş, hadîs-i şerîf yazıyorduk. Bir ara Resûli ekreme İstanbul ve Roma şehirlerinden hangisi daha evvel feth edilecek diye soruldu. (En önce Herakliusun şehri olan İstanbul fetholunacaktır) buyurdular.

Abdullah bin Amrın ilminden en çok istifâde eden muhitlerden biri de Basradır. Bu şehre vâli tâyin edilenler, onun derslerine koşmayı başlıca vazîfe biliyorlardı. Naklettiği ilimlerden bütün Müslümanlar faydalanmıştır.

Arapçadan başka İbrânice ve Süryânice de bilen Abdullah bin Amr hazretleri, Resûlullah efendimizin mübârek ağızlarından işiterek topladığı hadîs-i şerîf mecmûasına, son derece titizlik gösterirdi. İmâm-ı Mücâhid diyor ki:

Abdullah bin Amr’ın elinde bulunan kitaplarından hangisine bakmak istesek, mâni olmazdı. Fakat bu hadîs-i şerîf mecmûalarından birini okumak istediğimiz zaman, ona son derece îtinâ gösterir ve, Ben, bunu bizzat Resûl-i ekremin mübârek ağzından işiterek topladım. Onu, bütün dünyaya değişmem” derdi.

Yedi yüz civârında hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.

Abdullah bin Amr bin Âs hazretleri, uzun boylu, yakışıklı bir zât idi. Zühd ve takvâsı çok olup, zirâatle iştigâl eder ve geçimini bu yoldan sağlardı. Son derece cömert olup, eline geçeni dağıtır ve herkesi memnûn ederdi. 684 târihinde yetmişiki yaşlarında Şamda vefât etti.

Hayrın en iyisi

Bir gün Hz. Abdullah’a soruldu:

Şerrin en fenâsı ve hayrın en iyisi hangisidir?

Buyurdu ki:

Hayrın en iyisi; doğru söz, kötülüğü düşünmeyen kalb ve itâat eden hanımdır. Şerlerin de en fenâsı; yalan söz, fenâ kalb ve itâat etmeyen hanımdır.

Hz. Abdullah şöyle bildiriyor:

Bir gün Resûl-i ekreme, Yâ Resûlallah! Müslümanın hangisi hayırlıdır diye sorduğum zaman buyurdular ki:

Fakîrleri doyuran, tanıyıp-tanımadığı her Müslümana iltifât edendir.

Abdullah bin Amr hazretleri, ilme çok ehemmiyet verirdi. Buyururdu ki:

-Resûlullahtan işittim. Buyurdu ki:

İlmin azalması, âlimlerin azalması ile olur. Câhil din adamları, kendi görüşleri ile fetvâ vererek fitne çıkarırlar, insanları doğru yoldan saptırırlar.

Abdullah bin Amr hazretleri, gece sabaha kadar namaz kılar, gündüzleri oruç tutardı. Harâmdan son derece sakınır, hattâ mubâhların çoğunu da terkederdi. Kur’ân-ı kerîmi çok okurdu. Ba’zan gece lâmbayı söndürür, Allah korkusundan sabaha kadar ağlardı.
Çok ağlamaktan dolayı ömrünün sonuna doğru gözleri görmez olmuştu. Kendisi şöyle anlatır:

Üç gün oruç tut!

Ben, devamlı olarak, geceleri ibâdetle, gündüzleri de oruçlu olarak geçireceğimi söylemiştim. Benim bu sözlerim Resûlullah efendimize haber verilmişti. Peygamber efendimiz de bana buyurdular ki:

Böyle diyen sen misin?

Evet, öyle söylemiştim ya Resûlallah!

Bunu yapamazsın. Bunun için bazan oruç tut, bazan da tutma! Hem uyu, hem de ibâdet et ve ayda üç gün oruç tut! Çünkü üzerinde bedeninin, gözlerinin, âilenin, misâfirlerin hakkı vardır. Ve muhakkak ki, ayda üç gün oruç sana yeter. Bu, bütün sene oruç tutmak gibidir. Çünkü iyi amel, on misli ile mükâfâtlanır.

Bundan daha fazlasını yapabilirim.

Bir gün tut, iki gün boz!

Bundan daha fazlasını yapabilirim ya Resûlallah!

Bir gün tut, bir gün tutma! Bu Hz. Dâvüd’ün orucudur ve en uygun oruç budur.

- Bundan daha fazlasını yapabilirim.

Bunun fazlası yoktur.

Bundan sonra Hz. Abdullah diyor ki: Resûlullahın buyurduğu ayda üç gün orucu kabûl etmiş olsaydım, bana çoluk çocuğumdan ve bütün malımdan daha sevgili olacaktı.

Hz. Abdullah, misâfire ikrâmı çok severdi. Bununla ilgili Resûlullahtan işittiği şu hadîsi söylerdi: Allaha ve âhıret gününe îmân eden, misâfirine ikrâm etsin! Allaha ve âhıret gününe inanan, komşusuna hürmet etsin! Allaha ve âhıret gününe îmân eden, ya hayır söylesin, yâhut sussun.

Abdullah bin Amr hazretleri şöyle anlatır:

Birisi Resûl-i ekreme gelip cihâda gitmek için izin istedi. Resûlullah efendimiz, o kimseye buyurdu ki:

Anan baban hayatta mı?

Evet hayattalar yâ Resûlallah!

Onların yanına dön ve hizmetlerinde bulun!

Çok ağlardınız

Hz. Abdullah bin Amr bin Âsın hikmetli sözleri çoktur. Buyurdular ki:

Faydasız söz söylemeyiniz!

"Müzevvirlik, ara bozuculuk ve iki dostun arasını açmak, Allahü teâlânın gadabına sebep olur. Eğer siz benim bildiğime vâkıf olsaydınız, çok ağlardınız.”

Hz. Abdullah, meşhûr Mısır fâtihi Âmr bin Âsın oğlu olup, 616 yılında doğmuştur. Annesi, Rayta binti Münebbih’dir. Babasından önce îmân etti. Müslüman olmadan önce adı Âs idi. Peygamber efendimiz Abdullah olarak değiştirdi. Künyesi, Ebû Abdurrahmândır. Abâdiledendir
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: İZ BIRAKANLAR

Ibn Haldun (H.732 / M.808)

Dogumu ve Yetismesi:

Ismi: Abdurrahman b. Muhammed b. Ebu Bekr Muhammed b. Hasandir.

Ibn Haldun, h. 732 yilinda nesli sahabilerden Vâil b. Hacere uzanan Arap bir ailede Tunusda dogdu. Asli Yemen kabilelerinden Hadramuta kadar uzanir. Dedelerinden ilk olarak Halid b. Osman Endülüsteki Karmunaya hicret etti. Endülüs halkinin âdeti olarak Halid olan ismine u ve n harfleri eklenerek ismi Halduna dönüstü.

Babasi fakih idi ve kendini fikih ile edebiyata adamisti.

Ibn Haldun, Tunusta Kuran-i Kerim ezberleyerek ve tecvit ögrenerek yetisti. Ayni zamanda babasindan Arapça ilimleri, Islam hukuku ve Arapça dersleri aldi. Babasi, Ibn Haldunun dönemindeki en iyi âlimlerden ders almasina özen gösterdi.

Ibn Haldun hayatinin ilk dönemlerinde uzun bir süre hükümette memur olarak çalisti.

Seyahatleri:

Ibn Haldun Tunusu birakip Cezayirdeki Biskraya giderek yerlesti. Biskradan da yine Cezayirdeki Konstantine geçti. Daha sonra ailesini Konstantinde birakarak Fasa geçti.

Ibn Haldun, o dönemde bati Islam dünyasinin baskenti olan Fasa yerlesip orada kaldi.

Ibn Haldun, Fasta kaldigi müddetçe kendini tefkir ve kiraate vererek Magrib ve Endülüs halkindan ilim adamlari ile karsilasti. Okuma alanini ve ilmi isteklerini gerçeklestirmek için Fas’taki kütüphanelere gidiyordu. Bu dönemde el-Ibar isimli kitabinin giris bölümünü yazdi.

Ibn Haldun, Endülüse gitti ve daha sonra Cezayire döndü. Kasabe camiinde hatip oldugu bir dönemde saray nazirligi görevine getirildi. Siyasi görevinin yani sira camii de ders vermeye devam etti.

Yedi yil sonra ailesi ile birlikte Tilmisana sonra da Fasa gitti. Fasta ilim ögrenmeye ve ögretmeye devam etti. Sonra ailesini Fas’ta birakip tekrar Endülüs’e döndü. Granada’da bir müddet kaldiktan sonra Magribe geldi.

Ibn Haldun, Tilimsanda bir kez daha ailesi ile bir araya geldi. Bir müddet kitap telifi ve okumak için burada kaldiktan sonra Cezayirdeki Seleme Ogullari kalesine gitti ve burada dört yil kaldi. Bu dönemde el-Ibar isimli kitabini düzenledi ve daha sonra kontrolden geçirip milletler tarihini ilave etti. Sonra tekrar Tunusa döndü.

Kahireye Yerlesmesi:

Ibn Haldun, h.784 yilinda hac ibadetini yerine getirmek istedi ve kirk gün deniz yolculugu yaptiktan sonra Iskenderiyeye ulasti. Bu dönemde Sultan Berkuk yönetimi üstleneli henüz on gün olmustu. Bu sene hacca gitme imkani olmadi ve Kahireye geldi.

Kahirede, ilim talebeleri kendisinden ders almak istediler ve Ezher Camiinde ders vermeye baslayan Ibn Haldunun mertebesi yükseldi ve Sultan Berkuk tarafindan ödüllendirildi. Kahire’de kalmaya karar verdikten sonra ailesini de getirmek istedi. Fakat geri dönmesini saglamak için Tunus Sultani bunu kabul etmedi. Sultan Berkuk devreye girerek Tunus Sultanina mektup yazdi.

Ibn Haldun, Amr b. As Camii yakinindaki Kamhiye medresesinde ögretmenlik sonra da Misir Kraliyet kadiligi görevine getirildi. Bu dönemde ailesi Tunus’tan gemi ile Kahire’ye gelirken gemi kasirgaya tutulup batti ve ailesinin hepsi bogularak öldü. Büyük bir üzüntüye ugrayan Ibn Haldun’un gittikçe üzüntüsü artti ve görevden ayrilmaya karar verdi. Ilim, ders verme, okuma ve kitap telif etmeden baska kendini teselli edecek bir sey bulamadi.

Ibn Haldun, Misir’da 24 sene kaldi. Bu dönemde hac, Beyt-i Makdis’i ziyaret ve Timurlenk ile görüsmek için Sam’a gitmesinden baska Misir’dan hiç ayrilmadi.

Basarilari:

Ibn Haldun, az sayida eser birakmistir. el-Ibar, Divan-i Mübteda, el-Haber fi Eyyamu’l-Arab, el-Acem ve el-Berber eserlerinin en meshurlaridir.

Sosyoloji, mimari ve tarih ilimlerinin gerçek kurucusu olmasi en büyük basarilarindandir.

Vefati:

Hicri 808 yilinin ramazan ayinda Misir’da vefat etti ve burada defnedildi.

Kaynak: quran.al-islam.com/trk
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt