Sevgili zamane..
Sevgili zamane..
Sevgili zamane,
Belki hiç hatırlatan olmadı sana, belki bilgisayar oyunlarının karmaşık menülerinde yer almadığı için hiç duymadın. Aç gözünü hele, sana “sıla-yı rahîm”i anlatmaya geldim. Merak etme, zamanını almayacak bu sözcük. Seni öyle sözel sayısal telaşlara da koşturmayacak. Sözlüde yahut yazılıda sorulmayacak. Hayatını çoktan seçmeli tercihlerin kıvrımınlarına sıkıştıranların da unuttu(rdu)ğu “sıla-yı rahîm”, sana aradığın mutluluğu bulduracak. More…Üstelik öykü de anlatıyorum, bak: İki saka, yani sucu, yolda karşılaşırlar. Biri diğerine,“Kardeş, bana kırbandan bir tas su verir misin? Çok susadım” der. Öteki şaşırır; “Be şaşkın. Bende kırba varsa sende de kırba var. Neden kendi kırbandan doldurup kendi suyunu içmiyorsun?” Cevap dikkat çekicidir; “Haklısın kardeş, bende de su var sendeki gibi ama ben kendi suyumu içmekten bıktım.” Hangi kalp su billûrluğunu bile pusta bırakan bu serin çağrıya duyarsız kalabilir ki? Hangi vicdan, içinde biriktirdiği hasret pınarını dudağından dupduru döküveren bu dostu karşılıksız bırakır ki? Sorun su içmek değil; birinin elinden su içmektir aslında. Birinin elinden su içerken, dudağına sudan fazlası dokunur. Sevdiğinin elinde terleyen kadehi dudağına götürürken, damağına su yerine aşk dökülür; boğazında sevdanın en tatlısı düğümlenir, içine muhabbetin denizi taşar. Öyle değil mi? Rahmetle vuslat kurmak, merhamete dokunmak demek “sıla-yı rahîm”. Merhamete dokunmanın yolu anababayı, akrabayı, yetimi öksüzü, yolda kalmışı, fakir fukarayı gözetmekten geçer. Çünkü, onları düşünür düşünmez, içinden bir parça kopar, benliğinden bir tuğla düşer, bencilliğinin kabuğu çatlar, kendinden bir şey eksilir gibi olur. Öyle vurdumduymaz, öyle sıcak ve yumuşacık akıp gitmez hayatın. Onları dert edinmeyerek, kendinden uzakta tuttuğun şey her ne ise, seni içindeki merhametten de uzak tutuyor olmalı… Yanına usulca sokulan bir dilenci, seni niye rahatsız eder ki? Sende olup senin de uyutup unuttuğun merhameti hatırlatır sana. Seni sana çağırır dilenci. Kendi içinde susturduğun merhametin sesini taşır kulaklarına.. Bir de şunu oku: İkinci Dünya Savaşı sırasında, Ruslar ve Almanlar Stalingrad’da çarpışmaktadır. Mikhail Goldstein yılbaşı gecesi moral olsun diye Rus askerlerine tek kişilik bir keman konseri verir. Melodiler hopörler yoluyla Alman askerlerinin siperlerine kadar ulaşır, ateş birden kesilir. O acayip sessizliğe, Goldstein’ın yayından akan müzik hükmeder. Bitirdiğinde, Rus askerleri üzerine derin bir sessizlik çöker. Büyüyü, Alman bölgesindeki höparlörden gelen bir ses bozar. Kırık dökük bir Rusçayla şunu rica eder Alman subayı: “Biraz daha Bach çalın. Ateş açmayacağız!” William Craig’in Enemy at the Gates kitabından bu anektodu alıntılayan Slavoç Žižek, böylesi haller için “kırılgan temas” tabirini kullanıyor. (Bk. Kırılgan Temas, Slavoç Žižek, Metis Yayınları) Çok hoşuma gitti bu tabir! “Hah, işte bu!” dedim… Müzikten az önce –ve ne yazık ki, müzikten hemen sonra da!-birbirlerine kurşun yağdıran askerler o anda, dışlarında olup biten savaş halini kıran bir şeyi farketmişlerdi. İçlerinde kırılgan olan şeyle temaslarını sağlayan bir deneyimdi bu. O kırılgan şey, elleri tetikteyken unuttukları merhametleri olmalarıydı. Sucunun bir başkasının elinden su içmek isterken peşine düştüğü o tatlı serinlik gibi. Aramızdaki farklılıklara, hatta düşmanlıklara rağmen, öteki ile aynı olan yanımızı arar buluruz böyle zamanlarda. Kırılgan merhametimizle temasımız başlar. İçinde kendin olmadığın, içine kalbini koyamadığın mekanlar arasında gidip gelirken, birden, ayak altında süründürdüğün, telaşla paspasın altına sakladığın o yanını, kırılgan temas noktanı farkedersin. İçinde akıp duran ama bir türlü yıkanamadığın şefkat ırmağının kıyısında bulursun kendini. Şaşırırsın! O kadar şaşırırsın ki, şaşırdığına şaşırırsın! Sanki içinde bir başkasının plağını (CD mi demeliydim?) çalıyorsun. Sana göre formatlanmamış, senin komutlarını tanımayan bir program konuluyor kalbinin hard-diskine. Sen, kazancını da, kaybını da, tuşlar üzerinden kurgulanmış yönlendirmelere düğmelemişsin. Ekranda elektronlar oynuyor aslında, ne sen gol atıyorsun, ne de adam kurtarıyor ya da öldürüyorsun. Sana öyle görünüyor sadece… Joy-stick’le sen mi oynuyorsun, yoksa joy-stick seni mi oynatıyor? Mutluluğunu kendinin dışında, kendine uzak noktalar üzerinden tanımlamanı isteyenlere söyleyeceğin bir şey olmalı sevgili zamane! Sahici olman için içindeki o kırılgan teması bulmanı umuyorum.
Mouse’unu avucuna alır gibi avuçla şimdi kalbini.. Sol tıkla!
senai demirci