KALBDENKALBE MESAJLAR(SIRA İLE GELEN GÜNLER)
KALBDENKALBE MESAJLAR(SIRA İLE GELEN GÜNLER)
Araştırmacı bir yazarımız "99 bize yaramamış" başlıklı bir yazı yazmış. Son beş asrın 99'ları üzerine bir araştırma yaparak olumsuz bir neticeye ulaşmış. Gerçi 500 yıl öncesine gidip 1499'a bakmış, Venedikliliklere karşı zaferleri görmüş. Ama 1599 yılı kargaşa ve netice alınmayacak mücadelelerle geçmiş. 1699. yıl, Napolyon savaşları ile sarsıntılı ve yenilgi yılı olmuş. 1899 yılı ise adımızın ‘hasta adama’ çıktığı, yıkılışımızın hızlandığı, dert ızdırap ve sarsıntının arttığı bir yıl olmuş.
Şimdi bu neticelere bakıp 1999 yılı hakkında bir teşe' ümde bulunamayız .Bilakis hayır umarız. Kur'an-ı Kerim de kainatta cari olan enteresan devrelere işaret etmiştir: “Eğer size (Uhud'da) bir yara dokunduysa , (Bedir’de de) o kavme öyle bir yara dokunmuştu. İşte o günleri (zafer-mağlubiyet ve sevinç-keder günleri) Biz, insanlar arasında döndürür, dolaştırırız (bazen lehlerine, bazen aleyhlerine)“ (Al-i İmran /1 40)
Bu açıdan tarihe bakarsak, dikkati çekecek şekilde muayyen müddetleri ve tarihleri düğüm noktası olarak görürüz. Mesela:
1. Cengiz İmparatorluğunun ilanı (Hicri) 599
Osmanlıların istiklali (Hicri) 699
Endülüs'ün çöküşü (Hicri) 898
(Yüz ve iki yüz sene müddetle mühim olaylar cereyan ediyor.)
2. Gazneli Mahmud'un Hindistan'ı fethi (Hicri) 400
Timur'un Hindistan'ı fethi (Hicri) 800
İngilizlerin Hindistan'ı ele geçirmesi (Hicri) 1200
(Aradan tam 400'er senelik müddetle mühim değişiklikler olmuş.)
3. Abbasi hilafetinin sonu (Hicri) 656
Doğu Roma İmparatorluğunun sonu (Hicri) 857
4. İran'dan Bağdat'ın alınması (Hicri) 1048
Azerbaycan'ın İran'a geri verilmesi (Hicri) 1148
5. Girit'in fethi (Hicri) 1080 Çeşme bozgunu (Hicri) 1180
6. Lehistan'ın vergiye bağlanması (Hicri)1087
Kırım'ın Rusya'ya bırakılması (Hicri) 1187
7. Mora isyanı (Miladi) 1821
Sakarya Muharebesi (Miladi) 1921
Görüldüğü gibi yıllar arasında enteresan münasebetler var. Bazen birilerine bayram, birilerine de matem olurken, bir müddet sonra matemler ve bayramlar yer değiştiriyor. Bu bakımdan bazılarının zannettiği gibi zamaan hatt-ı müstakim üzerine gitmiyor. Bilakis mevsimler gibi, belli bir daire içinde dönüyor. Bazen kış, bazen bahar, bazen yaz, bazen de sonbahar... Ayet-i kerime bu hususu "İşte o günleri Biz, insanlar arasında döndürür dolaştırırız." İfadesiyle işaret ediyor. Bu bakımdan 1999 için karamsar tablolar çizmeye gerek yok. İnşallah hayırlara vesile olacak güzelliklerle ülkemize ve bütün insanlığa uğramış olur...
Aralık 1998 ZAMAN
Abdullah AYMAZ
"İRTİCA YAYGARASI"
Efendim, bu "İrtica Yaygarası yeni değildir. Çok eskidir. Ama çağdaş olunca eski yeni oluyor galiba. Yeniden hortlattılar bu eski masalı. Hatta o kadar ki bir bakıma gençlik günlerime bile döndürdü bu "yaygara" beni. Bir vakitler yani 1954' lerde M.Nermiler, Ahmet Emin Yalmanlar, H.Nimetullah Öztürk’ler vesaireler... "toz koparan fırtınası" gibi "irtica geliyor" diye ayaklanmışlardı.. Kimdi bu irticayı getirenler.. Kim olacak? Ord. Prof.Dr.Ali Fuat Başgil’ler, Prof.Ziyaettin Fahri Fındıkoğulları gibi gerçek alimler...
Bir yeşil ördek havalansa "irtica yükseliyor" diye manşet çekerlerdi. Onların takipçileri irtica geliyor gidiyor derken memleketin başına 27 Mayısı sardılar.
27 Mayıs’tan sonra komünizmin önündeki baraj yıkıldı komünizm ve bölücülüğün koluna girerek şahlandı iş, 12 Eylül’e dayandı. Yani az kalsın "Komünizm " geliyordu.
12 Eylül’den sonra "Din dersleri" anayasaya girdi, halbuki bu irtica tüccarları daha önceleri böyle bir şeyin teklifine bile tepinerek karşı çıkıyorlardı. Bir ara da "türban" deyip tutturdular...
İşgalin karanlık günlerinde Türk kadınlarının başörtülerini çeken düşman askerleriydiler sanki. İşleri güçleri "türban" dı.. halbuki her gün sütun sütun insanın haya duygularını incitecek fotoğraflar basmayı da çağdaşlık icabı ihmal etmiyorlardı. Onların bikinisine karışan yoktu amma onlar başkalarının türbanına karışıyorlardı.
Evet bunların ağababalarının "İrtica geliyor" palavralarına rahmetli Başgil Hoca "İrtica Yaygarası" isimli nefis makalesiyle susturucu cevabı otuz sene önce vermişti. Bu gün yine aynı teraneyi çalmaya başladılar. Aynı temcit pilavını önümüze sürüyorlar. Demek ki sepetlerinde pamuk kalmadı. Sermayeyi kediye yüklemek üzereler ...
Milleti de hafızasız sanıyorlar.. Ne oldu yani, "Türban" serbest bırakıldı da ne oldu? Evet biz de biliyoruz üç beş tane de politik netice için türban meselesini kaşıyan vardı. Ama onların da çaresi türbana karışmamak değil miydi? İşte bakın oldu. Kime ne?
İşin en dikkate şayan tarafı, biz "Komünizm geliyor" derken bu zevat sesimizi kısmak için "İrtica geliyor" diye ayaklanmayı adet edinmişlerdi. Nitekim komünizm kapımızı çalınca hem de içerden çalmaya başlayınca bu zevatı hiç öyle endişeye kapılmış görmedik. Hala çağdaşlıktan, demokrasiden dem vurmaya gayret gösteriyorlardı.. Bu sefer "Faşizmin ayak sesleri" neden bahsediyorlardı. Bu bir plağın iki yüzü gibiydi. Birinden bıkınca öbürünü çeviriyorlardı. Şimdi Perestroika ve Glasnost hengamında, yani faşizmin! ayak sesleri Doğu Avrupa'yı ve Demirperde içini sarmışken tekrar" İrtica Gazeli" ne döndüler.
Halbuki dini düşüncenin yozlaşmamasının, yobazlaşmamasının tek çaresi fikri seviyenin yükselmesidir, yükseltilmesidir. Ahlaki seviye de onu takip edecektir. Yoksa irtica umacısı ile vicdanlara kilit vurmaya devam edebileceğinizi sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Hem çok aldanıyorsunuz .. Millet eski .....'nin "irtica", sonraki "....."nin "faşizm" yaygarasının iç yüzünü çok iyi gördü ve acı meyvelerini tattı. Baksanıza her şeye rağmen onları iktidar yapmıyor. Yüksek enflasyona razı oluyor onları iktidara getirmiyor.
Siz bu milleti ne zannettiniz? Bir cayırtı ile vicdanının emrini dinlemekten vazgeçecek, tarihi misyonunu unutacak bir topluluk mu sandınız? Türban da serbest kalacak, Ayasofya’da ibadete açılacak... Fikri seviyede yükselecek... Kimse bunlara mani olamaz. Şu Perestroika’ya bakın da ibret alın.. Almazsanız isterseniz oradaki "irtica" ile savaşa girin.. Hodri meydan...
Ocak 1990 TÜRKİYE
Ergun GÖZE
KOSOVA KAN AĞLIYOR,
İSLAM ALEMİ NEREDE?
Biz neden böyle kalırız bilmem...Sanki toplum olarak reflekslerimizi yavaşlatan bir şey var.. Bu hal, tedbirlerde gecikmemize sebep olduğu için bize pahalıya mal oluyor.
Kosovalı Arnavut dindaşlarımızın göçürüldükleri bütün Bayram tatili boyunca 10 gün Türkiye uyanmadı ...
Ancak şu son bir hafta içindedir ki aklımız başımıza geldi de Müslüman kardeşlerimiz için tedbirler almaya, göç felaketinin doğurduğu açlık sefaletini biraz hafifletmeye başladık .. Bize düşeni yapıyoruz ...
Bizimki bir refleks yavaşlığı. Ya Arap ülkelerinin o muhteşem(!) aldırmazlıkları .. Kosovalı Müslüman kardeşlerine karşı takındıkları sessizlik .. Onu nasıl yorumlayacaksınız?
Hani nerede o zengin Arap ülkeleri. O petrollerle zevku sefa süren Arap şeyhleri.. Hani İran, hani Mısır, hani Libya? Neredeler bu arkadaşlarımız? İslam Birliği nerede kaldı?
İkide bir toplanıp şaşaalı gösterilerle kararlar alan o İslam Birliği teşkilatına ne oldu?
Bakın ben anlatayım neler olduğunu?
Aslında Miloşeviç celladının yaptıklarıyla, Saddam katilinin yaptıkları arasında bir fark yok .. Biri ne yapıyorsa, öteki de aynı şeyi yapıyor .. Biri Kosava' yı Arnavutlardan temizliyorsa, öteki de Kerkük' ü, Erbil'i Türklerden temizliyor ..
Dolayısıyla Arap ülkeleri Saddam'ın yaptıklarından sonra Miloşeviç'in yaptıklarına karşı çıkamıyorlar ve hatta Sırpların safında yer alıyor ..
Müslüman Arnavut kardeşlerimizin sürülmelerine, vatanlarını terk etmelerine ve sefalet çekmelerine karşılık gösterdikleri bu vurdumduymazlığı başka türlü nasıl yorumlayabilirsiniz?
Irak Türklerini göçe zorlayan, mal ve mülklerini ellerinden alan, işsiz güçsüz bırakan, Türkmen şehirlerini boşaltan Irak canisiyle Arnavutları yerlerinden ve yurtlarından süren Miloşeviç celladının farkı ne.
Dolayısıyla Kosova katliamı ve yaşanan son zulümler önce Sırp-Arap işbirliğini hatıra getiriyor. Hatta bunu daha genişletirdik, bir Sırp-Yunan-Arap birliği olarak da düşünebiliriz.. Bu ittifak cephesinin arkasında Rusya’da homurdana dişlerini göstermeye başladı.
Hepsine eyvallah.. Ama şu Arap ülkelerinin tümünü ve Müslüman Arnavut kardeşlerinin çektiklerine göz yummaları yok mu, işte insanı çileden çıkaran bu oluyor.
İslam Birliği böyle bir faciada toplantıya çağrılmazsa ne zaman çağrılır. Arap ülkeleri böyle bir durumda kendi dindaşlarına yardım elini uzatmazsa ne zaman uzatır?
Sırpların şu sıralarda yakıt ihtiyaçlarını çeşitli yollarla Arap kaynaklarından temin ettiklerini düşünmek istemiyoruz .. Ama buna dair söylentilerin bir gerçeklik payı olsa gerek.
Bütün dünya Kosovalı Arnavut kardeşlerimize reva görülen bu zulüm karşısında tavır almışken; Müslüman Arap ülkelerinin bu tutumları bence diğer İslam ülkelerinde protesto edilmelidir.
Hristiyan dünyası Kosovalılar'ın yanında yer alırken Almanya, Hollanda, Amerika, İtalya gibi ülkeler göçmen kabulü konusunda yardım ellerini uzatırken Müslüman Arapların tutumları ve tavırları tarihi bir ayıp olmuyor mu ..
Gelin bu tutumun arkasındaki gerçeği de görelim.
Arap yöneticileri ve birçok Arap aydını, Balkanlardaki Müslüman varlığına tıpkı Türkiye'ye baktıkları gibi Osmanlılığın bir devamı, bir mirası gibi bakıyorlar.. Arap Milliyetçiliği baskın çıkıyor.. ne acı değil mi?
9 Nisan 1999 TÜRKİYE
Ömer ÖZTÜRKMEN
ELİNİ VERİRSİN AMA...
Hırçın komşumuz Yunan' a bir ikramda daha lulunduk, Patrikhane'yi açtık, aziz okuyucularım. Haberleri okuyunca cidden hayret ettim, Patrikhane kapalı mı idi kaçıyoruz? Bir yerinde yangın çıkmış, onu onarıp tamir etmişler, fırsat bu fırsattır diye hudutlarını da şöyle bir genişletmişler. Sonra gelsin törenler, Yunanistan'dan uçaklar dolusu şakşakçılar ve ne yazık ki Erkan-ı Devletimiz... Ne oluyoruz, neyin telaşındayız acaba? Hiç yaptığımız işin sonunun nereye varacağını bir düşünenimiz var mı? Şöyle tarihe bir göz atın ve bu "ufacık" fakat çok "hırçın" koşumuzun başımıza açtığı badireleri hatırlayın, sonra da sorun kendi kendinize, "elimizi veririz ama kolumuzu nasıl kurtarırız?"...
1453 yılının tatlı bir Mayıs günü Muzaffer Hükümdar Fatih İstanbul'a giriyordu. Yolun iki tarafında sıralanmış Bizans kızları O’na çiçekler yağdırıyor, İstanbul halkı üzengisini öpmek için birbiri ile yarışıyordu. O Bizans halkı ki Türk'ün adaletini çok daha önceden tanımış, batının yardım talebi karşısında "Biz Bizans sokaklarında Katolik külahı görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz." Diye cevap vermişti. O Bizans halkı ki Haçlı çapulcuların dayağını çok önceden yemiş ve Batı’nın atıfetinden kaç defa ağzı yanmıştı.
Sonra Fatih Ayasofya Kilisesi'ne gidip bu mabedin bedelini Ceb-i Hümayunundan tıkır tıkır ödeyerek satın almış ve Cami haline getirilmek üzere vakfetmiştir. Gene o Fatih, birbirine düşmüş Ortodoks Patrikhanesini adeta yeniden ihya etmiş, düzene sokmuş ve halkın istediği kişiyi Patrik tayin etmiş, ona "Vezir" rütbesi vermişti. Aradan 460 yıla yakın zaman geçti ve kendilerini Bizans'ın varisi sanan bir grup Akdenizli, Birinci Dünya Savaşı'nın "yenilmeden yenik sayılan" taraflarından birinin topraklarını, Batılı amcalarına güvenerek istila etmeye kalktı. Yunanlı İzmir'e çıkmış ve Anadolu'nun içlerine doğru ilerlemeye başlamıştı.
Köylerimiz, kasabalarımız yakılıp yıkılıyor, insanlarımız öldürülüyor, değil İzmir, o mübarek Bursa şehri bile işgal ediliyordu. Bunlar öylesine yerleşmek niyetiyle gelmişlerdi ki Bursa'da askeri gazino bile inşa ettirmişlerdi. Osman Gazi'nin sandukasına ayağını basıp resim çektiren Yunan zabiti "Hadi, kalk da kurtar milletini bakalım" demekten haya etmiyordu. Sonra ne oldu? Birkaç yılda ilerledikleri topraklardan birkaç günde pabuçsuz kaçtılar, hem de başkumandanlarını esir bırakarak... Ve bugün, İzmir'in hain papazı Hrisostomos'un Selanik kordonundaki heykeli parmağı ile Ege sahillerimizi göstermekte, onun altındaki "İzmir fedaisi Hrisostomos" yazısını okuyan Yunan gençleri de bu heykele bakıp çocuklarının sokaklarda "İstanbul'u Türklerden alma oyunu" oynadıklarını gözümle gördüm.
O günleri çabuk unuttuk ve unuttular, aziz okuyucularım. Hadi Patrikhane tamirine bir şey demeyelim, ne de olsa orası bir mabeddir ve mabetlere dil uzatmak İslam ahlakına yakışmaz. Ama, içinde kaynatılan kazana, "bir Türk büyüğü önünde ölünceye kadar kapalı kalacağına yemin ettikleri" kapısına ve oradan açıkça milli duygularımızla alay edilmesine razı olamıyorum, içim kan ağlıyor.
Ayasofya niçin hala müzedir, neden hala boynu bükük, gözleri yaşlıdır bu Fatih Vakfı'nın ve hangi sebeple onların mabetlerine gösterilen saygının bir kırıntısı bu milletten esirgenir, bunu anlamak kabil değil. Bunun da elbette bir Hikmet-i İlahisi olacak. Elbette "atmaca kuşunun serçelere musallat olması serçenin istidadının inkişafı içindir," ama, anlayamadığım "Serçenin hangi hikmetle atmacaya musallat olduğu" sevgili okuyucularım.
Aralık 1990 TÜRKİYE
Ayhan SONGAR