Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Beklenen müslümanlara yaratılış ve insanlık tarihi (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Selamun Aleyküm Ve Rahmetullahi değerli kardeşlerim;
Bu çalışmamızda önsözdede anlatılacağı gibi özellikle gençlerimize hitab eden bir anlatımla, insanlık ve peygamberlik tarihi konu edilmektedir.Gençlerle beraber bizlerinde çok çok faydalanacağını umduğum bu çalışmayı Rabbim izin verdiği sürece paylaşmaya çalışacağım.Gayret bizden yardım Allah'u tealadandır.Siz değerli kardeşlerimede üstüne basa basa elinizden geldiğince takip etmeye gayret göstermenizi istiyorum.Yazarımız;Mehmed Alagaş hocadır.
İçinde paylaşacağımız kıssalarıda başlık halinde aşağıda zikrediyoruz.
Allah'ın Rahmeti ve Bereketi üzerinize olsun _YUSUF_
Her Şeyin Evvelinde, Sadece Allah Vardı..
Yerlerin Ve Göklerin Yaratılmas
İlk İnsan Olan Adem Aleyhisselam'in Yaratılması
İblisin, Adem Aleyhisselam'a Secde Etmemesi
Adem Aleyhisselam’ın Şeytana Aldanması
Adem Aleyhisselam Ve Havva Validemizin Dünyaya İndirilişleri
İnsanın Özellikleri Ve Kısa Bir Hikaye.
Adem Aleyhisselam'ın Yeryüzü Hayatı Ve Habil ile Kabil Kıssası
Nuh Kavmi Ye İlahi Davet
Geminin Yapılması Ve Büyük Tufan.
Ad Kavmi Ve Hud Aleyhisselam..
Semud kavmi ve Salih Aleyhisselam..
Putperestlik Ve Nemrud Dönemi
İbrahim Aleyhisselam'in Rabbini Arayışı
İbrahim Aleyhisselam Ve Babası Azer
İbrahim Aleyhisselam’ın Putları Kırması
İbrahim Aleyhisselam'ın Ateşe Atılması
İbrahim Aleyhisselam Ve Kuşlar
Sare Ve Hacer Validemiz.
İsmail Aleyhisselam'in Kurban Edilmesi
Kabe Temellerinin Yükseltilmesi Ve İbrahim'in Hanif Dini
Lut Kavmine Giden Elçiler Ve İshak ile Yakup'un Müjdelenmesi
Lut Kavmi Ve Eşcinsellik.
Meleklerin Gelmesi Ve Lut Kavminin Helak Edilmesi
Euzubillahimineşşeytaniracim , Bismillahirrahmanirrahim.
Halim ve Kerim olan Allah'tan başka ilah yoktur. Arş-ı Azam'ın Rabbi noksan sıfatlardan münezzehtir. Hamd alemlerin Rabbine aittir. Allah'ım, rahmetine vesile olacak amelleri, mağfiretini celbedecek esbabı taleb edi­yor, her çeşit günahtan koruman için yalvarıyor, her çeşit iyilikten zenginlik, her çeşit günahtan selamet diliyoruz.
Ya Rabbil alemin, affetmediğin hiçbir günahımızı, kaldırmadığın hiçbir sıkıntımızı bırakma! Her günahımızı bağışlamanı, her kederimizi gidermeni, nzana uyan her duamızı görmeni dili­yoruz. Hangi amelden hoşnut isen onu bize lutfunla ver ve rahmetinle kolaylaştır ey Rahman ve Rahim olan, bizlere lutfuyla rahmet eden Rabbim.
Önsöz
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.
Hamd, sena ve övgülerin en güzeli, ezelde ve ebedde var olan, lutfuyla kainatı ve bizleri yaratıp var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyle doğru yolu gösteren Allah Celle Celaluhu'ya mahsustur.
Salat ve selam da, alemlerin Rabbi tarafından sevilen, insanların ise tanıyıp, idrak edebilme nisbetince sevebildikleri tüm nebilere, resullere ve onların yolunu izlemeye çalışan mü'minlerin üzerine olsun.
Yaratılış ve insanlık tarihiyle ilgili bu kitab ça­lışması, günümüz insanlarına ve özellikle müslümanlara tarihi bir özgeçmiş vermeyi amaçlamakta­dır Çünkü ister istemez herhangi bir dünya görüşünü tercih eden insanların, bu tercihlerini sağ­lıklı ve bilinçli bir şekilde yapabilmeleri için üzerin­de yürüdükleri bu dünyayı tanımaları, içinde bulun­dukları şu kainatı farkedebilmeleri ve bir insan olarak kendi tarihlerini, kendi özgeçmişlerini bilme­leri gerekmektedir. Zaten başlı başına bir nur ve hi­dayet rehberi olan Kur'an-ı Kerim'in indiriliş gayelerinden birisi de, inancı ve itikadı ne olursa olsun her insana geçmiş tarihini hatırlatmak ve dosdoğru bir tarihi özgeçmiş verererek, bu insanlara ne olduk­larını, nereden gelip-nereye gittiklerini, ne yaparlar­sa nelerle karşılaşacaklarını tarihi örneklerle anlat­mak ve onları böylesi açık bir uyarıyla ikaz etmektir Hepimizin bildiği gibi insanlar yeyip içtikleriyle değil, yaşadıkları ve şahit oldukları olaylarla bü­yüyen, gelişen canlılardır. Yetmiş yaşındaki bir insanın büyüklüğü ve olgunluğu, bu insanın yetmiş yıllık tecrübe ve birikimiyle anlam kazanan bir büyüklüktür. Kur'an-ı Kerim ise bizlere yetmiş değil, binlerce yıllık tecrübe ve tarihi birikim vererek, biz­leri binlerce yıllık bir büyüklüğe ve olgunluğa davet etmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bizlere geç­miş tarihimizi kıssalar halinde anlatan şanı yüce Rabbimiz “Onları görmedin mi, şunları işitmedin mi?.” gibi İlahi hitablarla bizleri anlatılan olayların içine çekmekte ve bu olayları bizzat kendimiz yaşa­mışız gibi iman etmemizi istemektedir.
Kur'an-ı Kerim'de zikredilen kıssalara bu İlahi murad ile yaklaşan ve anlatılan kıssaları sanki ken­dileri yaşamış gibi iman eden müslümanlar, hiç kuş­kunuz olmasın kî binlerce yıllık tarihi bir özgeçmişe sahip olacaklar ve böylesine derin bir özgeçmişin verdiği olgunluk ile günümüze gelerek, dünyanın beklediği rahmani bir sese, rabbani bir nefes verebi­leceklerdir. Zaten şaşkınlık ve sapıklık içinde olan günümüz dünyası, fiziki yaşları ne olursa olsun bin­lerce yıllık bir özgeçmişe ve tarihi bir tecrübeye sa­hip böylesi gençleri bekleyen bir dünyadır.
Ve bizler de bu önemli kitab çalışmamızda, dünyanın beklediği bu müslümanları muhatap almayı uygun gördük. Asırlardır bekleyen müslümanların değil, asırların beklediği müslümanları muhatap almamızın nedeni, dünyanın artık bekle­yen değil, beklenen müslümanlara ihtiyacı olduğu içindir. Zaten bir mezarlığa dönen umud dünyamızda, hiç ölmeyen ve ölmeyecek olan dipdiri umudlarımız bu gençlerle, dünyanın beklediği bu genç müslümanlarla ilgili umudlarımızdır.
Böylesi nedenlerle öncelikle onüç onyedi yaşla­rı arasındaki gençlerimizi muhatap alan bu kitab ça­lışması, içerik itibariyle İnşaallah hepimizin faydala­nabileceği bir çalışma olacaktır. Çünkü onüç onyedi yaş arası muhataplık, anlatılanlar ve anlatılması gerekenlerden ziyade, üslup ve anlatım düzeyi ile ilgi­lidir. Üslup itibariyle küçük kardeşlerimize yönelik bölümleri büyüklerimizin de, büyüklerimize yönelik bölümleri küçüklerimizin de dikkatle takib etmele­rini istiyoruz. Çünkü küçüklere yönelik bölümlerde büyüklerîmizinde faydalanacağı gerçekler olduğu gibi, büyüklere yönelik bölümlerde küçüklerimizin şimdi biraz, yarınlarda ise çok daha fazla anlayacak­ları önemli gerçekler vardır. Küçük kardeşlerimizin bu gerçeklerle şimdiden tanış olmaları ise onların kimlik ve kişiliklerine sağlam bir temel, doğru bir is­tikamet verebilecektir. Çünkü yaratılışın öncesin­den başlayarak günümüze uzanan bu çalışmada, her peygamber kıssasının günümüze uzanan çağdaş mesajlarına açıklık getirilerek, gençlerimizin bu güncel mesajlarla donanım kazanmaları ve bu me­sajlardan kaynaklanan temel ilkelerle hayata daha bir donanımlı girmeleri hedeflenmiştir.
Tabi ki imanı yönü çok önemli olan böyle bir çalışmanın, sahih bir çalışma olması gerekmektedir. Sahih bir çalışma yapmak istediğimizi belirtirken, elbetteki ismi sahih olan birçok tefsir ve siyer kitablarında yer alan batıl rivayetleri esas alacağımızı ve­ya böylesi rivayetlere yer vereceğimizi söylemiyo­ruz. Çünkü bizim şahinlik anlayışımızın temelinde Kur'an ve bu korunmuş Kur'an'ın tasdik ettiği sa­hih hadisler vardır. Dolayısıyla hangi tarihçiye veya hangi önemli şahsın kitabına nisbet edilirse edilsin, müslümanların Kur'an anlayışı ile kesinlikle onaylayamayacaklan rivayetleri makul veya makbul gör­memiz mümkün değildir. Zaten böyle bir çalışmayı gerekli görmemizin önemli bir nedeni de, tarihi öz­geçmişlerini öğrenebilmek için siyer ve tefsir kitap­larına yönelen kardeşlerimizin, ismi sahih olan bir­çok kitapta karşılaştıkları batıl saçmalıklardır.
Evet, böylesi saçmalıklarla beraber doğruluğu veya yanlışlığı tartışılır rivayetleri de bir kenara bı­rakarak Kur'an ve sahih hadisler çerçevesinde yü­rütmek istediğimiz bu çalışma, umud ediyoruz ki iti­kadımızı hiç gölgelendirmeden ona berrak bir derinlik kazandıracak bir çalışma olacaktır. Kur'an ve sahih hadisleri esas alarak gerçekleştirmek iste­diğimiz böyle bir çalışmaya niyetlendiğimizde, önü­müzde iki ayrı seçeneğimiz vardı. Ya söz konusu ayet ve bazı sahih rivayetlere yer vererek bir nakil çalışması yapmak, ya da bizlere gelen bu nakilleri düşünerek, kavrayarak o seçkin insanları anlamaya çalışmak ve bu anlayışı siz kardeşlerimizle paylaşmak.
Kaynaklarda sıkça karşılaşılan batıl rivayetleri reddederek sahih bir nakil çalışması yapmak, tabi ki bizler için çok kolay bir çalışma olurdu. Ancak bu nakil ve sahih rivayetlerin Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde düşünülmesi ue anlaşılması gerektiğini dik­kate aldığımızda, zor da olsa ikinci çalışmayı tercih ettik. Kur'an'a iman eden bir müslüman kalbiyle, örnek birer müslüman olan peygamberleri ve onla­rın yaşadıkları olayları anlamaya çalışarak, bu anla­yışı sizlerle paylaşmak istedik.
Herhangi bir peygamber hakkında 6-7 ayetlik bir malumatımız olsa da, bizlere 6-7 ayet-i kerime­de verilen bu malumatı gücümüz nisbetince tahlil ettik. Bu ayet-i kerimelerde verilen en küçük ayrın­tının bile gereksiz olmadığını, önemli hikmetler içerdiğini dikkate alarak, bu İlahi bilgileri Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde değerlendirdik. Daha açık bir ifadeyle bizlere herhangi bir peygamber hakkında verilen çok kısa bir haberi dahî; Kur'an-ı Kerim'deki peygamber tanımını, peygamberlerin nasıl bir in­san olduklarını, bu seçkin insanların ne yapıp ne yapmayacaklarını, tarihin değişik dönemlerinde hangi ortak şeytani yaklaşımlarla karşılaştıklarını, Rabbimizin peygamberler hakkındaki vaadlerini ve tüm peygamberlerin ısrarla takip ettikleri Sünnetullah çizgisini esas alarak anlamaya çalıştık.
Bizler gibi bir insan fakat bizlerden çok çok gü­zel bir mü'min ve müslüman olan peygamberleri, anlayış ufuklarımızı zorlayarak tanımaya gayret et­tik. Bizlere Kur'an-ı Kerim'de bildirilen bir peygam­ber davranışıyla karşılaştığımız zaman “Riya ve gös­terişten uzak olan bir insanın, böyle bir davranışı samimiyetle gösterebilmesi için onun nasıl bir kim­liğe, nasıl bir kişiliğe, nasıl bir ahlaka, nasıl bir dün­ya görüşüne sahip olması gerekir?” gibi sorularla, bu güzel insanların ahlaki kişiliklerini uzaktan da olsa görmeye ve anlamaya çalıştık. Böyle bir anla­yışla tanıdığımız peygamberleri ve bu peygamberle­rin yaşadıkları kıssaları değerlendirirken, İlahi haberler arasında kalan boşlukları bizlere yine ilahi Kitab'ın verdiği bu peygamber anlayışıyla dokuduk.
Ancak şu hususun önemle akını çizmek isteriz ki, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen tüm peygamberler, bizlerin onlara hüsnüzanla nisbet ettikleri bazı güzel hasletlerin ötesinde, çok daha ötesinde olan insan­lardır. Zaten bu kitap çalışması onların güzel kişilik­lerini bir çerçeve içinde tanımlamayı ve sınırlandır­mayı değil, sadece o güzel kişiliklerin anlaşılmasına doğru bir istikamet vermeyi amaçlamaktadır. Hiç kuşku duymadan bilinmesi gerekir ki o seçkin ve se­çilmiş insanlar, verdiğimiz bu güzel istikametin ilersinde, çok daha ilersinde bulunan güzel, gerçekten çok güzel insanlardır.
İnsanlık tarihini aydınlatan birbirinden güzel bu insanlara derin bir gıptayla bakıyor ve hayranlık duy­gularıyla Alemlerin Rabbi olan Allah'ın selam ve rahmeti sizlerin üzerine olsun” diyoruz. Sonra kendimize, kendi durumumuza yöneliyor bakışlarımız. Seçilmiş insanların büyüklüğü karşısındaki küçüklü­ğümüzü farkedince, boynumuzun büküldüğünü ve başımızın omuzlarımız arasına gömüldüğünü hisse­diyoruz. Acizlik duyguları içinde titreyen dudakları­mızı hafifçe açarak “Rahman olan Rabbimİzin lutfu, hoşgörüsü ve yardımı da, küçücük boyları ve bükül­müş boyunları ile böyle bir çalışmaya niyetlenen biz acizlerin, biz gariplerin üzerine olsun” diyoruz. Titre­yen ayaklarımızı dik tutan umudumuzun yegane kaynağı ise, sadece O'na sığınıp, sadece O'na tevekkül etmemizdir...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Başlarken...

Başlarken...

Merhaba gençler, merhaba arkadaşlar...
Benim adım Mehmed Alagaş. Bana Mehmed abi veya Mehmed hoca diyebilirsiniz. Bu kitab çalışmasına sizlerle konuşmak, dünya ve yaratılış tarihiyle ilgili önemli gerçekleri sizlere anlatmak ve yeri geldikçe ba­zı hikayeleri, kıssaları, fıkraları sizlerle paylaşmak için başlıyorum.
Beni dinlerken yalnız olmadığınızı, yalnız olmaya­cağınızı söylemek isterim. Oldukça önemli olan bu konuşmalarımıza, sizinle birlikte bazı arkadaşlarınız da katılıyor. Herbirinin kendine özgü güzel özellikleri olan bu arkadaşlarınızı seveceğinizi umuyorum. İsterseniz sizlere onüç ve onyedi yaş arasında olan bu arkadaşlarınızı kısaca tanıtayım.
Şu en önde oturarak konuşmalarımızı pür dikkat dinleyen arkadaşınızın ismi Veli. Onbeş yaşında olan bu arkadaşınızın en güzel özelliklerinden birisi, her şe­ye çok dikkat etmesi ve birçok insanın farkedemediği şeyleri farkedebilmesidir. Geçenlerde veliye nasıl bu kadar dikkatli olabildiğini sordum. Bana “Hocam, her­hangi bir şeye bakarken veya bir anlatılanı dinlerken, hayretle bakıyor, hayretle dinliyorum” dedi. Önce pek anlayamadım Veli'nin söylediklerini!. Sonra eve gidince bunu denemeye karar verdim. On yıldır alışılmış gözlerle baktığım çalışma odama, hayretle bakmaya başladım. Şaşırdığımı itiraf etmeliyim!. Çünkü çalışma odama hayretle baktığımda, o zamana kadar hiç farketmediğim birçok şeyi farketmeye, birçok ayrıntıyı görmeye başlamıştım. İşte o zaman anladım ki Veli ar­kadaşınız doğru söylemiş. Bir şeye hayretle baktığımız veya bir şeyi hayretle dinlediğimiz zaman, o şeylere alışılmış gözlerle bakan insanların farketmedikleri bir­çok şeyi farketmemiz, birçok şeyi görmemiz mümkün oluyor. Bana bu gerçeği gösterdiği için Veli arkadaşı­nıza tekrar teşekkür etmek istiyorum. Teşekkür ede­rim veli.
“Estağfirullah hocam!.”
Evet!. Veli'nin yanında oturan arkadaşınızın ismi Fatih. Onyedi yaşında olan ve çok kitab okuyan bu ar­kadaşınız, gerçekten birikimli bir insandır. Bir kitabı gereği gibi okumanın, o kitabı keşfetmek, o kitabı fet­hetmek olduğunu dikkate alırsak, bu arkadaşınızın ger­çek bir kitap Fatihi olduğunu düşünebiliriz. Laf aramız­da aslında hepimizin birer kitab fatihi olması gerekir. Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem) bü­tün müslümanlara “Birbirinizle hediyeleşin” buyuruyor. Peki birbirimize vereceğimiz en güzel hediye, en güzel armağan nedir?
Kitaptır, güzel bir kitaptır hocam!. Doğru söyledin Fatih. Birbirimize verebileceğimiz en güzel hediye, hiç kuşkusuz ki kitaptır. Çünkü güzel kitaplarda okuyarak öğreneceğimiz gerçekler, bizleri birçok kötülüklerden koruyabilecek ve birçok iyilikleri başarmamızı sağlayacak gerçeklerdir. Mesela insanları bazı hastalıklardan koruyacak olan aşılar ne kadar önemliyse, kötülüklerden uzaklaştıracak ve koruyacak olan kitaplar da o kadar önemlidir. Sevgili peygamberimizin yeğeni ve damadı olan Hazret-i Ali'ye “Dünya malı mı, yoksa ilim mi daha hayırlı, daha faydalıdır” di­ye sorduklarında “İlim” diye cevap vermiştir. Neden dediklerinde ise “Dünya malını sizin korumanız gere­kir, İlim ve bilgi ise sizi korur” demiştir. Gerçekten çok güzel bir cevaptır bu.
“Hocam anlayamadım. Bir örnek verir misiniz?”
“Tabi Hamdi!. Mesela denize düştüğünüzde, ya­nında bin altın olan fakat yüzmesini bilmeyen bir insa­nın yerinde mi olmak istersiniz, yoksa yanında hiç al­tın olmamasına rağmen yüzmesini bilen bir insanın yerinde mî? Elbetteki yüzmesini bilen bir insanın ye­rinde olmak istersiniz. Dikkat ederseniz bin altını de­ğil, yüzmesini bilmeyi tercih ettiniz. Çünkü altını sîzin kurtarmanız gerekir, yüzme bilgisi ise sizi kurtarır. İşte biz insanları fırtınalı bir denize benzeyen bu hayatın tehlikelerinden, bu hayatın kötülüklerinden koruyabi­lecek olan ilim ve bilgi, çoğu zaman altından ve dünya malından daha değerlidir. Şimdi anlayabildin mi Ham­di!.”
“Anladım Mehmed hoca.”
“Evet arkadaşlar, bana bu soruyu soran kardeşini­zin ismi Hamdi. Fatihi'nin yanında oturan ve henüz onüç yaşında olan bu arkadaşınız, yaşına göre olduk­ça anlayışlı bir kardeşinizdir. Meselelerin anlatım ve anlaşılmasında örneklere önem veren Hamdi, anlatı­lan bir şeyi anlamadığı zaman hiç kimseden çekinme­den örnek isteyen ve anladığı şeyleri ise kendisi örnek­lendiren bir arkadaşınızdır. Örnek vermenin ne kadar güzel ve önemli bir şey olduğunu dikkate alırsak, Hamdi arkadaşınızın bu özelliğine gıpta etmemiz ve bizlerin de böyle güzel bir özelliğe sahip olmaya çalış­mamız gerekir.”
Yan tarafta oturan kız arkadaşlarınızın isimleri ise Seda ve Merve. Kendilerine yakışan kibar ve nezaket­li davranışlarıyla gerçek birer hanımefendi olan bu ar­kadaşlarınızın aynı zamanda oldukça zeki ve akıllı ol­duklarını söyleyebilirim. Genel olarak dinlemeyi seven, konuşmaktan çok düşünmeye ve anlamaya yo­ğunlaşan ondört yaşındaki Seda kardeşiniz, bu güzel hasleteri ile gerçekten örnek alınması gereken bir ha­nımefendidir.
Fatih arkadaşınız gibi okumaya ve anlamaya çok düşkün olan Merve kardeşiniz ise oldukça meraklı bir insandır. Ancak onbeş yaşında bir hanımefendi olan bu kardeşinizin merakı, falanca filancaya ne demiş gi­bi dedikodulara ve lüzumsuz şeylere yönelik bir merak değildir. Merve'nin merakı daha ziyade bilgi ve öğren­meye yönelik olduğu için, gerçekten faydalı olan böy­lesi merakın hepimizde bulunması gerekir. İşte arkadaşlarınız bunlar!.
Bu arkadaşlarınızın, zamanlarını boş şeylerle har­cayan sıradan kimseler olmadığını umarım anlamışsı­nızdır. Öğrendikleri önemli gerçekleri arkadaşlarına ve kardeşlerine anlata anlata konuşmalarını güzelleştiren bu arkadaşlarınız, umud ediyorum ki yarınlarda İslam'ı en güzel yaşayan ve en güzel anlatan önemli birer müslüman olacaklardır. Birlikte sohbet edeceğimiz, çok önemli ve çok güzel gerçekleri birlikte konuşaca­ğımız bu arkadaşlarınızla beraber olmaktan, hiç kuş­kum yok ki sizler de mutlu olacaksınız. Öyle sanıyo­rum ki size şimdilik “Yeni arkadaş” diyorlar. Belki sizi daha iyi tanıdıktan, konuşmaları dikkatle dinleyip nasıl düşündüğünüzü ve ne kadar çok anladığınızı gördük­ten sonra, size sevinçle bakacaklar ve siz kardeşlerine “Beklenen müslüman” gibi çok önemli bir isim verebi­leceklerdir.
Bu kitabı elinize yeni aldığınız için, önce kitab ve kitab okuma hakkında sizinle kısaca konuşmak istiyo­rum. Çünkü gördüğüm kadarıyla birçok arkadaşınız, kitabların nasıl okunması gerektiğini pek bilmiyor. Fa­tih, bu konuda arkadaşlarına bir şey söylemek ister mi­sin?
Tabi ki hocam. Kitap okurken iki şeye çok dik­kat etmeliyiz. Birincisi okuduğumuz kitabı fazla açarak veya ikiye katlayarak yıpratmamaktır. İkincisi ise kita­bı anlaya anlaya okumak, gerekirse önemli yerlerinin yanına küçük bir işaret koymaktır.
“Teşekkür ederim Fatih. Gerçekten önemli olan iki hususa temas ettin. Akıllı ve düşünen insanların en önemli hazineleri, hiç kuşkusuz ki kitablarıdır. Bir kita­bı alıp-okuduktan sonra onu temiz ve yıpranmamış bir şekilde hazine sandığımıza, yani kütüphane rafımıza koymamız gerekir. Çünkü kitablar, nezle olduğumuz zaman kullandığımız ve sonra buruşuk bir şekilde ke­nara attığımız kağıt mendiller gibi değildir. Tekrar tek­rar okunabilecek ve gerekirse kitab alamayan arkadaş­larımıza okunması için verilebilecek olan bu kitablarımızı, elimizden geldiğince korumaya çalışma­mız gerekir. Kitabı çok açmak, ikiye katlayarak oku­mak, sayfaları buruşturmak, kitablarımızı yıpratan şey­lerdir.”
Oysa bu kitablar sizlere hem bugünlerde, hem de yarınlarda lazım olacaktır. Mesela yarınlarda çocukları­nız sizin yanınıza gelerek “Siz nasıl bu kadar güzel, bu kadar iyi ve önemli insanlar oldunuz?” diye sordukların­da, onlara kütüphanenizdeki bu kitablan göstererek “Biz bunlan okuyarak, bunlan öğrenerek ve öğrendiklerimizi yaşayarak bu duruma geldik” diyeceksiniz. Ve sonra bu kitabları çocuklarınıza da vererek, onların da çok güzel insanlar olarak yetişmesini sağlayabileceksiniz.
Tabi ki her kitabın güzel, her kitabın doğru oldu­ğunu söyleyemeyiz. İnsanları gerçeklerden uzaklaştı­ran, insanların aldanmasına, kandırılmasına neden olan kitaplar da vardır. “Kötü bir kitab, kötü bir hay­duttan daha tehlikelidir” sözü, gerçekten çok doğru bir sözdür. Bakın size bu konuyla ilgili küçük bir fıkra an­latayım.
Bir delikanlı kitapçı dükkanına girerek sorar.
“Çalışmadan para kazanmanın yolları” isimli ki­tab var mı?”
Yaşlı kitapçı başını iki yana sallıyarak “Biz de böy­le bir kitab yok” demiş.
“İyi, o halde başka kitapçılara bakarım”
Yaşlı kitapçı dükkandan çıkmakta olan genci dur­durarak “Öyle bir kitap bulursan, bana tekrar gel de sana ceza hukuku kitabını vereyim” demiş.
“Neden?”
“Çünkü öyle bir kitabı okuyup, içindekileri yap­maya kalkarsan, nasıl bir ceza alacağını öğrenmen için!.”
Evet arkadaşlar, okuyacağımız kitabların güzel ve faydalı kitablar olmasına özen göstereceğiz. En doğru, en gerçek kitab. hepinizin bildiği gibi Kur'an-ı Kerim'dir. içinde en ufak bir yanlış, en ufak bir çelişki bu­lunmayan Kur'an-ı Kerim'i dikkate almayan, Allah'ın bizlere bildirdiği İlahi gerçeklere aykırı görüşler beyan eden bütün kitaplar, insanlar için zararlı kitaplardır. Gerçeklerle ilgisi olmayan bu kitaplardan uzak dura­cak ve bizlere faydalı olabilecek doğru kitabları okuya­cağız.
Okumayla ilgili ikinci önemli husus ise, Fatih ar­kadaşınızın söylediği gibi anlaya anlaya okumanızdır. Çünkü önemli olan kitabları okumak değil, bu kitablardaki doğrulan ve gerçekleri anlayabilmektir. Atalarımız
“Açlık yemekle, bilgisizlik okumakla giderilir” demişler­dir. Aç olan bir insanın çantasına veya kütüphanesine iki ekmeği yan yana koysak, bu insanın açlığı gider, karnı doyar mı?
Tabî ki doymaz!. Karnının doyması için öncelikle ekmeği yemesi gerekir. İşte açlığı gidermek için ekme­ği yemek ne kadar önemliyse, bilgisizliği gidermek için okumak da o kadar önemlidir. Peki bir insan ekmekle­ri yiyerek karnını şişiriyor, fakat yediklerini sindiremiyorsa, o insana bu yediklerinin bir faydası var mıdır?
“Yoktur hocam!.”
Doğru söyledin Veli!. Yediğimiz yemeği sindirme­miz, bu yemeğin içindeki faydalı besinleri almamız ve bunları vücudumuzun gerekli organlarına gönderme­miz ne kadar önemli ise, okuduklarımızı anlamamız da o kadar önemlidir. Dolayısıyla elimize aldığımız bir kitabı hiç acele etmeden yavaş yavaş ve anlaya anlaya okuyacak, anlayamadığımız yerleri gerekirse üç-dört kere tekrar edeceğiz. Ayrıca daha önce okuduğumuz bir kitabı “Ben bu kitabı nasıl olsa okudum” diyerek, bir daha okumamazlık etmeyeceğiz. Çünkü önemli ki­tabları her okuyuşumuzda, daha önceleri okurken farkedemediğimiz veya yeterince anlayamadığımız bazı gerçekleri farketmemiz ve daha iyi anlayabilmemiz mümkün olabilecektir.
Anladık ve anlaştık değil mi?
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Her Şeyin Evvelinde, Sadece Allah Vardı..

Her Şeyin Evvelinde, Sadece Allah Vardı..

Evet, artık başlayabiliriz.
Sizinle yapacağımız güzel konuşmalara, dünya ve insanlık tarihinin en başından başlayacağız. Şu an Veli'nin bana el kaldırdığım görüyorum. Evet Veli!.
Mehmed hoca, madem ki bir işe başlıyoruz, o halde besmele çekmemiz, besmeleyle başlamamız ge­rekmez mi?
Çok doğru söyledin. Allah'a inanan herkesin, gü­zel bir işe başlayacağı zaman besmele çekmesi ve o işe “Bismillah” yani “Allah'ın adıyla” diyerek başlaması ge­rekir. Çünkü bir işe besmeleyle başlarsak Allah bize yardım edeceği için, o işimiz hem daha kolay, hem de daha güzel olur. O halde yemek yerken, yatarken, kalkarken, evden çıkarken besmele çektiğimiz gibi, bu güzel çalışmamıza başlarken de hep birlikte besmele çekiyoruz.
“Bismillahirrahmanirrahim”
Merve Hanım, bana bu güzel sözün manasını söyler misin?
“Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla”
Çok güzel Rahman ve Rahim, Rabbimizin iki is­midir. Rahman'ın manası, dünya yaşantısında her can­lıya merhamet eden demektir. Sizin de bildiğiniz gibi Rahman olan Rabbimiz, bu dünya yaşantısında kendi­sine inanmayan, namaz kılmayan, iyilikte bulunmayan insanları bile çeşitli nimetlerle yaşatmakta, belki dönerler diye onların da İslam'a davet edilmesini emret­mektedir. Allah'ın bir diğer ismi olan Rahim ise mü'minlere merhamet eden, onları bağışlayan mana­sına gelir. Nitekim dünya yaşantısında her canlıya merhamet eden Rabbimiz, ahirette sadece müminle­re, kendisine inanan müslümanlara merhamet edeçektir. Artık bundan sonra “Bismillahirrahmanirrahim” derken, bu güzel sözün, bu güzel manasını da bilerek söyleyeceğiz.
Evet!. Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlıyoruz. Şimdi size sormak istiyorum. Çok önemli bir konu olan yaratılış meselesine başlarken, önce, ilk önce ne­reden başlamamız gerekir?
“Hazret-i Adem'den!.”
“Güzel bir cevap Veli. Fakat daha önce nereden başlamamız gerekir?”
“Yerlerin ve göklerin yaratılmasından!.”
“Bu da güzel bir cevap Fatih. Fakat daha önce, ilk önce nereden başlamamız gerekir?”
“Allah'tan, Çok güzel Seda hanım!. Çünkü her şeyin evvelin­de ve öncesinde Allah, sadece Allah vardı. Yerler, gök­ler, melekler ve cinler yok iken, sadece Allah vardı. Yaratılmış hiçbir şey yok iken, sadece Yaratıcı vardı. Şayet her şeye Kadir olan, her şeyi yaratan Allah ol­masaydı, ne yerler, ne gökler ve ne de diğer canlılar olmazdı. Çünkü Allah'ın dışındaki her şey, kendisini yaratacak olan bir Yaratıcıya muhtaçtır. Bir yaratıcıya muhtaç olmayan, doğmayan, doğurmayan yegane varlık, her şeyi yoktan var eden Allah'tır. Her şey O'na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. İşte bu gerçekleri bilerek, yaratılış meselemize yegane Yaratıcı olan Allah ile başlıyoruz.”
Evet, her şeyin evvelinde ve öncesinde sadece Allah vardı.
Ne küçücük bir taş, ne canlı bir baş; ne bir yudum su, ne de bir nefes hava yok iken sadece Allah vardı. Hiç ama hiçbir şey yok iken, bu yokların içindeki tek bir Var, sadece ve sadece Allah idi.
“Mehmed hoca, Allah nasıl var oldu?”
Allah var olmadı Hamdi. Allah önceden yok iken, sonra var olmadı. O zaten hep vardı. Varlık nedenine muhtaç olan melekler ve cinler, varlık nedenine muh­taç olan yerler ve gökler, varlık nedenine muhtaç olan bütün yaratılmışlar yok iken; varlık nedenine muhtaç olmayan sadece Allah idi ve sadece O vardı. Allah es­ki, çok eski zamanlardan önce, hatta zamanın ilk da­kikasından. İlk saniyesinden önce de vardı. Çünkü za­manı da Allah yaratmıştır. Zaman ve mekan diye bir şey yok iken, zamana ve mekana muhtaç olan hiçbir şey yok iken, zamana ve mekana muhtaç olmayan sa­dece Allah vardı.
“Hocam, hiçbir şey yok iken sadece Allah vardı dediniz. Allah bu yalnızlıktan sıkılmıyor muydu?”
Teşekkür ederim Hamdi. Bu soru ile hepimizi hem gülümsettin, hem de düşüncelere şevkettin!. Ger­çi küçük yaşlarda ben de bu soruyu sormuştum kendi kendime. Arkadaşa ve arkadaşlığa çok önem verdiğim o yaşlarda Allah'ın yalnız olduğunu düşününce çok üzülmüş, çok hüzünlenmiş ve bu hüzünle gözlerimi se­maya çevirerek “Üzülme Allah'ım, ben de senin arka­daşın olurum” demiştim. İnanmanızı isterim ki elli ya­şıma gelinceye kadar Allah'a yönelik bu kadar saf, bu kadar temiz başka bir seslenişim olmadı.
Evet, Hamdi'nin sorusuna dönecek olursak, sıkılmak veya üzülmek gibi bazı özellikler, biz yaratılmış insan­lara ait özelliklerdir. İstemediğimiz hadiselerle karşılaş­tığımızda veya istediğimiz şeyler olmadığında hissetti­ğimiz eksikliğin, acizliğin verdiği duygulardır bunlar. Allah Celle Celaluhu ise böylesi eksikliklerden, böylesi acizliklerden çok uzaktır, çok münezzehtir.
“Allah Samed'dir hocam.”
“Çok güzel hatırlattın Fatih.”
Namazlarda okuduğumuz ihlas suresinde beyan edildiği gibi Allah Samed'dir. Peki bize Allah'ın bir is­mi, bir esması olan Samed'in ne anlama geldiğini açık­lar mısın?
Her şey O'na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir.
Teşekkür ederim. Bu çok önemli konuyu, gerçek­ten çok dikkatli dinliyorsunuz. Hem size bir şey söyle­yeyim mi? Bu gerçekleri kendilerine bilim adamı veya profesör denilen birçok insan ne yazık ki bilmiyor!. Zaten bunu bilmedikleri için, Yaratıcı ve yaratılışla ilgi­li yalan yanlış birçok hikaye uyduruyorlar!. Tabi ki bu gerçekleri bilmeyen insanlar da, İlahi kitab olan Kur'an-ı Kerim'i okumadıkları ve bunları öğrenmedik­leri için onlara aldanıyorlar!.
Fakat sizler, sizler inşaallah onlar gibi olmayacak­sınız. Bizlere Allah'ın bildirdiği bu gerçekleri öğrendik­ten sonra, kimlerin yalan, kimlerin doğru söylediğini çok rahat anlayacaksınız. Bu gerçekleri bilmeyen in­san bir Öğretmen dahi olsa, arkadaşınız Veli gibi o öğretmene güzel bir cevap vereceksiniz. Veli, geçen se­ne ingilizce öğretmeniyle aranızda geçen konuşmayı, arkadaşlarına anlatabilir miyim?
“Anlatabilirsiniz hocam!.”
Veli'nin ingilizce öğretmeni sınıfta ders verirken “Bilim ve teknoloji, gördüğü şeylere inanır. Çünkü gör­düğümüz şeyler vardır. İlkel insanlar ise göremedikleri şeylere inanıp, göremedikleri bir tanrıya ibadet eder­ler!. Oysa modern ve çağdaş insanlar, göremedikleri bir şeye İnanmazlar.” demiş. Bu sözün ne kadar yanlış ve çirkin bir söz olduğunu anlayan Veli kardeşiniz, eli­ni kaldırarak konuşmak için müsaade yani izin istemiş.
“Ne söyleyeceksin Veli?”
Öğretmenim, sadece gördüğümüz şeyler vardır dediniz. Mesela biz sizin aklınızı görmüyoruz. Şimdi si­zin için “Öğretmenimizin aklı yoktur” diyebilir miyiz?
Veliye kızan fakat kızdığını belli etmeyen İngilizce öğretmeni, biraz düşündükten sonra şöyle cevap ver­miş.
“Benim aklımı görmüyorsunuz ama akıllıca ko­nuşmalarım, aklımın olduğunu gösteren bir delil, bir kanıt değil mi?”
Veli arkadaşınız “Doğru söylüyorsunuz öğretme­nim” dedikten ve biraz düşündükten sonra ilave et­miş.
“Peki sizin akıllıca konuşmanız, göremediğimiz aklınızın olduğuna bir kanıt ise, yerlerin ve göklerin yaratılması da göremediğimiz Yaratıcı'nın varlığına bir kanıt değil mi?”
Öğretmen susmuş, ne cevap vereceğini bileme­miş!. Veli'ye oturmasını işaret ettikten sonra öylece düşüncelere dalmış. Yerine oturan Veli arkadaşınız ise içinden “Allah'ım, öğretmenime doğru yolu göster. Öğretmenim bu gerçeği bilmiyor, onun bu gerçeği an­lamasını nasib et!.” dîye dua etmeye başlamış.
İşte Veli arkadaşınızın bu duası, benim çok hoşu­ma gitti. Çünkü biz müslümanlar karşımızdaki insanı susturmak, karşımızdaki insanı mat etmek değil, bu in­sanın gerçeklen anlamasını isteriz. Bunu istediğimiz için karşımızdaki insana hem yumuşak ve nazik bir üs­lupla konuşur, hem de o insanın doğruları anlayabil­mesi için Allah'a dua ederiz.
“Mehmed Hoca. Ben de Veli arkadaşımız gibi ya­pardım.”
Tabi ki Hamdi. Şu an kitabı okuyan Yeni arkada­şınız da dahil, hepinizin böyle davranacağını umuyo­rum. Çünkü daha önce de söylediğim gibi sizler akıllı ve düşünen insanlarsınız.
“Hocam, Allah bazı insanlara az, bazı insanlara çok akıl veriyor!.”
“Ben böyle düşünmüyorum Hamdi. İstisna olan bazı akli rahatsızlıklar hariç, Allah bütün insanlara akıl vermiştir. Büyüdükleri zaman kendilerine çok akıllı de­nilen insanlar, küçükken kendilerine çok akıl verilen insanlar değil, kendilerine verilen aklı çok kullanarak, bu akıllarını geliştiren insanlardır.”
“Hocam, örnek verir misiniz?”
“Tabi ki Hamdi. Mesela devamlı kürek çeken bir kayıkçının kolları nasıl gelişiyorsa, aklını kullanan in­sanların da akılları gelişiyor. Dolayısıyla ilerki yıllarda çok akıllı olmak istiyorsanız, karşılaştığınız olayların nedenlerini, karşılaştığınız sözlerin doğruluğunu ya da yanlışlığını düşünerek aklınızı çok kullanmanız gereki­yor.”
“Nasıl!.”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
“Mesela üzerine bastıkları kiremidin kırılmasıyla damdan aşağıya düşen iki insanı ele alalım. Kendileri­ne halk arasında salak veya akılsız denilen düşünme­yen insanlar “Aa aaaaa! Kiremit kırıldı” diyen ve düş­me sebebi olarak gördükleri kiremidi suçlayarak, kendi hatalarını hiç düşünmeyen insanlardır!. Aklını kulla­nan ve kendilerine akıllı denilen insanlar ise neden düştüklerini düşündükten sonra “Kiremidin kırılabileceğini dikkate almadım” diyerek kendilerine bu kaza­dan bir ders, bir nasihat çıkaran insanlardır.”
“Peki, örnek olarak verdiğim bu iki insandan daha akıllı olan insanlar kimlerdir?”
“Damın üzerine hiç çıkmayanlardır!.”
“Güzel ve espirili bir cevab Seda hanım. Örnek olarak verdiğim bu iki insandan daha akıllı olan insan­lar, dama çıkmamalarına ve damdan düşmemelerine rağmen, düşen birisini gördüklerinde, sanki kendileri damdan düşmüş gibi bu olayı düşünerek, bu olaydan kendilerine bir ders, bir nasihat çıkaran insanlardır. Niye gülümsüyorsun Veli?”
“Damdan düşme olayının, damdan düşmelerine rağmen düşünmeyen insanlara değil de, damdan dü­şeni gören düşünen insanlara faydası olduğunu farkettim de!.”
“Dikkatin için teşekkürler. Fakat ben, bu önemli meseleyi daha fazla düşünmenizi ve bu konuştukları­mızı ömrünüzün sonuna kadar hiç unutmamanızı isti­yorum. Çünkü hızlı büyümemiz, hızlı olgunlaşmamız ve kamil bir insan olabilmemiz, çok akıllı insanlara öz­gü bu yaklaşımı yaşamamıza bağlı.”
“Hocam, hızlı büyümek derken ne kastettiniz?”
“Tabi ki fiziki büyümeyi kastetmedim Merve. Me­sela birçok olayı yaşamalarına rağmen bu olaylardan kendilerine bir ders, bir öğüt çıkarmayan insanlar, elli-altmış yaşlarına da gelseler bunlar büyümüş değil, sa­dece yaşlanmış olurlar. Gerçekten büyümek ve büyük insan olmak ise kimlik ve kişilik düzleminde gelişmek­le, olgunlaşmakla mümkündür. Dolayısıyla kendi yaşa­dıkları onlarca olaydan ders çıkaran insanlar yüzde on­luk büyürken, kendisinin yaşadığı onlarca olayla beraber başkalarının yaşadığı yüzlerce olaydan da ders çıkaran özel insanlar, yüzde yüzlük büyümektedir.”
“Hocam bu söyledikleriniz bizim için çok önem­li. Bu konuyu biraz daha açar mısınız?”
“Haklısın Fatih. Özellikle sizler gibi güzel ve değer­li kitabları okuyan arkadaşlarımızın, bu konuyu çok iyi anlamaları gerekir. Çünkü bu gerçeği anladıkları ve dikkate aldıkları zaman, yirmi günde okuyacakları bir kitab ile yirmi senelik bir büyümeye, yirmi senelik bir olgunlaşmaya ulaşabileceklerdir.”
“Mehmed hoca, örnek verirseniz daha iyi anlaya­biliriz.”
“Örneği Kur'an-ı Kerim'den vereceğim Hamdi. Sizlerin de bildiği gibi şanı yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de ilk insanın yaratılışından başlayarak bizlere tüm bir insanlığın dünya tarihindeki serüveninden bahset­mektedir. Peygamberlerin nasıl bir topluma gönderil­dikleri, Allah'ın emri ile neler yaptıkları ve nelerle karşılaştıkları değişik kıssalarda anlatılmaktadır. Şimdi size sormak istiyorum. Alemlerin Rabbi olan Allah Celle Celaluhu bizlere bu peygamber kıssalarını ve onların yaşadıkları muhteşem olayları neden anlatıyor?”
“Bilmemiz için değil mi?”
“Bu yeterli bir cevap değil Merve. Çünkü Allah Celle Celaluhu bütün bunları bizlere bilgimize bilgi, kültürümüze kültür katmak için anlatmıyor. Hesap gü­nünde Allah'ın huzuruna çıkarıldığımızda Rabbimiz bizlere “Söyleyin bakalım. Adem topraktan mı yaratıl­dı? Nuh kaç sene yaşadı? İbrahim neden ateşe atıldı?” gibi sorular sorarak, bu konulardaki bilgimizi ve kültü­rümüzü sınamayacak. O halde neden, Allah Celle Ce­laluhu bizlere bu peygamber kıssalarını neden anlatı­yor?”
“Örnek ve ibret almamız için.”
“Güzel bir cevap Hamdi. Başka cevabı olan var mı? Evet, yeni arkadaşınızın elini kaldırdığını ve düşün­celi gözlerle “Tarihimizi bilmemiz ve bir müslüman olarak geçmişimizi, özgeçmişimizi anlamamız için” de­diğini duyuyor gibiyim!. İşte aradığımız cevap budur arkadaşlar. Şanı yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim'de ilk insanın yaratılışından başlayarak bizlere tüm bir insan­lığın dünya tarihinde yaşadığı önemli olaylardan bah­sederek, bizlere geçmiş tarihimizi bildirmekte ve birer müslüman olan hepimize muhteşem bir özgeçmiş bilinçi vermektedir. Önemli olanı bu özgeçmişimizi anla­mamız ve buna sahip çıkmamızdır.”
“Hocam bu nasıl olacak?”
“Merve hanım, öncelikle meselenin önemini anla­mamız gerekiyor. Biraz önce belirttiğim gibi insanlar yeyipiçtikleri şeylerle sadece fiziki bedenlerini büyü­türler. Bir kişinin insani düzlemde gerçekten büyüme­si ve olgunlaşması ise bu kişinin yaşadığı olaylarla, bu olaylardan aldığı derslerle ve anladığı gerçeklerle ilgili bir meseledir. Daha açık bir ifadeyle insanlar yeyip-içtikleri şeylerle değil, yaşadıkları ve şahit oldukları olay­larla büyürler. Nitekim bu gerçeği bilen ve bizlere de bildiren Rabbimiz, Kur'an-ı Kerim'de geçmiş tarihimizi kıssalar halinde anlatırken “Onları görmedin mi, şun­ları işitmedin mi?...” gibi İlahi hitablarla bizleri bizzat olayın içine davet etmekte ve bu olayları bizzat kendi­miz yaşamışız gibi iman etmemizi istemektedir. İşte Kur'an-ı Kerim'de zikredilen kıssalara bu İlahi murad ile yaklaşan ve bu şekilde iman eden müslümanlar, hiç kuşkunuz olmasın ki bizzat yaşadıkları binlerce yıllık bir tarihi birikime, tarihi köklere sahip olacaklar ve yaklaşık 6000 yaş olgunluğu ile günümüze gelecekler­dir. Bu önemli meseleyi daha iyi anlayabilmeniz için is­terseniz açık bir örnek daha verelim. İsteriz hocam.”
“İsteyeceğini biliyordum Hamdi. Evet, örnek ola­rak Adem Aleyhisselam'ın oğlu olan Habil'i ele alalım. Habil onbeş yaşında bir genç olarak hiç ölmeden ve hiç yaşlanmadan günümüze kadar yaşamış olsaydı, günümüzdeki yetmiş-seksen yaşlarındaki ihtiyarlar mı yoksa onbeş yaşında olmasına rağmen altıbin yıllık bir özgeçmişi olan Habil mi daha büyük bir insan olurdu?”
“Onbeş yaşındaki Habil daha büyük bir insan olurdu.”
“Çok güzel, hepbirlikte verdiğiniz bu güzel cevap için, hepinize teşekkür ediyorum. Evet, sizin de söyle­diğiniz gibi onbeş yaşındaki Habil, günümüzdeki bütün yaşlılardan çok daha büyük bir insan olurdu. Çünkü günümüzdeki yaşlı insanların yetmiş-seksen yıllık bir özgeçmişleri varken, önbeş yaşındaki Habil'in altıbin yıllık bir özgeçmişi olacaktı. Altıbin yıllık olaylara şahit olan ve böyle bir yaşam tecrübesine sahip olan Habil, günümüzdeki bütün yaşlılardan büyük, çok daha bü­yük bir insan olurdu.”
“Hocam biz de bu kadar büyüyebilir miyiz?”
“Tabî ki büyüyebilirsiniz Merve. Bu kitab çalışma­sında ele alacağımız bütün peygamber kıssalarını san­ki yeniden yaşıyormuşunuz gibi dinler ve bizzat kendi­niz yaşamış gibi iman ederseniz, hiç kuşkusuz ki fiziki yaşınız kaç olursa olsun, olgunluk yaşınız altıbin ola­caktır. Günümüz müslümanlarına altıbin yıllık tarihi kökler veren Kur'an-ı Kerim kıssalarını yaşayarak okursanız, hiç kuşkum yok ki elinizdeki bu kitabı altı­bin yaşında bir İnsan olarak bitireceksiniz. Size yaşınız ve özgeçmişiniz sorulduğunda “Bizler altıbin yaşında müslümanlarız” diyerek söze başlayacak ve Hazret-i Adem Aleyhisselam'dan Resulullah Sallallahu aleyhi vesselleme kadar tüm peygamberlerin mücadelelerini bizzat kendiniz yaşamış ve şahit olmuş gibi anlatarak, günümüze geleceksiniz. Zaten “Beklenen Müslüman­lara” isimli bu kitab çalışmasının gerçek muhatapları, elli-altmış yaşında olan ihtiyar küçükler değil, en az al­tıbin yaşında olan genç büyükler olacaktır. Çünkü gü­nümüz dünyası, altıbin yıllık özgeçmişe ve tarihi tecrü­beye sahip böylesi gençleri bekleyen bir dünyadır.”
“Bu söylediklerinizi çok iyi anladık ve çok teşek­kür ederiz hocam.”
Bu önemli meseleyi çok iyi dinlediğiniz ve anladığınız için ben de teşekkür ederim. Bu arada anlatılan­ları büyük bir ciddiyetle dinleyen yeni arkadaşınızın, elindeki kağıda bazı notlar aldığını görüyorum. Umud ediyorum ki bu gerçekleri yaşarsa yarınlarda büyük, gerçekten büyük bir insan olabilecektir. O halde sizler de not alın, sizler de altını çizin bu gerçeklerin.
Evet, bu bölümdeki konumuz, her şeyin evvelin­de sadece Allah olduğu gerçeği idi. Daha önce de be­lirttiğimiz gibi ne küçücük bir taş, ne canlı bir baş, ne bir yudum su, ne de bir nefes hava yok iken sadece Allah vardı. Çünkü yaratılmış her şey bir varlık nede­nine muhtaç olmasına rağmen, yegane Yaratıcı olan Allah, varlık nedenine muhtaç değildi.
İşte bu nedenle hiç, ama hiçbir şey yok iken, bu yokların içindeki tek bir Var, sadece ve sadece Allah idi.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Yerlerin Ve Göklerin Yaratılması

Yerlerin Ve Göklerin Yaratılması

Artık yaratılış tarihine başlıyoruz.
Tabi ki bu önemli konularda kendimize esas ala­cağımız kaynaklar, Kur'an-ı Kerim ve Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafa Sallallahu aleyhi ve sellem'in bizlere bildirdiği sahih haberler olacaktır. Çünkü din adına anlatılan gerçekleri bütün müslümanların kabul edebilmesi için, bu anlatılan gerçeklerin bü­tün müslümanlann ortaklaşa kabul ettikleri iki temel kaynağa, yani Kur'an ve sünnete dayanması gerekir. Falanca kitabta yazılan hikayeler veya filanca hocanın anlattığı kıssalar Kur'an ve sünneti dikkate almıyorsa, müslümanların inanmaları, iman etmeleri gereken şeyler değildir.
“Hocam işleyeceğimiz konularda ve peygamber kıssalarında, sadece ayet ve hadisleri mi söyleyeceksi­niz?”
Temel kaynağımız elbetteki ayetler ve sahih ha­disler olacaktır. Ancak iman eden, düşünen, akleden, anlamaya çalışan birer müslüman olarak bu ayet ve hadisleri Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde düşünmeye, değerlendirmeye ve anlamaya gayret edeceğiz. Seçilmiş ve övülmüş insanlar olan peygamberleri ken­di ölçülerimize göre tanımlamaya değil, Kur'an ölçüsü­ne göre tanımaya çalışacağız. Tabi ki bütün bunları ya­parken bizleri sapmaktan ve sapıklığa neden olmaktan koruyabilecek yegane güç olan Allah'a sığınacak ve Allah'a tevekkül edeceğiz.
Evet, bu kısa girişten sonra konumuza başlaya­biliriz. Kur'an-ı Kerim'de beyan edildiği ve Peygam­berimiz Hazret-i Muhammed Mustafa Saliallahu aley­hi ve sellem'in bizlere bildirdiği gibi, kendisinden önce ve kendisiyle beraber hiçbir şey yok iken Allah Celle Celaluhu önce suyu ve su üzerinde arşı yarattı. Ebedi­yete kadar vuku bulacak, gerçekleşecek her şeyi yaz­dı, takdir etti ve tüm melekleri nurdan, cinleri ise du­mansız ateşten yarattı.
“Hocam, Allah bütün bunları niye yarattı?”
“Bu çok önemli bir soru Merve!. Kendisinden ön­ce ve kendisiyle beraber hiçbir şey yok iken, elbetteki Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı da yoktu. Sadece kendisi varken O yine Rahman'dı, ancak rahmet edeceği bir şeye muhtaç değildi. Sadece kendisi varken O yine Vedud'du, ancak sevmeye ve sevilmeye muhtaç değil­di. Sadece kendisi varken O yine Cebbar'dı, Kahhar'dı ancak bir şeyi cezalandırmaya ve kahretmeye muhtaç değildi. Çünkü Allah'm bütün bu sıfatları, is­patlanmaya gerek duyan veya bir muhataba muhtaç olan sıfatlar değildi. Bütün bunları dikkate aldığımız zaman şanı yüce Rabbimizin hiçbir şeyi Öncelikle ken­disi için yaratmadığını anlayabiliriz.”
“O halde niye yarattı?”
“Bunun cevabını sizin bulmanız gerekir Merve ha­nım. Rabbimiz bütün bunları kendisi için yaratmamışsa, yaratma nedenini yaratılanlarda aramamız gerek­mez mi?”
Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de “Ben insanları ve cinleri Bana kulluk etsinler diye yarattım” buyuruyor.
Bizlere çok güzel bir gerçeği hatırlattın Fatih. Şimdi bu İlahi gerçeği biraz açıklayalım. İnsanları ve cinleri kendisine kulluk etmeleri için yaratan Rabbimi­zin, insanların ve cinlerin kulluğuna muhtaç olmadığı­nı hepimiz biliyoruz. Demek ki Allah'a kulluk etmeleri için yaratılan insanların ve cinlerin asıl yaratılma ne­denleri kendileriyle ilgili bir imtihandır. Bu imtihanın iki ayrı neticesi olduğunu dikkate aldığımız zaman şa­nı yüce Rabbimizin insanları ve cinleri cennet veya ce­hennem için yarattığını düşünebiliriz. Peki kendisiyle beraber hiçbir şey yok iken, şanı yüce Rabbimiz bu ya­ratma işine niye başladı. Henüz yaratmadığı halde gayb ilmiyle çok iyi bildiği Nemrud ve Firavun gibi za­limleri cehennemle azaplandırmak için mi, yoksa he­nüz yaratmadığı halde gayb ilmiyle yine çok iyi bildiği İbrahim ve Muhammed gibi salih kullarını cennetle mükafatlandırmak, onları hoşnut etmek için mi?
“Öncelikle zalimleri azaplandırmak için değil, sa­lih kullarını hoşnut etmek için hocam.”
Bu doğru cevabı neye dayanarak söylüyorsun Fa­tih.
“Çünkü Rabbimiz “Rahmetim, gazabımı geçmiş­tir” buyuruyor.”
Allah senden razı olsun Fatih. İşte İlahi gerçekleri çok okumanın faydalarıdır bunlar. Evet, rahmeti ga­zabını geçen Rabbimiz, bütün bu yaratma işlerine öncelikle rahmet etmek, salih kullarını hoşnut etmek muradıyla başlamıştır. Henüz yaratmadığı halde gayb ilmiyle çok iyi bildiği İbrahim ve Muhammed gibi salih kullarını sevdiği ve onları hoşnut etmeyi murat ettiği için bu alemleri yaratmıştır.
“Hocam!. Allah önce cinleri mi, yoksa melekleri mi yarattı?”
Kur'an-ı Kerİm'den anladığımıza göre önce me­lekleri, sonra yeri ve gökleri, daha sonra cinleri ve in­sanı yaratmıştır Seda hanım. Daha önce de belirttiği­miz gibi melekleri nurdan, cinleri ise dumansız ateşten yaratmıştır.
“Meleklerin cinsiyeti yoktu, değil mi hocam!.”
“Evet Merve. Meleklerin cinsiyeti yoktu. Onlar ne erkek, ne de dişi idiler. Onlar üreyerek de çoğalmadılar. Onların hepsi yegane yaratıcı olan Allah tarafın­dan yaratılan, her türlü kötülük ve günahtan uzak olan nurani yaratıklardır. Ayrıca biz insanların dünyevi ya­ratılışlarına göre çok hızlı varlıklar olduklarından, biz­lere göre ellibin yıl olan bir zaman dilimini, melekler sadece bir gün olarak yaşamaktadırlar. Daha açık bir ifadeyle meleklerin yaşadıkları bir gün, bizlerin dünya­daki zaman anlayışına göre ellibin yıl gibidir. Ellibin yı­lı 365'le çarparsak, meleklerin yaşam hızının veya za­man algılayışının bizlerden 18.250.000 kat daha fazla olduğunu anlayabiliriz.”
“Hocam öldükten sonra hesap gününde bizlere dünyada ne kadar yaşadığımız sorulduğunda “Bir gü­nün, sadece bir saati kadar” cevabını vereceğiz.”
“Çok güzel Veli. Peki hesaba çekileceğimiz, yap­tıklarımızdan ve yapmamız gerekirken yapmadıkları­mızdan sorgulanacağımız o muhteşem hesap günü, şimdiki zaman anlayışımıza göre kaç yıllık bir gündür.”
“Bin yıllık bir gündür.”
“Evet, bin yıllık bir gündür Veli. İşte bin yılı bir gün­de yaşayacağımız o hesap gününde bile, melekler biz­den elli kat daha hızlı olacaklardır. Şimdi yine konu­muza dönecek olursak, su üzerinde arşı ve sonra melekleri yaratan Rabbimiz, daha sonra yeri ve gökle­ri yaratmıştır. Kur'an-ı Kerim'de de beyan edildiği gibi amel yani yapacağımız işler ve yaşantı bakımından hangimizin daha iyi olduğunu denemek, imtihan et­mek, açığa çıkarmak için yaratılan yer ve gökler, in­sanlar ve cinler için bir imtihan yeri, bir imtihan me­kanıdır.”
“Hocam, yerin ve göklerin nasıl yaratıldığı Kur'an'da bildiriliyor mu?”
Bu konuda ne kadar bilmemiz gerekiyorsa, elbettekî o kadar bildiriliyor Merve. Nitekim Kur'an'da bildi­rildiğine göre yer ve gökler bir kitabın iki sayfası gibi bitişik iken yani yer ve gökler arasında hiçbir şey yok iken, Allah Celle Celaluhu onları ayırdı.
“Bizim bir kitabın iki sayfasını açtığımız gibi mi? Hem öyle, hem de o kadar basit değil Hamdi Çünkü bizler hazır mekanın içindeki o iki sayfayı ko­layca açabiliriz. Rabbimizin çok boyutlu açtığı bu iki sayfa ise mekanın bulunmadığı kaskatı bir yokluk için­de gerçekleşmiştir. Yani o iki sayfanın arasında ve dı­şında hiçbir şey yok iken, demirden katı bu yokluk içinde iki sayfa açılmış ve Rabbimiz tarafından açılan bu iki sayfanın arasında yeri ve gökleri içine alan bu muazzam mekan varolmuştur. Bunun ne anlama gel­diğini düşünen her insan için, bu hadisenin tek bir ta­nımı vardır. Mucize..”
“Hocam big bang yani büyük patlama teorisi hakkında ne düşünüyorsunuz?”
“Hiçbir şey düşünmüyorum sadece gülümsüyorum Fatih. Bu teori ile Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen “Yerler ve gökler bitişik iken Allah onları ayırdı ve du­man halinde olan göğe yöneldi” buyruğu birbiriyle örtüştüğü için, bazı çevreler bu bilimsel teorinin ışığında İlahi vahyin doğrulandığını düşünmekte ve bu teoriye sımsıkı sarılmaktadırlar. Oysa herhangi bir bilimsel te­orinin, bazı boyutlarda İlahi vahiy ile örtüşmesi, İlahi vahyin doğruluğuna değil; söz konusu bilimsel teorinin bu gibi boyutlarda kısmi olarak doğruluğa yaklaştığına işarettir. Çünkü hak ve gerçek olan İlahi vahiy, bilim­selliğin karşısında ölçülecek bir nesne değil, ölçünün ta kendisidir.”
Ayrıca şu hususa da dikkat edilmelidir ki Big Bang teorisi, hak olan gerçeği arama kaygısıyla gün­deme getirilen bir teori değildir. Uzun asırlardır Allah'a inanmamak için Allah'ın dışında bir yaratıcı unsur ara­yan insanlar, bu teoriye sarılarak yerlerin ve göklerin yaratılışına bir açıklama getirebilme gayretindedirler. Sözü edilen bu teoriye göre yerler, gökler ve bütün bunları içine alan mekan yok iken bir şey patlamış ve yokluk içindeki bu patlama ile yerleri ve gökleri içine alan böyle bir mekan açılmıştır.
“Hocam, o yokluk içinde patlayan şey neymiş?”
O patlayan şeyin ne olduğu, kendiliğinden nasıl varolduğu, nasıl patladığı ve bu patlamayla yerleri ve gökleri içine alan böyle bir mekanın öyle bir yokluk içinde nasıl açıldığı hiç cevaplanmıyor ve hiçbir zaman da cevaplanamaz Merve. Çünkü bir yaratıcı olarak Allah'ı dikkate almayan bu teori, ispatlanması müm­kün olmayan bir teoridir. Binlerce yıldır yegane yaratı­cı olan Allah'ı inkar edebilmek için Allah'ın dışında bir yaratıcı unsur arayan insanlar, bu gibi sapık görüşleri­ni hiçbir zaman kanıtlayamayacaklardır. Çünkü bunu kanıtlayabilmeleri için, mutlaka ve mutlaka şu iki şey­den birisini bulmaları gerekecektir. Ya kendiliğinden varolabilecek bir madde, ya da Allah'ın dışında bu maddeyi yoktan varedebilecek yaratıcı bir güç!. Kendi olmadan, kendiliğinden varolabilecek bir maddeyi bu­lamayacakları aşikardır. Bu maddeyi yoktan varedebi­lecek Yaratıcı bir güç aradıklarında ise karşılarına Allah'dan başka bir İlah, Allah'dan başka bir Yaratıcı çıkmayacaktır. Çünkü Allah'tan başka hiçbir şeyde “Ben varolma nedenine muhtaç değilim ve diğer her şeyi ben yarattım.” gücü ve iddiası yoktur.
Evet, tekrar konumuza dönecek olursak her şeye Kadir olan Rabbimizin bir kitabın iki sayfası gibi ayırmasıyla yerin ve göklerin varolduğu mekan ortaya çık­tı. Allah Celle Celaluhu duman halinde olan göğe yö­nelerek, göklere ve yere “İsteyerek veya istemeyerek emrime gelin” buyurdu. Bu İlahi buyruk karşısında yer ve gökler “İsteyerek geldik” cevabını verdiler.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
“Hocam, burada Allah'ın emri neydi? Allah, ye­rin ve göklerin ne yapmasını, nereye gelmesini istedi?”
“Dikkatin için teşekkürler Veli. Hiç kuşkusuz ki yer ve gökler birbirinden ayrıldığı zaman, big bang yani büyük patlama teorisini savunanların zannettiği gibi kendiliklerinden böylesine muhteşem bir nizama gel­mediler ve gelemezlerdi. Bu nedenle Allah Celle Cela­luhu, yerleri ve gökleri yaratmazdan önce, yerlerin ve göklerin nasıl bir ahenk, nasıl bir nizam ve nasıl bir ih­tişam içinde olması gerektiğini belirlemiş yani takdir etmişti. Dolayısıyla yerler ve gökler birbirinden ayrıldı­ğı zaman Rabbimizin henüz bir duman halinde olan göğe yönelmesi, yere ve göğe bu emri vermesi, yerle­rin ve göklerin söz konusu ahenk ve nizama gelmesi içindi. Nitekim onlar da İlahi emri bu şekilde anlamış­lar ve “İsteyerek geldik” cevabını vererek, bugün de gözlemediğimiz bu muhteşem yapıya ve nizama gelmişlerdir.”
İsterseniz burada yerlerin ve göklerin “İsteyerek geldik” cevabı üzerinde biraz duralım. Bilmemiz gere­kir ki yerlerin ve göklerin Allah'ın bu emrine karşı çık­ma, bu emrini kabul etmeme tercihleri yoktu. Onların yegane tercihi, bu emri isteyerek veya istemeyerek ka­bul etme noktasındaydı. Hiç kuşkunuz olmasın ki bu emir onların korkmadıkları, sevmedikleri, büyük gör­medikleri bir makamdan gelen hoşlanmadıkları bir emir olsaydı, “İstemeyerek geldik” diyebilirlerdi. Ancak onlar kendilerine verilen bu emrin muhteşemliğini ve emir Sahibinin izzet ve keremini gördükleri için, hiç tereddüt etmeden “İsteyerek geldik, emrine isteyerek teslim olduk” cevabını vermişlerdir. Şimdi size sormak istiyorum, Allah'ın emrine teslim olanlara ne denir?
“Müslim, müslüman..”
Hepbir ağızdan verdiğiniz bu cevab için, hepinize teşekkür ediyorum. Evet, yer ve gökler bu İlahi emire karşı çıkma tercihine sahip olmamalarına rağmen, ye­gane tercihlerini “İsteyerek geldik, emrine isteyerek teslim olduk” noktasında kullanarak, isteyerek müslim, isteyerek müslüman olmuşlardır.
“Niye durdunuz ve gülümsediniz hocam!.”
İnsanları düşünüyorum Merve. Sizin de bildiğiniz gibi şöhretli bir insan, bir sporcu, bir artist, bir bilim adamı müslüman olduğu zaman, bazı çevrelerde bir şamata, bir velvele kopuyor. Sanki İslam, o kişinin müslüman olmasıyla bir değer, bir izzet kazanmış gibi “O falanca bile müslüman olmuş!.” demeye baş­lıyorlar. Halbuki o kişinin müslüman olmasıyla İslam değil, İslam'a girmekle o kişinin kendisi bir değer, o ki­şinin kendisi bir izzet kazanmıştır. Ayrıca yerlerin ve göklerin teslimiyetini, onların müslimliğini dikkate aldı­ğımız zaman, küçücük bir canlı olan insanın teslimiye­tini nasıl abartabiliriz ki!.
“Peki ya müslüman olmayanların, Allah'ın hük­müne karşı gelenlerin durumu hocam!.”
“Çok güze! Veli. Anlattığımız bu olayda onların du­rumu çok daha komik, çok daha trajik oluyor. Mesela yıldızlı bir gecede, yüksek bir tepenin üzerinde oturan böyle bir kimseyi, böyle bir inkarcıyı düşünelim. Günü­müzdeki uydulardan dünyanın genel bir fotoğrafı çekil­se, bu fotoğrafta o şaşkını görmemiz, görebilmemiz mümkün müdür?”
“Değildir hocam.”
“Tabi ki değildir. Çünkü bu kimse dünyanın genel fotoğrafı üzerinde görülemeyecek kadar ufak, farkedilemeyecek kadar küçüktür. Hiç kuşkunuz olmasın ki yedi kat göklerin de bir fotoğrafı çekilebilse, bu fotoğ­rafın içinde dünya ve dünyanın bulunduğu güneş siste­mi de görülemeyecek kadar ufak, farkedilemeyecek kadar küçük olurdu. Daha açık bir ifadeyle dünya ve güneş sistemi yedi kat gökler içinde bir zerre olduğu gibi, insanlar da bu zerrenin içinde bir zerre gibidir. İş­te zerrenin içinde bir zerre olan bu inkarcı insan, yıl­dızlı bir gecede yüksek bir tepenin üzerinde otururken şaşkınca etrafına bakıyor. Üzerinde bir zerre gibi gö­züktüğü yer ve yeterince görmekten bile aciz olduğu bir ihtişamlık içindeki gökler boyunlarını bükerek “Biz Allah'ın emrine isteyerek, severek ve sevinerek teslim olduk” derlerken; bu şaşkın insan küçücük bur­nunu havaya kaldırarak ben teslim olmadım, ben Allah'ın hükmüne karşı çıkıyorum” diyebilmekte ve bu gülünç sözüyle kendisinin özel, önemli ve özgür bir kişiliğe sahip olduğunu zannedebilmektedir!..
Fakat bizler yine de bu gibi insanların durumuna gülmeyelim arkadaşlar. Çünkü Allah bizlere hidayet et­meseydi, bizler de öyle bir şaşkınlık ve sapıklık içinde olabilirdik. O halde böylesi insanlar için de, bu insan­ların hidayet bulması için de dua edelim.
Tekrar konumuza dönecek olursak, Allah Celle Celaiuhu Kur'an-ı Kerim'de yeri ve gökleri altı günde yarattığını bildiriyor. Tabi ki burada sözü edilen gün, biraz önce de belirttiğimiz gibi bizim içinde bulunduğu­muz zaman anlayışına göre yirmidört saatlik bir gün değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'e göre zamanın nicelik boyutundan tanımı, bu tanıma muhatap olan varlığın yaşam hızına ve zaman algılayışına göre değişen bir tanımdır. Nitekim Kur'an'ın muhtelif yerlerinde Allah katındaki bir günün, bizim yanımızdaki bin ya da elli-bin yıla karşılık olabileceği bildirilmekte ve zamana muhatap olan varlığın durumuna göre çok daha fazla olabileceğine de işaret edilmektedir.
“Hocam, Allah yeryüzünü milyarlarca yıl önce yaratmış değil mi? Çünkü bilim adamlarının açıklama­ları böyle.”
“Bilmiyorum Fatih!. Belki bilim adamlarının tah­mininden çok daha fazla, belki de çok daha az, bilmi­yorum!.”
Ama bu tesbitlerin bilimsel olduğu söyleniyor!. Bilimin bu konudaki yaklaşımı, bazı maddelerin kaç yılda oluşabileceğinden hareketle ileri sürdükleri zan ve tahminlerdir. Ancak söz konusu bilim adamları maddenin bu oluşumunu dikkate alırlarken, ne yazık ki her şeye Kadir olan Allah'ı ve ilk yaratılışı hiç dikkate almıyorlar.
“Nasıl?”
Mesela karbon testiyle inceledikleri bazı maddele­ri bir kenara bırakıp, basit bir örnek olarak ceviz ağacını ele alalım. Bilim adamları bir ceviz ağacını görüp, onun gövde yapısını ve gövdedeki dairemsi halkaları İnceledikleri zaman, “Ceviz ağacının bu duruma gele­bilmesi yüz yıl ister” diyerek, söz konusu ağacın yakla­şık yaşını hesaplıyorlar. Yerin ve göklerin ilk yaratılışın­dan sonraki dönemler için, böylesi hesaplar elbctteki doğrudur. Ancak ilk yaratılış için böylesi hesaplar yapılamaz. Dünyadaki ilk ceviz ağacına da aynı ölçüyle yaklaşan günümüz bilim adamları, ilk yaratılışı ne sanı­yorlar ki!. Allah önce bir ceviz yarattı, sonra onu top­rağa dikerek ve uzun yıllar sulayarak büyümesini mi bekledi!. Oysa karşımızda ceviz ağacı yetiştiren bir çift­çi değil, bu ağacı yoktan yaratan Allah vardır. Ve her şeye Kadir olan Allah bir şeyin olmasını dilediği zaman ona sadece “Ol” der ve o da oluverir. Söz konusu di­ğer bütün maddelerin de ilk oluşumu, bu İlahi gerçekliğin içine girer. Allah'ın “Ol” emri karşısında, “Ya Rabbi bizim olmamız için milyon yıl, milyar yıl gerekir” diye bir cevap vermez, veremez bu maddeler. Allah “Ol” der, onlar da hemen oluverir. Dolayısıyla yaratıl­mış bütün maddeleri bu İlahi gerçekliğin içine aldığı­mız zaman, dünyanın veya kainatın yaşı hakkında söylenebilecek en doğru söz “Alllahualem” yani “Allah bilir” olacaktır.
“Evet arkadaşlar, kendilerine bilim adamı denilen birçok insanın bile henüz kavrayamadığı bu önemli gerçekleri çok dikkatli bir şekilde dinlediğiniz ve anlamaya çalıştığınız için sizlere teşekkür ediyorum.”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İlk İnsan Olan Adem Aleyhisselam'in Yaratılması

İlk İnsan Olan Adem Aleyhisselam'in Yaratılması

Hazret-i Adem Aleyhisselam’ın yaratılması konu­sunda Kur'an-ı Kerim'in muhtelif yerlerinde önemli ayetler zikredilmektedir. Fakat ne yazık ki Kur'an'da zikredilen bu ayetler, bazı bilimsel çevrelerce yanlış an­laşılmakta, yanlış yorumlanmaktadır. Elimde gördüğü­nüz bu kağıtta, konumuzla ilgili bazı ayet-i kerimeler bulunmaktadır. Büyük insanların içine düştüğü bazı bü­yük yanılgılara sizlerin de düşmemesi için, bir arkada­şınızın bu ayetleri yavaş yavaş okumasını ve diğerleri­nizin de dikkatlice dinlemesini istiyorum.
“Evet, konumuzla ilgili bu ayetleri kim okumak is­tiyor?”
“Ben okuyabilirim hocam.”
“Peki Hamdi, kağıdı alabilirsin. Ancak sana sor­mak istiyorum. Ayetleri okumaya başlamadan önce ne söylemen gerektiğini biliyor musun?”
Bismillahirrahmanirrahim diyeceğim.”
“Doğru fakat eksik bir cevab oldu. Çünkü şanı yü­ce Rabbimiz, Kur'an-ı Kerim'i ve onun ayetlerini oku­maya başlamadan önce, kovulmuş şeytandan kendisi­ne sığınmamızı emrediyor. Bu nedenle sadece besmele değil, euzü besmele çekmemiz yani “Euzubillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim” dememiz ge­rekli.
“Neden acaba?”
“Güzel bir merak ve güzel bir soru Merve hanım. Gerçekten Rabbimiz bunu niye emretti!. Mesela bir in­san Kuranı eline alsa ve euzü besmele çekmeden oku­maya çalışsa, harfleri ve kelimeleri göremez mi, bun­ları okuyamaz mı?”
“Okuyabilir hocam.”
Tabi ki okuyabilir. Çünkü euzübesmele çekmeme­si, okumasına mani, okumasına engel değildir. Peki söyleyin bakalım, euzübesmele çekmemesi okumasına engel olmaz ama neye engel olur?
Cevab yoksa ben söyleyeyim. Euzübesmele çek­memesi ayetleri okumasına engel değildir ama bu ayetleri doğru anlamasına engeldir. Çünkü kovulmuş şeytandan Allah'a sığınmadığı zaman, şeytan aleyhillane onun okumasını değil, anlamasını engellemeye ça­lışır. Zaten şeytan aleyhillane bir insanın Kur'an okumasından ziyade, okuduğu Kur'an'ı doğru anlama­sından ve anladığı doğrulan yaşamasından korkar. Herhangi bir insan isterse günlerce, isterce yıllarca Kur'an okusun fakat okuduğu Kur'an'ı hiç anlamasın veya yanlış anlasın ister. İşte bunun için Kur'an okuyan herkese, her fırsatta müdahale eder. Kur'an okuyan o kimse şayet euzübesmele çekerek şeytandan Allah'a sığınmamışsa, o kimseye okuduğu ayetlerle ilgili öyle yanlış vesveseler, öyle yanlış manalar verir ki, o konu­daki gerçeği bilmeyen insan, kalbine gelen bu vesve­seleri, bu manaları kendi düşüncesi zannederek bunla­rı kabul eder. Dolayısıyla hak olan ayetleri okuduğu zaman anladığı şeyler batıl, doğru olan ayetleri okudu­ğu zaman anladığı şeyler yanlış olur. İşte bunun için, bizlerin en büyük düşmanı olan şeytana böyle bir mü­dahale fırsatı vermemek için, Kur'an-ı Kerim'i kovul­muş şeytandan Allah'a sığınarak okumamız gerekir.
“Hocam o halde Kur'an'ı okurken olduğu gibi dinlerken de euzübesmele çekmemiz, kovulmuş şey­tandan Allah'a sığınmamız gerekir.”
“Çok güzel Veli. Elbetteki okurken ayetleri yanlış anlamaktan Allah'a sığındığımız gibi, dinlerken de sı­ğınmamız gerekir. Artık bu güzel açıklamalardan sonra euzübesmele çekerek, konumuzla iigili ayetleri oku­maya ve dinlemeye başlayabiliriz. Haydi Hamdi, şim­di bizlere Hazret-İ Adem Aleyhisselam'ın yaratılması konusundaki ayetleri okuyabilirsin.”
Euzubillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmararrahim.
Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınarak, Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlarım.
Hani Rabbin meleklere demişti:
“Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yarata­cağım. Ona bir biçim verdiğimde ve ona ruhumdan üfürdüğümde hemen ona secde ederek kapanın.”
Hani Rabbin meleklere:
“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. Onlar da “Biz Seni övüp-yüceltir ve takdis ederken orada fesad çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. (Allah) “Şüphesiz Ben sizin bilmediğinizi bilirim” dedi. Ve Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip “Eğer doğru sözlüler iseniz, bunları Bana isimleriyle haber verin” dedi. Dediler ki: “Seni tenzih ederiz, Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bil­gimiz yoktur. Şüphesiz Sen her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın” (Allah) “Ey Adem, bunları on­lara isimleriyle haber ver” dedi. O da isimleriyle haber verince, (Allah) dedi ki: “Size göklerin ve yerlerin gaybını gerçekten Ben bilirim, gizli tuttuklarınızı da, açığa vurduklarınızı da Ben bilirim diye söylememiş miydim?”
“Teşekkür ederim Hamdi. Allah'ın ayetlerini dinle­dikten sonra, müminler olarak “Amenna ve sadakna” yani “Doğruladık ve inandık, iman ettik” dememiz ge­rekir.”
“Amenna ve sadakna, doğruladık ve iman ettik.”
“Evet, şanı yüce Rabbimiz meleklere “Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer, yeryü­zünde bir halife yaratacağım” dedi.”
“Hocam, beşer insan demek. Peki halife ne de­mek?”
“Bir dakika Merve, bunu biraz sonra açıklayacağız. Ben önce sizin dikkatinizi bu konuşmaya ve bu konuş­manın taraflarına çekmek istiyorum. Bildiğiniz gibi bu konuşmalar Allah ve melekler arasında geçmektedir. Yani bir tarafta yaratılmış melekler, diğer tarafta ise bu melekleri ve her şeyi yaratan Allah. O halde bu konuş­maların mahiyetini anlayabilmemiz için, az da olsa Rabbimizin Kelam sıfatı üzerinde durmamız gerekir.”
“Kelam demek, bir manayı, bir maksadı anlatan ifade, söz demektir. Bizlerdeki kelam ya da konuşma sıfatı, belli bir çerçevede kalan sınırlı bir sıfattır. Mese­la bizler konuşabilmemiz için havaya ve sese muhta­cız. Kelimelere ve cümlelere muhtacız. Karşı tarafın bizi duymasına, bizim lisanımızı bilmesine, bizi anla­masına muhtacız. Bütün bunlara muhtaç olduğumuz için dağlarla, taşlarla, bitkilerle, hayvanlarla veya bizim lisanımızı bilmeyen insanlarla konuşamayız, onlara ne demek istediğimizi anlatamayız.”
Gerçek kelam sahibi Allah ise böyle değildir. Bizim muhtaç olduğumuz hiçbir şeye muhtaç ol­madığı için dağlarla, taşlarla, bitkilerle, hayvanlarla ko­nuşabilir, onlara istediği emri, istediği şekilde vahyede­bilir. Allah'ın kelamına, Allah'ın vahyine muhatab olan hiçbir yaratık,, hiçbir canlı “Ya Rabbi duymadım veya anlayamadım, bu ne demekti?” diye sormaz. Çünkü Allah Celle Celaluhu o sözü, o kelamı, manası ile bir­likte iletir karşı tarafa.
“Hocam, örnek verir misiniz?”
“Tabi ki Hamdi. Mesela ben biraz önce “Halife” kelimesini kullanınca, Merve arkadaşınız “Hocam, ha­life ne demek?” diye sordu. Yaratılmış insanlar arasın­da geçen konuşmalarda, tabi ki çok doğal bir sorudur bu. Fakat biliyoruz ki Allah Celle Celaluhu meleklere “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediği za­man, meleklerden hiçbiri “Ya Rabbi, halife ne de­mek?” diye sormadılar^ Çünkü benim gibi meramını anlatmaktan aciz olmayan, meramını anlatabilmek için karşı tarafın bazı özelliklerine, bazı ön bilgilerine muhtaç olmayan Allah Celle Celaluhu, meleklere yö­nelerek “Halife” hitabında bulunduğu zaman, bu hita­bın anlamını da iletti, manasını da verdi meleklere. İş­te bunun için meleklerden hiçbiri “Ya Rabbi beşer ne demek, halife ne demek?” diye sormadılar Allah'a.
“Hocam, Rabbimiz yere ve göklere “Emrime ge­lin” diye buyurduğu zaman da, yer ve gökler “Ne em­ri, bu emrin içeriği ne?” gibi sorular sormamışlar, bu İlahi hitapla kendilerinden ne istenildiğini anlamışlardı.”
“Dikkatin için gerçekten teşekkür ederim Veli. Be­lirttiğin gibi yer ve gökler de“İsteyerek veya istemeye­rek emrime gelin” buyruğu üzerine hiçbir soru sorma­mışlar, mana ve anlamı içinde olan bu İlahi hitapla kendilerinden ne istenildiğini, neyle emrolunduklarını hemen anlamışlardı.
Evet, bu kısa açıklamadan sonra Rabbimizin bu Kelam sıfatını dikkate alarak ayetler üzerinde düşün­meye, ayetlerde geçen konuşmaları anlamaya çalışabi­liriz. Her şeyi yaratan, yoktan yar eden Allah Celle Celaluhu, meleklere "Ben kuru bir çamurdan, şekillen­miş bir balçıktan bir beşer, yeryüzünde bir halife yara­tacağım" dediği zaman; Kelam sahibi olan Rabbimiz insanın ne olduğu ve yaratıldıktan sonra neler yapabi­leceği hakkında dilediği ölçüde kısa ve genel bir an­lam, bir mana. bir bilgi vermişti meleklere.
Halife, bir şeyin yerine geçen vekil anlamına ge­liyordu. Melekler, kurumuş bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yaratılacak olan insanın yeryüzünde hali­fe olacağı haberini aldıkları zaman, bu haberi biraz te­reddütle karşıladılar.
Hikmetini anlayamadıkları bir durumdu bu!. Çünkü kendilerine verilen genel insan tanımında, bu İnsanın iki ayrı kutbu, iki ayrı özelliği bildirilmişti. Bu kutuplardan, bu özelliklerden olumlu olanı, insanın Allah'ı tenzih ve takdis etmesi, Allah'ı her türlü eksik­likten uzak görerek, O'nu birleyip, yüceltmesi idi. Fa­kat olumsuz olan diğer kutupta, bu insanların yeryü­zünde fesad çıkarması, kan dökmesi söz konusuydu. O halde neden, Allah neden böyle bir insan yaratacak ve onu yeryüzünde neden halife kılacaktı ki!. Bu insa­nı olumlu kutbu, Allah'ı tenzih ve takdis etmek gibi olumlu özelliği için yaratacaksa, bunu zaten kendileri de yapıyordu. İşte bu tereddütlerini, biraz önce okudu­ğumuz o ayetler ile bildirdiler Rabbinize. Dediler ki “Biz Seni övüp-yüceltir ve takdis ederken orada fesad çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?”
Meleklerin bu itirazlarında Rabbimize söyleme­dikleri, içlerinde gizledikleri bir husus daha vardı. Yer­yüzünde bir vekil, bir halîfe murad edilmişse, çamur­dan yaratılacak olan ve yeryüzünde kan dökecek olan insanların değil de, nurdan yaratılmış olan ve öylesi kötülüklerden uzak olan kendilerinin seçilmesi gerek­mez miydi!. Meleklerin bir türlü anlamadıkları, anlaya­madıkları bir durumdu bul.
“Hamdi, meleklerin bu itirazlarına, bu tereddütleri­ne Rabbimiz ne cevap vermişti?”
“(Allah) “Şüphesiz Ben sizin bilmediğinizi bilirim” dedi.”
“Evet, şanı yüce Rabbimiz meleklerine “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” dedi. Bu İlahi hitabın bir diğer manası “Ben size yaratacağım insan hakkında her şe­yi açıklamadım, her şeyi bildirmedim” demektir. Nite­kim ayetlerin devamında, insan hakkında bildirmediği şeyin ne olduğuna gizli bir açıklık getirilmektedir. Okur musun Hamdi.”
“Ve (Allah) Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip “Eğer doğru sözlüler iseniz, bunları Bana isimleriyle haber verin” dedi. Dediler ki: “Seni tenzih ederiz, Senin bize öğrettiğinden başka bi­zim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın” (Allah) “Ey Adem, bunları onlara isimleriyle haber ver” dedi. O da isimle­riyle haber verince, (Allah) dedi ki: “Size göklerin ve yerlerin gaybını gerçekten Ben bilirim, gizli tuttukları­nızı da, açığa vurduklarınızı da Ben bilirim diye söyle­memiş miydim?”
İşte birçok büyük insanın, hocaların, profesörle­rin anlayamadıkları ayetler bunlardır arkadaşlar. Oku­duğumuz ayetlerde melekler, insan hakkında acaba hangi gerçeklerle karşılaştılar ki, meleklerin tüm itiraz­ları gitti, tüm tereddütleri kayboldu!.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İlk İnsan Olan Adem Aleyhisselam'in Yaratılması devamı

İlk İnsan Olan Adem Aleyhisselam'in Yaratılması devamı

Bu ayetleri anlamaya ve yorumlamaya çalışan bir çok müfessir, bu olayda Hazret-i Adem'e melekler kar­şısında değer kazandıran gerçeğin, kendisine öğretilen isimleri bilmesi ve bu isimleri meleklere haber verme­si olduğunu savunmuşlardır. Oysa kendilerine haber verilen bir şeyi bilme ve öğrenme vasfı, meleklerde de vardı. Melekler de Rabbimizin kendilerine bildirdiği her şeyi biliyor ve sorulunca haber veriyorlardı. O hal­de Hazret-i Adem'e melekler karşısında değer kazan­dıran gerçek, meleklere ne olduğu sorulan şeylerin isimlerini bilmesi ve bu isimleri meleklere haber ver­mesi değildi. Bunu anladığımız zaman sorumuzla ilgili olarak geriye tek bir cevabın kaldığınızda .anlayabiliriz. Hazret-i Adem'e melekler karşısında değer kazandıran gerçek, meleklere ne olduğu sorulan şeylerin isimleri­ni bümesi ve bu isimleri meleklere haber vermesi, de­ğil, isimlerini bilciiği ve, haber verdiği şeylerin bizzat kendileriydi.
“Bunlar neydi hocam?.”
Bunlar meleklerin insan hakkında bilmedikleri diğer gerçeklerdi Merve. Ayetlerde açıkça bildirilmeyen bu gerçekler hakkında, mutlaka şudur veya budur şeklinde kesin tanımlamalarda bulunamayız. Ancak Kur’an-ı Kerim’in bütünlüğünü ve bu Kur’an’daki insan tanımını dikkate aldığımız zaman, meleklerin insan hakkında bilmedikleri gerçeklerin ruh, nefs, kalb, akıl gibi sıradışı özelliklerin yanısıra insanlık ağacının muhtemel meyveleri olan peygamberin, şehidlerin, salihlerin nur ve rahmet dolu kişilikleri olduğunu da söyleye biliriz.
“Hocam, bunlardan birkaç tanesini örneklendirebilir misiniz?”
“Tabi ki Hamdi. Şimdi örnek olarak şanı yüce Rabbimizin meleklere insan nefsinin karanlık yüzünü ve bunun yanı sıra salih kullarının rahmetle aydınlanan cemallerini göstererek “Eğer doğru sözlüler iseniz, bunları Bana isimleriyle haber verin” dediğini düşüne­biliriz. Rabbimizin insanlara verdiği nefs ve her türlü kötülüğe meyyal olan bu nefsin kişiyi azdıran karanlık vasıflarıyla ilk kez karşılaşan melekler, o zamana kadar hiç görmedikleri, hiç bilmedikleri bu azgın ve korkutu­cu şeyin ne olduğunu elbetteki hiç anlayamadılar. Di­ğer, tarafta ise meleklerin, yine o zamana kadar hiç görmedikleri, hiç bilmedikleri güzellikte nur ve rahmet dolu simalar vardı. Melekler bunların da ne olduğunu anlayamadılar, bunların da ne olduğunu söyleyemediler. Rabbimize. “Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur.” diyerek karşılaştıkları bu yepyeni şeylerin ne olduğunu hiç bilmediklerini itiraf ettiler. Çünkü melekler insan hakkında kendilerine verilen ilk bilgi ile insanın ve insanlık ağacının ne olduğu hakkında kısa ve genel bir anlayışa sahiptiler. İnsanlık ağacının karanlıkta kalan ve nefsin karanlıklarıyla mücadele eden köklerinden haberdar olmadıkları gibi, bu ağacın büyük bir azimle semata uzanan dallarından ve bu dalların zirve noktalarındaki meyvelerinden de haberdar değillerdi. Nitekim insanlık ağacının tüm insanlığa gurur veren meyveleriyle karşılaştıkları zaman şaşırdılar. İnsanlık ağacının muhteşem meyveleri olan peygamberlerin, şehitlerin, salihlerin nur ve rahmet dolu aydınlık vecheleriyle karşılaştıkları zaman, onların da ne olduğunu anlayamadılar. Bu gördüklerimiz birer melektir de diyemediler. Çünkü karşılarında kendilerinden çok başka, kendilerinden çok farklı muhteşem, bir gerçeklik duruyordu.
Ne zaman ki Adem Aleyhisselam onların ne olduğunu haber vererek “Bunlar biz insanlara bir imtihan gereği verilecek olan nefstir ve bu nefsin azgın ve sınır tanımaz istedikleridir. Şu gördükleriniz de benim ilerki zamanlarda doğocak olan evladlarıdır. Kendilerine verilen azgın nefse rağmen Allah’a kullukta birer destan yazan Muhammed’dir. İbrahim’dir. Musa’dır. İsa’dır. Rableri uğrunda canların verecek olan şehitlerdir, salihlerdir.” Dediği zaman, melekler için her şey anlaşılmıştı. Artık meleklerin en küçük bir itirazları, en küçük bir tereddütleri kalmamıştı.
“Hocam, Allah meleklere “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediği zaman, meleklere Hazret-i İbrahim’in nur dolu cemalini ve Hazret-i İbrahim’in nasıl bir kulluk içinde olacağını gösterseydi, melekler hiç itiraz etmezlerdi değil mi?
Öyle sanıyorum ki itiraz etmezler, itiraz edemez­lerdi Fatih. Çünkü Hazret-i İbrahim aleyhisselam, me­leklere verilen ilk insan tanımının çok üstünde, çok ötesinde bir kimliğe ve kişiliğe sahipti. Evet, bu önem­li meseleyi şimdilik daha fazla genişletmek istemiyo­rum. Beni dikkatle dinlediğiniz ve anlamaya çalıştığınız için hepinize teşekkür ediyorum. Gerçi bu anlattıklarımın sizin için çok ağır bir mesele olduğunu bilmeme rağmen yarınlarda bu konudaki yanlış görüşlerden et­kilenmemeniz için bu kısa açıklamayı gerekli gördüm. Gerekirse yarınlarda tekrar okur, tekrar düşünürsünüz bu önemli meseleyi.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İblisin, Adem Aleyhisselam'a Secde Etmemesi

İblisin, Adem Aleyhisselam'a Secde Etmemesi

İnsan ve şeytan arasındaki tarihi mücadele, ilk insan olan Adem Aleyhisselam'ın yaratılmasıyla bera­ber başlamıştır. Nitekim şimdi okuyacağımız ayet-i ke­rimeler, bu mücadelenin ne zaman ve nasıl başladığını beyan etmektedir.
Euzubillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim..
Hani Rabbin meleklere:
“Gerçekten Ben, çamur­dan bir beşer yaratacağım” demişti. “Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğimde siz onun için hemen secdeye kapanın.” Meleklerin hepsi topluca secde etti; Yalnız İblis hariç. O büyüklük tasladı ve (böylece) kafirlerden oldu. (Allah) Dedi ki: “Ey İblis, iki elimle yarattığıma seni secde etmekten alıkoyan ney­di? Büyüklendin mi, yoksa (gerçekten) yüksekte olanlardan mı oldun?” Dedi ki: “Ben ondan daha hayırlı­yım; Sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan ya­rattın.” (Allah) Dedi ki: “Öyleyse oradan çık, artık sen kovulmuş bulunmaktasın.” “Ve şüphesiz, din gününe kadar Benim lanetim senin üzerindedir.”
Evet, bu ayet-i kerimelerde açıklandığı gibi her şeyin yaratıcısı olan Allah Celle Celaluhu, tüm melek­lere yönelerek “Ben, çamurdan bir beşer yaratacağım. Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğimde siz onun için hemen secdeye kapanın” buyurdu. Rabbimizin bu emri karşısında İblis yani şeytan hariç, melekle­rin hepsi secde etti.
“Hocam, İblis bir melek miydi?”
“Hayır Seda!. İblis yani şeytan, kendisinin de ifade ettiği gibi nurdan yaratılan bir melek değil, dumansız ateşten yaratılan bir cindi. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in bir başka yerinde İblis'in cin taifesinden olduğu açıkça beyan edilmektedir.
“Ama Rabbimizin meleklere verdiği emirin içine o da giriyor!.”
“Biliyorum Seda. Zaten ben de size bunu açıkla­maya çalışıyorum. İblis ateşten yaratılan bir cin olma­sına rağmen, Öyle sanıyorum ki çalışmaları ve bilgisi ile Rabbimiz tarafından bir makama, meleklerle birlik­te anılabileceği bir makama yükseltilmişti. İşte melek­lerle birlikte anılabileceği böyle bir makama yükseltil­diği için, Rabbimizin meleklere yönelik emrinin kapsamına o da girmişti. Bu emire karşı gelip, bu emi­rin gereğini yapmayınca, ayetlerde de açıklandığı gibi bulunduğu yerden kovulmuş, çıktığı makamdan indiril­mişti.”
Şimdi size bu önemli konuyla ilgili bir soru sor­mak istiyorum. Hepinizin bildiği gibi alemlerin yegane Rabbi olan Allah Celle Celaluhu, Kendisinden başkasına kulluk yapılmasını kesinlikle yasakladığına göre, meleklerin Adem Aleyhissalam’a secde etmesini neden istiyor?.
Görüyorum ki sustunuz. Bu suskunluğunuzu da tebrik ediyorum. Çünkü din adına bildiğimiz doğruları söylememiz ne kadar önemliyse, bilmediğimiz konularda susmamız ya da. “Bilmiyorum” dememiz de o kadar önemlidir.
Şimdi sorumuza gelelim. Bu olaydaki secde eylemi, meleklerin insanlara kul oldukları, kul olacakları anlamına gelen bir eylem değildir. Çünkü bir secde eyleminin kulluk kapsamına girebilmesi için, secde eden kimselerin secde ettikleri kişiyi Rab kabul etmeleri ev böyle bir inanç, böyle bir teslimiyetle secde etmeleri gerekir. Kullukla ilgili bu gerçek, namaz kılan, secde eden insanlar içinde geçerlidir. Namaz kılan bu insanlar Allah’a yegane Rab olarak yönelmiyorlarsa, yaptıkları secde Allah’ın şeriatına, Allah’ın razı olacagı dine karşı kuşkusuz bir inancı, kuşkusuz bir teslimiyeti ifade etmiyorsa; bu insanlarınsecdesi, Allah’a kullukla ilgili bir secde değildir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi bir secde eyleminin kulluk kapsamına girebilmesi için, secde edilen kimsenin Rab kabul edilmesi ve böyle bir inanç, böyle bir teslimiyetle secde edilmesi gerekir.
Meleklerin secde olayında ise Adem Aleyhisselam’ım bir Rab yerine konulması söz konusu değildir. Bu olayda secde emrinin sahibi Allah olup, bu İlahi emine itaat edildiği zaman Adem Aleyhisselam’a değil emirin sahibi olan Allah’a kulluk yapılmış olur. Zaten ayetlerde de gördüğünüz gibi Adem Aleyhisselam’a secde emriyle karşılayan iblis “Ben Adem’e kulluk etmem” demiyor. Çünkü bu emirin kullukla ilgili değil, belli bir çevresinde itaati kabul etmekle ilgili bir emir olduğunu kendisi de biliyor.
“Hocam, insanlar cinlerden ve meleklerden üstün müdür?.”
“Bu konuda bir genelgeme yapamayız Merve. Çünkü bütün insanlar elbetteki cinlerden ve meleklerden üstün değildir. Ancak güçleri nisbetince Allah’akulluğu yerine getirmeye çalışan salihker, sıddıklar, şehitler, meleklerden bile üstün bir üstünlüğü, secde ve secde böylesi insanların takva ile erişebilecekleri bir üstünlüktür. Allah’a isyan eden insanlar ise değil meleklerden üstün olmak, hayvanlardan dahi daha aşağı bir duruma düşmektedirler.
Bu kısa açıklamadan sonra yine konumuza devam ediyoruz. Allah Celle Celaluhu meleklere Adem Aleyhissalem’a secde etmelerini emrettikten sonra sadeceİblis secde edenlerden olmamıştı. Bunun üzerine Allah Celle Celaluhu cin taifesinden olan İblis’e “Sana emrettiğimde, seni secde etmekten engelleyen nedir?” diye sordu.Bu soruda dikkatinizi çeken bir şey var mı?
“Her şeyi bilen Allah’ın, böyle bir sorunu sorması!.”
“Çok güzel Veli. Dikkatin için teşekkürler. Hiç kuşkusuz ki şanı yüce Rabbimiz, İblis’inneden secde etmediğini, onu secde etmekten engelleyen şeyin ne olduğunu biliyordu. Bütün bunları bilmesine rağmen İblis’e böyle bir soru yöneltmesinden, iki önemli, ders çıkarmamız gerekir. Bunlardan birincisi karşı taraf ne kadar suçlu olursa olsun, karşı tarafa bir söz hakkı ve kendisini savuna bilme fırsatı vermektir.”
“Yani yargısız infaz yok!.”
“Doğru söylüyorsun Fatih, yargısız infaz, savunmasız cezalandırma yok. Rabbimiz şeytana bile söz hakkı ve kendisini savunabilme fırsatı vererek bizlere örnek olmakta, düşüncesi ve eylemi ne olursa olsun her insana bizlerin de böyle yaklaşmasını dilemektedir. Çünkü karşı tarafı dinlemeden susturmaya kalkışanlar, sahiplendikleri fikir ve görüşlere güvenmeyen insan­lardır. Oysa hakka sahip olan ve hakkı savunan müslümanların böyle bir endişesi yoktur. Bu müslümanlar Allah'ın ayetleriyle alay edilmeyen her fikir ortamında, karşı tarafın düşünce ve eleştirisi ne olursa olsun onla­rı sonuna kadar dinlemekten ve bütün bunları cevaplandırmaktan çekinmezler. Çünkü hakkı savunan bu müslümanların sahiplendikleri hak, fikri tenkitlerden çekinen ve ciddi eleştirilerden gizlenmeye çalışan bir hak değildir.
Evet, Rabbimiz ile şeytan arasındaki bu konuşma­lardan almamız gereken ilk ders budur. Aynı konuşma­lardan almamız gereken ikinci dersi anlayabilmemiz için ise, öncelikle şu soruyu cevaplandırmamız gerekir. Rabbimiz şeytanla yapılan bu konuşmaları bizlere niye iletti, niye bildirdi?
“İblis'i yani şeytanı tanımamız için.”
“Çok doğru söyledin Veli. Rabbimizin İblise bazı sorular yöneltmesi ve bu sorulara verilen cevaplan biz­lere iletmesi, en büyük düşmanımız olan şeytanı iyi tanıyabilmemiz içindir. Çünkü sizlerin de bildiği gibi en tehiikeli düşman, tanınmayan ve ne yapacağı bilinmeyen düşmandır. Düşmanı önemsememek ise düşman­dan daha tehlikeli bir körlük, bir sağırlıktır. Nitekim bir Türkmen atasözünde “Kör olsun o göz, kendi düşma­nını tanımıyorsa” denilmektedir.
“Hocam, bir Rus atasözü de şöyle. “Çelimsiz düş­man bir şey yapamaz” demek; kıvılcım yangın çıkar­maz, sanmaktır.”
Düşmanı önemsememek konusunda, güzel bir söz Fatih.
“Karınca kadar düşmanını, karşında aslan bil!”
Bu söz de çok güzel Seda hanım. Ayrıca bir Arap atasözünde de şöyle deniliyor. “Dostunun düşmanın­dan da, düşmanının dostundan da sakın”
“Bunu anlayamadım hocam!.”
“Herhalde yeterince düşünmediğin için anlayamadın Hamdi. Kusura bakma, ben de açıklamayacağım. Çünkü bu sözü biraz düşününce anlayacağını umuyo­rum.”
“Ya anlayamazsam!.”
“Anlayamazsan işin kötü. Çünkü yaşadığımız ha­yatta dostunun düşmanlarından ve düşmanının dostla­rından her an bir kötülükle karşılaşabilirsin.”
“Sanırım şimdi anlamaya başladım.”
“Umarım çok daha fazla anlayacak ve bu sözü öm­rünün sonuna kadar unutmayacaksın. Çünkü herhan­gi bir müslüman bu gerçeği unutarak düşman bildiği şeytandan sakındığı gibi, şeytanın dostlarından da sa­kınmazsa, o kişi şeytanın müdahale sahası içine gir­mektedir. Şeytan aleyhillane bizzat müdahale edeme­diği bu kişiye, dost edindiği insanlar vasıtasıyla müdahale edebilmektedir. Netice olarak şeytandan ne kadar sakınmamız gerekiyorsa, makamı veya unvanı ne olursa olsun şeytanın yolunu izleyen insanlardan da o kadar sakınmamız gerekir.”
Artık konumuza dönebiliriz. Rabbimiz İblis'e “Sa­na emrettiğimde, seni secde etmekten engelleyen neydi?” sorusunu yönelttiği zaman, İblis secde etme­me nedenini şöyle açıklıyor.
“Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.”
Burada bir isyana tanık oluyoruz. Elbetteki bir yaratığın diğer bir yaratığa secde etmemesi görünürde basit bir olaydır. Meselenin dehşeti olan yönü, yaratıl­mış olan bir varlığın, Yaratıcı olan Allah’ın hükmüne karşı çıkmasıdır. Adem Aleyhisselam’a secde edilmesini emreden Rabbimiz, şayet dileseydi Adem Aleyhisselam’a değil, bir karıncaya secde edlmesini de emredebilirdi. Emredilen hüküm ne olursa olsun, Allah’ın hükmüdür. Karıncaya küçük görerek, Allah’ınhükmüne rağmen karıncaya secde etmemek karıncayı değil, Allah’ın hükmünü küçük görmektir. Nitekim Adem Aleyhisselam’a secde etmeyen İblis, bu eylemi ile Adem Aleyhisselsm’a değil, Allah’a isyan etmiş oluyordu.
Evet “Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattım” diyerek Adem Aleyhisselam’a secde etmeyen İblis’in bir bilgisi ve bilgisinden kaynaklanan bir gururu vardı. İblis’in bilgisine ve değer ölçüsüne göre ateş, yaratılış bakımından topraktan üstündü. İşte İblis’in bu bilgisi, Allah’ın hükmü ve emri ile çatıştığı zaman: İblis, Allah’ın hükmünü değil, kendi bilgisini tercih etmişti.
İblis’i isyana götüren sebeb, Allah’ın hükmüne rağmen kendi bilgisini tercih etmesiydi. Dolayısıyla bu konuda almamız gereken ilk ders, kişisel bilgilerimiz ile Allah’ın bizlere bildirdiği gerçekler birbiriyle çeliştiği zaman, hiç tereddüt etmeden Allah’ın bizlere bildirdiği gerçekleri kabul etmemiz olacaktır. insanların yanılabileceğini, Allah’ın ise kesinlikle ve kesinlikle yanılmayacağını bilerek, Allah’ın hükmünü seçecek ve hiç kuşku duymadan Allah’ın hükmünü seçecek ve hiç kuşku duymadan bu İlahi hükümleri tercih edeceğiz. Allah’ın hükmüne aykırı görüşler beyan eden insanlar ister bir profösör, ister bir din adamı veya devlet başkanı olsunlar, bu durum bizim haklı tercihimizi değiştirmeyecektir. Çünkü bizler biliyoruz ki Allah’ın hükmü, gerçeğin ta kendisidir. Şayet bunu yapmaz ve başkanlarının görüşlerini veya kendi bilgimizi Allah’ın hükmüne tercih edersek, şeytan ile aynı hatayı yapmış ve şeytan ile aynı akibete süreklenmiş oluruz.
Rabbimiz böyle bir sapıklıktan hepimizin muhafaza ettim
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Adem Aleyhisselam’ın Şeytana Aldanması

Adem Aleyhisselam’ın Şeytana Aldanması

Bilgisinden kaynaklanan bir gurur ile Allah’ın hükmüne itaat etmeyen İblis, bulunduğu makamdan ve Allah’ın rahmetinden kovulduğu zaman nasıl bir duruma düştüğünü anladı. Ancak bu duruma düşmesi de suçlu olarak kendi nefsini değil, Adem Aleyhisselam’ı görmüştü. Nitekim kendisini suçlu görmediği için Allah’a tevbe etmemiş, Adem Aleyhisselam’a şiddetli bir şekilde düşman olmuştur. İşte suçu ve suçluyu dışarda arayan bu yaklaşım, İblis’in ikinci büyük hatasıydı.
Secde hükmünü yerine getirmeyen İblis’i rahmetinden uzaklaştıran Rabbimiz, Adem Aleyhisselsm’a bir eş olarak Havva validemizi yaratmış ve her ikisini cennete yerleştirmişti. Burada nefislerinin arzuladığı her şey vardı. Adem Aleyhisselam ve Rabimizin Adem Aleyhisselam’dan yarattığı Havva validemiz, bu Adem Aleyhisselam’dan yarattığı Havva validemiz, bu cennet bahçesinde yaşıyorlar, cennet nimetleriyle nimetleniyorlardı. Rableri kendilerini sadece bir ağacın meyvesini yasaklamıştı. Onlar bu ağacın kendilerine neden yasakladığını bilmiyorlar ancak her şeye rağmen cennette ebedi kalmak istiyorlardı. İşte şeytan aleyhillane onlara bu noktadan, bu zayıf noktalarından yaklaştı.
“Hocam, Adem Aleyhisselarn ile Havva validemi­zin cennette ebedi kalmak istemeleri, onların zayıf noktalan mıydı?”
Bu güzel soru için teşekkür ediyorum Veli. insanların zayıf noktaları derken, meseleyi sadece fiziki bo­yuttan değerlendirmiyor ve bu insanların fiziki açıdan güçsüz olduğu yönlerini kastetmiyoruz. Çünkü birçok insanın en zayıf yönleri, bu insanlardaki en güçlü duygu ve isteklerin olduğu yönlerdir. İnsanlar arası ilişki­lerde nasıl ki bir arz talep boyutu varsa, insan ve şey­tan arasındaki ilişkilerde de buna benzer bir boyut vardır. Bu nedenle herhangi bir insanın hangi konuda çok güçlü bir isteği, her şeye rağmen elde etmek istediği bir talebi varsa; şeytan aleyhillane insanın bu yönüne İlgi duymakta ve onun her şeye rağmen elde etmek istediği talebe karşı şeytani teklifler arzetmektedir. Çünkü bu insanların en zayıf yönleri, en güçlü duy­gu ve isteklerin olduğu böylesi yönleridir,
“Hocam, insanların bu istekleri yanlış veya ha­ram istekler mi?”
“Hayır Merve. Çoğu kez bu istekler makul ve mak­bul istekler olarak gözükebilir. Ancak herhangi bir in­san makul ve makbul olan bu isteğini her şeye rağmen elde etmek gibi aşın bir arzu içine girerse ve gözünü karartan bu arzu ile helal haram hudutlarından uzaklaşırsa, hiç farkında olmadan yüzünü şeytana dönmekte ve şeytanın müdahale alanına girmektedir. Bu neden­le şeytana karşı uyanık ve temkinli olmak isteyen in­sanların, kendilerini doğru tanımaları ve aşın istek ve­ya korkulardan kaynaklanan böylesi zayıf yönlerini bilmeleri ve dikkate almaları gerekir.”
“Hocam, şeytan insanlara hep zayıf yönlerinden mi yaklaşır?”
“insanların zayıf yönleri, şeytanın elbetteki müda­hale ettiği yönlerdir. Ancak şeytanın asıl müdahale et­mek istediği yönler, insanların kendilerine fazla güven­diği ve benlikten kaynaklanan bu güvenle Allah'a tevekkülden uzaklaştığı yönleridir. Çünkü insanlar za­yıf yönleri konusunda samimi bir kalp ile Allah'a sığı­nıp, Allah'tan yardım isterlerken; kendilerine güven­dikleri konularda aynı samimiyet ile Allah'a sığınıp, Allah'tan yardım dilemeye gerek duymayabilirler. Dolayısıyla insanların kendilerine aşırı güven duydukları böylesi yönleri, İlahi yardıma en uzak yönleri olduğu için, şeytan aleyhillaneye göre kullanılması en kolay yönleridir.”
“Evet, bu kısa açıklamadan sonra tekrar konumu­za dönebiliriz. Cennet bahçesinde yaşayan ve cennet nimetleriyle nimetlenen Adem Aleyhisselam ile Havva validemize, Rabbimiz sadece bir ağacın meyvesini yasaklamıştı. Onlar bu ağacın kendilerine neden yasaklandığını bilmiyorlar ancak çok mutlu oldukları bu cen­nette ebedi kalmak istiyorlardı. İşte şeytan aleyhillane onlara bu zayıf noktalarından yaklaştı ve şöyle dedi.”
“Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, sadece, si­zin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kıhnmamanız içindir.” Ve: “Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim” diye yemin etti.”
Dikkat ederseniz şeytan aleyhillane onlara vesve­se verirken “Allah'ın böyle bir hükmü, böyle bir yasağı yok” diyerek, onları hükmü inkara davet etmemişti. Çünkü Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz bu hükmü bildikleri için, bu hükmü inkar etmezler, edemezlerdi. İşte şeytan aleyhillane bu hak hükmü inkar ettiremeyeceğini bildiği için, onları hükmü inkar etme­ye değil, doğru hükmü yanlış anlamaya davet etti. Da­ha açık bir ifadeyle hak hükme batıl yorum getirerek, şeytani, amacına ulaşmak istedi.. Günümüzde müslüman gözüken birçok din düşmanları da, Allah'ın, hü­kümlerine, aynı şekilde yaklaşmaktadırlar. Bunlar insanların önünde Kur'an-ı Kerim’i ve Allah'ın ayetlerini inkar etmezler. Fakat hak olan ayetlere batıl yorumlar, batıl açıklamalar getirerek, şeytanı, amaçlarına ulaşmak isterler. İşte müslüman gözüken bu münafıklara, kendilerini gizleyen bu din düşmanlarına çok dikkat etmenizgerekir.
“Peki ne yapmamız gerekir hocam?.”
Kur’an okuyacağımız zaman euzübesmele çekmenin öneminden bassederken, bu konuya değinmiştik. Merve Kur’an okurken veya dinlerken euzübesmele çekerek şeytandan ve şeytanın vereceği batıl manalardan nasıl Allah’a sığınıyorsak, birer insan gözüken şeytanın dostlarından da aynı şekilde Allah’a sığınmamız gerekir. Bunların tanımamız için, bunların konuşmalarından ziyade yaşantılarına bakmalı, bu kimselerin İlahi hükümler karşısındaki teslimiyetlerini dikkate almalıyız. Doğru bir hükmün bunların yaşantılarına bir faydası olmamış, bunların kendi kişiliklerini doğrutmamışsa; bizlerin bu kimselerden duymak isteyeceğimiz doğru bir söz, doğru bir yorum bile olmalıdır. Bunlara dikkat ettiğimiz zaman hiç kuşkunuz olmasın ki Allah Celle Celaluhu bizlere hakkı, batılı batıl gösterecektir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de de bildirildiği gibi Allah mü’minlere yeter, bizler doğru yolda olursak sapanlar bizlere zarar veremez.
Evet, tekrar konumuza dönecek olursak, şeytanın bu aldatması ile aldanan Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz, cennette ebedi kalabilmek için yasaklanmış meyveyi tatmışlar ve ayıp yerleri kendilerine açılıvermişti.
“Hocam, hangi ayıp yerleri açıldı?”
“Bir dakika müsade edemisiniz Veli, önce Hamdi’yle konuşmak istiyorum. Hamdi söylermisin, Veli’nin bu soruna niye güldün?
“Veli abimin bunu bilmemesi tuhafıma gitti!.”
“Haaa!. Demek ki sen biliyorsun. O halde bu sorunu cevabını sen ver. Şeytanın aldatması ile yasaklanmış meyveyi yiyen Adem Aleyhisselam ile Havva validemizin, hangi ayıp yerleri açıldı?”
“Hocam, ayıptır söylemesi.”
“Dur bir dakika Hamdi!. Söze böyle başlandığına göre, hangi cevebı vereceğin belli oldu. Verceğin bu cevaba doğru yada yanlış demek istemiyorum. Ancak meselenin bu kadar basit, bu kadar yüzeysel olduğu kanaatinden de değilim. Bakınız bu konuyla ilgili olarak, Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de ne buyuruyor.
“Ey Ademoğulları, biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise süs kazandıracak bir giyim indirdik (varettik). Takva ile kuşanıp-donanmak ise daha hayırlıdır. Bu, Allah’ın ayetlerindendir. Umulur ki, öğüt alıp-düşünürler. Ey Ademoğulları, şeytan anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek için (takva) elblselerini açarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belaya uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları, (kendilerini göremeyeceğiniz yerden) sizleri görmektedir. Biz gerçekten şeytanları, inanmayacakları dostları kıldık.”
bu ayetleri düşündüğümüz zaman, şunları anlamamız gerekir. Rabbimiz bizlere iyi ve kötü, güzel ve çirkin vasıflar vermiş, kötünün karşısındaki iyiyi, çirkinin karşısındaki güzeli tercih etmemizi istemiştir. Her insanda Allah’a kulluk etmek, Allah’tan korkmak, Allah’ın emirlerine itaat etmek gibi iyi ve güzel özellikler olmasına rağmen, Allah’ı unutmak, Allah’ın emirlerine karşı gelmek, Allah’a isyan etmek gibi kötü ve çirkin özellikler de vardır. Zaten bunun içindir ki insanların yaptığı iyi ve güzel davranışlar, meleklerin yaptığı iyi ve güzel davranışlardan çok daha değerlidir. Çünkü meleklerin fıtratında, meleklerin yaratılışında iyiliğin karşısında kötülük, güzelliğin karşısında çirkinlik yok­tur. Onlar sadece iyilik ve güzellik üzere yaratılmışlar­dır. İnsanlar ise içlerinde hissettikleri kötülüğe rağmen iyiliği, çirkinliğe rağmen güzelliği, isyana rağmen itaati tercih ederek, gerçekten takdir edilecek bir duruma, övgüye layık bir makama gelmektedirler. Böylesi in­sanlar, en hayırlı giysi olan takva elbisesini kuşanarak, fıtratlarında bulunan çirkin ve kötü özellikleri örten in­sanlardır.”
“Hocam, takva elbisesi ne demek?”
“Seda hanım!. Takva demek, Allah'tan korkmak ve Allah'tan gereği gibi sakınmak demektir. Bir insan Allah'tan korkar ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsa, Allah'ın lutfuyla takva elbisesini giymiş, bu güzel elbi­seyi kuşanmış olur. Kumaş elbiselerimiz nasıl ki bizleri soğuktan koruyor ve vücudumuzun ayıp yerlerini örtü­yorsa; takva elbisesi de bizleri kötülüklerden koruyup, manevi fıtratımızdaki ayıp yerlerimizi örtmektedir. Nitekim Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz, Allah'ın emrine itaat ederek söz konusu meyveye yaklaşmadıkları sürece, fıtratlarında yani yaratılışlarında bulunan bu çirkin özellikleri takva elbisesiyle örtmüş oluyorlardı. Ne zaman ki o meyveyi yediler, işte o an üzerlerindeki takva elbisesi açılmış, Allah'ın hükmüne karşı gelmek gibi çirkin vasıfları, Allah'a isyan etmek gibi büyük ayıpları kendilerine açılı vermişti.”
“Hocam, teşekkür ederiz.”
“Anladığınız için ben de teşekkür ederim Hamdi. Ayrıca bu güzel soruyu sorarak, meselenin bu önemli boyutunu konuşmamıza vesile olan Veli'ye de teşekkür ediyorum.”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Adem Aleyhisselam’ın Şeytana Aldanması devamı

Adem Aleyhisselam’ın Şeytana Aldanması devamı

“Evet, ayıp yerleri kendilerine açılıveren Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz, önce şaşırdılar!. Çünkü şeytan aleyhillane kendilerine vesvese verirken “Allah'ın size bu ağacı yasaklaması, sizin iki melek ol­mamanız için..” demişti. Bu vesveseye inanarak meyveyi yedikleri zaman iki melek olacaklarını zanneden Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz, meleklere benzemek ve melekler gibi güzel olmak bir yana çok çirkin bir duruma gelmişlerdi!. Meyveyi yedikleri za­man kendilerine açılıveren yerleri, kendilerinin bile görmek istemeyecekleri, görmeye tahammül edeme­yecekleri kadar ayıp ve çirkin yerleriydi!. Nitekim bu ilk şaşkınlıkları geçtiği zaman cennet yapraklarıyla bu ayıp ve çirkin yerlerini gizlemeye, bir an önce örtme­ye çalıştılar. Oysa Allah'a isyan ile ortaya çıkan bu çir­kin ayıp, sadece cennet yapraklarıyla örtülebilecek bir ayıp değildi!. Ne yapacaklarını bilmeyen Adem Aley­hisselam ve Havva validemizin bu şaşkınlıklarını gören Rabbimiz, onlara şöyle hitap etti.
“Ben sizi bu ağaçtan men etmemiş miydim? Ve şeytanın da sizin gerçekten apaçık düşmanınız olduğu­nu söylememiş miydim?”
Burada önemle dikkat etmemiz gereken bir husus vardır. Rableri kendilerine seslenince Adem Aleyhisse­lam ve Havva validemiz; “Ya Rabbi şeytan bize geldi, şunları şunları söyledi ve Senin adına da yemin etti” di­yerek şeytanî suçlayıp kendi nefislerini temize çıkarmaya çalışmamışlardır. Böyle bir mazeretle kendilerini savunmaları, kendi nefislerini temize çıkarmaları mümkün değildi. Çünkü şanı yüce Rabbimiz her ikisi­ne de “Şeytanın onlar için apaçık bir düşman olduğu­nu” önceden bildirmiş ve şeytanın düşmanlığından, şeytanın vesveselerinden sakınmalarını emretmişti.
Dolayısıyla Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz suçu bizzat kendilerinde, kendi nefislerinde görerek Rablerine şöyle yönelmişlerdi.
“Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten kayba uğ­rayanlardan olacağız.”
Allah'ın hükmüne rağmen Adem Aleyhisselam'a secde etmeyen ve Allah'ın rahmetinden kovulan şey­tan aleyhillane, bildiğiniz gibi kendisini değil Adem Aleyhisselam'ı suçlamıştı. Kendilerine yasaklanan meyveyi yiyen Adem Aleyhisselam ve Havva valide­miz ise suçu kendilerini aldatan şeytanda değil bizzat kendi nefislerinde görerek Allah'a tevbe ve istiğfarla yönelmişlerdir. Şimdi size sormak istiyorum. Benzer olaylarla karşılaştığımız zaman bu iki tavınn hangisin­den sakınmamız, hangisini örnek almamız gerekmektedir?
“Hocam bu çok kolay bir soru oldu. Elbetteki şeytanı değil, Adem Aleyhisselam'ı örnek alacağız.”
“Bu sorunun cevabı kolay olabilir Veli. Ancak bu kolay ve doğru cevabı dikkatlice yaşayabilmek, bu dos­doğru yaklaşımı vazgeçilmez bir prensip olarak haya­ta geçirebilmek zordur.”
“Nasıl?”
“Bak Veli!. Başımıza gelen bir hadisede karşı tara­fın yüzde doksan, bizim ise yüzde on hatamız olsa da­hi, karşı tarafı suçlayarak yüzde onluk hatamızı görmemezlikten gelemeyiz. Çünkü biz karşı tarafın işlediği yüzde doksanlık hatadan değil, kendi yaptığı­mız yüzde onluk hatadan sorguya çekileceğiz. Dolayısıyla kendi hatamızı görerek kendimizi suçlamalı ve öncelikle kendi hatamızı düzeltmeye çalışmalıyız.”
“Hocam anlıyorum, anlıyorum da, müslümanlar zaten böyle yapmıyor mu?”
“Ne yazık ki bir çoğu böyle yapmıyorlar, böyle yapmaları gerektiğini bilmiyorlar Veli. Şeytanın dostu olan bir müstekbir, bir politikacı veya dindar gözüken bir din düşmanı kendilerini aldattıklan zaman, suçu bu politikacılara ve aldatıcılara yükleyerek kendilerini te­mize çıkartmaya çalışıyorlar. Oysa bu aldatıcılar görevlerini yapmışlar ve hala yapmaktadırlar. Şayet müslü­manlar bu aldatıcıların tesirinde kalarak aldanmışlar ise, kendilerini aldattıkları için aldatıcıları değil, bu al­datıcılara aldandıkları için kendilerini suçlamaları gere­kirdi. Çünkü bizler için bir uyarı, bir ikaz, bir hidayet rehberi olan Kur'an-ı Kerim'de, şeytan ve dostlarının müslümanlar için apaçık düşmanlar olduğu beyan edilmektedir. Bunların yaptıkları ve yapabilecekleri kötülüklere işaret edilmekte ve tüm müslümanlara bunlar­dan sakınmaları emredilmektedir. O halde Kur'an-ı Kerim'i dikkate alan mü'minlerin şeytan ve dostlarını apaçık birer düşman olarak bilmeleri ve onlara karşı uyanık olmaları gerekmektedir.”
Şayet düşman olarak bildirilen ve düşman olarak bilinmeleri gereken müstekbirler, düşman olarak bilin­meleri gereken aldatıcılar, cahili değer ölçüsüne göre dost kabul edinilmiş ve onlann telkinleri ile aldanılmış ise, bu müstekbirleri veya bu aldatıcıları suçlamanın bir faydası yoktur. Suçlu, aldatıcıları dost kabul eden müslümanlardır. Suçlu, aldanan müslümanlardır. Nitekim cehenneme yalnız aldatıcılar değil, İlahi vahiyle uyarıl­malarına rağmen aklananlar da girecektir.
“Allah bizleri korusun hocam.”
“Allah'ın emirlerini, Allah'ın ikazlarını dikkate alır­sak, Allah hiç kuşkusuz ki hepimizi koruyacaktır Seda hanım”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Adem Aleyhisselam Ve Havva Validemizin Dünya'ya İndirilişleri

Adem Aleyhisselam Ve Havva Validemizin Dünya'ya İndirilişleri

Adem Aleyhisselam ile Havva validemizin dünya­ya indirilişleriyle ilgili kıssa, Kur'an-ı Kerim'in muhtelif bölümlerinde zikredilmektedir. Bakara suresinde bu olay şu şekilde anlatılmaktadır.
Ve dedik ki:
“Ey Adem! Sen ve eşin cennette yer­leş, orada olandan istediğiniz yerde bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” Fakat şeytan oradan ikisinin de ayağını kaydırttı ve on­ları bulundukları yerden çıkardı. Biz de “Kiminiz kimi­nize düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde belli bir vakte kadar yerleşim ve meta vardır” dedik. Derken Adem, Rabbinden kelimeler aldı (O'na yalvardı). O da tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeleri kabul eden­dir, esirgeyendir. Dedik ki: “Oradan hepiniz inin. Artık size Benden bir yol gösteren geldiğinde bu doğru yo­la uyanlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir. “Küfredip, ayetlerimizi yalan sayan­lar ise, onlar ateşin halkıdırlar ve orada devamlı kala­caklardır.”
Evet, okuduğumuz bu ayetlerde de gördüğümüz gibi Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz yaptık­ları hatayı anlayarak suçu kendilerinde görmüşler ve Allah'a tevbe ederek, Allah'tan af dilemişlerdir. Tevvab ve Rahim olan, yani tevbeleri kabul ederek kullarını esirgeyen Allah Celle Celaluhu, Adem Aleyhisselam ve Havva validemizin tevbelerini kabul ederek, onlara ikinci bir fırsat daha vermiştir. Fakat bu fırsat artık cen­nette değil, dünyada yaşanacak bir fırsattır. Çünkü secde hükmünü yerine getirmeyen İblis denilen şeyta­nı rahmetinden uzaklaştıran ve kıyamet gününe kadar onu lanetleyen şanı yüce Rabbimiz, yaşanan bu olaylardan sonra hem şeytanın, hem de Adem Aleyhisse­lam ile Havva validemizin yeryüzüne İnmelerini emret­miştir.
Artık şeytan ile insanoğlu arasındaki tarihi müca­dele, bundan sonra yeryüzünde devam edecekti. İnsa­noğluna yeryüzünde kısa bir hayat verilecek, bu kısa­cık hayatta şeytanın vesveselerine rağmen Allah'a itaat eder, Allah'a kulluk yaparsa, bir daha hiç çıkmamak üzere cennete dönecekti. Çünkü bundan sonra şeyta­nın cennettekilere müdahale edebilmesi, onları cen­netten çıkarabilmesi mümkün değildi. Tabi ki bu duru­mun tam aksi de söz konusuydu. Şayet insanoğlu şeytanın vesveselerine aldanarak Allah'a isyan eder ve bu hal üzere ölürse, şeytanla birlikte ebedi cehenneme sürüklenecek ve oradan hiç çıkmayacaktı. Dolayısıyla insanoğlunun dünya hayatı, ebedi karşılığı cennet ya da cehennem olabilecek müthiş bir imtihan hayatıydı.
İşte yeryüzündeki insanlık tarihi, böylesine muaz­zam bir imtihanla başlayan tarihtir. Bu imtihan tabi ki sadece Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz için geçerli bir imtihan değildi. Karşılığı ebedi cennet ya da ebedi cehennem olabilecek bu muazzam imtihan, Adem Aleyhisselam ve Havva validemizin bütün ço­cuklarını ve onlar vesilesiyle dünyaya gelecek olan bü­tün bir İnsanlığı da içine alıyordu.
“Hocam. Adem Aleyhisselam ve Hava validemiz nasıl bir hata yaptıklarını ve dünyaya nasıl bir imtihan için gönderildiklerini biliyorlardı. Her şeyden önemlisi Rabbimize ve Rabbimizin emirlerine açıkça şahit ol­muşlardı. Oysa yeryüzünde doğacak diğer insanlar için böyle bir durum, böyle bir açıklık söz konusu değil. Onlar ne Rabbimiz ile ve ne de Rabbimizin emirleri ile açıkça karşı karşıya gelmediler.”
“Niye sustun Merve, lütfen devam et.”
“O halde nasıl oluyor da, aynı imtihanın içine gi­riyorlar?”
Güzel bir merak ve güzel bir soru Merve hanım. Bu soru ile Kur'an-ı Kerim'e yöneldiğimiz zaman, A'raf suresinde şöyle bir cevapla karşılaşıyoruz.
Hani Rabbin, Adem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (demişti de) onlar: “Evet (Rabbimizsin), şahid olduk” demişlerdi. (Bunun nedeni,) Kıyamet günü: “Biz bundan habersiz­dik" dememeniz içindir Ya da: “Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onlardan sonra gelme bir kuşağız; İşleri batıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helak mi edeceksin?” dememeniz için.”
Bu açık cevaptan anlamamız gereken açık ger­çek, Adem Aleyhisselam ile Havva validemiz nasıl ki İlahi gerçeklikle bizzat karşı karşıya gelmişlerse, kıya­mete kadar onlardan üreyecek olan tüm insanlar da aynı İlahi gerçeklikle karşı karşıya gelmişlerdir. Şanı yüce Rabbimiz kıyamete kadar dünyaya gelecek bütün insanları huzurunda toplamış ve biz insanlara apaçık olan bu İlahi gerçekliğini göstererek “Ben sizin Rabbi­niz deği miyim?” diye sormuştur. Rabbimizin İlahi ger­çekliğini Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz gibi açıkça gören, açıkça müşahade eden bizler, hiçbir kuş­ku duymadan “Evet, Sen bizim yegane Rabbimizsin” cevabını vermiş ve verdiğimiz bu cevaba kendimiz de şahit olmuştuk. Dünya yaşantısına geldikten sonra Kalu bela denilen bu olayı bizatihi hatırlamasak bile bu olaydaki şehadetimiz, her insanın fıtratında bulunan, her insanın yaratılışında yer eden bir şehadettir.
İşte bu nedenle dünya yaşantısına gelen her İnsa­nın fıtratında, her insanın yaratılışında, her insanın içinde bu İlahi gerçeklik vardır. Nitekim büyük bir teh­likeyle karşılaşan bütün insanlar, fıtratlarında hissettik­leri bu İlahi gerçeklikle “Allah” demekte ve Allah'tan yardım istemektedirler. Çünkü her insanın fıtratında, her insanın içinde Allah ve Allah'a iman gerçeği var­dır. Zaten Allah'ı inkar eden insanlar, yaratılışlarında bulunan bu İlahi gerçekliğe rağmen inkar ettikleri için, bu inkarlarından sorumlu birer kafir durumuna düş­mektedirler.
“Hocam akibetleri cehennem olan bu kafirler, keşke dünyaya hiç gelmeseydik, keşke bu imtihana hiç girmeseydik diyebilirler mi?”
“Diyemezler Fatih. Çünkü dünya yaşantısına gelen her insan, sonucu cennet ya da cehennem olan bu im­tihana kendileri talip olmuşlar, bu imtihanın sorumlu­luğunu bilerek ve isteyerek kendileri yüklenmişlerdir.”
“Bunu biraz açıklar mısınız!.”
“Tabi ki Fatih. Şanı yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'in Ahzab suresinde bu meseleyle ilgili olarak şun­ları beyan etmekte, şu gerçekleri bildirmektedir.”
“Gerçek şu ki, Biz emanetleri göklere, yere ve dağ­lara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir. Şundan ki: Allah, münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları azablandıracak; mü'min erkeklerin ve mü'min kadınların da tevbesini kabul edecektir. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”
“Hocam, bu ayetteki emanet ne anlama geliyor?”
Lütfen acele etme Merve. Emanetin kelime anla­mı, emin ve güvenilir olunması istenilen bir kişiye bel­li bir süre korunup-muhafaza edildikten sonra geri alınması için bırakılan şeydir. Okuduğumuz ayette ge­çen emaneti yüklenmek ifadesi ise, karşılığı cennet ya da cehennem olan bir sorumluluğu kabul etmek anla­mına gelmektedir. Kendilerine teklif edilen emaneti yüklenerek bu sorumluluğun altına girenler; söz konu­su emanetin gereğini yapıp, bu emaneti korudukları zaman cennetle mükafatlandırılacaklar! gibi, bu ema­nete hainlik ettikleri zaman da cehennemle cezalandı­rılacaklardır. İşte dünyaya gelen bütün insanlar, yerle­rin ve göklerin bile yüklenmekten kaçındıkları böyle bir emaneti yüklenerek, böyle bir imtihanı kendileri kabul ederek dünyaya gelmektedirler.
Yerler ve gökler, bu emaneti veya bu sorumlulu­ğu yüklenmekten niye kaçındılar?
“Güzel bir soru Veli!. Öyle sanıyorum ki yerler ve gökler bu sorumluluğun muhtemel karşılıklarından bi­ri olan mükafatı değil, bir diğer karşılığı olan ebedi azabı dikkate alarak korkmuşlar ve böyle bir sorumlu­luktan kaçınmışlardır.”
O halde insanlar, bu sorumluluğun ebedi azap karşılığını değil, ebedi mükafat karşılığını dikkate ala­rak emaneti yüklendiler!.
“Ben de aynı şekilde düşünüyorum Veli. Bu ema­nete riayet edildiği, bu emanet korunduğu zaman öy­lesine muhteşem bir mükafat vardı ki, tüm ilgilerini bu muhteşem mükafata çeviren insanlar, meselenin bir diğer karşılığı olan azabı yeterince dikkate almadan emaneti yüklendiler, yükleniverdiler!. Meseleyi tek ta­raflı düşünen bu insanların kendilerine karşı bir zalim­liği, nefislerine karşı bir cahilliği idi bu!.”
“Yüklendikleri bu emanet neleri içeriyordu?”
Bu soruya tek bir cevap veremeyiz Seda hanım. Dünya yaşantısına gelen her insanın, korumakla ve muhafaza etmekle yükümlü olduğu her şey bu emanet kavramının içine girebilir. Vücudumuz bize bir ema­nettir, onun doğal ihtiyaçlarını karşılamak ve onu zararlı şeylerden korumaya çalışmalıyız. Nefsimiz bize bir emanettir, onun sınır tanımaz isteklerine dur deme­li, onu haramlardan uzak tutmalı ve onu cehennem azabından korumalıyız. Eşlerimiz ve çocuklarımız biz­lere bir emanettir, onlara iyiliği emretmeli ve onları kötülüklerden uzak tutmaya çalışmalıyız. Bizlere verilen akıl, bizlere verilen bilgi, bizlere verilen mal birer ema­nettir, bunları yerli yerinde kullanmalı ve bunları ce­henneme değil, cennete birer vesile kılmalıyız.
“Hocam en önemli emanet hangisidir?”
Hepsinin kendine göre önemi vardır Fatih. An­cak en önemlisi alemlerin Rabbi olan Allah'a verdiği­miz sözdür. Kalu belada “Evet, Sen bizim yegane Rabbimizsin” diyerek verdiğimiz bu söze vefa göstermemiz ve dünya hayatında bu söze sadık kalarak yaşamamızdır. Daha açık bir ifadeyle yegane Rab ve hüküm ko­yucu olarak Allah'ı bilmemiz, Allah'ı birlememiz ve O'nun hükmüne rağmen hüküm koyarak ilahlaşmaya çalışan tüm tağutları reddederek, yüzümüzü sadece Allah'a dönmemiz ve yegane ilah olarak Allah'ı dikka­te alarak, Allah'a göre yaşamamızdır.
“Hocam, insanlar için böyle yaşamak zor mu?”
Elbetteki zor ve kolay yönleri vardır Merve ha­nım. Ancak bu soruya yeterli bir cevap verebilmemiz için, öncelikle genel olarak insanı ve insanın özellikle­rini tanımamız gerekecektir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İnsanın Özellikleri Ve Kısa Bir Hikaye

İnsanın Özellikleri Ve Kısa Bir Hikaye

İnsanın yaratılışına şahit olan meleklerin de ifade ettikleri gibi, insanlar birbirine zıd iki ayrı kutuba, iki ayrı özelliğe sahip varlıklardır. İnsanlarda Allah'a kulluk etmek, iyi ve güzel davranışlarda bulunmak, fakirlere yardım etmek, zayıflara acımak ve merhamet etmek gibi iyi ve güzel özelliklerin aksine; küfretmek, isyan etmek, zulmetmek, cimrilik yapmak, yalan söylemek, fesat çıkarmak, kan dökmek gibi kötü özellikler de vardır.”
“Allah insanlara, iyi özelliklerin yanısıra niye kö­tü özellikler de vermiş?”
“Güzel bir soru Seda hanım. Allah insanlara sade­ce iyi özellikler verseydi, insanlar melek gibi olur, in­sanların işlediği iyilik ve güzelliklerin imtihan dünyasın­da fazlaca bir değeri, fazlaca bir anlamı olmazdı. Fakat herhangi bir insan içinde hissettiği, şeytanın devamlı dürtmek istediği bu kötü özelliklere rağmen Allah'tan korkarak bu kötülüğü yapmaz ve iyi davranışları tercih ederse, Allah katında bu İyi davranışların çok büyük bir değeri, çok büyük bir mükafatı vardır. Çünkü nef­sin arzulanna ve şeytanın vesveselerine rağmen iyiliği ve güzelliği tercih etmek, gerçekten kahramanlık iste­yen zor ve değerli bir iştir.
“Veli, anlattıklarımı çok dikkatli dinliyorsun. Söyle­diklerimi yeterince anlayabildin mi?”
“Anladım hocam.”
“O halde bizlere bununla ilgili bir örnek verebilir misin?”
“Hocam, mesela hoşlanmadığımız bir sözle, bir davranışla, bir olayla karşılaştığımız zaman içimizde bir öfke, bir kızgınlık, bir nefret hissedebiliyoruz. İşte içi­mizde hissettiğimiz bu duygulara rağmen sabreder ve karşı tarafı affedersek, Allah bu davranışımızı seviyor ve mükafatlandırıyor.
“Çok güzel, gerçekten çok güzel bir örnek verdin Veli.”
“Hocam, bir örnek de ben verebilir miyim? Tabi ki Hamdi, seni dinliyoruz..”
Allah insanlara mal ve para sevgisi vermiştir. İn­sanlar içlerinde hissettikleri bu mal ve para sevgisine rağmen fakirlere ve muhtaçlara yardım ettikleri, onla­ra para veya mal verdikleri zaman, dünya imtihanının bir sınavından geçmiş ve Allah'ı hoşnut etmiş oluyor­lar.
“Allah sizlere rahmet etsin. Konuyu ne güzel anlı­yor ve ne güzel örneklendiriyorsunuz.”
“Elhamdülillah.”
“Allah'a niye hamdettin Veli?”
“Güzel bir özelliğimiz varsa, bizlere bu güzel özel­liği veren Allah'a hamdetmemiz gerekmez mi?”
Çok doğru söylüyorsun. Her güzel özelliğinizi, her iyi davranışınızı Allah'ın lutfundan, Allah'ın yardı­mından bilerek Allah'a hamdetmeniz gerekir ki, Allah sizlerdeki bu iyiliği ve güzelliği fazlalaştırsın.
Şimdi sizin verdiğiniz bu güzel örneklerden sonra ben de sizlere bu konuyla ilgili olarak kısa bir hikaye anlatayım.
Geçmiş zamanlarda ihtiyar bir adam ve bu ada­mın beş oğlu varmış. Bunlar geniş bir çiftlikte yaşıyor­lar ve çiftliğin gündelik işleriyle uğraşıyorlarmış. Oğul­ların hepsi babalarına karşı saygılı olduklarından, babalarına itaat ediyorlar ve birbirleriyle uyum içinde geçiniyorlarmış. İhtiyar adam bir gün rahatsızlanıp öleceğini hissettiği zaman, bütün oğullarını yanına ça­ğırarak onlara şöyle demiş.
Oğullarım, ben oldukça yaşlandım ve kendimi eskisi gibi iyi hissetmiyorum. Öyle sanıyorum ki, bizle­ri yaratan Rabbimize dönme zamanım yaklaştı. Allah'a hamdolsun ki, bana sizler gibi oğullar nasib etti. Hepi­niz Allah'a inanan ve sadece Allah'a kulluk yapan in­sanlarsınız. Ben öldükten sonra şeytanın aranıza fitne ve fesad sokmaması için, birinizin benim yerime geç­mesini ve aynı düzeni devam ettirmesini diliyorum. Tabi ki benim için kolay bir seçim değil bu!.
İhtiyar babalarının bu sözlerini dinleyen oğullar oldukça hüzünlenmişler. Ve hepsi birden “Babacığım, sen hangi kardeşimizi seçersen seç, bizler ona İtaat ederiz. Şeytanın aramızı ayırmasına, izin vermeyiz” demişler. İhtiyar baba, oğullarının bu cevabından duy­duğu hoşnutluk ile sözlerine devam etmiş.
“Sizden Allah razı olsun. Elbetteki bu görevi han­ginize verirsem vereyim, Allah korkusuyla bu görevi yerine getireceğine ve diğer kardeşlerinizin de yine ay­nı Allah korkusuyla ona itaat edeceğine ben de inanı­yorum. Ancak yine de Allah'ın hoşnut olabileceği ha­yırlı bir karar verebilmek için sizlere bir soru sormak ve bu soruya vereceğiniz cevaplara göre bir sonuca ulaşmak istiyorum. Şimdi beni iyi dinleyin. Sizlere üç gün mühlet veriyorum. Bu üç günün sonunda, bana dünyadaki hem en iyi, hem de en kötü olabilecek bir şeyi getirmenizi istiyorum. Haydi Allah yardımcınız olsun.”
İhtiyar babalarının yanından ayrılan oğullar, bu sorunun cevabını düşünmeye başlamışlar. Tabî ki bu küçük imtihanın bir gereği olarak birbirleriyle konuş­muyorlar, dünyada hem en iyi, hem de en kötü olabi­lecek şeyin ne olduğunu kendi kendilerine araştınyorlarmış.
Üç gün geçtikten sonra hepsi ihtiyar babalarının yanına gelmişler. Önce küçük oğlu elindekilerini gös­termiş babasına. Elindeki yanan bir çırayı babasına uzatarak şöyle demiş.
“Babacığım. Dünyadaki en iyi ve en kötü şeyin ateş olduğunu sanıyorum. Çünkü bu ateş dikkatlice kullanıldığı zaman büyük faydalar sağladığı gibi, dik­katsizlik durumlarında büyük kötülüklere, büyük zarar­lara sebeb olabiliyor.”
İhtiyar baba küçük oğluna tebessüm ederek “Doğru ve güzel bir cevab” dedikten sonra diğer oğlu­na dönmüş. Elindeki kitabı babasına gösteren bu oğul şöyle demiş.
“Babacığım. Dünyadaki hem en iyi, hem de en kötü olan şeyin kitab olduğunu sanıyorum. içinde doğ­ru ve gerçek bilgiler olan kitablar, insanların dünya ve ahiret mutluluklarına sebeb olduğu gibi, içinde yalan ve yanlış bilgiler olan kitablar ise insanların dünya ve ahiret felaketlerine sebeb olmaktadır!”
Başını sallıyarak bu oğluna teşekkür eden ihtiyar baba, elinde altın bir para tutan diğer oğluna dönmüş. Elindeki parayı gösteren bu oğul şöyle demiş.
“Babacığım. Ben dünyadaki en iyi ve en kötü şe­yin, para olduğuna inanıyorum. Helalından kazana­rak, hayırlarda kullandığımız para bizler için en iyi bir şey iken, helal haram demeyip onun peşine düşüldü­ğü ve onu üst üste yığmak için insanlara zulmedildiği zaman, bizler için dünyadaki en kötü şey durumuna gelmektedir. Bir başka deyişle para bizim için hayırlar­da bir hizmetçi durumunda ise en iyi, bizler için peşin­den koştuğumuz bir efendi durumunda ise en kötü şeydir.”
İhtiyar baba bu oğluna da tebessümle bakarak “Bu da doğru ve güzel bir cevab” demiş. Sonra büyük oğlu elindeki paketi açarak, paketin içindeki koyun difini göstermiş babasına ve şöyle demiş.
“Babacığım. Ben İnsanlar için en iyi ve en kötü olan şeyin, bu insanların dili olduğunu düşünüyorum. Çünkü insanların başına ne geliyorsa, dilleri yüzünden geliyor. Yeri geldiği zaman hak ve hakikati konuşan dilleriyle bir çok hayırlar kazandıkları gibi, susması ge­reken yerde susmayan, gıybet ve dedikodu eden dille­riyle de ciddi sıkıntılara ve büyük günahlara girebiliyor­lar.”
İhtiyar babanın yüzünde yine bir tebessüm belir­miş. Büyük oğluna başını sallıyarak “Bu da çok güzel ve çok doğru bir cevab” demiş. Henüz bir cevap ver­meyen diğer oğluna bakınca, onun ellerinde hiçbir şey olmadığını farketmiş. Hayretle sormuş bu oğluna.
“Senin bir cevabın yok mu, sen bir şey getirme­din mi?”
“Ben kendimi getirdim babacığım!.”
“Nasıl?”
“Bence dünyadaki en iyi ve en kötü şey, insanın bizzat kendisidir. İnsan Allah'ın emirlerine itaat ederek Allah'a gerçek anlamda kulluk yaparsa, zulüm ve hak­sızlıklardan kaçınarak hak ve adaletten yana olursa, kendisini insanlardan alacaklı bir efendi olarak değil, insanlara borçlu bir hizmetçi gibi görerek onlara yar­dım ve merhamet duygularıyla yaklaşırsa, hiç kuşkusuz ki bu insan dünyadaki en iyi şey durumuna gelir. Fakat aynı insan Allah'a isyan eder, insanlara zulmeder, yer­yüzünde fitne ve fesat çıkarırsa, dünyanın en kötü şe­yi durumuna da gelebilmektedir.
Aradığı cevabı bulmuşçasına yüzü aydınlanan ih­tiyar baba, hiçbir şey söylemeden diğer oğullarına bak­mış. Diğer oğulları da son cevabı veren kardeşlerine hayranlıkla bakarak “Babacığım, en güzel cevab, bu kardeşimizin cevabıdır” demişler. İhtiyar baba başını sallıyarak “Ben de öyle düşünüyorum. Umarım ki ver­diği bu cevabı hiç unutmayarak, ben öldükten sonra sizlere sevgi ve merhametle yaklaşır” demiş.
Evet, hikayemiz burada bitiyor. Kısa ve basit olmasına rağmen anlamlı bir hikaye olduğunu düşünüyorum. Umud ederim ki ateş, kitab, para, dil veya insan söz konusu olduğu zaman bu kısa hikayeyi hatırlar, bu kı­sa hikayedeki doğru yaklaşımları birer prensip edinir­siniz kendinize. Artık Adem Aleyhisselam'ın yeryüzün­de devam edecek olan kıssasına dönebiliriz.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Adem Aleyhisselam'ın Yeryüzü Hayatı Ve Habil ile Kabil Kıssası

Adem Aleyhisselam'ın Yeryüzü Hayatı Ve Habil ile Kabil Kıssası

Allah'ın emri ve dilemesi gereği yeryüzünün iki ayrı yerine indirilen Adem Aleyhisselam ve Havva va­lidemiz, uzun bir süre birbirlerinden ayrı kaldılar. Bazı rivayetlerde Adem Aleyhisselam'ın Hindistan bölgesi­ne, Havva validemizin ise Mekke yakınlarındaki Cid­de'ye indirildiği bildirilir. Cennetten ve hanımından ay­rılarak yeryüzüne indirilen Adem Aleyhisselam, dünyaya yeni gelmiş bir bebek gibi ağlamaya başlamış ve bu ağlaması çok uzun yıllar sürmüştür.
“Hocam, Hazreti Adem de dünyaya bebek ola­rak mı geldi? Dünyaya bebek olarak gelen bizler gibi, nereden geldiklerini, Allah'a nasıl bir söz verdiklerini hatırlamıyorlar mıydı?”
Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz dünyaya yetişkin insanlar olarak gelmişlerdi Merve. Çünkü on­ları koruyacak, onları yetiştirecek büyükleri yoktu başlarında. Bu nedenle sadece onlar, sadece Adem Aleyhisseiam ve Havva validemiz yetişkin insanlar olarak gelmişlerdi dünyaya. Daha önce yaptıkları hatanın ve Rabbimize verdikleri sözün ne kadarını hatırlayıp hatırlayamadıklarını ise Allah bilir.
Fakat Hazreti Adem'in ağladığını, uzun yıllar ağ­ladığını söylediniz!.
Bunu ben değil, Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem bildiriyor Merve!. Efendimiz Sallallahu aleyhi ve sellem “Eğer Davud ve tüm yeryüzü ehlinin ağlamala­rı ile Adem'in ağlaması karşılaştırılsaydı, Adem'inki da­ha fazla gelirdi.” buyuruyor.
Adem Aleyhisselam niye bu kadar çok ağlamış? Bu sorunun cevabını biraz düşünmenizi istiyorum
“Seda hanım. Sizce neden, neden bu kadar çok ağla­mıştır Adem Aleyhisselam!.”
“Havva validemizden ayrı kaldığı için.”
Cevaplardan birisi bu olabilir. Adem Aleyhisse­lam hiç kuşkusuz ki Havva validemize düşkün ve onu seven bir insandı. Sevdiği eşinden ayrı kaldığı için ağ­lıyor olabilir.
“Fakat Havva validemiz fazla ağlamamıştır. Niye böyle söyledin Hamdi?”
Kadınların böylesi ayrılık durumlarında genellik­le kıskançlık nedeniyle ağladığı söyleniyor. Yeryüzünde kendisinden başka kadın olmayan Havva validemiz, Adem Aleyhisselam'ı kimden kıskanacaktı ki!.
Bizleri gülümseten bu sözünü bir cevaptan ziya­de, hoş bir nükte olarak kabul ediyoruz Hamdi. Çün­kü eşlerini gerçekten seven kadınlar, kıskançlığın öte­sinde sadece eşleri için, eşlerinin dayanılmaz yokluğu için ağlayabilirler. Evet, Adem Aleyhisselam'ın çok uzun yıllar neden ağladığı konusunda başka sözü olan var mı?
“Hocam, yeryüzüne indirildiğinde şayet cenneti ve cennette yaptığı hatayı az da olsa hatırlıyorsa, bu­nun için ağlamış olabilir?”
Çok güzel bir cevab Fatih, Şayet Adem Aleyhis­selam kendisine özel bir imtihan gereği, yeryüzüne in­mezden önce içinde bulunduğu cenneti ve cennetteki yaratılış biçimini az da olsa hatırlıyorsa, uzun yıllar bu­nun için ağlamış olabilir. Çünkü en güzel bir biçimde yaratılıp, her güzel şeyin, en güzel bir şekilde yer aldı­ğı cenneti gördükten, cennette bir süre yaşadıktan sonra, yeryüzünde durabilmek, yeryüzünde yaşayabil­mek hiç kolay değildir. Cennette iken hiç üşümeyen, hiç terlemeyen, hiç yorulmayan, hiç aç kalmayan, is­tediği yeri gören, istediği sözü duyan, istediği her ni­metten kolayca yararlanan ve tuvalet ihtiyacı hisset­meyen Adem Aleyhisselam, yeryüzüne indirildiğinde herhalde büyük bir şok, büyük bir şaşkınlık yaşamıştır. Çünkü yeryüzü bir cennet olmadığı gibi, kendisi de cennetteki yaratılışından farklı bir yaratılıştadır. Göre­bilme özelliği gözle, duyabilme özelliği kulakla sınırlan­dırılan bir özelliktir artık. Yeryüzünde olan hanımını görmek istese de göremiyor, duymak istese de duyamıyordu!. Bir yerden bir yere gidebilmesi için nerede olduğunu bilmesi, gideceği yönü tesbit edebilmesi, uzun uzun yürümesi ve her türlü meşakkate katlanma­sı gerekiyordu. Büyük bir boşluk içinde, bomboş bir canlı durumundaydı sanki!. Artık üşüyünce örtünmesi, acıkınca yiyecek bulması, yemek yiyince çömeşerek tuvaletini yapması gerekiyordu.
“Hocam, bazı belgesellerde gösterildiği gibi ilk in­sanlar çok ilkel miydiler?”
“Hiç sanmıyorum Merve. O gibi belgesellerde ilk insanlar, insan ile hayvan arası bir canlı gibi gösterili­yor. Oysa Ahsen-i takvim üzere yanı en güzel bir şekilde yaratılan insanın ilk hali de, evrim ve tekamüle ge­rek duymayan Önemli özelliklere, önemli güzelliklere sahip bir yaratılıştı. Ayrıca şanı yüce Rabbimizin Adem Aleyhisselam'a öğreticilik yaptığını ve ona bir­çok şeyin isimlerini öğrettiğini dikkate alırsak, Adem Aleyhisselam'ın Rabbimizden öğrendiği bu bilgi ile in­sanı ve insanlığı en iyi tanıyan kişilerden birisi olduğu­nu da söyleyebiliriz.
“Hocam, Adem Aleyhisselam'daki bu bilgi, fıtri veya genetik olarak diğer insanlara da geçmiş midir? Diğer insanların fıtratında da bu bilgi var mıdır?”
“Zor ve önemli bir soru Fatih. Bu önemli soruyu Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde düşündüğümüz zaman, bizlere bu konuda yol gösterebilecek iki gerçekle kar­şılaşıyoruz. Bunlardan birincisi Allah ve Resulleri tara­fından İlahi tebliğ ile tüm insanlara bazı gerçeklerin hatırlatılması; ikincisi ise yine Allah ve Resulleri tarafından bu insanlara bilmedikleri gerçeklerin öğretilmesidir. Kur'an-ı Kerim'de sık sık karşılaştığımız bu iki yaklaşımı dikkate aldığımız zaman, İlahi tebliğe muha­tap olan insanların bilgilenme konusunda iki ayrı özel­liğe sahip olduklarını anlayabiliriz. Bunlardan birincisi bu insanların fıtraten bilmelerine rağmen unuttukları veya değişik nedenlerle örttükleri gerçeklerdir. İlahi tebliğin insanların bu yönüne yaklaşımı, insanlara bil­mediklerini bildirme değil; bu insanlann bilmelerine rağmen unuttukları veya örttükleri gerçekleri sadece hatırlatma niteliğindedir. İkinci yaklaşım ise insanların zaten bilmedikleri, hiç öğrenmedikleri gerçekler olup, İlahi tebliğin insanların bu yönüne yaklaşımı hatırlatma olarak değil, bu İnsanlara bilmediklerini öğretme nite­liğindedir. İlahi tebliğin bu iki yaklaşımını ve bu tebliğ karşısında insanların bu iki ayrı durumunu dikkate al­dığımız zaman, insanların fıtraten bildikleri ve bilmedikleri İlahi gerçekler olduğunu söyleyebiliriz.”
“Hocam, bilgi ve bilgilenme konusunda önemli ipuçları elde etmeme rağmen ben yine biraz önceki soruma döneceğim. insanların fıtraten bildiği İlahi ger­çekler, bu insanlann Kalu Bela'da gördükleri ve şehadet ettikleriyle sınırlı mı; yoksa Adem Aleyhisselam'a öğretilen isimlerle de irsi veya genetik olarak bir ilgisi var mı?”
Bu konuda kesin bir görüşe, kesin bir kanaate sa­hip değilim Fatih. Ancak Kur'an-ı Kerim sınırları için­de insan gerçeğini düşündüğüm zaman ulaştığım nok­tayı şu cümle ile açıklayabilirim. Adem Aleyhisselam'a Rabbimiz tarafından isimlerin bildirilmesi veya öğretil­mesi, Adem'den sonra gelecek olan insanlann fıtratın­da bu bilginin bizzat olduğuna değil; tüm insanlarda bu bilgilerin yerlerinin veya karşılığının olduğuna, bu bil­gileri Öğrenmeye meyyal ve yetenekli olduklarına işa­rettir.
“Hocam, ben anlayamadım!.”
“Biliyorum Hamdi. Zaten ben de anlamakta ve an­latmakta zorlanıyorum. İsterseniz meseleyi basit bir örnekle açıklamaya çalışalım. insanların herhangi bir bilgiyi tanıma ve anlama düzlemini, çok geniş ve pü­rüzsüz bir mermer düzlem olarak düşünelim. Bu mermerdeki sert ve düz zemine, bir A bilgisi mermer oyu­larak yerleştirildiği zaman, o mermer zeminde hem A bilgisinin yeri ve hem de kendisi oluşmuş olur. İşte bu Rabbimizin öğretmesidir. Daha açık bir ifadeyle biz in­sanların bilgiyi tanıma ve anlama düzleminde, herhan­gi bir bilginin yeri ve karşılığı olmasa dahi; her şeye Kadir olan Rabbimizin öğretmesiyle bizlerde bu bilgi­nin hem yeri, hem de kendisi oluşmuş olur.”
Daha sonra bu mermer düzlemden A bilgisi alın­dığı zaman, bu düzlemde A bilgisinin kendisi yoktur ancak yeri vardır. Öyle sanıyorum ki bilgiyi tanıma ve anlama düzlemindeki bu yer, bu bilgi boşluğu, insanla­rın zihninde sorular oluşturmakta ve insanları bu soru­ların cevabını bulmaya yöneltmektedir. İşte insanlar arası öğretme ve öğrenme ilişkisi bu sahada gerçekle­şir. Daha açık bir ifadeyle herhangi bir insanın bilgiyi tanıma ve anlama düzleminde A bilgisinin yeri, A bil­gisinin karşılığı varsa, bu bilgiye sahip olan diğer bir insan, bu kişiye söz konusu bilgiyi verebilir. Çünkü peygamberlerde dahil olmak üzere tüm öğretici insan­lar, muhatap aldıkları insanların bilgiyi tanıma ve anla­ma düzleminde bir bilginin yeri ve karşılığı yoksa; bu insanlara söz konusu bilgiyi vermeleri, verebilmeleri mümkün değildir.
Öyle sanıyorum ki bu kısa ve basit açıklamamız, biraz önce söylediğimiz “Adem Aleyhisselam'a Rabbimiz tarafından isimlerin öğretilmesi, Adem'den sonra gelecek olan insanların fıtratında bu bilginin bizzat ol­duğuna değil; tüm insanlarda bu bilgilerin yerlerinin veya karşılığının olduğuna, bu bilgileri öğrenmeye meyyal ve yetenekli olduklarına işarettir” sözümüze kısmi bir açıklık getirmiştir.
“Teşekkür ederim hocam. Yeterince anladığımı sanıyorum.”
“Ben de teşekkür ederim Fatih. Sadece basit bir yorum olan bu yaklaşımı, ilerki yıllarda diğer arkadaş­larının da yeterince anlayabileceğini umuyorum.”
Evet, tekrar konumuza dönecek olursak Adem Aleyhisselam'ın yeryüzüne indikten sonra çok uzun yıllar ağladığını belirtmiş ve ağlama nedenleri üzerinde durmuştuk. Daha önce de söylediğimiz gibi Adem Aleyhisselam kendisine özel bir imtihan gereği, yeryü­züne inmezden önce içinde bulunduğu cenneti ve cennetteki yaratılış biçimini hatırlıyorsa, nasıl bir hata ya­parak bu cennetten çıkarıldığını biliyorsa, hiç kuşkusuz ki bunun için ağlamış, uzun yıllar bunun için ağlayarak tevbe etmiştir Rabbimize!. Tabi ki meselenin bu yönü­nü yeterince bilmediğimiz için, bu konudaki son sözü­müz yine “Allahualem” yani “Allah bilir” olacaktır.
“Hocam, Rabbimiz Hazreti Adem'i yeryüzüne in­dirirken “Dedik ki: “Oradan hepiniz inin. Artık size Benden bir yol gösteren geldiğinde bu doğru yola uyanlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir. Küfredip, ayetlerimizi yalan sayanlar ise, onlar ateşin halkıdırlar ve orada devamlı kalacak­lardır.” buyurmuştu. Yani Adem Aleyhisselam, dünya imtihanını başaramazsa nasıl bir ceza ile karşılaşacağı­nı biliyordu. Ebedi cehenneme girme korkusuyla da uzun yıllar ağlamış olamaz mı?
Bu önemli gerçekleri sizlerle konuşmak ne güzel. Teşekkür ederim Veli, senden ve arkadaşlarından Allah razı olsun. Söylediğin husus elbetteki çok önem­li. Adem Aleyhisselam'ın uzun yıllar ağlamasının önemli bir nedeni de, hiç kuşkusuz ki ebedi cehennem korkusudur. Ya şeytana tekrar aklanırsam, ya Allah'a itaatten tekrar uzaklaşırsam, ya Allah'a kulluğu unutur ve şeytanla birlikte ebedi cehenneme sürüklenirsem korkusu, Adem Aleyhisselam için gerçekten büyük, çok büyük bir korkudur. Bu korkuyla ağlaması, bu kor­kuyla ağlayarak Allah'a sığınması, hiç kuşkusuz ki biz­lere de örnek olması gereken bir durumdur. Çünkü ay­nı imtihan ve aynı akibetlerle bizler de, biz insanlar da karşı karşıyayız. Sana tekrar teşekkür ediyorum Veli.
Evet, büyük bir imtihan gereği yeryüzüne inen Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz uzun süre bir­birlerinden ayrı kaldılar. Görmek isteseler de göreme­diler, bulmak isteseler de bulamadılar birbirlerini. Çok uzun süren ve dualarla geçen bu hasret döneminden sonra Allah'ın yardımı gelmiş ve O'nun lutfuyla birbir­leriyle karşılaşmışlar, birbirlerini bulmuşlardır.
“Hocam, hiç kuşkusuz ki birbirlerini bulmaları Allah'ın yardımıyla olmuştur.”
“Doğru bir söz Hamdi. Ancak bu doğru cevaba nasıl vardın?”
“Hocam, geçenlerde bir arkadaşla fuara gitmiş­tik. Nasıl olduysa birbirimizi kaybettik. Bir süre birbiri­mizi aradıksa da, bulamayacağımızı anlayarak vazgeç­tik. Bizler küçücük fuarda birbirimizi bulamıyorsak, hazreti Adem ile Havva validemiz Allah'ın yardımı ol­madan koskoca dünyada birbirlerini nasıl bulacaklar?”
“Teşekkür ederim Hamdi, gerçekten güzel açıkla­dın. Evet, birçok rivayete göre Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz Mekke yakınlarındaki Müzdelife böl­gesinde karşılaşmışlar, Allah'ın yardımıyla Müzdelife'de birbirlerine kavuşmuşlardır. Allah'ın emri gereği Mek­ke'ye giden Adem Aleyhisselam, bugün bütün dünya müslümanlarının ziyaret ettiği Kabe-i Muazzamayı ilk İnşa eden ve Kabe'yi ilk tavaf eden insandır. Daha son­ra hanımıyla birlikte Hindistan'a dönmesine rağmen her yılın muayyen zamanında Mekke'ye gelerek Kabe-i Muazzamayı ziyaret eder, hac görevini yerine getirir­di.”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Adem Aleyhisselam'ın Yeryüzü Hayatı Ve Habil ile Kabil Kıssası (Devamı)

Adem Aleyhisselam'ın Yeryüzü Hayatı Ve Habil ile Kabil Kıssası (Devamı)

Yine rivayetlere göre Adem Aleyhisselam ile Havva validemizin, birisi kız diğeri erkek olmak üzere genellikle ikiz çocukları olurdu. Şanı yüce Rabbimiz İn­san neslinin üreyebilmesi için, sadece Adem Aleyhis­selam ile Havva validemizin bu çocuklarına birbirleriy­le evlenme izni vermişti. Fakat yine de ikiz kardeşlerin birbiriyle evlenmesine izin verilmiyor, ikiz kardeşlerden bir erkek, diğer ikiz kardeşlerden bir kız ile evlenebili­yordu.
Ve böylece yeryüzündeki insan nesli çoğalmaya başladı. Uzun yıllar ömür süren Adem Aleyhisselam, çocuklarının babası, torunlarının dedesi, torunlarının torunlarının büyük büyük dedesi olmasıyla beraber, hızla genişleyen bu ailenin aynı zamanda bir peygam­beri idi. Çocuklarını, torunlarını ve torunlarının torun­larını Allah'a kulluğa davet ediyor, onları şeytandan ve şeytana aldanmaktan sakındırmaya çalışıyordu.
Bütün bu uyarılara rağmen ademoğullan arasın­daki İlk ciddi ihtilaf, Habil ve Kabil arasında yaşanmış­tı. Evlenecekleri kız ya da birbirlerine karşı üstünlük hususunda çıkan bu ihtilaf büyümüş, iki kardeşi karşı karşıya getirmişti. Mesele babaları ve peygamberleri olan Adem Aleyhisselam'a intikal edince, Adem Aley­hisselam her ikisinin de Allah'a bir kurban sunmaları­nı ve Allah hangisinin kurbanını kabul ederse, diğeri­nin bu iddiadan vazgeçmesini söylemişti.
Rivayetlere göre çiftçilik yapan Kabil, cimrilik ya­parak mahsulünün kötü tarafından bir demet buğday almış ve adak olarak bunları sunmuştu Allah'a. Hay­vancılık yapan Habil ise Allah'a bir adak, bir kurban olarak koyunlarından en güzelini seçmişti. Netice ola­rak Rabbimiz Habil'in kendisine sunduğu kurbanı ka­bul edince, Kabil'in kıskançlığı daha da artmış ve şey­tanın körüklediği bu kıskançlık ve hased ile “Seni mutlaka öldüreceğim” diyerek Habil'i tehdit etmişti.
Habil önce nasihat etmek istedi kardeşi Kabil'e. “Allah ancak muttakilerin kurbanını kabul eder” diye­rek, kardeşi Kabil'i muttaki olmaya, yani Allah'tan korkup-sakınmaya davet etti. Fakat Kabil'e tesir etmemiş­ti bu sözler. Kardeşini öldürmek için onun üzerine yürürken, Habil yine şunları söyledi kendisine.
“Eğer sen beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben, alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Ancak sen Allah'tan korkmaz ve beni öldürürsen, hem kendi günahını ve hem de benim günahı­mı yüklenerek ateşin halkından olmanı isterim. Çünkü zulmedenlerin cezası budur”
Kardeşinin bu güzel sözlerini değil, içindeki şeyta­nın kışkırtmalarını dinleyen Kabil, nefsindeki kin ve kıskançlık duygularıyla yerden bir taş alarak kardeşi Habil'i öldürdü. İşte bu an, insanlık için ilk utanç anıy­dı. Allah'a kulluk için yaratılan ve diğer insanlara mer­hametle yaklaşması gereken bir insan, nefsine uyarak ve şeytana aldanarak bir insanı öldürmüş, bir İnsanı öldürüvermiştî. Yeryüzünde akan ilk kan, insanlığın alnı­na sürülen ilk kanlı lekeydi bu!.
Kardeşinin kanlar içindeki cesediyle başbaşa ka­lan Kabil, bu cesedi ne yapacağını, ne yapması gerek­tiğini bilemedi!. Çünkü yeryüzündeki ilk ölüm olayı idi bu. Yeryüzünde ölen ilk insan, hastalanarak ölen de­ğil, öz kardeşi tarafından kanı akıtılarak öldürülen Habil'di. Hırs ve öfke ile kardeşini öldüren Kabil, uzun sü­re böyle bir şaşkınlık, böyle bir acizlik içinde kaldı. Yerde boylu boyunca yatan ve hiç hareket etmeyen kardeşinin cesedini ne yapacağını bilemiyordu. Rabbimiz bu şaşkınlık içindeki Kabil'e, yeri eşeleyerek cese­di nasıl örteceğini gösteren bir kargayı gönderdi. Da­ha önceleri kendisiyle övünen, kendisiyle büyüklenen Kabil, kendisine yol gösteren bu kargayı görünce “Ba­na yazıklar olsun. Kardeşimin ölü cesedini örtmek için bu kargadan bile daha aciz kaldım?” diyerek, pişman­lık duyanlardan olmuştu.
“Şimdi bana söyler misiniz. Kur'an-ı Kerim'de biz­lere bu hadiseyi bildiren Rabbimiz, Kabil ve Habil ara­sında geçen bu hadiseyi bizlere niye bildiriyor?”
Böylesine kötü bir olayı, bizler de yaşamayalım diye.
“Doğru söylüyorsun Hamdi. Allah bizleri böyle bir olaydan, böyle bir olayı yaşamaktan korusun. Ancak hiç istemememize rağmen buna benzer bir olayla kar­şılaşırsak, Efendimiz Salîallahu aleyhi ve sellem'in na­sihatini dinlememiz ve böyle bir olayda Habil gibi davranmamız yani bir kardeşimize, bir müslümana öldürmek kastıyla elimizi kaldırmamamız gerekir.
“Karşımızdaki kardeşimiz bizi öldürmek istiyor­sa!.”
Zaten böyle bir olaydan bahsediyoruz Fatih. Kar­şımızdaki kardeşimiz bizi öldürmek istese bile, bizler ancak onu engellemeye çalışabiliriz, onu öldürmeye değil!. Çünkü iki müslüman birbirlerini öldürmek kas­tıyla vuruşurlarsa, ölen de, öldüren de cehenneme gitmektedir.
Öldürenin neden cehenneme gittiği belli. Fakat ölen kimse niye cehenneme gidiyor?
Aynı soru Efendimiz Sallallahu, aleyhi ve sellem'e sorulduğu zaman “Çünkü ölen kimse de, karşısındaki kardeşini öldürmek istiyordu” buyurmuştur. Böylesi durumlarda bir insanın kardeşini öldürmesi ile, karde­şini öldürmek kastıyla ona vurması, onunla vuruşması aynı şeydir. Bütün müslümanların kardeş olduğunu bil­memiz ve böylesi bir duruma düşmekten Allah'a sığın­mamız gerekir.
Dünya hayatında bir oğlunun diğer oğlunu öldür­mesi gibi büyük üzüntüleri yaşayan Adem Aleyhisselam, Allah'a kulluk ile dolu bin yıl civarında bir ömür sürdükten sonra vefat etmiştir.
“Hocam, Adem Aleyhisselam bin sene kadar mı yaşamış?”
“Evet Merve, rivayetlere göre bin sene kadar. An­cak Adem Aleyhisselam'ın bin senelik bu uzun ömüre pek sevindiğini zannetmiyorum. Çünkü nasıl bir cen­netten çıkarıldığını ve müslüman olarak ölünce nasıl bir cennete döneceğini bilen bir insan için, gerçekten çok uzun bir ömürdür bu!. Adem Aleyhisselam bizler gibi altmış-yetmiş yıllık bir ömrü olmasını ve bu kısa ömrü Allah'a kulluk ile geçirip cennete dönüvermeyi herhalde daha çok isterdi.”
Biz insanlar ise hep uzun yaşamak istiyoruz!. Müslüman olarak öldüğümüzde Allah'ın lutfuyla gireceğimiz cenneti bilsek, bizler de uzun yaşayabil­mek için bu kadar tutkulu, bu kadar ısrarlı olmazdık Merve. Kaldı ki uzun ömür sahibi olmak demek, uzun yıllar Allah'a kullukta sebat etmek, bu kulluğu uzun yıl­lar sabırla yaşamak demektir. Altmış-yetmiş yıllık kısa­cık ömürlerinde bile Allah'a kullukta sebat edemeyen günümüz insanlarına Rabbimiz bin yıllık bir ömür ver­seydi, hiç kuşkum yok ki bu bin yıllık ömür sonunda azim ve sebat ile doğru yolda kalabilen müslüman sa­yısı yok denecek kadar az, çok çok az olurdu!.
“Hocam, bu söyledikleriniz doğru olmasına rağ­men, müslümanlar da dahil olmak üzere insanlar yine de uzun yaşamak istiyorlar!. İnsanlardaki bu uzun ya­şama isteği nereden kaynaklanıyor?”
Bunun fıtri ve nefsi olduğunu düşünüyorum Fa­tih. Bizler Rabbimizin lutfuyla ebedilikle tanışan, ebe­diliğin ne olduğunu bilen ve bu nedenle ebedi yaşamak isteyen canlılarız. Ebedi hayata karşı bu vazgeçilmez düşkünlük Adem Aleyhisselam ve Havva validemizde de olduğu için şeytan aleyhillane onlara bu yönlerin­den yaklaşmış ve “Rabbinizin bu ağacı size yasaklama­sı, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlar­dan kılınmamanız içindir” vesvesesini vermiştir. Nitekim nefislerine cazip gelen bu vesveseye inanan Adem Aleyhisselam ile Havva validemizin, ebedi yaşayanlardan olabilmek için yasaklanmış ağaca yaklaş­mışlar ve o ağacın meyvesinden yemişlerdir. Çünkü ebedi yaşayanlardan olma tutkusu, onlar için vazgeçil­mesi mümkün olmayan bir tutkuydu.
İlk iki insandaki bu ebedilik tutkusu, fıtri olarak di­ğer bütün insanlarda da vardır. Özellikle ruhlarımızın yakinen tanıdığı ve derinlemesine anladığı bu ebedilik duygusu, her insanda bulunan bir duygudur. Böyle bir ebedilik duygusuna sahip olmalarına rağmen kendile­rini sadece toprak bir bedenle tanımlayan ve yeniden dirilişi dikkate almayan insanlar; ölüm hadisesinin bir yokoluş olarak görmekte ve bu yokluk düşüncesinden güçleri nisbetince kaçmaya çalışmaktadırlar. Bu insan­lar aslında Ölümden değil, ölüme yükledikleri yokluk düşüncesinden, yokoluş duygusundan kaçmaktadırlar. Çünkü frtraten ebedilikle tanıştıkları ve ebedi yaşama­ya çok düşkün oldukları için, böyle bir yokluk düşün­cesini ve yokoluş duygusunu benimseyebilmeleri mümkün değildir. Bu nedenle güçleri .nisbetince ölüm­den uzaklaşmak ve hiç ölmeyecekmiş duygusuyla uzun yıllar yaşamak isterler!.
Zaten bu nedenledir ki İlahi hakikatleri ısrarla in­kar eden kafirler, şeytan aleyhillanenin “Sizin hayatı­nız, sadece bu dünya hayatıdır" vesvesesine inanarak yeniden dirilişi de inkar etmelerine rağmen, ebedilik­ten bir türlü vazgeçemeyen kalplerinin gizli bir köşe­sinde bu düşünceye yer vermekte ve kendi kendilerine “Ben ölümle birlikte yok olacağımızı sanıyorum. An­cak bu müslümanların yeniden dirilişle ilgili olarak söy­ledikleri doğru ise bu benim için de güzel bir şans olur. Çünkü her nerede olursam olayım, varolmaya devam edeceğim!.” diyebilmektedirler. Tabi ki şaşırtıcı bir du­rum değildir bu!. Çünkü bu insanlardaki yokluk korku­su ve ebedilik tutkusu, inanmadıkları cehennem korkusundan çok daha fazladır. Oysa bu insanlar cehen­nemle karşılaştıkları zaman ebedi varoluş tutkusundan hemen uzaklaşacaklar ve feryatlar içinde “Ya Rabbi bi­zi helak et, bizi yok et” diye yalvaracaklardır.
“Hocam, bizler ömür ve ölüm hadisesine nasıl yaklaşmalıyız?”
“Öncelikle kendimizi doğru tanımlamalıyız Fatih. Bizler ezeli olmasak da, ebedi varlıklarız. Önümüzde hiç kuşku duymayacağımız ebedi bir hayat vardır. Bu ebedi hayatın bir saat kadarlık bölümünü, şu an ki ge­çici ve ölümlü bedenimizle bu dünyada yaşıyoruz. Ruhlarımızın tanış olduğu ebedilik duygusu, beşeri ne­fislerimize ebedilik tutkusu olarak yansımaktadır. Nefislerimizdeki bu ebedilik tutkusu, geçici ve ölümlü be­denimize bakarak bizleri ebedi varoluşla ilgili bir endişeye, yokoluşla ilgili bir korkuya sevketmemelidir. Çünkü bizler istesek de, istemesek de ebedi bir hayat­la karşı karşıyayız. Rabbimizin bizlere apaçık vaadi bu­lunan bu konuda en ufak bir endişeye, en ufak bir kuş­kuya kapılmamalıyız. Bizler için önemli olan ve önemsememiz gereken husus, önümüzdeki ebedi hayatın nasıl olacağıdır. İşte mesele bu noktaya geldiği zaman, şu an geçici bedenimizle yaşadığımız kısacık dünya hayatı büyük bir önem kazanmaktadır. Çünkü bir saat kadarlık bu dünya yaşantımız, bizlerin ebedi akibetini belirleyen bir yaşantı olacaktır. Her müslüman gibi bizler de bu kısacık dünya hayatını Allah'a kullukla geçirmek ve şanı yüce Rabbimize açık bir alın­la kavuşmak isteriz. Bizler için bu ömürü nerede geçir­diğimiz değil, nasıl geçirdiğimiz önemlidir. Allah'ın emirlerini dikkate alan bir müslüman gibi yaşıyorsak, her an beklediğimiz ölüm meleği, bizler için bir müjde meleği olacaktır.”
“Allah'tan uzun ömür isteyebilir miyiz?”
Yaşadığımız ömür, Allah'a kullukla geçirmek is­tediğimiz hayırlı bir ömür ise bu ömürün uzun olma­sını dilememizde hiçbir sakınca yoktur. Nitekim Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz de “Allah'dan hayırlı ve uzun ömür dileyin” buyurmuş­lardır. Tabi ki doğru bir temenni ve doğru bir duadır bu. Hepinizin bildiği gibi cennet, mü'minlerin Allah'ın lutfuyla hoşnut olacakları bir yerdir. Dünya ise bu mü'minlerin Allah'ı hoşnut edebilecekleri bir yerdir. Dolayısıyla Allah tarafından hoşnut olmanın Ötesinde, Allah'ı hoşnut etmeyi dileyen müslümanlar için, dün­ya vakitleri cennet vakitlerinden çok daha değerlidir. Çünkü her güzel şeyin en güzel bir biçimde olduğu cennette dahi, Allah'ı hoşnut edebileceğimiz böylesi vakitler yoktur. Umud ediyorum ki sizler de meseleye bu rahmetli açıdan bakacak ve şanı yüce Rabbimizi daha çok hoşnut edebilmek için “Hayırlı ve uzun ömür dileyen” müslümanlardan olacaksınız. Bu güzel temenni ile bu bölümü bitiriyoruz.
Alemler içinde selam olsun Adem Aleyhisselam'a ve onun iman eden evladlarına
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nuh Kavmine İlahi Davet

Nuh Kavmine İlahi Davet

Adem Aleyhisselam'ın vefatından sonra oğlu Şit Aleyhisselam'ın ve daha sonra İdris Aleyhisselam'ın peygamberlik dönemleri vardır. İdris Aleyhisselam'ın, terzilerin piri yani üstadı olduğu da söylenir.
İdris Aleyhisselam'dan sonraki dönemlerde Ademoğulları ilk kez toplu bir şekilde doğru yoldan ayrıl­maya, Vedd, Suva, Yeğus, Ye'uk ve Nesr adını verdik­leri putlara tapmaya başlamışlardı. Aslında bu put isimleri, geçmişte yaşayan salih kimselere aitti. Bu sa­lih kimseler ölünce şeytan aleyhillane onların kavimle­rine "Salih kişilerinizin oturmuş oldukları yerlere, onla­rın hatırasına dikitler dikin ve bunlara onların isimlerini verin" telkininde bulundu. Halk bir sevgi ve saygı ifadesi olarak gördükleri bu telkine uyarak, söy­leneni yaptılar. Önceleri bu dikitlere, bu taşlara karşı bir tapınma yoktu. Ancak sonraki nesiller bu dikitlere, bu taşlara manevi güçler nisbet etmeye ve onlara adaklarda bulunmaya başladılar. Tarihsel süreç Nuh kavmi zamanına gelince, bu tapınma toplumsal bir ço­ğunluk ile en üst noktasına ulaşmıştı.
İnsanlar ve insanlık için en tehlikeli dönemler, bi­rer batıl olan putlara insanların topluca yöneldikleri böylesi dönemlerdir. Çünkü bir yalanı veya bir putu topluca kabul eden İnsanlar, artık çoğunluğun kabul ettiği bu yalanı veya bu putu hiç sorgulamazlar. Her­kesin kabul ettiği bu putlar, bu yalanlar, tartışmasız doğru kabul edilen bir realitedir artık!. Toplumun bü­yük bir çoğunluğu “Şu gördüğünüz kutsal abide, bizim dünyamızı aydınlatan, bizi ısıtan, bizim ürünlerimizi büyüten, bizi hastalıklardan koruyan güneş tanrımızdır!..” dediği zaman, çoğunluğun bu görüşüne karşı çıkmak adeta mümkün değildir. Tabi ki mesele bu nok­taya geldiği zaman şeytan aleyhillanenin, şeytani bir yaklaşımını da dikkate almamız gerekir. Sapıtan ve sa­pıklığa davet eden insanların akıl hocası olan şeytan aleyhillane, bu putlara Rabbimizin bazı vasıflarını yani insanların en doğal ihtiyaçlarını giderme özelliğini yük­lemektedir. Ara sıra hastalanan ve değişik zorluklarla tarlalarını eken insanlar, hiç kuşkusuz ki sağlıklı olma­nın yanı sıra ürünlerinin de büyümesini ve bereketli ol­masını isterler. Bir puta toplum tarafından böyle bir misyon yüklendiği zaman, bu misyon akıllarına pek yatmasa dahi putlara karşı çıkarak kendi sağlıklarını ve ürünlerini riske atmak istemezler. Çünkü onlara göre putlara inanmanın veya inanır gözükmenin değil, kos­koca toplumun inandığı bu putları inkar etmenin bir riski vardır. Dolayısıyla böyle bir riske girmeden, ço­ğunluğun peşinden gitmeyi tercih ederler. Bu kimseler için doğruluk ölçüsü, çoğunluğun görüşüdür artık!.
“Demokrasilerde olduğu gibi!.”
Evet Fatih, çoğunluğun görüşünü esas alan de­mokrasilerde olduğu gibi!. Zaten Allah'ın hükmünü esas alan müslümanlar ile, çoğunluğun görüşünü esas alan demokratlar arasındaki fark da budur. Müslümanlar için doğruluk ölçüsü, çoğunluğun görüşü değil Allah'ın hükmüdür. Çünkü müslümanlar, bir kişiyi aldatabilen şeytanın, zaman içinde toplumsal bir çoğunluğu da al-databileceğini bilirler. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır.
“(Şeytan) Dedi ki: “Madem öyle, beni azgınlığa uğ­ratmana karşılık, ben de onlar(ı saptırmak) için mutla­ka Sen'in dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra da onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.”
Rabbimiz, şeytan aleyhillanenin “Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın” sözüne itiraz etmemiştir. Çünkü ne yarattığını hakkıyle bilen Rabbimiz, insanla­rın ve cinlerin büyük bir çoğunluğunun cehennemlik olduğunu da bilmektedir. Bunu bildiği için çoğunluğu temize çıkarmamış ve Efendimiz Sallallahu aleyhi ve sellem'in şahsında tüm müslümanları şu ayet-i kerime ile çoğunluktan ve çoğunluk düşüncesinden sakınma­ya davet etmiştir.
“Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olur­san, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp saptınrlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler.”
Rabbimizin bu apaçık uyarısını dikkate alan müslümanlar için doğruluk ölçüsü, elbetteki çoğunluğun görüşü değil Allah'ın hükmüdür. Çünkü Kur'an-ı Kerim'i ve Rabbimizin İlahi uyarılarını esas alan bu müslümanlar, az önce de belirtiğimiz gibi bir kişiyi aldatabilen şeytanın, zaman içinde toplumsal bir çoğunluğu da aldatabileceğim bilirler. Nitekim toplumsal bir ço­ğunluk ile putlara yönelen Nuh kavmi, binlerce tarih­sel örnekten sadece bir tanesidir.
İşte insanların topluca azdığı, sapıklığı doğru yol zannettiği böyle bir dönemde, Rahman olan Rabbimiz yeni bir peygamber olarak Nüh Aleyhîsselam'ı gönder­di. Bir peygamber olarak seçilen ve görevlendirilen Nuh Aleyhisselam, gece ve gündüz, gizli ve açık ola­rak kavmini uyarmaya başladı. Kur'an-ı Kerim'de bildi­rildiğine göre, Nuh Aleyhisselam şöyle sesleniyordu kavmine.
“Ey kavmim, gerçek şu ki ben size alemlerin Rabbinden gönderilmiş apaçık bir uyarıcı, bir korkutucu­yum. Sadece Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Doğrusu ben, sizin için büyük bir gü­nün azabından korkmaktayım. Çünkü Allah'a eş koş­mak, Allah'tan başkasına tapmak, büyük bir zulümdür. Artık tevbe edin, Rabbinizden mağfiret isteyin, Allah hiç kuşkusuz ki çok bağışlayandır, çok yücedir. Gör­müyor musunuz, yedi göğü birbirleriyle bir uyum için­de yaratan sadece Allah'tır. Ve ayı da bunlar içinde bir nur olarak kılmış, güneşi de bir kandil yapmıştır. Yer­yüzünü sizin için bir yaygı kılmış ve içinde gezip dolaşabilmeniz için geniş yollar bırakmıştır. Toprağa ektiği­niz bir tohumu topraktan bitirmesi ve yetiştirmesi gibi, sizleri de farklı güzelliklerde, farklı tavırlarda yaratan ve yetiştiren Allah'tır. Sonra sizi öldürecek ve tekrar di­rilterek hesaba çekecektir. O halde beni dinleyerek, bana itaat ederek Rabbinizden mağfiret dileyin ve sa­dece Allah'a kulluk edin ki sizi bağışlasın, üzerinize gökten bol miktarda yağmur yağdırsın. Size mallar ve çocuklarla yardımda bulunsun. Size ürün yüklü baglar bahçeler versin, ırmaklar akıtsın..”
“Güzel bir davet.”
“Gerçekten çok güzel ve çok açık bir davet Fatih. Zaten günümüz müslümanlarının da dünya insanlarına götürmesi gereken davet, bu içerikteki bir davettir. Öyle değil mi Fatih?”
“Evet hocam.”
“Evet dediğin için sana şu soruyu sormak istiyo­rum. Her ülkenin ileri gelen delegelerinin katıldığı Bir­leşmiş Milletler genel kuruluna konuşmacı olarak çağrılsan, Nuh Aleyhisselam'ın yaptığı bu daveti, kalbi bir mutmainlikle o insanlara yapabilir misin?”
“Şu an bilemiyorum!.”
Bilemiyorum cevabını bile, olumlu bir cevap ola­rak algılıyorum. Çünkü kendilerine müslüman aydın, müslüman entelektüel denilen birçok kimse, Birleşmiş Milletlerde böyle bir daveti yapmaktan utanırlar. Aşa­ğılık kompleksiyle kızaran yüzleriyle bize bakarak “Üst seviyedeki o delegelere böyle basit bir davet yapılır mı?” derler. Oysa basit dedikleri bu davet, her çağda­ki insanlara götürülmesi gereken evrensel bir davettir. Herhangi bir insan müslümanım demesine rağmen böyle bir daveti yapmaktan ne kadar çekiniyor veya utanıyorsa, o insan İlahi hakikatlerden ve yapılması gereken İlahi tebliğden o kadar uzak demektir.
Fatih, şimdi meselenin öteki yönüne geçelim. Di­yelim ki Nuh Aleyhisselam güdümüzde yaşıyordu ve Rabbimizin verdiği bir imkan ile Birleşmiş Milletler genel kuruluna giderek bu daveti yaptı. Sana göre muh­temel tepki ne olurdu?
“Her halde gülüp-geçerlerdi!.”
Hiç kuşkun olmasın ki gülüp-geçerlerdi Fatih. “Bizler bilimle, teknolojiyle, modern tıpla, genetikle, uzayla uğraşıyorken; bizlere topraktan, ekinden, yağ­murdan bahseden bu adam da neyin nesi?” derlerdi. “Bizler bu gibi basit işleri üçüncü dünya ülkelerinin çiftçilerine bırakmışken, bu adam bize ne diyor, bizi neye davet ediyor” diyerek, Nuh Aleyhisselam’ın ge­nel kurul salonundan çıkarılmasını isterlerdi. Oysa bu şaşkınlar bilmezler ki bilim ve teknoloji, insanların te­mel ve doğal ihtiyaçları değildir. Rabbimiz dünya gene­line birkaç yıl kuraklık verse, dünya insanlarının genel gündeminde yağmurdan, topraktan ve ekinden başka bir şey olmayacaktır. Ama böyle bir olasılığı hiç dikka­te almadıkları için, Nuh Aleyhisselam’ın apaçık daveti­ni, apaçık bir alay ile karşılarlar. Hatta kendilerine müslüman denilen ülkelerin temsilcileri, Nuh Aleyhisselam adına genel kuruldan özür dileyerek “Nuh deni­len bu kişinin, biz müslümanlarla hiçbir ilgisi yoktur. Bu mecnun adam, ne dediğini bilmemektedir” derler. Tabî ki bu duruma hiç şaşırmamamız gerekir. Çünkü binlerce yıl önce yaşayan Nuh kavmi nasıl bir sapıklık içindeyse, günümüz dünyasındaki insanların büyük ço­ğunluğu da aynı sapıklık içindedir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nuh Kavmine İlahi Davet devamı

Nuh Kavmine İlahi Davet devamı

Evet, konumuza dönecek olursak, insanların topluca azdığı, sapıklığı doğru yol zan­nettiği böyle bir dönemde, Rahman olan Rabbimiz ye­ni bir peygamber göndermiş ve İlahi davet ile görev­lendirilen Nuh Aleyhisselam. gece ve gündüz, gizli ve açık olarak kavmini uyarmaya başlamıştı. Kavminin mai ve makam sahibi olan önde gelen insanları, Nuh Aleyhisselam’ın yaptığı bu davet karşısında önce çok şaşırdılar!. Kendisine Nuh denilen bu sıradan adama ne oluyordu ki, hiç korkmadan kendileriyle böyle ko­nuşabiliyordu!. Diğer ilahları terkederek sadece Allah'a kulluk etmek de neyin nesiydü. Allah'a inanıyorlardı ama Allah'ın yardımcıları olan diğer ilahları niye inkar edeceklerdi ki!. Oysa Vedd, Suva, Yeğus gibi diğer ilahlar, şimdiye kadar onlardı çok yardım etmiş, birçok isteklerini gerçekleştirmişti.
“Hocam o putlar, onlara gerçekten yardım etmiş miydi?”
“Elbettekî hayır Hamdi. Fakat onlar bu sahte ilah­lardan bir dilekte bulunduklarında, mesela yağmur yağdırmasını istediklerinde, bu istekleri gerçekleşerek yağmur yağmazsa “İlahlarımız bize kızdı” dedikleri gi­bi, yağmur yağdığında ise “Haah İşte, ilahlarımız bizim dileğimizi duyarak yağmur yağdırdı” diyerek, yağmu­run yağmasını Allah'tan değil, bu sahte İlahlardan bili­yorlar, bu sahte ilahlara daha çok bağlanıyorlardı. Gü­nümüzde türbelere ya da cinci hocalara giderek bazı dileklerde bulunan ve bu dilekleri bazen gerçekleşince, cinci hocaları ya da o türbede yatan cansız cesetleri Allah'a eş koşan insanlar gibi!.”
“Hocam, Nuh kavminin içinde putlara tapmanın yanlış olduğunu düşünebilen akıllı insanlar yok muy­du?”
“Akıl tek başına hidayet vesilesi değildir Seda ha­nım. Herhangi bir insan aklını nefsi istekleri İstikame­tinde kullanırsa, böyle bir yolda kullanılan kirlenmiş akıl bu insanı hidayete değil, sapıklığa götürür. Hiç kuşkusuz ki Nuh kavminin önde gelen yönetici insan­ları arasında, bu cansız putların hiçbir gücü olmadığını bilen kişiler olabilir. Ancak hiç konuşamayan bu putlar adına kendileri konuştukları, bu putların ne isteyip-ne İstemediklerine kendileri karar verdikleri için: bu putları inkar etmek bir yana, bunların daha da yüceltilme­sini isterler. Çünkü halkı yönlendirmenin ve halktan çı­kar sağlamanın en kolay yolu, bütün bu işlerin yücel­tilmiş ilahlar adına yapılmasıdır.”
Nuh kavminin mal ve makam sahibi önde gelen insanları öncelikle böylesi nedenlerden dolayı sahte ilahlarını bırakmak, onlardan vazgeçmek istemiyorlar­dı. Ayrıca iç dünyalarında küfürden kaynaklanan bir kuşkuyu da hissediyorlardı. Uzun yıllardır yüceltilen bu ilahları bıraktıkları zaman, belki de ilahlar gerçekten kızacak ve belki de hiç yağmur yağdırmayacaklardı!. O halde bu ilahlar hiç kızdırmamalı, ne söylediğini bil­meyen bu adam hemen sustur malıydı!
Şeytanın kendilerine süslü gösterdiği bu düşünce­lerle karşı çıktılar Nuh Aleyhisselam'ın davetine. Ken­dilerini sadece Allah'a kulluğa davet eden Nuh Aleyhisselam'ı yalanlayarak “Biz seni açıkça bir şaşkınlık ve sapıklık içinde görüyoruz. Allah bizi yanlış yolda gör­seydi, hiç itirazda bulunmayacağımız melekler indirir­di. Oysa sen bizim gibi bir beşer, bizim gibi bir insan­sın. Hem biz geçmiş atalarımızdan da böyle bir şey işitmedik.” dediler.
Bağırsaklarında pislik taşıyan birer mahluk olma­larına rağmen kibirli bir şekilde “Allah bizi yanlış yol­da görseydi, hiç itirazda bulunmayacağımız melekler indirirdi” diyerek gülünç bir büyüklenme duygusuna kapılan bu kişiler; Nuh Aleyhisselam'ı dinleyen herke­se “O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin ve ilahlarımızın onu nasıl cezalandıracağını görün” diyerek, insanları bu İlahi davetten uzaklaştırmak istediler. Bu haksız sözler ve hakaretler üzerine Nuh Aleyhisselam kavmi­ne şöyle seslendi.
“Ey kavmim, bende bir şaşırmışhk ve sapmışlık yoktur. Ben size alemlerin Rabbi tarafından gönderi­len güvenilir bir peygamberim. Sizin bilmediğiniz ger­çekleri ben Allah'tan biliyorum ve bana bildirilen bu gerçeklerle size öğüt veriyorum. Peki size ne oluyor ki, sizi uyarıp-korkutarak sakınmanız ve belki rahmete ka­vuşturulmanız için aranızdari bir adam aracılığıyla Rabbinizden bir hatırlatmanın gelmesine şaşırıyorsunuz!. Kullarını sapıklıkta bırakmak istemeyen Allah'tan böy­le bir lutfu, böyle bir yardımı niye ummuyorsunuz? Alemlerin Rabbi olan Allah'ın kendisine eş koşulması­na aldırmayacağını ve sizleri başı boş bırakacağını mı zannettiniz? Rabbiniz sizleri sadece Kendisine kulluk etmeye davet ediyor ve bu daveti kabul etmezseniz, sizleri helak edeceğini bildiriyor. Yine de korkup-sakınmayacak mısınız?”
“Hocam, Hazret-i Nuh'un bu davetini kimse ka­bul etmedi mi?”
Nuh Aleyhisselam'ın gizli ve açık yürüttüğü bu İla­hi davete sadece bazı fakirler, toplum nezdinde malı, makamı ve itibarı olmayan bazı kimseler icabet etmiş­ti Seda hanım. Nitekim toplumdaki mal ve makam sa­hipleri bu fakirler nedeniyle de İlahi davete karşı çık­mışlar ve kendisi de fakir olan Nuh Aleyhisselam'a şöyle demişlerdi.
“Sen herhalde bu anlattıklarınla bir karşılık kazan­mak ve bizlere karşı üstün bir makama geçmek istiyor­sun. Fakat senin ve seninle beraber olanların bize kar­şı hiçbir üstünlüğünüzü görmüyoruz. Çünkü senin bu davetine, basit görüşlü olan en fakirlerimizden başkası uymuyor. Şimdi sana böylesine sıradan aşağılık insan­lar uymuşken ve sen onları yanından kovmazken, biz sana hiç inanır mıyız?”
Bu sözler, hiç kuşkusuz ki Nuh Aleyhisselam'ı hüzünlendiren, derinden üzen sözler oluyordu. Çünkü Malik ül mülk yani herşeyin yegane sahibi olan Allah Celle Celaİuhu nezdinde, kullarının fakir veya zengin, makamlı veya makamsız oİmasmın ne önemi vardı ki!. Bu kulların hepsi ölecek ve malsız, makamsız bir şekil­de İiahi huzurda toplanmayacak mıydı? Bir insanı zen­gin yapabilen küçük bir toprak parçasının, Allah katın­da en ufak bir önemi, en ufak bir değeri olabilir miydi?
Nuh Aleyhisselam bütün bunları bilmesine rağ­men kavminin insanlarına yine de merhametle yakla­şıyor, onların sapıklıklardan vazgeçerek sadece Allah'a kulluk etmelerini istiyordu. Ayrıca böyle bir davette bulunurken, onlardan ne mal, ne de para talep ediyor­du. Tek isteği onların bu daveti kabul etmeleri ve kur­tuluş bulmalarıydı. Nitekim bu duygularla tekrar ses­lendi kavmine.
“Ey kavmim, ben sizden bu davetime karşılık bir mal, bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, benim ec­rim yainızca alemlerin Rabbine aittir. Ben size Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmiyo­rum. Ben sadece müslümanlardan olmakla emrolun-dum. Ayrıca iman edenieri de yanımdan kovacak de­ğilim. Şayet onları kovarsam, Allah'tan gelecek azaba karşı bana kim yardım edecek, hiç düşünmez misiniz? Onlar gerçekten Rablerine kavuşacaklar ve onların he­sabı yalnızca Allah'a ait olacaktır. Ben ise sadece bir uyarıcı, apaçık bir korkutucuyum.”
Nuh Aleyhisselam bunları söyledi kavmine. Uzun yıllar süren davetinde, her şeyin yegane yaratıcısı olan Allah'ı ve Allah'ın nimetlerini hatırlattı kendilerine. Bu daveti kabullenmezler ve küfürlerinde ısrar ederlerse, topluca helak edileceklerini bildirdi. Uzun uzun anlat­tı, izah etti bu gerçekleri onlara. Kavminin önde gelen­leri. Nuh Aleyhisselarmn bu sözlerine bir yanıt, bir karşılık veremiyorlardı artık. Çünkü apaçık doğruları. apaçık örneklerle gözler önüne seriyordu Nuh Aleyhisselam. Böylesine hak ve doğru sözlere ne diyecek­ler, nasıl karşılık vereceklerdi ki!. Nitekim Nuh Aleyhisselam'ın sözlerine sözle, fikirlerine fikirle karşılık veremeyeceklerini anladıklarından, günümüzdeki za­lim yöneticiler gibi kaba; güçlerini ortaya koydular. Hepsi bir araya gelerek bu kaba güçleriyle tehdit etti­ler Nuh Aleyhisselam'ı ve kızgın gözler, öfkeli sözler ile “Eğer bu söylediklerine bir son vermeyecek olursan, gerçekten taşa tutulanlardan olacaksın” dediler.
Tabi ki bu tehdit île Nuh Aleyhisselam'ın susması­nı, hemen susuvermesini bekliyorlardı. Çünkü bu zayıf ve kimsesiz adam, kendi güçleri karşısında başka ne yapabilirdi ki!. Fakat ne gariptir ki Nuh Aleyhisselam bu tehditler karşısında ne korkmuş, ne de susmuştu. Kendisini taşlayarak öldürmekle tehdit eden kavminin karşısına korkusuz gözlerle dikilmiş ve hiç çekinmeden şu cevabı vermişti kendilerine..
“Ey kavmim, Rabbimin bana verdiği makam ve Allah'ın ayetleriyie sizleri uyarıp-korkutmam eğer sizle­re ağır geliyorsa, ben şüphesiz Allah'a tevekkül etmi­şim. Artık siz Allah'a eş koştuğunuz bütün ortaklarınız­la toplanıp, bana ne yapacağınızı bir hükme bağlayın da, içinizdeki bu arzu size bir dert. bir üzüntü olmasın. Sonra hakkımdaki bu hükmünüzü, bana hiç mühlet vermeden uygulayın. Çünkü ben sizin bana vermek is­tediğiniz cezadan değil, Allah'ın size vadettiği azaptan, bu azap ile helak edilmenizden korkuyorum.”
Kavminin ileri gelenleri çıldırtan sözler oluyordu bunlar. Onlar Nuh Aleyhisselam'ı korkutmak istemele­rine rağmen. Nuh Aleyhisseîam hiç korkmuyor ve bir de kendilerini korkutmaya kalkışıyordu. İşin tuhaf tara­fı bir tehdit olarak kendisini değil. Allah'ı getiriyordu karşılarına!. Kendilerini Allah ile, Allah'ın vaat ettiği azap ile korkutuyordu. Oysa uzun yıllardır aynı sözleri söylemesine rağmen ne böyle bir azap gelmiş, ne de helak edilmişlerdi. İçlerinde kabaran bu öfke ile “Ey Nuh, bizimle uzun yıllardır hep çekişip-durdun ve bu çekişmelerde çok da ileri gittin. Eğer doğru söyleyen­lerden isen, bize ne zamandır va'dettiğin şu azabı getir de görelim” dediler.
“Hocam, ne büyük cesaret!.”
“Bu cahillere özgü bir cesarettir Hamdi!. Tarih bo­yunca şeytanın vesveseleri ve yalan vaadleriyle azan insan nefsi, kendilerini helaka götürecek böylesi cahil­liklerde çok bulunmuştur. Cahillere özgü bir cesaret sahibi olan böylesi kimselerin korkmadan söyledikleri bu sözler, hiç kuşkusuz ki Nuh Aleyhisselam'ı korku­dan titreten sözlerdi. Çünkü bu insanlar ne istedikleri­ni, nasıl bir azabı çabuklaştırmaya çalıştıklarını bilmi­yorlardı!. Yoksa onlar bu İlahi vaadin bir yalan olduğunu veya bu vaadin sahibi olan Allah'ı aciz bıra­kacaklarını mı sanıyorlardı!”. Nuh Aleyhisselam bu duy­gu ve düşüncelerle çok açık bir şekilde cevap verdi kavmine.
“Ey kavmim. Allah dilediği zaman vadettiği o azabı size getirecektir ve sizler O'nu aciz bırakacak de­ğilsiniz. Bu küfürlerinizden dolayı Rabbim sizleri hida­yete layık görmüyorsa, benîm vereceğim öğütlerin siz­lere hiçbir yararı olmaz. Fakat yine de söylemek isterim ki O sizin Rabbinizdir ve sizler isteseniz de, is­temeseniz de O'na döndürüleceksiniz.”
Ne var ki bu anlamlı sözler, kör gözler ve sağır kulaklar için yine hiçbir şey ifade etmiyordu!.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Geminin Yapılması Ve Büyük Tufan

Geminin Yapılması Ve Büyük Tufan

Kavmine bir peygamber olarak gönderilen Nuh Aleyhisselam, kavminin içinde dokuzyüzelli sene yaşa­mıştı. Nice yeni nesiller doğmuş, nice insanlar küfürle­rinde ısrar ede ede ölmüşlerdi. Çok uzun yıllar kavmi­ni sadece Allah'a ve Allah'a kulluğa davet eden Nuh Aleyhisselam artık yorulmuş ve küfürde inat eden bu kavimden ümidini kesmeye başlamıştı. Kendisine ina­nan az sayıdaki müminlere eziyet eden, hileli düzenler kuran bu kafirler, hiç kuşkusuz ki artık dönmezler, dö­nemezlerdi. Bunlardan doğan yeni nesiller de, toplumsal çoğunluğun ve küfürde ileri giden kimselerin tesi­rinde kalarak, onlar da kötülükte sınırı aşan bir facir, bir kafir olarak yetişiyorlardı. Nuh Aleyhisselam yüzyıl­ların verdiği bir yorgunluk ve açıkça gördüğü bu umudsuzluk ile Allah'a yönelerek şöyle dua etti.
“Ey Rabbim, gerçekten ben kavmimi gece ve gündüz davet edip durdum. Fakat benim davet et­mem, onlarda bir kaçıştan başkasını arttırmadı. Sen'in onları bağışlaman için her davet edişimde, onlar par­maklarını kulaklarına tıkadılar, örtülerini başlarına çek­tiler ve büyüklük tasladıkça büyüklük gösterip-direttiler. Sonra ben onları açıktan açığa davet ederek, davamı hepsine ilan ettim. Etraftan çekinerek bu da­veti kabul etmeyenler bulunabilir düşüncesiyle, onlara gizli gizli davetlerde de bulundum. Seni ve Senin ni­metlerini hatırlattım hepsine. Fakat onlar bana isyan ettiler; mal, makam ve çocuklarıyla azan kimselere özendiler. Kendilerine “İlahlarınız olan Vedd'i, Suva'ı, Yeğus'u, Ye'uk'u ve Nesr'i sakın bırakmayın” diyen kimselere uydular. Kavmim beni yalanladı Rabbim. Bu yalanlamalarına karşılık, bana yardım et. Çünkü ben, yenik düşmüş durumdayım. Artık Sen intikam al ve yeryüzünde kafirlerden yurt edinen hiçbir kimseyi bı­rakma. Çünkü Sen onları bırakacak olursan, Sen'in kullarını şaşırtıp-saptırırlar ve onlar kötülükte sınırı aşan kafirlerden başkasını doğurup-yetiştirmezler. Ya Rabbim, benimle onların arasını açık bir hükümle ayı­rarak beni ve benimle birlikte olan mü'minleri kurtar. Beni. annemi-babamı, mümin olarak evime gireni, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla. Zalim olanlara da yıkımdan başkasını arttırma.”
Nuh Aleyhisselam'ın tarihe geçen bu duası, alem­lerin Rabbi olan Allah Celle Celaluhu katında kabul gören bir dua olmuştu. Nitekim yüzyılların mücadele­sini, yorgunluğunu, hüznünü ve umudsuzluğunu ifade eden bu yakarıştan sonra, Rabbimiz Nuh Aleyhisselam'a şöyle vahyetti.
“Ey Nuh. Şimdiye kadar iman edenlerin dışında, kesin olarak başka hiç kimse inanmayacak. Artık ateş ehli oldukları kesinlik kazanan bu sapıkların yaptıkla­rından dolayı hiç üzülme. Bizim gözetimimiz altında ve vahyimizle gemiyi imal et. Bizim emrimiz gelip de tan­dır kızışınca, geminin içine her (tür hayvandan) ikişer çift ile, azabı hakedenlerin dışında kalan aileni de yer­leştir. İhanet edenler ve zulme sapanlar konusunda da bana hitapta bulunma. Çünkü onlar boğulacak olan­lardır.”
“Hocam, buradaki tandır kelimesinden veya tan­dırın kızışmasından neyi anlamamız gerekir?”
Merve hanım. Tandır kelimesi, içinde ateş olan üstü kapalı fırına denilmektedir. Ben bu söz ile magma tabakalarında ateş bulunan yeryüzünün kastedildiğini sanıyorum. Bu sözün tufan ile ilgisini anlayabilmemiz için, Rabbimizin "Suyu yerin altına kaçırsak, onu çıkarmaya hanginizin gücü yeter" hitabını düşünmemiz gerekir. Bildiğiniz gibi yer ve gök arasında devrialem yapan, devamlı bir şekilde dolaşan su, yeryüzünün bel­li bir derinliğine indikten sonra buharlaşarak tekrar yü­zeye çıkmaktadır. Çünkü yerin altına doğru inildikçe, sıcaklık her otuzüç metrede bir derece artmaktadır.
“Jeoterm derecesi.”
“Evet Fatih. Bilim adamlarının jeoterm derecesi dedikleri bu sıcaklık artışı, beili bir derinlikte suyu bu­harlaştırarak, bu suyun yerin altına kaçmasını engelle­mektedir. Zaten şanı yüce Rabbimiz de bizlere bu ger­çeği işaret etmekte ve “Ben yer kabuğunu biraz soğutur ve suyu yerin altına kaçırırsam, bu suyu artık kim çıkarabilir?” diyerek bizleri iman dolu bir şüküre davet etmektedir.”
“Şükürler olsun Rabbîmize.”
“Evet, hepbirlikte “Rabbimize şükürler olsun” di­yerek konumuza devam edelim Hamdi. Yaptığımız bu kısa açıklamadan sonra tufan öncesi tandırın kızıştırılması ifadesinden, yeryüzü katmanlarındaki bu sıcaklı­ğın arttırıldığını anlamamız gerekir. Çünkü bu sıcaklık arttırıldığında yeraltındaki bütün sular yer üstüne çıka­cak ve göklerde bulunan bulutların da sularını boşaltmasıyla, gerçek bir tufan yaşanacaktır.
Rabbimizin “Ey Nuh. Şimdiye kadar iman eden­lerin dışında, kesin olarak başka hiç kimse inanmaya­cak. Artık ateş ehli oldukları kesinlik kazanan bu sa­pıkların yaptıklarından dolayı hiç üzülme” emriyle karşılaşan Nuh Aleyhisselam. kavmine yönelik tüm davetlerine artık son vermişti. Çünkü Allah Celle Ce­laluhu kendisine, kesin bir ifade ile bundan sonra baş­ka hiç kimsenin inanmayacağını bildirmişti. O halde artık bunlarla uğraşmasına, bunları doğru yola getire­bilmek için çırpınmasına hiç gerek yoktu. Bu İlahi ger­çeklerle karşılaşan Nuh Aleyhisselam, ateş ehli olduk­ları kesinlik kazanan bu kimselere artık öfkelenmiyor ve bunların yaptıkları için artık üzülmüyordu da!. Nasıl olsa kendilerine vadedilen azaba kavuşacaklar, kavuşuvereceklerdi bu sapıklar!.
Nuh Aleyhisselam Rabbimizin gözetimi altında ve peyderpey inen vahiy ile gemiyi yapmaya başlamıştı. O zamana kadar hiç gemi görmeyen ve geminin ne olduğunu bilmeyen Nuh Aleyhisselam, yaptığı şeyin ne olduğunu, bittiği zaman neye benzeyeceğini ve bu acaip şeyin kendilerini tufandan nasıl koruyacağını da hiç bilmiyordu. Çünkü geminin ne olduğu ve nasıl yapacaklarıyla ilgili emirler kendisine peyderpey geliyor, kendisi de kuşkudan uzak bir iman ve teslimiyet ile bu emirlerin gereğini yapıyordu.
Allah'a ve Allah'ın gönderdiği peygambere ina­nan az sayıdaki mümin de yardım ediyordu Nuh Aleyhisselam'a. Gerçi o zamana kadar hiç gemi görmeyen bu müminler de ne yaptıklarını pek bilmiyorlar ancak iman ettikleri peygamberlerine itaat ederek çalışmaya devam ediyorlardı. Tahtaları Nuh Aleyhisselam'ın söy­lediği şekilde birer birer kesiyorlar ve bu tahtaları çivi dedikleri şeylerle birbirine çakıyorlardı!.
Nuh kavminin önde gelenleri için mü'minlerin yaptığı bu çalışmalar bir alay ve eğlence konusu olu­yordu!. Her gün Nuh Aleyhisselam ile birlikte çalışan mü'minlerin yanına uğruyorlar ve acayip bir şey yap­maya çalışan bu tuhaf insanlarla uzun uzun alay edi­yorlardı. Nuh Aleyhisselam'ın bu haline bakarak “Gör­dünüz mü bak! Vedd, Suva, Yeğus sizlere aşağılatıcı bir azap göndererek, sizleri ne duruma düşürdü!.” diyerek gülüşüyorlardı. Nuh Aleyhisselam ise büyük bir ciddi­yetle gemiyi yapmaya devam ediyor ve kendileriyle alay eden kimselere şu kısa cevabı veriyordu.
“Eğer bizimle alay ederseniz, bizle alay ettiğiniz gibi çok yakında bizler de sizinle alay edeceğiz. Çünkü aşağılatıcı azabın kime geleceğini ve sürekli azabın ki­min üstüne çökeceğini çok yakında göreceksiniz.”
Alay edenlere hiç aldırış etmeden geminin yapı­mına devam eden müminler, bir süre sonra bu işi bi­tirmişlerdi. Nuh Aleyhisselam'a inanan mü'minler bu işi bitirmişlerdi ama yaptıkları acaip şeyin ne olduğu­nu ve nasıl yüzeceğini henüz anlamış değillerdi. Çün­kü denizden ve dalgalardan uzak bir karada bile ağaç desteklerle ayakta durabilen bu acaip şey, dalgalı su­larda nasıl ayakta kalabilecek ve nasıl yüzecekti ki!. Akıllarını hayrete düşüren bu durum karşısında iman­ları ile direnmeye çalışan bu mü'minler, nefsi ve şeyta­ni tüm vesveselere rağmen iman ve teslimiyetten uzaklaşmak istemiyorlardı. Çünkü onlar akıllarına de­ğil, akılları da dahil herşeyi yaratan Allah'a iman et­mişlerdi.
“Evet, dünya tarihindeki bu ilk geminin yapımı ta­mamlanınca, Rabbimizin Nuh kavmine vadettiği aza­bın vakti gelmişti. Nitekim İlahi emir gereği tandırın kı­zıştığı, yer altındaki suların coşkun kaynaklar halinde fışkırmaya başladığı sırada Rabbimiz Nuh Aleyhisselam'a “Herbirinden ikişer çift (hayvan) ile azabı hakedenlerin dışında kalan aileni ve iman edenleri gemiye yükle” buyurdu. Nuh Aleyhisselam hemen bu emirin gereğini yaptı ve etrafındaki müminlere “Hemen ge­miye binin. Bu geminin yüzmesi de, demir atıp dur­ması da Allah'ın adıyladır. Şüphe yok, benim Rabbim bağışlayandır, esirgeyendir” dedi. Zaten kendisiyle be­raber çok az kimse iman etmişti.
Rabbimiz daha sonra göğün kapılarını da açmış, gökyüzündeki bütün bulutlar olanca yüklerini yeryüzü­ne boşaltmaya başlamışlardı. Ve yeraltından coşkun kaynaklar halinde fışkıran sular ile gökyüzünden boşa­lan bu sular, takdir edilmiş bir işi gerçekleştirmek üzere birleşmeye yöneldi. Yükselen bu sular ile gemi de yükselmeye, Rabbimîzin gözetimi altında akıp-gitmeye başladığında Nuh Aleyhisselam “Bizi o zulmeden ka­vimden kurtaran Allah'a hamdolsun. Rabbim, beni kutlu bir konakta indir. Sen konuklayanlann en hayırlısısın” duasında bulundu.
Nuh Aleyhisselam'ın gemisi vadileri ve ovaları dolduran suların dağ gibi dalgaları içinde yüzmektey­ken, Nuh Aleyhisselam yüksek bir kenara çekilmiş olan oğlunu gördü. Büyük bir şaşkınlık ve üzüntü his­setti içinde. Çünkü mü'min zannettiği bu oğlunun ken­disiyle beraber gemiye bindiğini sanıyordu. Fakat ge­mide değildi, gemiye binmemişti sevgili oğlu!. Üzüntü ve şaşkınlık ile önce ne yapacağını bilemedi!. Sonra yüreğini titreten derin merhamet duygularıyla seslendi oğluna..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Geminin Yapılması Ve Büyük Tufan

Geminin Yapılması Ve Büyük Tufan

“Ey oğulcağızım, bizimle birlikte gemiye bin ve sakın kafirlerle birlikte olma.”
Bir baba, bir peygamber merhametinin kelimele­re dönüştüğü bu sözler, Nuh Aleyhisselam'ın oğluna hiç tesir etmemişti. Tahtalardan yaptığı acayip bir şe­yin üzerine binen bu ihtiyar babası, herhalde ne söyle­diğini bilmiyordu!. Önce dalgalar arasında sallanıp du­ran gemiye, sonra hiç sallanmadan durmakta olan yüksek dağlara baktı. Hiç kuşkusuz ki bu yüksek ve sağlam dağlar, dalgalar arasında sallanan şu acayip şeyden çok daha güvenliydi!. İşte kendisine göre ger­çekçi ve akılcı olan böylesi düşüncelerle babasına dö­nerek “Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan ko­rur!.” dedi.
Nuh Aleyhisselam. kendisine bu cevabı veren oğ­lunun ne demek istediğini gayet iyi anlamıştı. Allah'ı ve Allah'ın hükmünü bir tarafa bırakan bu realist oğul, kendi aklıyla bir kurtuluş yolu bulduğunu zannediyordu! Oysa Allah'ı ve Allah'ın hükmünü gözardi edecek büyük bir akılsızlıkta bulunduktan sonra, geriye kalan küçücük aklı kullanmaya çalışmanın ne faydası vardı ki!. Yine de acıyarak, yine de merhamet ederek cevap verdi oğluna.
“Ey oğlum!. Allah'ın emri ile gerçekleşen bu tu­fandan, bizleri esirgeyen" Allah'dan başka sığınılacak bir yer, bir koruyucu yoktur.”
Ancak bu sözü de dinlemedi oğlu!. Ve oğlunu kurtarabilmek için çırpınan böyle bir baba ile isyanın­da inat eden böyle bir oğulun arasına büyük bir dalga giriverdi. Artık yapılacak hiçbir şey yoktu. Oğlunun bu dalga ile boğulmak üzere olduğunu gören Nuh Aley­hisselam hemen Allah'a yöneldi ve “Ya Rabbim, şüp­hesiz benim oğlum ailemdendir ve Sen'in ailemi kurta­racağına dair vaadin de haktır. Sen hakimlerin hakimisin” diyerek, Rabbimizden oğlunu kurtarmasını diledi. Nuh Aleyhisselam'ın bu duası üzerine şanı yüce Rabbimiz “Ey Nuh, kesinlikle o senin ailenden değildir. Çünkü o. salih olmayan bir İş yapmıştır, öyleyse hak­kında bilgin olmayan şeyi Ben'den isteme. Gerçekten Ben, cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum” buyurdu.
Nuh Aleyhisselam bu İlahi hitab karşısında korku­dan büzülüverdi. Kan bağı ile değil, iman ve İtikat ba­ğı ile müslümanlann gerçek bir aile, gerçek bir kardeş olduklarını farketti. Peygamber oğlu dahi olsa, bir kim­senin mümin bir aileden olabilmesi için, iman ve salih amel sahibi olması gerektiğini anladı. İşte bu anlayış ile “Ya Rabbim, bilgim olmayan şeyi Sen'den istemekten Sana sığınırım. Ve eğer beni bağışlamaz ve beni esir­gemezsen, hüsrana uğrayanlardan olurum” diyerek, teslimiyetini ve acizliğini bildirdi Rabbimize.
Sonra oğlunu yutan dalgalara ve derin sulara tekrar baktı. Acaba oğlumun da boğulanlar arasında ola­cağını bilseydim, “Artık Sen intikam al ve yeryüzünde kafirlerden yurt edinen hiçbir kimseyi bırakma... Zalim olanlara da yıkımdan başkasını arttırma” duasında bu­lunur muydum sorusunu sordu kendisine. Kalbinin de­rin bir köşesinde hissettiği “Bulunmazdım, biraz daha sabreder, biraz daha anlatırdım” cevabını, her neden­se açığa çıkarmak istemedi. Çünkü oğlu kendisi için ne kadar önemliyse, diğer insanlar da Allah için o ka­dar önemli değil miydi? O halde insanları Allah'a kul­luğa davet eden bir müslüman, sevdiği bir hanıma ve­ya evladına ne kadar merhametle yaklaşacak ve onlara ne kadar sabredecekse, diğer insanlara da o ka­dar merhametle yaklaşması ve sabretmesi gerekiyor­du. Bütün bunları düşünmesine ve bilmesine rağmen yine de kendisini suçlamadı, kendisini suçlayamadı Nuh Aleyhisselam. Çünkü oğlu da dahil olmak üzere herkese büyük bir sabırla yaklaşmış, İlahi gerçekleri çok uzun yıllar gece ve gündüz, gizli ve açık olarak anlatmıştı!. Artık onlar için üzülmenin hiçbir gereği ve anlamı yoktu.
Netice olarak Allah'ın ayetlerini yalanlayan bu kö­tü kavimle beraber gizli inkarında ısrar eden bu oğlu da boğulanlardan olmuştu. Babasının peygamber ol­ması, ona bir yarar sağlamamış, onu kurtaramamıştı. Çünkü İnsanlar ancak ve ancak kendi amelleriyle kur­tulabilirlerdi. İnkar ve küfürlerinde ısrar eden Nuh kav­mi ise ebedi kurtuluş fırsatlarını kaçırmışlardı. Nitekim şanı yüce Rabbimiz bu kimseler hakkında “Onlar in­karları dolayısıyla önce suda boğuldular, sonra ateşe sokuldular” buyurarak, onların acıklı akibetini bizlere bildirmektedir.
Allah'ın bu inkarcı kavim üzerindeki sözü gerçek­leştikten ve tüm kafirler helak edildikten sonra, Rabbimiz “Ey yer suyunu yut ve ey gök sen de suyunu tut” emrini verdi. Bu İlahi emir üzerine sular çekildi ve tu­fanın yüksek dağları dahi kuşattığının bir işareti olarak gemi Cudi dağı üstünde karaya oturdu. Rabbimiz Nuh Aleyhisselam'a “Sana ve seninle birlikte olan ümmet­ler üzerine bizden selam ve bereketlerle gemiden in. Yeryüzünde yine çoğalacak ve nimetlerimizden yine yararlanacaksınız. Daha sonra yoldan çıkanlara ise bizden yine acıklı bir azab dokunacaktır” buyurdu. Böylece insanlık için yeni bir sayfa açılmış, yeni bir dö­nem başlamış oldu..
“Hocam bu Cudi dağı nerede? Bilmiyorum Merve!.”
Nuh'un gemisini arayanlar, nerede arıyorlar? Onu da bilmiyorum Merve!. Çünkü biz Nuh'un gemisini değil, Nuh gibi müminleri arıyoruz. O ger­çekten Allah'ın seçkin kullarındandı. Büyük bir sebat ve merhamet ile uzun asırlar davette bulunmuş bir sa­bır timsali, büyük bir ihsan ve ihlas sahibi idi.
Alemler içinde selam olsun Nuh Aleyhisselam'a ve ona İman eden müminlere..
 

hafize

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
24 Tem 2006
Mesajlar
14,020
Tepki puanı
23
Puanları
36
Yaş
69
Konum
BURSA
Gerçekten güzel bilgiler her gün bir sahifesini iki torunuma bakmama rağmen sık kullananlara alıp okumaya gayret edicem ALLAH razı olsun Yusuf hayırlı bayramlar :a35:
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt