Sare Ve Hacer Validemiz
Sare Ve Hacer Validemiz
Hacer validemiz böylesi vesveselere hiç itibar etmeden Allah'a yöneliyor ve şeytan aieyhillaneden Allah'a sığınıyordu. Çünkü İbrahim Aleyhisselam'ı ve Sare validemizi çok iyi tanıyor, böylesi vesveselerin şeytandan geldiğini, şeytandan gelebileceğini çok iyi biliyordu. Kaldı ki bir rahmet, bir merhamet, bir doğruluk timsali olan eşi İbrahim Aleyhisselam, burada bırakılmalar ıy la ilgili olarak “Evet ya Hacer, bunu Allah emretti” cevabını vermişti.
Günler geçiyordu!. Hacer validemiz yanlarında bulunan sudan içiyor, çocuğunu emziriyordu. Her an teşbih ettiği, her an dualarda bulunduğu Allah Celle Celaluhu'dan, bir yardım, bir işaret bekliyordu. Fakat gelmiyordu böyle bir yardım, gelmiyordu böyle bir işaret!.
Suluktaki su bitmiş, susuzluktan sütü de kesilmişti Hacer validemizin!. Olup-bitenden habersiz olan İsmail ise susuzluktan kurumuş dudaklar ile annesine bakıyor, mahsun bakışları ile “Anne bana ne zaman süt, anne bana ne zaman su vereceksin?” diyordu!. Bu mahsun bakışlar ve yakarışlar perişan ediyordu Hacer validemizi!. Bir anne buna nasıl dayanır, nasıl dayanabilirdi?
Dudaklarını çatlatan, dilini kurutan susuzluktan değil, İsmail'in susuzluğundan kavruluyordu Hacer validemiz!. Etrafına bakındı, binlerce umudla yüzlerce kez etrafına bakındı!. Allah'tan bir vesile, Allah'tan bir işaret, Allah'tan bir yardım bekliyordu!. Susuzluktan kıvranıp acı çeken oğulçağızına gözyaşlarıyla bakıyor ve bu gözyaşlarını oğlunun dudaklarına sürerek “Dayan, dayan oğulcağizım, dayan yavrum! Allah'ın yardımı gelecektir, elbette gelecektir” diyordu. Bu umudla tekrar etrafına bakıyor, tekrar tekrar etrafına bakmıyordu Hacer validemiz!.
Fakat yoktu, yoktu bir işaret, yoktu bir gelen!. Bu durumu gören ve bu durumu bir ganimet telakki eden şeytan ise lanetli bir yılan gibi vesvese zehirini akıtmaya devam ediyordu.
“İşte Hacer!. İşte İbrahimin'in Rabbi, işte İbrahim'in söyledikleri!. Şimdi anladın mı bu sözlerin, şimdi anladın mı bu vaadlerin ne kadar boş olduğunu. Şimdi anladın mı burada kimsesiz ve yardımsız kaldığını!. Haydi al çocuğunu, al çocuğunu ve hemen ayrıl buradan. ilerlerde bir su, ilerlerde birilerini bulabilirsin!. İsmail'e hiç acımıyor musun? Haydi çocuğun telef olmadan hemen ayrıl, çocuğunu al ve hemen ayrıl buradan!.”
Yine Allah'a sığmıyor, bütün susuzluğuna ve bütün çaresizliğine rağmen iç dünyasında bu vesveselere bir yer, tek bir yer vermiyordu Hacer validemiz!. Kurumuş dudakları ile “Alemlerin Rabbi olan Allah var, Vallahi de var, Billahi de var” demekten, “İbrahim'in söyledikleri doğru, Vallahi de doğru. Billahi de doğru" demekten vazgeçmiyor, bir an bile vazgeçmiyordu Hacer validemiz!. Ve tüm susuzluğuna ve tüm çaresizliğine rağmen “Allah'ım yardım et. Allah'ım yardım et!” diyerek içindeki umudu sulamaya devam ediyordu.
Tekrar İsmail'e bakınca, Hacer validemizin gözlerini bir alev, kızgın bir alev yalıyordu!. Çünkü İsmail susuz, İsmail bitkin, İsmail perişandı!. İsmail'in susuzluğa susuzluk katılmış gözlerinde sanki bir ateş, sanki bir orman yangını vardı!.
Artık dayanamıyor, susuzluktan kıvranıp acı çeken oğulcağızına bakamıyor, bakmaya tahammül edemiyordu Hacer validemiz!. Peki ama ne yapacaktı ki!. İsmail'i alıp, başka yerlere de gidemezdi!. Çünkü kocası, çünkü peygamberi, çünkü oğlunun babası olan İbrahim Aleyhisselam onları buraya bırakmıştı. Ne yüz metre batıya, xıe yüz metre doğuya, buraya, tam buraya bırakmıştı onları!.
Fakat artık duramaz, artık bekleyemezdi Hacer validemiz. İsmail'i bu yere, İbrahim Aleyhisselam'ın tayin ettiği bu yere bıraktıktan sonra, kendisine en yakın tepe olan Safa'ya baktı. Acaba Safa tepesinin arkalarından gelen bir insan, gelen bir kervan, gelen bir yardım var mıydı? Bu umudla yerinden kalktı ve Safa tepesine çıkmaya başladı. Tepenin arkalarında gelen bir yolcu, gelen bir kervan görürse, hiç durmadan, hiç duraksamadan onlara koşturacak ve “Yavrum susuz, yavrum yanıyor, ne olur su, birazcık su!.” diyerek aldığı suyu bir solukta İsmail'e, bir solukta yavrusuna yetiştirecekti!.
Safa tepesinin üzerine geldiğinde görmüyor, göremiyordu görmek istediklerini. Bir de karşı tepeye çıkayım, bir de karşı tepeden bakayım diyerek Merve'ye yöneldi. Merve tepesine çıkınca yine kimseyi, yine hiç kimseyi göremedi!. Etraf yine boş, etraf yine ıssızdı!.
Tekrar Safa tepesine, tekrar Merve'ye..
Tekrar Safa tepesine, tekrar Merve'ye.. İki tepe arasında gidip gelen Hacer validemiz hiç bıkmadan, hiç usanmadan Rahman'm rahmet kapısını çalıyordu. “Ya Rabbi yavrum susuz, yavrum kavruluyor!. Ya Rahman rahmet kapını aç, ne olur aç.” diye yakarıyordu.
Ne var ki açmıyordu Rahman, açılmıyordu rahmet kapısı!. Fakat Safa. ve Merve arasında gidip gelmekten bıkmayan Hacer validemiz, yine de ayrılmıyordu Rahman'm kapısından, dualarıyla, zikirleriyle, yalvarışlarıyla Rahman'm rahmet kapısını çalmaya devam ediyordu.
Hacer validemizin bu münacaatı, gözyaşlarıyla sulanan bu duaları karşısında öfkesinden kuduran şeytan aleyhillane ise, Hacer validemize sadece bir kuşku, küçücük bir kuşku vermek istiyerek “Ey Hacer!. Ağlaya ağlaya, çırpma çırpma çalman bu rahmet kapısı neden açılmıyor ve sana neden yardım edilmiyor ki!. Acaba içerde kimse yok mu? İbrahim'e aldanarak Rahman Rahman dediğin Rab, acaba yok mu?” vesvesenini fısıldadı!.
İşte kainatın sustuğu, İşte kainatın pür dikkat kesildiği an!.
Acaba ne yapacaktı Hacer validemiz? Uzun süredir yaşadığı çaresizlik duygulan içinde bu vesveseye nasıl bir tavır alacaktı. Hacer validemiz bu şeytani vesveseye, bu kuşkuya iç dünyasında küçük, küçücük bir yer verseydi, hiç şüphesiz ki Hacer bitecek, Hacer kaybolacak, insanlık tarihinde dağ gibi bir Hacer olamayacaktı!. Ancak bu şeytani vesvese karşısında, Rahmani bir feryat yükseldi Hacer validemizden ve onun her hücresinden.
“Hayır, var, var, var, var... Rahmet kapısını çaldığım Rahman var. Bu kapı sahipsiz, bu kapı kimsesiz değil. Bu rahmet kapısı şimdiye kadar açılmadıy-sa, şimdiye kadar açılmıyorsa, bu kapının açılmama nedeni benim!. Bu rahmet kapısının açılmama nedeni benim yanlışlarım, benim günahlarım!”
Şeytanı susturan ve şeytani vesveseleri yerle yeksan eden bu feryattan sonra tekrar kapıya baktı, tekrar kapıyı çaldı, tekrar ağlamaya başladı Hacer validemiz!. Tertemiz ellerindeki kiri(!) temizlemek için derisini dahi yüzebilecek bir yönelişle tevbe eden, tev-beler eden, mağfiret dileyen Hacer validemiz, Safa ve Merve arasında gidip-gelmeye, Rahman'ın rahmet kapısını dua ve yakarışlarla çalmaya devam etti.
“Ey tevbeleri kabul eden, ey Rahman olan Rab-bim. Beni affet, beni bağışla. Benim günahlarımdan dolayı İsmail'i susuz, İsmail'i yardımsız bırakma!. Ey İbrahim'e merhamet eden, ey İbrahim'i yakmayan Rabbim. İbrahim'in oğlu susuz, İbrahim'in oğlu susuzluktan yanıyor. Yardım et, yardım et, yardım et, ne olur yardım et Ya Rabbi!.”
Ve Allah ve alemlerin Rabbi olan Allah Celle Celaluhu, bu muhteşem tabloyu meleklerine göstererek “Siyahi bir köle, aciz bir kadın olan şu kulumun Bana nasıl mü-nacaatta bulunduğunu, Bana nasıl dua ettiğini. Bana nasıl yakardığını ve rahmet kapımı nasıl çaldığını görüyor musunuz!.” buyurdu. Meleklerin gıptayla baktıkları Hacer validemizden artık hoşnuttur, artık hoşnut olmuştur Rabbimiz.
Tevbelerle, dualarla, yakarışlarla Safa ve Merve arasında gidip-gelen ve bu gidiş-gelişi yedi kere yapan Hacer validemiz, son kez Merve'ye yaklaşınca rahmet kapılarının açıldığına şahit oidu. Çünkü çölün sessizliğinde bir su, bir su sesi duyuluyordu!. İsmail'in bulunduğu yerde, yani kocasının, yani peygamberinin, yani İbrahim Aleyhisselam'ın kendilerini bıraktıkları tam o yerde, zemzem fışkırmaya, zemzem akmaya başlamış, dünya zemzem ile tanışmıştı artık!.
Bir İsmail için ağlayan, bir İsmail için “Su, su” diye yakaran Hacer validemiz, Rabbimize öylesine bir münacaatta bulunmuş, Rahman'ın rahmet kapısını öylesine çalmıştır ki, bu muhteşem münacaat neticesinde binlerce yıldır, milyarlarca İsmail'in susuzluğunu gideren Zemzemle tanışmamız mümkün olmuştur!. Ve Hacer validemiz. Rahman olan Rabbimize öylesine bir münacaatta bulunmuştur ki, bu muhteşem münacaat hac ve umrenin vazgeçilmez bir rüknü haline gelmiştir.
“Merve sen ağlıyorsun!. İyisin değil mi?”
“Ağlıyorum hocam. Şimdiye kadar okuduğum her peygamber kıssasında, içimde erkek olma isteği, erkek olma özlemi hissederdim. Fakat sizin bu anlattıklarınızı dinledikten ve Hacer validemizi tanıdıktan sonra, onu tanıdıktan sonra, Kendini daha fazla zorlama, seni anlıyorum Merve. Dünyaya erkek veya kadın olarak gelmenin, elbet-teki fazlaca bir önemi yoktur. Önemli olan ne yapıldığı, nasıl bir kulluğun yaşandığıdır. Mesela siyahi bir cariye olan Hacer validemiz, Allah'a gösterdiği bu teslimiyet ile milyarlarca müslüman erkeği gerilerde, kendisinden çok çok gerilerde bırakmıştır. Çünkü insanların farklı dillerde, farklı renklerde yaratılmaları bir üstünlük vesilesi olmadığı gibi, farklı cinsiyetlerde yaratılmaları da bir üstünlük vesilesi değildir. Allah katında üstünlük, sadece ve sadece takva iledir.”
Evet, Hacer validemiz artık yalnız değildi. Zemzemin çıkmasından sonra ticaret kervanlarıyla buradan gelip geçen insanlardan bir kısmı, suyun tasarrufunu Hacer validemize vermek şartıyla bu bölgeye yerleşmeye ve burasını bir şehir haline getirmeye başlamışlardı. İbrahim Aleyhisselam ise belli zamanlarda onların yanına geliyor, durumlarını öğreniyor ve ihtiyaçlarını giderdikten sonra Sebu bölgesine tekrar geri dönüyordu.