Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tek kelimeyle kurtuluş yolu-islam.... (1 Kullanıcı)

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
images

images

Bir Akıncı durağı: Osmanlı!
“Sende ilim, sende edep, sende cesaret var oldukça yıkılır mı adaletin ülkesi?”

Asırlık ömür Ertuğrul’un emaneti yağız Osman, buğulanmış gözlerini uzaklara dikmiş; Çanakkale’den, öteleri düşlüyordu. Hırçın dalgalar, “Vira Bismillah!” nidalarıyla karşı kıyıya vuracak, sahile çıkan leventler, dur durak bilmeden ötelere koşacaktı.

Gözüpek Samsa, heybetli Konuralp, verasetli Akçakoca, onurun adı Aykut, şecaatli Gazi Abdurrahman… liderin etrafında kümelenmiş, altı asırlık inanç tohumunu Frenk toprağına serpmek için heyecan dolu bir bekleyişe girmişlerdi.

Zaferin aşk boyutunun mimarları Edebalı, Dursun Fakih, Kayserili Davut… erenler, hangi menbadan beslemişlerdi; gözü kara, gönlü ak Hamzalarını!

Dündar’ın kaybettiği “dostluk” imtihanı, şimdi onların zaferiyle kıtalar aşacak; Kutlu Önder’in izinde, “Güneşi sağ, ay’ı sol elime verseler, davamdan vazgeçmem!” şiarı olacaktı, ahi dostlarının.

Anadoluyu kan gölüne çeviren Karesi kıskanç, Candar ucuz hesap peşinde…, Germiyan baş olma sevdasıyla yanıp tutuşurken...

Artuk kan kaybediyor…, Saruhan çözülüp, Menteşe tükenirken…; ”uzak bakışlı adamlar” Nasr’ın müjdesiyle “İçte birlik, dışta zafer” düsturunu bayraklaştırıyorlardı.

Öyle ya, Yesrib’ten esen rüzgar, yedi yüz yıl var ki, aleme bereket götürmüş; Açe’de şafak duası, Lahor"da ikindi rüyası, Ağrı’da teheccüd olmuştu.

Karacahisar’da yalın kılıç şehadete koşan neferlerin nefesleri, Semerkand’da minberlere doluyor;

“Onları alınlarındaki secde izlerinden tanırsın; birbirlerine son derece merhametli, küfrün ordusuna ise oldukça izzetli” duruşlarıyla, mazluma hayat oluyorlardı an be an.

Kaynaşmış topluluklar, sıra dışı adamların mesajıyla bir olmanın coşkusunu yaşıyor, “Bir gül bahçesine girer gibi” tozu toprağa katıyorlardı. Sevgi ekip, merhamet biçmek bu muydu?

Tekfurun zulmünden kaçan Uhdud Adamları, Ömer ruhlularla kıyamete yürüyor; ensar, muhacirle kandan öte kardeş oluyordu.

Gladyatörlerin akıl almaz işkencesine sahne Bursa, akıncı ikliminin huzur meltemiyle bir ilkbahar neşesine kavuşuyor; ırmakları artık kan kırmızı akmıyor; söğüt ağacının rengarenk tonları maviye karışıyordu.

İznik, toprak alıp cennet satan keşişlerin son çırpınışlarıyla yankılanıyor; bir daha dönmemecesine… inanmış Rum, sadakatli Ermeni, vakur Peçenek’le dolup taşıyordu.

Kansız fethedilen topraklar, sanki hayal alemindeydi! Daha dün, çığlıkların yükseldiği Medrese-i Yusufiyeler… bugün, salıverilen mahkumların ibretlik öyküleriyle doluydu.

Kim bilir ne hayat sahnelerine şahittiler? Duvarların dili olaydı!

Bizans, sonu gelmeyen zulme başkentlik ederken, beklenen akıbet onu da bulacak mıydı?

Tabiat boşluk kabul etmezdi. Arta kalan topraklar, ekilip biçiliyor… tarlada, kul hakkının pratiği veriliyor… üretenle tüketen, aracısız buluşuyor… “kabzımal enflasyonu” kendine yeni Londralar arıyordu.

Şehirler kuruluyor; kalp fethinin mimarları “Üstünlük olmasın!” diye ırkını ileri sürmüyordu. Bacıyan-ı Rum, Anadolu, Osmanlı…. birliğin adı oluyor; “Sen, ben değil; biz!” şuuru, kurumuş çeşmelere zemzem oluyordu.

Gönen pazarında, “Yeni adamlar gelmiş; ne aldanıyor, ne aldatıyorlarmış; gidip alış veriş yapalım, dedikleri gibi var mıymış?” kuşkusuyla yola düşen Ortodoks ahali, akşam evini Besmeleyle açıyor; “Pazara değil, mezara kadar!” kararlılığı yüzlerinden okunuyordu.

Mimar eli değen şehirlerde, bin yıllık alt yapıyı kuruluyor… ferah çarşılar, şadırvanla kucaklaşıyor… yolda kalmış hancılar, bir şey teklif etmenin “ayıp kaçtığı” medeniyet mekanlarına kavuşuyordu.

Sanatla zenaat arasındaki çizgi burada göze çarpıyor… estetiğin hakim olduğu köprüler, kurumuş gönülleri ıslatan çeşmeler, bugünün yerel yöneticilerine(!), “Uzaklarda arama!” diyordu.

Kulakları çınlasın; dubası göçmüş, yirmi yıllık Köy Hizmetleri(!) köprüsünün mühendisinin de bir baksın, yüz metre ötede, dünya durdukça dimdik ayakta kalacak Çemişgezek’in Taş Köprüsü’nü sağlam kılan nedir?

Ne varsa özünde vardı. İnançlarını malzeme yapmaktan haya eden coşkun yürek, gazadan gazaya koşuyor; dönüşü olmayan yolda “surda bir gedik” açıyordu. Hayali değil, önder kahramanlara sahip bir neslin evlatları, içerde huzuru perçinliyor; namert düşmanı ise amansız nefesiyle takip ediyordu.

Söğütten çınara yolculuk, kaldığı yerden sürecek miydi?
Tarık Sezai Karatepe
images

images
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
NEYE İNANIYORUZ?
· Yanlız İslâmiyete inanıyoruz!
· İnsan ve cemiyetin iç ve dış hayatını, bütün derinliği, sonsuzluğu, güzelliği ve doğruluğiyle tekeffül eden tek nizamın İslâmiyet olduğuna inanıyoruz!.
· Ve biz, kâinat görüşünün İslâmda, dünya görüşünün İslâmda, insan görüşünün İslâmda, iktisadî ve içtimaî adalet görüşünün İslâmda, müsbet bilgiler görüşünün İslâmda, güzel san'atlar görüşünün İslâmda, kadın görüşünün İslâmda, devlet görüşünün İslâmda, ordu görüşünün İslâmda, siyaset görüşünün İslâmda bulunduğuna ve bütün bu davaları ancak Yirminci Asrın ruh ve kafa çilesi içinde süzülecek bir tahlil ve terkip güzünün heykelleştirebileceğine ve bu heykelleştirme işinin bütün cihanda eşi görülmemiş bir ideolocya binası kuracağına, onun da isminin hem zaman ve hem mekân ölçüsiyle «Büyük Doğu» olduğuna inanıyoruz!...
NECİP FAZIL Kısakürek...
..............
 

muberra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Tem 2006
Mesajlar
527
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
45
Konum
İSTANBUL
Kardeşim tşk.ler bu yazı için ama siz yazıların özetini yazsanız,uzun yazılar okunmuyor ayrıca eski türkçeyi de anlamada zorlanıyoruz.iyi niyetinizden dolayı al
allah razı olsun. Benimki kendimce bir tavsiye idi sadece. Selametle kalın..
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
kumandanmirzabeyolu.jpg


İSLAMA MUHATAP ANLAYIŞ.
hsoykan@furkandergisi.com
Başlığımızda yeralan sorunun, belki de kısacık bir cevabı var: En başından! "En başından", ama nasıl; işte okumakta olduğunuz "deneme"nin konusu da bu.
Başlığımızdaki sorunun muazzam şümûlü, giriftliği ve zorluğu dikkate alınırsa, bizi bekleyen müşkül takdir edilecektir. Nitekim, verilebilecek muhtemel cevablardan yalnızca birini, belki de en iddiasız olanını takdime çalışacağız az sonra. Sayısız yoldan yaklaşılabilecek, sayısız bakış açısından cevabı aranabilecek bir meseledir çünkü önümüzdeki. Bizim böyle bir soruya cevab arama isteği duyuşumuzsa, geçmişte çoğumuzun hissettiği bir ihtiyacı şu ân aynen hisseden birçok insanın bulunduğunu müşahede etmemize, üstelik bir kısmının bu soruyu cevablandırmamızı bizzat taleb etmesine dayanıyor. Cevabımızın cevabların en tamı ve güzeli olmayacağını şimdiden bilsek ve itiraf etsek bile, yine de elimizden gelen en işe yarar cevabın verilmesi borcu bizi bekliyor.
Ezcümle, bir yandan vazife hissiyatıyla, diğer yandan acziyet itirafıyla, ancak asıl bu vesileyle bir fikir cennetine belki ilk kez ayak basabilecek dostların duyacağı sevincin hayâliyle, böylesi cüret belirten bir teşebbüse davranıyoruz.
İslâmı "Anlamak" Değil, İslâma Muhatab "Anlayış"
"Anlamak" ibaresinden başlayalım dilerseniz.
"Anlamak" şayet akılla kuşatıp kavramak demekse, bunun İBDA bahsinde mümkün olamayacağını peşinen arzetmek durumundayız.
Bizlerin İBDA Külliyatı sayesinde belki ilk âşinâ olduğumuz inceliklerden biri de şudur ki, "akıl", karşısına çıkan hemen her şeyi kendi dar kalıblarına, meselâ "tek bir esasa", tek bir kanuna, tek bir sebebe, tek bir şarta, tek bir çerçeveye sığdırmaya ve irca etmeye çalışır. Adama göre elbise biçmek yerine, elinde mevcud elbiseye göre adamı budamaya, o daracık elbiseye adamı sokmaya çalışır. Tüm bu kesip biçmelerden sonra çoğunlukla "kuşa döndürdüğü" hakikate bakıp, "Hah, şimdi anladım" der çıkar.
Oysa İBDA'nın bize öğrettiği, meâlen, hakikatlerin "Allahın tecellisi" olduğudur. Sonsuz bir "Birliğin-Vahdetin" idrakımıza akseden tezahürlerinden birer tezahür olduğudur. Böyle bakıldığında, "Allahın tecellisi" olan ve görünüşe çıktığı zaman ve zeminin sınırlı çerçevesinin gerisinde sonsuz bir hikmet ummanı saklayan bir hakikat, bir diğer ifadeyle, uçsuz bucaksız mânâ denizinden idrak aynamıza damlayan bu katre, olanca dipsizliğiyle kendi kıt ve sığ idrakımıza sığabilecek yahud sığdırılabilecek olan değil, belki ancak bize dönük yönü, sezgimize hitab eden veçhesi ve aklımıza sığdırabildiğimiz kadarı yahud tarafıyla idrakımıza hitab edendir. Bu mânâda, "hakikatler" dediğimiz, sonsuz ve aslıyla "Bir" hakikatten devşirdiğimiz birer "pay" veya "hisse"dir sadece.
Bunun gibi, bildik okyanuslara kıyasla sonsuz büyüklükte bir okyanus tahayyül etmeye çalışırsak, o muazzam deryadan kiminin bir zerre, kiminin bir damla, kiminin bir kaşık, kiminin bir avuç, kiminin bir bardak, kimilerinin de kademe kademe daha fazlasını alması, fakat hiçbirinin o okyanusu tamamen görememesi, kuşatamaması, yani bu meyanda "anlayamaması" gibidir sanki "SONSUZ HAKİKAT" KARŞISINDAKİ MEVKİİMİZ. Kim ki avucundaki su zerresini bize gösterip "işte okyanus budur ve bundan ibarettir" der, işte ona deriz hepimiz ahmak diye. Halbuki, okyanustan miniminnacık bir "parça", bir "zerre", bir "iz", bir "haberci", bir "delil"dir o yalnızca, okyanus "bütün"ünün kendisi değildir asla.
Aynı çizgide, güneşi olanca azamet ve mahiyetiyle bizzat göremeyip de, onun baş gözümüze, tabiata, gezegenlere, gök cisimlerine, denizlere, camlara, aynalara, âletlere yansıyan "akisleri"ni idrak edişimiz de herhâlde bunun gibidir. Akla kalsa, selîm akla değil de vehme kalsa, işte şu, gözüme, denize, teleskoba, taşa toprağa akseden şeyden ibarettir güneş, oralarda nasıl görünüyorsa aynen öyle birşeydir güneş, diyecektir. Oralarda görünenin güneşin bizzat kendisi değil de, o zeminlere yansıyan ve tek tek o zeminlerin hususiyetlerine göre farklı farklı tezahür eden "akisleri" olduğunu, içten içe teslim etmek istemeyecektir. Kuşatabildiğini "var", kuşatamadığını "yok" veya "boş" sanan VEHİM...
Demek ki bize düşen, "bütün"ü kuşatıp "anlamak" yahud anladığını iddia etmek değil, zaten mümkün de değil, kuşatılamaz olan "bütün"ün idrakımıza akseden işte o "parça"sını, yani "bütün"e dair idrakımıza düşen o "hisse"yi takdim anlamında, sahih bir "anlayış" göstermektir. Ancak "iman"la bağ kurulabilir o sonsuz ve sınırsız "bütün"e, o aklın yahud vehmin görebildiği sınırlı "akis" veya "zerre"yi ircâ edebilmektir. Madem ki o "bütün" bizim için bir "sır"dır, o hâlde kendisini çevreleyen "duvarlara-sınırlara" toslayacağı belli aklî muhakeme telâşeleriyle değil, "sır"ra yaraşır ve "sır"ra ulaşır bir "SIR İDRAKI" ile KÖPRÜ kurabilmektir. Başın en başında, "zannımızı" itiraf etmektir. Tüm bunları söylemekten muradımız olan bahse kıvrılırsak şayet; akıl nezdinde "kuşatılamaz" azametini hiçbir şeyle mukayese edemeyeceğimiz "İslâm"ı anlamak bahsi, artık anlaşılıyor ki, bundan sonra, daha doğru bir ifade hâlinde "İslâma muhatab anlayış" veya "sır idrakı" meselesi olarak telaffuz edilmeli, ancak bu çerçevede ortaya konulmalı, sorular ve cevablar yalnızca buna göre değerlendirilmelidir.
Şu hâlde, bizim için İslâm bir "umman", İBDA ise bu ummandan halkın istifadesi için tesisatlandırılmış bir "cansuyu" meâlincedir; ummandan halka inen, halktan ummana yükselen dinamik bir "fikir sistemi"dir. Yine, bizim için İslâm bir güneş, İBDA o güneşi en güzel aksettiren, o "mânâ ışığı"nı olanca berraklığıyla halkın üstüne ve kalblerine düşüren bir "ay" yahud "ayna" gibidir; "yenilenen bir göz" ki, ferd ferd her insanın kalbini berrak bir "ayna" kılma idealini "devlet" çapında teşkilatlandırma, bunun ferd ve toplum nizamını kurma gayesi güdendir. İBDA daha neler ve nelerdir ki, acemice tesbitlerimizin aslı, esası ve gerisi İBDA Külliyatındadır. Kırık dökük, eksik gedik teşbihlerimizi bir tarafa bırakalım da, "İBDA misyonu" neye dairdir, asıl Üstad Necib Fazıl'ın "İBDA KADROSU"na "ithaf"ından, "İdeolocya Örgüsü" adlı şaheserinden gösterelim:
"İslâmı Yenilemek"
* İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir.
* Anlayış mı? Nurun aynadaki aksi... Aynayı yenilemek.
* Güneş yenilenemez, göz yenilenir.
* İslâm, başı ve sonu olmayan ebedi yeninin ismi... O'na her an biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik "Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır" hadisindeki sonsuz hikmettir ki, yeninin ve yeniliğin sırrını getirmiştir.
* Dâvâ işte bu mânada İslâm'ın yeni neslini yuğurmakta...
* İslâm'ın en yeni, değiştirilmez ve örnek nesli, Resûl eliyle yuğurulan sahabiler...
* Sahabilerin ardında "Tabi"ler bu nesil çizgisini uzatmışsa da onlardan sonra dava içtimai planda zaafa uğramış ve büyük ferdi zuhurların çevrelediği mahzun zümrelerden öteye geçilememiştir. Bu tecellide, muhafazası en zor iş olan aşkı kaybetmenin ve kaba akılla yapayalnız dış planda kalmanın neticesi olarak ilâhî hikmet aşikâr...
* Emevî ve Abbasî devrelerini takip ederek Türk'ün eline geçen İslâmî devlet livası, 600 küsur yıllık gerçek devlet hayatının ancak 250 senesinde böyle bir nesle yataklık etmiş, ondan sonra 300 yıl korkunç bir aşk ve üstün anlayıştan yoksunluk çığırına girmiş, 100 küsur senedir de, aynı ham yobaz ve kaba softa idrakinin tersine dönük şekliyle bütün cehdini İslâm'a karşı çıkmakta bulmuştur.
* O gün bugündür ki, nesillere kahraman diye tanıtılanlar, İslâm'dan tiksinmenin fikrî ve fiilî icracıları olmuştur.
* İslâmı, zatından zerre feda etmeden olanca saffet ve asliyetiyle kucaklayabilecek ve nefslerinde yenileyecek nesillerin böylece köküne kibrit suyu dökülmeye başlanınca din ihtiyacından büsbütün kurtulamayan muvâzaacı mizaçlar her tarafta işi reformculuğa dökmüş; ve olduğu gibi bir İslâm yerine, oldurulmak istenildiği tarzda bir İslâm'a kapı açmaya bakılmıştır.
* Reformcu, İslâm'ı şu veya bu görüş ve mezhep lokomotifine bağlamak, onu zatına ve aslına göre değil, kendi şahsî nefsine ve idrakine iliştirmeye kalkmak, böylece çürük gördüğü bir binayı kendince payandalamaya yeltenmek bakımından, İslâm'a cepheden zıt olanlardan daha tehlikelidir; ve İslâm'ı kalb ve göz yenilenmesi yoluyla koruyacak olan nesil, cemiyet dairesi içinde kendisine üç düşman tanıyacaktır: Aşksız ham yobaz, duygusuz kâfir, nasibsiz reformcu... Yani ruhu, kör nefsinde kabuklaştıran, büsbütün inkâr eden ve ikisi arasında arabuluculuğuna kalkışan...
* İslâm, 500 yıl kılıcını elinde tutan Türkiye'de bozuldu ve her yerde altüst oldu. Bu, ancak Türkiye'de düzelirse her yerde sağlığa kuvuşabileceğine ait İlâhî bir ihtar...
* İslâmı yenileyecek olan nesil, bu ruh ve madde felâketleri Türkiye'sinde son ve som, hepçi ve bütüncü tepki halinde zuhur etmekle mükellef...
* Bunca zevalin ardından ancak kemal çığırı açılabilir.
* Dört büyük halifenin sırasıyla şiarları olan merhamet, celadet, edeb ve akılda tam ikmalli ve teçhizatlı olarak, 15. İslâm Asrının eşiğinde, İslâmı yenileme davasını çözümlemeye güçlü nesilden, ana rahmini tekmeleyici sesler duyuluyor. Aya gitmek hüner değil, bu sesleri güneşten duyulacak derecede fikirde ve aksiyonda yükseltmek marifet..."
İBDA'ya Muhatab "Anlayış"
İBDA, İslâma nazaran bir "ay" ise de, onda mündemiç hakikatlere nüfûz borcu bakımından, bizim için bir "fikir güneşi" değer ve niteliğindedir. Demek ki, dar aklî kalıblarımıza sığdırdığımız iddiasıyla ortaya çıkıp, "İBDA tamamen şudur" diyemeyiz; aksine, "bu güneşten idrak aynama aksedenler şunlardır" diyebiliriz.
"İslâma muhatab anlayışın yenilenmesi" dâvâsının sözkonusu olduğu yerde, bu "yenilenme"nin kendi muhatablarında da (yani "İBDA'ya muhatab" olan bizlerde de) hep bir tekâmül, yenilenme ve yeniden davranışa geçmeyi davet ettiği bellidir. Kulluk borcu, ferdîdir çünkü; İslâma bakan göz olarak kendi "anlayışını yenilemek" ve yenilenen idrakının "gereğini yapmak" yani.
Öyleyse, İBDA'yı da "anlayıp" zihninin bir köşesine koyma imkân ve ihtimali yoktur. Böyle bir iddiayla çıkmak yerine, İBDA rehberliğinde bir ömür İslâm'dan "pay" almak, "hisse" devşirmek, bir deyişle, bitmez tükenmez sonsuz bir hazineden (nasib, samimiyet ve kapasitemiz mikyasınca) zerre zerre, damla damla, avuç avuç hikmetler, cevherler ve mücevherler çıkartıp "zenginleşmek" vardır. Buysa, İBDA'nın, bizler için, İslâm'ın sonsuz hazinelerine uzanabilmede bir "rehber", bir "örnek", bir "ayna", bir "esas", bir "usûl", bir "âlet", bir "plan", bir "program", bir "strateji", bir "dil", bir "diyalektik", artık bu çizgide ne varsa "hepsi" olduğuna; demek ki, "anlamak" gibi statik değil, "anlayış" gibi dinamik bir mânâ belirttiğine işarettir.
Kısacası İBDA, "anlamak" dairesinde "alıp bir kenara koyuş"a değil, derinliğine ve genişliğine doğru her fikrî ve fiilî meselede, bir ömür sürecek daimi bir "alışveriş"e delâlet etmektedir. İBDA'ya bu "anlayış"la biraz daha nüfûz, "ayna"sı olduğu İslâm'a biraz daha nüfûz demek olacaktır ki, bu bakımdan o, son nefese dek sürecek bir kulluk borcunun ifâsı kıymet ve keyfiyeti belirtecektir; Allah'ı bilme ve bildiğiyle amel etme borcunun ifâsı...
Artık anlaşılsa gerektir ki, mesele, "bizim takım" meselesi değil, İslâm'a "olanca saffetiyle" biraz daha nüfûz, bu yolla İslâm'ın bizlerden taleb ettiğinin "olanca haşmetiyle" tarafımızdan icrâsı meselesidir. Madem ki İslâm bir "dünya nizamı"dır, o hâlde bu nizâmın dünya üzerinde "tesis"i meselesidir. Ve yine bir başka veçhesiyle İBDA, işte bu "dünya nizamı"nın Anadolu topraklarından başlayarak kuruluşunun "siyaset"i ve bu siyasetin hedeflediği "devlet ve toplum ideali"ne remzdir.
Büyük Doğu-İBDA'nın "Kökler"den aldığı "kesintisiz" cansuyuyla örgüleştirdiği bu "devlet ve toplum ideali", geçmişten yığılarak gelip bugün Kafdağı çapına ulaşan ihtiyaçlar yanında, yarının muhtemel ihtiyaçlarına da cevab teşkil edici, daha doğrusu "kendisindeki ipuçlarından hareketle" cevabın bünyesinde aranacağı dinamik bir "icad" ve "model"dir aynı zamanda. Yani, sahasında ilk, tek ve benzersiz bir "anlayış yolu" ve "devlet ve toplum modeli" olması yanında, yine bu "anlayış" ve "model"in hayata geçirilişinin kanlı canlı mücadelesidir; İslâmı hayata tatbik etme ve dünyaya hâkim kılma mücadelesi... Küfür rejiminde yahud küfrün dünya hakimiyeti altında bir oturaklık yer kapma, küfürle iktidarı paylaşma veya küfrün iktidarına hizmetçilik yapma mücadelesi değil yani.
İBDA'nın burada bir zerre mikyasınca, gücümüz ancak buna yettiği için sadece kapasitemiz ve kabiliyetimiz kadarınca temas etmeye çalıştığımız mânâlarıyla beraber, asıl temas edemediğimiz diğer zengin ve hududsuz mânâlarının mahiyet ve şümûlünü "hakikatiyle" takibi Külliyat'a havale ederek, mevzuu bu çalışmanın muradına doğru daraltabiliriz:
Evet, tüm bunlarla eksik gedik söylemeye çalıştığımız incelik şudur ki, İBDA, hem Hakkı ve hükümlerini lâyıkıyla bilme, hem Hakkın hükümlerini tatbik, hem de böylelikle Hakkın hakimiyetini tesis yolu ve mihrakıdır; "bilme" ve "yapma"yı bünyesinde birleştiren mihrak, "İslâmî" vasıfta "yapabilme"nin yolunu gösteren mihrak, bu borcu ifâ yolunu tek tek her Müslümana gösteren ve öğreten mihrak. Bir diğer ifadeyle, İslâm'ı "tatbik sistemi"; yine, İslâm esasına ve hakimiyetine götüren "vasıta" sistem; kısaca, "tatbik-vasıta sistem"dir İBDA. Bir diğer ifadeyle, birilerinin görmek istediği gibi, "aksiyon"dan kopuk "sırf fikrî" bir yol ve model değil. Yine aynı birilerinin göstermek istediği yahud başka bazılarının zannettiği gibi, derinliğine "fikir"den kopuk "sırf fiilî" bir mücadele teşkilatı da değil. Ezcümle, ne kuru fikir ne kuru hareket; aksine, kanlı canlı bir "fikir ve aksiyon mihrakı"dır İBDA.
Artık bitirirken, buraya kadar acemice de olsa söylenmeye çalışılanlardan İBDA'nın niçin kıymette "biricik" ve ehemmiyette "öncelikli" olduğunu hâlâ çıkaramamış olanlar varsa, elbette mümkündür ve anlatamama kabahati bizimdir, bu dostlara da bir kıymetli gönüldaşın "misâl"i yardımıyla seslenelim:
"İBDA, kızının hoppa bir fahişe, oğlunun ayyaş bir ibne olmayacağı, istese de alenen olamayacağı, yeltense de cebren oldurulmayacağı, aslında bunlara meyil doğurtan teşvikçi bir ortamı asla bulamayacağı bir hayat nizamını, yani YAŞANMAYA DEĞER BİR HAYATI devletleştirmek için var!"
Biz de âcizâne şunu ekleyebiliriz:
"İBDA, kabirde ve ahirette nelerden hesaba çekileceksek, işte tam da onların cevabını hazırlayıcı; Müslümanları içli-dışlı küfrün yahud irtidadın kuyruğunda bir kukla ve hizmetçi olarak yaşamaktan, Müslüman gibi inanıp kâfir gibi hayat sürmekten kurtarıcı bir ülke ve dünya hakimmiyeti için var!"
Sahih bir "anlayış"la İBDA'yı anlamaya (çalışmaya), "en başta" buradan başlanabilir bizce.

Furkan Dergisi, Aralık 2009
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
images

Tarih VE İhtilâl



Bugünün ayağı, dünün ayak izinde der tarihçiler. Dün yaşadığımız buhranları bugünde yaşıyoruz. Tarih bir çözülme devresinde… Her şeyin tel tel döküldüğü bugünlerde insan’dan başlayarak “Mutlak Fikir” den yoksun ne varsa çöküyor. Tarih buna şahit.
Tarih sırf buna şahit değil elbette! Çöküşün ve çözülmenin başladığı veyahut bittiği noktada kozasını öre öre bitiren ve “ağını yeni zaman ve mekâna” atan “Mutlak fikir” kendini ihtiyaç olarak hissettiriyor… Hissettiriyor ve geliyor. Neyin gelip ve neyin gittiğinin farkında olmayan için söylenecek bir şey yok. Tarihsiz yaşayana ne diyeceksin! Vicdan denen bir hasseye sahip olan varsa ve bir ıstırap duyuyorsa şu yaşananlar karşısında ona söylenecek çok şey var.
Göthe’nin bir sözünden mülhem olarak söyleyelim. Bütün tarih “mehdi” ye doğru akıyor ve ondan gidiyor. Dedik ya tarih şahid. Tarih’te birçok defa görülmüştür ki, kararlı ve cesur bir insan’ın hadiselerin seyrini nasıl değiştirdiğini. Yine değişecek birçok şey ve yine tarih bunları kaydedecek. İhtilal dediğimizde aklımıza ilk gelen mutlak manada inkılâpçıların, peygamberler ve varisleri olduğu. İhtilal salkım-saçak peygamberler tarihinden ibaret değimli?
Bu demlerde, anlamını yitiren kelimelerin biride bu ihtilal! İşin doğrusu pek anlayamadığımız ve anlamış gibi yaptığımız mevhumlardan biri de yine bu ihtilal. Bunun lafı geçince aklımıza ilk gelen, vurma, kırma, toslama ve yıkma. Evet, süfli manasıyla bu olabilir ihtilal… Hakikatiyle nedir dersek? İhtilal dediğimizde insan… İnsan dediğimizde de Ruh ve Nefsin mücadele sahası yani savaşı söz konusu. Üstad’ın “ihtilal” eserinde belirtiği üzere: “Kur’an bize öğretiyor ki, Allah, yeryüzüne hükmedici, eşya ve hadiseleri tasarrufla vazifeli bir varlık yaratacağını meleklere bildirince, onlar, dünyada fesad çıkaracak ve kan dökecek bir mahlûka mı vücut verileceğini sordular; oysa meleklerin kendisini tevhid ve tenzih başka bir şey yapmadıklarını söylediler ve Allahtan “ben sizin bilmediğinizi bilenim!” cevabını aldılar.
Böylece insan, biri ulvilerin ulvisine, öbürü de süflilerin suflisine namzet ve kalbin hakikatinde birleşik ve toplu iki zıt taraf halinde yaratıldı; ve Kur’ân hükmünce bu eşsiz kıvam içinde vucut bulduktan sonra kutuplardan birinden birini gerçekleştirmek üzere “sefillerin en sefili” olan âleme indirildi ve ihtilâl zemini açılmış oldu.”
Üstad, böyle anlatmaya başlıyor “ihtilâl” eserinin girişinde… Daha kitabın girişinde anlıyoruz ihtilal den ne kadar uzak kalındığını… “ihtilal şuuru” ve o şuur içinde bulunulan faaliyetlerden geri kalındığını. Her şey bir ihtilal hareketi içindeyken insan tam tersi bir istikamet tutmuş durumda. İşin tehlikeli tarafı da burada! Bildiğini sandığı şeyi hiç bilemediği aslında; kalem kalem saymaya ne hacet... Din, tarih, hukuk, iktisat ve ahlak. Bildiği sandığı şeyi bilemediğini ve bunun aslını gösterme, çabasına girişmenin ihtilal’in kendisi olduğunu söylemeye gerek var mı?
Bilmişlerin göremediği ama Batılı bir gazetecinin gördüğü ve ifade ettiği şu:” Onlarda eksik olan nokta, yapmak iddiasında bulundukları inkılâbın mahiyetini gerçekten anlamamış olmalarıydı!” Mücadele zemini içerisinde bu işlerin kendisinden geçtiğini ve çocuğuna mücahit isimi verip ve bundan sonra mücahit olarak yetiştireceğini söyleyen, mücahitlikten-mütahitliğe, demokratik geçiş yapan, bir vasatta bu kafa elbette ihtilal ve inkılâbın mahiyetini anlayamaz. Birde, Batılı Gazeteci ’nin, görmek istemediği, madalyonun öbür tarafı var; ihtilal ve inkılâbın hem mahiyetini hem de hakikatini görenler ve anlayan İbdacılar var. İhtilal ve inkılâbın hem hayalini, hem rüyasını gören, duasını ve yeminini eden, bu davanın her türlü çilesine talip olanlar var. Duaları : “ Bizi, İhtilal ve İnkılâbın madde ve mana şartlarına erdir.” Yeminleri: “Ya Muntakim Allah- Bizi intikamına memur et.”
Batı, tehlikenin farkında ve buna engel olmak için elinden gelen her şeyi yapıyor. “İmansız İslamcıların”, hoşgörülü salya-sümük hocaların, niye piyasaya sürüldüğünü iyi biliyoruz. Sahte paranın muvakkat da olsa, değerini hakiki paranın mevcudiyetine bağlı olduğunu da unutmayalım elbette.
Kimin olduğunu hatırlayamadığım bir tespit:” Din için istidatı olmayan bir toplumun, ihtilal içinde istidatı yoktur.” Bu tespit etrafında bakarsak; kaynayan topraklar nereler? Fiili olarak işgal edilmiş topraklar. Yani dini hassasiyetin mevcut olduğu topraklar. Çeçenistan, Afganistan, Irak ve maddi –manevi gizli işgal altında olan Anadolu… Fiili ve gizli işgal’le köreltilmeye çalışan şey “ruh” yani İslam’ın kendisi.
Çözülme ve çöküşün başladığı batının bilinçaltındaki korkuları da depreşiyor. Denenmemiş tek nizam İslam’ın, “vecd ve aşk” dönemindeki gücüne kavuşması. Başyücelik Devletin de geçen bir husus : “ İslam’da idare biçimi yoktur, idare ruhu vardır.” Batı buna düşman… Engellemeye çalıştıkları, örtmeye çalıştıkları, köreltmeye çalıştıkları hakikat bu işte! Bu iklimde neşvünema eden, imansız İslamcısı, salya-sümük hoşgörülü hocalara iş düştü. Batılı efendilerinin yapamadıklarını bunlar yapmaya başladı! İslam’ı, tahrif edilmiş, değiştirilmiş olan diğer dinlerden herhangi bir din gibi göstermeye ve işlemeye başladılar… Bunu yapmaktaki sebep, cemiyeti hareketsizliğe gark edip, her türlü tehdit karşısında tesirsiz bırakmak ve nihayetinde buraları parçalanmanın eşiğine getirmek! Hal manzaramızda bundan farksız değil. Bundan kurtulmanın çaresi? İnsan’a biçilen memuriyetin hatırlanması!
“İhtilal” Eserinde geçtiği üzere: “Bir bünyenin, kendi içinde, kendi öz nizamını sarsıcı ve yeni bir nizama yol arayıcı her hareket, ihtilaldır.”
Gerçek tarihin akacağı yerle, ihtilal’i yapacak yer; “Zamanı gelmiş bir fikir” olan ibda’dır. İnsan memuriyetinin heyecanını nabzında hisseden kişi bu ihtilali de hisseder. Şayet bu heyecanı, duymuyor ve hissetmiyorsa, mağluplardan yani tarihsiz yaşayan mahlûk sınıfından.
Ersin Sağlamer
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Latin yazısı Türk yazısı değildir

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ - HARF DÂVASI

Bu emirle beraber ilim ve ihtisas ehlinden bir heyet kurulup aşağıdaki suallerin cevabını hazırlayacak ve tam mânasıyla ilim ve hakikatle teyitli olarak Başyücelik makamına verilecektir.



Sualler on dört tanedir.



İsmine “Arap harfleri” denilen, tam on asır Türk medeniyet kadrosunun ifade unsurunu teşkil etmiş ve on asırlık millî irfanın temeli mevkiinde bulunmuş harfler, hakikatte sadece ve kavmî mânada Arap harfleri midir, yoksa kavim üstü bir mâna ile “İslâm harfleri” mi? Bu hususta dinî, tasavvufî, ilmî ve aklî bürhanlar nelerdir?




Kavim üstü, küllî bir şümulle bütün mü’min beşeriyete atfedilip edilemeyeceği bir ilim meselesi olan harflere “Arap harfi” ismini vermek mümkün oluyor da, doğrudan doğruya ve münhasıran Lâtinlerin malı olduğu ilmen sabit harflere nasıl “Türk harfleri” denilebiliyor?



Her iki harf manzumesi üzerinde, mücerret ve müşahhas imtiyaz ve faydaları bakımından bir nefs muhasebesi, bir mukayese vazifesi yerine getirilmiş midir?



Bizzat Lâtin harfleri dünyasına mensup bir ilim ve fikir adamının dünyada en mütekâmil ve ince harfler olarak “Arap harfleri”ni gösterdiğini; ve kendi milleti için, kültür kökünü değiştirmek muhali olmasa, bu harfleri tavsiye edeceğini bilen var mıdır?



Harf inkılâbı sırasında Amerikalı bir terbiye mütehassısının “Türklerin eski harflerini kaldırıp atması, kendi hesaplarına, Amerikanın, bütün madenlerinden mahrum olmasından daha ağır bir kayıptır!” sözü gerçekten vâki midir? Amerikalı profesör, şüphesiz ki, kendi misyoner ve politikacılarının iştirak etmeyeceği bu sözüyle ne demek istemiştir? Nihayet ilmî insafı çatlamıştır da ondan mı?



Garptan bütün müspet bilgilerini ve her şeylerini alan, bütün medeniyet unsurlarını iktibas eden Japonlar, cihanın en çetin ve gülünç derecede iptidaî harfleri olan kendi yazılarını acaba niçin muhafaza etmişlerdi?



Eski harflerin öğrenilmesindeki zorluk, acaba tedris metodlarının sakatlığından mı, yoksa bizzat harflerin bünyesindeki çetinlikten mi doğmaktaydı? Eski harflerin imlâsındaki kargaşalık, acaba bu hususta sabit ve kat’i bir usul eksikliğinden mi, yoksa bizzat harflerin kendisinden mi gelmekteydi?



Eski harflerin bütün millete ve aşağı tabaka halka teşmil edilememesindeki zaaf, acaba o devrin maarifine mi, yoksa harflerin zatına mı aittir?



Yeryüzünde, o da kısmî olmak şartıyla, İtalyanca, Fransızca, Yunanca gibi cihanın en büyük dilleri pekâla bunu yerine getirebileceğine göre, Lâtin harflerinin dilimize tatbikindeki (fonetik) mazhariyet, acaba hakikatte ve sâf zekâ bakımından bir fayda mıdır, yoksa bir mahzur mu? Yani (fonetik) olmayan ve kelime usulüne dayanan yazı şekillerinin zekâyı beslemesinde hususî bir pay yok mudur? (Fonetik) usul, insanı, pek basit ve ucuz bir (avantaj)a karşılık, içinde hapsedilip kalacağı ve avâm seviyesinden yukarıya çıkarmayacağı bir kabalığa mahkûm etmez mi?



Birbirine bağlanan, bağlandıkça şekil değiştiren ve birbiri içinde hall-ü hamur olan şekillerle, herbiri kaba zincir baklaları ve çakıl taşları gibi daimî bir sertlik muhafaza eden şekiller arasında, bediî olduğu kadar aklî rüçhaniyet ve galibiyet hangi taraftadır? Ve bu rüçhaniyet ve galibiyetin ilk bürhanı olarak eski harflerin stenografya kıymeti, telâfisi mümkün bir kayıp mıdır?



Nihayet eski ve yeni harf nesillerinin birbiriyle mukayesesinden çıkacak hüküm, mücerret zekâ, irfan ve şahsiyet bakımından hangi cepheye üstünlük yöneltecektir?



Bin kişilik bir cemiyette dokuz yüz kişinin imzasını atabilecek ve (Karagöz) gazetesini sökebilecek kadar okur-yazar olması mı; sadece yüz kişinin tam okur-yazar ve her türlü fikir çilesiyle dolu olması mı, o cemiyet hesabına üstün bir not belirtir?




Acaba harf inkılâbını yapanların ve hattâ eski harfler içinde çocukluğunu ve ilk mektep çağını idrak edip de peşinden yeni harfleri öğrenenlerin, bütün hususî ve samimî ifadelerinde yalnız ve yalnız eski harfleri kullanmaktan başka bir şey yapamamaları, sadece alışkanlıkla izah edilecek ve içine eski harf kudret ve imtiyazından hiçbir pay karıştırılmayacak bir hâdise midir?




İdeolocya Örgüsü’nden Sh.-322-325 /Necip Fazıl KISAKÜREK
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt