mürmüdük
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 7 Tem 2009
- Mesajlar
- 6,952
- Tepki puanı
- 1
- Puanları
- 0
- Yaş
- 53
- Web Sitesi
- anadoluhaber.blogcu.com
Bir Akıncı durağı: Osmanlı!
“Sende ilim, sende edep, sende cesaret var oldukça yıkılır mı adaletin ülkesi?”
Asırlık ömür Ertuğrul’un emaneti yağız Osman, buğulanmış gözlerini uzaklara dikmiş; Çanakkale’den, öteleri düşlüyordu. Hırçın dalgalar, “Vira Bismillah!” nidalarıyla karşı kıyıya vuracak, sahile çıkan leventler, dur durak bilmeden ötelere koşacaktı.
Gözüpek Samsa, heybetli Konuralp, verasetli Akçakoca, onurun adı Aykut, şecaatli Gazi Abdurrahman… liderin etrafında kümelenmiş, altı asırlık inanç tohumunu Frenk toprağına serpmek için heyecan dolu bir bekleyişe girmişlerdi.
Zaferin aşk boyutunun mimarları Edebalı, Dursun Fakih, Kayserili Davut… erenler, hangi menbadan beslemişlerdi; gözü kara, gönlü ak Hamzalarını!
Dündar’ın kaybettiği “dostluk” imtihanı, şimdi onların zaferiyle kıtalar aşacak; Kutlu Önder’in izinde, “Güneşi sağ, ay’ı sol elime verseler, davamdan vazgeçmem!” şiarı olacaktı, ahi dostlarının.
Anadoluyu kan gölüne çeviren Karesi kıskanç, Candar ucuz hesap peşinde…, Germiyan baş olma sevdasıyla yanıp tutuşurken...
Artuk kan kaybediyor…, Saruhan çözülüp, Menteşe tükenirken…; ”uzak bakışlı adamlar” Nasr’ın müjdesiyle “İçte birlik, dışta zafer” düsturunu bayraklaştırıyorlardı.
Öyle ya, Yesrib’ten esen rüzgar, yedi yüz yıl var ki, aleme bereket götürmüş; Açe’de şafak duası, Lahor"da ikindi rüyası, Ağrı’da teheccüd olmuştu.
Karacahisar’da yalın kılıç şehadete koşan neferlerin nefesleri, Semerkand’da minberlere doluyor;
“Onları alınlarındaki secde izlerinden tanırsın; birbirlerine son derece merhametli, küfrün ordusuna ise oldukça izzetli” duruşlarıyla, mazluma hayat oluyorlardı an be an.
Kaynaşmış topluluklar, sıra dışı adamların mesajıyla bir olmanın coşkusunu yaşıyor, “Bir gül bahçesine girer gibi” tozu toprağa katıyorlardı. Sevgi ekip, merhamet biçmek bu muydu?
Tekfurun zulmünden kaçan Uhdud Adamları, Ömer ruhlularla kıyamete yürüyor; ensar, muhacirle kandan öte kardeş oluyordu.
Gladyatörlerin akıl almaz işkencesine sahne Bursa, akıncı ikliminin huzur meltemiyle bir ilkbahar neşesine kavuşuyor; ırmakları artık kan kırmızı akmıyor; söğüt ağacının rengarenk tonları maviye karışıyordu.
İznik, toprak alıp cennet satan keşişlerin son çırpınışlarıyla yankılanıyor; bir daha dönmemecesine… inanmış Rum, sadakatli Ermeni, vakur Peçenek’le dolup taşıyordu.
Kansız fethedilen topraklar, sanki hayal alemindeydi! Daha dün, çığlıkların yükseldiği Medrese-i Yusufiyeler… bugün, salıverilen mahkumların ibretlik öyküleriyle doluydu.
Kim bilir ne hayat sahnelerine şahittiler? Duvarların dili olaydı!
Bizans, sonu gelmeyen zulme başkentlik ederken, beklenen akıbet onu da bulacak mıydı?
Tabiat boşluk kabul etmezdi. Arta kalan topraklar, ekilip biçiliyor… tarlada, kul hakkının pratiği veriliyor… üretenle tüketen, aracısız buluşuyor… “kabzımal enflasyonu” kendine yeni Londralar arıyordu.
Şehirler kuruluyor; kalp fethinin mimarları “Üstünlük olmasın!” diye ırkını ileri sürmüyordu. Bacıyan-ı Rum, Anadolu, Osmanlı…. birliğin adı oluyor; “Sen, ben değil; biz!” şuuru, kurumuş çeşmelere zemzem oluyordu.
Gönen pazarında, “Yeni adamlar gelmiş; ne aldanıyor, ne aldatıyorlarmış; gidip alış veriş yapalım, dedikleri gibi var mıymış?” kuşkusuyla yola düşen Ortodoks ahali, akşam evini Besmeleyle açıyor; “Pazara değil, mezara kadar!” kararlılığı yüzlerinden okunuyordu.
Mimar eli değen şehirlerde, bin yıllık alt yapıyı kuruluyor… ferah çarşılar, şadırvanla kucaklaşıyor… yolda kalmış hancılar, bir şey teklif etmenin “ayıp kaçtığı” medeniyet mekanlarına kavuşuyordu.
Sanatla zenaat arasındaki çizgi burada göze çarpıyor… estetiğin hakim olduğu köprüler, kurumuş gönülleri ıslatan çeşmeler, bugünün yerel yöneticilerine(!), “Uzaklarda arama!” diyordu.
Kulakları çınlasın; dubası göçmüş, yirmi yıllık Köy Hizmetleri(!) köprüsünün mühendisinin de bir baksın, yüz metre ötede, dünya durdukça dimdik ayakta kalacak Çemişgezek’in Taş Köprüsü’nü sağlam kılan nedir?
Ne varsa özünde vardı. İnançlarını malzeme yapmaktan haya eden coşkun yürek, gazadan gazaya koşuyor; dönüşü olmayan yolda “surda bir gedik” açıyordu. Hayali değil, önder kahramanlara sahip bir neslin evlatları, içerde huzuru perçinliyor; namert düşmanı ise amansız nefesiyle takip ediyordu.
Söğütten çınara yolculuk, kaldığı yerden sürecek miydi?
Tarık Sezai Karatepe