Tabiatta gizlenen dost yüzünü göremeyen gönüller âmâdır. Tabiatla konuşamayan insanın rûhu dilsizdir.
Kalblerdeki muhabbet, bütün mahlûkâtı kuşatıcı mâhiyette olursa, sahibini kâmil bir mü’min, diğer bir tâbirle hakîkî bir âşık, yâni Hak Dostu eyler.
Kul, ancak mâsivâ engellerini aştığı takdirde muhabbet ve dostluğun gerçek hazzını yaşayabilir.
Allâh için gerçek dostluk, bedenleri ayrı olan iki varlığın bir kalbde yaşamasıdır.
Bir kimsenin sevdiğiyle beraber olması demek; onunla sözde, özde ve davranışta aynı duyuş, düşünüş, hissediş ve yaşayış hâlinde olması, yâni “sevdiğini” gösterecek aynîlikler ve beraberliklerin mevcut bulunması demektir.
Dostluk, iki gönül arasındaki cereyan hattıdır. Bu cereyanla, yâni muhabbet neticesinde sevilenin her hâli, sevgisi nisbetinde sevene sirâyet eder.
İki din kardeşi, birbirini yıkayan iki el gibidir. Tıpkı Muhâcir ve Ensar gibi…
Bakış ve görüşlerin seviye kazanması, kâinat sayfalarındaki esrar ve hikmeti gerçek mânâsıyla telâkkî edebilmek, ancak gönül âleminde derinleşerek gerçek dostluğu yaşayabilmeye muvaffak olabilen ilâhî aşk ve vecd kahramanlarının işidir.
Muhabbeti lâyıkına, husûmeti de müstahakkına tevcih edebilmek, sahibini âbâd ederken, aksine, muhabbeti nâ-lâyıkına, husûmeti ise gayr-i müstahakkına tevcih, bunu yapanı, bu tevcihlerdeki şiddet nisbetinde bedbaht kılar.
Tabiattaki kudret akışları ve ilâhî muhabbet tecellîleri, fânîleri Büyük Dost’a, yâni Cenâb-ı Hakk’a ulaştıran ulvî birer basamaktır. Bu basamakları aşanlar, gerçek dostluğun lezzetini tadarlar.
Dostluğun merkezine Allâh ve Rasûlü’nü yerleştirenler, bütün mahlûkât ile dost olurlar.
Hakk’ın dostluğuna nâil olanlar, dostluğun güler yüzünü yalnız insanda değil, dünyâya hayat hâlinde serpiştirilmiş bütün nebâtatta ve hayvânatta bile müşâhede ederler.
Kur’ân’ın emir ve nehiylerini her dilden öğrenebiliriz. Lâkin onun feyiz ve rûhâniyetini yalnız kendi lisânından alabiliriz
Yüce Rabbimiz; “Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” (el-A’râf, 204) buyurur. Bu bakımdan samîmî bir gönülle Kur’ân’ı dinleyip mânâsında derinleşerek kalblerini ihyâ edenlerin hâli, ilâhî rahmeti kucaklama hâlidir.
Cenâb-ı Hakk’ın insana dünyâdaki lutuf ve ikramlarının en büyüklerinden biri, onu Kur’ân-ı Kerîm’e muhâtap kılmış olmasıdır.
Zerre kadar bir tohumun münbit bir toprak vâsıtasıyla koca bir çınar hâline gelerek kazandığı muazzam haşmet gibi, bizdeki tefekkür ve hissiyâtın Kur’ân’la beslenip güçlenmesiyle ulaşılacak kalbî duyuş ve hakîkatler ne muhteşemdir!..
Kur’ânlaşan mü’min gönülleri, şu koskoca kâinâtın bir yelpâze misâli dürülüp içine sığdığı minyatür bir âlem olma keyfiyeti içindedir.
Cihân, âdeta sessiz bir Kur’ân; Kur’ân da sesli bir cihân olduğuna göre; ehl-i Kur’ân da, her ikisinin kavşağında bulunan bir irfan mihrâkı ve tecellî âbidesidir.
Kâinât, sıfât-ı ilâhiyyenin fiilî, Kur’ân-ı Kerîm ise kelâmî bir tezâhürüdür. Kur’ân-ı Kerîm, kelâm sıfatına bürünmüş bir kâinat demektir.
Kur’ân-ı Kerîm, nur ve zulmeti yaratan Allâh -celle celâlühû- tarafından insanları zulmetten nûra çıkarmak için kalb-i Muhammedî’ye inen bir kitâb-ı ilâhîdir.
Bu hayat yolculuğunun meçhullerini mâlum kılan, sorularını çözüme kavuşturan, karanlıklarını aydınlatan; akıl ve kalb için her bakımdan tatminkâr delilleri ihtivâ eden yegâne ilâhî kitap, Kur’ân-ı Kerîm’dir.