İnsanlık büyük topluluklar halinde yaşamaya başlamadan önce genellikle aynı dili konuşarak anlaşan, sayıları onlarla, yüzlerle ifade edilen küçük topluluklar, yani kabileler halinde on binlerce yıl yaşadı. İnsanlığın geçmişinin 200.000 yıl olduğunu ve kentleşmenin yaklaşık son 10.000 yılda başladığını varsayarsak 190.000 yılını kabileler halinde yaşadığını düşünebiliriz. Bu uzun kabile süreci insanın genlerine de kalıcı olarak yazıldı ve koşulları oluştuğunda tekrar kabile yaşamına dönme arzusundan insan hiçbir zaman vazgeçmedi.
İnsan ne kadar gelişmiş görünürse görünsün, bilgiyi ve teknolojiyi ne kadar kullanırsa kullansın aslında değişen sadece yüzeysel, fiziksel yaşamı. Hiç değiştiremediği özelliği ise ‘güvende olma’ isteği ve benmerkezciliği. Kabile yaşamının ona bu güvenliği sağlayacağına dair (genlerindeki) bilgiyi insan daha uzun süre taşıyacak gibi görünüyor.
İnsanın yaşama alanını, mağarasını, ailesini, kabilesini koruma eğilimi, evrimleşme süresince bir içgüdüye dönüştü. Aynı içgüdü birçok yırtıcı türünde de çok güçlüdür. Aslanlar, kaplanlar başta olmak üzere hemen hemen bütün kedi familyası av alanını diğer hayvanlardan korumaya çalışır. Onları kendi teritoryasına sokmak istemez. İnsanın da tıpkı yırtıcılar gibi kabilesi haricindeki yabancılara karşı yine ta o günlerden kalma ayrımcılığı ve şiddeti bazı toplumlarda fazla değişmeden sürüyor.
Eski kabilelerin sadece yaşadıkları küçük coğrafya ve kabilenin kullandığı dil ile sınırlı, sade ve basit ayrımcılığı yerine artık insan düşüncesinin ürünü olan daha çok ayrımcılık nedeni var. Yaşanılan coğrafya dışında bu nedenlerin tamamı, birbiriyle anlaşmak için kullandığı dili bile insan düşüncesinin ürünü, yani yapay.
Günümüzde ayrımcılığın nedenleri arasında dil, ırk, milliyet, din, mezhep, ideoloji, etnik köken, cemaat kültürü gelmektedir. Gelecekte bunlara yenileri eklenebildiği gibi bunlar arasında da daha koyusundan daha açık rengine doğru ayrışmalar da olabilir. Her bölünme yeni bölünmelere zemin hazırlayarak kanserli bir hücre gibi bütün bünyeye yayılabilir.
İnsanların edindikleri kimlikten ve kültürden gelen bütün bu farklılıkları, herkese eşit imkanlar yaratan ve çıkarları dengeleyen büyük bir ekonomide sorun olmazken, yönetimi beceriksiz ve ayrımcılığa yatkın, ekonomik durumu iç açıcı olmayan ülkelerde her an patlayacak bir saatli bombaya dönüşür. Ülkenin demografik yapısından kaynaklanan bu aidiyetler sosyal ve ekonomik koşullar ağırlaştıkça ayrışma sinyalleri vermeye başlar. Eğer o ülkede değişik din ve mezhepler birbirine yakın nüfus yoğunluğunda ise, genellikle din veya mezhep bahane edilerek bir iç çatışma başlar. Her ne kadar yüzeyde bir din çatışması gibi görünse de asıl neden sınırlı kaynakların paylaşımı kavgasıdır. Bu çatışma ya büyük bir savaşa dönüşür ya da bir sınır ve hükümranlık ayrılığı ile veya görece zayıf tarafa özerklik verilmesi ile sonuçlanır.
Eğer büyük bir iç savaşa dönüşmüş ise yıllar süren bu mücadele sonunda zayıf olan taraf, güçlü tarafından sosyal ve ekonomik olarak kısmen veya tamamen bertaraf edilir. Yenilen taraf ya boyun eğecek ya da o coğrafyayı terk edecektir. Geride kalanların ayrımcılığı şartlar kötüleştikçe bir kabileye dönüşünceye kadar devam edecektir. Koyu dindarlar yeteri kadar güçlenirlerse, az dindarları ötekileştirecek ve onları da saflarının dışına iteleyecektir. Eğer bir ülkede değişik milletler ve her milletin kendi milliyetçi partisi vs gibi örgütlenmeleri varsa o ülkede bir iç kargaşa yaşanma olasılığı özellikle ekonomik durumun kötüye gittiği dönemlerde yükselir. Bir de o ülkede yaşayan milletler Dünyanın diğer ülkeleri tarafından ayrımcılık yönünde kışkırtılır ve destek verilirse ayrılık kaçınılmaz olur. Şayet o ülkede milliyetçi düşünce bütün devlet kadrolarına hakim olur ve bu kadro toprak ayrımına yanaşmaz ise tarihte yaşandığı gibi büyük iç savaşlar, toplu insan kıyımları ve göçler olur.
Milliyetçi kadroların rezervlerinde şartlar elverdiğinde bir milleti veya milletleri, ülkelerinden kovmak, mallarına el koymak, düşman ilan etmek veya en hafifinden kinci sınıf vatandaş muamelesi yapmak gibi eğilimler hep vardır. Kabileci törelerin uygulandığı, hiyerarşiye önem veren, hamasetle insan egosunun iyice şişirildiği bir düzen milliyetçiliğin mayasıdır.
Aşırı ırkçı ve milliyetçi düşüncenin gideceği en son yer bütün fazlalıklarından arınmış ırkçı bir kabiledir. Zaman zaman bu ayıklamayı netleştirmek için fiziksel özellikler bile kullanıldığı olur. Kafatasının çapını ölçmek gibi yöntemler geliştirilebilir. Saf, katıksız, dört dörtlük milliyetçilik sürekli birilerini dışarıda bırakmayı gerektirir. Görünür bir düşman ya da düşmanlar yaratılmadan milliyetçilikten bahsedilemez. Ortada görünür bir düşman yoksa ‘az milliyetçiler’ bile ‘koyu milliyetçilerin’ gözünde artık davalarının tarafı değil karşıtlarıdır yani düşmanlarıdır. Keza ideolojiler de ayrımcılığın nedenleri arasındadır. Bu gün Dünyada kuzey, güney olarak bölünmüş ülkelerin ideoloji haricinde bir bölünme nedeni yoktur. Aynı dili konuşan, aynı dinden, aynı coğrafyadaki insanlar sadece ideolojileri yüzünden bölünmüştür. Bölünme yetmezmiş gibi bir de birbirlerine düşman olmuşlardır.
Aslında ideolojisini vazgeçilmez hedefi yapan, koşullanmış insanlar ayıklamayı sürdürerek o ideolojinin tam ve kusursuz robotlarını yaratmadıkça rahat etmezler. İdeolojiye ihanet edenleri ortadan kaldırarak veya sindirerek tam bir saflığa ulaşmaya çalışırlar. Ulaşabilecekleri en son menzil bireylerinin her biri tornadan çıkmış gibi düzgün, pürüzsüz, saf ideolojik bir kabiledir.
İnsan on binlerce yılda genlerine kazınan korkularından, endişelerinden, arzularından, hırslarından ve kabile özleminden kolayca kurtulacak gibi görünmüyor. Bunun için kendi içine ,en derinine yolculuklar yapması, kendini irdelemesi, gözlemlemesi, düşüncelerinin hareketini adım, adım takip etmesi, kısaca kendini öğrenmesi, bilmesi gerekiyor. Ancak insan bunu yapacak dikkate ve özveriye sahip değil.
Dışındaki dünyanın, çevrenin, olayların, gelişmelerin ritmine kendini öyle kaptırıyor ki kendi içi ile bütün bağlarını koparıyor. Rüzgara kapılmış yaprak misali gündelik hayhuylarla zamanını tüketiyor. Nerdeyse bütün zamanını aynı şekilde başlayıp aynı şekilde sonuçlanan, iş, meşgale, yeme, içme, yuma, ritüel, eğlence gibi sosyal beraberliklerle geçiriyor.
Tek başına kalmaktan korkuyor. Tek başına kalmak, yalnızlık olarak algılanıyor. Hep sürüye katılmak onlardan biri olmak istiyor. Bir yere, bir kabileye ait olmak ona güven veriyor. İnsan yaşam biçimini ve koşullarını değiştirebilmek için gösterdiği özveriyi, çabayı, dikkati ve enerjiyi ‘’kendini öğrenmek‘’ için göstermiyor. Bu nedenle kabile yaşamından genlerinde kalan bilgiler bir değişime uğramadan yerli yerinde duruyor. Kendi gibi olmayanlardan sürekli kuşku duyuyor. Farklılıkları tolere edemiyor. Kendi gibilerle beraberliğini sürdürebilmek için mutlaka bir karşıtlık veya bir düşman yaratıyor.
Dünyada nerede bir bölünme emaresi başlamışsa, bilinmeli ki orada potansiyel Kabile Reisleri çoktan işe koyulmuşlardır. Dünyadaki küresel iklim değişikliği ile başlayan temiz hava, temiz su, verimli toprak kaynaklarının hızla azalması insanların kabile yaşamına dönme arzusunu da tetikleyebilir. Bu nedenle daha çok bölünme de kaçınılmaz olur. Her bölünme çatışma, acı, ölüm ve ıstırap demektir. Özellikle yokluğu veya kıtlığı hemen hissedilen ’ içme suyu‘ büyük savaşların habercisidir. Belki de insanlık tarihinin en büyük geriye dönüşünün ( yani kabile yaşamına dönüşünün) başlangıcı küresel ısınmadan kaynaklanan kuraklık ve içme suyu kıtlığı olabilir.
RIFAT KAYIN