Mirzabeyoğlu’na
MGK İşkencesi mi?
Hayreddin Soykan
“Cihazlı” zihin kontrolü olarak bilinen ve İngilizce literatürde electronic weapon, electromagnetic weapon, psychotronic weapon, directed-energy weapon, neurological weapon, non-lethal weapon şeklinde isimlendirilen TELEGRAM, varlığı “askerî sır” kapsamında değerlendirilmekle beraber, artık mızrak çuvala sığmadığı için saklanamayan; ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya başta olmak üzere bellibaşlı bütün büyük devletler ve müttefiklerinde bulunan; literatürde “öldürücü olmayan elektromanyetik silâhlar (non-lethal electromagnetic weapons)” arasında gösterilmekle beraber, yolaçtığı tesirler bakımından kolayca insan öldürebilen; beyne ses ve görüntü transfer etmekle kalmayıp, beyinden de enformasyon devşirebilen; vücudun tüm bölgelerini elektromanyetik dalgalar göndererek etkileyip manipüle edebilen; bu arada maksimum acı verebilen korkunç bir silâh teknolojisi... Kökü, CIA ve KGB’nin II. Dünya Savaşı ertesinde yapmaya başladığı ve bugün milyonlarca resmî belgeyle deşifre olan “zihin kontrolü” çalışmalarına dayanıyor. Türkiye’de de, varlığı resmen kabullenilmemekle beraber, başta Amerikan ve İsrail gizli servislerinden teknoloji ve metodoloji transfer edilerek, MİT ve Genelkurmay’ın kimi unsurlarınca “hedef” veya “kobay” olarak görülen kimi vatandaşlara karşı aktif olarak kullanılıyor.
Malûm ve en meşhur örnek hâlinde Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, işte bu silâhın, yâni TELEGRAM’ın Türkiye’deki bir numaralı ve en korkunç tatbikatının hedefi olarak, Bolu İl Jandarma Komutanlığı’nın bahçesinde ve dibinde kurulu Bolu F Tipi Cezaevi’ndeki hücresinde, bu barbarca işkenceyi 11 yıldır çekiyor. Bu arada, failler ve icraatlarıyla ilgili “ipuçlarını” da her hafta BARAN dergisinde tefrika edilen “Ölüm Odası / B-Yedi” adlı eserine serpiştiriyor.
Aslında, Mirzabeyoğlu’na yapılan TELEGRAM işkencesinin kararlaştırıldığı mahfilin MGK olduğundan bizim –uzun zamandır- zerrece şübhemiz yoktu, fakat anlatacaklarımızdan sonra nihaî hükmü sizin vermenizi istediğimizden, başlığımızı “soru işareti”yle bitirdik.
Bugüne kadar “Mirzabeyoğlu’na TELEGRAM yapılması MGK’da kararlaştırıldı” tarzında bir ifade yazılıp çizilmedi. Fakat yazılmamış olsa da bu hüküm, muhtemelen birçok kişinin zihnindeki ortak kanaatti. Yazılmadı, çünkü “hâlden” anlaşılan sayısız delile rağmen, elde “yazılı” bir bilgi-belge-delil yoktu.
Nihâyet, o “yazılı” delil de geldi. Mirzabeyoğlu, geçen haftaki, yâni 28 Temmuz 2011 tarihliBARAN dergisinin 237. sayısında yayınlanan “Ölüm Odası” eser tefrikasının 63. bölümündeşöyle dedi:
- "Şu oldu, bu oldu, şu oluyor vesaire. Birçok hâdise, hem tekrara düşmemek için, hem de "şartlar" itibariyle anlatılamaz olması, hem de bende anlatmanın hevesi olmaması bakımından şimdi saded dışı kalıyor. RUTİN DIŞI İŞLER, maşayı elinde tutanlara göre göze geliyor; malûm-u âliniz..."
Bir işkencenin faillerini en iyi bilecek kişi elbette bizzat o işkencenin mağduru olacağına göre, Mirzabeyoğlu’nun -büyük harflerle vurguladığımız- “RUTİN DIŞI İŞLER” tâbiri, TELEGRAM’ın ASIL faili olan “mahfil”i aydınlatan, daha doğrusu kesinleştiren bir “ipucu”ydu bize göre. Üstelik sadece “mahfil”i değil, -muhtemelen- TELEGRAM kararını aldıran “kişi”leri de ele veren bir ipucu:
Hıristiyan-Yahudi Batı Emperyalizminin Türkiye’deki çıkarlarını temsil eden “3000 AİLE”, bu çıkarların “en yüksek karar organı” MGK ve onların TELEGRAM’ın başladığı dönemdeki baş temsilcisi SÜLEYMAN DEMİREL!..
28 ŞUBAT’TAN EYLÜL 1999 MGK TOPLANTISI’NA
Batının “YENİ DÜNYA DÜZENİ”nin Batıcı 28 Şubat “post-modern” darbesiyle Türkiye’de kökleştirilmeye çalışıldığı, 1999 yılı içerisinde de gerekirse yüzbinlerce Müslümanın kanı pahasına gerçekleştirilecek bir darbeyle perçinleneceği “hazırlıklar” malûm. Ne var ki, bu “hazırlıklar”, sözkonusu barbarca darbeye direneceği ve halk direnişine liderlik edeceği öngörülerek 1998 sonunda mesnedsiz biçimde tutuklanıp hapse atılan Mirzabeyoğlu’nun “1999 Kurtuluş Yılı” ilânıyla sekteye uğratılır, Müslüman halk Mirzabeyoğlu etrafında teyakkuza geçer, darbecilere asıl büyük “topuz” ise tam da darbe toplantısı yaptıkları yer ve zamanda (17 Ağustos 1999 Gölcük depremi!) kafalarına iner.
Yazar Rauf Atilla Polat, Haberx internet sitesindeki köşesine yazdığı 25 Ocak 2011 tarihli ve “Gölcük’teki CIA-MOSSAD Toplantısı” başlıklı makalede bakınız neler anlatıyor:
- “Mason Bektaşiler grubu üyesi 4 kişiyle birlikte 14-17 Ağustos 1999 tarihleri arası Gölcük’te BND, CIA ve MOSSAD’ın da katıldığı bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda Türkiye için çok önemli kararlar alındı. Irak savaşındaki Türkiye’nin rolü bu toplantılarda atıldı. Çıkarılacak kriz için kimlerle işbirliğine gidileceği, yurt dışında kimlerin kullanılacağı bu toplantıda karara bağlandı. Alınan diğer kararlar ise 1999 sonrası süreçte bir bir ortaya çıktı. Gölcük’teki toplantıda toplanan bilgiler son safhadaydı. Gölcük`teki istihbarat biriminde sadece fişlenme listeleri değil, aynı zamanda önemli isimlere yapılacak suikastlar ve darbe sürecinde uygulanacak stratejiler de yer alıyordu. Planı yürürlüğe sokacaklardı ki; 17 Ağustos gecesi yaşanan depremle karanlık ODA yerle yeksan oldu. Hani, zalim zulmünde ısrar eder diye bir söz vardır ya; işte bu Cunta ekibi de yılmadan, usanmadan yeni listeler hazırladı, depremin altından çıkan bazı belgelerle birlikte 2001 krizi çıkarıldı. 25 bin memur tek tek fişlemiş, milyonlarca CD hazırlamışlardı. 2001’den sonra da cuntanın yapılanması birkaç değişiklik dışında Şener Paşa’ya kadar hemen hemen aynı kadro ile devam etti... Ve Gölcük kozmik olarak kalmaya hep devam etti... Hatta o toplantıya katılan bir işadamı, bir emekli DERİN CUMHURBAŞKANI ve üst düzey tanıdık üç simanın daha olduğunu da yine ifade etmiştik... Aradan fazla bir zaman geçmeden bir yıl sonra Balyoz belgeleri Gölcük`te ortaya çıktı... Bence asıl üzerine gidilmesi gereken mevzu Gölcük`teki kozmik odada Çetin Doğan`ın kimden emir aldığı belgesinin bulunması... Var mı yok mu o da ayrı bir mesele... Ancak gerçek olan bir şey var ki o da Doğan`ın tek başına darbe kararı almadığı... Kimler emir verdi? Damadının bu işte bir parmağı var mı?... Ayrıca 1999`da planın bütün safhalarını bitiren o 5 isim (yani medya patronu, S.D, Ç.D, H.K ve o kulüp başkanı) depremden önce karargahtan ayrılmışlardı...”
Yazar Rauf Atilla Polat’ın kasdettiği “darbeci” ve “3000 aile”nin temsilcisi isimlerin kimler olduğunu, aynı yazarın başka makalelerinden öğreniyoruz: Aydın Doğan, SÜLEYMAN DEMİREL, Çetin Doğan, Hüseyin Kıvrıkoğlu ve Aziz Yıldırım!
Mirzabeyoğlu’nun hangi plânları bozabileceği için tutuklandığını, tüm bu tedbirlere rağmen bilâhare “kimin” plânlarını bozduğu için TELEGRAM işkencesiyle cezalandırıldığını anlamak için, “1999 süreci”ni iyi kavramak önemli. Bu yüzden, yaşananları bir de Bugün gazetesi köşe yazarı Nuh Gönültaş’ın 22 Ocak 2011 tarihli “Bunlar Uslanmazlar” başlıklı makalesinden göstermek istiyoruz:
- “Darbe hastası subaylar var. Doğan’ın cibilli din alerjisi vardır. Aslında Balyozcular ilk Balyoz darbesini 17 Ağustos 1999 depreminde yedi. İzmit depreminin en önemli kazancı, bir iç savaş çıkartacak planların ve fişlemelerin yerin dibine gömülmesiydi. Çünkü deprem üssü Gölcük’te 2 milyon vatandaşın fişlendiği kozmik arşiv vardı. Nisan 1999 MGK toplantısında Doğan’ın yazdırdığı kararları Çevik Bir onaylatmak için Ecevit hükümetine baskı yapıyordu. Ecevit, ‘iç savaş çıkar’ endişesiyle direndi ve imzalamadı. Ecevit, Bir ve MGK Genel Sekreteri Erol Özkasnak’ın emekli edilmesi için Genelkurmay Başkanı olacak Hüseyin Kıvrıkoğlu ile anlaştı. Bir’in bunu öğrenmesinin ardından garip bir şekilde Kıvrıkoğlu’na Kıbrıs’ta suikast düzenlendi ama kıl payı ıskalayan kurşun arkasındaki albayı şehit etti. Güven Erkaya ve Çetin Doğan, gemi azıya almışlardı. 130 bin memurun namaz kıldığı veya eşi başörtülü olduğu için, YAŞ kararları gibi yargısız infazla memurluktan atılmalarını hükümetten talep ediyorlardı. Bu atmosferde, 10 ile 17 Ağustos 1999′da Gölcük’te yapılan istihbarat toplantısına yabancı istihbarat örgütlerinden üst düzey yetkililer katıldı. Deprem sayesinde fişler kayboldu ancak uslanmadılar, bir sene sonra 30 bin memuru tekrar fişlediler. 2000 ve 2001 ekonomik krizleri çıkartıldı. Başbakan Ecevit, Mehmet Haberal’ın Başkent hastanesinde esir edildi! Bir gecede Merkez Bankası’ndan 10 milyar dolar çekip yurtdışına transfer eden Bank of America, City Bank ve Deutsche Bank’ı kimin organize ettiği saklandı. Türk halkını bir gecede yüzde 50 fakirleştiren devalüasyon gecesinde para kaçırma furyasına katılan 38 İstanbul baronunun kimler olduğunu kamuoyu henüz öğrenemedi ama bilen biliyor. 28 Şubat sürecinde Çetin Doğan’ın zorla çıkarttığı polisin bölgesine askeri sokan EMASYA genelgesi iptal edilmeden, Anayasa’nın 145 ve 125. maddeleri değiştirilmeden, ‘askeri vesayeti’ arzulayan içimizdeki darbe hastalarından kurtulmamız zordu.”
Peki 17 Ağustos 1999’da tepelerinde patlayan depremden sonra “kıyım” plânları altüst olan, onca sene hazırladıkları milyonluk “fişleme”leri kaybolan Demirel ve darbeci-cuntacı avânesinin Mirzabeyoğlu’na hınçları bitti mi? Elbette, hayır! 30 Eylül 1999’da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel başkanlığında toplanan MGK şu “enteresan” kararı aldı:
- “Milli Güvenlik Kurulu (MGK), Eylül ayı olağan toplantısı, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel başkanlığında 30 Eylül 1999 tarihinde gerçekleştirildi. MGK toplantısında, deprem sonrasında yapılan çalışmalar, CUMHURİYET REJİMİNE, ÜLKE BÜTÜNLÜĞÜNE YÖNELİK YASADIŞI FAALİYETLER VE CEZAEVLERİNDE MEYDANA GELEN OLAYLAR DEĞERLENDİRİLDİ. CEZAEVLERİNDE DEVLET VE KANUN HAKİMİYETİNİN TAM ANLAMIYLA SAĞLANMASI İÇİN GEREKLİ İDARİ VE YASAL TEDBİRLERİN, VAKİT GEÇİRİLMEKSİZİN ALINMASI GEREKTİĞİ üzerinde duruldu.”
Tabiî ki bunlar, kamuyouna “açıklanan” tarafıdır Mirzabeyoğlu’na yönelik “MGK Operasyonu”nun. Operasyonun açıklanmayan “gizli” safhaları ise, kısa zaman sonra tek tek belli olur:
5 Aralık 1999’da binlerce jandarmanın katıldığı bir operasyon düzenlenir Metris Cezaevi’ne. Yalnız, onlar adına “üzücü” bir sonuç çıkar ortaya: 100’den fazla asker rehin alınır, 100 kadarı da yaralanır. Bu kez Metris Cezaevi’ne, daha sonraki (“Hayata Dönüş”(!) diye bilinen) “Tufan” operasyonunun provası mâhiyetinde, 25 Ocak 2000’de en seçkin birliklerinin, en garib silâh ve kimyevî gazlar kullanarak gerçekleştirdiği “Noel Baba” operasyonu düzenlenir. 1 şehid ve 10’dan fazla yaralı veren İBDA bağlıları “ele geçirilir” sonunda. “Seçkin” subay ve askerler, Mirzabeyoğlu’nu ölümüne döver orada. Ne var ki, öldürmeyen Allah öldürmez ve Mirzabeyoğlu ağır yaralı vaziyette Kartal Cezaevi’ne nakledilir. Ve Mirzabeyoğlu’na tam da o cezaevinde, sonradan tüm Türkiye’nin duyacağı TELEGRAM (cihazlı zihin kontrolü) işkencesi en barbar hâliyle uygulanmaya başlanır.
Metris’e düzenlenen benzeri görülmemiş jandarma operasyonlarıyla başlayan ve TELEGRAM’la en barbar seviyeye yükseltilen tüm bu “gizli” operasyon kararlarının alındığı yer ve zaman, belli ki 30 Eylül 1999’da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel başkanlığında toplanan MGK Toplantısı’dır! Tarihe bir “not” düşmek bakımından, bu toplantıya katılan “sorumlu”ların isim ve ünvanlarını resmî bir belgeden sıralayalım:
- “Toplantıya Başbakan Vekili Devlet Bahçeli, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan, İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, Milli Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu, Dışişleri Bakan vekili Şükrü Sina Gürel, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral İlhami Erdil, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ergin Celasin, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Rasim Betir ile Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Cumhur Asparuk katıldı. Oramiral İlhami Erdil’in Deniz Kuvvetleri Komutanı, Orgeneral Ergin Celasin’in Hava Kuvvetleri Komutanı ve Orgeneral Cumhur Asparuk’un ise MGK Genel Sekreteri olarak ilk defa katıldıkları toplantıda, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, Olağanüstü Hal Bölge Valisi Gökhan Aydıner ile Emniyet Genel Müdür vekili Turan Genç de hazır bulundu. Toplantının bir bölümüne Devlet Bakanı Mehmet Keçeciler ile Bayındırlık ve İskan Bakanı Koray Aydın da katıldı.
Toplantıya Oramiral İlhami Erdil Deniz Kuvvetleri Komutanı, Orgeneral Ergin Celasin Hava Kuvvetleri Komutanı ve Orgeneral Cumhur Asparuk ise MGK Genel Sekreteri olarak ilk defa katıldı. Başbakan Bülent Ecevit`in de ABD`de olması nedeniyle toplantıda hükümetin başı olarak Başbakan Vekili Devlet Bahçeli hazır bulundu.”
MGK’NIN “RUTİN DIŞI” OPERASYONLARI VE TELEGRAM
Türkiye’de MGK, hernekadar “hukukî” bir zeminde teşekkül ettirilmiş gözükse de, aslında “hukuk”a bağlı kalmak zorunda olmayan, yâni “hukukun üstünde” olan, asıl görevi olarak da Türkiye’yi Batılı efendilerinin arzu ve çıkarları istikametinde yöneten “3000 aile”nin irade ve kararlarını “devlet kararı” hâline getiren “en yüksek karar organı”dır. Bu “en yüksek karar organı”nın hıncı ve hışmına hedef olarak TELEGRAM işkencesine maruz bırakılan Mirzabeyoğlu, bunu çıkarıldığı ilk duruşmada DEŞİFRE etmiştir zaten:
- “T.C. içinde yaşayan 3000 aile; hukuk da bunların çıkarına göre, ordu da, polis de... Kendi aralarındaki dalaşmalar bir yana, bunlar hukuk üstü imtiyazlı bir zümredir! Devlet, hukuk demektir ve hukukun olmadığı yerde devlet değil, çete vardır. Bu çerçevede, emir komuta zinciri içinde hareket eden DGM`lerin mânâsı da bellidir; DGM Savcılığı`nın aynen aldığı polis sorgulaması sırasında, "yukarıdan bastırıyorlar, sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!" diyen (sanıyorum Komiser yardımcısı) Bahri`nin tavrı, buna tipik bir örnektir. (...)
Sözkonusu tesbit, varlığını bizzat çarpıklığa borçlu ve bu çarpıklıktan nemalanan "3000 aile" diye ifade ettiğim zümrenin çıkarına göre bir müesseseleşme kurumlaşmanın, devlet kurumunun halini gösteriyor...
Bu çerçevede benim davamda da görüldüğü gibi bir ucu devlet içinde olan basın, çok bahsedilen gücünü ahlaklı veya ahlaksız çalışanlarından değil, onları kendi çıkarı için kiralayanların gücünden almaktadır...
Hani şu; 20 milyonu gerçek anlamda aç ve geri kalanı köle, uşak ve korucu haline getirilmiş ve bir kısmı da -mesela siyasiler ve değişik meslek mensupları- çıkar ortağı edinilmiş bir insan coğrafyasında tereyağından kıl çeker gibi trilyonları ve katrilyonları götürenlerin gücü.”
Kısacası MGK, halkın değil, Batılı efendilerinin arzu, irade ve çıkarına tâbi “3000 aile”nin arzu, irade ve çıkarının en yüksek karar ve icrâ organıdır. Peki, Hakkın ve halkın Mirzabeyoğlu gibi bazı mümtaz temsilcileri bu “oligarşi”den hesab sormaya çıkarsa olacak olan nedir? Onlara karşı da, MGK’nın “rutin dışı”, yâni “hukuk dışı” ve “hukuk üstü” vahşice operasyonları icrâ edilecektir. Mirzabeyoğlu’nun geçen hafta söylediklerini hatırlayalım:
- "Şu oldu, bu oldu, şu oluyor vesaire. Birçok hâdise, hem tekrara düşmemek için, hem de "şartlar" itibariyle anlatılamaz olması, hem de bende anlatmanın hevesi olmaması bakımından şimdi saded dışı kalıyor. RUTİN DIŞI İŞLER, maşayı elinde tutanlara göre göze geliyor; malûm-u âliniz..."
Mirzabeyoğlu`nun "gönderme" yaptığı "rutin dışı işler" tâbirini yaşça çok genç olanlarımız belki bilmese de, bir dönemin çok meşhur bir ifadesi, daha doğrusu itirafıdır bu. Ne “tesadüf”tür ki, "MGK`nın da başı" eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel`in sözüdür:
- "Devletin rutin dışı işleri olur."
Kuşkusuz, "devletin rutin dışı işler"i her kafasına esen devlet görevlisinin inisiyatifinde değildir. Emir, "büyük yer"den gelir; yâni MGK`dan. Alınan karara göre "görevlendirme" yapılır, ilgili devlet birimleri arasından "çeteler" teşekkül ettirilir ve "operasyon" başlar! Aynen TELEGRAM`da (cihazlı zihin kontrolü) olduğu gibi. Mirzabeyoğlu`na TELEGRAM mı yapılacak meselâ; Genelkurmay şu kısmında, MİT bu kısmında, siyaset o kısmında, bürokrasi şurada, hukuk burada, akademi orada falan "vaziyet" ve "görev" alır. Kadro, kurgu ve sahne (cezaevi) hazırlanınca, düğmeye basılır.
Mirzabeyoğlu’nun “rutin dışı işler”le ilgili ifadelerinden bizim anladığımız o ki, "rutin dışı işler", yâni TELEGRAM gibi yasadışı derin devlet operasyonları, "maşayı" yâni TELEGRAM’cıları ve diğer çetecileri "elinde tutanlara" yâni “3000 aile”nin temsilcileri olarak Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanına "göre göze geliyor", yâni paşa keyifleri öyle isterse, artık saklanamaz olursa yahud kendilerinin canını yakan bir durum olduğunda deşifre oluyor, herkesçe görünür hâle geliyor. "Göze gelen" meşhur "rutin dışı işler"e örnek olarak Susurluk, Jitem ve Özal suikasti örnek gösterilebilir.
Sözün burasında, Ahmet Taşgetiren’in 9 Eylül 2003 tarihli ve “rutin dışı” MGK operasyonlarını ele alan “Psikolojik Harekât” başlıklı yazısından bir bölüm nakledeceğiz. Buradaki “psikolojik harekât” tâbiri ise, İsmet Berkan’ın Radikal gazetesinde deşifre ettiği “gizli” MGK Genel Sekreterliği Yönetmeliği’nde “rutin dışı” yâni yasadışı operasyonlar için kullanılıyor:
- “Bir ara 9. Cumhurbaşkanı Demirel devletin bazı "rutin dışı işler"i olabileceğini söylemişti. Susurluk Raporu hazırlayan Kutlu Aktaş, rutin dışı işler çerçevesinde bazı öldürmeler bile gerçekleşebileceğini, ancak bunu yaparken zevahiri kurtarmak gerektiğini ifade etmişti. Susurluk`la "rutin dışı" işler arasında "derin" bağlar bulunduğu adeta herkesin açıkça ifade etmediği bir ortak kanaat durumundaydı ve o yüzden Susurluk davası bir garip seyir takip etmişti. (...) Nihayet bazı Kürt işadamlarının peşpeşe fail-i meçhullerle katledilmiş olması "rutin dışı" işler içinde sayılmış ve normalleştirilmişti. Bir anlamda Doğu- Güneydoğu`da verilen "Düşük Yoğunluklu Savaş", başka yerlerde ülkenin başka yerlerindeki "rutin dışı" uygulamaları meşru(?) hale getirmişti. (...) O zaman ne demek oluyor "bu cinayetler psikolojik harekat mıydı?" diye bir soru? Sorunun çarpıcı olduğu çok açık. Demek istiyor ki İsmet Berkan:
-Söz konusu isimler önce öldürüldü, ardından da psikolojik harekât malzemesi yapıldı.
Hemen aklımıza "Kim yapmış olabilir bunu?" sorusu geliyor. Ve Radikal`in yayınları, bu cinayetlerle MGK Genel Sekreterliği`ne bağlı alt birimlerin ilgisi olabileceği ihtimalini gündeme getiriyor. (...)
28 Şubat`lı günler... Rutin dışı günlerdi o günler...
Son bir soru: Acaba Turgut Özal`ın ölümünde de psikolojik harekâtın rolü var mı? (İmza: Korkut Özal. Neşe Düzel ile mülakat, Radikal 8 Eylül 2003)”
Anlıyoruz ki, Mirzabeyoğlu`na yapılan TELEGRAM hakkındaki bunca bilgi, belge ve malûmata rağmen hâlâ ilgili zevâtın ve yetkili devlet organlarının kıllarını kıpırdatmaması, işte bundandır. Ne zamanki "maşa"larının ellerine tutuşturdukları bu “cihaz”ın kendilerinin de canını yakacağını, hattâ alacağını sezerler -ki menfaatleri icabı sezseler kendileri için iyi olur!-, Mirzabeyoğlu`na ve diğer kobaylara yapılan işkence de açığa çıkar, sorumluları “yargı”ya taşınır.
|