Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Risale-i Nur'u Okuyunca Anlamıyorum (1 Kullanıcı)

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Monolog

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
1 Ağu 2008
Mesajlar
37
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
Bak kardeşim iki medeni insan gibi münazara edeceğine söz ver, sana bu meseleyi açıklayım.Aferin bak kendin bir şekilde itiraz etsende, zaten bir şeyler anlamışsın.Evet Mesnevide bu türden yazılmış bir eserdir, İmamı Rabbani Hazretlerinin mektubatıda ve hatta verdiğin örnek çok doğrudur,Kabbalada bu türdendir;fakat ilhamı ve açılımı zulmani olan bir istidrac hali eseridir.Senden haber bekliyorum, bana sana söylediğim şartlara uymaya söz ver, sana yarına kadar bu konuda bu meslenin nasıl olduğunun açılımını yapan, bir açıklama yazısı hazırlayım.
Allahın selamı rahmeti ve bereketi müminlerin üzerine olsun.

hazırla bakalım
ben tartışmaya açığım
bana manevi değil somut şeyler göstereceksen
yani KURAN benim için geçerli delil olur.
Her sözün kuran da ki ayetler de karşılığı ile bir açıklama bekliyorum...

Bilimsel adap ile
kabnul etmediğim kaynakları delil olarak sunman beni ikna etmez.
Mesela tartışılan risale bana delil olmasını bekleyemezsin...

Mesela Bir hristiyan bana incili delil gösterse nasıl güleceksem
risalelerinde delil gösterilmesi aynıdır benim için...

bu konuda uzalaşacak isek tamam...

Ben de sana ayetler ile cevaplar hazırlarım
kal sağlıcakla
iyi araştırmalar...
 

Monolog

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
1 Ağu 2008
Mesajlar
37
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
Ben senin niyetini anlayamadım anlasam baştan hiç muhatab almazdım neyse, ben seni tanır gibiyim bir yerlerden ya hadi neyse... Maalesef düşmanımız çok...

Rüya ve ilhamla amel edilmez ancak genel bir hüküm çıkarmak; güvenilir, herkesin itimat ettiği, Ebu Hanife, Şafii, İmamı Rabbani, İmamı Gazali, Bediüzzaman Said Nursi gibi kişilere mahsustur. Herkes o zatın yalan söylemeyeceği ve dinin esaslarını hakkıyla bilen ve yaşayan birisi olduğunu kabul etmelidir. İlhamla amel etmek şeriata bütün bütün zıt değildir. İslam uleması tarafından bazı kriterler belirlenmiştir. İslamın hükümlerine zıt olmamak kaydıyla, güvenilir kişiler ilham konusunda müstesnadır. Vahiy yolu peygamberlere, sezgi ve ilham yolu da, velilere mahsustur. (Yani sana bana has değil, kafaya göre cüz'i ilmimizle böyle büyük Zatları tenkid etmeyelim sonra açıkta kalırız öbür tarafta Allah muhafaza...)

"Andolsun nefse ve ona bir takım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilhâm edene!.."(Şems,91/7-8)

Risale-i Nur Külliyatı adlı Kur'an tefsirinin müellifi olan Zat, en güzel şekilde açıklamış. (ilmi gör sen)

"Kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz'î mânÂları "kelâmullah" tahayyül edip, âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulyâ-yı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet, balarısının ve hayvânâtın ilhâmâtından tut, tâ avâm-ı nâsın ve havâss-ı beşeriyenin ilhâmâtına kadar ve avâm-ı melâikenin ilhâmâtından tâ havâss-ı kerrûbiyyûnun ilhâmâtına kadar bütün ilhâmat, bir nevi kelimât-ı Rabbâniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre, kelâm-ı Rabbânî, yetmiş bin perdede telemmu eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbânîdir."(Yirmidokuzuncu mektup)



"Dördüncüsü: Müfrit bir kısım ehl-i tasavvuf, ilhamı, vahiy gibi zanneder ve ilhamı vahiy nevinden telâkki eder, vartaya düşer. Vahyin derecesi ne kadar yüksek ve küllî ve kudsî olduğu ve ilhâmat ona nispeten ne derece cüz'î ve sönük olduğu, On İkinci Sözde ve i'câz-ı Kur'ân'a dair Yirmi Beşinci Sözde ve sair risalelerde gayet katî ispat edilmiştir."(Yirmidokuzuncu Mektup)


"Ammâ sâir kelimât-ı İlâhiye ise, bir kısmı has bir itibar ile ve cüz'î bir ünvan ve hususi bir ismin cüz'î tecellîsiyle ve has bir rubûbiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususi bir rahmetle zâhir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir. Ekser ilhamât bu kısımdandır. Fakat derecâtı çok mütefâvittir. Meselâ, en cüz'îsi ve basiti, hayvanâtın ilhamâtıdır. Sonra avâm-ı nâsın ilhamâtıdır. Sonra avâm-ı melâikenin ilhamâtıdır. Sonra evliyâ ilhamâtıdır. Sonra melâike-i izâm ilhamâtıdır. İşte, şu sırdandır ki, kalbin telefonuyla vâsıtasız münâcât eden bir velî der: Yani, "Kalbim benim Rabbimden haber veriyor." Demiyor, "Rabbü'l-âlemînden haber veriyor." Hem der: "Kalbim, Rabbimin aynasıdır, arşıdır." Demiyor, "Rabbü'l-âlemînin arşıdır." Çünkü, kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicabların nisbet-i ref'i derecesinde, mazhar-ı hitâb olabilir.

İşte, bir padişahın saltanat-ı uzmâsı haysiyetiyle çıkan fermanı, âdi bir adamla cüz'î bir mükâlemesinden ne kadar yüksek ve âlî ise ve gökteki güneşin feyzinden istifade, aynadaki aksinin cilvesinden istifadeden ne derece çok ve fâik ise, Kur'ân-ı Azîmüşşan dahi o nisbette bütün kelâmların ve hep kitapların fevkındedir.

Kur'ân'dan sonra, ikinci derecede kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semâviyenin, dereceleri nisbetinde, tefevvukları vardır. O sırr-ı tefevvuktan hissedardırlar. Eğer bütün cin ve insanın Kur'ân'dan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa, yine Kur'ân'ın mertebe-i kudsiyesine yetişip, tanzîr edemez. Eğer Kur'ân'ın İsm-i Âzamdan ve her ismin âzamlık mertebesinden geldiğini bir parça fehmetmek istersen..."(Onikinci söz)



"Sonra ilhamlar cihetine baktı, gördü ki:

Sâdık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbâniyedir; fakat iki fark vardır.

Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melâike vasıtasıyla; ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır. Mesela, nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var.

Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir.

İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz'î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır.

Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.

-1-

âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.

Sonra, ilhamın mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküp ediyor.

Birincisi: Teveddüd-ü İlâhî denilen kendini mahlûkatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuren ve sohbeten dahi sevdirmek, vedûdiyetin ve rahmâniyetin muktezasıdır.

İkincisi: İbâdının dualarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe'nidir.

Üçüncüsü: Ağır beliyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdatlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhâmî kavillerle de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır.

Dördüncüsü: Çok âciz ve çok zayıf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi malikini ve hâmisini ve müdebbirini ve hâfızını bulmaya pek çok muhtaç ve müştak olan zîşuur masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi, bir nevi mükâleme-i Rabbâniye hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar perdesinde ve mahsus ve bir mahlûka bakan has ve bir vecihte, onun kabiliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i ulûhiyetin ve rahmet-i rubûbiyetin zarurî ve vâcip bir muktezasıdır diye anladı.

Sonra ilhamın şehadetine baktı, gördü: Nasıl ki, güneşin faraza şuuru ve hayatı olsaydı ve o halde, ziyasındaki yedi rengi, yedi sıfatı olsaydı, o cihette, ışığında bulunan şuâları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misalinin ve aksinin şeffaf şeylerde bulunması; ve her ayna ve her parlak şeyler ve cam parçaları ve kabarcıklar ve katreler, hattâ şeffaf zerrelerle herbirinin kabiliyetine göre konuşması; ve onların hâcâtına cevap vermesi; ve bütün onlar güneşin vücuduna şehadet etmesi; ve hiçbir iş, bir işe mâni olmaması; ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahemet etmemesi bilmüşahede görüleceği gibi, aynen öyle de: ezel ve ebedin Zülcelâl Sultanı ve bütün mevcudatın Zülcemâl Hâlık-ı Zîşanı olan Şems-i Sermedînin mükâlemesi dahi onun ilmi ve kudreti gibi, küllî ve muhit olarak herşeyin kabiliyetine göre tecellî etmesi; hiçbir suâl bir suâle, bir iş bir işe, bir hitap bir hitaba mâni olmaması ve karıştırmaması bildebahe anlaşılıyor. Ve bütün o cilveler, o konuşmalar, o ilhamlar birer birer ve beraber bil'ittifak o Şems-i Ezelînin huzuruna ve vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine delâlet ve şehadet ettiklerini aynelyakîne yakın bir ilmelyakînle bildi." (7. şua)


Daha bunların üstüne söz tanımam. Konu kapanmıştır, sen de hiç devam ettirme... Bu konularda tartışmak istemiyorum. (Tefsir konusuna hiç girmiyorum, yazılacak şey çok, direktman seni Risale-i Nura havale ediyorum, kendisi en güzel şekilde gösteriyor.)

Güvenilir kişilerin ilhamları ciddiye alınır demişsin
işlk başta KÜRTÇÜ sonra da Türkleri öven biri ki lahikalar da da kendisnin beyan ettiği gibi
eski ve yeni sait olayı var
bu nasıl bir güvenirlilik
ayrıca
yaprığın açıklama yine benim güvenmediğim birinin yazısından
bu nasıl mantık?
bana KURAN'ı delil göster
ve o adamın güvenirliliğini kuran ayetlerine uyan açıklamaları ile kanıtla ki üstüne düşüneyim
yoksa o adamın kitabını okudum ve işin açığı komik bulşdum
inan kabbala daha verimli... :D
 

kjviespe

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
25 Tem 2008
Mesajlar
68
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Güvenilir kişilerin ilhamları ciddiye alınır demişsin
işlk başta KÜRTÇÜ sonra da Türkleri öven biri ki lahikalar da da kendisnin beyan ettiği gibi
eski ve yeni sait olayı var
bu nasıl bir güvenirlilik
ayrıca
yaprığın açıklama yine benim güvenmediğim birinin yazısından
bu nasıl mantık?
bana KURAN'ı delil göster
ve o adamın güvenirliliğini kuran ayetlerine uyan açıklamaları ile kanıtla ki üstüne düşüneyim
yoksa o adamın kitabını okudum ve işin açığı komik bulşdum
inan kabbala daha verimli... :D


Bak monlog kardeşim ,bu kürt meselesi ile ilgili konuya daha önce başka bir kardeşimizin, güzel bir çalışmasıyla ben bunu cevaplamışdım, bir daha buraya ekleyeceğim,İnşaallah istifade edersin.Kitabın yazılış mevzusunda Kurandan ayetleri hüccet olarak istiyorsan, onada bakacağız inşaallah.Yalnız şu varki bunu önemle vurgulamak istiyorum.Kainat sadece madde değildir,kütle olan gezegenler olduğu gibi onları yörüngelerinde tutan çeviren, çeken, mana sistemleriyle iç içe bir komplexdir.Burda bahsettiğimiz kitap ve kitaplar ve buna Kuranı Kerimde dahil olmak üzere bu kainatın ihtiva ettiği madde ve mana yapısının hakikatlarını deşifre edip, oralarda Zatı İlahi Akdesin, Esmasının işlevlerini gösteren ,hatta Asayı Musa misal vurduğu yerden istidadlar ve kabiliyetlerin kapasite miktarınca,1001 esmayı okuyan ve okutturan eserlerdir. Sen burda bu kitapları, aklın en ilkel seviyesindeki düz mantık düsturlarıyla anlamak vede izah edilsin istersen, bu mümkün olan bir şey değildir.Şuur ve hissin müdahale, tanıma, tanıtmalarında vicdani kavrayışlarla, kalbin idrakı ve his ve şuur kabilinden temaşası vardır.Bu bir lunuparkın manuel kitabı, ordaki aletlerin nasıl kullanıldığını izah için yazılmış, el klavuzu değilki sana sadece somut, teknik ve fizik kanunlarından oluşan bir cevapla izah verebileyim.Onun için bunu sana baştan hatırlatıyorum.Benim izahımın şeklinin az çok nasıl olacağınında, sana tasvirini yapıyorumki, sonra anlaşmazlık olmasın.Beğenirsen alırsın,beğenmezsende kimse zorla satmaya çalışmıyor,kitabımız zaten o kadar kıymetliki, değerini anlayamayacak ellere varmasını zaten biz hiç istemeyiz.Yani benim illa seni ikna etmek gibi bir gayem yok.Ben sana anlattım ve anlatamadım ve sen sonuçda anlayamadın bu ne biçim kitap iyi değil kötüdür demek gibi kötü sözler söylemek yok.Ben senin nasıl okumamana saygı duyuyorsam sende benim okumama saygıda duymasan gereksiz dil uzatmıyacaksın.İnşaallah bu düsturlarda ve saygı meselesinde anlaştıysak, ben birazdan netten çıkmak zorundayım.Yarın akşama kadar sana geniş bir izah yazmaya çalışacağım İnşaallah.Lütfen şimdi bırakacağım alıntıyıda dikkatli tetkik et.Bediüzzaman Hazretlerinin neden ve nasıl hangi ortam ve kasıtla kürt teali cemiyeti ile ne olmuş olmamış aşşağıda çok güzel izahı var.İnşaallah istifade edersin.
Allahın selamı rahmeti ve bereketi müminlerin üzerine olsun.

Sözün Bittiği Yer
Taha Kurutlu

Bediüzzaman istismarı ve Kürt Teali Cemiyeti

Geçen hafta yayınlanan; “Hem Kürt hem İslamcı sistem bunu kaldırmaz” adlı yazımız hakkında görüş beyan eden birçok arkadaşımız Bediüzzaman’ın, birinci cihan harbinde kurulan “Kürt Teali” cemiyetinden olduğunu, ırkçı davrandığını söylerken; bir kısmı ise Kürt kardeşlerimize yüklendiğimizi düşünmüş olacak ki ilginç ve bir o kadar komik yorumlar yazmışlar. Öncelikle Bediüzzaman Said Nursi Hz.’leri, birinci cihan harbinde kurulan “Kürt Teali” cemiyetinde yer almamış ancak kısa bir dönem “İttihat ve Terakki” cemiyetinde yer almıştır. Bu iddiayı öne süren arkadaşları tarih okumaya davet ediyorum.

Ancak Resmi tarihte bazı yanlı tarihçiler onu bu gruba mensup ilan etmişlerdir. O dönemin canlı kaynağı ile orijinal ağızdan şöyledir. Kürt Teali cemiyetinin lideri Seyyid Abdülkadir’den gelen teklife Bediüzzaman: “Allah-u Zülcelal Hazretleri Kur’ân-ı Ke*rimde, ‘Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever’ buyurmuştur. Ben de bu beyan-ı İlahî karşı*sında düşündüm. Bu kavmin, bin yıldan beri âlem-i İslâm’ın bay*raktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kah*raman millete hizmet yerine ve 450 milyon (o zaman ki İslâm âleminin nüfusu) kardeş bedeline, birkaç akılsız kavmi*yetçi (bir kısım Kürtçü) kimsenin peşinden gitmem.” diyerek cevap vermiştir.

Gelelim Bediüzzaman’ın İttihat ve Terakki’ci yanına. Said Nursi Hz.’nin o dönemde, bu cemiyette bir dönem bulunmuş olması kesinlikle onun bölücü olduğu anlamına gelmez. Tarih dönemin şartlarına göre incelenmelidir. Eğer tarihi içinde bulunduğumuz zamana göre değerlendirirsek söylemlerimiz, “asla ispatlanamayacak bir teori”den ibaret kalır. Unutulmamalıdır ki o dönemde başta istiklal şairi Mehmet Akif olmak üzere birçok âlim kişi İttihat ve Terakki bünyesinde yer almıştı. Ancak bu cemiyetin amacını idrak ettikleri anda cemiyeti terk etmişlerdi. Nitekim bu şahısların cemiyete giriş aşamalarında “Sadece Emr-i Bil Maruf’a yemin ederiz” dedikleri meşhurdur.

Öncelikle Bediüzzaman ırkçıydı diyenlere söylüyorum: Bir Bediüzzaman düşünün ki; “ Irkçılık bütün bütün tehlike-i azimdir. Ve bizi yutmak için ortaya atılmış bir Frenk illetidir.”desin ve aynı zamanda ırkçılık yapsın. Bu iddiaya çocuklar bile güler. Birinci cihan harbinde Bitlis’te, Van’da nice talebesini şehit verip Ruslara esir düşen bir üstadı böyle bir illetle itham etmenin İslam’daki yeri nedir, vebali nedir?

Bunu söyleyen kişiler kendi yaptıkları ırkçılığın farkında mıdır? Haçlıları Kudüs’ten atarak Anadolu’yu rahatlatan İslam kumandanı Selahattin Eyyübi’de Kürt değil mi idi? Bir laf vardır hani “ Mesele İslam’sa gerisi teferruattır.” Bu şuuru içinde barındıran bir insanın, hele de bir Müslüman’ın ırkçılık yapması mümkün değildir.

Kürt Teali cemiyetine gelince; Birinci cihan harbinde Anadolu’da “Vilayat-ı Sitte” adı ile “Büyük Ermenistan”ı (Great Armenia) kurmak isteyen Avrupalıların bu fitnesine karşıt olarak kurulmuş bir cemiyetti. Esasında Anadolu’da bir ermeni ve Kürt devletini, bugünkü AB’nin dedeleri zaten kâğıt üzerinde kurmuşlardı. Ancak Ermeniler bu oyuna gelip sahte soykırım naraları atarken, Kürt Teali cemiyetinin kuruluş amacı esasen büyük ermeni planına karşı bir cemiyet olarak inkişaf etmekle beraber, Wilson ilkeleri gereği çoğunlukta oldukları yerde bağımsız olmak istemeleri de olmuştu. İstanbul'daki Amerikan Yüksek Komiseri Amiral Bristol 30 Eylül 1919 tarihinde Washington'a telgrafla şunları bildirmişti: “İngilizler Kürtleri kullanarak milliyetçi akımı¹ boğmak istiyorlar. Türklerin de Ermenilere karşı bir hareketi olduğu yolundaki haberler de bir İngiliz propagandasıdır. Amiral Bristol, Amerikan Yüksek Komiseri, İstanbul, 30 Eylül 1919”. Yani Kürtler O dönem birileri tarafından kışkırtılmıştı. Ancak Kürt Teali cemiyetine mensup birçok doğu aşiretinin daha sonra bu istekten vazgeçip milli mücadele içinde yer aldığı kayıtlarda vardır. Ayrıca o dönem Kürt Teali cemiyetinde olmak ne kadar doğru idi derseniz dönemin şartları ve dış mihrakların kışkırtmalarını göz önünde bulundurmak gerekir. Hatırlayın ki Erzurum ve Sivas kongrelerinde de birçok aydın, milli mücadele insanı, kurtuluşun Amerikan mandasında olduğunu savunmamış mıydı? Şimdi Biz bu aydınlara ve milli mücadelenin ön saflarında yer alan bu kişilere “Vatan Hainleri” damgasını mı vurmalıyız? 1. TBMM’de görüşleri ne olursa olsun, tüm vekiller vatanın salahiyeti için oybirliği içinde olmuşlardır.

Elbette Kürt Teali Cemiyeti milli mücadeleyi bir süre sekmeye uğratmıştır. Ancak dönemin şartları, İngiliz’in Anadolu’daki faaliyetleri, Wilson’un ortaya koyduğu ilkeler göz önüne alındığında o dönemde “Kandırılarak” milli varlığa zarar verenler olmuştur. Ancak şu aşamada kimse kimsenin günahını yüklenmez ayetine binaen o neslin torunlarını toptan itham edemeyiz. Her milletin iyisi de vardır anarşisti de vardır. Ben halis Türk’üm ispata da hazırım ancak Türk olup vatana hıyanet edenleri de biliyorum. Bizim işimiz iyilerle kötüleri ayırmaktır. Yoksa batının gözünde de tüm Müslümanlar teröristtir, nasıl ki bu alçak tabiri kabul edemiyorsak diğer benzer yaklaşımları benimsememeliyiz.
 

eFkarLı

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
16 Eki 2008
Mesajlar
9
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Size nacızanemle bır tavsıyede bulanayım..

Risale okurken öncelıkle sözlerden başlamanızı tavsıye ederım.Örneğin sozlerı okurken bılmedıgınız kelımelerın mutlaka risalede o sayfanın altında yada kıtabın arkasında turkçe karsılıgı mevcut o kelımenın altına anlamını yazarak o sekıl bır defa okumanızı tavsıye ederım ve goruceksınızkı risale-i nuru anlamak hıcte zor degılmış.
Şimdıden Allah razı olsun başarılar dılerım...
 

kjviespe

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
25 Tem 2008
Mesajlar
68
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Kardeşim soruna cevaba geçmeden önce, Risale-i Nurun kendi lisanından, kendi tarifini dinlemeni istirham ederim.İnşaallah bu kısmı dikkatlice okursun, çünkü biliyorumki ,Bana Risalei Nurdan delil getirme dedin,saygı duyarak inan buna uymaya çalışıyorum.Fakat sadece önce nasıl bir kitaptır, kendisine söz hakkı vererek mahiyetini öğrenelim.Daha sonrada aynen benden taleb ettiğiniz gibi ,nefsimin savunmasına bile ihtiyaç kalmıyacak şekilde, yine Kuranın kendisine ait olanı ,nasıl tasdik izah ve metodlarının nasıl hak ve hakikakat olduğunu Rüyalarlada meseleler izah edilip, amel edileceğini Rabbimizin yüce Kelamından mücizevi, gayet kalbi ve derin hikmet ve hadiseleri kendinde barındıran, Yusuf suresine büyük tefsir alimi Elmalılı hocamızla birlikte müracaat ederek hep beraber öğrenmeye çalışalım,İnşaallah, ama önce birinci kısmı çok iyi okuyun lütfen.



Bediüzzaman Ve Risale-i Nur
Risale-i Nur Nedir Ve Nasıl Bir Tefsirdir?

Kur'ân'ın hakîkatlerini müsbet ilim anlayışına uygun bir tarzda izah ve ispat eden Risâle-i Nur külliyatı, her insan için en mühim mesele olan "Ben neyim? Nereden geliyorum? Nereye gideceğim? Vazifem nedir? Bu mevcudât nereden gelip nereye gidiyorlar? Mâhiyet ve hakîkatleri nedir?" gibi suâllerin cevabını vâzıh ve katî bir şekilde, çekici bir üslûp ve güzel bir ifade ile beyân edip ruh ve akılları tenvir ve tatmin ediyor.
Yirminci asrın Kur'ân felsefesi olan bu eserler, bir taraftan teknik, fen ve sanat olarak maddiyâtı, diğer taraftan îman ve ahlâk olarak mâneviyâtı câmî ve hâvî olacak Türk medeniyetinin, sadece maddiyâta dayanan sâir medeniyetleri geride bırakacağını da ispat ve îlân etmektedir.
Ecdâdımızın bir zamanlar kalblerinde yerleşen îman ve îtikad cihetiyle zemin yüzünde yüz mislinden ziyâde devletlere, milletlere karşı îmânından gelen bir kahramanlıkla mukabele etmesi, İslâmiyet ve kemâlât-ı mâneviyenin bayrağını Asya, Afrika ve yarı Avrupa'da gezdirmesi ve "Ölsem şehidim, öldürsem gaziyim" deyip ölümü gülerek karşılayarak müteselsil düşman hâdisâta karşı dayanması gibi milletçe medâr-ı iftihar âli seciyemizin bugün biz gençlerde inkişâfı, vatan ve millet menfaati bakımından ve istikbâlimizin selâmeti noktasından ne derece elzem olduğu mâlûmdur. Mutlaka her hareket ve hizmette maddî bir ücret ve şahsî menfaatler mülâhaza etmek, Türk'ün millî tarihinin şeref ve haysiyeti ile kabil-i telif olamaz. Bizler, ancak rızâ-i İlâhî için çalışıyoruz. Bizzat hizmetinde bulunmakla aldığımız telezzüz, kardeş ve vatandaşlarımıza, İslâmiyete ve insâniyete yardımda bulunabilmek mazhariyetinden gelen ebedî hayatımıza âit sürûr ve ümit, bizim bu bâbda aldığımız ve alacağımız yegâne hakîki mukabele ve ücrettir.

Risale-i Nur Nasıl Bir Tefsirdir?
Tefsir iki kısımdır:
Birisi: Malûm tefsirlerdir ki, Kur'ân'ın ibâresini ve kelime ve cümlelerinin mânâlarını beyân ve izah ve ispat ederler.
Ikinci kısım tefsir ise, Kur'ân'ın îmânî olan hakîkatlerini kuvvetli hüccetlerle beyân ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın çok ehemmiyeti var. Zâhir mâlûm tefsirler, bu kısmı bâzan mücmel bir tarzda derc ediyorlar; fakat, Risâle-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsâlsiz bir tarzda muannid feylesofları da susturan bir mânevî tefsirdir.
Risâle-i Nur sübjektif nazariye ve mütâlâalardan uzak bir şekilde, her asırda milyonlarca insana rehberlik yapan mukaddes kitabımız olan Kur'ân'ın hakîkatlerini rasyonel ve objektif bir şekilde izah edip, insâniyetin istifadesine arz edilen bir külliyattır.
Risâle-i Nur, Kur'ân âyetlerinin nurlu bir tefsiri: Baştan başa îman ve Tevhid hakîkatleriyle müberhen. Her sınıf halkın anlayışına göre hazırlanmış. Müsbet ilimlerle mücehhez. Vesveseli şüphecileri iknâ ediyor. En avâmdan en havassa kadar herkese hitap edip, en muannid feylesofları dahi teslime mecbur ediyor.
Risâle-i Nur, nurlu bir külliyat Yüz otuz eser; büyüklü küçüklü risâleler halinde. Asrın ihtiyaçlarına tam cevap verir. Aklı ve kalbi tatmin eder. Kur'ân-ı Kerîm'in yirminci asırdaki lâfzî değil, mânevî tefsiri.
İspat ediyor akla gelen bütün istifhamları, zerreden güneşe kadar îman mertebelerini, vahdâniyet-i İlahîyeyi, nübüvvetin hakîkatini...
İspat ediyor arz ve semâvâtın tabakatından, melâike ve ruh bahsinden, zamanın hakîkatinden, haşir ve âhiretin vukuundan, Cennet ve Cehennemin varlığından, ölümün mâhiyet-i asliyesinden ebedî saadet ve şekâvetin menbâına kadar. Akla gelen ve gelmeyen bütün îmânî meseleleri, en katî delillerle aklen, mantıken, ilmen ispat ediyor. Pozitif ilimlerin müşevviki. Riyâzî meselelerden daha katî delillerle aklı ve kalbi iknâ edip, merakları izâle eden bir şâheser...
Az miktarda bastınlabilen, hiçbir ticarî gaye ve zihniyetle çalışılmayarak bâyilere dahi verilmeyen bu eserlerin geliri, mütebâki eserlerin tâb'ına hasredilecektir.
Büyük bir titizlik ve hassâsiyetle üzerinde durduğumuz mühim bir husus da, Risâle-i Nur'un lâyık ellere geçmesi ve onun hakîki fiyatı olarak en az yirmi beş kişinin istifade etmesinin temin edilmesidir.
Bu mânevî tefsir, Sözler, Mektûbât, Lem'alar, Şuâlar diye dört büyük kısımdan müteşekkil olup, yekûnu yüz otuz risâledir.
Tarihçe-i Hayat | Sekizinci Kısım : Isparta Hayatı

Risâle-i Nur, tarîkat değil, hakîkattir; ây'ât-ı Kur'âniyeden tereşşuh eden bir nurdur. Ne Şarkın ulûmundan ve ne de Garbın fünûnundan alınmış değil, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın bu zamana mahsus bir i'câz-ı mânevîsidir; menfaat-i şahsiye yoktur.

Kastamonu Lâhikası, s. 150.

Tarih: Sal Eyl 09, 2008 7:15 pm Mesaj konusu: Risâle-i Nur'dan, "Risâle-i Nur nedir" Suâline Cvp

--------------------------------------------------------------------------------

Eski Harb-i Umûmiden evvel ve evâilinde, bir vâkıâ-i sâdıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ, müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır.

Dedim: "Ana korkma; Cenâb-ı Hakkın emridir. O Rahîm'dir ve Hakîm'dir."

Birden, o hâlette iken baktım ki, mühim bir zât banâ âmirâne diyor ki: "İ'câz-ı Kur'ân'ı beyân et."

Uyandım, anladım ki bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılâptan sonra, Kur'ân etrâfındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya, Kur'ân, kendi kendini müdâfaa edecek. Ve Kur'ân'a hücum edilecek; i'câzı, onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'câzın bir nevini şu zamanda izhârına, haddimin fevkınde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.

Barla Lahikası, s. 9.

Risâle-i Nur doğrudan doğruya Kur'ân'ın bâhir bir bürhânı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem'a-i i'câz-ı mânevisi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâı ve mâden-i ilm-i hakîkatten mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i mâneviyesidir.

Şuâlar, s. 577.

Lillâhilhamd, Risâle-i Nur, bu asrı, belki gelen istikbâli tenvir edebilir bir mu'cize-i Kur'âniye olduğunu çok tecrübeler ve vâkıalar ile körlere de göstermiş.

Kastamonu Lahikası, s. 6.

Risâle-i Nur'un kitapları birbirine tercih edilmez. Herbirinin, kendi makâmında riyâseti var ve bu zamanı tenvir eden bir mu'cize-i mâneviye-i Kur'âniyedir.

Evet, bu asrın ehemmiyetli ve mânevî ve ilmî bir mürşidi olan Risâle-i Nur, heyet-i mecmuası, sâir şahsî büyük mürşidler gibi kendine muvâfık ve hakikat-i ilmiyeye münâsip olarak, birkaç nevîde ve bilhassa hakâik-ı îmâniyenin izhârında, intişârında azîm kerâmetleri olduğu gibi, üç kerâmet-i zâhiresi bulunan Mu'cizât-ı Ahmediye, Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz ve Âyetü'l-Kübrâ gibi risâleleri dahi, herbiri kendine mahsus kerâmetleri bulunduğunu çok emâreler ve vâkıalar bana katî bir kanaat vermiş. Hattâ sekerâtta bulunan talebelerine imânını kurtarmak için bir mürşid gibi yetiştiğine müteaddit vâkıalar şüphe bırakmıyor-Bir saat tefekkür, bir sene ibâdet-i nâfile hükmünde, bir misâli Nurun Hizb-i Ekberi'dir diye müşâhede ettim ve kanaat getirdim.

Kastamonu Lâhikası, s. 9.

Risâle-i Nur, tarîkat değil, hakîkattir; ây'ât-ı Kur'âniyeden tereşşuh eden bir nurdur. Ne Şarkın ulûmundan ve ne de Garbın fünûnundan alınmış değil, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın bu zamana mahsus bir i'câz-ı mânevîsidir; menfaat-i şahsiye yoktur.

Kastamonu Lâhikası, s. 150.

Risâle-i Nur sâir telifât gibi, ulûm ve fünundan ve haşka kitaplardan alınmamış. Kur'ân'dan başka me'hazı yok, Kur'ân'dan başka üstâdı yok, Kur'ân'dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur'ân'ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur'ânîden ve âyâtının nücümundan, yıldızlarından iniyor, nüzûl ediyor.

Sikke-i Tasdîk-ı Gaybi, s. 79

Kur'ân-ı Hakîmin sırr-ı i'câzıyla hakîki bir tefsiri olan Risâle-i Nur, bu dünyada bir mânevi Cehennemi, dalâlette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada mânevî bir Cennet bulunduğunu ispat ediyor ve gü nahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elim elemleri gösterip hasenât ve güzel hasletlerde ve hakâik-ı şeriatın amelinde Cennet lezâizi gibi mânevi lezzetler. bulunduğunu ispat ediyor. Sefâhet ehlini ve dalâlete düşenleri o cihetleaklı başında olanlarını-kurtarıyor.

Âyetü'l-Kübrâ, s. 192

"Neden, senin Kur'ân'dan yazdığın Sözler'de bir kuvvet, bir tesir var? Ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nâdiren bulunur. Bâzan bir satırda, bir sayfa kadar kuvvet var; bir sayfada bir kitap kadar tesir bulunuyor."

Elcevap: Güzel bir cevaptır. Şeref, i'câzı Kur'ân'a âit olduğundan ve bana âit olmadığından, bilâpervâ derim: Ekseriyet itibâriyle öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir; teslim değil., imanda mârifet değil, şehâdettir, şuhuddur; taklit değil, tahkîktir; iltizam değil, iz'andır; tasavvuf değil, hakikattir; dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır.

Şu sırrın hikmeti budur ki:

Eski zamanda, esâsât-ı imâniye mahfuzdu, teslim kavi idi. Teferruâtta, âriflerin mârifetleri delilsiz de olsa, beyânâtları makbul idi. Fakat, şu zamanda dalâlet-i fenniye, elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur'ân-ı Kerim'in en parlak mazhar-ı i'câzından olan temsilâtından bir şûlesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur'ân'a âit yazılarıma ihsan etti. Felillâhilhamd, sırr-ı temsil dürbünüyle en uzak hakikatler gâyet yakın gösterildi. Hem, sırr-ı temsil cihetü'l-vahdetiyle en dağınık meseleler toplattırıldı. Hem, sırr-ı temsil merdiveniyle en yüksek hakîkate kolaylıkla yetiştirildi. Hem, sırr-ı temsil penceresiyle hakâik-ı gaybiyeye, esâsâtı İslâmiyeye şuhûda yakın bir yakîn-i îmâniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.

Elhasıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur'âniyenin lemeâtındandır. Benim hissem yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gâyet aczimle tazarrûumdur. Dert benimdir, devâ Kur'ân'ındır.

Mektûbat, s. 365

Müceddid-i Elf-i Sânî İmâm-ı Rabbâni Ahmed-i Fârukî ders verirken diyordu: "Bütün tarikatlerin en mühim neticesi hakâik-ı imâniyenin inkişâfıdır. Ve birtek mesele-i imâniyenin vuzuh ile inkişâfı, bin kerâmâta ve ezvâka müreccahtır." Hem, diyordu: "Eski zamanda büyük zâtlar demişler ki, `Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ulemâsından birisi gelecek, bütün hakâik-ı îmâniye ve İslâmiyeyi delâil-i akliye ile kemâl-i vuzuhla ispat edecek. Ben istiyorum ki, ben o olsam, belkiHaşiye o adamım diye. Îman ve Tevhid, bütün kemâlât-ı insâniyenin esâsı, mâyesi, nûru, hayatı olduğunu ve 1 düsturu, tefekkürât-ı îmâniyeye âit bulunması ve Nakşî tarikatinde hafî zikrin ehemmiyeti ise, bu çok kıymettar tefekkürün bir nevi olmasıdır" diye tâlim ederdi. Mâdem bu kahraman imam böyle diyor ve mâdem bir zerre kuvvet-i îmâniyenin ziyâdeleşmesi bir batman mârifet ve kemâlâttan daha kıymetlidir ve yüz ezvâkın balından daha tatlıdır; ve mâdem bin seneden beri îman ve Kur'ân aleyhinde terâküm eden Avrupa feylesoflarının îtirazları ve şüpheleri yol bulup ehl-i îmâna hücum ediyor ve bir saadet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir Cennet-i dâimenin anahtarı, medârı, esâsı olan erkân-ı imâniyeyi sarsmak istiyorlar; elbette herşeyden evvel îmânımızı taklitten tahkîka çevirip, kuvvetlendirmeliyiz.

Âyetü'l-Kübrâ, s.139-140.

Kur'ân'dan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız akli mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, rûhî, halî mesâil-i imâniyedir. Ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlâhiye hükmündedirler.

Mektûbât, s. 340.

Evliyâ dîvanlarını ve ulemânın kitaplarını çok mütâlâa eden bir kısım zâtlar tarafından soruldu: "Risâleti'n-Nur'un verdiği zevk ve şevk ve îman ve iz'an onlardan çok kuvvetli olmasının sebebi nedir?"

Elcevap: Eski mübârek zâtların ekseri divanları ve ulemânın bir kısım risâleleri imânın ve mârifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında îmânın esâsâtına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı îman sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir sûrette taarruz var.

O dîvanlar ve risâlelerin çoğu has mü'minlere ve fertlere hitap ederler; bu zamanın dehşetli taarruzunu def edemiyorlar. Risâleti'n-Nur ise, Kur'ân'ın bir mânevi mu'cizesi olarak imânın esâsâtını kurtarıyor ve mevcut imandan istifâde cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile, imânın ispatına ve tahkîkine ve muhâfazasına ve şübehâttan kurtarmasına hizmet ettiğinden, herkese bu zamanda ekmek gibi, ilâç gibi lüzümu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar.

O divanlar derler ki: "Veli ol, gör. Makâmata çık, bak; nurları. feyizleri al."Risâleti'n-Nur ise der: "Her kim olursan ol; bak, gör, yalnız gözünü aç, hakikati müşâhede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan îmânını kurtar."

Risâleti'n-Nur, en evvel tercümânının nefsini iknâa çalışır, sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmâresini tam iknâ eden ve vesvesesini tamamen izâle eden bir ders, gâyet kuvvetli ve hâlistir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı mânevi-i dalâlet karşısında tek başıyla gâli-bâne mukâbele eder.

Hem, Risâleti'n-Nur sâir ulemânın eserleri gibi yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliyâ misillü, yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizâcı ve ruh ve sâir letâifin teâvünü ayağıyla hareket ederek evci âlâya uçar, taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişınediği yerlere çıkar, hakâik-ı imâniyeyi kör gözüne de gösterir.

Kastamonu Lâhikası, s. 10

Risâle-i Nur, sâir ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki imân-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve mârifetlere benzemez, akıldan başka çok letâif-i insâniyenin de kuvvet ve nurlarıdır.

Sikke-i Tasdîk-ı Gaybi, s. 143
 

kjviespe

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
25 Tem 2008
Mesajlar
68
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Surei Yusufdan evvel ve o bahsettiğiniz kısım
Eski Harb-i Umûmiden evvel ve evâilinde, bir vâkıâ-i sâdıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ, müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır.
Dedim: "Ana korkma; Cenâb-ı Hakkın emridir. O Rahîm'dir ve Hakîm'dir."
Birden, o hâlette iken baktım ki, mühim bir zât banâ âmirâne diyor ki: "İ'câz-ı Kur'ân'ı beyân et."
Uyandım, anladım ki bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılâptan sonra, Kur'ân etrâfındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya, Kur'ân, kendi kendini müdâfaa edecek. Ve Kur'ân'a hücum edilecek; i'câzı, onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'câzın bir nevini şu zamanda izhârına, haddimin fevkınde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.
Barla Lahikası, s. 9. [/COLOR]

Şimdi sözü Elmalılı hocamızın eşliğinde Yusuf suresindeki mucizevi, İlahi ,Rabbimizin beyanına bırakalım.

Meâl-i Şerifi
4. Hani bir vakitler Yusuf, babasına demişti ki: "Babacığım, ben rüyada onbir yıldızla güneşi ve ayı bana secde ederken gördüm."
5. (Babası) "Yavrucuğum! "dedi, "rüyanı kardeşlerine anlatma. Sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insanın açıkça düşmanıdır."
6. "Ve işte böyle, Rabbin seni seçecek ve sana rüya tabirinden bilgiler öğretecek. Bundan önce ataların İbrahim'e ve İshak'a tamamladığı gibi, nimetini hem sana, hem de Yakup soyuna tamamlayacaktır. Muhakkak ki, Rabbin alîmdir, hakîmdir."
4-6- Ve işte böyle, rüyada gördüğün gibi, o yüksek ve parlak gök cisimlerinin sana secde etmesi misaline benzer bedi' bir seçişle Rabbin seni seçecek, Cenab-ı kibriyası için kendine ayıracak, derleyip toplayıp seçerek halkın en şereflileri, en yüksek makamda bulunanları arasına katacak, parlak bir makama getirecektir. Yani, gördüğün rüya kendi geleceğinin bir misalini görmektir. O misal âleminde o büyük ve yüksek yıldızların sana secde halinde görünmeleri, temsil ve teşbih yoluyla şuna delalet eder ki, ileride Rabbin sana peygamberlik verecek ve büyük büyük adamları sana, senin emrine bağımlı kılacak, sana boyun eğdirecek. Ve sana haberlerin yorumu ile ilgili ilim öğretecek. Düşünce olarak ortaya konan ve vakıa olarak meydana gelip gelmeyeceği belli olmayan sözlerin, vakıa olarak ne anlama geldiğini tayin etmek, yani rüya tabir eylemek veya vahiy ve ilâhî işaretlerin muammalarını, ledünnî hakikatlerini anlamak veyahut olayların en sonunda alacağı şekli ve ondan hasıl olacak sonuçları anlamak ilminden bir şanlı hisse verecektir. Şu halde sen de benim bu söylediklerimin hak ve gerçek olduğunu göreceksin. Kesbi ilimler ile değil, vehbi ilim ile böyle doğru tabirler, teviller ve yorumlar yapıp şan alacaksın. Hem sana, hem de Yakup soyuna nimetini tamamlayacak, daha önce iki atan İbrahim ile İshak'a tamamladığı gibi. Ki peygamberlikte muvaffak kılmış, dünya ve ahiret hayatında tam bir şeref ve şana mazhar eylemiştir. İşte o rüyanın kısaca tabir ve tevili budur.
Ayrıntılı olarak teviline gelince, o da ileride bilfiil meydana gelecek olaylar ile olacaktır. Şüphe yok ki, Rabbin âlimdir, hakimdir. Herşeyi bilir, olmuşu da, olacağı da bilir; her yaptığını ilim ve hikmetle yapar. Bundan dolayı kimin seçilmeye layık olduğunu da yine O bilir. Rüya hadisesinde dahi mutlak bir ilim ve hikmet vardır. (İleride bu sûrenin 43. âyetine bakınız).

37. Yusuf dedi ki: "Size yiyecek olarak verilecek bir yemek gelmeden önce onun tabirini size bildiririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben Allah'a inanmayan ve ahireti inkâr eden bir kavmin dinini terkettim."

Meâl-i Şerifi
43. Bir gün melik (hükümdar) dedi ki: "Ben rüyamda yedi cılız ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Siz rüya tabir edebiliyorsanız benim bu rüyamın tabirini bana bildirin."
44. Dediler ki: "Rüya dediğin şey karmakarışık hayallerdir. Biz ise böyle karışık hayallerin yorumunu bilemeyiz."
43- Ey toplum! Yani, hükümdar o rüyayı görmüş. Hatta ifade muzari sigasıyla olduğu için"gördüm" demiyor, "görüyorum" diyor. Buna göre aynı rüyayı üstüste birkaç defa görmüş olduğu anlaşılıyor. Sonra meseleyi ciddiye alıp meşhur danışma meclisini topluyor. İçinde meşhur bilginlerin ve hikmet sahibi kimselerin de bulunduğu bu meclise gördüğü rüyayı anlatıp, onlara diyor ki: Rüyam hakkında bana bir fetva veriniz. Yani bu rüya benim için önemli bir mesele halini aldı, bunu tabir edip, ne anlama geldiği hakkında beni aydınlatın. Bu müşkülümü halledin. Eğer siz rüyaya geçebilirseniz, yani rüya tabiri ilminde işin derinliğine inebilirseniz, bu konuda mahir ve nüfuz sahibi kimseler iseniz, bunu yaparsınız, yapınız.
44- O meclistekiler, o heyet dediler ki, bu senin rüya dediğin şey bir "adgâsü ahlam"dır. Yani yaşı ve kurusu birbirine karışmış ot demetleri gibi, eskisi ile yenisi birbirine karışmış yığın yığın uyku hayalleri, hakikatte hiçbir mânâsı olmayan eski ve yeni birtakım vehimlerle hayallerin karışımından ibaret şeylerdir. Biz ise, böylesine karma karışık hayallerin tevilini bilmeyiz. Yani ahlamın anlamı yoktur ki bilebilelim.
Görülüyor ki, burada rüya ile ahlam birbirinin karşıtı olarak kullanılmış, ilim ve hikmet ehlinin çözümünden aciz kaldığı ve çözemedikleri için de birçoklarının inkâra kalkıştığı rüya olayında esas olan çok önemli bir nokta aydınlığa kavuşturulmuştur. Yani, rüyadan bahsedilirken şu iki kelimenin hakikatte farklı olduğu unutulmamalıdır: Rüya ve hulüm. Bunlar birbirlerine benzerliği dolayısıyla birbirine karıştırılır ise de Kur'ân ihtar edip uyarıyor ki, rüya denilen şey, ahlamdan başkadır. Rüya tek başına enfüsî bir hadise değildir. Onun altında, girilip, deşilecek ve özüne vakıf olunabilecek hakiki ve gizli bir mânâ yatmaktadır. Hulüm ise gerçekte hiç anlamı olmayan boş bir vehim ve hayalden ibarettir ki, haddi zatında bir dış tesir ile meydana gelmiş olsa bile afakî bir hakikat ifade etmez. Bundan dolayı da tabiri ve tevili olmayan bir ihtilam olayı gibi, sırf nefsani bir hadise veya şeytani bir hayal olmaktan ileri gitmez. İşte böyle değişik ahlamın birbirine karışmasına da adğâsı ahlam adı verilir. Demek ki, hakikat dilinde rüya, sadık olanların adıdır. Yalan olanlarına da ahlam denilmelidir. Bunların her ikisi de uyku halinde enfüste temessül eden hayali birtakım şekil ve suretler olarak görüldüklerinden dolayı, dışyüzünden bakıldığında rüya, bir hulüm, hulüm de bir rüya gibi sanılabilir. Bundan dolayı da avam arasında her ikisine rüya denilir. Oysa gerçekte bunlar birbirinden farklı şeylerdir. Rüya, görmek anlamına gelen "rüyet" kökünden alınmış olduğu için bunda hayalin ötesinde bir hakikat görülmüş olur ki, rüyanın asıl ilişkisi de o hakikat iledir. Görülen hayal, o hakikatın, insanın iç dünyasında temessül etmesidir. İşte bundan dolayıdır ki, rüyanın haddi zatında bir anlamı ve tabiri vardır. Rüya tabiri veya tevili demek de o görülen hayalden bir ipucu bularak onun arkasındaki hakikate geçebilmek demektir ki, bunda en önemli olan nokta, o hayalî görüntünün enfüsî olan özelliği ile afakî olan özelliğini ayırabilmektir. İşte bu anlam lügatte geçirmek mânâsına gelen tabir fiilinden ziyade "ubur" veya "ibare" mastarıyla ifade olunur ki, bir yerden bir yere geçmek demektir. Yani "Rüya tabiri" çok kullanılan bir deyim olmakla beraber "ubûrü'r-rüya" veya "ibaretü'r-rüya" denilmesi Arapça'da daha fasihtir. Bundan dolayı Kur'ân'da sülasi mücerredden ifade buyurulmuş, tef'il babından buyurulmamıştır. Bununla beraber Türkçe'de "tabir" deyimi yayılmış ve tutunmuştur.
Yukarıda gördüğümüz üzere "rüya tabiri" bilgisi, "te'vil-i ehadis" ilmi olarak ifade edilmişti.
 

kjviespe

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
25 Tem 2008
Mesajlar
68
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Ehadis: Hadis kelimesinin çoğuludur. Hadis söz veya hadis, yani hadise demek olabileceğine göre, esas itibariyle "tevil-i ehadis" tamlaması, ya nefisteki sözün realitedeki anlamının veya nefsin ilişkili olduğu hadiselerin ileride varacağı akıbeti ve nihaî anlamı anlamak demek olur. Demek ki, rüya tabir etmek ya sözü veya hadiseyi tevil etmek mânâsında bir anlayıştır, Bunların her ikisini de birbirine irca etmek mümkün olur. Çünkü söz anlamak bir enfusî hadise olan sözden dışarıya intikal ile onun ötesinde bir olayı anlamak demek olduğu gibi; olaylardan, olayların gidişinden onların ileride alacağı şekli; onlardan çıkacak mânâyı ve sonucu anlamak da, dışarıdaki bir olayı idrak ile onun anlamı olan bir sözü, kendi düşüncesinde hissetmek ve anlamak mânâsına gelir. İşte söz olaya, olay da söze böyle geçişlerle irca olunabilir. Bilinmektedir ki, genel olarak duyuların gerçeği ve sahtesi bulunabildiği gibi sözün de doğrusu ve yalanı vardır. Doğru sözün zihindeki anlamından başka, bir de dış dünyada ifade ettiği gerçek bir anlamı bulunur. Yalan söz ise gerçekte dış dünyada ifadesi ve karşılığı bulunmayan soyut bir hayalî hadiseden ibaret kalır. İşte uyanıkken doğru bir söz veya hakiki bir duyu ile yalan bir sözün veya aldatıcı bir duyunun, yanlış bir idrakin farkları ne ise, rüya ile ahlam arasındaki fark da o demektir. En sonunda iş doğruya ya da yanlışa dönüşür, oraya raci' olur. Şu halde rüya, bir benliğin hak tarafından duyduğu ve algıladığı bir doğru sözün benzeri, ahlam ise onun duyduğu bir yalan sözün benzeridir. Sözün hakikatı, mecazisi, sarihi, kinayesi, iyi tanınmışı, garibi, imalısı, remzisi olduğu gibi, rüya da öyledir. Şu kadar var ki, genellikle rüyalar toplumsal geleneklere ve âdetlere bağlı olarak değil, daha ziyade kişinin kendi iç dünyasındaki, kendi benliğindeki gizli şuur algılamaları özelliklerine göre söylenen bir muamma, bir lügaz ve bir bilmece niteliğinde bir hayal ve garip bir temsil ile meydana gelirler. Velhasıl gibi ledunnî birer remiz, ilâhî birer semboldürler. Bundan dolayı onların te'vili de kesbî ilimler ile değil, vehbî ilimler ile bilinir ki, bunun en aşağı derecesi feraset ve ilhamdır, zirvesi ise vahiydir. Ve bundan dolayı peygamberlerden başkasının rüyası ya da rüya tabiri, ilm-i yakîn ifade etmez. Ancak görenin ve görüşün özelliklerine göre basit bir vehimde başlayarak yüzde yüz kesinlik ifade eden cezme kadar varabilecek çeşitli mertebelerde ferdi anlamda bir bilgi husule getirir. Ve rüyanın asıl tabiri meydana gelen olaylar ile açıklık kazanır. Bazı rüyalar aynen görüldüğü gibi çıkar. Bazılarının tabiri de rüya ile beraber görülür. Bazı rüyalar da gören kimsenin vicdanında tabir olunamamakla beraber, onun sadık bir rüya olduğuna dair mücmel ve fakat kesin bir kanaat hasıl olur. Sözkonusu Mısır hükümdarının rüyası da işte böyle bir rüya olduğundan "Rüyam hakkında beni aydınlatın, eğer siz rüya tabirini biliyorsanız" demiştir. Ve gördüğü şeyi hep "rüya" olarak adlandırmıştır. Çünkü gördüğünün kendince gerçek bir rüya olduğuna kanaat getirmiştir.
İslâm âlimleri, rüya hadisesini üç sınıf olarak tasnif etmişlerdir: Birincisi, Allah tarafından doğrudan doğruya veya bir melek aracılığıyla meydana gelen ilâhî bir telkindir ki, asıl rüya, hak ve gerçek olan rüya budur. İkincisi, benliğin kendinden kendisine yapılan telkin ile meydana gelen görüntüdür ki, geçmişten gelen hatıra birikimlerinin yeni baştan hayal edilmesinden başka bir değer taşımaz. Üçüncüsü ise, şeytanî bir telkin ile meydana gelen zihinsel görüntüdür ki, bilinmeyen bir dış etkenden etkilenerek meydana gelir, fakat yalan bir tedai ve tehayyülden ibaret olur. İşte bu ikisi ahlam veya adğâsü ahlam adını alır. Bununla beraber bütün bunlar nefiste bilgi değeri olmasa bile, hissî bir heyecan uyandırmaktan geri kalmazlar. Şu halde yalnızca bilgi değeri açısından değil, duyguların halden hale geçmesi açısından da düşünüldüğü zaman görülür ki, ahlam denilen kısmın bile psikolojide hesaba katılmaya değer önemli bir yeri vardır. Gerçekten de Hz. Peygamberin hadislerinde rüyaların hem bilgi değeri, hem de duygusal önemi üzerinde durulmuş, her iki faydasına da ayrı ayrı işaret buyurulmuştur. Bu arada şunu da hatırlatmalıyız ki, hadis-i şerifte "Rüya, peygamberliğin kırkaltı cüz'ünden bir cüz'dür" yani, kırkaltı parçasından bir parçadır buyurulmakla, onun ilmi değerine işaret edilmiştir. Ayrıca yine hadisi şerifte "Peygamberlik kesildi, mübeşşirat kaldı" buyurulmuştur. Bu da daha ziyade işin duygusal tarafına aittir. Hiç şüphesiz nübüvvetlerin ekmeli, Hz. Muhammed'in nübüvvetidir. Hatemü'l-enbiya (son peygamber) efendimizin vefatına kadar vahiy aldığı peygamberlik süresi yirmi üç sene idi. Ve bu yirmi üç senelik sürenin ilk altı ayında aldığı vahiy, hep sabah aydınlığı gibi zuhur eden rüyalar şeklinde olmuştu (Fatiha Sûresi'ne bakınız). Yirmi üç senenin ise kırk altı tane yarım sene, yani kırkaltı tane "altı ay" demek olduğu hesaba katılırsa, ilk altı ayda rüyalar şeklinde gelen vahyin, bütün vahiy süresinin kırk altıda biri ettiği ve onun kırk altı parçasından bir parça olduğu anlaşılır.
Burada rüya meselesini biraz da zamanımızın felsefi görüşleri açısından ele almak da faydadan halî olmayacaktır. Psikoloji ve genelde ruhsal bilimlerle meşgul olanların bildiği gibi, uyanıkken bize belli bir şeyi tanıtan, mesela "bir buğday başağı gördüm veya bir ses işittim" dedirten herhangi bir görme ve işitme, tek başına o anda meydana gelen basit bir duyumdan ibaret değildir. O anda aldığımız o duyu ile birlikte hafızamız da ona benzer bir hızla hemen harekete geçer kendisinde daha önceden ona benzer bütün görüntüleri yoklar, varsa aynını bulur, onunla karşılaştırır ve o anda onun buğday başağı olduğuna karar verir. Gördüğü yeni duyu ile daha önce edindiği idraklerin bütünleşmesinden yeni bir tanıma elde etmiş bulunur. Böylece her yeni bir duyudan aldığımız yeni bir görüntünün anlamını, daha önceki hafıza arşivimizden yararlanarak aradaki aynîliğin veya yakınlığın derecesine göre kendimize söyleyebiliriz: Mesela, "şurada bir yaprak gördüm" diyebilir. O andaki bir duyuyu, hafızamızdaki benzerleriyle tedai ve hatırlama yoluyla bir geçit resmine tabi tutarız; ancak o gördüğümüzle daha önce hafızamızda bulunan görüntüler arasında bir aynîlik veya bir benzerlik bulamadığımız zaman da "birşey görüyorum, amma ne olduğunu seçemiyorum" deriz. Çünkü biz hiçbir eşini ve benzerini bilmediğimiz büsbütün yeni olan bir şeyi tanıyamayız. Durum dış gözlemlerde böyle olduğu gibi, iç gözlemlerde de böyledir.Mesela "düşünüyorum, başım ağrıyor" diyebilmemiz için bile, daha önceden benzeri şekilde düşünmüş ve yine daha önceden başımızın ağrımış olması gerekir. Çevremiz veya kendimiz hakkında edindiğimiz bütün bilgiler, yeni bir duyu ile hafızamızda önceden mevcut benzer birikimlerin elele verip yardımlaşması sayesinde meydana gelir. Bütün bilgiler dış duyularla hafızadaki idrak kalıntılarının işbirliği etmesine bağlıdır. Halbuki benliğimiz, uyku halinde de içeriden veya dışarıdan etki alır. Ve kendi kendisiyle konuşabilir, geçmişi çağrışım yapıp hatırlayabilir. Böylece rüya veya ahlam denilen zihinsel olay meydana gelebilir. Ve uykudaki, bir benlik iradesine hakim olamadığı için artık bunlar, benliğin kontrolü dışında başıboş bir şekilde akar gider. Ve bundan dolayı bu tedailerin ilk çıkış noktalarına bağlantıları, benliğin dikkatinden gizli kalacağından bütünün temsil yoluyla toptan ifade ettiği gizli anlam, tefsire ihtiyaç gösterecek şekilde kapalı kalır. Eğer bu tedailer yeni bir etki ile ilgili olmayıp da gerek eğri, gerek doğru yalnızca geçmişteki hatıraların tekrarından ve karışımından ibaret olursa, o zaman ahlam veya edğasü ahlam olmuş olur. Hak tarafından gelen bir etki sebebiyle cereyan eden tedailer de rüyayı sadıka olur. Şu halde görmek, bir basit duyu ile hafızadaki bir tedai zincirinin akışı sayesinde olduğu gibi; rüya olayı da, bir etki ile bir tedai akışının altındaki mânâdır. Görme olayında çağrışımın ayniliğinden veya benzerliğinden o şeyin ne olduğu anlaşıldığı gibi; rüya olayındaki tedainin görüntüsünden de, o etkinin altındaki anlam anlaşılacaktır. Fakat görme olayı, ne kadar zorunlu olursa olsun, onda benliğin bakmak ve dikkat gibi kendi kesbiyle ve iradesiyle ilgili olan hür seçiminin bir hissesi, bir rolü vardır. Hatta görmenin netliği dikkatle doğru orantılı olur. Onun için göze iliştiği halde dikkatten kaçan birtakım şeyler bulunur ki, ya hiç görülmez veya belli belirsiz göze ilişmiş olur. Rüya olayı ise benliğin tamamen dikkati ve iradesi dışındadır, soyut olarak ve zorunlu olarak cereyan eder. Binaenaleyh rüyanın altında yatan anlamı dile getiren görüntü, benliğin iradesine yabancı ve dikkatine gizli kalmak bakımından, bizzat görme olayındaki gibi net ve kesin olmasa da; diğer taraftan benliğin irade ve dikkatiyle ilgisizliği açısından, rüyanın doğrudan doğruya ilâhî bir tasarruf ve hak tarafından bir gaybî telkin olması, bizzat görme olayından daha net ve daha geçerli bir olgudur. Bundan dolayıdır ki, insanlar rüyalarının çıkmasında, gözle gördüklerinin gerçekleşmesinden daha ziyade bir ilâhî burhan görürler. Ve hiç şüphe yok ki, sadık rüyaya, milyonda bir bile rastlansa, yine de olayın gerçekliğine ve önemine asla halel gelmez. Şunu da hatırlatalım ki, rüya olayı yalnızca uyku haline bağımlı bir hadise değildir. Uyanıkken, özellikle karanlık bir yerde veya gözler yumulmuş olarak bir dalgınlık halinde de, bir sinema şeridi gibi görülen birtakım misaller ve manzaralar meydana gelebilir ki, bunlar sıradan hatıralar ve hayaller gibi sönük ve bulanık değildir, tıpkı canlı ve gerçek bir görüntü gibi, parlak, net ve açık seçiktirler. Ve görülenler tıpkı bir rüya gibi misal olarak veya bazı hallerde aynen tabir ve tevil edildikleri gibi, daha sonra tahakkuk da ederler. Bunu kendi hayatlarında yaşamış olanlar şuna inanırlar ki, soyut manevi âlem ile madde dünyası arasında ortada bir misal ve eşbah âlemi vardır. Mânâ maddede, madde mânâda bu misal âlemi yardımıyla temessül eder. Gerek uykuda ve gerek uyanıkken rüya, belli bir hakikatin, soyut olarak bu misal âleminden ruha görünmesidir. Bundan dolayıdır ki, rüya olayı sıradan hatıraların çağrışımından ve ahlamdan başka bir keşif hadisesidir. Rüya tabiri ilmî ve vehbî ve keşfî ilimlerden olduğu için düşünce ve mantıkla çözülmez. Çözülemediğinden dolayı da zahir ehli için gerçek rüya ile ahlam adı verilen şeyin ayırt edilmesi zor ve müşkül bir şey olur. Hatta gaybî sırlardan büsbütün gafil olanlar, âlemlerin Rabb'inin alîm ve hakîm olduğunu bilmeyenler, genel olarak bütün rüyaların ahlamdan ibaret olduğunu iddia edecek kadar ileri giderler. İşte Firavun'un danışma meclisinin söz konusu üyeleri de ya böyle bütün rüyaları ahlam kabul ederek veya eğer inkârcı değillerse de rüya ile ahlam arasındaki inceliği fark edemeyerek, tabirini bilmedikleri için, bilgisizliklerini ve aczlerini örtbas etmek gayesiyle "Biz, ahlamın da tevilini bilecek değiliz ya" dediklerinde:[/COLOR]

İnşaallah istifade edilmesi temennisiyle
Allahın selamı rahmeti ve bereketi müminlerin üzerine olsun.
 

Monolog

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
1 Ağu 2008
Mesajlar
37
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
Kardeşim soruna cevaba geçmeden önce, Risale-i Nurun kendi lisanından, kendi tarifini dinlemeni istirham ederim.İnşaallah bu kısmı dikkatlice okursun, çünkü biliyorumki ,Bana Risalei Nurdan delil getirme dedin,saygı duyarak inan buna uymaya çalışıyorum.Fakat sadece önce nasıl bir kitaptır, kendisine söz hakkı vererek mahiyetini öğrenelim.Daha sonrada aynen benden taleb ettiğiniz gibi ,nefsimin savunmasına bile ihtiyaç kalmıyacak şekilde, yine Kuranın kendisine ait olanı ,nasıl tasdik izah ve metodlarının nasıl hak ve hakikakat olduğunu Rüyalarlada meseleler izah edilip, amel edileceğini Rabbimizin yüce Kelamından mücizevi, gayet kalbi ve derin hikmet ve hadiseleri kendinde barındıran, Yusuf suresine büyük tefsir alimi Elmalılı hocamızla birlikte müracaat ederek hep beraber öğrenmeye çalışalım,İnşaallah, ama önce birinci kısmı çok iyi okuyun lütfen.

Tefsir türleri demiş yazın ama resmi olarak tefsir tanımı aşağıdaki gibidir.

''Tefsirler genelde ikiye ayrılırlar: Rivayet tefsirleri ve dirayet tefsirleri.Rivayet tesfirleri selef alimlerinden nakledilen eserlere,Sahabe hatta Tabiin'in sözlerine ve Kur'an'ın bizzat Kur'an ile ve Hz.Peygamber'in hadisleri ile açıklanmasına ve yorumlanmasına dayanır.'

"Buna karşılık dirayet tefsirleri,rivayet tefsirlerinde sayılan hususlarla birlikte dil,edebiyat,dinin genel prensipleri ve diğer genel bilgilere dayanılarak yapılan tefsirlerin genel adıdır.Bu tefsirlere 'rey' ya da 'makul' tefsirleri de denir. Dirayet tefsiri denilince sadece, akla dayanma gelirse, bu çok yanlış bir anlama olur. Burada sözünü ettiğimiz dirayet'ten kasıt ictihaddan başka bir manaya alınmamalıdır.

Bu tefsir türünün güvenirliliği rivayet tefsirine göre daha azdır. Bu yüzden rivayet tefsiri daha çok tercih edilen tefsir türü olmuştur."


Yukarıda yaptığınız tefsir tanımı dirayet tefsirinin bir az daha dil biliminden uzak tanımıdır. Yani güvenirliliği düşüktür.

Ayrıca rüya konusuna gelince
Rissale-Nur da sık sık İLHAM denmektedir ve ilhamdan bahsedilmektedir.
Bu İLHAM mevzuusuna en iyi cevabı KURAN vermektedir.
Bu da İLHAM denen olaya KURAN'ın bakış açısını en iyi şekilde göstermektedir
Ayeti Kerime :
" Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. " Şems suresi 9. ayet
Bu ayetten de anlaşıldığı üzere hem iyiliği hem de kötü
lüğü ilham etmekten bahsedilmektedir.
Yani her ilham iyi olduğu gibi kötü de olabiliyor.
Dolayısı ile KURAN'ın tefsirinde İLHAM'a dayanmak bir yanılgı ve şüphedir.
KURAN tefsirinde en önemli olan şey kesin yegılarda bulunmak için kesin deliller gerekmektedir.
İLHAM ile tefsir olduğu yiçinde defalşarca mevzuu edilen ve tefsir olduğu iddia edilen bu eserin güvenirliliği İLHAM'ların ne kadarının hayır ne kadatrının şer olduğuna bağlıdır.
Ayrıca yine Rislae nin içinde özellikle Musa'nın asası ve benzeri kısımlar ile 7 ve 8. şualarda sürekli olarak ebced hesabına dfayanmılmıştır.
Bu ebced hesabı yien kuran tefsirinde geçerli delil sayılamazç.
Çünkü yoruma açık bri durum meydana getirmekte ve kesinlik bildirmemektedir.

ayrıca

“Kimi Yahudiler kelimeleri yerlerinden tahrif ederler (yerleşik anlamlarından kaydırırlar). …… Bunu dillerini bükerek ve dine saldırarak yaparlar. ….” (Nisa 4/46)
“Yazık o kimselere ki kendi elleriyle Kitap yazarlar; sonra « Bu, Allah katındandır.» derler ki, karşılığında az bir bedel alsınlar. Yazık o, kendi elleriyle yazdıklarından dolayı onlara! Yazık onunla kazandıklarına! (Bakara2/79)

Yukarıdaki ayetleri de göze almamız gerektiği de aşikardır.


ayrıca
ebced ve cifir ki bir yazıdan alıntılayarak size bunun hakkında bir zatların yorumun aktaracağım
bu zaatları tanırsınız zannımca
"Reşid Rıza Ebced-Cifir hakkında şunları söyler:
“Cifir; hak ve gerçek olsaydı, o yolla verilen her haberin doğru çıkması gerekirdi. Bunlar hükümdarları, valileri ve bu çapta başka kişileri aldatarak mallarını çarpmak, yanlarında iyi görünmek için vaz edilmiştir. Tesadüf neticesinde doğru çıkan birkaç haber cahilleri aldatıyor da, söylenen şeylerin hepsini doğru zannediyorlar.”
Katip Çelebi ise der ki; “Cefr ilmi, Emevî ve Abbasî halifeleri devrinde baskı gören Ali taraftarlarının baskıdan kurtulmak için ortaya attıkları ve yaydıkları bir inanıştır. Daha sonra bu iş, gelecekten haber veren ve kehanette bulunan bir yöntem hâline gelmiştir.”

Tefsirci Cerrahoğlu bu konuda şöyle der; “Çeşitli fırka mensupları, Bâtınîler, aşırı sufiler, şiiler ve felsefeciler aynı usûl ve metotları kullanarak, Kur’an’ın asıl maksadını ve manasını ya yok etmeye veya onu gizleyip, asıl kendi maksatlarını ortaya koymaya çalışmışlardır. Bütün bunlar asırlar boyunca, remiz, işaret ve bâtın adı altında Müslümanlar arasında kullanıla gelmiştir. İslâm’ın ilk asrının ortalarından itibaren başlayan bu cereyanlar, meşruiyetlerini ispat edebilmek için delillerini Kur’an-ı Kerim’de aramışlar, aradıklarını tam olarak orada bulamayınca da lâfızların hakikî manalarından sapma yoluna yönelip keyfî manalar çıkarmaya teşebbüs etmişlerdir. ”

yukarıda değerli fıkıh ve tefsir alimlerinin de konu hakkındaki yorumlarını da görmekteyiz.

Ayrıca hiç bir alimin (İmam Yusuf, İmam Caferi, Edu Hanifi, İmam Şafi vs...) kayıtlarında yer etmeyen sözde CELCELEÜTİYE kasidesi ki eğer Hz. Ali gibi İLMİN KAPISI, YERYÜZNÜN ASLANI ve KURAN'ı kerimi ilk yazıya döken alim neden SÜRYANİCE bir kaside yazsa idi
kesinlikle bu değerli alimlerin kayıtlarında yer ederdi.
Ayrıca ARPÇA da uzaman sayılan HZ. ALİ neden süryanice eser yazıyor?
Yoksa bu ebced hesabını uydurmak için olmasın?
Çünkü KURAN ayetlerinde ki dil ebced hesabına tam olarak uymamaktadır.
Burdan da anlaşıldığı üzere
KURAN ayetlerini çarpıtmak üzere var olduğu ispatlanamayn bir kaside üstünden ebced hesabı delil sunulmuştur.
Eğer siz nurcular bana CELCELİYET kaisdesinin var olduğunu İmam Caferi, Ebu Hanifi, İmam Şafi, İmam Yusuf, Abdul Kdiri Geylani gibi herkezce alimliği kabul görmüş büyük islam alimlerinin kaynaklarından delil gösterirseniz amenna risalei nur için himm bir mesneviye yakın değerde derim...

Am maalesef biliyorum ki
bu sözde kasidenin varluığını bu değerli alimler üzerinden kanıtlayamazsınız.
sadece içinizde tüertilmiş belgeleri sunabilirsiniz.
Bu kaside CEVŞEN kadar sahte bir belge olup geçerliliği de yokturç.
Bu kasideye yapılan ithaflar ise
Hz. Ali'yi
KURAN'ın
Al-i İmran suresi 179. Ayeti (" Allah, pisi temizden ayırıncaya kadar mü'minleri içinde bulunduğunuz şu durumda bırakacak değildir. Allah size gaybı bildirecek de değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer (gaybı ona bildirir). O halde Allah'a ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsanız sizin için büyük bir mükafat vardır.") muhalif düşürmektedir.
Hz. Ali bu ayete muhalif olacak kadar da densiz bir olmadığına göre ki cennetle müjdelendiği ayetle sabittir.

Bu resmen aşşağılamadır.
Yine Yukarıda ki ayetten anlaşıldığı üzere Allah gaybi sadece peygamberlerinden seçtiği kişiye bildiriyor. Dişkkat edin PEYGAMBERLERİNDEN
Yani saidi nursi ya kendini peygamber ilan ediyor
ya da Hz. Ali'yi

Bana yien sağlam deliller değil onun bunun yorumunu getirmişsin
ve yine yazdıkalrın bana bilimsel gelmedi.
Bernim cevaplarım ise
mümkün olduğunca ayetler üzerindendir.
veya kabul görmüş alimler üzerindendir.
Bir zümrenin kabul ettiği zatları savunma almam kusura bakma...
 

Monolog

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
1 Ağu 2008
Mesajlar
37
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
GAYB üzerinden çok konuştuğu aşikar bu risalenin her satırının ayetlere nasıl ters düştüğünü tek tek kanıtlayabilirm.
Mesela İkinci dünya savaşında Türkiyenin zarar görmemiş olmasının sebebinin risaleye nasıl dayatılduığı ile ilgili yazıyı da çıakrtır koyarım...
Külliyatın %80 ni kendisine iltifat kalanı da hikayedir...
 

Monolog

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
1 Ağu 2008
Mesajlar
37
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
GAYB üzerine gösterdiğin her ordan burdan çekilmiş ayete açık ve net ayeti kerimeyi sundum
NİSA SURESİ 179. AYET
yani rüya tab,irlerinden tutu gayb ile ilgili her ayrıntı sadece Allah'ın peygamberlerinden yine sadece ALLAH'ın seçtiklerine has oluğp diğper kullarına değildir...

GAYBI sadece ALLAH ve onun seçtiği peygamberine bildirmiş ise peygamberi bilir.
Başka kulu bilemez...
 

Monolog

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
1 Ağu 2008
Mesajlar
37
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
"Ancak Resmi tarihte bazı yanlı tarihçiler onu bu gruba mensup ilan etmişlerdir. O dönemin canlı kaynağı ile orijinal ağızdan şöyledir. Kürt Teali cemiyetinin lideri Seyyid Abdülkadir’den gelen teklife Bediüzzaman: “Allah-u Zülcelal Hazretleri Kur’ân-ı Ke*rimde, ‘Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever’ buyurmuştur. Ben de bu beyan-ı İlahî karşı*sında düşündüm. Bu kavmin, bin yıldan beri âlem-i İslâm’ın bay*raktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kah*raman millete hizmet yerine ve 450 milyon (o zaman ki İslâm âleminin nüfusu) kardeş bedeline, birkaç akılsız kavmi*yetçi (bir kısım Kürtçü) kimsenin peşinden gitmem.” diyerek cevap vermiştir."

Bu cevabı Eski Sait mi yeni sait mi veriyor?
sana bunun ilginç bir ayrıntısını sunacağım da özellikle kronoloji açısından
:D

siz kandırın
ama ben kanamam
kusura bakma
 

kjviespe

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
25 Tem 2008
Mesajlar
68
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Bak monolog kardeş sana seviyeli münazara edelim dedim buna uymazsan bu sana son muhatap oluşum olur.Diğer kısımda mustafa kemalden para aldı falan bu işler olmuyor basit bir iftiracı isen senlen hiç muhatap olmayalım daha iyi..Bir daha tekrarı olmamasını umaraktan sana cevap veriyorum.Reşit Rıza dediğin adamı ben değil, tüm Ehli Sünnet cemaati ne mezhebsiz olduğunu, İcmaı Ümmeti ve Mezhep İmamlarını ve şerri hükümler 4 ken ikisini inkar ettiğini herkes bilir.Ama üzücü olan senin bu işde onun ve İsmail Cerrahoğlunun ismini kullanarak sözde İlahiyatçı Hilmi polatın yazısını nerdeyse birebir buraya nakletmiş olman.Kardeşim yapmayın haklı çıkmak için nefsinizin adına Hakkı ayaklar altına almaya çalışmayın, zira o ayaklarınızla basabileceğiniz bir şey değildir.Biraz insaf ve biraz vicdanla bu insanlar ne anlatıyor, diye bir düşünün.Size tavsiyem bırakın ben okudum biliyorum ayaklarını bir kenara, elinizi vicdanınıza koyarak bir kere tarihçeyi hayatı okuyun.Birde sadece Sözleri o kadar ,sonra gelin bir daha münazara edelim.Kardeşim sen zannediyormusun ki ,İstibdad dönemi mahkemelerinden daha tahkiksin eğer art niyetli, eğer doyruyu Allah için söylemekden başka kastı olmayan, bir insan olsaydı Bediüzzaman Hz.,Tc.nin Laik mahkemelerinden beraat edebilirmiydi.İlhama gelince kardeşim bu her müminin istidadı ve imanı inkişafıyla olan çok tabi ve normal bir hadise buna nefsinin renkleriyle müdahale edersen İstidrac olur.eğer biraz olsun, benliklerinizi nefislerinizin hesabıyla ölçücü olmaktan kurtabilirseniz, bunu belki bir an bile olsa başaracaksınız, o güzel Esmanın akışındaki feyz ve hikmetlere belki sizlerde şahit olup,Milyonlar evliyanın ,yüzbinler enbiyanın haliyle hallenip ,Esmanın istidadlarınız ölçüsünde perdelerinin kalkmış hallerinden zevk edecek ve artık sizlerde buna bizzat şahit olup itiraz etmeyeceksiniz.Ama bu enelerle bu ben diyenlerle bu işler çok zor.Ne geçiyor elinize kardeşim bilip bilmeden, insafla araştırmadan itiraz etmekle elinize ...ben söyleyim ne geçtiğini inan buna samimi olarak üzülerek söylüyorum.Hakkı ,Marufi,Mabudi,Meşkuri,Mezkuri,Mahmudi,Mevcudi,Mevsufi,Mahbubi,Merğubi,Maksudi,hallerle hal olamamayı ,yani bu hallerden,nasiplenememek,keşiflenememek,zevklenememek işte kazandığınız bunlar..neyi kaybettiğinizi asla öğrenemeyeceğiniz,koca koca İlahi ,feyzi, kayıplar işte bunlar.Aşşağıya senin mezhepsizlerinin safsatalarını çürüten çok önemli bir alıntı yapıyorum.Lütfen dikkatli oku ve incele unutma bu işde birinin kaybı varsa o da sen olursun.Bundan sonrası Allahın hidayeti.. Allah hepimize Hidayet edip sekerat sonuna kadar Hidayet üzere kılsın İnşaallah.
Allahın selamı rahmeti ve bereketi müminlerin üzerine olsun.


NÜZUL-İ İSA A.S
ON İKİNCİ KISIM

Hazret-i Îsâ (a.s.)'ın nüzulünden haber veren ba'zı âyet-i kerîmelerin ebcedî hesâblarını ihtiva etmektedir.
Bu konuya girmeden evvel ebced ve cifir hesabıyla alâ*kalı bir mukaddime zikredeceğiz:

MUKADDİME

Ma'lûm olsun ki şer'î hükümlerin delilleri dörttür:

Birincisi: Kat'îyyu's-sübût ve'd-delâlettir. Ya'nî sübûtu ve ma'nâya delâleti kat'î olan, hiçbir vecihle te'vîle ihtimâl olmayan delillerdir. Muhkem âyât-ı Kur'âniyye ve sarîh mütevâtir hadîsler gibi.

ikincisi: Kat'îyyu's-sübût ve zanniyyu'd-delâletdir. Ya'nî sübûtu kat'î olup, ma'nâya delâleti zannî olan delillerdir. Te'vîl edilebilen âyât-ı Kur'âniyye ve ehâdîs-i Nebeviyye gibi.

Üçüncüsü: Zanniyyu's-sübût ve kat'îyyu'd-delâletdir. Ya'nî sübûtu zannî ve ma'nâya delâleti kat'î olan delillerdir. İfâde ettiği ma'nâ sahîh olan ahâd hadîsler gibi.

Dördüncüsü: Zanniyyu's-sübût ve'd-delâletdir. Ya'nî sübûtu ve ma'nâya delâleti zannî olan delillerdir. Haber-i vâhid ile rivayet edilen ve çeşitli ma'nâlara gelmesi muhtemel olan ehâdîs-i Nebeviyye gibi.

Bunların birincisi; kat'î olmakla onunla farz ve haram sabit olur.

ikincisi ve üçüncüsü; zann-i müfîd olmakla onlarla vacibve mekruh sabit olur.

Dördüncüsü; sünnetiyyet, istihbâbiyyet ve tenzîhen kerâhati ifâde eder. Ya'nî onunla sünnet, müstehab ve mekruh sabit olur.

Farziyyetin taalluk ettiği şey farzdır. Farzın hükmü; fiiline sevâb ve özürsüz terkine ikâb terettüb eder. İnkâr edip istihfaf eden ise kâfir olur.

Haramın hükmü, terkine sevâb ve fiiline ikâb terettüb eder. Onu helâl ve mübâh sayan, el'iyâzu billâh kâfir olur.

Vacîbin taalluk ettiği fiil ise, vâcibtir. Vacîbin hükmü dahi amelen farz gibidir. Ya'nî fiiline sevâb ve özürsüz terkine ikâb terettüb eder. İ'tikâden ise, farzın hükmü gibi değildir. Zîrâ, vacîbi inkâr eden kâfir olmaz.

Görülüyor ki, farz ve haramın dışında diğer delîllerle sabit olan mesaili (vacîb, sünnet, müstehab vs. gibi) inkâr eden tekfîr olunmaz. Çünkü tekfîr ve tadlîl için kat'î hüccet lâzımdır. Hüccet ise, kat'îyyeti ifâde eden delildir. Bu da delîl-i hükm-ü şer'înin birinci kısmı ile sabit olan şeylerdir. Ya'nî sarîh âyet veya mütevâtir ehâdîs-i Nebeviyye ile sabit olan hükümdür. Ancak bu iki hüccetle ahkâm-ı şer'iyye kesin ve kat'î olarak sabit olur. Diğer deliller ise, kat'îyyeti ifâde etmediğinden tekfîr ve tadlîl için kat'î hüccet olamaz. Meselâ; mütevâtir olmayan ehâdîs-i Nebeviyye (a.s.m.) ve işârât-ı Kur'âniyye delîl-i şer'î olur. Fakat zannı ifâde ettiği için kat'î hüccet olamaz.

O hâlde kat'î hüccetle sabit olan ancak farzlar ve haramlardır. Vâcib ve sünneti dahi kat'î hüccetle ispat edemeyiz.Eğer biz her şeyde, her şer'î hükümde kat'i hüccet vebürhân arasak, o zaman kat'î hüccet getiremediğimiz için Dîn-i Mübîn'in ekser ahkâmına i'tirâz lâzım gelir. Hâlbuki bunlar şer-i delîllerle (meselâ; haber-i vâhid ile icmâ' ile) sabittir.
İşte ebced hesabı da takrîr-i sünnet ile sabit olduğu için kat'î hüccet olamaz. (Nitekim ileride ebced hesabıyla alâkalı hadîs-i şerîf zikredilecektir.) Hâşâ bu demek değildir ki, ebced hesabının dînde yeri yoktur. Belki hesâb-ı ebcedî, zannî delîl ile sabit olduğu için, kat'î hüccet olamaz.

Hakâik-i îmâniyye, esâsât-ı İslâmiyye ve ahkâm-ı dîniyye hususunda şer'î delîller dörttür. Bunlar Kur'ân, hadîs, icmâ'-i ümmet ve kıyâs-ı fukahâdır. Hâkim-i şer'î, mahkemede şer'î bir da'vâda hüküm verirken şeriatın zahirine göre bu dört delîlde kat'îyyeti ifâde eden delîllerle ancak hüküm verir. Bu husûsda "Hesâb-ı ebcedîye göre böyledir." Veya "İlhâmen böyle bildirildi." Veyahut da kat'îyeti ifâde etme*yen zannî delîllere dayanarak buna göre bu m es' elenin hükmü budur diyemez. Ya'nî ehl-i sünnet ve'1-cemâatın i'tikâdına göre ilham, hesâb-ı ebcedî ve delîl-i zannî, zahir ahkâm-ı dîniyyede hüküm hususunda kat'î delîl ve hüccet olamaz. Ya'nî hâkim-i şer'î bununla zahir ahkâmda hüküm veremez. Ma'nevî ahkâmda ve ibâdatta ise delîldir. Bu durumda hesâb-ı ebcedin veya ilhamın veyahut delîl-i zannî ile sabit olan hükümlerin aslı yoktur veya doğru değildir deyip bunları kabul etmeyenler, ma'nen mes'ûldürler.

Evet, asr-ı saâdetden bugüne kadar başta Rasûl-i Ekrem (a.s.m.), Kur'ân-ı Azîmüşşân'daki hurûf-i mukattaanın çok esrara hâvî olduğunu ve çok gaybî umura ve istikbâldeki hadîsâta işaret ettiğini ilm-i cifre dayanarak ulemâ-i Benî İsrâîl'e söylemesi; hem İmâm-ı Ali (r.a.) başta olmak üzere binler ehl-i tahkîk ve keşif ve esrâr-ı hurûfa vâkıf olan Muhyiddin-i Arabî gibi binler zevât-ı âliyeler, asr-ı saadetten evvel tâ bugüne kadar ilm-i cifre dayanarak binler gaybî şeyleri haber vermesi bu mes'elenin birer misâlidir.

Demek ilm-i cifr ve hesâb-ı ebcedî, asr-ı saadetten evvel vardı. Aslı tâ o zamana dayanmaktadır. Bu ilm-i cifri, da'vâlarının hakkâniyyetine delîl gösteren zevât-ı âliyeye bu hususta i'tirâz edenler, ma'nen mes'ûldürler. Şerîatın zahirine göre bunu kabul etmeyene şer-i bir cezanın terettüb etmemesi da'vâmızı cerh etmez. Zîrâ çok umûr-u dîniyye vardır ki, kat'î hüccetle sabit olmadığı için dünyâda bir hadd-i şer'îyi mûcib değildir. Bununla beraber o emri kabul etmemek veya muktezâsıyla amel etmemek, kişiyi firâk-ı dâlleye sevk eder ve ma'nevî mes'ûliyeti gerektirir.

Ebced Hesabı, takrîr-i sünnet ile sabittir. İbn Cerîr et-Taberî, Bakara sûresinin baş kısmı olan

tefsîrinde, cifir ve ebced hesabıyla ilgili şöyle bir hadîs-i şerîf rivayet etmektedir:
الم ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِي
"Hazret-i İbn-i Abbâs (r.a.), Câbir b. Abdullah b. Vessâb'dan (r.a.) şöyle rivayet ediyor:
"Câbir (r.a.) dedi ki: 'Ebû Yâsir b. Ahtâb, Rasûlüllâh (s.a.v.)'in yanından geçerken Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in Baka*ra sûresinin baş kısmı olan
الم ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ
âyetini okuduğunu gördü. Ebû Yâsir, Nebiy-yi Muhterem (s.a.v)'den bu sûreyi işitince, hemen Yahûdî ulemâsından birkaç kişiyle birlikte bir yerde bulunan kardeşi Hayy b. Ahtâb'a gelerek dedi ki:
'Biliyor musunuz? VALLAHi şimdi Muhammed'den ALLAH'ın kendisine inzal buyurduğu
الم ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ

âyetini işittim.' Onlar dediler ki:
'Hakîkaten böyle işittin mi?' Dedi ki: 'Evet.' O zaman Hayy b. Ahtab beraberinde bulunan Yahûdî topluluğuyla beraber Rasûlüllâh (s.a.v.)'in yanına geldiler. Dediler ki:
'Ya Muhammed! Sana inzal buyrulan
الم ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ
âyetini okumuş olduğun bize haber verildi. Doğru mudur?'
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) buyurdu ki:'Evet, doğrudur.'
Bunun üzerine:
'O hâlde bize haber ver. Bunu sana ALLAH katından Cebrâîl mi getirdi?'
Nebiy-yi Muhterem (s.a.v.): 'Evet,' dedi.
Yahûdî âlimleri dediler ki:
'Ya Muhammed! Muhakkak ALLAH (c.c), Senden önce çok peygamber göndermiştir ki, senden başka onlardan hiç birisinin saltanatının (peygamberliğinin) ne kadar sürdüğünü kesin ve açık olarak bilmiyoruz. Ümmetinin ömrü ne kadar devam edecektir?'
Orada bulunan Hayy b. Ahtâb, arkadaşlarına dönerek dedi ki:
ا birdir, ل otuzdur, م de kırktır. Yekûnu yetmiş bir sene eder.
Ebû Yâsir diyor ki; Hayy b. Ahtâb, arkadaşlarına dedi ki:
'Mülkünün (peygamberliğinin) müddeti, ümmetinin ömrü, bu kadar az olan bir peygamberin dînine mi giriyorsunuz?' (Ya'nî hurûf-i mukattaadan olan المin cifrî hesabiyle
ümmetinin ömrü yetmiş bir senelik gibi az bir müddet olduğu anlaşılan bir Nebî'nin dînini nasıl kabul ediyorsunuz?) Diyerek arkadaşlarını, İslâm'ı kabul etmekten men' etmeye çalıştı.
Hayy b. Ahtâb, tekrar Nebiy-yi Muhterem (s.a.v)'e dönerek dedi ki:
'Ya Muhammed! Bundan başka hurûf-i mukattaa var mıdır?'
Rasûl-i Ekrem (s.a.v): 'Evet, var,' dedi.
Bunun üzerine:
'Hangisidir?' diye sorunca Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), المصharflerini okudu. Hayy b. Ahtâb dedi ki:
'Bu daha ağır ve uzundur.' Tekrar المصharflerini ebced hesabına göre hesâblamaya başladı.
ا birdir, ل otuz, م kırk ص ise doksandır. Yekûnu 161 eder,' dedi. Yine sordu:

"Bundan başka var mıdır?' Nebiy-yi Muhterem (s.a.v.):
'Evet,' buyurdu. 'Hangisidir?' diye sorunca; Nebiy-yi Muhterem (s.a.v.), الرharflerini okudu.
Yine Hayy b. Ahtâb;
'Bu daha uzun ve ma'nâ i'tibâriyle daha ağırdır,' dedi ve bunu da hesâblayarak ا birdir, ل otuz, ر iki yüz olup mecmuu; iki yüz otuz bir sene yapar.' dedi.

Yine Hayy b. Ahtâb:
'Bundan başka var mıdır?' diye sorunca Rasûl-i Ekrem (s.a.v.):
'Evet, vardır,' diyerek المرharflerini okudu. Hayy b. Ahtâb dedi ki:
'Bu daha uzun ve ağırdır. Çünkü ا birdir, ل otuz, م de kırk ر iki yüz ederek toplam; iki yüz yetmiş bir sene eder.'

Bundan sonra Hayy b. Ahtab dedi ki:

'Ya Muhammed! Muhakkak senin bu işinden bir şey anlayamadık. İltibas ediyoruz. Zîrâ bilmiyoruz ki sana zamandan ne kadar verilmiş, az mıdır, çok mudur? Binâenaleyh senin ümmetinin ömrü ne kadar olacağını idrâk edemiyoruz.'

Sonra ahbâr-ı Yahûd (Yahûdî âlimleri) Nebiy-yi Muhterem (s.a.v.)'in yanından kalkıp gittiler. Bunlar Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in yanından ayrılınca, Ebû Yâsir kardeşi olan Hayy b. Ahtâb'a ve beraberinde bulunan Beni İsrâîl ulemâsına dedi ki:

'Ne biliyorsunuz belki de Muhammed'e bu saydığımız sayıların mecmuu kadar bir zaman verilmiştir. Ümmetinin ömrü, hepsinin toplamı kadar devam edecektir,' deyip daha sonra hepsini toplayarak;

71+231+271 + 161 = 734 eder. Ve belki de ümmetinin ömrü bu kadardır.' dedi.

Hayy b. Ahtab, cevaben dedi ki:
'Evet, gerçekten bilmiyoruz ki Muhammed (s.a.v.)'in işinin sonu nasıl olacak. Biz bu işte hayret ve tereddütte kalmış bulunmaktayız.' diye kendi aralarında konuştular." (İbn-i Cerîr-i Taberî Tefsiri, 1/70.)

NOT: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in huzurunda, bir hâdise cereyan ettiğinde; Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) onu red etmeyip, sükût ederse buna takrîr-i sünnet denir, işte bu hâdise de o takrîr-i sünnet nev'indendir. Ebced hesabı, mütevâtir hadîsle sabit olmadığı için inkâr edene herhangi bir hadd-i şer'î terettüb etmez ve tekfîr edilmez. Ancak bu inkâr, ma'nevî mes'ûliyyeti mûcibtir.
 

kjviespe

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
25 Tem 2008
Mesajlar
68
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Bedîüzzamân Saîd Nursî Hazretleri ebced hesabı konu*sunda şöyle buyurmaktadır:

"Bu hesâb-ı ebcedî, makbul ve umûmî bir düstûr-i ilmî ve bir kânûn-i edebî olduğuna deliller pek çoktur. Burada yalnız dört - beş tanesini nümûne için beyân edeceğiz.

Birincisi: Bir zaman Benî-îsrâîl âlimlerinden bir kısmı huzûr-u Peygamberîde sûrelerin başlarındaki كهيعص, الم gibi mukattaat-ı hurûfiyyeyi işittikleri vakit, hesâb-ı cifrî ile dediler:
"Ya Muhammed; Senin ümmetinin müddeti azdır." Onlara mukabil dedi:
"Az değil." Sâir sûrelerin başlarındaki mukataatı okudu ve ferman etti, "Daha var." Onlar sustular...

İkincisi: Hazret-i Ali Radiyallâhu Anh'ın en meşhur kasîde-i Celcelûtiyyesi, baştan nihayete kadar bir nev'i hesâb-ı ebcedî ve cif ir ile te'lîf edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış.

Üçüncüsü: Ca'fer-i Sâdık (r.a.) ve Muhyiddîn-i Arabî (r.a.) gibi esrâr-ı gaybîye ile uğraşan zâtlar ve esrâr-ı hurûf ilmine çalışanlar, bu hesâb-ı ebcedîyi gaybî bir düstûr ve bir anahtar kabul etmişler.

Dördüncüsü: Yüksek edîbler bu hesabı, edebî bir kânûn-i letafet kabul edip eski zamandan beri onu isti'mâl etmişler. Hattâ letafetin hatırı için iradî ve sun'î ve taklîdî olmamak lâzım gelirken, sun'î ve kasdî bir surette o gaybî anahtarların taklîdini yapıyorlar.

Beşincisi: Ulûm-i riyâziyye ulemâsının münâsebet-i adediye içinde en lâtif düstûrları ve avamca hârika görünen kânunları, bu hesâb-ı tevâfukînin cinsindendirler. Hattâ fıtrat-ı eşyada Fâtır-ı Hakîm bu tevâfuk-i hesâbîyi bir düstûr-i nizâm ve bir kânûn-i vahdet ve insicam ve bir medâr-ı tenâsüb ve ittifak ve bir namûs-i hüsün ve ittîsâk yapmış. Meselâ: Nasılki iki elin ve iki ayağın parmakları, âsabları, kemikleri, hattâ hüceyrâtları, mesamatları hesâbca birbirine tevâfuk ederler. Öyle de: Bu ağaç bu baharda ve geçen bahardaki çiçek, yaprak, meyvece tevâfuk ettiği gibi, bu baharda dahi az bir farkla geçen bahara tevâfuk ve istikbâl baharları dahi mâzî baharlarına ihtiyar ve irâde-i İlâhiyyeyi gösteren sırlı ve az farkla muvâfakâtları, Sâni-i Hakîm-i Zülcemâl'in vahdetini gösteren kuvvetli bir şâhid-i vahdâniyyettir.

İşte madem bu tevâfuk-i cifrî ve ebcedî, bir kânûn-i ilmî ve bir düstûr-i riyâzî ve bir nâmûs-i fıtrî ve bir usûl-i edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor. Elbette menba'-ı ulûm ve mâden-i esrar ve fıtratın tercümân-ı âyât-ı tekvîniyyesi ve edebiyatın mu'cize-i kübrâsı ve lîsân-ül-gayb olan Kur'ân-ı Mu'ciz-ül-Beyân, o kânûn-i tevâfukîyi, işârâtında istihdam, isti'mâl etmesi i'câzınm muktezâsıdır." (Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, 80)

"Ben, senin içtihadında hatâ var diyenlere ve isbât edenlere teşekkür edip rûh u canla minnetdârım. Fakat, şimdiye kadar o içtihadımı tamâmiyle kanâatla tam tasdîk edenler, binler ehl-i îmân ve onlardan çokları ehl-i ilim tasdîk ettikleri ve ben de dehşetli bir zamanda kudsî bir teselliye muhtâc olduğum bir hengâmda sırf ehl-i îmânın îmânını Risâle-i Nûr ile muhafaza niyet-i hâlisasıyla ve Necmeddin-i Kübrâ, Muhyiddin-i Arabî gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyâzî hesabiyle beyân edilen bir müjde-i işâriye-i Kur'âniyyeyi kendine gelen bir kanâat-ı tâmme ile, hem mahrem tutulmak şartiyle beyân ettiğim ve o içtihadımda en muannid dinsizlere de isbât etmeğe hâzırım, dediğim hâlde beni gıybet etmek, dünyâda buna hangi mezheble fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar? Ben her şeyden vazgeçerim, fakat adâlet-i İlâhiyyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helâl etmem! Titresin! Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-ı Âlem Aleyhissalâtü Vesselamın Sünnet-i Seniyyesini muhafaza için hayâtını ve her şeyini feda eden bir mazlumun şekvası, elbette cevâbsız kalmayacak!" (Sikke-i Tasdik-i Gaybi,53)


Vikipedi sözlükte bile 3 olan ve işari tefsir kabul edilirken.Sizin müstesna kaynağınızda 2 olarak belirtilmesi ,kaynak seçiminiz açısından gerçekten çok düşündürücüdür.

Vikipedi, özgür ansiklopedi
Git ve: kullan, ara
Tefsir (Arapça: علم التفسير Ilm ul-Tafsir), İslami bir terim olan Tefsir, lugatta bir şeyi iyice açıklamak, keşfetmek anlamına gelen "el-Fesr" masdarından tef'il babında bir kelimedir ve dolayısıyla yorumlamak, açıklamak manalarına gelir, çoğulu Tefasir'dir. İslami Istılâhta beşerî takat nispetinde, Allah'ın muradına delâlet etmesi yönünden Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini inceleyen bir ilimdir.

Tanımdan da anlaşılacağı üzere Tefsir ilminin konusu Kur'an ayetleridir.

Tefsir ilminin gayesi ise, iki cihanda selamete ve mutluluğa ulaşmak için Kur'an'ın yine O'nun murâdına uygun bir şekilde anlamak, anlatmak ve yararlı hükümler çıkarmaya kudret kazanmaktır.

Tefsir, bugün ilgili ilahiyat bölümlerinde okutulduğu gibi eskiden Medreselerde de okutulan derslerdendir. Tefsir bilimi ile uğraşanlara müfessir (Arapça: مفسر muffasir, çoğ. مفسرون, mufassirūn) denir.

İlk müfessir Peygamber'dir. Kur'anı Kur'an ile tefsir etti. Sahabe ve Tabiin, yani birinci nesil ve ikinci nesil, peygamberin açıklamalarını kaydetti. Bu dönemlerde tefsir, hadisin bir kolu idi, sonra kendisi ayrı bir ilim haline geldi. Tefsir ilminde geleneksel sınıflamaya göre rivayete dayanan tefsirlere rivayet tefsiri, dile dayananlara dirayet tefsiri, tasavvuf yorumlarına göre yapılanlara işari tefsir denilmiştir.

En çok okunan tefsirler Risale-i nur (manevi tefsr özelliğini taşır,yani Kur'anın hidayet mesajını lafza, kelimelere takılmadan doğrudan verir).Ebu'l Al'a Mevdudi Tefhimu'l Kur'an,Celaleyn, Beyzavi, Ebussuud, Razi, Medarik, Elmalılı, Çantay, Kutup tefsirleridir. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'dan öncekiler rivayet, onun yazdığı rivayet ve dirayet tefsiridir. Hasan Basri Çantay'ın Kuranı Hakim ve meali Kerim adlı çalışması meal-tefsirdir. Seyyid Kutub'un Fîzılâl'il Kur'an adlı tefsiri geleneksel tefsirlerin yanında güncel bilgileri de ekleyen bir tefsirdir.
 

Monolog

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
1 Ağu 2008
Mesajlar
37
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
iftira mı atıyorum?
sizin kaynağınızdan gelen veriyi aynen aktardım
saidi nursi nin hayatını yazmışsınız orda denen ne ise onu yazdım
şimdi iftiracı mı oldum kardeş?
aç hayatını oku
orda göürüsün

ne okuduğumu biliyorum kardeş
size sizin laflarınızı söylüyorum ve iftiracı oluyor isem
demek sizin işiniz sürekli iftira atmakmış
 

Monolog

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
1 Ağu 2008
Mesajlar
37
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
"(manevi tefsr özelliğini taşır,yani Kur'anın hidayet mesajını lafza, kelimelere takılmadan doğrudan verir)"

KURAN'ın kendisi zaten yeterince açık değil mi?
Peygamberimiz doğrudan anlatamadı da
Said efendi mi analtbnliyor?
KURAN tüm müminlere apaçık şekilde inmedi mi?

ne saçmalık bu?
kardeş burda kuran dan bahsediyoruz
insan yazması TEVRAT gib bir şeyden bahsetmiyoruz
Kabbala (spirit of torah)(tevratın ruhu) mantığı değil mi şimdi bu dediğin?
sizinki de KURAN'ın ruhu oluyor öyle mi?
Kuran mahluk ya
bir de ruhu var öyle mi?

KURAN'a mahluk demeyen
mahluk dendiği dönemde itiraz eden
imam hanbeli, imam maliki gibi değerli alimlerin kanıtladıkları gerçeğe ters düşmüyor mu bu?
 

ecthelion

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2008
Mesajlar
531
Tepki puanı
0
Puanları
0
küliiyatın hemen hemen tamamı ingilizceye çevrilmiş durumda bende aynı konuda takıldım anlamakta zorlanıyordum sonra ingilizce metinlerden de faydalandım. belki size de faydası olabilir diye öneriyorum..
 

kjviespe

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
25 Tem 2008
Mesajlar
68
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
iftira mı atıyorum?
sizin kaynağınızdan gelen veriyi aynen aktardım
saidi nursi nin hayatını yazmışsınız orda denen ne ise onu yazdım
şimdi iftiracı mı oldum kardeş?
aç hayatını oku
orda göürüsün

ne okuduğumu biliyorum kardeş
size sizin laflarınızı söylüyorum ve iftiracı oluyor isem
demek sizin işiniz sürekli iftira atmakmış


Kardeşim iftira değil diyorsun o zaman söylediğinin belgesini koy.Hiç mümkünmü bu kadar mahkemelerde yargılanan bir insan hem de devlete karşı yolsuzluk yapsın ve devlet onu beraat ettirsin.Böyle bir şey gerçek olsa bırak müebbeti bazıları hiç beklemez mübareği asmaya bile kalkarlardıda ecel bir dir düsturuyla muvaffak olurlarmıydı bilmem.Konu ile ilgili yeterli olucak alıntılar aşşağıda İnşaallah istifade olunur.

Allahın selamı rahmeti ve bereketi müminlerin üzerine olsun.

Bediüzzaman Said Nursi kimdir?

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ, yüzyılımızın yetiştirdiği önde gelen İslâm mütefekkirlerinden biridir.1876'da Bitlis'in Hizan kazasına bağlı İsparit nâhiyesinin Nurs köyünde dünyaya gelmiş, 23 Mart 1960'da Şanlıurfa'da Hakkın rahmetine kavuşmuştur.

Keskin zekâsı, hârikulâde hafızası ve üstün kâbiliyetleriyle çok küçük yaşlardan. îtibaren dikkatlerî üzerinde toplayan Said Nursî, normal şartlar altında yıllar süren klasik medrese eğitimini üç ay gibi kısa bir zamanda tamamlamıştır. Gençlik yıllarını alabildiğine hareketli bir tahsil hayatı ile değerlendirmiş; ilimdeki üstünlüğünü, devrinin ulemâsıyla çeşitli zeminlerde yaptığı münazaralarda fülen ispatlamıştır. Bu meziyetleriyle ilim çevresine kendisini kabul ettirerek, "Bediüzzaman," yani, "çağın eşsiz güzelliği" lâkabı ile anılmaya başlamıştır.

Said Nursi medrese eğitimiyle dînî ilimlerde kazandığı ihtisası, çeşitli fenlerde yaptığı tetkiklerle tamamlamış bu arada devrinin gazetelerini takip ederek ülkedeki ve dünyadaki gelişmelerle ilgilenmiştir. Diğer taraftan, doğup büyüdüğü şark topraklarının sıkıntı ve problemlerini bizzat yaşayarak gören Said Nursî, en zarüri ihtiyacın eğitim olduğu kanaatine varmış; bunun için de şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite kurulmasını temin için yardım istemek maksadıyla 1907'de İstanbul'a gelmiştir.

İstanbul'da da ilim dünyasına kendisini kısa sürede kabul ettiren Bediüzzaman, çeşitli gazetelerde yazdığı makalelerle, o günlerde Osmanlıyı ve İstanbul'u çalkalayan hürriyet ve meşrûtiyet tartışmalarına katılmış; meşrütiyete İslâm nâmına sahip çıkmıştır.1909'da patlak veren 31 Mart Olayında yatıştırıcı bir rol oynamış; buna rağmen, haksız ithamlarla Sıkıyönetim Mahkemesine çıkarılmış, ancak beraat etmiştir. Bu hâdiseden sonra İstanbul'dan ayrılarak şarka dönmüştür.

Birinci Dünya Savaşının patlak verdiği günlerde Van'da bulunan Bediüzzaman, talebeleriyle birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek cepheye koşmuştur. Vatan müdâfaasında çok büyük hizmeti geçmiş; savaşta birçok talebesi şehit olmuş; kendisi de Bitlis müdafaası sırasında yaralanarak esir düşmüştür. Yaklaşık üç yıl Rusya'da esaret hayatı yaşadıktan sonra Varşova, Viyana ve Sofya yoluyla İstanbul'a dönmüştür.

İstanbul'da devlet ricâlinin ve ilim çevrelerinin büyük teveccühüyle karşılanmış; Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye âzâlığına tâyin edilmiştir. Bu devrede, resmi vazifesinden aldığı máaşla kendi kitaplarını bastıran ve bunları parasız dağıtan Bediüzzaman, İstanbul'un işgali sırasında neşrettiği Hutuvât-ı Sitte adlı broşürle büyük hizmet etmiş ve işgal kuvvetlerinin planlarını bozmuştur.

Keza, işgalcilerin baskısı altında verilen ve Anadolu'daki kuva-yı milliye hareketini "isyan" olarak vasıflandıran şeyhülislâm fetvasına karşı, mukâbil bir fetvâ vererek milli kurtuluş hareketinin meşrüiyetini ilân etmiştir. Bu hizmetleri Anadolu'da kurulan Millet Meclisinin takdirini kazanmış ve Bediüzzaman bizzat Mustafa Kemai tarafından ısrarla Ankara'ya dâvet edilmiştir.

Bu mükerrer davetler neticesinde 1922 sonlarında Ankara'ya gelmiş ve Mecliste resmi bir "hoşâmedi merâsimiyle karşılanmıştır. Ankara'da kaldığı günlerde, yeni kurulan devlete hakim olan kadronun dîne bakış tarzının menfi olduğunu görünce, on maddelik bir beyannâme hazırlayarak Meclis âzâlarına dağıtmıştır. Bu beyannâmede yeni inkılâbın mimarlarını İslâm şeâirine sahip çıkmaya çağırmış; akabinde Mustafa Kemal'le birkaç görüşmesi olmuştur. Kendisine şark umümi vaizliği, milletvekilliği ve Diyanet azalığı teklif edilmiş; ancak Bediüzzaman bu teklifleri kabul etmeyerek Van'a dönmüştür.

Beyanat ve Tenvirler | Beyanat ve Tenvirler






Doğu Üniversitesi hakkında tahrifçi bir gazeteye cevaptır.

Muhalif bir partinin şiddetli ve tenkitçi tarafından bir mensubu, yani Ulus'un 1.4.1954 tarihli nüshasında yazılan Atatürk Üniversitesi hakkındaki makaleye cevap hükmünde o üniversitenin hakikatini beyan ediyoruz. Şöyle ki:
Şimdi Atatürk Üniversitesi namı verilen bu darülfünunun küşadına üstadımız Said Nursî 50 seneden beri büyük bir gayretle çalışmıştır. Üstadımız İttihatçılara muhalif olduğu halde onlar ve Sultan Reşad, bu Darülfünunun inşası için 19 bin altın tahsis etmiş, Van'da Üstadımız temellerini atmıştı. Fakat Harb-i Umumînin vukuuyla geri kalmıştı. Sonra devr-i Cumhuriyetin iptidasında üstadımız Said Nursî'nin Ankara'da Meclis-i Meb'usana istenilmesiyle, Üstadımız tekrar teşebbüse geçmişti. Orada Üstadımız o zamanın idaresine tam muhalif ve siyaseti bütün bütün terk ettiği ve bazı cihetle de muhalif olduğunu ve "Dünyanıza karışmayacağım" dediği ve hattâ Mustafa Kemal'e "Namaz kılmayan haindir" dediği ve onun teklif ettiği büyük servet, maaş, şark vaiz-i umumîliği gibi büyük tekliflerini kabul etmediği halde, Şark Darülfünununun tesisi için 150 bin banknotun 200 mebustan 163 mebusun imzası ve Mustafa Kemal'in tasdikiyle verilmesine karar verilmişti. Demek ki, şarkın en mühim meselesi o zaman o üniversiteydi. Şimdi yirmi derece daha ziyade ihtiyaç var. Nihayet yine Üstadımızın maddî ve mânevî gayret ve teşvikleri neticesiyle yapılmasına bu hükûmet-i İslâmiye zamanında karar verildi.
Bu Şark Üniversitesinin o cihanşümul kıymet ve ehemmiyetini, bir bahr-i ummandan bir katre takdim eder misilli iki üç nokta olarak arz ederiz:
Birincisi : Bu darülfünun hem İran, hem Arabistan, hem Mısır ve Afganistan, hem Pakistan ve Türkistan ve Anadolu'nun merkezinde bir kalb hükmündedir. Ve hem bir Camiü'l-Ezher, bir Medresetü'z-Zehradır.
İkincisi : Şimdi umum beşerde sulh-u umumî için, yani beşerin ifsad edilmemesi için çareler aranıyor, paktlar kuruluyor. Ve madem bu hükümet-i İslâmiye musalâhat-ı umumiye ve hükûmetin selâmeti için, Yugoslavya'ya, tâ İspanya'ya kadar onları okşayarak dostluk kurmaya çalışıyor.
İşte bunların çare-i yegânesinin bir delili olarak gösteriyoruz ki, tesis edilecek Şark Darülfünununun ilk müteşebbisinin bir ders kitabı olan ve ulûm-u müsbete ve fenniye ile ulûm-u imaniyeyi barıştıran ve bu otuz seneden beri bütün filozoflara meydan okuyan ve resmî ulemaya dokunduğu ve eski hükûmetle resmen mübareze ettiği halde bütün bunlar tarafından takdir ve tahsine mazhar olan ve mahkemelerde beraat kazanan Risale-i Nur'un bu vatan ve millete temin ettiği âsâyiş ve emniyettir ki, İslâm memleketlerinde, hususan Fas'ta, Mısır ve Suriye ve İran gibi yerlerde vuku bulan dahilî karışıklıkların bu vatanda görülmemesidir. İşte, nasıl ki bu vatan ve millette Risale-i Nur-emniyet ve âsâyişin ihlâline sair memleketlerden daha ziyade esbap bulunmasına rağmen-âsâyişi temin etmesi gösteriyor ki, o Doğu Üniversitesinin tesisi, beşeri müsalemet-i umumiyeye mazhar kılacaktır. Çünkü şimdi tahribat mânevî olduğu için ona mukabil tamirci mânevî bir atom bombası lâzımdır.
İşte, bu zamanda tahribatın mânevî olduğuna ve ona karşı mukabelenin de ancak tamirci mânevî atom bombasıyla mümkün olabileceğine kat'î bir delil olarak, üniversitenin mebde' ve çekirdeği olan Risale-i Nur'un bu otuz sene içerisinde Avrupa'dan gelen dehşetli dalâlet ve felsefe ve dinsizlik hücumlarına bir sed teşkil etmesidir. O mânevî tahribata karşı Risale-i Nur tamirci ve mânevî bir atom bombası olmuş.
Üçüncüsü : Evet, Şark Üniversitesi bir merkez olarak âlem-i İslâmı ve tâ bütün Asya'yı alâkadar edecek bir mahiyet ve ehemmiyette olduğundan, altmış milyon değil, altmış milyar da masraf yapılsa elyaktır.
Yeni Ulus gazetesi muhalif olduğu için, bu meseleyi perde ederek yeni iktidarın bazı büyük memurlarından bu meseleye çalışanlara bir nevi irtica süsünü vermek istiyor. Halbuki, bu mesele en yüksek terakkî ve sulh-u umumînin medarıdır. Bu müessese bu hükûmet-i İslâmiyeye bazı şeâir-i İslâmiyeden Arabî ezan-ı Muhammedî ve din dersleri gibi pek çok kuvvet verecek. Belki bu hükûmetin istikbalinde, tarihlerde kemâl-i takdir ve tahsinle yâd edilmesine en parlak bir vesile olacaktır.
Bu meselenin ihyasıyla hasıl olan nur ve feyiz, Demokrat hükûmetin en büyük ve cihandeğer bir hizmeti olarak ebede kadar misli görülmemiş bir parlaklıkla lemean edecektir. Ve beynelmilel bir itibarı temin edecektir.
Üstadımızın hastalığı münasebetiyle hizmetinde bulunan Nur talebeleri
Emirdağ Lâhikası | Doğu Üniversitesi Hakkında Tahrifçi Bir Gazeteye Cevaptır




Heyet-i Vekileye ve Tevfik İleri'ye arz ediyoruz ki:
Şark Üniversitesi hakkında çok kıymettar hizmetinizi Üstadımıza söyledik. O dedi:
Ben hasta olmasaydım, ben de o mesele için vilâyat-ı şarkiyeye gidecektim. Ben bütün ruh u canımla Maarif Vekilini tebrik ediyorum. Hem 55 seneden beri, Medresetü'z-Zehra namında Şark Üniversitesinin tesisine çalışmak ve o üniversiteyi biri Van'da, biri Diyarbakır'da, biri de Bitlis'te olmak üzere üç tane veya hiç olmazsa bir tane Van'da tesis etmek için, Hürriyetten evvel İstanbul'a geldim. Hürriyet çıktı, o mesele de geri kaldı.
Sonra İttihatçılar zamanında Sultan Reşad'ın Rumeli'ye seyahati münasebetiyle Kosova'ya gittim. O vakit Kosova'da büyük bir İslâmî darülfünun tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem İttihatçılara, hem Sultan Reşad'a dedim ki: "Şark böyle bir darülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâmın merkezi hükmündedir."
O vakit bana vaad ettiler. Sonra Balkan harbi çıktı. O medrese yeri istilâ edildi. Ben de dedim ki: "Öyleyse o 20 bin altın lirayı Şark Darülfünununa veriniz." Kabul ettiler.
Ben de Van'a gittim. Ve bin lira ile Van gölü kenarında Artemit'te temelini attıktan sonra Harb-i Umumî çıktı. Tekrar geri kaldı.
Esaretten kurtulduktan sonra İstanbul'a geldim. Hareket-i Milliyeye hizmetimden dolayı Ankara'ya çağırdılar. Ben de gittim. Sonra dedim: "Bütün hayatımda bu darülfünunu takip ediyorum. Sultan Reşad ve İttihatçılar 20 bin altın lirayı verdiler. Siz de o kadar ilâve ediniz." Onlar 150 bin banknot vermeye karar verdiler. Ben dedim: "Bunu mebuslar imza etmelidirler."
Bazı mebuslar dediler: "Yalnız sen medrese usulüyle sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun. Halbuki şimdi garplılara benzemek lâzım." Dedim: "O vilâyat-ı şarkiye âlem-i İslâmın bir nevi merkezi hükmünde, fünun-u cedide yanında ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü, ekser enbiya şarkta ve ekser hükema garpta gelmesi gösteriyor ki, Şarkın terakkiyatı din ile kaimdir. Haşiye Başka vilâyetlerde sırf fünun-u cedide okutturursanız da, Şarkta herhalde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türke hakikî kardeşliği hissedemeyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde mecburuz."
Şimdi ben zehir hastalığıyla ziyade rahatsız vaziyette ve çok ihtiyarlık sebebiyle elli beş senelik bir gaye-i hayatımı görüp takip etmekten mahrum kaldığım gibi, Ankara'ya gidip şark terakkiyatının anahtarı olan bu müesseseye çalışanları ruh u canımla tebrik etmekten dahi mahrum kalıyorum.
Yalnız, otuz beş sene evvel Ebuzziya Matbaasında tab edilen Münazarat ve Saykalü'l-İslâmiye namındaki eserim, elbette Maarif Vekilinin nazarından kaçmamış. Benim bedelime o eser konuşsun. Ben hayatımdan ümidim kesilmiş gibiyim. Fakat o azîm üniversitenin temelleri ve esasatı ve mânevî bir programı ve muazzam bir tedrisatı nevinden, Risale-i Nur'un yüz elli risalesini kendime tevkil ediyorum. Bu vatan ve milletin istikbalinin fedakâr genç üniversite talebelerine ve maarif dairesine arz edip bu meselede muvaffakiyete mazhar olan Tevfik İleri'nin bu biçare Said'e bedel Risale-i Nur'a himayetkârâne sahip çıkmasını rahmet-i İlâhîden niyaz ediyorum.
Emirdağ Lâhikası | Heyet-i Vekileye Ve Tevfik İleri´ye Arz Ediyoruz Ki
 

kjviespe

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
25 Tem 2008
Mesajlar
68
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
"(manevi tefsr özelliğini taşır,yani Kur'anın hidayet mesajını lafza, kelimelere takılmadan doğrudan verir)"

KURAN'ın kendisi zaten yeterince açık değil mi?
Peygamberimiz doğrudan anlatamadı da
Said efendi mi analtbnliyor?
KURAN tüm müminlere apaçık şekilde inmedi mi?

ne saçmalık bu?
kardeş burda kuran dan bahsediyoruz
insan yazması TEVRAT gib bir şeyden bahsetmiyoruz
Kabbala (spirit of torah)(tevratın ruhu) mantığı değil mi şimdi bu dediğin?
sizinki de KURAN'ın ruhu oluyor öyle mi?
Kuran mahluk ya
bir de ruhu var öyle mi?

KURAN'a mahluk demeyen
mahluk dendiği dönemde itiraz eden
imam hanbeli, imam maliki gibi değerli alimlerin kanıtladıkları gerçeğe ters düşmüyor mu bu?

Bekle kardeş şu an net e girdim çıkıyorum.Akşama onuda konuşuruz.
 

نعىمة

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
2 Ara 2007
Mesajlar
2,969
Tepki puanı
3
Puanları
0
Yaş
40
Monolog kardeşim.Sen aldırma bu arkadaşlara.Sen Kuran dedikçe bunlar risale de risale derler.Kuranın yeterliliğine inanmayanlar başka kitaplarda kendini aramaya başlar.Rabbimin katında söz birdir.Rabbim asla şaşırmaz,Rabbim asla unutmaz,Bu kitapta(Kuranda) ne bir eksik ne bir fazlalık vardır.Nur üstüne nurdur o.Kitabımızda hiç bir şeyi eksik bırakmamıştır.Her türlü meselelerden en güzel örnekleri ve açıklamaları getirmiştir.Rabbimin katında rabbimin sözünden başka hangi söz daha değerlidir.Ahiretde hangi kitapdan hesaba çekileceğiz.Risalelelelerden mi?Kurandan mı?Sen ayet dedikçe onlar hadis diyecekelerdir.Sen Kuran dedikçe onlar sünnet diyeceklerdir.Sen Allahın sözü dedikçe onlar mezhep imamları diyeceklerdir,sen kuran dedikçe onlar risaleler diyeceklerdir.Onlar bizi anlamaz.Onlar hanif olarak dine kendilerini çeviremezler.Onlar kendilerine putlaştırdıkları mezhep imamlarını,öğretilerini alim saydıkları düşünürleri kendilerini ilah yaparlar,ayetleri ikinci plana atarlar.Biz bizi anlarız.Gözleri kör olanlar gibi gönüllerinin açık olduğunu sanıp gerçekten kör olanların hali nicedir.Rabbim kimseyi şaşırtmasın,,,


hadisleri risale ile bir tutma , hadisler Allah Elçisinin sözleridir, ve Kuran Kuran diyorsan Kuranda ne dediğine bak Allahın : " Kendinden konuşmaz onun söyledikleri ancak vahiydir " evet Kuran böyle diyor , Kurana bir de kulak versen ...

Nursinin risalelerinin ise Kuranla bir alakası yok ,Kuran ayetlerini saptırmaktan başka bir şey yapmıyor...

Ama sizin kafadakiler, yani hadisleri devredışı bırakmaya çalışan ve bunun yerine kendi anlayışını yerleştirmeye çalışanların Said Nursiden bir farkları yok...Kuran Kuran diyerek Kurana ters fikirler savunuyorsunuz...
 

nuri sezer

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
16 Ağu 2008
Mesajlar
191
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
39
hadisleri risale ile bir tutma , hadisler Allah Elçisinin sözleridir, ve Kuran Kuran diyorsan Kuranda ne dediğine bak Allahın : " Kendinden konuşmaz onun söyledikleri ancak vahiydir " evet Kuran böyle diyor , Kurana bir de kulak versen ...

Nursinin risalelerinin ise Kuranla bir alakası yok ,Kuran ayetlerini saptırmaktan başka bir şey yapmıyor...

Ama sizin kafadakiler, yani hadisleri devredışı bırakmaya çalışan ve bunun yerine kendi anlayışını yerleştirmeye çalışanların Said Nursiden bir farkları yok...Kuran Kuran diyerek Kurana ters fikirler savunuyorsunuz...
__________________
naime isimli şahıs burayı bari kirletme. senin ve monolog isimli şahsın bu bölümdeki hakaretlerini dinlemeye artık sabrımız kalmadı.
sen kim oluyorsun ki üstadımız hakkında ayet ve hadisleri saptırmaktan başka bir işi yoktu deme cür'etini kendinde buluyorsun.
bu kısma girip burayı bari mülevves etmeyin.
terbiyenizi takının ve en azından sünnet kısmında 11. lem'a 22.sözün son kısmını ayrıca 19. söz ve 19. mektubu ve kur'an'ın icazı hakkında 25. sözü bitarafane allah rızası için okuyun..göreceksiniz ki siz daha bu şekilde Rabbimi, Kur'an'ı ve rasulullah efendimizi bu kadar veciz ve mükemmel tarif eden daha başka bir eser mevcut değildir. bu yüzden artık küstahça iftiralarınızdan sizi vazgeçeye ve hakikat neyse merdane onu yazmaya davet ediyorum..
chp liler gibi çamur at izi kalsın mantığından artık vazgeçin.... ayrıca bu kısma sizin fikirlerinizi yazmanız için taleb mi varda gelip burayı da kirletiyorsunuz..
EDEP YAHU! EDEP. İLLA EDEP.:mad::mad::mad::mad:
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt