Kardeşim soruna cevaba geçmeden önce, Risale-i Nurun kendi lisanından, kendi tarifini dinlemeni istirham ederim.İnşaallah bu kısmı dikkatlice okursun, çünkü biliyorumki ,Bana Risalei Nurdan delil getirme dedin,saygı duyarak inan buna uymaya çalışıyorum.Fakat sadece önce nasıl bir kitaptır, kendisine söz hakkı vererek mahiyetini öğrenelim.Daha sonrada aynen benden taleb ettiğiniz gibi ,nefsimin savunmasına bile ihtiyaç kalmıyacak şekilde, yine Kuranın kendisine ait olanı ,nasıl tasdik izah ve metodlarının nasıl hak ve hakikakat olduğunu Rüyalarlada meseleler izah edilip, amel edileceğini Rabbimizin yüce Kelamından mücizevi, gayet kalbi ve derin hikmet ve hadiseleri kendinde barındıran, Yusuf suresine büyük tefsir alimi Elmalılı hocamızla birlikte müracaat ederek hep beraber öğrenmeye çalışalım,İnşaallah, ama önce birinci kısmı çok iyi okuyun lütfen.
Bediüzzaman Ve Risale-i Nur
Risale-i Nur Nedir Ve Nasıl Bir Tefsirdir?
Kur'ân'ın hakîkatlerini müsbet ilim anlayışına uygun bir tarzda izah ve ispat eden Risâle-i Nur külliyatı, her insan için en mühim mesele olan "Ben neyim? Nereden geliyorum? Nereye gideceğim? Vazifem nedir? Bu mevcudât nereden gelip nereye gidiyorlar? Mâhiyet ve hakîkatleri nedir?" gibi suâllerin cevabını vâzıh ve katî bir şekilde, çekici bir üslûp ve güzel bir ifade ile beyân edip ruh ve akılları tenvir ve tatmin ediyor.
Yirminci asrın Kur'ân felsefesi olan bu eserler, bir taraftan teknik, fen ve sanat olarak maddiyâtı, diğer taraftan îman ve ahlâk olarak mâneviyâtı câmî ve hâvî olacak Türk medeniyetinin, sadece maddiyâta dayanan sâir medeniyetleri geride bırakacağını da ispat ve îlân etmektedir.
Ecdâdımızın bir zamanlar kalblerinde yerleşen îman ve îtikad cihetiyle zemin yüzünde yüz mislinden ziyâde devletlere, milletlere karşı îmânından gelen bir kahramanlıkla mukabele etmesi, İslâmiyet ve kemâlât-ı mâneviyenin bayrağını Asya, Afrika ve yarı Avrupa'da gezdirmesi ve "Ölsem şehidim, öldürsem gaziyim" deyip ölümü gülerek karşılayarak müteselsil düşman hâdisâta karşı dayanması gibi milletçe medâr-ı iftihar âli seciyemizin bugün biz gençlerde inkişâfı, vatan ve millet menfaati bakımından ve istikbâlimizin selâmeti noktasından ne derece elzem olduğu mâlûmdur. Mutlaka her hareket ve hizmette maddî bir ücret ve şahsî menfaatler mülâhaza etmek, Türk'ün millî tarihinin şeref ve haysiyeti ile kabil-i telif olamaz. Bizler, ancak rızâ-i İlâhî için çalışıyoruz. Bizzat hizmetinde bulunmakla aldığımız telezzüz, kardeş ve vatandaşlarımıza, İslâmiyete ve insâniyete yardımda bulunabilmek mazhariyetinden gelen ebedî hayatımıza âit sürûr ve ümit, bizim bu bâbda aldığımız ve alacağımız yegâne hakîki mukabele ve ücrettir.
Risale-i Nur Nasıl Bir Tefsirdir?
Tefsir iki kısımdır:
Birisi: Malûm tefsirlerdir ki, Kur'ân'ın ibâresini ve kelime ve cümlelerinin mânâlarını beyân ve izah ve ispat ederler.
Ikinci kısım tefsir ise, Kur'ân'ın îmânî olan hakîkatlerini kuvvetli hüccetlerle beyân ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın çok ehemmiyeti var. Zâhir mâlûm tefsirler, bu kısmı bâzan mücmel bir tarzda derc ediyorlar; fakat, Risâle-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsâlsiz bir tarzda muannid feylesofları da susturan bir mânevî tefsirdir.
Risâle-i Nur sübjektif nazariye ve mütâlâalardan uzak bir şekilde, her asırda milyonlarca insana rehberlik yapan mukaddes kitabımız olan Kur'ân'ın hakîkatlerini rasyonel ve objektif bir şekilde izah edip, insâniyetin istifadesine arz edilen bir külliyattır.
Risâle-i Nur, Kur'ân âyetlerinin nurlu bir tefsiri: Baştan başa îman ve Tevhid hakîkatleriyle müberhen. Her sınıf halkın anlayışına göre hazırlanmış. Müsbet ilimlerle mücehhez. Vesveseli şüphecileri iknâ ediyor. En avâmdan en havassa kadar herkese hitap edip, en muannid feylesofları dahi teslime mecbur ediyor.
Risâle-i Nur, nurlu bir külliyat Yüz otuz eser; büyüklü küçüklü risâleler halinde. Asrın ihtiyaçlarına tam cevap verir. Aklı ve kalbi tatmin eder. Kur'ân-ı Kerîm'in yirminci asırdaki lâfzî değil, mânevî tefsiri.
İspat ediyor akla gelen bütün istifhamları, zerreden güneşe kadar îman mertebelerini, vahdâniyet-i İlahîyeyi, nübüvvetin hakîkatini...
İspat ediyor arz ve semâvâtın tabakatından, melâike ve ruh bahsinden, zamanın hakîkatinden, haşir ve âhiretin vukuundan, Cennet ve Cehennemin varlığından, ölümün mâhiyet-i asliyesinden ebedî saadet ve şekâvetin menbâına kadar. Akla gelen ve gelmeyen bütün îmânî meseleleri, en katî delillerle aklen, mantıken, ilmen ispat ediyor. Pozitif ilimlerin müşevviki. Riyâzî meselelerden daha katî delillerle aklı ve kalbi iknâ edip, merakları izâle eden bir şâheser...
Az miktarda bastınlabilen, hiçbir ticarî gaye ve zihniyetle çalışılmayarak bâyilere dahi verilmeyen bu eserlerin geliri, mütebâki eserlerin tâb'ına hasredilecektir.
Büyük bir titizlik ve hassâsiyetle üzerinde durduğumuz mühim bir husus da, Risâle-i Nur'un lâyık ellere geçmesi ve onun hakîki fiyatı olarak en az yirmi beş kişinin istifade etmesinin temin edilmesidir.
Bu mânevî tefsir, Sözler, Mektûbât, Lem'alar, Şuâlar diye dört büyük kısımdan müteşekkil olup, yekûnu yüz otuz risâledir.
Tarihçe-i Hayat | Sekizinci Kısım : Isparta Hayatı
Risâle-i Nur, tarîkat değil, hakîkattir; ây'ât-ı Kur'âniyeden tereşşuh eden bir nurdur. Ne Şarkın ulûmundan ve ne de Garbın fünûnundan alınmış değil, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın bu zamana mahsus bir i'câz-ı mânevîsidir; menfaat-i şahsiye yoktur.
Kastamonu Lâhikası, s. 150.
Tarih: Sal Eyl 09, 2008 7:15 pm Mesaj konusu: Risâle-i Nur'dan, "Risâle-i Nur nedir" Suâline Cvp
--------------------------------------------------------------------------------
Eski Harb-i Umûmiden evvel ve evâilinde, bir vâkıâ-i sâdıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ, müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır.
Dedim: "Ana korkma; Cenâb-ı Hakkın emridir. O Rahîm'dir ve Hakîm'dir."
Birden, o hâlette iken baktım ki, mühim bir zât banâ âmirâne diyor ki: "İ'câz-ı Kur'ân'ı beyân et."
Uyandım, anladım ki bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılâptan sonra, Kur'ân etrâfındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya, Kur'ân, kendi kendini müdâfaa edecek. Ve Kur'ân'a hücum edilecek; i'câzı, onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'câzın bir nevini şu zamanda izhârına, haddimin fevkınde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.
Barla Lahikası, s. 9.
Risâle-i Nur doğrudan doğruya Kur'ân'ın bâhir bir bürhânı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem'a-i i'câz-ı mânevisi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâı ve mâden-i ilm-i hakîkatten mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i mâneviyesidir.
Şuâlar, s. 577.
Lillâhilhamd, Risâle-i Nur, bu asrı, belki gelen istikbâli tenvir edebilir bir mu'cize-i Kur'âniye olduğunu çok tecrübeler ve vâkıalar ile körlere de göstermiş.
Kastamonu Lahikası, s. 6.
Risâle-i Nur'un kitapları birbirine tercih edilmez. Herbirinin, kendi makâmında riyâseti var ve bu zamanı tenvir eden bir mu'cize-i mâneviye-i Kur'âniyedir.
Evet, bu asrın ehemmiyetli ve mânevî ve ilmî bir mürşidi olan Risâle-i Nur, heyet-i mecmuası, sâir şahsî büyük mürşidler gibi kendine muvâfık ve hakikat-i ilmiyeye münâsip olarak, birkaç nevîde ve bilhassa hakâik-ı îmâniyenin izhârında, intişârında azîm kerâmetleri olduğu gibi, üç kerâmet-i zâhiresi bulunan Mu'cizât-ı Ahmediye, Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz ve Âyetü'l-Kübrâ gibi risâleleri dahi, herbiri kendine mahsus kerâmetleri bulunduğunu çok emâreler ve vâkıalar bana katî bir kanaat vermiş. Hattâ sekerâtta bulunan talebelerine imânını kurtarmak için bir mürşid gibi yetiştiğine müteaddit vâkıalar şüphe bırakmıyor-Bir saat tefekkür, bir sene ibâdet-i nâfile hükmünde, bir misâli Nurun Hizb-i Ekberi'dir diye müşâhede ettim ve kanaat getirdim.
Kastamonu Lâhikası, s. 9.
Risâle-i Nur, tarîkat değil, hakîkattir; ây'ât-ı Kur'âniyeden tereşşuh eden bir nurdur. Ne Şarkın ulûmundan ve ne de Garbın fünûnundan alınmış değil, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın bu zamana mahsus bir i'câz-ı mânevîsidir; menfaat-i şahsiye yoktur.
Kastamonu Lâhikası, s. 150.
Risâle-i Nur sâir telifât gibi, ulûm ve fünundan ve haşka kitaplardan alınmamış. Kur'ân'dan başka me'hazı yok, Kur'ân'dan başka üstâdı yok, Kur'ân'dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur'ân'ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur'ânîden ve âyâtının nücümundan, yıldızlarından iniyor, nüzûl ediyor.
Sikke-i Tasdîk-ı Gaybi, s. 79
Kur'ân-ı Hakîmin sırr-ı i'câzıyla hakîki bir tefsiri olan Risâle-i Nur, bu dünyada bir mânevi Cehennemi, dalâlette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada mânevî bir Cennet bulunduğunu ispat ediyor ve gü nahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elim elemleri gösterip hasenât ve güzel hasletlerde ve hakâik-ı şeriatın amelinde Cennet lezâizi gibi mânevi lezzetler. bulunduğunu ispat ediyor. Sefâhet ehlini ve dalâlete düşenleri o cihetleaklı başında olanlarını-kurtarıyor.
Âyetü'l-Kübrâ, s. 192
"Neden, senin Kur'ân'dan yazdığın Sözler'de bir kuvvet, bir tesir var? Ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nâdiren bulunur. Bâzan bir satırda, bir sayfa kadar kuvvet var; bir sayfada bir kitap kadar tesir bulunuyor."
Elcevap: Güzel bir cevaptır. Şeref, i'câzı Kur'ân'a âit olduğundan ve bana âit olmadığından, bilâpervâ derim: Ekseriyet itibâriyle öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir; teslim değil., imanda mârifet değil, şehâdettir, şuhuddur; taklit değil, tahkîktir; iltizam değil, iz'andır; tasavvuf değil, hakikattir; dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır.
Şu sırrın hikmeti budur ki:
Eski zamanda, esâsât-ı imâniye mahfuzdu, teslim kavi idi. Teferruâtta, âriflerin mârifetleri delilsiz de olsa, beyânâtları makbul idi. Fakat, şu zamanda dalâlet-i fenniye, elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur'ân-ı Kerim'in en parlak mazhar-ı i'câzından olan temsilâtından bir şûlesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur'ân'a âit yazılarıma ihsan etti. Felillâhilhamd, sırr-ı temsil dürbünüyle en uzak hakikatler gâyet yakın gösterildi. Hem, sırr-ı temsil cihetü'l-vahdetiyle en dağınık meseleler toplattırıldı. Hem, sırr-ı temsil merdiveniyle en yüksek hakîkate kolaylıkla yetiştirildi. Hem, sırr-ı temsil penceresiyle hakâik-ı gaybiyeye, esâsâtı İslâmiyeye şuhûda yakın bir yakîn-i îmâniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.
Elhasıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur'âniyenin lemeâtındandır. Benim hissem yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gâyet aczimle tazarrûumdur. Dert benimdir, devâ Kur'ân'ındır.
Mektûbat, s. 365
Müceddid-i Elf-i Sânî İmâm-ı Rabbâni Ahmed-i Fârukî ders verirken diyordu: "Bütün tarikatlerin en mühim neticesi hakâik-ı imâniyenin inkişâfıdır. Ve birtek mesele-i imâniyenin vuzuh ile inkişâfı, bin kerâmâta ve ezvâka müreccahtır." Hem, diyordu: "Eski zamanda büyük zâtlar demişler ki, `Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ulemâsından birisi gelecek, bütün hakâik-ı îmâniye ve İslâmiyeyi delâil-i akliye ile kemâl-i vuzuhla ispat edecek. Ben istiyorum ki, ben o olsam, belkiHaşiye o adamım diye. Îman ve Tevhid, bütün kemâlât-ı insâniyenin esâsı, mâyesi, nûru, hayatı olduğunu ve 1 düsturu, tefekkürât-ı îmâniyeye âit bulunması ve Nakşî tarikatinde hafî zikrin ehemmiyeti ise, bu çok kıymettar tefekkürün bir nevi olmasıdır" diye tâlim ederdi. Mâdem bu kahraman imam böyle diyor ve mâdem bir zerre kuvvet-i îmâniyenin ziyâdeleşmesi bir batman mârifet ve kemâlâttan daha kıymetlidir ve yüz ezvâkın balından daha tatlıdır; ve mâdem bin seneden beri îman ve Kur'ân aleyhinde terâküm eden Avrupa feylesoflarının îtirazları ve şüpheleri yol bulup ehl-i îmâna hücum ediyor ve bir saadet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir Cennet-i dâimenin anahtarı, medârı, esâsı olan erkân-ı imâniyeyi sarsmak istiyorlar; elbette herşeyden evvel îmânımızı taklitten tahkîka çevirip, kuvvetlendirmeliyiz.
Âyetü'l-Kübrâ, s.139-140.
Kur'ân'dan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız akli mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, rûhî, halî mesâil-i imâniyedir. Ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlâhiye hükmündedirler.
Mektûbât, s. 340.
Evliyâ dîvanlarını ve ulemânın kitaplarını çok mütâlâa eden bir kısım zâtlar tarafından soruldu: "Risâleti'n-Nur'un verdiği zevk ve şevk ve îman ve iz'an onlardan çok kuvvetli olmasının sebebi nedir?"
Elcevap: Eski mübârek zâtların ekseri divanları ve ulemânın bir kısım risâleleri imânın ve mârifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında îmânın esâsâtına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı îman sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir sûrette taarruz var.
O dîvanlar ve risâlelerin çoğu has mü'minlere ve fertlere hitap ederler; bu zamanın dehşetli taarruzunu def edemiyorlar. Risâleti'n-Nur ise, Kur'ân'ın bir mânevi mu'cizesi olarak imânın esâsâtını kurtarıyor ve mevcut imandan istifâde cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile, imânın ispatına ve tahkîkine ve muhâfazasına ve şübehâttan kurtarmasına hizmet ettiğinden, herkese bu zamanda ekmek gibi, ilâç gibi lüzümu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar.
O divanlar derler ki: "Veli ol, gör. Makâmata çık, bak; nurları. feyizleri al."Risâleti'n-Nur ise der: "Her kim olursan ol; bak, gör, yalnız gözünü aç, hakikati müşâhede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan îmânını kurtar."
Risâleti'n-Nur, en evvel tercümânının nefsini iknâa çalışır, sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmâresini tam iknâ eden ve vesvesesini tamamen izâle eden bir ders, gâyet kuvvetli ve hâlistir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı mânevi-i dalâlet karşısında tek başıyla gâli-bâne mukâbele eder.
Hem, Risâleti'n-Nur sâir ulemânın eserleri gibi yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliyâ misillü, yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizâcı ve ruh ve sâir letâifin teâvünü ayağıyla hareket ederek evci âlâya uçar, taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişınediği yerlere çıkar, hakâik-ı imâniyeyi kör gözüne de gösterir.
Kastamonu Lâhikası, s. 10
Risâle-i Nur, sâir ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki imân-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve mârifetlere benzemez, akıldan başka çok letâif-i insâniyenin de kuvvet ve nurlarıdır.
Sikke-i Tasdîk-ı Gaybi, s. 143