Hatice-tül Kübra
Kayıtlı Kullanıcı
İNSANIN, her canlı gibi, algıladığı etkiye tepki veren bir varlık olduğunu hepimiz biliyoruz. Tepkilerimiz öfkelenmek, bağırmak, içe atmak, kızmak, küsmek vs. tarzında olabilmekte. Günlük hayat içinde yaşadığımız kimi olaylar nedeniyle bazen kendimize bazen de çevremizdeki insanlara kızarız. Sinirleniriz. Çoğu zaman bu kızgınlığı nefret kademesine bile taşıyabiliriz. Öyle ki çocukluğumuzda veya ilk gençlik yıllarımızda yaşadığımız bir kızgınlığın şuuraltı etkilerini bu güne bile taşımış olabiliriz.
İster geçmişten kaynaklansın isterse bu günden, bir insana veya kendimize kızmak, o negatif duyguyu sürekli beslemek, bizi belli bir duyguya esir kılmak demektir. O duyguyla hareket etmek yazımızda da açıklayacağımız gibi bizlere çok şey kaybettirir. Bu nedenle kızgınlıkları şuurlu bir şekilde ele almak, bu negatif duygunun bizden esirgediklerini anlamak, varlıksal gelişimimiz açısından bir öneme sahiptir.
Neden Bağışlamalıyız?
Kızdığımız bir insanı bağışlamak, aslında insanın kendini özgürleştirmesidir. İnsanın özgürleşmesiyle birlikte vesveselerin, içsel konuşmaların durdurulması enerji tasarrufu sağlar. Bu tasarruf varlıksal gelişimimiz açısından büyük bir kıymettir.
Tarih boyunca yöntemleri bilinegelen “Kendini Tanıma” meselesinde atılacak adımlardan biri, insanı enerji tükettiren alışkanlıklarından kurtarmaktır. Bunların bazıları; alınganlık, gereksiz acelecilik, sinirlilik, nahoş duygular üretmek, gereksiz şeyleri merak edip gereksiz yere konuşmak, dedikodu yapmak, beklentilerin esiri olmak, korkmak, kendine acımak, affedememek vs. dir.
Bu alışkanlıkları terkeden birey karşılığında çok değerli bir hazineyi, yani kozmik enerjilerin dönüştürücüsü olan bedeninin üretmeyi bildiği ince enerjileri biriktirmeye başlar. Biriktirdiği enerjiyle; gerçekte kim olduğunu hatırlamaya, niçin yaşadığını ve bedenlenmekteki amacının ne olduğunu anlamaya, hissetmeye ve incelemeye başlayabilir. Farkındalığı ve algılayışı artar. Daha şuurlu bir yaşamı organize etmeye başlayabilir.
Örneğin affedememek nedeniyle doğan nahoş duygular sayesinde zihinsel olarak konuşup durmak, karşı tarafa veya kendine lanetler yağdırıp mağdur olma psikolojisine bürünerek kendine acımak, haksızlığa uğradığımızı düşünmek, “ben bunu hak etmemiştim” diyerek ha bire içsel saldırılarda bulunmak, ürettiğimiz ve dönüştürücü gücüne mutlak ihtiyaç duyduğumuz ince enerjileri çar çur etmektir. Bedenimiz, kozmik anlamda kaba olan enerjileri alıp onları daha ince enerjilere dönüştüren bir kimya fabrikası gibidir. İnce enerjiler üretmenin temel nedeni ise yüksek şuur hâllerinin yaşanması ve merkezlerin doğru çalışması içindir.
Bir insanı niçin affetmemiz gerekir? Çünki o insana kızmış veya kırılmışızdır. Peki bir insana niçin kızarız? Bu soruya pek çok yanıt verilebilir. Kızmakta haklı da olabiliriz haksız da. Aslında mesele haklı veya haksız olmamız değildir. Asıl mesele kızdıkça tükettiğimiz enerjilerle neleri kaçırdığımızın farkında olamayışımızdır. Üstelik çoğu zaman kızgınlığımızın altında yatan neden son derece basit bir yanlış anlama da olabilir, gereksiz bir alınganlık ta. Kaale alınma isteği de olabilir, ben merkezci yaklaşımımıza karşı çıkılması da. Beklentilerimize ters düşülmesi de olabilir, bencilliğimiz de.
Özellikle geçmiş zamanlarda yaşanılan bir olayın kızgınlığını hala sürdürüyorsak orada affedilmeyi bekleyen bir insan var demektir. Bu insan ya bir başkası ya da kendimizizdir. Kızdığımız kim olursa olsun bu hatırlama-kızma ilişkisini beslediğimiz sürece o ana, o andaki negatif duygulara, o andaki saldırgan eğilimlerimize, o andaki pasif kalışımıza ya da karşı tarafa niçin şunu şunu söyleyemedimlere, keşke öyle değil de böyle deseydimlere kanca atmayı sürdürmeye devam ederiz.
Bu kanca atış, tüketilen enerji nedeniyle bu anı ve anın getirdiklerini algılayamama, kendimize değişim için gerekli olan şansları tanımama ve içten içe kemiren bir kurdu besleme eylemidir. Değişim için gerekli yakıtı boşu boşuna harcama eylemidir. Geçmiş geçmişte kalmıştır. Geri gelmesi mümkün olmayan anlara böylesine takılıp kalmak bize ne kazandırır? Zaman, o ilahi kozmik enerji her insanı değiştirir. Zamanın değiştirici etkisine boyun eğmeyen varlık olabilir mi? Dünkü biz bugünkü biz miyiz? Dünkü onlar aynı insanlar mı?
Her şey şuurun tezahürü değil mi? Her insan içinde bulunduğu anda kendi şuurunun zirvesini yaşamıyor mu? Kendi şuurunun zirvesi gereği öyle davranan ve bu davranışı bize denk düşmeyen bir varlığı yargılamak mı önemlidir? Yoksa “varlık kardeşim veya geçmişteki kızdığım ben, o anda öyle bir hâldeydik ki meseleyi daha yukarılardan göremedik” diye bağışlamak mı? “Benim içinde bulunduğum realite o zaman öyleydi, onun da içinde bulunduğu realite öyle davranmasını gerektirdi” diye hoşgörüyle bakabilmek ve geçmişten kendimizi çekip almak kendimiz ve çevremiz için önemli bir sorumluluktur.
En önemli eksiklerimizden biri kendimizi her zaman şuurlu ve tek bir ‘ben’ olarak görme yanılsaması ve yorumda aceleciliktir. Kendimizi bilge bir insanmış gibi görme ve diğerlerini yargılama aczine düşmemizdir. Uyurgezerler içinde kendimizi uyanık zannetme yanılgımızdır. Hepimiz uykudayız. Anlık uyanışları süreli zannediyoruz. Anlık flaşların hep patladığını zannediyoruz. Hayır biz bedende uyumaktayız. Üstelik bir bedende bir çok “ben” yaşatıyoruz. Bu gereksiz ve yanlış güdülemelerden beslenen, ben’lerden birinin hoşnut olmadığı bir durumun faturasını diğer bütün ‘ben’lere de ödetiyoruz.
Bir olay, hele hele iki kişi arasında yaşanan bir olay sadece karşı tarafın iradesiyle gerçekleşebilir mi? Gerçekleşen olayda belki de asıl sorgulanması gereken kendi tavrımız olamaz mı?
Elisabeth Kübler Ross ve David Kessler, “Yaşam Dersleri” adlı eserlerinde şöyle söylüyorlar. “Bütün bir hayat yaşayabilmemiz için bağışlamamız gerekir. Bağışlama acılarımızı ve yaralarımızı iyileştirmenin yoludur. Hepimiz incinmişizdir. Doğruyu söylemek gerekirse büyük bir olasılıkla başkalarını da incitmişizdir. Sorun bu incinmenin yaşanması değildir, bizim bunu bağışlayamamamız ya da bunu unutamayacak olmamızdır. İncinmeye devam eden şey bu acıdır.“
Çeşitli nedenlerle zihinsel süreçte yaşanan içsel konuşmalar bize en çok enerji kaybettiren davranışlarımızın başında gelir. Bu durum aslında, kendi güçsüzlüğümüzü ilan etmek ve yaşamsal sorumluluklarımızdan kaçmak, yaşadığımız olayların sorumluluğunu başkalarına yüklemektir. Gün, ay ve yıllar içinde bu ve benzeri olaylarla ha bire kurban psikolojisini yaşayıp enerji tüketip dururuz.
Kızdığımız her durumda hep başkalarını suçlamak olaydaki sorumluluğumuzu görmemeye direnmek değil midir? Yapılması gereken şey “ben nerede hata yapıyorum? Niçin o insana hala kızıp duruyorum? Neden onu affedemiyorum? Gerçekten o mu hatalıydı yoksa ben mi? Hangi yanlış tavrım bu olayı yaşamama neden oldu” diye sorgulamalara gidip içimizdeki bariyeri ortadan kaldırmaya kalkışmak gerekmez mi?
Dr. Henry Cloud ve Dr. John Townsend, birlikte kaleme aldıkları kitaplarında bağışlamayla ilgili şunları dile getirmektedirler.
“Birisini bağışlamak; onu kancadan kurtarmak veya size olan bir borcunu iptal etmek demektir. Birisini bağışlamayı reddettiğinizde, hâlâ o kişiden bir şey istemektesinizdir ve eğer istediğiniz intikam dahi olsa, bu sizi ona sonsuza dek bağlı kılar.
Bağışlamadığınız sürece, sizi inciten birisinden, yalnızca yaptığı bir şeyi itiraf etmesi de olsa, vermek istemediği bir şeyi talep etmektesinizdir. Bu, onu size “bağlar”. Hala kızgınlık duygusu ürettiğiniz bireyi affedin gitsin. Onu serbest bırakırsanız, asıl siz özgür olacaksınız.
Bağışlamak, silmek demektir. Vazgeçmek. Hesabı yırtmak. Hesabı, “iptal etmek”tir. Bağışlamamak, kendimize yapabileceğimiz en tahripkar harekettir. Çünki, içsel olarak gücünüzü başkalarının denetlemesine izin vermektir.
Affetmek, çekmekte olduğunuz acıyı dindirip, yüreğinizi buran geri ödeme talebini ortadan kaldırır. Affetmek, geçmişteki pasif istekler yerine, şimdiki zamanda girişimci davranışa götürebilir.
Bağışlamak çok zordur ama bunu başarabilmek, geçmişten; sizi inciten ve istismar edenden kurtulmaktır.
Ödenmemiş bir hesap peşinde koşmayın. Bırakın gitsin; siz de neye ihtiyacınız varsa, onu Tanrı’dan ve verebilecek kişilerden isteyin. Bu daha iyi bir yaşam olur. Bağışlayamadığınız sürece geçmişte kalmanızı isteyen, asla gerçekleşmeyecek şeyleri bir araya toplamaya çalışan dirence dikkat edin.
Asıl değişmesi gereken kişinin, kendiniz olduğunu görme direncinize cesaretle karşı durun. Kendinizle yüzleşmeniz hayati önem taşır. Kendinize bakarak sorunun sizin dışınızda olmasını isteme iç direncinizle yüzleşmelisiniz.
Bağışlayıcılık, yüreğimizle yaptığımız bir şeydir. Artık onu suçlamayız. O, arınmıştır. Bağışlayıcılık için, bir tek taraf gereklidir: Ben. Bana borcu olan kişinin, benim bağışlayıcılığımı istemesi gerekmez. Bu benim yüreğimdeki bir lütuf meselesidir. Kendi irademizde olan ve hayatlar boyu bize pozitif katkılar sağlayacak olan bir adımı atıp bağışlamayı seçebiliriz.”
Sonuç:
Bağışlayıcılık, sevgiyle çevrelemeye gayret etmemiz gereken zihin bahçemizi, içten içe kemirip duran düşünce parazitlerinden kurtarmaktır. Bağışlayıcılık, bize daha güçlü, daha zengin ve daha özgür insanlar olabilmek için gerekli olan içsel ve pozitif desteği verir. Pozitif desteğin verdiği özgürlük bizleri sorumlulukla ve akıllıca davranmaya yönlendirir. Aksi takdirde zihinsel süreçlerdeki tahripkar ilişki yıllar boyu sürebilir. DEĞER Mİ?
Arkadaşları, sevdikleri veya vazifesi uğruna yaşamını ortaya koymaktan daha büyük sevgi yoktur. Bu birbirine hizmet etmek demektir. Ancak bunun özgürlük içinde yapılması gerekir. Bireyin özgürleşebilmesini sağlayacak olan “kendini tanıma” sürecinde, affedebilmek bu nedenle önemlidir. Elbette ki “kendini tanıma” sadece affetmek üzerine inşaa edilen bir süreç değildir.
Manevi yaşamı zengin insanlar içerden dışarıya doğru şefkatlidir, dıştan şefkatli ve içten öfkeli değildir. Öyleyse içimizdeki öfkeyi nötralize edemeden, kızıp durduğumuz insanı veya insanları affedemeden şefkati nasıl besleriz?
Pek çok nedenle pek çok insana kızgın ve kırgın olabiliriz. Kızgınlığımızın nedeni sıradan bir olay olabileceği gibi gerçekten travmatik bir olay da olabilir. Yalan söylendiği için, davet almadığımız için, işten atıldığımız için, tacize uğradığımız için, anlaşılmayı beklerken anlaşılamadığımızı düşündüğümüz için, yanlış anlaşıldığımızı zannettiğimiz için, istediğimiz borç paranın verilmediği için, birileri tarafından terkedildiğimiz için, maddi veya manevi olarak sömürüldüğümüzü düşündüğümüz için vs. birilerine kızgın olabiliriz.
Her ne türden olursa olsun kızgınlık kendi kendini yiyip bitirmektir. Kızgınlığı sürdürüp affetmemek, o olayın üstünden yıllar geçmesine rağmen, kızgınlıkla yapageldiğimiz içsel konuşmaları yıllara yaymaktır. Yıllar boyu o olaya çengel atıp içten içe kavga edip durmaktır. Olayı unutmuş gibi davransak bile o olayı anımsatan her durumda aynı şiddetli kızgınlığı yeniden hissetmek ve enerji tüketmeye devam etmektir. Affedememek ıstırap çekmektir.
İşte bu noktada uyanmak, şuurlu bir şekilde olaydaki olası sorumluluğumuzu üstlenmek, “eyvallah hata yaptım ve bunu yaşadım”, ya da “gerçekten masumdum ama bu durum başıma geldi, artık tüm bunları geçmişte bırakıyorum, kendimi ve diğerlerini affediyor ve özgürleştiriyorum” diyebilmeyi içselleştirmek ve bunun pozitif sonuçlarını yaşar duruma gelmek kendi elimizdedir.
Affetmeyi kimse bizim yerimize yapamacağına göre bunu bizim yapmamız gerekir. Mesele yaşadığımız bir olayı değiştiremeyeceğimize göre olayı değerlendiren bakışımızı, anlayışımızı değiştirmeye bağlıdır. Anlayışımızın değişmesi, bağışlayıcılığı ve hoşgörüyü beraberinde getirir. Enerji tüketme alışkanlıklarımızı yavaş yavaş terkederek enerjiyi biriktiren bireyler olmaya yönlendirir. Bu ise gerçek pozitifliğe adım atmak, sevgi enerjisini bünyemizde toplayabilmek ve yayabilmek olgunluğuna yaklaştırır.
Kendimizi ve insanları sevebilmek Evreni sevebilmekle özdeştir. Bu koskocaman ve mükemmel yasalarla idare edilen Kâinat içinde, takılıp kaldığımız ve hem kendimizi hem de çevremizi yiyip bitirmeye yönelik olan davranışlarımızın aczini görebilmek için de çar çur ettiğimiz ince enerjilere ihtiyacımız vardır.
Kadim öğretiler “insanı ıstırapları olgunlaştırır” der. Çünki ıstıraplarımız, varlığa gelen dış tesirlerdir ve şuur bu tesirlere hâkim olmak için gücünü artırmaya uğraşır. Hâkim olmayı başardığı gün, o tesirden kaynaklanan ıstırap da kendiliğinden sona erer. İşte affedebilmek, bunu başarabilmek için çaba sarfetmek ve ıstırabı dindirmek, aslında bir tesire hâkim olabilmek için gereklidir. Istıraplardan gerekli tesiri çekebilmek daha üstün bir şuur seviyesine yükselebilme şansını yakalamaktır.
Bir tesire hakim olabilmek için yılları harcamak mı gerekir? Affetmediğimiz sürece enerji tüketip durmayı dolayısıyla ıstırabı yıllara yaymak mı gerekir?
Istırap, yüklediği tesirle, derin şuurumuza uzanmamıza vesile olup ilâhi amacı sezinlememizi sağlayan şoklardan biridir sadece. Demek ki mesele, kızıp durmak değil o ıstırabın sunacağı bilgiyle kendimizi özgürleştirmektir. Bu, özgürlükle henüz işimizin bitmediğini, halletmemiz gereken başka şeylerin de olduğunu kavrayabilmek ve tekâmül yolunda ilerlemeyi otomatik hâlden şuurlu hâle taşıyabilmek demektir
İster geçmişten kaynaklansın isterse bu günden, bir insana veya kendimize kızmak, o negatif duyguyu sürekli beslemek, bizi belli bir duyguya esir kılmak demektir. O duyguyla hareket etmek yazımızda da açıklayacağımız gibi bizlere çok şey kaybettirir. Bu nedenle kızgınlıkları şuurlu bir şekilde ele almak, bu negatif duygunun bizden esirgediklerini anlamak, varlıksal gelişimimiz açısından bir öneme sahiptir.
Neden Bağışlamalıyız?
Kızdığımız bir insanı bağışlamak, aslında insanın kendini özgürleştirmesidir. İnsanın özgürleşmesiyle birlikte vesveselerin, içsel konuşmaların durdurulması enerji tasarrufu sağlar. Bu tasarruf varlıksal gelişimimiz açısından büyük bir kıymettir.
Tarih boyunca yöntemleri bilinegelen “Kendini Tanıma” meselesinde atılacak adımlardan biri, insanı enerji tükettiren alışkanlıklarından kurtarmaktır. Bunların bazıları; alınganlık, gereksiz acelecilik, sinirlilik, nahoş duygular üretmek, gereksiz şeyleri merak edip gereksiz yere konuşmak, dedikodu yapmak, beklentilerin esiri olmak, korkmak, kendine acımak, affedememek vs. dir.
Bu alışkanlıkları terkeden birey karşılığında çok değerli bir hazineyi, yani kozmik enerjilerin dönüştürücüsü olan bedeninin üretmeyi bildiği ince enerjileri biriktirmeye başlar. Biriktirdiği enerjiyle; gerçekte kim olduğunu hatırlamaya, niçin yaşadığını ve bedenlenmekteki amacının ne olduğunu anlamaya, hissetmeye ve incelemeye başlayabilir. Farkındalığı ve algılayışı artar. Daha şuurlu bir yaşamı organize etmeye başlayabilir.
Örneğin affedememek nedeniyle doğan nahoş duygular sayesinde zihinsel olarak konuşup durmak, karşı tarafa veya kendine lanetler yağdırıp mağdur olma psikolojisine bürünerek kendine acımak, haksızlığa uğradığımızı düşünmek, “ben bunu hak etmemiştim” diyerek ha bire içsel saldırılarda bulunmak, ürettiğimiz ve dönüştürücü gücüne mutlak ihtiyaç duyduğumuz ince enerjileri çar çur etmektir. Bedenimiz, kozmik anlamda kaba olan enerjileri alıp onları daha ince enerjilere dönüştüren bir kimya fabrikası gibidir. İnce enerjiler üretmenin temel nedeni ise yüksek şuur hâllerinin yaşanması ve merkezlerin doğru çalışması içindir.
Bir insanı niçin affetmemiz gerekir? Çünki o insana kızmış veya kırılmışızdır. Peki bir insana niçin kızarız? Bu soruya pek çok yanıt verilebilir. Kızmakta haklı da olabiliriz haksız da. Aslında mesele haklı veya haksız olmamız değildir. Asıl mesele kızdıkça tükettiğimiz enerjilerle neleri kaçırdığımızın farkında olamayışımızdır. Üstelik çoğu zaman kızgınlığımızın altında yatan neden son derece basit bir yanlış anlama da olabilir, gereksiz bir alınganlık ta. Kaale alınma isteği de olabilir, ben merkezci yaklaşımımıza karşı çıkılması da. Beklentilerimize ters düşülmesi de olabilir, bencilliğimiz de.
Özellikle geçmiş zamanlarda yaşanılan bir olayın kızgınlığını hala sürdürüyorsak orada affedilmeyi bekleyen bir insan var demektir. Bu insan ya bir başkası ya da kendimizizdir. Kızdığımız kim olursa olsun bu hatırlama-kızma ilişkisini beslediğimiz sürece o ana, o andaki negatif duygulara, o andaki saldırgan eğilimlerimize, o andaki pasif kalışımıza ya da karşı tarafa niçin şunu şunu söyleyemedimlere, keşke öyle değil de böyle deseydimlere kanca atmayı sürdürmeye devam ederiz.
Bu kanca atış, tüketilen enerji nedeniyle bu anı ve anın getirdiklerini algılayamama, kendimize değişim için gerekli olan şansları tanımama ve içten içe kemiren bir kurdu besleme eylemidir. Değişim için gerekli yakıtı boşu boşuna harcama eylemidir. Geçmiş geçmişte kalmıştır. Geri gelmesi mümkün olmayan anlara böylesine takılıp kalmak bize ne kazandırır? Zaman, o ilahi kozmik enerji her insanı değiştirir. Zamanın değiştirici etkisine boyun eğmeyen varlık olabilir mi? Dünkü biz bugünkü biz miyiz? Dünkü onlar aynı insanlar mı?
Her şey şuurun tezahürü değil mi? Her insan içinde bulunduğu anda kendi şuurunun zirvesini yaşamıyor mu? Kendi şuurunun zirvesi gereği öyle davranan ve bu davranışı bize denk düşmeyen bir varlığı yargılamak mı önemlidir? Yoksa “varlık kardeşim veya geçmişteki kızdığım ben, o anda öyle bir hâldeydik ki meseleyi daha yukarılardan göremedik” diye bağışlamak mı? “Benim içinde bulunduğum realite o zaman öyleydi, onun da içinde bulunduğu realite öyle davranmasını gerektirdi” diye hoşgörüyle bakabilmek ve geçmişten kendimizi çekip almak kendimiz ve çevremiz için önemli bir sorumluluktur.
En önemli eksiklerimizden biri kendimizi her zaman şuurlu ve tek bir ‘ben’ olarak görme yanılsaması ve yorumda aceleciliktir. Kendimizi bilge bir insanmış gibi görme ve diğerlerini yargılama aczine düşmemizdir. Uyurgezerler içinde kendimizi uyanık zannetme yanılgımızdır. Hepimiz uykudayız. Anlık uyanışları süreli zannediyoruz. Anlık flaşların hep patladığını zannediyoruz. Hayır biz bedende uyumaktayız. Üstelik bir bedende bir çok “ben” yaşatıyoruz. Bu gereksiz ve yanlış güdülemelerden beslenen, ben’lerden birinin hoşnut olmadığı bir durumun faturasını diğer bütün ‘ben’lere de ödetiyoruz.
Bir olay, hele hele iki kişi arasında yaşanan bir olay sadece karşı tarafın iradesiyle gerçekleşebilir mi? Gerçekleşen olayda belki de asıl sorgulanması gereken kendi tavrımız olamaz mı?
Elisabeth Kübler Ross ve David Kessler, “Yaşam Dersleri” adlı eserlerinde şöyle söylüyorlar. “Bütün bir hayat yaşayabilmemiz için bağışlamamız gerekir. Bağışlama acılarımızı ve yaralarımızı iyileştirmenin yoludur. Hepimiz incinmişizdir. Doğruyu söylemek gerekirse büyük bir olasılıkla başkalarını da incitmişizdir. Sorun bu incinmenin yaşanması değildir, bizim bunu bağışlayamamamız ya da bunu unutamayacak olmamızdır. İncinmeye devam eden şey bu acıdır.“
Çeşitli nedenlerle zihinsel süreçte yaşanan içsel konuşmalar bize en çok enerji kaybettiren davranışlarımızın başında gelir. Bu durum aslında, kendi güçsüzlüğümüzü ilan etmek ve yaşamsal sorumluluklarımızdan kaçmak, yaşadığımız olayların sorumluluğunu başkalarına yüklemektir. Gün, ay ve yıllar içinde bu ve benzeri olaylarla ha bire kurban psikolojisini yaşayıp enerji tüketip dururuz.
Kızdığımız her durumda hep başkalarını suçlamak olaydaki sorumluluğumuzu görmemeye direnmek değil midir? Yapılması gereken şey “ben nerede hata yapıyorum? Niçin o insana hala kızıp duruyorum? Neden onu affedemiyorum? Gerçekten o mu hatalıydı yoksa ben mi? Hangi yanlış tavrım bu olayı yaşamama neden oldu” diye sorgulamalara gidip içimizdeki bariyeri ortadan kaldırmaya kalkışmak gerekmez mi?
Dr. Henry Cloud ve Dr. John Townsend, birlikte kaleme aldıkları kitaplarında bağışlamayla ilgili şunları dile getirmektedirler.
“Birisini bağışlamak; onu kancadan kurtarmak veya size olan bir borcunu iptal etmek demektir. Birisini bağışlamayı reddettiğinizde, hâlâ o kişiden bir şey istemektesinizdir ve eğer istediğiniz intikam dahi olsa, bu sizi ona sonsuza dek bağlı kılar.
Bağışlamadığınız sürece, sizi inciten birisinden, yalnızca yaptığı bir şeyi itiraf etmesi de olsa, vermek istemediği bir şeyi talep etmektesinizdir. Bu, onu size “bağlar”. Hala kızgınlık duygusu ürettiğiniz bireyi affedin gitsin. Onu serbest bırakırsanız, asıl siz özgür olacaksınız.
Bağışlamak, silmek demektir. Vazgeçmek. Hesabı yırtmak. Hesabı, “iptal etmek”tir. Bağışlamamak, kendimize yapabileceğimiz en tahripkar harekettir. Çünki, içsel olarak gücünüzü başkalarının denetlemesine izin vermektir.
Affetmek, çekmekte olduğunuz acıyı dindirip, yüreğinizi buran geri ödeme talebini ortadan kaldırır. Affetmek, geçmişteki pasif istekler yerine, şimdiki zamanda girişimci davranışa götürebilir.
Bağışlamak çok zordur ama bunu başarabilmek, geçmişten; sizi inciten ve istismar edenden kurtulmaktır.
Ödenmemiş bir hesap peşinde koşmayın. Bırakın gitsin; siz de neye ihtiyacınız varsa, onu Tanrı’dan ve verebilecek kişilerden isteyin. Bu daha iyi bir yaşam olur. Bağışlayamadığınız sürece geçmişte kalmanızı isteyen, asla gerçekleşmeyecek şeyleri bir araya toplamaya çalışan dirence dikkat edin.
Asıl değişmesi gereken kişinin, kendiniz olduğunu görme direncinize cesaretle karşı durun. Kendinizle yüzleşmeniz hayati önem taşır. Kendinize bakarak sorunun sizin dışınızda olmasını isteme iç direncinizle yüzleşmelisiniz.
Bağışlayıcılık, yüreğimizle yaptığımız bir şeydir. Artık onu suçlamayız. O, arınmıştır. Bağışlayıcılık için, bir tek taraf gereklidir: Ben. Bana borcu olan kişinin, benim bağışlayıcılığımı istemesi gerekmez. Bu benim yüreğimdeki bir lütuf meselesidir. Kendi irademizde olan ve hayatlar boyu bize pozitif katkılar sağlayacak olan bir adımı atıp bağışlamayı seçebiliriz.”
Sonuç:
Bağışlayıcılık, sevgiyle çevrelemeye gayret etmemiz gereken zihin bahçemizi, içten içe kemirip duran düşünce parazitlerinden kurtarmaktır. Bağışlayıcılık, bize daha güçlü, daha zengin ve daha özgür insanlar olabilmek için gerekli olan içsel ve pozitif desteği verir. Pozitif desteğin verdiği özgürlük bizleri sorumlulukla ve akıllıca davranmaya yönlendirir. Aksi takdirde zihinsel süreçlerdeki tahripkar ilişki yıllar boyu sürebilir. DEĞER Mİ?
Arkadaşları, sevdikleri veya vazifesi uğruna yaşamını ortaya koymaktan daha büyük sevgi yoktur. Bu birbirine hizmet etmek demektir. Ancak bunun özgürlük içinde yapılması gerekir. Bireyin özgürleşebilmesini sağlayacak olan “kendini tanıma” sürecinde, affedebilmek bu nedenle önemlidir. Elbette ki “kendini tanıma” sadece affetmek üzerine inşaa edilen bir süreç değildir.
Manevi yaşamı zengin insanlar içerden dışarıya doğru şefkatlidir, dıştan şefkatli ve içten öfkeli değildir. Öyleyse içimizdeki öfkeyi nötralize edemeden, kızıp durduğumuz insanı veya insanları affedemeden şefkati nasıl besleriz?
Pek çok nedenle pek çok insana kızgın ve kırgın olabiliriz. Kızgınlığımızın nedeni sıradan bir olay olabileceği gibi gerçekten travmatik bir olay da olabilir. Yalan söylendiği için, davet almadığımız için, işten atıldığımız için, tacize uğradığımız için, anlaşılmayı beklerken anlaşılamadığımızı düşündüğümüz için, yanlış anlaşıldığımızı zannettiğimiz için, istediğimiz borç paranın verilmediği için, birileri tarafından terkedildiğimiz için, maddi veya manevi olarak sömürüldüğümüzü düşündüğümüz için vs. birilerine kızgın olabiliriz.
Her ne türden olursa olsun kızgınlık kendi kendini yiyip bitirmektir. Kızgınlığı sürdürüp affetmemek, o olayın üstünden yıllar geçmesine rağmen, kızgınlıkla yapageldiğimiz içsel konuşmaları yıllara yaymaktır. Yıllar boyu o olaya çengel atıp içten içe kavga edip durmaktır. Olayı unutmuş gibi davransak bile o olayı anımsatan her durumda aynı şiddetli kızgınlığı yeniden hissetmek ve enerji tüketmeye devam etmektir. Affedememek ıstırap çekmektir.
İşte bu noktada uyanmak, şuurlu bir şekilde olaydaki olası sorumluluğumuzu üstlenmek, “eyvallah hata yaptım ve bunu yaşadım”, ya da “gerçekten masumdum ama bu durum başıma geldi, artık tüm bunları geçmişte bırakıyorum, kendimi ve diğerlerini affediyor ve özgürleştiriyorum” diyebilmeyi içselleştirmek ve bunun pozitif sonuçlarını yaşar duruma gelmek kendi elimizdedir.
Affetmeyi kimse bizim yerimize yapamacağına göre bunu bizim yapmamız gerekir. Mesele yaşadığımız bir olayı değiştiremeyeceğimize göre olayı değerlendiren bakışımızı, anlayışımızı değiştirmeye bağlıdır. Anlayışımızın değişmesi, bağışlayıcılığı ve hoşgörüyü beraberinde getirir. Enerji tüketme alışkanlıklarımızı yavaş yavaş terkederek enerjiyi biriktiren bireyler olmaya yönlendirir. Bu ise gerçek pozitifliğe adım atmak, sevgi enerjisini bünyemizde toplayabilmek ve yayabilmek olgunluğuna yaklaştırır.
Kendimizi ve insanları sevebilmek Evreni sevebilmekle özdeştir. Bu koskocaman ve mükemmel yasalarla idare edilen Kâinat içinde, takılıp kaldığımız ve hem kendimizi hem de çevremizi yiyip bitirmeye yönelik olan davranışlarımızın aczini görebilmek için de çar çur ettiğimiz ince enerjilere ihtiyacımız vardır.
Kadim öğretiler “insanı ıstırapları olgunlaştırır” der. Çünki ıstıraplarımız, varlığa gelen dış tesirlerdir ve şuur bu tesirlere hâkim olmak için gücünü artırmaya uğraşır. Hâkim olmayı başardığı gün, o tesirden kaynaklanan ıstırap da kendiliğinden sona erer. İşte affedebilmek, bunu başarabilmek için çaba sarfetmek ve ıstırabı dindirmek, aslında bir tesire hâkim olabilmek için gereklidir. Istıraplardan gerekli tesiri çekebilmek daha üstün bir şuur seviyesine yükselebilme şansını yakalamaktır.
Bir tesire hakim olabilmek için yılları harcamak mı gerekir? Affetmediğimiz sürece enerji tüketip durmayı dolayısıyla ıstırabı yıllara yaymak mı gerekir?
Istırap, yüklediği tesirle, derin şuurumuza uzanmamıza vesile olup ilâhi amacı sezinlememizi sağlayan şoklardan biridir sadece. Demek ki mesele, kızıp durmak değil o ıstırabın sunacağı bilgiyle kendimizi özgürleştirmektir. Bu, özgürlükle henüz işimizin bitmediğini, halletmemiz gereken başka şeylerin de olduğunu kavrayabilmek ve tekâmül yolunda ilerlemeyi otomatik hâlden şuurlu hâle taşıyabilmek demektir