Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kurandan okuyalım (1 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Kevser suresi ayet 2
Şu halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.

Bunun farklı tefsirleri çeşitli büyüklerden menkuldür. Bazılar namazdan kastı beş vakit namaz olarak anlamış, bazıları da Kurban bayramı olarak anlamışlardır. Bazıları da bundan kastın namaz olduğunu söylemişlerdir. Bazılarına göre "nahr"dan kasıt, namazda elleri bağlamaktır. Bazıları ise namazda elleri kaldırarak tekbir getirmeyi anlamışlardır. Bazıları ise namaza başlarken, rükû ederken, rükûdan kalktığında elleri kaldırmak olduğunu söylemişlerdir. Bazılarına göre bundan murad, Kurban bayramı namazı kılmak ve sonra kurban kesmektir. Ama siyak ve sibaka dikkat edildiğinde anlamı şöyle olur: "Ey peygamber, Rabbin sana o kadar büyük iyilik yaptı ve o kadar büyük nimet verdi ki, şimdi onun için namaz kıl ve kurban kes!" Bu emir verildiğinde Kureyş'teki ya da bütün Arabistan'daki müşrikler değil, bütün dünyadaki müşrikler kendi yaptıkları tanrılara ibadet etmekte ve onlar için kurban kesmekte idiler. Burada maksat, namaz ve kurbanı sadece Allah (c.c.) için yerine getirerek müşriklerin tersine kendi yolunda sebat etmesini belirtmektir. Başka bir yerde buyurulduğu gibi: "De ki, namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabb'ı Allah (c.c.) içindir. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Böyle emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim." (En'am, 162-163)
Aynı anlamda İbn Abbas, Ata, Mücahid, İkrime, Hasan Basrî, Katade, Muhammed b. Ka'b el-Kurzî, Dahhak, Rubey b. Ans, Ata el-Horasanî ve pek çok diğer müfessirler benzer açıklamalar yapmışlardır. (İbn Kesir)
Fakat Rasulullah'ın, Allah'ın emriyle kurban bayramı namazı kılıp kurban kesmeye Medine'de başlaması, ayetlerde önce namaz sonra kurban zikredildiği için Rasulullah'ın bu şekilde amel edip müslümanlara da böyle emretmesi bu ayetin ne tefsiri ne de nüzul sebebi değildir. Bu, Rasulullah'ın ayetlerden çıkardığı bir yorumdur. Tabii ki Rasulullah'ın yorumu da bir nevi vahiydir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Kevser suresi ayet 3
Senin düşmanın, asıl sonu kesik (ebter) olandır.

Burada "Şanieke" kullanılmıştır. "Şani", "şe'n" kelimesindendir. Manası, buğz ve düşmanlıktır. Bir şahıs buna dayanarak başka şahsa kötü davranır. Kur'an'da bir yerde şöyle buyurulmuştur: "Ey müslümanlar, sizden bir grup, düşmanlık nedeniyle bir kavme haksızlık etmesin." Dolayısıyla "şanieke"den kasıt, Rasulullah'a düşmanlık eden herkestir. Düşmanlıkta o kadar ileri gitmiştir ki, Rasulullah'a küfretmekte, O'nu alaşağı etmeye çalışmakta, O'na ayıp yakıştırmaya uğraşmakta ve böylece rahatlamayı amaçlamaktadır.

"Hüve'l ebter" (o ebterdir) buyurulmuştur. Yani, o, Rasulullah'a ebter (kökten kesilmiş) diyor. Halbuki asıl ebter kendisidir. Ebterin açıklamasını surenin girişinde yapmıştık. Bu kelime, "beter" kelimesinden gelmektedir. Manası "diken"dir. Ama ıstılah olarak çok geniş anlamlarda kullanılır. Bir hadiste, ikinci rekatı olmayan tek rekat namaza "buteyra" denmiştir. Yani bu, tek rekat demektir. Başka bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Herhangi önemli bir iş, Allah'ın adıyla başlanmadığı takdirde ebterdir." Yani ona başarı nasip olmaz, sonu da iyi olmaz. Başarısız insana da ebter denir. Vasıta ve imkândan mahrum olana da ebter denir. Bu şahsın iyilik ve hayırdan yana payı kalmamışsa ve onu başarmak için ümidi yoksa buna da ebter denir. Bir kimse kabile, aile ve ona yardımcı olanlardan ilişkiyi keserek yalnız kalmışsa ona da ebter denir. Bir kimsenin erkek çocuğu yoksa veya ölmüşse onun için de ebter kullanılır. Çünkü çocuğunun ölümünden sonra ismini sürdürecek kimse kalmayacaktır. Kureyş'teki kafirler hemen hemen bütün bu anlamlarda Resulullah'a ebter diyorlardı. Bunun üzerine buyurulmuştur ki, "Ey Nebi! Sen ebter değilsin, asıl ebter senin düşmanlarındır." Bu, sadece kafirlerin söylediklerine bir karşılık değildi. Kur'an-ı Kerim'in önceden bildirdiği ve harfiyen doğru çıkan bir gerçekti. Önceden bildirilen bu haber ispatlanana kadar herkes Rasulullah'ı ebter zannediyordu. Hiç kimse, sadece Mekke'de değil, Arabistan'da da meşhur ve başarılı olan Kureyş'in nasıl ebter olabileceğini düşünemiyordu. Onlar, mal, mülk ve evlad nimetlerinin yanısıra bütün ülkede yardımcılara da sahiptiler. Ticaret onların elindeydi. Hac nizamını onlar yönettiği için Arabistan'ın bütün kabileleri üzerinde etkileri vardı. Birkaç sene geçmeden bütün bu durum tersine döndü. Ahzab savaşı sırasında (Hicrî 5) Kureyş ve pek çok Arap, Yahudi kabileleri Medine'ye hücum ederek Rasulullah'ı mahsur bıraktılar. Müslümanlar, şehir çevresinde hendek kazarak kendilerini korumaya mecbur kaldılar. Ama üç seneden kısa bir süre sonra (Hicrî 8) işte bu müslümanlar Rasulullah'ın önderliğinde Mekke'ye hücum ettiklerinde artık Kureyşlilere yardım edecek hiç kimse kalmamıştı. Onlar çaresizlik içinde teslim olmuşlardı.
Ondan sonra bir sene içinde bütün Arabistan Rasulullah'ın eline geçmişti. Ülkenin her köşesinden kabilelerin heyetleri gelerek biat etmişlerdi. İslam'ın düşmanları böylece çaresiz kalmışlardı. Daha sonra onların izleri öyle kaldırılmıştı ki, evlatları bu dünyada devam etmesine rağmen bugün hiç kimse bu evlatların, Ebu Cehil, Ebu Leheb veya As b. Vail ya da Ukbe b. Muiyt gibi İslam düşmanlarının çocukları olduğunu bilmez. Bilseler de, hiç kimse kendisini onlara nispet etmez. Tersine Rasulullah'ın nesli bugün bütün dünyada devam etmektedir. Milyonlarca Müslüman her zaman, Rasulullah'a bağlı olmakla iftihar eder. Binlerce insan sadece Rasulullah'a değil, onun ashabının ailesine mensup olmayı da iftihar vesilesi kabul eder. Mesela bir kimse seyyiddir, Hz. Ali'nin soyundandır. Bazıları Abbasî, bazıları Haşimî, kimisi Sıddıkî, kimisi de Farukîdir. Bazıları Osmanîdir. Kimisi Zübeyrîdir. Kimisi de Ensarîdir. Ama isim olarak Ebu Cehil veya Ebu Leheb olan bir kimse görülmez. Tarih de ispatlamıştır ki, asıl ebter Rasulullah değil düşmanlarıydı ve şimdi de asıl ebter yine Rasulullah'ın düşmanlarıdır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla

Ala suresi ayet1
Rabbinin yüce ismini tesbih et,

Tamkarşılığı "Yüce Rabbinin adını tesbih et" şeklinde olan bu ayet birkaç anlama gelmekle birlikte hepsini de mündemiçtir.

a) Allah (c.c.) kendisine layık isimlerle anılmalı, anlam ve kavram bakımından noksanlık ifade eden ya da bir mahlukun ortak koşulmasına veya onlarda zât, sıfat ve efal itibariyle yanlış bir tasavvur meydana gelmesine neden olacak isimlerle anılmamalıdır. Bundan dolayı itiyatlı olmak bakımından en sağlam yol, Allah'ı Kur'an'da bildirilen güzel isimleriyle veya bu güzel isimlerin diğer dillerdeki karşılıkları ile anmaktır.

b) Allah'ın isimlerini mahlukata vermemek gerekir. Bazı sıfat şeklindeki isimler sadece Allah'a mahsus olmadığı gibi, kullar için de kulanılabilir. Örneğin Rauf, Rahim, Kerim, Semi, Basir vs. Fakat bu isimlerin Allah'a atfedildiği şekilde kullanılmamasına dikkat edilmelidir. Örneğin El-Kerim, Er-Rahim, Es-Semi, El-Basir vs.

c) Allah'ın isimlerini tazim ile anmak gerekir. Allah'ın isimlerini uygunsuz yerlerde, istihza ile, hafife alarak, tuvalette, günah işlerken, Allah'ın adı anıldığı zaman alay eden kimselerin yanında ve beyhude işlerin yapıldığı mekânlarda(ki oradaki insanlar bunu duyunca kızarlar) zikretmek uygun olmaz. İmam Malik hakkındaki şu rivayet pek meşhurdur: Ondan bir dilenci para istediğinde, şayet vermeye muktedir değilse, başkalarının dediği gibi "Sana Allah (c.c.) versin" demez ve dilenci de kızgın bir halde birşey söylemeden çeker gidermiş. Diğer insanlar gibi davrandığında, dilencinin sırf bu sebepten ötürü Allah'a isyan edebileceğinden çekinirmiş.
Hz. Ukbe bin Amir el-Cüheynî'den rivayet olunan bir hadise göre, Rasulullah bu ayet nazil olduktan sonra, secde ederken "Subhane rabbiye a'lâ" denmesini, Vakıa suresinin son ayetinin nüzulundan sonra da (Azim olan rabbinin adını tesbih et) "Subhane Rabbiyel azim" denmesini istemiştir. (Müsned-i Ahmet, Ebu Davud, İbni Mace, İbn Hayyan, Hakim, İbn Munzir) .
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
A'lâ suresi ayet 2
Ki O, yarattı, 'bir düzen içinde biçim verdi,

Yani yeryüzünden gökyüzüne kadar, kainattaki herşeyi, en mükemmel surette, ölçülü ve düzenli bir şekilde yaratmıştır. Secde-7'de bu husus şöyle anlatılmıştır: "O (Allah) ki herşeyin yaratılışını güzel yaptı." Bu nizamın mükemmel bir ölçüyle yaratıldığına ve onun bir yaratıcısı olduğuna, bizzat bu muazzam nizamına kendisi şehadet etmektedir... Bu bir tesadüf olmadığı gibi, bir kaç tane yaratıcının da eseri değildir. Çünkü o takdirde sayısız parçaların biraraya getirilmesiyle bu kadar ahenkli ve uyumlu bir güzelliğin oluşması mümkün olmazdı.

A'lâ suresi ayet 3
Takdir etti, böylece yol gösterdi,

Yani herşeyin daha yaratılmadan fonksiyonu tayin edilmiş ve o fonksiyonuna göre şekil almıştır. Kendisine uygun özellikler verilmiş, yaşayacağı yer belirlenmiş, hayatını sürdürebilmesi için ne gibi imkanlar gerekiyorsa temin edilmiş ve nihayet onun sonu da kararlaştırılmıştır. İşte tüm bu plan kaderdir ve bu kader umumi olarak kainattaki her varlık için sözkonusudur. Açıkça anlaşılmaktadır ki, bu kainat plansız, programsız bir oluşum değildir. Bilakis Hakim ve Habir olan Allah (c.c.) tarafından yaratılmış ve planlanmıştır.

Yani hiçbir mahluk başı boş bırakılmamıştır. Yaratılan herşeyin bir görevi vardır ve o görevine göre yönlendirilmiştir. Yani Allah (c.c.) sadece Halık değil, aynı zamanda Hâdi (Yol gösterici) dir. Allah (c.c.) yarattığı herşeyin yolunu gösterme sorumluluğunu üzerine almıştır. Nitekim Allah (c.c.) arza, güneşe, yıldızlara da yol göstermektedir. Yine hava, su, ışık ve bitkilere de yol gösteriyor ve onlar da görevlerini yerine getiriyorlar. Madenler de tıpkı böyledir. Tüm varlıklar Allah'ın kendilerini yarattığı sebebe dayalı olarak görevlerini hakkıyla yerine getirmektedirler. Diğer bir örnek de bitkilerdir ki, Allah'ın emrine uyarak köklerini toprağın derinliklerine salarlar ve Allah'ın onlara gıdalarını verdiği yere kadar köklerini uzatırlar.
Daha sonra da dal, budak salarak meyva verirler. İşte böylece de kendilerine verilen görevi yerine getirmiş olurlar. Yeryüzü, hava, su, her çeşidine ayrı bir özellik verilmiş sayısız cinste hayvanlar ve insanı hayretler içinde bırakan bu nizamın bizzat kendisi, tüm bunların bir yaratıcısı olduğunu ilân etmektedir. Allah'a ortak koşan, hatta ateist olan bir kimse bile, bu nizamın ne kadar muazzam olduğunu kabul etmek zorundadır. Hayvanlara öylesine bir içgüdü verilmiştir ki, değil insanoğlunun kendisi, en hassas aletler bile onların tesbit edebildikleri bazı şeyleri tesbit edemezler. İnsanoğlu için iki türlü yol gösterme söz konusudur. Birincisi insanın tabii olarak sürdürdüğü hayatı ile ilgilidir. Örneğin her çocuk doğduğundan hemen sonra süt içmeyi öğrenir ve göz, kulak, burun, kalp, mide, ciğerler, damarlar vs. tüm organları birden kendi görevlerini yaparlar. İnsanın bizzat kendisi bunu idrak etmese bile, bu organlar fonksiyonları icra ederler. Çünkü onların çalışmaları insanoğlunun iradesine bağlı değildir. Allah (c.c.) insanı çocukluğundan ergenliğine, olgunluğundan yaşlılığına kadar sürekli bir değişim içine sokar. Bu değişim de insanın elinde değildir. Bu değişim insanın iradesiyle alâkalı olmadığı için, onun iradesi olmasa da bu değişiklikler yine de vuku bulacaktır. Buraya kadar anlatılanlar insan şuurunun dışında cereyan eden bir yol göstermedir. İkincisi insan aklı ve zihinsel hayatı ile ilgilidir. Bunun mahiyeti insanın iradesi dışında cereyan eden olaylardan oldukça farklıdır. Çünkü insanoğluna bu sahada geniş bir özgürlük tanınmıştır. Bu sahada birincisinde olduğundan daha farklı bir yol gösterme sözkonusudur. Dolayısıyla insanoğlu ne kadar karşı çıkarsa çıksın, Allah (c.c.) her varlığa fıtratına uygun bir yol göstermiştir. İnsana geniş bir özgürlük vermiş olmasına rağmen yine de ona istikametini tayin edebilmesi için, bir yol göstermemiş olması mümkün değildir.

A'lâ suresi ayet 4
'Yemyeşil otlağı' çıkardı.

Bu ayette geçen kelimenin aslı mer'a'dır. Hayvanlar için yem anlamına gelmekle birlikte, yukarıdaki ayetin siyak ve sibakından da anlaşılacağı gibi, tüm bitkiler için kullanılmıştır.

A'lâ suresi ayet 5
Ardından onu kuru, kara bir duruma soktu.

Yani o sadece ilkbaharı değil sonbaharı da getirendir. Sizler bu mevsimlerin kudretlerini bizzat görmektesiniz. Bir tarafta baharın getirdiği yeşillikler, temiz hava, bitkilerin açması, diğer tarafta ise, bu bitkilerin sararıp solması, kurumuş yapraklar haline dönüşmesi, rüzgârların onları dağıtmasıyla birlikte nehirlerde çöp gibi taşınmaları vs. Bu nedenden ötürü insan sadece baharın olduğu şeklinde yanlış bir düşünceye kapılmamalıdır. Çünkü bir de onun sonbaharı vardır. Kur'an'da bu konu çeşitli yerlerde farklı ifadelerle anlatılmıştır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
A'lâ suresi ayet 6
Sana okutacağız, sen de unutmayacaksın.

Hakim'in Sa'd bin Ebu Vakkas'tan, İbn Merduye'nin de İbn Abbas'tan rivayet ettiği bir hadise göre, Resulullah ayetleri unutmamak için korkudan aceleyle tekrarlardı. Mücahid ve Kelubî, Rasulullah'ın, Cibril'den vahyi aldıktan sonra unutmak endişesiyle, birinci kısmı tekrarlamaya başladığını naklederler. Bu sebepten dolayı Allah, Rasulullah'a "Emin ol, biz sana okutacak ve hafızana yerleştireceğiz. Unuturum diye endişelenme, hiçbir kelimeyi unutmayacaksın. Cibril sana vahyi okurken sadece dinle" demiştir. Burada üçüncü kez Rasulullah'a vahyi nasıl alacağı hakkında yol gösteriliyor Bu husus bundan önce iki farklı yerde (Taha-114 ve Kıyamet-16-19) de ifade edilmişti. Bu ayetler ile Kur'an Rasulullah'a nasıl bir mucize olarak nazil olmuşsa, her kelimenin ezberletilmesinin de mucize olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki Rasulullah'ın, kendisine okunan bir kelimeyi unutarak, aynı anlamda farklı bir kelime dahi söylemesi mümkün değildir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
A'lâ suresi ayet 8
Ve seni kolay olan için başarılı kılacağız.

Bu hem Hz. peygamberin şahsına, hem de izinden giden ümmetine yönelik bir müjdedir. Ayrıca bu dinin yapısını bu davanın gerçek mahiyetini, insan hayatındaki fonksiyonunu ve varlık düzenindeki yerini, konumunu belirlemektedir. iki kelime ile de olsa: "Seni en kolay yolu tutmağa muvaffak edeceğiz". Bu iki kelime inanç sisteminin ve aynı zamanda bu evrenin en önemli gerçeklerinden birini dile getirmektedir. Böylece bu peygamberin karakteri bu inanç sisteminin karakteri ve bu evrenin karakteri ile ilişkiye geçmektedir. Kudretin elinden kolaylıkla yaratılan; yoluna kolaylıkla devam eden, kolaylıkla amacına doğru yönelen varlıkla, peygamber ve akidenin bağını sağlamlaştırmaktadır. Öyle ise bu bir ışık patlamasıdır. Sınırı olmayan gerçeğin ufuklarına, boyutlarına ve derinliklerine kadar ulaşan bir patlama...

Yüce Allah'ın kendisini kolay olana muvaffak ettiği insan bütün hayatı boyunca kolay bir yol izleyecektir. Oluşuma, hareket ve yönelişi Allah'a doğru olan bu evrenle uyum içinde yoluna davam edecektir. Bu koca evrenin çizgisinden sapanların dışında hiç kimseyle çatışmayacaktır. Bunlar ise koca evrenle karşılaştırıldıklarında hiçbir ağırlığı ve hiçbir değeri olmayan yaratıklardır. Bu durumda insan bütün bir evren ile bütün olaylar, varlıklar ve kişilerle ayrıca olaylara varlıklara ve kişilere hükmeden yasalar ile bütünleşerek kolay, yumuşak, düzenli bir hareket içine girer. Elinde kolaylık, dilinde kolaylık, attığı adımında kolaylık, işinde, eyleminde kolaylık, yaklaşımında kolaylık, düşüncesinde kolaylık, işleri ele alışında kolaylık, işlere çözüm getirmesinde kolaylık vardır. Kendisine karşı kolaylık, başkasına karşı kolaylık vardır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
A'lâ suresi ayet 9
Şu halde, eğer 'öğüt ve hatırlatma' bir yarar sağlayacaksa,

Genel olarak müfessirler bunu, birinci cümleyi "Biz sana kolay bir şeriat verdik, ona uymak kolaydır", ikinci cümleyi, "Nasihat et, çünkü nasihat faydalıdır" şeklinde iki ayrı cümle olarak anlamışlardır. Benim anladığıma göre fezekkir kelimesi bu iki cümleyi birleştirmektedir. Yani, Ey Nebi! Senin dini tebliğ ederken zor durumda kalmanı istemiyorum. Sen sağır ve körlere yol göstermekle mükellef değilsin. Bilakis sana tebliğ yapabilmen için en kolay yolu öğrettik. Sen tebliğ ettiğinde tebliğinden kimlerin yararlanıp, yararlanmadığı ortaya çıkacaktır. Sen tebliğe devam et. Tebliğine kim kulak verir ve kabul ederse, o zaman onu terbiye etmek sana düşer. Tebliğe sırtını çeviren kimselerin peşinden gitmene gerek yok. Aynı konu Abese suresinde daha değişik bir şekilde ifade edilmiştir: "Kendisini müstağni gören kimseye gelince, sen ona yöneliyorsun. Onun arınmamasından sana ne? Fakat koşarak sana gelen, sana gelmişken, sen onunla ilgilenmiyorsun. Hayır o bir hatırlatmadır. dileyen onu düşünüp öğüt alır" (Abese-5-12)
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla

Burûc suresi ayet 1
Burçları olan göğe andolsun,

Âyette geçen "Burçlar" ifadesinden maksat, Abdullah b. Abbas ve Deh-hak'a göre "Köşkler" demektir.
Mücahid ve Katade'ye göre "Yıldızlar" demektir.
Süfyan b. Hüseyin'e göre "Kurn ve su" demektir.
Taberi'ye göre ise "Güneşin ve ayın menzilleri" demektir.

Zira burç kelimesinin sözlük anlamı "Kule"dir.
Gökte bu tür kuleler ay ve güneşin menzilleri şeklinde anlaşılmaktadır.

Taberi diyor ki:
"Gökteki ay ve güneşin menzilleri on iki'dir. Ay bu menzillerden her birini iki gün ve bir günün üçte biri kadar bir zamanda aşar. Böylece tamamını yirmi sekiz günde kateder. İki gün de gizlenir ve görünmez olur. Güneş ise bu menzillerden her birini ancak bir ayda kateder. Böylece bu menzillerin tümünü on iki ayda katetmiş olur.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Burûc suresi ayet 2
O vaadolunan güne.

Hasan-ı Basri, Katade ve İbn-i Zeyd'e göre vaadedilen gün'den maksat, kıyamet günüdür. Bu günün kıyamet günü olduğu hakkında Taberi Ebu Hureyre'den ve Ebu Malik el-Eş'ari'den hadis rivayet etmiştir
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Burûc suresi ayet 3
Şahid olana (görene) ve şahid olunana (görülene) .

Şahidlik eden ve şahidlik edilenler hakkında müfessirler tarafından birçok görüş ileri sürülmüştür. Ancak benim anladığıma göre, şahidlik eden ifadesiyle kıyamet günü hazır bulunanlar, şahidlik edilenler ifadesi ile de kıyamet günündeki dehşetli manzaralar kastolunmaktadır. Aynı zamanda bu görüş Mücahid, İkrime, Dahhak, İbn Nûcî ve diğer müfessirlere aittir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Burûc suresi ayet 4
Kahrolsun Ashab-ı Uhdûd

Burûc suresi ayet 5
'Tutuşturucu-yakıt dolu o ateş,'

Burûc suresi ayet 6
Hani kendileri (ateş hendeğinin) çevresinde oturmuşlardı.

Burûc suresi ayet 7
Ve mü'minlere yaptıklarını seyrediyorlardı.

Ashab-ı Uhdud ile müslümanları ateş dolu hendeklere atarak diri diri yakan kimseler kastedilmektedir. Onları yakarlarken bir de seyrederek eğlenmişlerdir. "Vay onların haline!" Yani onlar lanetlenmişler ve Allah'ın azabına müstehak olmuşlardır. Bu hususun teyidi için üç şey üzerine yemin edilmiştir:
1) Burçlara sahip olan gökyüzüne
2) Kıyamet gününe
3) Kıyamet gününün dehşetli manzaralarına, ki ona her mahluk şahid olacaktır.
Birincisine yemin edilmektedir. Çünkü Allah (c.c.) mutlak kudret sahibidir, yeryüzüne ve gökyüzüne hükmedendir. Zavallı insan O'ndan nasıl kaçabilir?
İkincisine de yemin edilmektedir; çünkü, bu dünyada zulmedenler iyi bilmelidirler ki, o gün çok uzak değildir. Müslümanlar insaf ve adaletle karşılaşırlarken, kâfirler işledikleri cürümlerin cezasını çekeceklerdir.
Üçüncüsüne yemin edilmekle, kâfirlerin çaresiz Müslümanları ateşe atarak seyretmeleri ve eğlenmelerine karşılık, kıyamet günü de herkesin onları seyredecekleri ve eğlenecekleri anlatılmak isteniyor.
Kâfirlerin müslümanları ateş dolu hendeklere atarak katletmeleri hakkında bir çok rivayetler nakledilmiştir. Tüm bu rivayetler bu tür hadiselerin insanlık tarihi boyunca birçok kez meydana geldiğini göstermektedir.
1) Bir Hadis-i Şerif'te Süheyb el-Rumî Rasûlullah'tan (s.a) şöyle bir rivayette bulunmuştur: "Bir Kral ve bir sihirbaz vardı. Sihirbaz çok yaşlandığı için bir gün Kral'a 'bana bir genç verin de onu yetiştireyim' diye arzeder ve bunun üzerine Kral da bu iş için bir genç görevlendirir. Ancak bu genç, sihirbazın yanına giderken, yolu üzerindeki bir rahibe (galiba hristiyanlığa mensup birine) uğradı.
Böylece ondan feyz alarak iman ehli olmuştu. Onun elinden körler ve cüzzamlılar şifa bulmaya başladılar. Fakat Kral'a bu gencin dininden döndüğü haber verilince, Kral öfkelendi ve ilk önce rahibi öldürdü, sonra da genci öldürmek istedi. Ancak gence hiçbir şey tesir etmiyordu. Sonunda genç Kral'a şöyle söyledi: "Şayet beni öldürmek istiyorsan, halkı topla ve bana ok atarken "Bu gencin Rabbinin ismiyle" de. Ben ancak o zaman ölürüm! Kral da böyle yaparak genci öldürdü. Halk tüm olanları gördükten sonra 'bu gencin Rabbine iman ettik' dediler. Bunun üzerine Kral'ın müşavirleri 'korktuğumuz husus başımıza geldi. Bu halk bizim dinimizi bırakarak, o gencin dinini kabul etti.' deyince Kral oldukça kızdı ve yolların kenarlarına hendekler kazdırarak, içinde ateş yakmalarını emretti. O gencin Rabbine iman edenlerden dönmeyenleri ateşe attırıyordu. (İmam Ahmet, Müslim, Neseî, Tirmizi, İbn Cerir, Abdurrezzak İbn Ebi Şeybe, Tabarânî, Abd bin Humeyd)

2) Hz. Ali'den (r.a) rivayet olunduğuna göre, İran Kisrâsı, birgün içkiden dolayı sarhoşken, kendi kızkardeşi ile zina etmiş ve ikisi arasındaki ilişki devam etmişti. Bu haber halk arasında yayılınca, Kisrâ, 'Tanrı kızkardeşlerle evlenmeyi helâl etti.' diye ilan etmiş, halk da buna karşı çıkınca azab etmeye, hatta onları ateş dolu hendeklere atarak öldürmeye başlamıştı. Hz. Ali, Mecusilerde, kızkardeşle evlenmenin o zamandan başladığını söyler. (İbn Cerir)

3) İbn Abbas da buna benzer bir olayı (galiba İsrâiliyata dayanarak) şöyle nakletmiştir: "Babilliler, İsrailoğulları'nı Hz. Musa'nın dininden dönmeleri için zorladılar ve dinlerinden dönmeyenleri ateş dolu hendeklere attılar. (İbn Cerir, Abd bin Humeyd)

4) Bu olaylar içinde en meşhuru Necran hristiyanlarının başına gelendir. Bunu İbn Hişam, Taberî, İbn Haldun ve Mu'cem-ul-Buldan'ın sahibi ile diğer müslüman tarihçiler rivayet ederler. Bu olayın özeti şöyledir:
Himyer (Yemen) Kral'ı Tuban Esed Ebu Karib, bir defasında Medine'yi ziyaret etti. Orada yahudilerle temas ederek, dinini değiştirdi ve yahûdi oldu. Beni Kurayza'dan (yahûdilerin Medine'deki kollarından biri-çev) iki yahûdi alim alarak Yemen'e getirdi. Böylece orada yahûdiliği yaymaya başladılar. Daha sonra oğlu Zûnuvas tahta geçer ve Necrân'ı (Arabistan'ın güneyinde hristiyanların en kuvvetli merkezlerinden biriydi) ortadan kaldırmak için hücum ederek oranın halkını yahûdi olmaları için zorlar. (İbn Hişam bunların Hz. İsa'nın gerçek dini üzerinde bulunduklarını söyler) Zûnuvas Necran'ı ele geçirdikten sonra halkı yahûdiliğe davet edince, halk bu daveti reddetti.
O da bundan dolayı birçok kimseyi, ateş dolu hendeklere atarak yaktı ve bir çoğunu da katletti. Toplam 20.000 kişi öldürüldü. Necran ahalisinden bir şahıs, dost Zûsaliban'a gitmeyi başardı. Bir rivayete göre Rum Kayseri'ne gitti, yine bir başka rivayete göre ise Habeşistan Kral'ı Necaşi'ye giderek, bu zulmü ona anlattı. Birinci rivayete göre Rum Kayseri Habeşistan kralı'na mektup yazdı. İkinci rivayete göre ise, Necaşi, Rum Kayseri'ne deniz kuvvetleri göndermesi için ricada bulundu. Sonunda Habeşistan, Uryat isimli bir komutanın emri altında 20.000 askeri Yemen'e gönderdi. Zûnuvas öldürülerek yahûdi hakimiyeti ortadan kaldırıldı ve Yemen Habeşistan sınırlarına dahil edildi.
İslâm tarihçilerinin açıklamaları bu olayı sadece tasdik etmekle kalmaz, ayrıca ayrıntılı bir biçimde bilgi de verirler. Yemen ilkin M. 340 Yılında hristiyanların eline geçti ve M. 378'e kadar hakimiyetleri devam etti. O zaman hristiyan misyonerler Yemen'e geldiler. Bu dönemde zahid, mücahid ve iman sahibi bir hristiyan seyyah olan Faymiyun, Necran'a geldi ve halka putlara tapmaktan vazgeçmeleri için tebliğ etmeye başladı. Bu tebliğ sayesinde Necran halkı hristiyanlığı kabul etti. Necran'ı üç kişi idare ediyordu. Biri o kabilenin başkanlığını, dışişlerini ve askeri işlerini yürüten Seyyid, ikincisi içişlerini yürüten Akib, üçüncüsü dini işleri idare eden Papaz. Güney Arabistan'da Necran önemli bir stratejik konuma sahipti. Aynı zamanda ticaret ve sanayi merkeziydi. Sûnî ipek, deri ve silah sanatları revaçtaydı, ayrıca Yemen cübbesi de meşhurdu. Bundan da anlaşılıyor ki Zûnuvas, sadece dinî endişelerle değil siyasi ve ekonomik nedenlerle Necran'ı işgal etmek için yola çıkmıştı. Necran'ın Seyyidi Harise hakkında bir süryâni tarihçisi olan Haritas şöyle yazar: "Zûnuvas onu katletti ve onun iki kızını öldürdükten sonra, kızlarının kanını içmesi için karısı Roma'yı zorladı. Sonra onu da katletti. Papaz Paul'un mezarını kazdırdı ve kemiklerini ateşe attırdı. Ateş dolu hendekler içinde kadınları, erkekleri, çocukları, papaz ve rahipleri yaktılar. Toplam 20.000'den 40.000'e kadar insan telef oldu." Bu olay M. Ekim 523'de vukû buldu. Nihayet M. 525'de Habeşistan Yemen'e saldırarak Zûnuvas'ın Himyer saltanatına son verdi. Hüsni Gurap'ta (Yemen'de bir bölge) yapılan arkeolojik araştırmalar sırasında birtakım levhalar bulunmuş ve bunların üzerindeki yazılardan bu olayları aydınlatıcı bilgiler elde edilmiştir.
M.6. yüzyılda hristiyanların çeşitli kitaplarında Ashab-ı Uhdud hadisesi zikredilmiş ve bizzat görenler tarafından ayrıntılı bir biçimde nakledilmiştir. Şahidlerden bazıları anlatma yolunu seçerken, bazıları da bizzat yazmışlardır. Şu üç kitabın yazarı da o dönemde yaşamışlardır.
Birincisi Prokopiyus, ikincisi Cosmos Indcopleustis (bu Necaşi'nin (Elesboan) emri ile o zaman Batlamyus'un Yunanca kitabını tercüme ediyordu. Habeşistan'ın sahil şehri Andolis'te oturuyordu) . Üçüncüsü Johannes Mala'dır ve ondan sonra da bir çok tarihçi bu olayı nakletmiştir. Daha sonraları Johannes of Ephesus (öl. 585) yazdığı kitap olan Kanisa Tarihi'nde Necran hristiyanlarının ateşe atılmaları hadisesi hakkında, Simeon'un, Dercila'nın başkanı Abbot von Gabula'ya yazdığı bir mektubu nakleder. Papaz Simeon, bu hadiseyi bizzat görenlerden (Yemenli'lerden) rivayet etmiştir. Bu mektup ayrıca M. 1881 ve M. 1890'da 'Hristiyan Şahidlerinin Hayatı' adlı bir kitapta yayınlanmıştır. Yakubî Patriarch Dionusisus ve Zacharia of Mitylene sûryani lisanında basılan kitaplardan nakletmişlerdir. Yakub Surucî de Necran hristiyanları hakkında bilgi vermiştir. Erreha (Edessa) Papazı Pulus, Necranlı hristiyanların katledilmeleri dolayısıyla bir mersiye de yazmış ve bu mersiye günümüze kadar gelmiştir. Süryani lisanında yazılmış kitabın İngilizce tercümesi (Book of the Himyarites) müslüman tarihçilerin açıklamalarını onaylamaktadır. British Museum'da bu devirle ilgili Habeşistan'dan gelen birtakım vesikalar bulunmaktadır ve bu vesikalar da hadiseyi doğrulamaktadırlar. Filbî, kendi seyahat kitabında (Arabian Highlanda) Necranlıların Ashab-ı Uhdud olayının geçtiği yeri hâlâ bildiklerini yazmaktadır. Ummi Hark'ın yanında bir tepe üzerinde bazı resimler de bulunmaktadır. Ayrıca Necran'daki Kâbe'nin yeri de Necran halkı tarafından bilinmektedir. Habeşistan hristiyanları Necran'ı ele geçirdikten sonra buraya Kabe şeklinde bir mabed inşa etmişler ve Mekke'deki Kabe-i Muazzama yerine bunu dinî merkez kılmak istemişlerdir. Buranın papazları başlarına sarık sararlardı. Ayrıca bu mabedi 'Haram' (kutsal-çev-) ilân etmişlerdi. Roma buraya mâlî yardımda bulunuyordu. Mabedin papazları Rasulullah (s.a) ile münazara yapmak için Mekke'ye gelmişlerdir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Burûc suresi ayet 12
Şüphesiz ki rabbinin yakalaması çok şiddetlidir.

Ey Muhammed, şüphesiz ki rabbinin yakalaması ve intikam alması pek şiddetlidir.

Allah teala bu âyet-i kerimeyle Hz. Muhammed (s.a.v.)in ümmetini uyarmakta, onların, Hz. Muhammed'i yalanlamaları ve inkar etmeleri yüzünden geçmiş ümmetler gibi cezalandınlabileceklerini hatırlatmaktadır
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Burûc suresi ayet13
"Çünkü ilkin var eden de, diriltecek olan da yalnız O'dur."

İlim adamlarının çoğunluğundan gelen rivavetlere göre kasıt, yaratılmışlardır. İlk olarak onları, O, var ettiği gibi, ölümden sonra diriliş halinde de tekrar onları yaratacak olan O'dur.
İkrime rivayetle dedi ki
Kâfirler şanı yüce Allah'ın, Ölüleri dirilteceğine hayret etmişlerdir.
İbn Abbas dedi ki:
Dünya hayatında iken yanma azabını onlar için ilk olarak var edeceği gibi. âhırette de bu azabı onlar için tekrar yaratacaktır.
 

berat05

Yönetici
Katılım
26 Eki 2007
Mesajlar
7,764
Tepki puanı
1,036
Puanları
163
Yaş
49
Konum
Gönlün olduğu yerde
esselamün aleyküm verahmetullahi ve berakatuhu

esselamün aleyküm verahmetullahi ve berakatuhu

Allah celle celaluhu razı olsun

Takip ediyoruz

Rabbim emeklerinizin karşılığı versin inşallah
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
berat05,
Allah CC razı olsun, Allah daim etsin inşaallah
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Burûc suresi ayet 14
"O, çok mağfiret eden, pek sevendir."

mü'min kullarının günahlarını çokça örtüp, günahları sebebiyle onları rezil ve rüsvay etmeyen, gerçek dostlarını "pek sevendir."

ed-Dahhâk,
İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet eder: (Vedûd) tıpkı sizden bir kimsenin kardeşine müjde ve sevgi vermeyi istemesi gibi (sever) Yine ondan rivayete göre "el-Vedüd: pek seven" gerçek dostlarının günahlarını bağışlayarak onlara sevgi gösterendir.

Mücahid: Gerçek dostlarına çokça sevgi gösteren demek olup, burada "feûl" veznindeki lafız "fail" anlamındadır.

İbn Zeyd:
Rahim (pek merhametli) dernektir diye açıklamıştır.

el-Müberred,
İsmail b. İshak'dan naklettiğine göre Vedûd, çocuğu olmayan demektir, demiş

Buna göre, âyetin anlamı şöyle olur: O kullarına mağfiret buyurur, oysa O'nun kendisi sebebiyle onlara mağfirette bulunacağı bir evladı da yoktur. Böylelikle onlara karşılıksız mağfiret etmekle lütufta bulunmuş olur.

"Vedûd"un mevdûd (pek sevilen) anlamında olduğu da söylenmiştir. "Rekub"un binilen "helûb"un da süt veren anlamında olduğu gibi. Salih kulları onu pek sever, demek olur.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Burûc suresi ayet 15
Arş'ın sahibidir, Mecîddir.

Asım dışında kalan Kufeliler: "Mecîd" "Arş’ın sahibi" şeklinde kesreli ve "Arş"ın sıfatı diye okumuşlardır. "Rabbinin" lafzının sıfatı diye de açıklanmıştır. Yani senin Mecid olan Rabbinin azab ile yakalayışı pek çetindir. Burada arada başka ifadelerin girmesi (ona sıfat olmasına) engel değildir. Çünkü bunlar da şiddeti açıklamak bakımından sıfat hükmündedirler. Diğerleri ise; "Zu" "Sahib" lafzının sıfatı olarak ref ile okumuşlardır ki bu da yüce Allah'dır.

Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim bu okuyuşu tercih etmişlerdir. Çünkü Mecid, kerem ve lütuftaki en ileri dereceyi ifade eder.
Şanı yüce Allah da bununla muttasıftır. Bununla birlikte el-Mü'minün Sûresinin sonlarında (23/116. âyet-i kerimede) yüce Allah'ın arşı "el-Kerim" olmakla nitelendirilmiş bulunmaktadır.

"Arş'ın sahibi" mutlak mülk ve saltanatın sahibi elemektir. Nitekim "filan kişi mülkünün tahtı üzerindedir" denilir, isterse o fiilen tahtın üzerinde olmasın.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Burûc suresi ayet16
"Ne dilerse yapandır."

Dilediği hiçbir şeyi engelleyecek kimse yoktur.
ez-Zemahşerî dedi ki:
"...yapandır" buyruğu hazfedilmiş bir mübtedânın haberidir Burada; "Fa’âlun" "Yapandır" şeklinde gelmesi, O'nıın dileyip, yaptığı şeylerin son derece çok oluşundan dolayıdır.

Taberî de şöyle demiştir
"Yapandır" anlamındaki lafzın katıksız bir nekre olmakla birlikte ref ile gelmesi. "O, çok mağfiret eden, pek sevendir" anlamındaki buyruğun irabına tabi kılmak suretiyledir.

Ebu's-Sefer'den şöyle dediği nakledilmiştir:
Peygamber (sav)'ın ashabından bir grub, Ebu Bekir (r.a)'ın hastalığında onu ziyaret etmek üzere girdiler ve:

"Sana bir doktor getirelim mi?" dediler, O:

"Doktor beni gördü" dedi.

"Sana ne dedi?" diye sordular:

"Ben dilediğimi yapanım, dedi"
diye cevab verdi
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Burûc suresi ayet 17
"Geldi ya sana! O orduların haberi!"
Yani ey Muhammed, o kâfir ve peygamberlerini yalanlayan toplulukların haberi sana gelmiş bulunmaktadır.
Bu buyruk ile ona (Peygambere) ünsiyet vermekte ve onu teselli etmektedir. Sonra bunların kim olduklarını açıklayarak:

Burûc suresi ayet18
"Firavun ile Semûd'un"
diye buyurmaktadır. Burada bu iki lafız da "ordular" anlamındaki lafızdan bedel olarak cer konumundadırlar. Yani, şüphesiz ki sen, bunların peygamber ve rasulllerini yalanlamaları üzerine Allah'ın onlara neler yaptığını bilmiş bulunuyorsun. "Hayır!" Şu sana iman etmeyen,

Burûc suresi ayet 19
"Hayır! bu kâfir olanlar" kendilerinden öncekilerin yaptıkları şekilde seni "yalanlamaktadırlar."
Özellikle Firavun ve Semûd'u sözkonusu etmesi, Semûd'un Arap topraklarında yaşamış olmaları, onların kıssalarının Araplarca -eski dönemlerde yaşamış olanlardan olmakla birlikte- meşhur olmasıdır. Firavun'un durumu da kitab ehli ve diğerleri nezdinde meşhur idi, O da son dönemlerde helak edilenlerdendi, Böylelikle bu ikisinin sözkonusu edilmesi, helak hususunda kendileri gibi olanların da helak edileceğine delil olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Burûc suresi ayet 20
"Halbuki Allah, onları arkalarından kuşatandır."

Yani Firavun’un başına indirdiği belaların benzerini bunların başına indirmeye kadirdir. Etrafı kuşatılan kimse tıpkı muhasara altına alınmış bir kimse gibidir. Allah, onları çok iyi bilendir. O bakımdan Allah, onları cezalandıracaktır, demek olduğu da söylenmiştir.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt