Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kuranda cihad kavramı (3 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Hac suresi ayet 39
Kendilerine zulmedilmesi dolayısıyla onlara karşı savaş açılana (mü'minlere savaşma) izni verildi. Şüphesiz Allah onlara yardım etmeye güç yetirendir.

Onlar ki zulme uğradılar. Onlar ki zulmen vatanlarından çı-karıldılar. Onlar ki öz yurtlarında suçlu kabul edildiler. Onlar ki ülkelerinde kendilerine hayat hakkı tanımadılar. Peki suçları neydi bu müs-lümanların da kâfirleri, müşrikleri bu kadar kızdırdılar? Bu müslü-manların bir tek suçları vardı. O da Allah’a inanmak, peygambere inanmak ve Rabbimiz Allah demek. Biz Allah’a inandık, hayatımızı O’nun adına ve O’nun belirlediği şekilde yaşayacağız dediler. Koskoca bir dünya üzerinde onların varlığından rahatsız olan, onların müs-lümanca bir hayat yaşamalarından ürken, onlara özgürce bir hayat hakkı tanımayan kâfirler, müşrikler onların Rabbimiz Allah demelerine dayanamadılar. Hazmedemediler böyle imana bağlı bir hayatı. Reddettiler imanı ve imansızlığın kavgasına giriştiler.

Küfrün, şirkin karakteridir bu. Küfür hiçbir zaman imana ta-hammül edemez. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. İman cephesi kendileriyle bir savaşa girişmese bile küfür imana savaş açar. Bakın ilk dönemler müslümanların onlarla savaşacak hiçbir gücü yoktu. Müslümanların topluma egemen olma, topluma hükmetme, toplumda söz sahibi olma gibi bir iddiaları da, imkânları da yoktu. Sadece Allah’a ve elçisine iman ediyorlar, Rablerinden gelen vahyi dinliyorlar, Allah ve Resûlünün kendilerinden istediklerini amele dönüştürüyorlar. Vahyin, imanın gereği neyse evlerinde onu icra ediyorlar. Allah vahyini kendilerine ve evlerindekilere gündem yapıyorlar. Allah bilgisiyle bilgileniyorlar ve bu bilgi istikâmetinde bir hayat yaşamaya çalışıyorlardı.

Halbuki o bölgenin egemenleri, toplumda söz sahibi olduklarını iddia edenler onların bu durumlarına gazaplanıyorlar ve nasıl oluyor da bu adamlar bizi dinlemiyorlar? Nasıl oluyor da egemenliği bizden alıp Allah’a veriyorlar? Nasıl oluyor da bizim gibi inanmıyorlar? Nasıl oluyor da bizim gibi bir hayat yaşamıyorlar? Nasıl oluyor da bizim gibi yiyip içmiyorlar? Nasıl oluyor da bizim gibi giyinip kuşan-mıyorlar? Nasıl oluyor da bizim gibi putlara tapın mıyorlar? Nasıl oluyor da bizim gibi faiz yemiyorlar? Bizim gibi çıplak gezmiyorlar da Al-lah’ın dediği gibi bir hayat yaşıyorlar? Neden bizden farklı yaşıyorlar? Neden bizi dinlemiyorlar da Allah dedikleri bir varlığı dinliyorlar? Diye kendilerinden farklı inanan, farklı düşünen, farklı yaşayan mü’minlere gazaplanıyorlar, bir türlü onların farklılıklarına tahammül edemiyor-lardı. Bir türlü bu müslümanların varlığını kabul edemiyorlardı.

Bugünün kâfirleri de öyle düşünüyorlar değil mi? Tek tip a-dam yetiştirmeye çalışıyorlar? Herkesin kendileri gibi inanmasını, kendileri gibi düşünmesini, kendileri gibi yaşamasını istiyorlar ve ken-dileri gibi olmayanları yok etmeye çalışıyorlar. Kâfir hiç değişmiyor.

Tarihte Nuh (as)’a takındıkları tavırdan itibaren kıyâmete kadar ben müslümanım diyen, benim Rabbim Allah’tır, ben hayatımı Allah adına yaşamak istiyorum diyen her müslümana küfrün tavrı hiç değişmemiştir. Kâfirlerin, müşriklerin gözünde en büyük suç işte bu olmuştur. İşte bakın şu anda yerli ve yabancı kâfirlerin müslümana bakışları öyledir. Müslümanlar dünyada katil değiller, zalim değiller, soyguncu değiller, hırsız değiller, çalıp çırpmıyorlar, kan dökmüyorlar, ırz düşmanlığı, namussuzluk yapmıyorlar. Peki neden sevmiyorlar müslümanları? Nedir bu insanların suçları? Neden potansiyel suçlu görülüyorlar müslümanları bu dünyada? Neden yok edilmeye çalışılıyorlar müslümanlar?

“Allah belasını veresi, o hendek ashabı mü’minleri diri diri a-teşlere attılar. Müslümanları inandıkları dinlerinden döndürmek için onlara işkenceler ettiler. Onları ölümle, ateşle küfür arasında tercihe zorladılar. Müslümanları dinlerinden döndürüp kendileri gibi inanma-ya, kendileri gibi yaşamaya zorladılar. Kendileri gibi kâfir olmadıkları için müslümanları potansiyel suçlu ilân ettiler. Rabbim Allah dedikleri için suçlu kabul ettiler onları. Hayatlarını Allah için yaşamak istediler diye suçladılar. Allah yasalarını kralın yasalarından üstün tuttukları için suçladılar. Allah’ın hatırını egemen kralın hatırından üstün tuttukları için suçladılar. Allah’tan başka egemenlik sahibi varlık kabul etmedikleri için suçladılar. Suçlarının bedeli olarak da onları diri diri içi ateş dolu hendeklere atıp yaktılar.”

“Bu inkârcıların, inananlara kızmaları; onların sadece, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin bulunan ve övülmeğe lâyık ve güçlü olan Allah'a inanmış olmalarındandır. Allah her şeye şahittir.” (Bürûc 8,9)

Evet görüyormusunuz suçu? Bunların bütün suçları Allah’a inanmak. İşte en büyük suç budur kâfirin gözünde. Bugün de kâfirlerin gözünde en büyük suç budur. Allah’a iman etmek. Ben müslüma-nım diyen kişi, ben Allah’a iman ediyorum, ben Allah’ın istediği biçimde yaşamak istiyorum diyen kişi dünyanın en büyük suçlusudur. O mürtecidir ve kesinlikle yok edilmelidir.

Evet işte müslümanlar burada da hicrete zorlanırlarken suçları sadece buydu. Başka bir suçları yoktu. Kitabımızın başka yerlerinde anlatılır. Meselâ Mısır’da müslümanlar Firavun zaliminin zulüm ve işkenceleri altında her şeylerini kaybetmiş, ırzları, namusları yok edilmiş perişan bir vaziyette inlerlerken, nihâyet Firavun onları kurtarmaya gelmiş Allah elçisi Mûsâ (as)’ı öldürmeye teşebbüs edince o ana kadar imanını gizlemiş bir mü’min kişinin o anda ileri atılıp söylediği bir söz vardır. Peygamberi müdafaa etmeye çalışan, peygambere kendisini siper yapmaya atılan o yiğit adına Rabbimizin indirdiği Mü’-min sûresi o sözü şöyle ortaya koyar:

“Firavun ailesinden olup, imanını gizleyen bir mü'-min adam şöyle dedi: Siz bir adamı "Rabbim Allah’tır" diyor diye öldürecek misiniz?
(Mü’min 28)

Ne yâni şimdi başka hiçbir suçu olmayan, sadece Rabbim Allah diyen bir kimseyi böyle dediği için öldürmek mi istiyorsunuz? sözü de bu gerçeği aynen ifade ediyor. Kâfirlerin tarih boyunca hiç değişmediklerini ortaya koyuyordu. Evet demek ki dünyada iman küfür kavgasının temelinde sadece bir tek gerçeğin yattığını görüyoruz. Rabbim Allah demek ve buna karşı çıkış. Başka hiçbir şey yoktur. Çünkü Mûsâ (as)’ın bundan başka hiçbir suçu yoktu. Ne iktidar derdi vardı, ne ülkeyi ele geçirme kavgası, ne Firavunun saltanatına göz dikme hadisesi vardı. Sadece diyordu ki ben Allah’a inandım. Benim Rabbim Allah’tır. Ben Allah için bir hayat yaşayacağım.

Ve işte aradan yılar geçmiş, Mekke kentinde ben Allah’a inandım, benim Rabbim Allah’tır diyen Muhammed (as)’a ve tercihini ondan yana kullanan beraberindeki bir avuç müslümana dünyalarını dar edip, ülkelerini terk etme kararı verilirken yine tek suç Rabbim Allah demeleriydi. Müslüman olmayan kimselerin gözünde en büyük suç işte budur. Ben Allah’a inanmıyorum, ben Allah’ın Rabliğini kabul et-miyorum, ben kendi kendimin Rabbiyim, ben kendi programımı kendim yaparım, ben hayatımı nasıl yaşayacağımı kendim belirlerim diyen kimselerin gözünde en büyük suç Allaha imandır. Allah’ı değil de kendisi gibi âcizleri Rab kabul eden, benim Rabbim falan falan tâğut-lardır diyen insanlar için en büyük suç ben müslümanım de mektir. Yeryüzünde kâfiri en çok kızdıran gerçek işte bu imandır
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Hac suresi ayet 40
“Onlar haksız yere ve "Rabbimiz Allah'tır" dediler diye yurtlarından çıkarılmışlardır. Allah insanların bir kısmını diğerleriyle savmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan camiler yıkılıp giderdi. Andolsun ki, Allah'a yardım edenlere O’da yardım eder. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür.”

Rabbimiz Allah’tır diyenler, biz Allah’a inandık diyenler, biz ha-yatımızı Allah için yaşamaya karar verdik diyenler haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Halbuki bu insanların hepsi emin idiler, hepsi güve-nilir idiler, hepsi sâdık idiler. Ama Allah bu dünyada mutlak egemenliği hiç kimseye vermiyor. Allah insanlara dünyada sınırsız yetki vermi-yor. Tamam bir şeyler yapabilecek yetkiler veriyor ama bu yetkiler ge-çici ve sınırlıdır. Sonsuza dek sürecek bir yetki değildir bu. Kâfirler Al-lah’ın kendilerine imtihan konusu olarak verdiği bu kısıtlı yetkileriyle müslümanlara zulmetmeye, onlara hayat hakkı tanımamaya çalışıyorlar. Lâkin Allah kısa bir süre sonra bu yetkilerini alıveriyor. Bakın işte âyet-i kerîmenin devamında Rabbimiz o değişmez yasasını anlatıyor:

Eğer Allah insanların bir kısmını diğerleriyle savmasaydı, eğer Allah insanların bir kısmıyla bir kısmını kontrol edip durdurmasaydı, bir kısmının gücü kuvvetiyle bir kısmının gücünü kuvvetini dengede tutmasaydı, bir kısmıyla bir kısmının zulümlerine, haksızlıklarına dur demeseydi o zaman Manastırlar, Kiliseler, Havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan Camiler yıkılıp giderdi. Harap olup giderdi. Bunların hiç birisi yeryüzünde varlıklarını koruyamaz, işlevleri kalmazdı. Andolsun ki Allah'a yardım edenlere O’da yardım eder. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür.

Evet eğer Rabbimiz yeryüzünde devletlere, egemen güçlere, devletlere, devlet başkanlarına, toplumlara, zalimlere, despotlara, az-gınlara sınırsız ve süresiz bir yetki verseydi, fırsat verseydi. Eğer onların zulümlerini adillerle, sâlihlerle kırıp defetmeseydi. Adillerle, sâ-lihlerle, mü’minlerle onların boyunlarını kırıp bertaraf etmeseydi o za-limler asla Kiliselere, Havralara, Manastırlara ve Allah’ın adının yü-celtildiği mescitlere hayat hakkı tanımazlardı. Buraları yerle bir ederlerdi. Allah’a kulluk mabetlerini yok ederlerdi. Ama Allah onlara bu ka-dar yetki ve fırsat vermiyor. Yetkilerini sınırlandırıyor, güçlüleri güçsüzleştiriyor. Ve onlar karşısında zayıfları güçlendiriyor. Mustazaflara kuvvet ve imkân veriyor. Birini alçaltırken diğerini güçlendiriyor. Ve işte böylece bu müesseseler yaşama hakkı buluyor.

Yâni eğer Allah mü’minlere cihadı emretmeseydi, cihada izin vermeseydi, kendi yolunda cihat eden müminlerin desteğinde olmasaydı, onlar eliyle kâfirlerin, zalimlerin boyunlarını kırmasaydı bu kâfirler tüm yeryüzü mabetlerine hakim olurlar ve tümünü harap ederler, Allah kullarına, kulluğa imkân bırakmazlardı.

Öteki mabetler mescitlerden öne alınmış, önce zikredilmiştir. Bunun sebebi anlayabildiğimiz kadarıyla ya bu mabetler mescitlerden daha önce inşa edildiği içindir, ya da yıkılmaya daha lâyık, daha yakın olmaları sebebiyledir. Çünkü buralarda Allah’ın adı Allah’ın istediği gi-bi yüceltilmemektedir. Allah’ın istediği şekilde fonksiyonlarını icra etmemektedirler.

Allah kendisine yardım edenlere mutlaka yardım edecektir. Hâşâ Allah’ın kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. Öyleyse Allah’a yardım Allah’ın dinine yardımdır. Allah’a yardım Allah’ın dininin korun-masına, dinin ayakta tutulmasına yardımdır. Allah’a yardım Allah’ın emir ve yasaklarını, Allah’ın hukukunu korumak demektir. Allah’a yardım Allah’ın emirlerini icra ve nehylerinden kaçınmakla gerçekleşecektir. Allah’a yardım Allah’ın dininin hâkimiyeti adına çalışıp çırpınmakla gerçekleşecektir. Allah’ın dininin hâkimiyeti adına fedâ-i mal ve fedâ-i canla gerçekleşecektir. Allah’a yardım O’nun dini adına cihadı ve şahadeti göze almakla gerçekleşecektir.

Evet Allah kendi dinine sahip çıkan, kendisinin istediği hayata, kendisinin istediği kulluğa sahip çıkan kullarına Allah’ın yardımı mutlaktır. Eğer istiyorsak Rabbimiz tarafından korunmayı, istiyorsak düş-manlarımız karşısında Rabbimizin yardım ve desteğine ve zafere u-laşmayı, o zaman biz de Allah’ın dinine yardım edeceğiz.

Değilse hâşâ Allah’ın bizim yardımımıza asla ihtiyacı yoktur. Çünkü dininin hakim olacağını zaten Allah müjdelemektedir. Ama unutmayalım ki bizlerin kendi lehimize Allah’ın dininin hâkimiyeti adına vereceğimiz yarım hurma, dökeceğimiz bir kaç damla ter ve kan bizim cennet yolunda ayaklarımızın kaymamasına sebep olacaktır. Dünyada galibiyet ve zafere, izzetli bir hayata, âhirette de cennete ulaşmamıza sebep olacaktır. Unutmayalım ki Allah Gavidir, Allah güçlüdür, Allah Azîzdir. Allah kime yardım edip desteklemişse onun mağlup olması asla mümkün değildir.
 

Zeki.42

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
447
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Hepsini okuyamasam da suanda örneğin bizim filistine gidip cihad etmemiz gerek aslında diye düşünüyorum ayetlerdende bu annlaşılıyor.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Zeki.42,
Değerli kardeşim
ayetlerin hepsini okuduğumuz zaman konuyu daha iyi anlayacağız cihat demek sadece savaşmak değil
konuyu sadece savaş bouyutunda düşünmek ve algılamak yanılgısından kurtulmak için bunları yazıyoruz.
Filistin için ekonomik destek yada teknoloji desteği bu örnekler artırılabilir hepsi cihat kavramı içine girer benim yazmam sizin okumanızda cihattır enbüyük cihat bu bilinci elde etmektir.
 

Zeki.42

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
447
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Allah razı olsun kardeşim. Yalnız orada katledilen çocukları gördükçe bizden haklarını istiyceklerini düşündükçe yerimde duramıyorum inşallah neden oraya gitmediniz neden savasmadınız demezler ahirette
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Zeki.42,
Allah CC sizden de razı olsun
Elbette yapılanlara gönlümüz razı değil ancak önce İslam şuuru ve elimizden geldiğince bu bilinci oluşturmak.
Allah resulu savaş için küçük cihat diyor bilinç için büyük cihat diyor
onun için büyük cihadın ne olduğunu anlamak ve gereklerini yerine getirmek zorundayız
Ahirette ise bize elbette niyetlerimizden tutunda yaptıklarımızın tamamında sorulacak İnşaallah kolay hesap verebilenlerden oluruz.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Hac suresi ayet 78
Allah adına gerektiği gibi cihad edin. O sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi). O (Allah) bundan daha önce de bunda (Kur'an'da) da sizi Müslümanlar olarak isimlendirdi; elçi sizin üzerinize şahid olsun siz de insanlar üzerine şahidler olasınız diye. Artık dosdoğru namazı kılın zekatı verin ve Allah'a sarılın sizin Mevlanız O'dur. İşte ne güzel mevla ve ne güzel yardımcı.

Bir de Allah yolunda, Allah uğrunda cihat edin. Allah’ın iste-diği şekilde müslümanca bir hayat yaşamaya, müslümanca kalmaya cehd-ü gayret edin. İşiniz gücünüz Müslümanlık olsun. Çünkü O Allah sizi seçmiştir. Ve sizin için dinde herhangi bir zorluk ta kılmamıştır.

Evet kendi yolunda, Müslümanlık yolunda sizden cehd-ü gayret isteyen, sizi seçen Allah size bir ayrıcalık tanıyor. Ve üstelik sizi seçtiği, size yüklediği bu Müslümanlık yolunda, yüklediği bu kulluk yükünde bir zorluk ta yoktur. Yâni müslümanlar olarak sizin gücünüzü aşan, takatinizi zorlayan bir sorumluluğunuz da yoktur. Tam size uygun bir kulluk yasası belirledim, buyuruyor Rabbimiz.

Siz atanız İbrahim’in dini üzeresiniz. Atanız İbrahim’in milleti üzeresiniz. Evet biz müslümanlar atamız İbrahim’in dinine nispet ediliyoruz. Bu bizim için şereflerin en büyüğüdür. Atamız, imamımız, önderimiz, liderimiz İbrahim (as) dır.

Peki İbrahim (as)’ın dini, milleti neydi? Atamızın milleti İslâm’dı, İslâm milleti idi. Daha önce de, şimdi de size müslüman ismini veren Allah’tır. İbrahim (as)’ın dini İslâm’dı, İbrahim (as) müslümandı. Kitabımızın başka âyetlerinin beyânıyla Hz Âdem aleyhisselâmdan bu yana Rabbimizin seçtiği tüm elçilerine gönderdiği din İslâm’dı ve tüm peygamberleri de müslümandı.

Evet dün de, bugün de insanlar kendilerini hep İbrahim (as)’a izafe etmeye çalışırlar. Herkes İbrahim (as)’a yakınlık iddiasında bulunuyor. Yahudi’si de Hıristiyan’ı da, müslümanlar da İbrahim (as)’ın dininde, İbrahim (as)’ın yolunda olmakla övünüyorlar. Peki acaba gerçekten İbrahim (as)’a yakın olanlar, Onun dininde, onun yolunda olanlar kimlerdir? İşte Rabbimiz bu âyetinde Onun dininde, Onun yolunda olanları haber veriyor.

Ey Müslümanlar, madem ki Rabbiniz daha önce de, şimdi de size Müslüman ismini verdi, öyleyse adınız sadece Müslüman olsun. Çünkü bu ismi size Allah verdi. Bu ismin dışında kendinize başka şeref aramayın. Sizi Müslüman diye çağırsınlar ve siz Müslüman olarak ölün. Adımız Müslüman. Bütün insanlığın imamı, imamımız İbrahim (as), dinimiz İbrahim (as)’ın dini İslâm’dır. Kendimize bunun dışında ne bir din ararız, ne bir şeref ararız, ne de bir isim peşine düşeriz.

Böylece şu son peygamber size şahit olsun diye ki bu dini o getirdi, bu kitabı o getirdi. Sizi İbrahim (as)’a nispet ettiren o Resul size şahittir. Sizler de tüm insanlığa şahitler olasınız diye Rabbiniz size Müslüman ismini vermiş, sizi şereflerin en yücesiyle şereflendirmiştir.

Rasulullah efendimiz biz ümmetine şahittir, bizler de tüm insanlığa şahitleriz. Allah’ın Resûlü çok güzel bir Müslümanlık sergileyerek biz ümmetine şahit oldu. Bizler de öyle güzel bir Müslümanlık sergileyeceğiz ki tüm dünya insanlığına şahit olacağız. Evet bu ümmet, bizler, biz Müslümanlar Bakaradaki âyetle birlikte söyleyecek olursak: “...vasat bir ümmetiz ve de şahit bir ümmetiz...” Bizi bu dünya üzerinde vasat ve şahit bir ümmet yaptı Rabbimiz. Tüm dünya insanlığına karşı hem denge unsuru, hem de kulluğunun şahitleri yaptı Rabbimiz bizi. Hükmüne tüm insanlığın boyun eğeceği, tüm insanlığın bize bakıp hizaya geleceği, sapıkların sapıklık noktalarını bizde anlayacağı, hakkı bulmak isteyenlerin bize bakarak hakkı bulabilecekleri şahit ve denge unsuru bir ümmet yaptı Allah bizi. Yeryüzünün dengesi bizimle, bu ümmetle kurulacaktır.

Yeryüzünde Allah’a kulluk bizimle açığa çıkacaktır. Peygamber (as) şahsında yaşadığı Müslümanlıkla nasıl ümmetine kulluğu örneklemişse bizler de tüm insanlık için kulluk numunesi olmak zorundayız. Bu görev tıpkı peygamberin ashabına ve diğer insanlara kendisine vahy olunan dini anlatma ve yaşama konusunda şahitlik etmesi gibi bir görevdir. Çok şerefli, ama o nispette de sorumluluğu olan bir görevdir. Ümmeti içinde peygamberin görevi, sorumluluğu ve şerefi neyse diğer toplumlara karşı bizim de sorumluluğumuz ve şerefimiz odur. Bizler Müslümanlar olarak şu anda tıpkı peygamber gibi tüm insanlık önünde İslâm’ın yaşanırlılığını pratiğini göstermek zorundayız. Bu konuda peygamberin ümmetine karşı şahit olduğu gibi, biz de tüm insanlara şahitler olmak zorundayız.

Şimdi biz insanlara şahitler olmak zorundayız. Peki nasıl şahit olunur insanlara? Bunun yolu, bütün insanlara bu dini götürür, Kuran âyetlerini bütün insanlara ulaştırır, dünya üzerinde Allah’tan ve Onun âyetlerinden, cennetten, cehennemden haberdar edilmedik bir tek insan kalmayacak biçimde herkesi haberdar edebilirsek işte o zaman biz insanlara şahitlik görevimizi yapmışız demektir. Tıpkı Resulullahın bu ümmet üzerine şahitlik yaptığı gibi.

Öyleyse gelin ey müslümanlar, öyle güzel bir Müslümanlık yaşayalım ki tüm dünya insanlığı güzeli bizde görsün, kulluğu bizde görsün ve dirilsin. Öyle güzel tebliğ edelim ki Allah’ın dinini yeryüzünde benim bundan haberim yoktu diyen bir tek insan kalmasın.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Furkan suresi ayet 52
(Fakat evrensel uyarıcılık görevini sana verdik..) O halde, kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur'an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük bir savaş ver!

Kesinlikle inkârcılara, kâfirlere itaat etme. Ve onlarla gerçekten cihad-ı kebirle, büyük bir cihadla cihad et. Bu mesajı onlara duyurma konusunda elinden ne geliyorsa onu yap. Onların bu Allah âyetleriyle dirilişleri için, onların hidâyetleri ve Cennetleri için tüm imkân ve kaynaklarını kullan. Bütün gücünle duyur onlara Furkân’ı, Neml’i, Kasas’ı. Duyur onlara Allah’ın âyetlerini ki; bilsinler onlar Rablerini, âhireti, cenneti, cehennemi. Sakın bu bilgisizlere boyun eğmeye kalkma. Onlar bu âyetlerin bilincine ermedikleri için yanlış yoldalar. Onlar Rablerini bilmiyorlar.

Eğer sen bu cahillere tabi olursan insanlar hepten kaybetmiş olacaklar. Artık cehenneme giden insanları dosdoğru uyaracak hiç kimse kalmamış demektir. Ama sen yamulmadan, onların hevâ ve heveslerine tabi olmadan onları uyarmaya devam edersen, yanlışları karşısında hak üzere direnirsen işte o zaman onların yanlışlarından kurtulup, cehenneme gidişten kurtulup, cennete ulaşmaları mümkün olacaktır.

Öyle değil mi ama? İnsanlığa yol gösterecek, insanlığı cehenneme gidişten kurtaracak olan peygamberler onlara itaat etmeye kalkışırlarsa, insanlığa hidâyet rehberi olmak zorunda olan Müslümanlar onlara itaat etmeye kalkışırlarsa, çobanlar sürülere tabi olurlarsa, bilenler cahillere tavizler verir, onların yanlışlarına göz yumarlar, onay verirlerse o zaman bu insanlığı cehenneme gidişten kim kurtaracak? Dünya üzerinde uyarıcılık özelliğine sahip başka kimse yok ki.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Ankebut suresi ayet 6
Cihad eden, ancak kendisi için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnîdir. (O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur)

Kim Allah yolunda cehd ederse, kim Allah’a kulluk yolunda cehd ü gayret içinde olursa, kim imanını gündeme getirme adına amel ortaya koyma kavgası içine girerse, kim bir ömrü Allah yolunda tüketirse, kim Allah yolunda Allah’ın egemenliği adına, Allah kullarının dirilişi adına, Allah’a kullar kazandırma adına savaşırsa. Kim insanların cennet yollarını açma, cehennem yollarına barikatlar koyma adına ölür, ya da öldürülürse işte bu kişi kendi menfaati için, kendi kazancı için cihad etmiş ve kendi nefsi için çalışıp çabalamış ve kazanmıştır.

Çünkü Allah Ğanî’dir, Allah zengindir, tüm âlemlerden müstağnîdir, kimseye ihtiyacı yoktur. Kim ne yaparsa kendisi için yapar. Allah’ın hiç kimsenin yaptıklarına ihtiyacı yoktur. Ne namazımıza, ne orucumuza, ne sadakamıza, ne cihadımıza, ne müslümanlığımıza ih-tiyacı yoktur Allah’ın. Tüm dünya müslüman olsa, tüm dünya peygam-ber gibi Allah’a mükemmel kulluk yapsa, yeryüzündeki tüm kullar melekler gibi Allah’a kulluk yapsalar bile bu Allah’ın mülküne bir şey ilave etmeyeceği gibi, hepiniz tüm insanlar Firavun gibi Rabbinize düşmanlık etseniz, Onunla savaşa tutuşsanız bile bunun bir sineğin kadarı kadar Allah’a bir zararı olmaz, olamaz.

Tüm Kâinatın bir sinek kanadı kadar Allah yanında bir değeri yoktur. Allah’ın hiçbir zaman kullarından bir beklentisi, bir haceti yoktur. Allah sizi size ihtiyacından dolayı, yalnızlığını gidermek veya sizin yapacaklarınızdan istifade etmek için yaratmadı. Siz ne yaparsanız kendiniz içindir. Allah âlemlerden müstağnîdir. Kâfirin zararı da kendisine, müminin faydası da kendisinedir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Ankebut suresi ayet 69
Bizim uğrumuzda cihad edenlere şüphesiz yollarımızı gösteririz. Gerçekten Allah ihsan edenlerle beraberdir.

Bizim yolumuzda, bizim kulluk programımızda, bizim dinimizde cehd eden, cihad eden, çalışıp çabalayan, müslümanca bir hayatın kavgasını veren kimseler için onları muhakkak ki kendi yollarımıza ileteceğiz. Yollarımızı göstereceğiz onlara. Bizim istediğimiz bir hayatı yaşamanın derdinde olanlara, Bizi razı etmenin heyecanıyla koşanlara, Adem’in, Nuh’un, İbrâhim’in, Mûsâ’nın, Îsâ’nın, Muhammed (a.s) ların yolunu takip etmek isteyen, bu yolda cehd ü gayret gösterenler için Biz onlara onların yollarını açacağız. Onlara cennete giden yollarımızı açacağız, göstereceğiz, kolay getireceğiz. Muhakkak ki Allah muhsinlerle beraberdir. Allah kendisini görüyormuşçasına kulluk yapanlarla beraberdir. Allah kendisinin kontrolü altında olduğunun bilinci içinde kendisine lâyık kulluğa koşanlarla beraberdir. Allah’la beraber olanlar, Allah desteğinde olanlar da hem dünyada, hem de ukbada kazananlardır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Muhammed suresi ayet 20
İman edenler derler ki: "(Savaş izni için) Bir sûre indirilmeli değil miydi?" Fakat içinde savaş (kıtal) zikri geçen muhkem bir sure indirildiği zaman kalplerinde hastalık olanların üzerine ölüm baygınlığı çökmüş olanların bakışı gibi sana baktıklarını gördün. Oysa onlara evla (olan)

Bu bölümde de Rabbimiz Allah’tan gelen emirler ve amelî teklifler karşısında gerçekten inanmış mü’minlerle inanmadıkları halde iman gösterisinde bulunanların mukayesesini yapmaktadır. Allah’a gerçekten inanmış mü’minler, sürekli kendisine kulluklarıyla şeref duydukları Rabblerinden teklifler beklerler. Hayatları boyunca Rable-rinin kendilerine şeref kazandıracak emirlerini ve tekliflerini dört gözle beklerler. Rabblerinden kendilerine bekledikleri teklifler gecikince de, “acaba biz ona lâyık değil miyiz? Acaba Rabbimiz tekliflerini neden geciktirdi?” diye hep Rabbleri karşısında kendilerini, kendi kulluklarını sorgularlar.

Mü’minler hep böyledirler. “Keşke ibadete dair, îmana ve itaate dair yeni bir şeylerle emr olunsaydık,” derler. Ama münâfıklar, Allah’a Allah’ın istediği biçimde inanmadıkları halde, dışarıdan iman iddiasında ve iman gösterisinde bulunanlar ise bunun tamamen zıddına Rabblerinden kendilerine intikal edecek emir ve tekliflerden korkarlar. Allah’tan kendilerine, kendi beklentilerine ters düşecek, nefislerine ağır gelecek mükellefiyetler ihtiva eden bir emir, bir teklif, bir âyet, bir sûre geldiği zaman da hemen memnuniyetsizliklerini izhar ederler.

Burada anlayabildiğimiz kadarıyla, “keşke Allah’tan içinde cihaddan söz eden bir âyet gelseydi,” diyenler gerçek Müslümanlardır. Gerçek Müslümanlar Rabblerinden böyle cihad konulu nefislere ağır gelecek bir teklif beklerlerken, hem kendileri Rabblerinin emrine koşarak imanlarını izhâr etmek istiyorlar, hem de böyle ağır bir mükellefiyet karşısında münâfıkların açığa çıkmasını istiyorlardı. Mü’min-lerle münâfıkların ayrışmasını istiyorlardı. Saflar ayrılsın da, kimin ne olduğu ortaya çıksın istiyorlardı.

Bakın diyorlar ki, “keşke Rabbimizden bir sûre indirilseydi.” Onların bu taleplerine karşılık Rabbimiz de buyuruyor ki: “Fakat onlara ne zaman ki muhkem bir sûre, açık, apaçık, içinde Allah’ın kesin ve sağlam hükümlerinin bulunduğu, kimsenin te’vil edip oraya buraya çekemeyeceği, mükellefiyetinden kurtulamayacağı, hükmü sabit, yani neshedilmemiş bir sûre indirilip içinde de mükellefiyetlerin en zoru olan cihaddan söz edince de kalplerinde hastalık bulunanların sana ölümden dolayı baygınlık gelmiş, ölüm korkusuyla komaya girmiş kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün.” Yani böyle gözünü açamayan, ölmek üzere bulunan bir kimsenin bakışı gibi baygın baygın sana baktıklarını görürsün ey peygamberim.

Önceki âyetlerde kalbin vahiyle değişmesinden söz edilmişti. İşte burada kalpleri vahiyle değişmemiş, vahiy kalplerine girmemiş insanların, kalpleri tevhidle, imanla temizlenmemiş, kalplerinde her türlü pislik bulunan kimselerin sağlam bir bakışa sahip olmadıkları anlatılıyor. Elbette kalplerine tevhid oturmamış insanların tüm bakışları bozuk olacaktır. Cihada bakışları da, zekâta bakışları da, tesettüre bakışları da, namaza bakışları da bozuk olacaktır. Böylelerinin inandığı Allah, uğrunda ölmeye değmeyen bir Allah’tır. Uğrunda can ve mal fedâ etmeye değmeyen bir Allah’tır. Böylelerinin Allah için fedâkârlığa, Allah için ölüme sağlam bir bakış taşıması mümkün değildir. Allah için şehadet gibi çok yüce değerlerin bunlar için bir anlamı yoktur.

Bunlar kalplerinde hastalık bulunan kimselerdir. Allah da onların hastalıklarını artırıvermiştir. Peki acaba kalbin hastalığını nasıl an-layacağız? Kalbi hasta olmak ne demektir?

Kalbin hastalığı, kalbin uyum sağlayamamasıdır. Biliyoruz ki kişinin ruh ve bedenindeki uyumunun adına sıhhat, denge denir. Ruh ve bedendeki uyumsuzluğun adı da hastalıktır. Ruhtaki dengesizlik bedende görülür. Çünkü ruhun morardığını kimse görmemiştir. Eğer biz sebepleri ve tezahürleriyle bedenin hastalığını anlayabilirsek, buna kıyasla ruhtaki hastalığı da tanıma imkânımız olacaktır.

Bedenin hastalığı, bedenin sıhhat ve selâmetinin aslî fonksiyonunun bozulmasıdır. Hasta olan bir bedende idrak ve hareket bozulur. Görme ve işitme duyularının bozulması gibi… Yahut da beden hastalandığı zaman eşyayı tamamen farklı olarak idrak etmeye başlar. Meselâ acıyı tatlı, tatlıyı acı görmeye başlar ve hazım bozukluğu şeklinde tezahür edebilir. Meselâ bazı gıdalardan hoşlanmaz hale gelebilir. Beden hastalıklarının tezahürü böyledir. Kalp hastalıklarının tezahürü de, kişide bakış bozukluğu, irade bozukluğu, algı bozukluğu şeklinde kendini gösterir. Kalbinde hastalık bulunan kişi haktan değil de bâtıldan hoşlanmaya başlar, sudan değil içkiden, nikâhtan değil zinadan, tesettürden değil çıplaklıktan, temizden değil pislikten hoşlanmaya başlar.
Peki acaba kalp hastalıklarının tedavisi nedir? Rabbimiz kalp hastalıklarının iki tür tedavi usulünü göstermiştir. Bunlardan birincisi Ra’d sûresindeki şu âyet-i kerîmedir:
“Dikkat edin kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur, doyuma ulaşır, sükûnete erer.”
(Ra’d: 28)

Âyet-i kerîmede anlatılan zikir Kur’an’dır. Yani kalpler ancak Kur’an’la mutmain olur. Ancak Kur’an’la itminan bulur, ancak onunla yatışır ve sükûnete kavuşur. Çünkü kalp Allah’ın âyetlerini duydukça, tanıdıkça şüphe ve tereddütlerden kurtulup, doyuma ve itminana ulaşacaktır.

“Müminler ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Karşılarında Allah’ın âyetleri okunduğu zaman da imanlarını artırır ve yalnız Rabblerine tevekkül ederler.”

(Enfâl: 2)

Demek ki Allah’ın âyetleri okundukça, âyetlerle karşı karşıya geldikçe mü’minlerin kalpleri coşar, taşar, sanki kabına sığmaz hale gelir. İşte bu mü’minin kalbidir.

Bu iki âyetin bize anlattığına göre kalplerin itminana kavuşmasının, doyuma ulaşmasının birinci yolu, elimizdeki şu Kur’an âyetleridir. Bu âyetlerle kalbimizdeki şüpheler dağılacak ve tam bir itminan, tam bir doyum hasıl olacak.

Kalbin sükûnete ve doyuma ulaşmasının ikinci yolu da: Bakara sûresinin 260. âyetinin anlattığına göre meşhûd âyetlerdir. Rabbi-mizin bu kâinatta serpiştirdiği gözsel âyetlerdir. Hani İbrahim (a.s): “Ya Rabbi, ölüleri ölümünden sonra nasıl dirilttiğini görmek istiyorum!” demişti de:
“Allah buyurdu ki: “İnanmıyor musun ey İbrahim?” İbrahim: “İnanıyorum ya Rabbi, ama kalbimin mutmain olması için,” dedi.”
(Bakara 260)

İşte kalplerin itminana kavuşmasının ikinci yolu da yeryüzündeki Allah’ın görülen, müşahede edilen âyetlerini bizzat görmektir. Allah’ın bu iki âyetiyle meşgul olan kalpte onun hastalığına sebep olan tüm bilgisizlikler, tüm şüphe ve tereddütler gidecek, yerine kesin bilgi ve îman gelecektir.

Maraz aslında bir şeyin aslîyetini, aslî fonksiyonunu bozan il-lettir. Aslında fıtrat-ı aslîyesi gereği her kalp sıhhatlidir. Ama bunlar kalplerinin kendisiyle itminan bulacağı, yatışacağı kalbin gıdası olan Kur’an’la ilgi kurmadıklarından, ya da kalbi sükûnete ulaştıracak bilgiden mahrum olduklarından kalpleri hep şüphe içindedir.

Âyet-i kerîmedeki maraz kelimesi pek çok müfessirce bilgisizlik yani şüphe ve tereddüt olarak anlaşılmıştır. Biliyoruz ki bir şey hakkında şüphe, o konuda bilgi eksikliğinden kaynaklanır. O konudaki şüphe ve tereddütler kalbi istilâ eder ve o konuda tam bilgi gelinceye kadar bu durum kalbe elem verir. O konuda tam bilgi gelince kalpteki tüm şüphe bulutları dağılıverir. Onun içindir ki Allah’ın Resûlü:

“Bilmediklerinden sorsalardı ya! Zira cahilliğin şi-fası sormaktır.”

buyurur. Kalbin sahibi ve doktoru olan Allah yukarıdaki âyetlerde onun doyuma ve sükûnete kavuşmasının iki yolundan bahsetmişti. Bunlardan birisinin metlûv âyetler dediğimiz şu Kur’an âyetleri, ikincisinin de meşhûd âyetler dediğimiz kâinâtta serpiştirilmiş görsel âyetler olduğunu haber vermişti. Münâfıklar bu âyetlere yönelmediklerinden, tedaviden yana olmadıklarından, reçeteyle ilgilenmediklerinden dolayı kalpleri hastadır. Kalbin gıdasını almadıklarından dolayı kalpleri hastadır.
“Onlara lâyıktır, gerektir onlar için,” diyor Rabbimiz âyetin sonunda. Peki ne lâyıktır onlara? Ne gerektir onlara? Bunu iki türlü anlamaya çalışıyoruz:

a. Az evvel korkularından baygın baygın baktıkları, tiksinip nefret ettikleri ölüm lâyıktır onlara. Geberesiceler, onlara yaşamaktan çok gebermek yakışır. Yahut da mânâ, bundan sonraki âyette anlatılacak itaat, Allah’ın emirlerine, tekliflerine teslimiyet ve doğru söz yaraşırdı demektir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Muhammed suresi ayet 31
Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.

Andolsun ki sizi bileyeceğiz, sizi cihad, açlık, kıtlık, maldan candan eksiltmeler gibi bir kısım imtihanlardan geçireceğiz ki içinizdeki mücahitleri ve sabredenleri açığa çıkaralım ve sizin haberlerinizi açıklayalım.

Böylece gerçek mü’minleri sahtelerinden, gerçek mücahitleri korkaklardan, sabırlıları sabırsızlardan ayıralım. Ya da sizin muharebe meydanlarındaki destanlaşan sabırlarınızı, sebatlarınızı, Allah için göze aldığınız fedâkârlıklarınızı, cesaret ve kahramanlıklarınızı tüm dünyaya gösterelim, tüm çağlara ilân edelim. Gelecek nesillere sizi örnek kahramanlar olarak sunalım.

Bir de sizin haberlerinizi açığa çıkaralım diye. Her halde burada Rabbimizin açığa çıkarmayı murad ettiği haberler münâfıkların: “İman ettik” ifadeleridir. Zira bu iddia hem mü’minler hem de münâfıklar tarafından yapılan bir iddiaydı. Ancak bu konuda kimin sadık kimin yalancı olduğu böyle fedâkârlık isteyen bir savaş ortamında açığa çıkacaktı.
Veya buradaki haber Ahzâb sûresinde onların şu sözleridir:
“Andolsun ki, daha önce, sırt çevirip kaçmayacaklarına dair Allah’a ahit vermişlerdi. Allah’a verilen ahit sorulacaktır.”
(Ahzâb 15)

Âyet-i kerîmede anlatıldığı gibi onların Rasulullah Efendimize karşı savaştan sırtlarını dönerek kaçmayacaklarına, Rasulullah’la be-raber düşman karşısında dayanacaklarına dair verdikleri ahitlerine sadık kalıp kalmayacaklarının açığa çıkarılmasını istiyordu Rabbimiz.

“Sizin haberlerinizi de açığa çıkaracağım. Sizin içinizdekileri, kalplerinizdekileri, torbalarınızdakilerin tümünü açığa çıkarıp dökeceğiz. İçinizde gerçek bir iman mı taşıyorsunuz yoksa dışarıdan iman gösterisinde bulunup içinizde nifak mı taşıyorsunuz, bütün bunları açığa çıkaracağız.”
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Muhammed suresi ayet 35
Öyleyse siz üstün (bir durumda) iken barışa çağırmak suretiyle gevşekliğe düşmeyin. Allah sizinle beraberdir; O sizin amellerinizi asla eksiltmez.

Rabbimiz bu âyetiyle Medine’de bir avuç Müslümana sesleniyordu. Medine’de, Mekkeli Kureyş’i karşısına almış, Medineli Yahudiler ve münâfıklar tarafından düşman ilân edilmiş ve üstelik sadece o bölgeyle de sınırlı kalmayarak İran’ı, Bizans’ı ve tüm dünyanın kâfirlerini karşılarına almış, tüm dünya kâfirlerine meydan okumuş, tüm dünya kâfirleriyle savaşmak zorunda kalmış bir avuç Müslüman… Düşünebiliyor musunuz, tüm dünya kâfirleri ve onların karşılarına al-dıkları bir avuç Müslüman… Böyle bir ortamda sayısal azlıklarına rağ-men Rabbimiz onlara diyordu ki: “Ey Müslümanlar! Sizler daha üstün olduğunuz halde, sizler daha aziz olduğunuz halde, sakın ha düşmanlarınız karşısında barışa yalvarmayın. Düşmanlarınız karşısında sayısal azlığınıza bakarak güçsüz olduğunuz düşüncesine kapılarak onlardan barış dilenmeye kalkışmayın. Unutmayın ki Allah sizinle be-raberdir ve sizin işlerinizi eksiltmeyecektir. Sizin işlerinizi asla sarpa sardırıp zora sokmayacaktır.

Unutmayın ki siz üstünsünüz. Unutmayın ki Allah sizinle beraberdir. Unutmayın ki siz Allah safındasınız veya sizin safınızda Allah vardır. Sizin Azîzle, sizin üstünle irtibatınız vardır. Siz üstünsünüz, çünkü Azîzle berabersiniz. Siz üstünsünüz, siz güçlüsünüz, çünkü sizler yalnız değilsiniz. Öyleyse sakın ha kâfirlerden, müşriklerden aman dileyip zillet içinde bir barışa razı olmayın. Zillet ve horluk içinde bir barıştan yana olmayın. Böyle zillet ve meskenet içinde kâfirlerle, müşriklerle, münâfıklarla kol kola, keyif içinde, rahat içinde uzlaşmacı bir hayat içinde yaşayıp gidecek duruma düşmeyin. Yurtta sulh, cihanda sulh teraneleriyle pis bir hayata razı olmayın, diyor Rabbimiz.

Ama bu, hep savaştan yana olun, hep geçimsizlikten yana olun anlamına gelmez. Bu emir Müslümanların hiçbir zaman barış sözcüğünü ağızlarına almamaları gerektiği anlamına gelmez. Bunun manası şudur: Müslümanların kendilerini güçsüz ve zelil görerek düş-manlarını da güçlü ve izzetli görerek kâfirlerin kendilerine hükmedecekleri, kâfirlerin kendileri üzerinde baskı oluşturacakları bir konum ve ortamda asla onlardan barış dilenmemeleri anlamına gelmektedir. Değilse karşılarındaki kâfir güçler Müslümanların varlığını, gücünü kabul eder ve barış teklifi onlardan gelirse, buyurun sulh edelim derlerse, o zaman İslâm hep barıştan yanadır. Nitekim bakın Rabbimiz Enfâl sûresinde bu hususu şöyle anlatır:

“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah’a güven. O, şüphesiz işitir ve bilir.”
(Enfâl 61)

İslâm barıştan yanadır ama zillet içinde bir hayatı asla kabul etmez. Çünkü bu dünya için sürünmeye değmez.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Fetih suresi ayet 16
Bedevilerden geride bırakılanlara de ki: "Siz yakında zorlu savaşçı olan bir kavme çağrılacaksınız; onlarla (ya) savaşırsınız ya da (onlar) Müslüman olurlar. Bu durumda eğer itaat ederseniz Allah size güzel bir ecir verir; eğer bundan önce sırt çevirdiğiniz gibi (yine) sırt çevirirseniz sizi acı bir azab ile azablandırır."

Ey peygamberim, onlara, o Arabîlerden geri kalanlara, “işimiz, gücümüz, malımız, mülkümüz, çoluğumuz-çocuğumuz bizi seninle savaşa gelmekten meşgul etti, mâzeretlerimiz çoktu da onun için gelemedik” diyen, ama ganimeti görünce de hemen senin yanına damlayanlara de ki: “Siz güçlü, kuvvetli bir toplumla savaşa çağrılacaksınız. Ya onlarla savaşı göze alırsınız, yahut onlar teslim olurlar. Onlar Müslüman oluncaya, onlar Allah’ın emirlerine teslim oluncaya kadar savaşacağınız bir topluma dâvet edileceksiniz. Haydin bakalım, iyi düşünüp karar verin. Yakında böyle bir fırsat çıkacak karşınıza. Onlar teslim oluncaya, Müslüman oluncaya kadar kendileriyle savaşa devama dâvet edileceksiniz.

Eğer siz itaat eder, bu savaş dâvetini kabul ederseniz, Allah size çok büyük mükafatlar verecektir. Ama daha önceki davranışlarınız gibi yüz çevirirseniz o zaman da Allah size büyük bir azap tattıracaktır. Artık bu savaş Bizanslılarla yapılacak bir savaş olabilir, İranlılarla, yahut diğer müşrik kabilelerle yapılan bir savaş olabilir. Yani si-zin çağrılacağınız bir savaşta sizin Allah ve Resûlü’nün dâvetine icabet etmeniz gerekecektir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Fetih suresi ayet 17
Kör olana güçlük (sorumluluk) yoktur topal olana güçlük yoktur hasta olana da güçlük yoktur. Kim Allah'a ve Resûlü'ne itaat ederse (Allah) onu altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de sırt çevirirse onu acı bir azab ile azablandırır.

Peki bu savaşlardan muaf tutulacak, affedilecek kimse yok mu? Elbette var. Gözleri görmeyen âmâlara, topal olanlara zorluk yoktur. Hasta olanlara da zorluk yok, onlara da bu konuda af var. Bunlar isterlerse bu savaşlarda bulunmayabilir, gitmeyebilirler. Kim Allah ve Resûlü’ne itaat ederse onlar altlarından ırmaklar akan cennetlere girerler. Kim de Allah ve Resûlü’ne itaatten yüz çevirirse onlar da Allah’ın acıklı azabına mahkumdurlar. Bütün Müslümanlar bu Hudeybiye’den sonra daha zorlu savaşlara dâvet edileceklerdir. Tüm dünyaya bir açılım gerçekleşecek. İşte bu durumda sadece affedilenler, özrü kabul edilecek olanlar burada sayılanlardır. Âmâlar, topallar ve hastalar. Bunun dışında yok malım mülküm, yok tarlam tapanım, yok oğlum kızım özrü asla kabul edilmeyecektir. Kim Allah ve Resûlü’nün dâvetine icabet ederse altlarından ırmaklar akan cennetlere gi-recek, kim de Allah ve Resûlü’nden yüz çevirirse, Allah ve Resûlü’nün dâvetinden iraz ederse o da acıklı bir azapla azaplandırılacaktır. Hüküm Allah’ındır. O dilediğine azap eder, dilediklerini de cennetine ko-yar. O’ndan başka yetkili yoktur.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Fetih suresi ayet 22
Kafir olanlar sizinle savaşmış olsalardı arkalarını dönüp kaçarlardı; sonra ne bir veli (koruyucu dost) ne bir yardımcı bulamazlardı.

Eğer kâfirler sizinle savaşsalardı kesinlikle yüz geri döne-ceklerdi. Yani o gün, Hudeybiye günü Hudeybiye anlaşmasından önce eğer onlar sizinle savaşı göze alabilmiş olsalardı, siz onlarla bir an-laşmaya yanaşmamış, ya da onlar anlaşmak istememiş olup ta sizinle savaşa karar vermiş olsalardı, kesinlikle onlar gerisin geriye dönerlerdi. Sonra kendilerine ne bir dost, ne bir velî, ne de bir yardımcı bulamayacaklardı. Siz belki savaş niyetinde olmadığınız için sadece ya-lın kılıçtınız. Onlarla savaşabilecek bir durumda değildiniz. Ama Allah’ın yardımı ve desteği sizinleydi.

İşte gördünüz ey Müslümanlar, sizler Allah ve Resûlü yolunda olduğunuz, Allah ve Resûlü’ne itaat ettiğiniz, Allah desteğinde olduğunuz sürece kâfirlerin sizinle baş etmeleri mümkün olmadı, ebedîyen de olmayacaktır. Yani o kâfirler orada sizinle bir anlaşma yapmayıp ta bir yanlışın içine girip size saldırmayı göze alsalardı bile, kesinlikle bilesiniz ki onlar sizin karşınızda kaçacaklardı ve Allah’ın yardımının, dostluğunun sizinle olması sebebiyle kendileri için ne bir dost, ne de bir velî bulmaları mümkün olmayacaktı.”
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Fetih suresi ayet 25
Ki onlar inkâr ettiler sizi Mescid-i Haram'dan ve durdurulmakta (bekletilmekte) olan hediyeleri (kurbanları) yerlerine varmaktan alıkoydular. Eğer kendilerini bilmediğiniz mü'min erkekler ve mü'min kadınları bilgisizlik dolayısıyla darmadağın edip de bu yüzden size ‘dayanılmaz bir sıkıntı' dokunmayacak olsaydı (o zaman durum farklı olurdu. Durumunun böyle olması) Allah'ın dilediğini rahmetine sokması içindir. Eğer (karışık yaşayan mü'minler) seçilip ayrılmış olsalardı muhakkak içlerinden inkâr edenleri acı bir azab ile azablandırırdık.

Onlar, o kâfirler sizi Mescid-i Haramdan engelleyen, alıkoyan kimselerdir. O emin bölgede rahat bir şekilde Allah’a kul olmanıza, Allah’ın istediği bir kulluk hayatını yaşamanıza engel olmuş kimselerdir onlar… İşte dün buna izin vermeyen bu alçaklar şimdi şu ziyaretinize de engel oldular. Allah’ın beytini tavaf etmenize izin vermediler. Allah’ın beytine adamış olduğunuz kurbanlıkların oraya ulaşmasını engelleyenler de onlardır. Siz Müslümanlar olarak Allah’ın istediği şekilde kurban edilmek üzere Kâbe’ye kurbanlıklar adamıştınız. Ama daha önce sizi Kâbe’de, Allah’a kulluk kıblesinde Müslümanca bir hayat yaşamanıza izin vermeyen, Allah yasaları egemenliğinde bir kulluk hayatı sergilemenize izin vermeyen bu adamlar, şimdi de sizi Allah’ın beytini ziyaretten, Allah için umre yapmaktan ve kurban kesmekten engellediler. Bu onlar için çok büyük bir vebal, çok büyük bir günâhtır.

Eğer mü’min erkekler ve mü’mine hanımlar olmasaydı, ki siz onları bilmiyorsunuz, yani sizin bilmediğiniz, tanımadığınız mü’min erkek ve kadınlar olmasaydı, onları ezmeniz mümkün olabilirdi ve bilmeyerek onlardan dolayı bir sıkıntıya kapılmanız da mümkün olurdu. İşte bundan dolayı Rabbiniz sizden bir savaşı alıkoydu.

Bir de Allah dilediği kimseyi rahmetine girdirmesi için orada bir savaşı engelledi. Hem orada Müslüman olacaklara Allah’ın rahmetinin ulaşmasına imkân doğdu, hem de bilmeyerek oradaki kimi Müslümanları sizlerin öldürebilme ihtimaliniz engellendi, onları bilmeyerek ezmediniz ve böylece sonunda eyvah diyeceğiniz bir duruma da düş-mediniz. Kansız, kılıçsız Allah’ın yardımıyla bir zafere ulaştınız. İşte bunu da size sağlayıveren Allah oldu. Allah sayesinde buna ulaştınız.

Eğer kâfirlerle Müslümanlar ayrılmış olsalardı, yani Müslümanlar oradan ayrılmış olsalardı o kâfirlere acıklı bir azabı tattırır, onlara hiç acımazdık. Ama onların içinde zayıf, mustaz’af Müslümanlar vardı. İman ettikleri halde Allah ve Resûlü’ne, yol bulamadıkları için, güç bulamadıkları için hicret edemeyip orada, onların arasında kalmış gariban Müslümanlar olmasaydı, onların çoktan defterlerini dürerdik, buyuruyor Rabbimiz. Onların hatırına böylece Mekkeliler de Allah’ın azabından kurtulmuş oluyorlardı.

Allah’ın takdiri o ki, bu anlaşmadan iki sene sonra iki kişi hariç Mekke’nin tamamı Müslüman olacaktı. Hepsine hidâyet lütfedilecekti. Bu insanların tamamı cehenneme gitmekten kurtarılacaktı.

Allah gerçekten büyük hesap sahibidir. Hem o gariban Müslümanların bir savaşla öldürülmelerini engelliyor, hem de yarın Allah’ın gücünü, Allah’ın yardımını ve Müslümanların zaferini görerek Müslüman olacakların orada doğranmasına ve ebedîyen cehenneme gitmesine engel oluyordu. Çünkü geleceği bilen O’dur, yarını programlayan O’dur.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Hucurat suresi ayet 9
Mü'minlerden iki topluluk çarpışacak olursa aralarını bulup-düzeltin. Şayet biri diğerine tecavüzde bulunacak olursa artık tecavüzde bulunanla Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın; eğer sonunda (Allah'ın emrini kabul edip) dönerse bu durumda adaletle aralarını bulun ve (her konuda) adil davranın. Şüphesiz Allah adil olanları sever.

Yine Rabbimiz bu âyetinde Müslümanların mutlak sûrette uygulamaları gereken bir yasasını daha bildiriyor bizlere. Müslümanlarla yapılan bir savaşta, Müslümanlar arasında vuku bulan bir savaşta bize bir tavır belirlemesi yapılıyor. Şeytanın vesveseleri, hevâ ve heveslerin ön plana geçmesi, nefislerin azgınlaşması sebebiyle Müslümanlar birbirlerine savaş açabilir, iki Müslüman grup karşı karşıya gelmiş olabilirler. İşte böyle bir durumda iki savaşan Müslüman grubun dışında kalan Müslümanlardan Rabbimiz şunu istiyor:

“Eğer mü’minlerden iki taife, iki grup birbirleriyle bir savaşa tutuşurlarsa, birbirleriyle bir vuruşma içine girerlerse…” İfadeye dikkat ediyor musunuz? Mü’minlerden iki grup savaştıkları zaman denmiyor da, “eğer savaşırlarsa” deniyor. Buradan anlıyoruz ki iki Müslüman grubun savaşmalarının, birbirlerine düşmeleri hiç de tabii, normal bir şey değildir. Eşyanın tabiatına terstir bu. Evet, böyle olmaması gereken bir hadise vukua gelirse, diğer Müslümanlara düşen şudur: “Ey Müslümanlar, o iki Müslüman grubun arasını ıslah ediniz. Onların arasını düzeltip barıştırınız. Savaşlarına engel olunuz. Onları seyretmeye kalkışmayınız. Hemen aralarına girip elinizden gelen tüm gayreti göstererek onların aralarını telif edin. Aralarında adâleti gerçekleştirin. İki tarafa da nasihat edin, aralarındaki ihtilâfı halledin, iki tarafı da Allah’ın hükmüne çağırın.”



İki müslüman fert, iki müslüman aile, iki müslüman devlet savaşa tutuştuğu zaman Müslümanlara düşen işte budur. Onları seyretmeyecekler, alkışlamayacaklar, biz bunların savaşından nasıl menfaat elde ederiz demeyecekler. Veya hemen Amerikan efendilerine, Avrupa efendilerine bakmayacaklar. “Acaba bu konuda efendilerimiz bize ne buyuracaklar? Bu konuda acaba efendilerimiz nasıl bir rol biçecek?” demeyecekler. Hiç beklemeden hemen kollarını sıvayıp kavga eden kardeşlerini barıştıracaklar. Bunun için ellerinden gelen her şeyi yapacaklar. “Yapmayın, etmeyin bu yaptığınız Müslümanlığa yakışmaz. Allah Müslümanların birbirlerine düşmesini haram kılmıştır,” diyecekler.

Eğer onlardan biri, o savaşan güçlerden birisi Allah’ın emrini dinleyip savaşı bırakmadan yana tavır alır, kavgaya son verir, ancak diğeri savaşı sürdürmeden yana bir tavır alır ve onun üzerine saldırır, azgınlık yapar, haksızlık yapar, barış teklifine yanaşmazsa, o zaman da sizler o mustaz’afın, o savaşı bırakan mazlumun safında yer alıp saldıran, barıştan yana olmayan tarafla onu da Allah’ın emrine boyun büktürünceye kadar savaşın. Mazlum tarafın yanında, haklı tarafın safında yer alarak o azgın tarafla siz de savaşın. Zulmeden tarafın zulmüne engel olun. Bu sizin için vaciptir.

Evet işte savaşan, kavga eden iki Müslüman taraf karşısında onların dışındaki Müslümanların görevi budur. Rabbimiz önce savaşan iki Müslüman grubun arasına girip onları düzeltme, onların aralarını ıslah etme, barışı gerçekleştirme emrini veriyor. Ama bütün çabalara rağmen eğer o savaşan gruplardan bir tanesi barışa yanaşmayarak savaşa devam ediyorsa, diğer Müslüman kitleler o haksız taraf Allah’ın emrine boyun eğinceye kadar, Allah’ın hükmüne teslim oluncaya kadar o saldıranlarla savaşacak ve sonunda yine o iki Müslüman grubun arasını adâletle ıslah edecekler. Barıştıracaklar onları. Barıştıkları zaman da aralarında adâletle hüküm verecekler. Çünkü Allah âdil davrananları, Allah’ın istediği gibi doğru hüküm verenleri sever.

Elbette Müslümanlar için en büyük belâlardan birisi, iki Müs-lümanın, iki Müslüman taifenin kardeşliklerini unutarak karşı karşıya gelip savaşmalarıdır. Şeytanın en büyük işlerinden, en büyük başarılarından birisi işte budur. Böyle bir durumda Müslümanlara düşen görev ne yapıp yapıp onların aralarını bulmak, onları barıştırmaktır. Ama eğer bunu becerememişlerse, azgın tarafa, zalim tarafa karşı öteki grupla birlikte savaşa girerek onları savaştan el çektirip, barışa zorlamaları gerekecektir. Allah Müslümanlardan işte bunu istemektedir. Eğer karşıdaki Müslüman grup savaşı bırakıp barışa razı olursa, artık onlara karşı kuvvet kullanmaktan vazgeçmek gerekecektir.

Evet demek ki müslümanları barıştıracağız. Unutmayalım ki iki kişinin arasını bulmak sadakadır. Ve iki mü’minin arasını bulmak ve düzeltmek üzere konuşmak müstesna pek çok sözde hayır yoktur di-yor Rabbimiz.

Yine kitabımızın başka âyetlerinde eşler arasını düzeltip anlaşmalarını sağlamak karı kocanın birbirlerinden ayrılmalarından daha hayırlı olduğu anlatılır. Çünkü toplumun temel yapısı olan ailenin bozulması toplumun bozulması anlamına gelmektedir. Ama tabii ki müs-lümanca bir hayat yaşayan karı kocanın arasını düzeltmek zorundayız. Değilse zina halinde gayri meşru devam eden bir hayatın hakemliğini yaparak onların bu harama devamını sağlamak adına onları birleştirmeyeceğiz. Yani gayri meşru yaşayan bir kadınla bir erkek bir-birlerine küsmüşler biz birleştirdik bu çöp çatanlıktır ve asla caiz değildir. Öyleyse Allah adına beraber olmaları gereken iki kişinin arasını telif lazım. Veya meselâ adam şart etti ve hanımını boşadı iş bitti. Böyle bir ailenin arasını bulmaya çalışmanın anlamı yoktur. Veya bir adam Kur’an anlatırken diğer insanlarla onun arasını bulacağız masal anlatırken değil. Yani Kur’an sünnet anlatan kimselere cemaat bularak müşteri bularak onlarla insanların arasını bulmaya çalışacağız, ama günâhkarlarla, bid’atçilerle gücümüz yettiği kadar insanların arasını ayırmadan yana olacağız.

Evet birbirleriyle kavga eden iki müslümanın veya müslüman gurupların arasını düzeltmek ibâdetlerin en büyüklerindendir. Bakın Buhâri’nin rivâyet ettiği bir rivâyette Allah’ın Resûlü bir gün ashabına hutbe irad buyurmak üzere çıktığı minberin üzerinde yanında torunu Hz. Hasan (r.a) olduğu halde şöyle diyordu: “Benim şu oğlum seyyittir. Umulur ki Allah onun vasıtasıyla müslümanlar-dan iki büyük kesim arasında sulh gerçekleştirecektir.”
(Buhâri, sulh 9)

Evet durum aynen Rasûlullah efendimizin buyurduğu gibi çıkmış Rabbimiz Hz. Hasan vasıtasıyla çok uzun süren Iraklılardan oluşan bir orduyla, Suriyelilerden bir gurubun arasında barışı gerçekleştirmiştir.

Yine imam Buhâri Sehl Bin Sâd (r.a) dan şunu rivâyet etmiştir: Kuba ahalisi birlerine taş atacak noktaya gelinceye kadar birbirleriyle kavgaya tutuştular. Durum Allah’ın Resûlüne haber verilince bundan çok rahatsız oldu ve: “Haydi hep birlikte gidip aralarını bulup barıştıralım.” buyurdu. (Buhâri, Sulh 3)

Yine Buhâri’nin aynı babında Rasûlullah efendimizin şöyle buyurduğu nakledilir: “İnsanlar arasında sulh yaparak hayır söz götüren yahut hayır söyleyen kişi yalan söylemiş olmaz.”

Müslim’in rivâyetinde ise şöyle bir fazlalık vardır: Hadisin Râ-visi Ümmü gülsüm validemiz derki: ”Ben insanların söyledikleri sözler arasında yalan olarak üç husus müstesna herhangi bir şeyde yalan söylemeye ruhsat verdiğini işitmedim. Bunlar da şunlardır: 1: Savaşta 2: insanların arasını düzeltmede 3: Ve erkeğin hanımına, hanımın da kocasına söylediği hayır maksatlı sözlerdir.”

Hattâ imam Buhâri efendimiz: “İnsanların arasını bulup barıştıran kişi yalancı değildir” babı diye özel bir bap açmaktadır.

Evet insanların arasını düzeltmek üzere hakemlik yapacak, böylece sadaka verecek, sadaka ecri kazanacak ve bunu yaparken de asla adâletten, haktan ayrılmayarak Rabbimize şükretme imkânını bulmuş olacağız inşallah. Bakın Şûra sûresinin 15. âyetinde Rabbimiz peygamber efendimize her konuda âdil davranmasını aleyhine bile ol-sa adâletten ayrılmaması gerektiğini ısrarla öğütlemektedir. Peygamberim sen asla adâletten ve doğruluktan ayrılma buyurmaktadır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Mumtehine suresi ayet 8
Allah sizinle din konusunda savaşmayan sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah adalet yapanları sever.

Ey iman edenler, din uğrunda size karşı savaşmayan ve sizleri yurdunuzdan çıkarmaya çahşmyan insanlara iyi davranmanız ve onlara karşı adaletli olmanız size yasaklanmamıştır. Şüphesiz ki Allah, adaletli davrananları sever.

Müfessirler bu âyette, kendilerine iyilik yapılmasına ve adaletli davra-nılmasına izin verilenlerin kimler oldukları hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir:

Mücahid'e göre bunlar, iman ettikleri halde Mekke'den hicret etmeyen müminlerdir. Allah teala müminlere, bunlar için af dilemelerini bunlara iyilikte bulunmalarının ve bunlara adaletli davranmalarının yasaklanmadığını beyan etmiştir.

Abdullah b. Zübeyr'den nakledien bir görüşe göre ise bunlar, Mekke müşrikleri haricindeki insanlardır. Bu hususta Abdullah b. Zübeyr eliyor ki:.

"Ebubekir'in kızı Esma'nın annesi olan Abdüluzza'nın kızı Katile (veya Kabile) isimli kadın henüz müşrik iken kızı Esma'ya, keler, çökelek ve yağ getirmişti. Esma, annesinin hediyelerini kabul etmemiş ve evine girmesini istememiştir, Aişe (r..anh.) ResuluHah (s.a.v.)e bu hususu sormuşv-e bunun üzerine Allah teala bu âyet-i kerimeyi indirmiştir. Âyet inince Resulullah Esma'ya, hediyeleri kabul etmesini ve annesinin, evine girmesine müsaade etmesini emretmiştir.

İbn-i Zeyd ve Katade'ye göre ise âyette kendilerine iyi davranılması ve adaletli olunması emredilen bu insanlardan maksat, Mekke müşriklerinden, müminlere karşı savaşmamış ve onları yurtlarından çıkarmamış olan insanlardır. İbn-i Zeyd ve Katade'ye göre bu âyet-i kerime "Müşrikleri nerede bulursanız öldürün." âyet-i kerimeiyle neshetlilmiştir.

Taberi, burada zikredilen insanlardan maksadın herhangi bir dinden olan insanlar olabileceğini söyleiş, âyet-i kerimenin, herhangi bir insanı özellikle kasdetmediğini beyan etmiştir. Taberi'ye göre bu âyetin neshedildiğini söylemenin de bir manası yoktur. Zira.mUmin bir insanın, kendisine karşı savaşmayan ve kendisine karşı savaşanlara da yardım etmeyen bir kafire, ister akrabası olsun ister yabancı olsun, iyilikte bulunması ne haramdır ne de yasaklanmıştır. Nitekim, Abdullah b. Zübeyr'in rivayet ettiği hadis de bu görüşü desteklemektedir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Mumtehine suresi ayet 9
Allah ancak din konusunda sizinle savaşanları sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları dost edinmenizden sakındırır. Kim onları dost edinirse artık onlar zalimlerin ta kendileridir.

Allah, ancak sizinle din hususunda savaşanları sizi yurtlarını/dan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar, kim onları dot edinirse, işte onlar, zalimlerdir.

Allah teala bu âyet-i kerimede, müslümanlara karşı islamı reddetmek için savaşanlan.müslümanlan yurtlarından çıkaranları ve müsltimanlan yurtlarından çıkaran müşriklere yardım edenleri dost edinmeyi yasakladığını beyan ediyor. Bunları dost edinenlerin ise zalim olacaklarım bildiriyor.

Bu hususta Muide suresinin elli birinci âyetinde şöyle buyurulmaktadır: "Rublerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur'anla uyar. Onlar için Allahtan başka ne bir dost ne de bir şefaatçi vardır. Gerekir ki, Allahtan korkarlar.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt