Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İslam Tarihinden Sayfalar (2 Kullanıcı)

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
‘Yâ Resûlallah! Allah yolunda mı öleceğim?’


Câbir bin Abdullah “radıyallahü anh” Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir.
601 senesinde (Hicretten 21 sene önce) Medîne’de doğdu. 693 (H. 74) senesinde yine aynı yerde vefât etti...
Tefsir ve fıkıh ilminde Eshâb-ı kirâmın önde gelenlerinden olan Câbir bin Abdullah hazretleri, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin sağlığındayken sorulan bâzı suâllere cevap verip, müftîlik yaptığı gibi, Peygamber efendimizin vefâtından sonra, Ondan öğrendiği ilmi dört bir yandan gelenlere öğretmeye çalıştı...
Ömrünün sonuna doğru Yezîd’in kumandasındaki orduda İstanbul Muhâsarasına katıldığı bu sırada 693 (H.74)’te şehid olup, Kocamustafapaşada bulunduğu sanılmakta ise de, kaynak kitaplarda onun aynı senede Medîne-i münevverede vefât ettiği bildirilmektedir...


BEŞ VAKİT NAMAZ KILANLAR...

Bizzat Peygamber efendimizden işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden biri:
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz;
“Birinin evi önünde nehir olsa, her gün beş kere bu nehirde yıkansa üzerinde kir kalır mı?” diye sordu. Eshâb-ı kirâm “Hayır yâ Resûlallah!” dediler.
Resûlullah efendimiz; “İşte beş vakit namazı kılanların da böyle küçük günahları affolur” buyurdular...
Câbir bin Abdullah “radıyallahü anh” anlatır:
Gazvelerden birine Resûlullah efendimiz ile birlikte çıkmıştım. Bir gün bir ağacın gölgesinde otururken, Resûlullah efendimiz bulunduğum yere geldi.
“Yâ Resûlallah, gölgeye buyurun” dedim. Teşrîf edip, oturdu. Yanımda salatalık vardı. Çıkarıp ikrâm ettim. “Bunu nereden buldun?” diye sordu. “Medîne’den getirdim” dedim...


“İYİ ELBİSELERİNİ GİYSİN!”
Benim develerimi otlatan bir arkadaşım vardı. O sırada o da yanımda idi. Üzerinde eski bir elbise vardı.
O hâliyle yürüyüp gitti. Resûlullah efendimiz bana “Bu arkadaşının üzerindeki elbisesinden dahâ iyi elbisesi yok mu?” diye sordu.
“İki elbisesi dahâ var, ben vermiştim. Çantasında saklıyor” deyince, “Arkadaşını çağır, o iyi elbiseleri giysin!” buyurdu.
Onu çağırdım. Gelip, çantasındaki elbiseleri giyinip gitti. Sonra Resûlullah efendimiz,
“Arkadaşının hâlinin ne olacağını biliyor musun? Allahü teâlânın onun için takdîr ettiği ölüm bu harbde olacaktır” buyurdu. A
rkadaşım bu sözleri işitip, “Yâ Resûlallah! Allah yolunda mı öleceğim?” diye sordu. “Evet” buyurdu. Arkadaşım o gazâda şehîd oldu...



VEHBİ TÜLEK / TÜRKİYE
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Mazlumun âhı indirir şâhı!..”


Sâlihlerden bir kimse vardı. Bizlere şöyle bir hadise nakleder:
Çok sevdiğim dindar, güvenilir ve namuslu bir oğlum vardı, vezirin oğlu haksız yere onu öldürdü, hakkımı aradım ama kimse elimden tutmadı.
Ben de sabah akşam Bedir ehli yüzü suyu hürmetine Allâhü teâlâdan istemeye başladım ve çocuğumun kanının hakkını alabilmem için onlardan himmet istedim...


“BEDİR EHLİNE KOŞUN!..”

Aradan uzun zaman geçince gönlüm daraldı ve hakkımı alabileceğimden ümidimi kestim.
Bir gece uyurken rüyamda, güzel kılıkta ve hoş bir halde bulunan birtakım zatlar gördüm. O sırada biri;
“Bedir ehline koşun!” diyordu. Derken hepsi birbiri ardınca öne geçtiler. Ben içimden;
“Sübhânallâh! İşte bunlar çocuğumun hakkını almak için kendilerinden himmet islediğim Bedir ehli! Karşımda duruyorlar! Vallahi ben de onları izleyeceğim...”
dedim. Böylece onların ardınca yürüdüm. Nihayet yüksek bir mekana geldiler, her biri nurdan bir kürsü üzerine oturdu.
O sırada onları ziyaret eden ve hallerinden şikâyet eden birtakım toplumlar gördüm. Kendi kendime;
“Peki ben niye çocuğumu öldürenden şikayetçi olmuyorum?” dedim ve onlara doğru giderek durumumu ve kimsenin elimden tutmadığını anlattım. İçlerinden biri;
“La havle vela kuvvete ila billa hil aliyyil azîm” diyerek yanındakilere baktı ve; “Kim bana bu zavallının hasmını getirecek?” dedi.
Hemen biri gitti, çok geçmeden benim oğlumun katilini getirdi. O zat ona;


“ZULÜM VE DÜŞMANLIK!”

“Bu adamın oğlunu sen mi öldürdün?” deyince o; “Evet” dedi. O zat;
“Peki onu öldürmeye seni ne sevk etti?” diye sorunca o; “Zulüm ve düşmanlık!” diye cevap verdi. Bunun üzerine o zat ona:
“Yere otur!” dedi. O yere oturunca benim elime bir hançer vererek:
“İşte senin hasmın budur, o senin oğlunu öldürdüğü gibi sen de onu öldür” dedi. Ben de hançeri alıp onu boğazladım.
Uykumdan uyanınca büyük bir nâra işittim. Bir de ne duyayım, nsanlar;
“Vezirin oğlu yatağında boğazlanmış olarak bulundu, fakat katili bilinmiyor” diye konuşuyorlardı...
Evet, zulmeden mutlaka yıkıma uğrar. “Mazlumun âhı, indirir şâhı!..” demişler. Yani, zulüm gören kimsenin âhı, gözyaşı, padişahı tahtından indirir.
 

ayşe.a

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Tem 2008
Mesajlar
3,140
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
emeğine sağlık kardeşim Rabbim razı olsun
selam ve dua ile..:a03:
 

_AYDIN_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Eyl 2009
Mesajlar
1,485
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Güzel paylaşım olmuş emeğine sağlık.
RABBİME emanet ol .
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50

“Haydi oğul haydi git Ya gâzi ol, ya şehit!”



Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki varlığına son vermek isteyen Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ, Rusya’nın aracılığıyla aralarında anlaşarak, Türkleri Balkanlar’dan atmak istiyorlardı.
İşte o günlerde (1913) yazılan ve Bulgarların Müslüman Türklere yaptıkları zulümleri anlatan “Türkiye Uyan” adlı kitaptaki bir çavuşun subayına yazdığı mektubunu sunuyoruz sizlere... Mektup şöyledir:


“BURAYI HAVAYA UÇURACAĞIM!”
“Zabit efendi!..
Kuvvetli düşman müfrezelerinin Gümülcine’ye indiğini, askerimizden bir kısmının çekildiğini ve bazısının da esir edildiğini işittim!
Geçen gün dört erle bana teslim ettiğiniz Kuruorman sırtındaki mühimmat deposunu hâlen muhafaza ediyorum...
Tabiî Gümülcine’yi işgal eden düşman buraya da gelecek!
Doğrusu devletimin ve milletimin nice fedakârlıklarla burada yığdığı bu cephaneyi, sapasağlam düşmana teslim edecek değilim!
Buna ne askerlik vazifem, ne de vatan sevgim müsaade eder.
Elbette burayı havaya uçuracağım! Fakat o binlerce liranın heba olup gitmesine üzülüyorum.
Haydi havaya uçurdum. Sonra ne olacağım? Düşmana esir, değil mi? Biz buraya esir olmak için mi geldik?
Milletin paralarını, devletin nâmusunu esaretle ödemek için mi asker olduk? Hayır, hayır! Ben bu zilleti kabul edemem...
Dün bizim idaremiz altında rahat yaşayan bu vahşî çobanların eline esir düşmek!.. Aman yâ Rabbî! Bu ne müthiş zillet!..
Ben bu esirlik zilletine düşmektense bin defa ölmeyi tercih ederim...


“ŞEHİT OLDUĞUMU BİLDİRİN”

O hâlde ne yapmalıyım? Ben bu cephane deposunun içine saklanacağım. Burayı teslim almaya gelen Bulgarlar, iyice toplanıncaya kadar saklanacağım.
Ben de içinde dahil olmak üzere cephaneyi havaya uçuracağım...
Memleketimde bulunan ana ve babama, hanımıma ve çocuklarıma selâmımı yazınız.
Onlar seferberlik ilân edildiği zaman beni Subaşı’nda, değirmen kenarında uğurladılar. Bana;
“Haydi oğul haydi git!
Ya gâzi ol, ya şehit!” demişlerdi...
Cenâb-ı Hak bana şehit olmayı nasip ediyor! Artık şehit olduğumu bildirin...”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Salankamen şehidi Fazıl Mustafa Paşa


1683’teki II. Viyana bozgunundan sonra, Osmanlı ordusu bütün cephelerde yeniliyor, on binlerce şehidin kanları pahasına fethedilen şehirler, kasabalar, kaleler, birer birer düşman eline geçiyordu...


FERAHLIK, DÜZEN VE DİSİPLİN...

1689 yılı Kasımında sadaret makamına Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa getirildi. Bu bir ümit ışığı idi.
Bu vezir, Osmanlı’nın en büyük sadrazamlarından Köprülü Mehmet Paşa’nın ikinci oğlu ve Fazıl Ahmet Paşa’nın kardeşi idi...
Zaten Köprülü Ailesi 17. yüzyılda Saltanata önemli vezir ve sadrazamlar yetiştirmiş bir aile idi...
Fazıl Mustafa Paşa, ilk olarak, halka ağır bir yük olan, “avarız, nezil, sürsat, ve imdadiye” gibi manasız vergileri kaldırdı.
Büyük servetler elde eden yüksek rütbeli memurların mallarını hazineye devretti ve bu sayede ödenemeyen asker maaşlarını ödedi.
Bu icraatlar kısa zamanda memlekette bir ferahlık meydana getirdi.
Fazıl Mustafa Paşa bundan sonra ordu ile meşgul olmaya başladı. Bu işi de başardı.
Orduda da düzen ve disiplini sağladı ve eskisinden daha mükemmel bir hale getirdi.
Sıra düşmandan intikam alınmasına ve elimizden çıkan toprakların ve kalelerin kurtarılmasına gelmişti.
Padişah ona “Serdar-ı Ekrem” unvanını da vererek, ordunun başına tayin etti.
Hemen harekete geçen Fazıl Mustafa Paşa üst üste büyük başarılar kazanmaya başladı.
Kanuni Sultan Süleyman yadigârı Belgrad kalesini yeniden fethetti.


“BU, HAYRA ALAMET DEĞİL!”
Kışı burada geçirip Sava Nehrinin karşı yakasına geçmek için bir seyyar köprü kuruldu.
Fakat askerin az bir kısmı henüz karşı sahile geçmişti ki, yağan şiddetli yağmurların tesiriyle Tuna ve Sava nehirleri taştı. Seyyar köprü yıkıldı.
Askerin yarısı da diğer yakada kaldı. Fazıl Mustafa Paşa’nın buna çok canı sıkıldı. “Bu hayra alamet değil” diyordu...


AVUSTURYA ORDUSU SALDIRDI!..

Osmanlı ordusunun Macaristan üzerine doğru hareket ettiğini haber alan Avusturyalılar,
Prens Baden kumandasında kalabalık bir ordu ile harekete geçmişlerdi.
Bu sıralarda Osmanlı ordusunun bulunduğu Salankamen mevkiine geldiler ve hiç vakit kaybetmeden saldırıya geçtiler.


Fazıl Mustafa Paşa, mevcut askeri ile Prens Baden kumandasındaki Avusturya ordusunun hücumuna karşılık verdi.
Çatışma çok kanlı oldu. Osmanlı ordusunun esas kısmı, taşan nehrin karşı sahilinde kalmıştı.
Düşmanla karşı karşıya kalan kısmı ise, tecrübesiz ve sayıca çok azdı. Buna rağmen düşman hücumunu püskürtmeyi başardılar...


“GAYRİ İŞ BİZE DÜŞTÜ!..”
Prens Baden, ertesi gün, aldığı takviye kuvvetlerle ani bir baskın yaptı.
Fazıl Mustafa Paşa, daha önceden siperlerin önüne toplar yerleştirmiş olduğundan, düşman kuvvetlerine ağır kayıplar verdirdi.
Buna rağmen Prens Baden ısrarla hücumlarına devam ediyordu.
Avusturya süvarileri, Anadolu Beylerbeyi Kemankeş Ahmet Paşa kumandasındaki Anadolu sipahilerine şiddetle saldırdılar.
Daha önce böyle bir savaş görmemiş olan Anadolu askeri, bu saldırı karşısında dağıldı. Bu hali karşıdan takip eden Fazıl Mustafa Paşa;
-Gayri iş bize düştü, diyerek Kapıkulu süvarilerinin başına geçti. Kılıcını çekerek:
-Yiğitlerim, ne durursuz? Koman ha, urun ha! diye bağırarak askeri teşvik ediyordu.
Serdar-ı Ekrem’in elinde kılıç, en ön safta düşmana hücum ettiğini gören asker bir anda gayrete geldi ve hızla saldırıya geçti.
Fazıl Ahmet Paşa, Sultan II. Osman‘ın kendisine verdiği kılıcı düşmana doğru uzatıyor ve;
-Bak a küffar! İşte Osmanlı geliyor! diye bağırıyordu. Kendisini tamamen kaptırmış, düşman alaylarını bozarak, parçalayarak ilerliyordu.
Kethüda kendisini ikaz ediyor;
-Paşa baba, kendine dikkat et! diye bağırıyordu. Fakat o;
-Biz hayatımız için değil, padişahımız ve devletimiz için cenk ederiz. Canın ne kıymeti var oğul? diyordu.


DÜŞMAN ÇARESİZ KALMIŞTI!..
Orduyu gayrete getiren ve mağlup olmak üzere iken zafere ulaştıran şey, vezirin cesareti ve ordunun başına geçmesi idi.
Gaziler onun arkasında büyük bir şevk ve imanla ileri atılmışlardı. Artık Avusturyalılar için kurtuluş çaresi kalmamıştı.
Fakat tam bu sırada, hain bir kurşun, kahraman vezir Fazıl Mustafa Paşa’nın tertemiz alnına isabet etti ve o anda şehit düştü. Ruhu şâd olsun...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Havârîlerin hâmisi Habib’ün-Neccar


İsa aleyhisselam havârîlerinden iki kişiyi, Allahü teâlânın emri ile Antakya’ya göndererek, orada yaşayan ve putlara tapan insanları, imâna davet etmeleri için vazife vermişti.
Bu emir üzerine Antakya’ya giden elçiler, halkı Allahü teâlâya imâna, tevhide, davet ettiler...


KRALIN SEVGİSİNİ KAZANIR...

Elçilerin bu davetleri, Antakya’yı idaresi altında bulunduran kral tarafından da duyuldu. Kral, kendilerini imana davet eden elçileri hapsettirdi.
Bu hapsedilme hadisesinden sonra, İsa aleyhisselam, havârîlerinin reisi olan Şem’ûn’u da, Antakya’ya gönderdi.
Şem’ûn oraya varıp, kendini tanıtmadan ve dikkat çekmeden, kralın yakınlarıyla yavaş yavaş temas kurdu.
Onlarla samimi bir hava içinde görüşüp konuşmaya başladı. Onlar da Şem’ûn’un kral ile temas kurmasını sağladılar.
Nihayet Şem’ûn, kralın muhabbetini kazandıktan sonra, maksadını açıkladı.
Bunun üzerine kral ve krala bağlı olanlardan bir cemâat imân ettiler. Halka da tebliğde bulundular:
“Gerçekten biz, size imânâ davet etmek için gönderilmiş elçileriz. Allahü teâlâya imân ediniz” dediler.
Fakat halk onları yalanlayıp, imân etmediler...
Antakya halkı Hazreti İsa’nın elçilerini ret edince, elçiler dediler ki:
“Biz, Rabbimizin emriyle, İsa aleyhisselamın, sizleri imâna davet etmek için gönderdiği elçileriz. Bizim üzerimize düşen vazife apaçık bir tebliğdir.”
Antakya halkı ise elçilere;
“Biz sizi sevmiyoruz. Zira siz, bizim arzumuzun tersine birtakım şeyler teklif ediyorsunuz. Bize böyle ‘imân ediniz’ demekten vazgeçin.
Eğer bu teklifinizden vazgeçmezseniz, sizi taşa tutarak öldürürüz. Bizden size acıklı bir işkence de dokunur” dediler.


ÖLDÜRMEYE KARAR VERDİLER!..

Antakya ahalisi, kendilerini saâdete kavuşturmak isteyen elçiler ile inatçı bir mücâdeleye girdiler ve aslâ dinlemediler.
Neticede onları taşlayarak öldürmeye karar verdiler...
Bu kararlarını; daha önce elçilerle görüşüp imân eden ve onların hâmisi, koruyucusu olan Habîb’ün-Neccâr işitmişti.
Şehrin en uzak bir yerinde olan evinden çıkıp, koşarak, imân etmeyenlerin, elçiler ile mücâdele etmekte oldukları yere geldi.
Halka, böyle bir işten vazgeçip, onlara inanmalarını söyledi...
Habîb’ün-Neccâr’ın Antakya ahalisine nasihatini de yarın okuyalım inşallah...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Kavmime hidâyet ver yâ Rabbî!..”


Dün sizlere arz ettiğimiz gibi, İsa aleyhisselamın elçilerinin hâmisi, koruyucusu olan Habîb’ün-Neccâr, Antakya ahalisine; Hazreti İsa’nın elçilerine inanmalarını söyleyerek onlara şu nasihati yaptı:


“DÜNYA VE ÂHİRET SAADETİ İÇİN!”

“Ey kavmim! Uyun bu gönderilen elçilere... Uyun sizden hiçbir ücret istemeyen o kimselere... Onlar hidayet üzeredirler.
Onlara uyunuz ki, tebliğ etmeleri ve sakındırmalarından dolayı, sizden bir ücret istemiyorlar.
Onlar sizi dünya ve âhiret hayrına davet etmektedirler. Layık olan şey, onlara ittiba etmeniz, tâbi olmanızdır!..”
Habîb’ün-Neccâr böyle deyince, putperest halk;
“Yoksa sen, bizim dinimize muhalefet edip, bu elçilerin dinine mi tâbi oldun? Bizim ilâhlarımıza tapmayıp, onların ilâhına mı ibadet ediyorsun?” dediler. Habib’ün-Neccar onlara;
“Bana ne oldu ki, beni yaratan Allahü teâlâya ibadet etmeyeyim? Siz öldükten sonra O’na döndürüleceksiniz.
Allahü teâlânın huzurunda küfrünüzün, batıl amellerinizin cezasını göreceksiniz. Ben, Allah’tan başkasını, putları ilah edinir miyim?
Eğer Allahü teâlâ bana bir zarar yapmak dilerse, putların şefaati bana hiçbir fayda vermez ve onlar beni kurtaramazlar.
Eğer ben, Allahü teâlâdan başkasına ibadet edersem, apaçık bir hüsrân, sapıklık içinde olurum” diye cevap verdi.


Habîb’ün-Neccâr, kavminin inkâr içinde olduğunu görünce, onlara karşı ifade tarzı çok üstün olan bir hitapla konuştu.
Böylece, insanı yoktan yaratanın Allahü teâlâ olduğunu ve insanın öldükten sonra yeniden dirileceğini,
dünyada yaptıklarının hesabını vereceğini anlatmak istedi. İnsanın yaratılmasının bir nimet olduğuna, bu nimete şükür gerektiğine işaret etti.
Bu şükrün de, insanın, Allahü teâlâya imân ve ibadet etmesi ile olacağını belirtti.


“GELİN NASİHATLERİMİ DİNLEYİN!”

Habîb-ün Neccâr, kavmini ikaz edip, gelen elçileri dinlemelerini ve Allahü teâlâya imân etmelerini söyledikten sonra, kendisinin Allahü teâlâya imân ettiğini şöyle bildirdi:
“Şüphe yok ki ben, sizi de yaratan Allahü teâlâya imân ettim. İşte bunu benden duyun. Gelin nasihatlerimi dinleyin!”
Habîb-ün Neccâr bu sözleri söyleyince, bunu işiten putperest halk, hep birden üzerine hücûm edip, taşa tutarak onu şehid ettiler.
Habîb-ün Neccâr, şehid edilmek üzere iken de;
“Yâ Rabbî! Kavmime hidayet ver” diyerek duâ ediyordu...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Ölüm ânında niçin ağlıyorsun?”


İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle rivâyet eder:
Bir gün Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz mescidden çıkıp şeytanla karşılaşınca;
“Seni benim mescidimin kapısına kim getirdi?” diye sordu. Şeytan;
“Allah getirdi” dedi. Resûl-i ekrem; “Niçin getirdi?” diye sorunca, şeytan; “İstediğini bana sorman için” dedi.


“AYAKLARIMA BUKAĞI VURULUYOR!”

Resûlullah efendimiz sordu Şeytan cevap verdi:
“Ey mel’ûn! Ümmetimi cemâat ile namaz kılmaktan neden menediyorsun?”
“Yâ Muhammed! Ümmetin cemâatle namaza başladığı zaman, beni şiddetli bir sıtma tutuyor. Onlar namazlarını bitirip dağılıncaya kadar benden çıkmıyor.”
“Ey mel’ûn! Ümmetimi ilim öğrenmekten ve duâdan niçin menediyorsun?”
“Yâ Muhammed! Ümmetin duâ ettiği zaman ben kör ve sağır oluyorum. Onlar dağılıncaya kadar bu hâl benden gitmiyor.”
“Ey mel’ûn! Ümmetimi niçin Kur’ân-ı kerîm okumaktan alıkoyuyorsun?”
“Yâ Muhammed! Ümmetin Kur’an-ı kerîm okumaya başlayınca ben kurşun gibi eriyorum.”
“Ey mel’ûn! Ümmetimi niçin cihâd etmekten alıkoyuyorsun?”
“Yâ Muhammed! Ümmetin cihâd için sefere çıktığı zaman, ayaklarıma bukağı vuruluyor. Onlar dönünceye kadar bukağı ayaklarımda kalıyor.
Onlar hacca gittikleri zaman zincirlerle bağlanıyorum. Onlar sadaka vermeye niyet ettiklerinde, başıma bıçaklar konuyor. O bıçaklar beni kesiyor...”


“BUNUN İÇİN SANA ACIDIM!..”
Ebû Mansur bin Zâkir, sâlih ve zâhid bir zât idi. Vefâtı yaklaştığı zaman çok ağladı. “Ölüm ânında niçin ağlıyorsun?” diye sorulduğunda;
“Hiç gitmediğim bir yola gideceğim için ağlıyorum” diye cevap verdi. Vefât ettikten dört gün sonra oğlu, Ebû Mansur bin Zâkir’i rü’yâsında gördü:
“Ey oğlum! Burada işler zannettiğinden çok daha zor. Rabbim bana; ‘Ey Mansur! Bugün buraya hangi amelin ile geldin?’ diye suâl etti.
Ben de; ‘Yâ Rabbi, otuz hac yaptım, kendi ellerimle muhtaçlara kırk bin dirhem dağıttım, kırk harbe katıldım...’ dedim.
Hak teâlâ; ‘Onların hiçbirini kabûl etmedim’ buyurdu. Ben; ‘O zaman ben muhakkak helâk oldum yâ Rabbî’ dedim.
Allahü teâlâ; ‘Bu gibi şeylere bakarak azâb etmek keremimden değildir. Yâ Ebâ Mansur!
Falan gün Müslümanların ayağı çarpmasın diye yoldan küçük bir taş parçasını kaldırmıştın. İşte bunun için sana acıdım.
Zîrâ ben iyilik yapanların iyiliklerini aslâ zâyi etmem’ buyurdu dedi...”
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Bir asilzâde Hasîrîzâde


Hasîrîzâde (Şeyh Ahmed Muhtar Efendi) İstanbul velîlerindendir.
Babası ve dedesi gibi asil bir zat idi. 1820 (H.1236)’da doğdu. 1901 (H.1319) senesinde vefât etti.
Sütlüce’de Hasîrîzâde Dergâhı adıyla meşhûr dergâhın bânisi Şeyh Mustafa İzzî’nin torunudur.
Hasîrîzâde bu dergâhın dördüncü şeyhidir. Babası, Şeyh Sülün Efendi denmekle meşhûr Şeyh Süleymân Sıdkî’dir...


DEDESİ DE SEVİLEN BİR ZAT İDİ

Dedesi Mustafa İzzî Efendi de çok sevilen bir zat idi.
Vefâtında, zamânın şâirlerinden Hayreddîn Efendi, Mustafa İzzî Efendi için şöyle demektedir:
“Bütün vakitlerini insanlara ilim ve edeb öğretmekle geçirdi. Fazîletiyle zamânının büyükleri arasına girdi.
Kırk sene irşâd makâmında bulundu. Nice eksik ve noksan kimseler onun feyziyle terbiye oldu.
Onun rûhâniyetinden istifâde etmek isteyen, onu vesîle edip yardım istesin.
Hulûs-i kalb ile bu ziyâretgâha gelsin. Bu sebeple mânevî kemâle kavuşur...”

Hasîrîzâde Şeyh Ahmed Muhtar Efendi, zamânında bulunan pek çok âlimden ders alıp, ilim öğrendi. Tasavvufta babasının terbiyesi altında yetişti.
Babasının vefâtı üzerine büyük birâderi Şeyh Hasan Rızâ Efendi ile birlikte dergâhın şeyhliğini yaptı.
Daha sonra ağabeyi bu vazifeyi tamâmen ona bırakıp hacca gitti...
Tasavvufta Sa’diyye yolunun icâzetini babası Şeyh Süleymân Sıdkî’den aldı.
Ayrıca Şâziliyye, Mevleviyye yollarından da icâzet almıştır. Yine Nakşibendiyye ve Rufâiyye, Halvetiyye yollarına da bağlılığı vardır.


MİSAFİRİNİ KENDİSİ AĞIRLARDI

Bu mübarek zat, her hâlinde sünnet-i seniyyeye uyardı.
Orta boylu, buğday renkli, geniş omuzlu, geniş alınlı, sünnete uygun ve siyahı az beyaz sakalı vardı.
Yüzü sevimli, hoş sözlü, güler yüzlü, vakarlı ve mütevâzı idi.
Allahü teâlânın emirlerine uyulması husûsunda çok dikkatli ve hakkı söylemekte korkusuzdu.
Kızgınlıkta ve yumuşaklıkta orta halliydi. Cömert ve hayırseverdi.
Herkes tarafından sevilir, hürmet gösterilirdi. Âlimleri ve ârifleri sever, onlara iltifât ederdi.
Misâfirlerinin hizmetlerini kendisi görürdü. Elindeki malını fakir ve muhtaçlara dağıtmış sâdece bir elbisesi kalmıştı.
Bir sabah vakti seksen dört yaşında vefât edeceğini kendisi haber vermiştir.
Söylediği gibi hicrî sene olarak seksen dört yaşında vefât etmiştir. Vasiyeti üzerine dergâhında defnedildi...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Tâbi’înin hayırlısı” Rebi bin Harrâş

Reb’î bin Harrâş hazretleri Tâbiînin büyüklerindendir. Hadis âlimlerindendir.
Kendisine kadar gelen hadis-i şeriflerden bazıları, muteber hadis kitaplarında onun rivayeti ile yer almaktadır...

NE ZAMAN BİR MUSÎBET GELSE!..
Reb’î’nin kardeşi Rebi şöyle anlatır: Ca’fer-i Sâdık “rahmetullahi aleyh” halîfe Mensûr’un yanına geldiğinde, dudaklarını kıpırdatıyor, bir şeyler okuyordu.
Mensûr’un kızgınlığı yavaş yavaş geçti. Hattâ onu yanına çağırıp, güler yüzlü ve hoşnut davrandı.
Oradan ayrılınca, Ca’fer-i Sâdık’a “Halîfe sana çok kızmıştı, sen gelip dudaklarını oynattıkça, onun kızgınlığı yavaş yavaş söndü.
Hangi duâyı okuyordunuz?” diye sordum. Dedem Hazret-i üseyin’in “radıyallahü anh” duâsını okuyordum.
Bu duâ şöyledir: “Yâ uddetî inde şiddetî ve yâ gavsî inde kürbetî ührüsnî biaynikelletî lâtenâmü ve ekfinî bi rüknike ellezî lâ yerâmu.”
[Ey, zorlukta dayanağım ve ey sıkıntıda hakîkî mededkârım! Dâimî görmekliğin ile beni koru ve nihâyetsiz kudret ve kuvvetinle bana kâfi’ ol!]
Rebi demiştir ki bu duâyı ezberledim. Bana ne zamân bir musîbet gelse, bu duâyı okur, kurtulurdum...
Reb’î bin Harrâş hazretleri diyor ki:
Biz dört kardeş idik. Rebi hepimizden çok namâz kılar ve sıcak günlerde oruç tutardı. O vefât etti. Yüzünü örttük.
Bir kişiyi pazardan ona kefen satın alması için gönderdik. Biz yanında duruyorduk. Bir de baktık ki, yüzünü açtı ve “esselâmü aleyküm” dedi.
Oradakiler “Ve aleykesselâm! Öldükten sonra konuşuyor musun?” dedik.
“Evet sizden sonra Rabbime kavuştum. Rabbimi gadaplı bulmadım. Beni yumuşak reyhân ve istebrakla karşıladı.
Dikkat ediniz! Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” cenâze namâzımı bekliyor! Acele edin, beni geciktirmeyin!” dedi.

GÜLMEYECEĞİNE YEMÎN ETMİŞTİ!..
Bu haberi hazret-i Âişe’ye “radıyallahü anhâ” bildirdiler. Buyurdu ki:
“Resûlullahtan “sallallahü aleyhi ve sellem” işittim:
‘Benim ümmetimden öldükten sonra konuşan kimse Tâbi’înin hayırlısıdır’ buyurdu.”
Rebi, yerinin Cennet mi, Cehennem mi olduğunu bilmeden gülmeyeceğine yemîn etmişti.
Vefât ettikten sonra cenâzesini yıkayan kimse, onun devamlı tebessüm ettiğini söylemiştir...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Ben, ölüyü diriltemem!”


Yûsuf Nebhânî hazretleri son asır İslâm âlimlerinin büyüklerinden ve evliyâdandır.
İsmi Yûsuf bin İsmâil’dir. Nebhânî nisbesiyle meşhûrdur.
1849 (H.1265) senesinde Hayfa’da Eczim köyünde doğdu. 1932 (H.1350) senesinde Beyrut’ta vefât etti.
Zamânın büyük velîsi Seyyid Fehim Arvâsî hazretlerinin hac yolculuğu sırasında, onu ziyâret edip elini öptü.
Bereketli sohbetinde bulunup istifâde etti.


REFORMCULARLA MÜCADELE ETTİ
Yûsuf Nebhânî hazretleri ilim ve fazîlette yüksek bir zât olduğu gibi, bütün gücüyle Ehl-i sünnet dışı zararlı ve reformcu cereyanlarla mücâdele etti.
Hakîkî kurtuluş yolu olan Ehl-i sünnet vel-cemâati müdâfaa etti.
Bu sebeple Vehhâbîler ve kendilerinin selefi olduğunu iddiâ eden reformcu çevreler, bu büyük zâtı sevmezler, isminden ve eserlerinden bahsetmezler...

Trablusşam Nakîb-ül-eşrâfı (Seyyidlerin ve şerîflerin doğum ve vefât kayıtlarını tutan ve onların işleriyle ilgilenen müessesenin idârecisi) Şeyh Abdülfettâh Zağbî Efendi, Yûsuf Nebhânî hazretlerine şöyle bir hadise anlatmıştır:

Bir defâsında bir arkadaşımız hastalanmıştı. Abdullah ibni Şeyh Hıdır ez-Zağbî’yi de yanımıza alıp ziyâretine gitmek istedik.
Onu götürmekten maksadımız hastanın bereketlerinden istifâde ederek şifâya kavuşması idi.
Ancak gitmek istemedi. Çok ısrar edince kabûl edip bizimle geldi. Hastanın yanına vardığımızda, şiddetli hastalığından hiçbir eser kalmadı.
Ayağa kalkıp bizi karşıladı. “Hoş geldiniz” deyip konuştu. Ziyâreti yapıp yanından ayrıldık. Ayrılıp giderken yolda Şeyh Abdullah hazretleri;
- Ben ölüyü diriltemem, dedi. Bu sözüyle ziyâretine gittiğimiz kişinin öleceğine işâret etmişti. Dedim ki:
- Onun yüzünde hiç ölüm işâreti yoktu ki. Yine;
- Ben ölüyü diriltemem, buyurdu. Sonra memleketine gitti...


HASTA İYİLEŞTİ; ANCAK!..

Hasta arkadaşımız iyileşti çarşıya pazara çıkıp dolaştı.
Ben Abdullah ibni Şeyh Hıdır ez-Zağbî hazretlerinin işâretine ve diğer taraftan da hastanın sıhhate kavuşmasına hayret ediyordum.
Çünkü o öleceğine işâret etmişti. Hasta ise sapasağlam olmuştu...
Aradan on gün kadar geçti. Bir gün o arkadaşın evinin bulunduğu taraftan ağlama sesleri işittim.
Merak edip sorunca, arkadaşımızın vefât ettiğini öğrendim. O zaman Şeyh Abdullah’ın kerâmetini anladım...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Sekiz oğlu gözünün önünde şehîd oldu!


Hazret-i Muaviye’nin (radıyallahü anh) vefatından sonra Yezid’in birçok kimsenin muhalefetine rağmen veliahd olup başa geçmesi neticesinde yönetimden razı olmayan fakat Şam’da ne olup bittiğini öğrenmek isteyen bazı Müslümanlar vardı.
Bunlar eshabın ileri gelenlerinin çocukları idi.
“Gasîlü’l Melâike” diye bilinen Abdullah bin Hanzala hazretleri, kalabalık bir hey’et oluşturup Şam’a Yezid bin Muaviye’yi ziyarete gittiler...


MEDİNELİLER HANZALA’YA BİAT ETTİ...

Heyet, Yezid’in huzuruna vardıklarında Yezid’den büyük iltifatlar gördüler. Yezid onlara bol ikram ve ihsanlarda bulunup cömertçe hediyeler verdi.
Son derece adil, kibâr, haysiyetine düşkün olan Abdullah bin Hânzala, Yezîd’in verdiği yüz bin dirhem ile yanında bulunan oğullarına verdiği on bin dirhemi reddetmeden kabul etmişti.
Ancak onlar Şam’da yaptıkları araştırmada Yezîd’in bazı günahları açıkça işlediğini öğrendikleri için, ona biat etmediler.
Medine’ye dönüşlerinde bütün Medine halkı Abdullah bin Hanzala’ya biat ettiler.
Bu haber Şam’a ulaşınca Yezid derhal Ensar’ın ileri gelenlerinden Nu’man bin Beşir’i Medine’ye göndererek buna engel olmasını ve halkı bundan vazgeçirmeye çalışmasını istedi.
Nu’man bin Beşir Medine’ye giderek onlara böyle bir kıyamdan vazgeçmelerini söyledi, ancak Medineliler kararlarında ısrarlıydılar.
Bunun üzerine Yezid, Müslim bin Ukbe kumandasında bir orduyu derhal Medine üzerine gönderdi.
Bu ordu Medine’ye girerek isyanı şiddetli bir şekilde bastırmaya başladı.
Abdullah bin Hanzala arkadaşlarını da teşvik etmeye çalışarak onlara şöyle diyordu:


BİLİNİZ Kİ ÖLÜM MUKADDERDİR!..”

“Şu anda tam olarak düşmanla karşı karşıya gelmiş ve savaşın en sert anını yaşıyorsunuz...
Şimdiye kadar sabrettiniz; Allah’ın kelâmında zikrettiği Resulünün yardımcılarının çocukları ve hicret yurdunun sakinlerisiniz.
Ben Rabbinizin, Müslümanların bütün şehirleri arasında bu şehir dışında başka bir şehirden daha razı olduğunu zannetmiyorum...
Kesinlikle biliniz ki ölüm mukadderdir. Allah’a yemin ederim ki şehîd olarak ölmekten daha üstün bir ölüm olamaz. İşte bu fırsatı yüce Allah önünüze getirmiştir...”
Çarpışmalar şiddetlendikçe şiddetlenmişti. Abdullah bin Hanzala samimiyetle çarpışan sekiz oğlunu teker teker gözünün önünde kaybetti.
Daha sonra kendisi de şehid edildi...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
“Beni bu zalimin elinden kurtar!..”


Bir kimse zalim bir hükümdarın elinden kaçıyordu. Yakalanırsa cezalanacaktı. Oturdu, Peygamber aleyhisselama bin salevat okudu...

Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz buyurdu ki: Bir gün dört büyük melek geldi. Cebrail aleyhisselam dedi ki:
(Ya Resulallah, sana her gün on salevat getirenin elinden tutar, sıratı kuş gibi geçiririm.) Mikail aleyhisselam dedi ki:
(Ben de, ona, Kevser havuzundan kana kana içiririm.) İsrafil aleyhisselam dedi ki:
(Ben de, onun affı için başımı secdeye koyarım. Allahü teâlâ onu affetmedikçe başımı secdeden kaldırmam.) Azrail aleyhisselam dedi ki:
(Ben de, onun ruhunu, Peygamberler gibi kabzederim.) Peygamber efendimiz de;
(Bu ne büyük lütuf ve ne büyük bir ihsandır ya Rabbi) dedi.


LEŞTEN DAĞILMAK GİBİ!..
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allahü teâlâyı zikretmeden ve Resulüne salevat getirmeden toplanıp dağılmak, leşten dağılmak gibidir.)
(Bir toplulukta Allahü teâlâ anılmaz ve peygamberine salevat getirilmezse, o topluluk, kıyamette, hasret ve nedamet çekerler.)
(Abdestten sonra, on defa salevat getirenin gamı gider, duası kabul olur.)
(Söyleyeceği şeyi unutan, hatırlamak için bana salât-ü selam getirsin!)
(Namaz kıldıktan sonra dua ederken önce Allahü teâlâya layık olduğu şekilde hamd et, sonra bana salevat getir, sonra dua et!)
(Kulağı çınlayan beni hatırlasın, bana salevat-ı şerife getirsin. Sonra da “Beni hayırla anana Allah rahmet etsin!” desin!)
(İsmim anılınca salevat okumayan, cimrilerin cimrisidir.)
(Gül koklayıp da bana salevat getirmeyen, bana eziyet etmiş olur.)
(İki Müslüman, selamlaşıp müsafeha eder ve bir de bana salevat-ı şerife okursa, yeni doğmuş gibi bütün günahları temizlenir.)
(Bana bir salevat getirene, Allah ve melekleri 70 salât getirir.)
(Şefaatime en layık olan, bana en çok salevat okuyandır.)
(Bana çok salevat getirenin dertleri gider, günahları affolur.)


“DÜŞMANINI TEPELEDİK!..”

Bir kimse zalim bir hükümdarın elinden kaçıyordu. Yakalanırsa cezalanacaktı. Oturdu, Peygamber Aleyhisselam’a bin salevat okudu.
Arkasından elini açtı ve şöyle dua etti:
“Ya Rabbi Ravza-i Mütahhara’da yatan Peygamberin hürmetine beni bu zalimin elinden kurtar!..” Bunun üzerine kulağına şöyle bir ses geldi:
“Haydi rahat ol. Düşmanını tepeledik!..”
O ses duyulduğu zaman meğer o zalim hükümdar ölmüştü...
 

YaralıGönül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
5 May 2009
Mesajlar
1,053
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
39
Allah razı olsun kardeşim.
çok faideli paylaşımlar.
selametle...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Bir Allah adamını üzmenin cezası!..


Takıyyüddîn ibni Dakîk-ül-îd meşhûr velî, hadîs, usûl, nahiv, edebiyât ve Şâfiî fıkıh âlimidir.
1228 (H.625) senesinde Kızıldeniz’le Hicâz arasında bulunan Yenbu şehrinde doğdu. 1302 (H.702) senesinde Kâhire’de vefât etti...


ÇOK CÖMERT BİR ZAT İDİ...

Takıyyüddîn hazretleri çok cömert bir zat idi. Değişik vakitlerde, çeşit çeşit mal ve parayı sadaka verirdi.
Hadîs öğrettiği talebelerinden Muhammed bin Havâsibî anlatır:
“Hocam bana her zaman bir şeyler verirdi. Bir gün hiçbir şeyim kalmamıştı.
Bunun üzerine bir kâğıda; “Hizmetçiniz Muhammed el-Kûsî çok ihtiyaç içinde kalmıştır” diye yazdım. Kendisine gönderdim. O da benim için bir şey yazdı.
Sonra ikinci günü ben tekrar; “Hizmetçiniz İbn-ül-Havâsibî” diye yazdım. O da benim için bir şey yazdı.
Sonra üçüncü gün oldu, ben tekrar; “Hizmetçiniz Muhammed” diye yazdım. Bunun üzerine beni çağırıp;
“İbn-ül-Havâsibî kimdir?” dedi. “Bendenizim” diye cevap verdim. O, tekrar; “Kûsî kimdir?” diye sordu. Ben de yine; “Bendenizim.” dedim.
Bunun üzerine; “Farklı isim kullanmak sûretiyle beni kandırmış oluyorsun?” buyurdu. Ben de; “Zarûret durumu efendim” dedim.
Bu cevâbıma tebessüm etti ve yine bir şeyler verdi. Sonra; “Benden bir şey istemenin usûlü şudur:
İstemek, dînimizin müsâadesi dâhilinde olursa; ben cimri olamam” buyurdu.”
Büyüklerin hâlini anlamayan bir kimse, Takıyyüddîn ibni Dakîk-ül-îd’e karşı edepsizlik yaptı. Uygun olmayan sözler söyledi.
Takıyyüddîn hazretleri onun fazla yaşamayıp, üç gün sonra vefât edeceğini söyledi ve yanındakileri teskîn etti. Dediği gibi, o edepsiz kimse, üç gün sonra vefât etti.


KATIRININ TEKMESİYLE ÖLDÜ!..
İbn-i Dakîk-ül-îd’in kardeşine eziyet edildi. Takıyyüddîn hazretleri, bu hâdiseyi duyunca çok üzüldü.
Gâibden bir ses, o kötülüğü yapan kimsenin helâk olacağını söyledi. Çok geçmeden o kimse vefât etti.


Bir kimse, Takıyyüddîn hazretlerinden para istemeye gelmişti. Mübarek zat kendisinde para kalmadığını, bittiğini söyleyince, o şahıs;
“Sen insan kayırıyorsun. Eğer senin şehrinden, Kûs halkından olsaydım, bana istediğim parayı verirdin” dedi.
Takıyyüddîn hazretleri, onun sözüne çok üzüldü. Biraz sonra o şahsın katırı, tekmesiyle sâhibinin ölümüne sebep oldu...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Tâlût, Câlût ve “Kutsal Tâbût”


Musa aleyhisselamın vefatından sonra İsrailoğullarının başına Yuşa aleyhisselam geçti.
İsrailoğullarını çölden çıkararak onları dedelerinin ülkesi olan Kenan bölgesine yerleştirdi.
Bu ülke, Yakub aleyhisselamın yaşadığı yer olup, İsrailoğulları için mukaddes sayılır...


“SAVAŞTAN YÜZ ÇEVİRDİLER!..”
İsrailoğulları, Musa aleyhisselamın vefatından sonra Filistin çevresine yerleşmiş bulunan Amâlika Kabilesi ile karşı karşıya geldiler.
İsrailoğulları Amâlika ile yaptıkları bir savaştan mağlup çıktılar. Kendilerini toparlayarak yeniden bu düşman ile çarpışmak istediler.
Kur’ân-ı kerimde onların bu durumunu şöylece anlatmaktadır:
“İsrailoğullarından bir cemaat hazreti Musa’dan sonra peygamberlerine ‘Bize bir hükümdar gönder ki, Allah yolunda savaşalım’ dediler.
Peygamber ‘Size muharebe farz olunursa korkarım ki, savaşmazsınız’ dedi.
Onlar ‘Niçin Allah yolunda savaşmayalım? Yurdumuzdan ve evlatlarımızın yanından çıkarıldık’ dediler.
Onlara farz kılındığında, birazı müstesna olmak üzere, savaştan yüz çevirdiler.” (Bakara, 2/246)
“Peygamberleri onlara ‘Allahü teâlâ size hükümdar olarak gönderdi dediğinde, onlar
‘O, bize nasıl hükümdar olur? Biz hükümdarlığa ondan daha layıkız. Onun malı da çok değildir’ dediler.
Peygamber “Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve bedende ona üstünlük verdi. Allah, mülkü dilediğine verir. “ (Bakara, 2/247).
Daha sonra Tâlût (Saul) isimli bir melik İsrailoğullarının başına geçti. Fakat çokları buna itiraz ettiler ona tabi olmak istemediler.


ONU MELEKLER GETİRDİ!..
İsrailoğulları tarafından kutsal kabul edilen bir sandık vardı. Kur’ân-ı kerimde bu sandığa “Tâbût” adı verilmektedir.
Amâlikalılarla yapılan savaş sonucunda bu sandık, Amâlikalıların hükümdarı Câlût (Golyat)’un eline geçmişti.
İsra-iloğulları bunun acısını duyuyorlar, fakat Tâlût’un da hükümdarlığına itiraz etmekten geri kalmıyorlardı.
“Peygamberleri onlara şöyle dedi:
Onun hükümdarlığına alamet; size, içinde Rabbiniz tarafından sekînet ve Musa ailesi ile Harun ailesinin mirası bulunan Tâbût’u meleklerin yüklenip getirmesidir.
Eğer siz iman edenlerdenseniz, bunda sizin için ibret ve mûcize vardır.” (Bakara, 2/248).
Tâbût’un İsrailoğullarının eline geçmesi onları yüreklendirdi.
Yeniden toparlanarak Amâlika kabilesi üzerine yürüdüler. Acaba galip gelebilecekler mi, o da yarına...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Tâlût’tan sonra Hazreti Dâvûd


Dün bir nebze bahsettiğimiz gibi, Tâlût (Saul) isimli bir melik İsrailoğullarının başına geçti. Tâlût, İsrail-oğullarına öğütte bulundu. Onlara şöylece seslendi:


“AYAKLARIMIZI SABİT KIL!..”

“Allahü teâlâ sizi bir nehir ile imtihan ediyor. O nehirden içen benden değildir. Ondan eli ile ancak bir avuç içen bendendir” dedi...
Onların pek azı müstesna, diğerleri içti. Tâlût ile iman edenler nehri geçtiklerinde:
‘Bugün Câlût ve askerlerine karşı duracak takat bizde yoktur dediler. Allah’a kavuşacaklarını bilenler. Nice az bir topluluk vardır ki, Allah’ın izni ile daha çok olana galip gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir’ dediler.” (Bakara, 2/249)

Amâlika ordularının başında Câlût (Golyat) bulunuyordu. Câlût’un ordusuyla karşı karşıya gelen mümin topluluk şöyle dua etti:
“Ya Râbbi, üzerimize sabır ve sebat ihsan eyle, ayaklarımızı sabit kıl ve kâfir kavme karşı bize yardım et.” (Bakara, 2/250)

Tâlût’un ordusunda Dâvûd isminde genç bir asker bulunuyordu. Dâvûd, Yakub aleyhisselamın neslinden idi.
İsrailoğullarından olan Dâvûd, daha genç yaşta iken, hak davanın amansız düşmanı, zorba ve güçlü ordulara sahip olan Câlût ile yaptığı mücadeleyi kazanmış ve bu savaşta Câlût’u sapan taşıyla öldürmüştü.
Bu olayda Allah’a tevekkül eden müminlerin zalimleri nasıl yendiği gösterilmektedir.
“Allah’ın izniyle, onları hemen hezimete uğrattılar. Dâvûd da Câlût’u öldürdü. Allah ona mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğu şeylerden de ona öğretti.” (Bakara, 2/251)

***

Câlût’un öldürülmesiyle Amâlikalılar bozguna uğradılar, darmadağın oldular.
Bu olaydan sonra halk, Dâvûd’a daha çok sevgi ve saygı göstermeye başladı.
Tâlût’un ölümünden sonra yerine Dâvûd (aleyhisselam) geçti.
Ona hem yönetim, hem peygamberlik verildi.


KUŞLAR BİLE ONU DİNLERDİ!..

Dâvûd (aleyhisselam) hakkında Kur’ân-ı kerimden gelen rivâyetler;
Dâvûd’un çok güzel bir sesi olduğunu, kendisine verilen Zebur’u okumaya başlayınca, dağların ve kuşların onu dinlemek üzere etrafında toplandıklarını bildirmektedir...
Zebur dört büyük semâvî kitaptan birisi olup, yüz elli sûreden ibarettir.
Bu kitap, şer’î hükümleri taşımadığı için Dâvûd aleyhisselam, Musa aleyhisselamın şerîati ile hükmetmiştir...
 

abkadir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Kas 2009
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Hazret-i Ali ve Yemenli adam


Hazret-i Ali (radıyallahü teâlâ anh), Allah Resulünün damadı, Hazret-i Ömer’in kayınpederidir.
İslam halifelerinin ve ismen Cennetle müjdelenen on kişinin dördüncüsüdür. Ehl-i beytin birincisidir.
Allahü teâlânın aslanı idi. Çeşitli hadis-i şeriflerde methedildi. Evliyanın büyüğü, vilayet yolunun reisidir.
Her tarikatta herkese Vilayetin feyzleri ve marifetleri Hazret-i Ali’den gelmektedir...


“BANA HER ŞEYİ SORABİLİRSİNİZ!”
Hazret-i Ali bütün ilimlerde fevkalade bilgi sahibi idi. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Ben ilmin şehriyim Ali de kapısıdır.)
Bir gün Hazret-i Ali (radıyallahü anh) mescidde minbere çıkarak cemaate:
“Arş-ı ala’nın aşağısından yeryüzüne kadar ne varsa her şeyi bana sorabilirsiniz. Benim şu göğsümde (kalbimde) derya gibi ilimler var.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz benim ağzıma şerefli ağız suyundan sürdü, onun bereketi ile dilimden hikmetler akmaktadır.
Canım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, eğer bana izin verilseydi Tevrat ve İncil’deki bütün ilimleri insanlara anlatırdım ve herkes beni tasdik ederdi...”
Hazret-i Ali’nin bu konuşmasını yaptığı mecliste Yemenli bir adam vardı. Kendi kendine;
“Bu çok büyük laflar ediyor. Şunu bir rezil edeyim de görsün gününü!” dedi. Hazret-i Ali’ye yönelerek;
“Sana bir sorum var!” dedi. Hazret-i Ali;
“Beni zora düşürmek ve imtihan etmek için değil, bir şeyler öğrenmek için sor” dedi. Adam;
“Beni buna sen zorladın! Ey Ali, sen hiç Rabbini gördün mü?” diye sordu. Hazret-i Ali;
“Ben görmediğim bir Rabbe ibadet etmem!” dedi. Adam;
“O’nu nasıl gördün?” diye sordu. Hazret-i Ali şöyle cevap verdi:


“O’NU BAŞ GÖZÜ GÖREMEZ!”

“O’nu baş gözü göremez; fakat kalpler O’nu imanın hakikati ile (Allah’ın verdiği bir nurla) görür.
Rabbim birdir ve tektir, ortağı yoktur. O birdir, ikincisi yoktur. Tektir, benzeri yoktur. O, zaman ve mekanla sınırlanmaz.
Duyu organları ile hissedilemez ve Hiçbir ölçü ile ölçülemez!”
Hazret-i Ali’nin bu cevabı üzerine Yemenli adam yere yığıldı. Bir müddet öylece kaldı.
Sonra yanına gittiklerinde, öldüğünü gördüler...
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt