Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İnsan Psikolojisinde Tapınmanın Yeri (1 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
İbadet Ve İlah Edinmek

Şirk konusunun iyi anlaşılmasında yardımcı olacak bir konu da "ilah edinmek" anlamında "ibadet" kavramı konusudur.
"İbadet" kavramı, Kur'an'da, ilah edinmeyle ilgili olarak iki anlamda kullanılıyor.
Birincisi: Kişinin bir başkası için tapınma ve kulluk amacıyla secde, rüku, kıyam ve tavaf etme ya da kapı eşiğini öpme ve onun için adak ve kurban kesme ve benzeri davranışlardan birisini göstermesidir. Bu şekilde kendisine tapınılan kimsenin başlı başına bir ilah olduğuna inanılmış olsun veya tüm bu ibadetleri onun şefaat ve yakınlığının elde edilmesi için yapılmış bulunsun, yahut yüce ilaha ortak olduğuna ve bu dünya işlerinin yönetiminde yardımı ve katkısı bulunduğuna iman edilmiş olsun fark etmez; her halükarda, böyle bir kimse ilah edinilmiş olur.
İkincisi ise: Kişinin bir kimseyi, bu alemde sebepler nizamı üzerinde egemen zannederek isteklerini gerçekleştirmesi için ona dua etmesi., zarar ve felaketler karşısında ondan medet umması.. Korkuları esnasında, mallarının ve canlarının tehlikeye girmesi halinde ona sığınması.
Kişinin bu türden tutumlarının ikisi de ilah edinip kulluk etmek manasındadır.

Bunun delili aşağıdaki Kur'an-ı Kerim ayetleridir;
"De ki; 'Bana Rabb'imden (akli delilleri takviye eden) apaçık ilahi deliller gelince, o, sizin Allah'ı bırakıp dua ettiğinize ibadet etmekliğimden kesin olarak men edildim..."
Allah'tan başkasına dua etmek demek; onu ilah edinmek ve ona 'ibadet' etmek anlamına geldiğinden Allah Resulü (sav)'in şöyle buyurduğunu görüyoruz;
"Allah kendisinden istemeyene gazap eder."
Kişi elbette istediğini verebileceğine inandığı kimseden ve makamdan ister. Bu ise kendisinden isteneni (dua edileni) büyük, güçlü, kuvvetli ve istenileni vermeye kaadir (gücü yeten) olarak kabul ve tasdik ediyor anlamına gelir.
Dua ile bir yere, bir makama yöneliş, o makamı yüceltmeyi ve böylece ilah edinmeyi ifade eder.
Yine Resulüllah (sav) buyuruyor ki;
"Allah'tan onun lütuf ve ihsanından isteyin! Çünkü Allah kendisinden istenmesinden hoşlanır. En üstün ibadet, (dua edip) sıkıntının giderilmesini beklemektir."
Bunun için dua hali mü'min için sürekli bir haldir; öyle olmalıdır.
Halbuki birçok insan için bunun böyle olmadığını yine ayetler ifade ediyor.
"İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman bütün bütün gönlünü vererek Rabb'ine dua eder. Sonra kendisine, tarafından bir nimet lütuf ettiği zaman da önceden O'na dua ettiği hali unutur da, yolundan sapıtmak için Allah'a ortak koşmaya başlar. Ey Muhammed! De ki: "Küfrünle biraz zevk et, çünkü sen, o ateşliklerdensin"
Allah'a dua edilmesi bir ibadet olduğu gibi, duaya icabet etmenin de ilahlığın şanından olduğu anlaşılıyor. Resulüllah (sav) buyurdu ki;
"Kul iki elini açarak Allahü Teala'dan hayır temenni ederse, Allahü Teala onları boş olarak geri çevirmekten haya eder."
Peygamber (sav) bir başka hadisinde;
"Yeryüzünde yaşayan müslüman bir kişi Allah'tan bir istekte bulunduğu zaman, günah işleyip sila-i rahmi terk etmedikçe Allahü Teala, ya onun istediğini verir, ya da o nispette kötülük def eder."
"Sizden biriniz acele etmedikçe, Allahü Teala duanızı kabul eder. Acele etmek, dua ettim de kabul etmedi, demektir." Orada bulunanlar;
"Ey Allah'ın rasulü; acele etmek nedir?" dediler. Rasulüllah buyurdu:
"Dua ettim de duamın kabul olduğunu görmedim deyip dua etmeyi terk etmektir."
Allah Resulü (sav);
"Allah ü Teala buyurdu: "Ey Ademoğlu! Bana dua ettiğin, benden umduğun sürece aldırmam, sende olan (hataları) affederim. Ey Ademoğlu! Günahların gök bulutlarına ulaşsa bile af dilediğinde günahlarını bağışlarım. Ey Ademoğlu! Bana şirk koşmaksızın yer dolusu hatalarla gelip huzuruma çıksan, sana yer dolusu mağfiretle gelirim."
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Allah'tan başkasından istemenin insanları şirke götürmesi

Önceleri, Allah'tan başkasından istemenin insanları şirke götürmesinin hikayesi oldukça masumanedir;
"Ademoğlularının dini olan tevhid dini, Nuh'un kavmine kadar aynı hal üzeri devam etti. Fakat bu ümmet tevhidten yüz çevirerek putlara tapmağa başladı. Nuh'un kavminin putperestliğe geçişi ağır ağır olmuştur. Başlangıçta Allah'a inanan dürüst insanlar vardı. Onlar ölünce kabirlerine saygı göstermeğe başladılar. Şeytan, daha iyi hatırlanır ve daha iyi uyulur diye, bu, atalarının resimlerini yapmalarını onlara fısıldadı. Aradan uzun zaman geçtikten sonra şeytan, kendi dedelerinin de bu kabirlere ibadet ettiklerini onlara telkin etti. Onlar da bu kabirlere secde ettiler, ağladılar, sızladılar. Kabirdekilere boyun eğerek, dualarının kabulünü istediler. Halbuki bu tür dilekler ancak Allah'tan istenebilirdi. Gizlilikten korkarcasına bu kabirlerden korkmağa başladılar. Bu kabirleri Allah'ı severcesine, hatta ondan daha çok sevmeğe başladılar. Bu ölülerle Allah'a ortak koşmağa başladılar. İşte tevhidten putperestliğe dönen ilk kavim bu idi."
Dua, hem "büyüklenerek" nefsini ilahlaştırmaya engel olduğu gibi, hem de yalnızca Allah'tan isteyerek, O'nu yücelterek başka istenecek makam olmadığının; yani bütün bu anlamları içeren ilahlık sıfatının sadece Allah'a has olduğunun kabul ve itirafıdır. İşte bunun için dua ile yöneliş aynı zamanda bir 'ibadet’halidir. Öyle ki, Allahu Teala'nın (cc) kudreti ile insanoğlunun aczini, aynı anda tefekküre vesile olan bir ibadettir. Allahu Teala (cc) kendisine nasıl dua edileceğini, Kur'an-ı Kerim'de resullerinin dualarını örnek haber vererek öğretmiştir. Mü'minler Hz. Adem (as)'in; "Ey Rabb'imiz, biz nefislerimize zulmettik. Eğer sen bizi affetmez ve bize acımazsan mutlaka zarara uğrayanlardan oluruz," diyerek dua ettiğini insanlara örnek olarak göstermiştir. İnsanoğluna bilmediklerini öğreten Kur'an-ı Kerim'de, Müslümanlara; "Ey Rabb'imiz unutur veya hata edersek bizi sorumlu tutma.." demeleri tavsiye edilmiştir.
Hesap gününü düşünen her insanın, dua ibadetini ihmal etmemesi gerekir. Bir hadis-i şeriflerinde Peygamberimizin (sav); "Duanın karşılıksız kalmayacağı ve üç şeyden birinin (ya kabul, ya Ahirete bırakma, yahut eda edilen dua sebebiyle günahın affedilmesi) meydana geleceğini" müjdelediği belirtiliyor."
Ancak dua diye isimlendirilen bu psikolojik yönelişte bir sistem ve tertip olması da tavsiye ediliyor. Dikkat edilmesi gereken bu tertibi Hz.Peygamber (sav) şöyle açıklamış;
"Biriniz dua edeceği zaman Allah'a hamd ve sena ile başlasın, Resulüne selavat getirsin ve bundan sonra artık dilediği duayı yapsın".
Resulullah, Peygamberlik makamı ile, değil kendisinin sığınılacak bîr yer olduğunu ihsas ettirmek, kendisinin bile duaya ihtiyacı olduğunu, dua makamının tek ilah olan Allah’tan başkası olmadığını anlatmıştır. O'na salavat getirmenin anlamı da bu. Bütün mü'minler kıyamete kadar onun için de salavatla Allah'tan iyilikler istemeye devam edecek.
Şu hadis-i şerif yardımın kimden isteneceğini vurgulaması açısından ilginçtir:
Bir keresinde Hz.Peygamber, umreye gitmekte olan Hz.Ömer'e;
"Kardeşim, benim için de dua ediniz" buyuruyor.
Bir mü'mine, yöneleceği makamı bundan daha açık ne anlatabilir.!
Duanın şirkten uzak olması için dikkat edilmesi istenen diğer bir husus da, araya bir vasıta koymamaktır.
Hanefi fukahası: "Herhangi bir kimsenin aracılığıyla Allahü Teala (cc)'dan bir şey istemek caiz değildir," hükmünde ittifak etmişlerdir. Zira Fatiha Suresi'ndeki;
"Yalnız sana ibadet eder ve sadece senden yardım dileriz" ayetiyle taahhütte bulunmanın günde 40 sefer tekrar edilişi de işin önemini gösterir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Ümid Etmek

Ümid edilecek, tek makamın da ilah makamı olduğu konusunda şüphelere yer verilmemiştir. Allah'tan ümit kesmek ya da ondan başka yerlere umut bağlamak, Allah'tan başka ilahlar edinmeye yöneliş olarak görülmüştür.
"De ki; 'Ey kendilerinin aleyhinde (günahta) haddi aşanlar! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları yarlığar.' Şüphesiz ki O, çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir."
"(İbrahim), 'Rabb'inin rahmetinden sapıklardan başka kim ümidini keser?' dedi."
"İnsan hayır talep etmekten usanmaz. Eğer ona bir şey dokunursa (bakarsın ki) o, şimdi (Allah'ın fazl-u rahmetinden) ümidini kesmiş, (bu) ümitsizliği açığa da vurmuştur."
"O, (insanlar) ümitlerini kestikten sonra da, yağmuru indirtmekte, rahmetini yaymakta olandır. O hakiki yar (dost), her hamde sezavardır (layıktır.)"
"Ey İman edenler! Üzerlerine Allah'ın gazap ettiği o kavim ile dost olmayın ki, mezarların yaranından olan (mezara giren) kafirler nasıl ümitlerini kestilerse onlar da öylece ahretten ümitlerini kesmişlerdir."
"Kıyametin kopacağı gün, o suçlu kafirler ümitlerini tamamen kesip susarlar."
"Ne zaman insanlara bir rahmet tattırdı isek onunla şımarmışlardır. Kendi ellerinin öne sürdürdükleri (günahlar) yüzünden onlara bir fenalık isabet edince de hemen onlar ümitlerini kesiverirler."
"Halbuki onlar bundan evvel üzerlerine (Allah'ın yağmuru) indireceğinden kafiyen ümitlerini kesmişlerdi."
"Nihayet üzerlerine, azabı çetin bir kapı açtığımız vakit (görürsün ki) onlar bunun içinde ümitsizlikle donup kalmışlardır."
"Allah'ın ayetlerini ve O'na kavuşmayı (inkar ile) kafir olanlar (yok mu?) İşte benim rahmetimden (ancak) onlar ümitlerini kestiler. İşte acıklı azap da onlarındır."
"İnsana nimet verdiğimiz zaman (zikrullahtan) yüz çevirip yan çizer. Ona şer dokununca da pek ümitsiz olur."
"(Bu azap) Onlardan hafifletilmeyecek. Onlar bunun içinde ümitsiz susacaklardır."
Şirk karanlığı içindekileri bekleyen akıbet bu iken, müminin psikolojisi sadece Allah'tan ümid etmek ve yalnızca O'ndan korkmak arasında şekillenir, ki bu; bireyin ruhsal dengesini sağlayan, onun, kendi kendisi ile, çevresiyle, İlah ile ilişkilerini düzenleyen; azıtıp sapıtmasını önleyen; ne mikromanik (küçüklük) ve ne de megalomanik (kendini büyük görme) hezeyanlara yer bırakmayan, uyumlu ve olumlu tavırların kişilik haline gelişini sağlayan önemli bir psikolojik faktör... ruh sağlığını korumak açısından da, tek ilah olan Allah'a inancın getirdiği paha biçilmez bir şanstır!
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Güven İhtiyacı Ve Vekil Tanrılar

İnsanın kendisini huzur içinde ve mutlu hissetmesi güven duygusu olmadan gerçekleşemez.
Güven ihtiyacı doğumla başlar; çocuğun ilk güven kaynağı ise anne babasıdır. Emzirmeden sevmeye okşamaya kadar, anne babanın çocukla olan tüm olumlu temasları erken çocuklukta bu ihtiyacı karşılar.
"Çocuğun kendine olan güvenini sarsacak ya da onu başarısızlıkla, dayakla, hor görmeyle, kendi hakkında görüşünü bozacak diğer davranışlarla tehdit eden her şey, ondaki korkuya kapılma duyarlılığını arttıracaktır.
Çocuğun kendisine güvenini azaltacak hor görme eylemleri bir çok biçimlerde ortaya çıkabilir. Hiçbir zaman ulaşamayacağı bir takım standartlara erişmesinin istenmesi, değersizliğinin durmadan hatırlatılması, her yaptığı şeyin yanlış olduğunun söylenmesi gibi.."
"Çocuk büyüdükçe bu durum değişiklikler arz etmeye başlar. Dış gerçeklerle karşılaştıkça, anne ile babasının her güçlüğün karşısında, her zaman onu koruyacak kadar güçlü olamadıklarını, onların da imkansızlıkları ve kusurlarının olabileceği, her sıkıntı anında hazır bulunamayacaklarını öğrenir. Bu arada kardeş ya da anne babadan birinin ölümü veya aileyi ilgilendiren bir felaket, çocuğa (güven kaynağı olarak gördüğü) babasının zayıflıklarını düşündürür. Bunlar hayal kırıklığı, derin iç sıkıntıları ve güvensizliğin kaynağı olurlar. Böylece gelişen bağımlılık, suçluluk, aşk ihtiyacı ve güvensizlik insanı birtakım telafilere de zorlar.
Telafi için bulunan çözümler ise çok çeşitli olabilir. Bunlardan biri, kişinin kendine ‘Narsistique' bir eğilimle yönelmesi, yani kendini beğenmesi, kendine hayran olmasıdır. Bunda kişi doğrudan doğruya benliğini bir put yerine koyar ve ona tapar. J.Rostand'ın, 'Bir Karakterin Jurnalı'nda, "Can attığım daima kendi öz değerimdir" deyişi buna bir örnektir.
Diğer bir çözüm tarzı da, artık ana ve babaya ait bir ideale kanılmaması ve onu geçmek isteme şeklindedir. Ayrıca bir başkasına bağlanmak.. Hayranlığı davet eden bir davranış veya bir yetenekten dolayı ona benzetmek girişiminde bulunulan bir kişiliğe kuvvetle bağlanmadır.. Benimsediği kahramanın başarıları arasında kendini de değerlenmiş olarak hisseder; başarısızlığı halinde ise ancak geçici olarak kendini zayıf bulur; zira basit bir şekilde taptığı putu da ona göre değiştirir. Bu tapmaların son derece oynak olmaları, hakikatte putun ancak belirli bir zamanda bir dayanak olmasından, değerlendirilen bir şeyin veya kişinin diğerine dönmesindendir.
Bugün dünyanın her tarafında, çeşitli alanlarda yeni yeni putlar yaratılmakta; bir kaç şarkı okuyan genç bir insan putlaştırılmakta, heyecan yaratmak ve satışlarını arttırmak suretiyle dergilerin aşk maceralarını, skandallarını sundukları aşk putlarını, yüksek sosyeteyi ve az bir halk kesimini ilgilendirdiği için bir tarafa bıraksak da; müzik, sinema ve hatta spor yıldızları için problem aynı değildir. Zira bunlarla bir çeşit olağan üstü hayranlık ve tapma ile ilgili olanlar, özellikle gençler arasında milyonları bulmaktadır... Ve de bunun kitleler üzerinde istenmeyen etkileri olmaktadır. 'Put'la olan ilişkinin tek anlamda olmadığını belirtmek gerekir. Tapanla tapılan arasında sürekli bir alış veriş vardır ve dilekleri birbirini tamamlayıcıdır. Put, halk tarafından sevilmek ve istenmek ihtiyacındadır. Kendi benliğine hayranlık ve sevgi ile dönmesi dolayısı ile böyle bir kişi, iyi sevilmeyen ve derinliğine sevemeyen bir varlıktır. Bunun sonucu olarak hasıl olan derin yokluk veya eksiklik ancak halkın ona gösterdiği hayranlık ve saygının meydana getirdiği güvenle telafi edilebilir.
Güvensizlik çok kuvvetli ve ana baba ile olan ilişkiler son derece yetersiz ve zayıf olarak geçmişse, yeterli insancıl ilişkilerle beklenen doyumlar ve karşılıklı sempatiler sağlanamamışsa" (tapınma yani ilah edinme ihtiyacı daha bir kuvvetle kendini hissettirir.) Esasen tapınmak ihtiyacının son çözüm yolu, doğrudan doğruya bir 'tüm güçlü' varlığa dönüş, son derece ulu, son derece güçlü ve aynı zamanda iyi ve ihsan edici bir varlığa dönmektir."
Ancak kişinin buna erişmesi de özel gayretleri gerektirir.
Bu çerçevede vekil kelimesi bir anlamda bu ihtiyacın karşılığı olarak zihinlerde yerini bulur.
İnsanı yaratan Allah (cc), onun vekil konusundaki ihtiyacına da cevap veriyor, çünkü bu ilahlığın şanındandır.
"Allah her şeyin yaratıcısıdır. O her şeye vekildir."
O yarattığı varlıkları başıboş bırakmadığı gibi, sahipsiz ve desteksiz de bırakmayışı 'Rahman' sıfatının da bir tecellisidir. 'Rahim' sıfatıyla da daha fazlasını lütfediyor.
"Allahü Teala mü'minlerin saflarını kendi safı; işlerini kendi işi ve maslahatlarını kendi maslahatı kabul ediyor. Onları himayesine alarak, düşmanlarını kendine düşman sayıp, onlara karşı tertiplenen kurnazca hileleri bizzat kendisine karşı tertiplenmiş addediyor."
Yeter ki mü'min olduğunu söyleyen kişi, Allah'tan başkasını, sevgi, korku, dua, sığınma, itaat, umut kapısı ve kurtarıcı olarak görmesin.
İlah olması hasebiyle, yaratıcı kudret, insanın bütün ihtiyaçlarını karşılayacak güce malik olduğu gibi, sevgi ve rahmeti gereği, inananlar için daha büyük bir ihsan ve lütuf sahibidir de.
Hayat, başlı başına ve tümüyle Allah'ın lütfü ve keremiyledir. İlk yaratılış O'nun kudret eline muhtaç olduğu gibi, yaratılmış bir 'hayat'ın devamı da yine O'nun sonsuz enerjisine muhtaç.
"Bütün rızklar O'nun ihsanı.. Bir buğday tanesinin yetişmesi için buğdaydan toprağa, havadan suya kadar bütün tabiat kuvvetleri birlikte bir arada gereklidir ve bunları var etmek insanoğlunun kudreti dahilinde olmayan şeylerdir."
Böyleyken, kudreti sonsuz bir ilah olan Allah'tan başkasından bir şeyler ummak, tevhid inancından uzaklaşma anlamına geleceği gibi, insana yaratılıştan bahsedilen Psikolojik yapısal özelliklere de uymadığı için, ruhsal bir travma (hasar) sonucunu ortaya çıkarır.
Hem sonsuz kudret sahibi bir yaratıcının var olduğuna inanmak, hem de ihtiyaçlarını O'ndan başkasından istemek, ummak, beklemek.! Bu zıt yönlü ikili duygu ve davranışın aynı anda bir arada yaşanması mecburiyeti Psikiyatride 'ambivalans’ diye isimlendirilen belirtiyle ruhsal hastalıklara zemin teşkil eden önemli bir faktördür. Bunun için birlik inancından (tevhidden) ayrılmakla meydanagelen tezatlar, ruhsal bütünlüğü zedeleyen, 'akıl yarıklığı'na neden olan önemli sebeplerin başında sayılabilir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Yaratıcı İlah'ın Vekillere İhtiyacı Var mı?

Şirk sapmasının önemli bir argümanı da Yaratıcı Kudret'in kendisine bazı yardımcılar seçtiği şeklindeki düşünce ve inanıştır. Burada, özellikle dünya hayatı ile ilgili işleri onlara havale ettiği zannı öne çıkar. Yaratıcı Tanrı, dünya işleri gibi basit şeylerle ilgilenmez, ilgilenmeye tenezzül etmez diye düşünülür.
Ünlü Yunan filozofu Aristo, bu müşrik inanışı şu aynı mantıkla savunuyor;
"Şüphesiz ki Allah bu kainatı yarattı. Bundan sonra bıraktı, ona ehemmiyet vermedi. Zira Allah, daha aşağı olan bu alemle uğraşmaktan alidir. O ancak kendi zatını düşünür."
Mantığı ile meşhur olan Aristo'nun hangi mantıkla böyle bir sonuca vardığını anlamak zor.
"İşte filozoflarının bu gibi düşüncelerle insanları etkileye geldiği ve tevhid dışı inançların revaç bulduğu bir zamanda Tek îlah inancı, bir kutsal kitapla yeniden yeryüzüne indiriliyordu.
"O zaman bu alem, çeşitli fikir cereyanları, muhtelif vehimler, efsanevi ve felsefi inançlar yığını halinde idi. Hak ile batıl ayırt edilemiyor, din hurafelerle dolmuş ve efsanelerle boğuşuyordu."
Halbuki, tek olan ilahın bir ortağa ihtiyacı olmadığı gibi kendisine ortak yakıştırılmasını da asla kabul etmediği kesindir.
Resulüllah bir kudsi hadislerinde bunu şöyle dile getiriyor;
"Allah Teala şöyle buyurdu: 'Ben ortaklığa hiç ihtiyacı olmayanım."
Ancak O'na yardımcı vekiller yakıştıran anlayışa göre, her bir dünya işinin ayrı bir tanrısı vardı. Büyük Tanrı tarafından memur edildikleri konudaki işlerden sorumlu olduklarına inanılan bu yardımcı tanrıların genel özelliklerinin her devirde aynı olduğu görülüyor.
Bazen taş, bazen bir ağaç, bir nehir, dağ, tepe, ay yıldız, güneş gibi ya da büyücü, din adamı, komutan, lider, şef, başkan, şeyh, kurul, kurum tarzında farklı görülseler de aralarındaki bu farklılık daha çok görevleri nedeniyledir. Ortak karakterleri ise hep aynı. Yüce Yaratıcı tarafından seçilmiş ve onlara verilmiş vasıflarından dolayı benzerlerinden üstün yetki ve özelliklerle olağanüstü kılınmış, insanlar ve hayat üzerinde görünen durumlarından farklı görev ve etkilerinin bulunduğu genel anlayışı değişmiyor.
Tanrı edinilen rahiplerden yıldızlara kadar pek çok yardımcı ilah söz konusu.
Yıldızları tanrı edinenler, onları, dünya alemi ile ilgili zannediyorlardı. Mesela Şi'ra yıldızı diye isimlendirilen bir yıldız Huzaa kabilesinin taptığı yıldızdı. Mekke ve Kabe'de üç yüz yıl başkanlık yapmış olan bu kabilenin inancında her konunun bir yıldızı vardı. Her hangi bir yıldızın kayması, o beldede bir büyüğün ölmesine yahut bir felaketin geleceğine işaret sayılırdı.
Hicaz bölgesinde bulunan bazı kabilelere göre de kimi yıldızlar yağmur yağdırır, kimileri bereket verirdi.
Ayetler ise bunların düzme ilahlar olduğunu söylüyor;
"Onlar kendileri için bir izzet ve kuvvet kaynağı olsunlar diye Allah'tan başka düzme ilahlar edindiler."
"Onlar Allah'ı bırakıp, güya kendileri yardım(a mazhar) edilecekler ümidi ile ilahlar edindiler."
Yardımcı tanrılardan beklentilerin bir yönüyle de güvenlik duygusu ile ilgili oluşu da konumuz açısından önem taşıyor.
Cahiliye devri insanları, kendileri için ilah olduğuna kanaat getirdikleri varlıkların, şiddet ve sıkıntı anlarında koruyucu oldukları, onların himayelerine sığındıklarında, ahdi bozmaktan meydana gelecek sorumluluklardan ve çeşitli korkulardan kendilerini emin kılacaklarını zannediyorlardı.
Bu anlayışın, bugün de, pek çok toplumda aynı mahiyetle ama farklı objelerle devam ettiğini görmek mümkün.
Tanrı'nın, çok uzak ve ulaşılamaz olarak tahayyül edilişi ile büyük Tanrı'nın böyle basit işlerle uğraşmaya tenezzül etmeyeceği zehabı, vekil tanrılar edinmenin temelini oluşturur.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
"Milli Tanrı" İnancı

Hastalıklı bir ruh hali üzerinde gelişen, "Toplumsal Egoizm" ve "Megalomani" sonucu ortaya çıkan milli tanrı anlayışı en köklü şirk sebepleri arasında sayılabilir.
Irk ve kabile üstünlüğü temelleri üzerine kurulan inançlar, kendi kabilesine, ırkına, milletine has tanrı edinme ihtiyacını ortaya çıkarır.
Bu milli tanrılar, bir kaya parçasından, Özel bir cin'e, toplum için kurucu, kurtarıcı, toplumu yoktan var edici olduğuna inanılan milli kahramanlara kadar uzanan bir çeşitlilik arz ederler.
Toplumsal egoizmin ve üstün gelme arzularının tatmin edici vasıtası olan milli tanrılar daha çok çöküş dönemi toplumlarının hastalıklı zeminlerinde ortaya çıkar.
Büyük felaketler yaşamış ve ezilmiş olan toplumların bu tanrılara sığınarak ezilmişliklerinin verdiği sıkıntıdan ve aşağılık duygularından kurtulmaya çalıştıkları görülür.
Bir millet, tapınma ölçüsünde; 'kurucu', 'kurtarıcı', 'yoktan var edici', 'milli kahramanlara ne kadar ihtiyaç duymakta ise o derece sağlıksız bir ruh hali mevcut demektir.
Bu milli tanrıların etkinliği ve yaygınlığı toplumun ruh sağlığının bozulma seviyesini gösteren önemli kriterlerden biridir. Özellikle ezilmiş toplumlarda övünme ve güven kaynağı kabul edilen milli tanrıların başka milletlere karşı toplumu koruduğu inancı hakimdir. Günümüzde daha çok milli kahramanlarla karşılanan milli tanrı tiplerinin tarihin derinliklerine kadar uzandığı görülüyor:
"Her bir kabilenin veya birkaç kabile topluluğunun özel bir cini, kayası, ağacı veya buna benzer bir putu bulunup, yakınında belli bir topluluk ikamet eder ve dini ödevlerini yerine getirirlerdi. Esasen yalnız Araplar değil, bütün sami uluslar, bu düşüncelerle ulu ağaçların, mağaraların, pınar başlarının ve büyük kaya parçalarının., ruhlarla, cinlerle meskun olduğuna inanırlardı. Esasını kurban kesmenin teşkil ettiği bir ayin yoluyla putlar, kendilerine tapanların kabilesiyle bir kan akrabalığına dahil olurlar ve böylece de bu kabilenin koruyucusu, çoğu zaman da ceddi olurlar."
Roma'nın en eski şehir tanrıları; Jüpiter, Mars ve Quirinus bir anlamda milli tanrılar idi.
Kökleri bu kadar derinliklerde olan milli tanrı anlayışı, aynı ilkel duygularla ama farklı şekillerde zamanımızda da devam ediyor. Pek çok millet ya da topluluk tapma derecesinde saygı duyduğu emir ve fikirlerini, peygamber hatta tanrı buyruğundan daha önde gördüğü milli kahramanlara, dolayısı ile bu anlamda birçok tanrılara sahiptirler.
"Sezar'dan Büyük İskender'e, Anibal'den Dara'ya, Cromvel'den Deli Petro'ya, Napolyon'dan Washington'a, Hitler'den Mao ze Tung'a, Lenin'e kadar zamanında olağanüstü değer verilmiş (tam güçlü=Omnipotent) olarak inanılmış olan ve bugün dahi eserleri yaşayan faniler çoktur."
Bunlar sağlıklarında ve hatta ölümlerinden sonra, uzun yada kısa bir süre, kendi halkları için milli tanrı mevkiinde görülürler. Yahudi milletinin dini inançları konumuz açısından önemli bir örnektir. Tanrı Yahova'nın yalnızca Yahudiler'in milli tanrısı olduğu, sadece onlara yardım ettiği ve onları başka milletlere karşı koruduğu inancı Yahudi dininin esasını oluşturur.
Yahudi toplumunun başka milletlere karşı hiç de dostça davranamayışının sebeplerini biraz bu inanç temellerinde aramak gerekir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Hakka İletici Aracı Tanrılar

İnsanları başka ilahlar aramaya iten sebeplerden biri de, bir makam sahibi (vali, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı) gibi kimseler ile görüşmek ve onlardan istekte bulunmak için bir vasıtaya ihtiyaç duydukları gibi, Yaratıcı Tanrıyla yakınlık kurmanın, ancak bir aracı ile mümkün olabileceğini düşünmelerindendir.
"Allah'ı ve O'nun sıfatlarını idrak edemeyenler, Allah'ı kendisinden çok uzakta tasavvur eden putperest halklar, daima dualarını O'na ulaştıracak, kendilerini O'na yakınlaştıracak ve (onun rahmet ve nimetleri için) aracılık yapacak, düşük derecede tanrılar tasavvur etmişlerdir."
"O'nun berisinde birtakım veliler edinenler de, Allah denilince kendisinden daha ilerisi, daha yükseği, daha ötesi mümkün olmayan en mükemmel zat kastedilmiş olduğu için, Allah üstünde ilah iddiasına kalkışılması bahis konusu olamaz. Şirk koşanlar, hep O'ndan aşağılarda birtakım veliler, koruyucular tutmak isterler. İster O'ndan başka velilere, emir sahiplerine, ister putlara, ister meleklere ve gerekse Hz.İsa gibi şerefli kullara sarılsınlar; 'Biz onlara ancak, bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz,' diyerek onlara tutunmaktadırlar."
Onlar bu putları, kendilerini Allah'a yaklaştıran vasıtalar olarak kabul ederler. Doğrudan doğruya Allah'a yönelmelerini, haddini aşmak gibi bir cür'et sayarak, putları Allah'a teveccühlerinde tapınma kıbleleri edinir; güya Allah'a ibadetlerini böylece izhar ederler. Bir hükümdarın saltanat kuvvetlerini vezirleri, valileri arasında taksim ettiği gibi, maiyetinin aracılığı olmadan bir hükümdarla doğrudan doğruya temasa geçilemeyeceği düşüncesiyle, Allah'ın da uluhiyeti dağıttığı düşünülür; ilaha yakın olduğu düşünülen kimseleri razı etmeden o ilaha yaklaşılmayacağını sanırlar."
Allah'ın uluhiyetinden bir pay ve imtiyaz verdiği düşünülen kimselerin istismarı hangi duygular üzerine kurduklarını göstermesi bakımından bu son tespit üzerinde durulmaya değerdir. Bu kanaat, yani yardımcı ilahların memnun edilmesi ile Allah'ın hoşnutluğunun elde edileceği zehabı, insanların sahte tanrılara bağımlı hale gelmesine, hayatını ve imkanlarını onların gösterdiği yolda harcamalarına ve gönüllü kulluğa rıza talip olmalarına sebep teşkil eder.
Bir çok ayet, bu bağımlı ruh hali sonucunda meydana gelen ve şirk ifade eden davranışları anlatıyor;
"Ortak koşanlar, kendilerinde özel güçler bulunduğuna inandıkları ilahları (ya da onların) sembolü olarak kabul ettikleri putlarını Allah'ı sever gibi severler. Bu yaratıklara aşırı tazim gösterirler. Bunlardan bazılarını hüküm sahibi sayarlar. Bunların fayda ve zarar verebileceğine inanırlar. Kendilerine yardım edebileceklerini vehmederler. Bazen de onların Allah'ın yanında şefaatçi olacaklarını öne sürerler.
Şüphesiz bütün bunlar bilgisizliğin ya da yanlış bilgilendirilmenin sonuçlarıdır.
"Uluhiyetin hususiyetlerinden birini veya birkaçını başka varlıklara müstakil olarak verme tevehhümleri, din ilminin iyi öğrenilmediği ve dini bilgilerin esasının bilinmeden ağızdan ağza bir efsane gibi dolaştırıldığı yörelerde ortaya çıkar."
Allah'a ulaştırma düşüncesi ve iddiası aynı zamanda şirkin meşruiyet bulmasını sağlamak içindir.
"Müşrikler, çoğunlukla bir taraftan Allah'a inandıklarını iddia ederken, diğer taraftan da çeşitli varlıkları Allah'a ortak koşan kimselerdi. Ortak koştukları şeyleri Allah ile kendileri arasında aracı kabul ediyorlardı. Böylece ortak koşmalarına da meşruiyet kazandırıyorlardı.
"Biz bunlara hürmet ediyoruz ama bunu onlar için değil, onların bizi Allah'a yaklaştırması için yapıyoruz" diye ileri sürdükleri gerekçe, vicdanları rahatlatan bir rasyonalizasyon (aklileştirme) ve meşruluk kazanma gayretinden başka bir şey değildir.
Bu ise içinden çıkılması zor bir problemi önümüze koyar. Çünkü onlar kendilerini, dindar ve dolayısıyla kurtulmuş, başkalarını ise dinden sapmış ve mahvolmuş olarak görürler.
Toplumlar ayrı ayrı da olsa şirk mekanizmalarının işleyişinde bir değişiklik yoktur. Ve bu nesilden nesile sürüp gider.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Dolaylı (Kulluk) İbadet Anlayışı

Birtakım kimselere veya nesnelere hizmeti, itaat ve ibadet etmeyi, dolaylı olarak Allah'a yapılan ibadet ve hizmet olarak tasavvur etmek şirk kültürünün en eski ve önemli temellerinden biri.
Önceleri bu anlayış daha çok meleklerle ilgiydi:
"Bazıları; 'İnsanların Yüce Allah'a ibadet etme ehliyetleri yoktur' derlerdi. 'En doğru olanı, insanların meleklerden birine ibadet etmeleridir; melekler de Yüce Tanrı'ya ibadet ederler'. Bu düşüncenin ardından birçok insan, bulunduğu beldenin yöneticisi olduğuna inandığı melek şeklinde bir put edindi. Ve ona tapınmaya başladı,"
Bu anlayışın günümüze yansıması da, birine ibadet şuuru ile hizmet etmenin Tanrıya yapılmış hizmet anlamına geleceği şeklindeki düşüncedir. Lidere, başkana, şeyhlere gösterilen saygının ve hizmetin, ibadet anlayışı ve huşuu içinde yapılması da çoğunlukla aynı duygunun eseri.
Güzel bir gaye için kurulmuş birlikteliklerde emekleri boşa çıkaran anlayış! İşlerin bir intizam içinde yürütülmesini sağlamak üzere hiyerarşik bir yapı içinde, 'birlikte Allah için çalışmak'la, bizatihi onların 'nefslerine hizmet etmenin', arasındaki farkı, her zaman herkesin ayırt etmesi mümkün olmuyor.
Zihinlerde oluşan her yanlış kabul ve inanış, insanları çarpık bir mantık ve ilişkiler ağı içine sokuyor.
Bu çarpık mantık sonucu bazılarınca; "Diğer ilahların, en üstün ilahın ilahlığında nüfuz ve dahli bulunduğu, onların isteklerinin yüce ilah huzurunda makbul olduğu; istek ve arzuların, onların vasıtası ile tahakkuk edebileceği; şefaatleri (ve himmetleri) sayesinde, menfaatleri celp ve zararları defetmenin mümkün olduğu zannedilir. Bu gibi zanları sebebiyle, onları Allah ile birlikte ilah edinmişlerdir. Bundan da anlaşılıyor ki, bir insan, birisini Allah katında kendisi için şefaatçi edinir, sonra da ona dua eder, ondan yardım isteyerek tazim ve hürmet gösterir; adaklar, kurbanlar sunarsa; bütün bunlar, onu ilah edinme, İlah seçme adını alır."
Onlara hizmette kusur etmekten korkmak da aynı ruh halinin bir başka hastalıklı tezahürü.
Kur'an bu marazi korkuya işaretle şöyle buyuruyor:
"Allah; 'İki ilah edinmeyin. O, ancak bir ilandır. Onun için benden, yalnız benden korkun; buyurdu"
Anlaşıldığına göre insanlar, şu sebeple de ilahlarından korkuyorlardı:
Şayet herhangi bir sebeple ilahların (yani bu aracı tanrıların) öfkesini çeker, onların, kendilerine olan iyiliğini ve merhametini kaybederlerse, hastalık, kıtlık, mal ve can noksanlığı gibi musibetlere duçar olurlar ve çeşitli belaların tepelerine çökeceğini düşünürler."
Hizmette kusur edince, şeyhinin hışmına uğrayacağından endişe eden Moon Tarikatı üyelerinin ruh hali ile filan "uç" grubun mensuplarına kadar bu tür İstismar üzere kurulu oluşumlardaki yanlış duygular hep aynı psikolojik mekanizmalarla oluşur.
Korkunun, sadece bu dünyadaki belalar ve zararlarla sınırlı kalmayacağı, aynı zamanda, bu 'vasıta ilahları’ memnun etmedikten sonra ahrette de iyiliklere ermenin mümkün olamayacağı düşüncesinden de kaynaklandığı görülüyor.
Bu problem, kişiye nüfuz etmeyi adeta imkansız kılar. Mensuplarını böyle oluşumlardan ayırmanın zorluğu da daha çok bu tarz şartlanmalardan kaynaklanır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
"Hakka İletme Gerçeği"

Ehli kitabın, din adamlarını tanrı edinmeleri, onların Tanrı'dan aldıklarına inandıkları imtiyazla, insanları Hakka iletme yetkilerinin bulunduğuna inanıyor olmalarındandır.
Bunun için; "Ancak bizi Allah'a yaklaştırmaları için bunlara tapıyoruz" diyorlardı. Onların mazeretlerine işaret eden Kur'an-ı Kerim, ehl-i kitab hakkında şöyle buyuruyor; "Hahamlarını, papazlarını Allah'tan başka rabbler ilahlar ittihaz edindiler."
İslamiyet'in doğuşunda, yeryüzüne hakim olan cahiliyet inançları, çeşitli tanrılarla dolup taşmıştı. Bu batıl itikatlara göre bir takım büyük tanrıların yanında bir çok küçük tanrılar da yer atıyordu."
Halbuki Hakka iletmek yalnızca Allah'tan istenir ve ancak O'nun nasip etmesiyledir.
Özel anlamda ibadet olan Namazda, kişinin, değil Allah'tan başka kimselerden istekte bulunması, tam aksine Peygamberler dahil, Allah'ın salih kulları için de Rabb'inden iyilikler niyaz eder.
"Namazda Allah'tan başkasını, çok cüzi bir şekilde de olsa niyete karıştırmak küfürdür; Namazı bozar. Namazda peygamberden ve Allah'ın salih kullarından hiçbir şey istenmez. Aksine Tahiyyat'ta onlar için de esenlik, salavat, rahmet ve bereket niyaz edilir. Bu duada Peygambere ve salih kullara elbette bir sevgi gösterme vardır. Namaz kılan kimse, onlara da derecelerinin yükselmesi için Allah'ın rahmetini isteme, durumundadır."
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Şifa Tanrıları

"Politeist (çok ilahlı) dinlerin hemen hepsinde görülen ortak özellikler Allah'ın sıfatlarının herhangi bir şekilde yaratılmışlara atfedilmesidir. Bunlardan biri de Allah'ın 'şafî’(şifa veren, iyileştiren) sıfatının, hekim-tanrı olarak bazı nesnelere verilmesidir, (Yunan mitolojisindeki Asklepios'ta olduğu gibi.)”
'Şifa vericilik' inancı, insanların birtakım nesneleri ilah edinmelerinde oldukça önemli bir faktördür. Pek çok kimse şifa beklentisi ile ağaçlara çaputlar bağlar, türbelere mum yakar, bazı kimselerin oturduğu mekana kadar eğilerek ya da secde halinde ilerleyerek eşiğine yüz sürer; onun kullandığı eşyaları koklar, vücuduna sürer, artığını ve onun tarafından okunmuş yiyecekler ve içecekleri yiyip içerek şifa umar.
Bu tarz putlaştırmanın kökü de çok eskilere dayanır. Kabe'ye ilk putların dikilişindeki maksadın da bu olduğundan bahsedilir.
İbnü'l-Kelbi konuyu şöyle rivayet ediyor:
"Amr b.Luhayy, ağır bir hastalığa tutuldu, Kendisine denildi ki; 'Suriye'de, Belka denilen yerde suyu sıcak bir pınar vardır. Oraya gidersen iyileşirsin. Amr oraya gitti, yıkandı ve kurtuldu. Bölge halkının putlara taptığını gördü.
'Bunlar nedir?’diye sordu. Onlar da;
'Biz bunların aracılığı ile yağmur bekler ve düşmana karşı yardım isteriz' dediler. Bunun üzerine Amr bu putlardan kendisine de vermelerini istedi. Aldıklarını Mekke'ye getirdi ve Kabe'nin çevresine dikti."
Ay ve Güneş'e tapınılmasında da yine şifa beklentisi söz konusu. Ay'ın bir melek olduğu düşüncesiyle Ay'a karşı durarak dileklerde bulunmak; bazı yerlerde de yaygın olan bir inançla, gelişmemiş cılız ve hastalıklı çocukların, anaları tarafından Ay'a gösterilerek; "Ya al, ya ver" diye yakarıp, bunun sonucunda çocuğun ya iyileşeceği veya öleceğine inanılması da aynı tür inanışlardandır.
Cahiliye Arapları'nın, diş değiştiren çocuklarının çıkan dişlerini ellerine alıp güneşe doğru atarak, 'bunu daha güzeli ile değiştir' demeleri de buna bir örnektir."
Ağaçlar, kuyular, mağaralar, kayalıklar gibi bazı tabii şeylere tapınmada da, onların aracılığı sayesinde "ilah" ile doğrudan rabıta tesis edebileceğine inanılmasının yanında, onların şifa verme ve hayat bahşetme hassalarına sahip oldukları düşüncesi vardır. Suyuyla çöldeki bir kuyu, hürmet gösterilen bir şey olmuştur. Mağaralar, yeraltı kuvvetleri ve ilahları ile ilişki halinde mütalaa edildiklerinden kutsal addedilmişlerdir. Cahiliye devri Arapları'nın Uzza putu ve Nahle'deki Gabğab mağarası da esasında böyleydi.
Günümüzdeki Müslüman Ruvale Bedevi'leri, su buharlarını bir araya toplayan, mer'alara faydalı çiğ düşürmek suretiyle nebatları büyütüp geliştiren Ay tarafından insan hayatının tanzim edildiğini tahayyül etmektedirler.
Dini inanış unsurlarının hepsinin göze çarpan belli başlı özellikleri, daha yüksek bir gelişme seviyesine ulaşıldığında değişik bir şekil altında varlıklarını sürdürme temayülü gösterirler.
Kur'an-ı Kerim'de zikri geçen Ved, yani Main'liler panteonunun tepesinde duran "Ay Tanrısı" böyledir. İbn Hişam ve et-Taberi, Necran'da bulunan bir mukaddes hurma ağacından bahsetmektedirler. Bu ağaca silahlar, elbise ve bezler hediye olarak sunuluyor ve onun gövdesine asılıyordu. Mekkelilerin her yıl gelip ziyaret ettikleri, üzerine eşyalar asılan Zat-ü Envat, belki de Nahle'deki el-Uzza ile aynı şeydi, Ta'if’deki el-Lat, kare prizma şeklindeki bir kaya ile temsil edilmekteydi. Nihayet Petra'daki Zü'ş-Şara, yüz yirmi beş santim yüksekliğinde ve altmış beş santim eninde yontulmuş dik dörtgen prizma şeklinde kara bir taştan ibaretti."
Yukarıda adı geçen "Zatü Envat" şifa ve dilekler konusunda ilginç bir örnektir:
Hz. Peygamber devrinde tapılan put ağacının adı Zat-ü Envat idi, bir başka deyimle bir dilek ağacı.. Daha sonra bu ad, bazı Müslüman bilginlerce örtülü şirkin sembolü olarak kullanılmıştır. Bu bilginlerden biri de, hurafe ve yozlaşmaların kutsala fatura edilmesine savaş açmış ünlü bilgin Ebu Şame (ölm.1266) kendinden önceki kaynaklarını da göstererek şu ibret verici olayı anlatır:
Huneyn Savaşı'na katılan bir grup sahabi demiştir ki; "Hz. Peygamberle birlikte Huneyn'e doğru yol alıyorduk. Kureyş putperestlerinin o yörede kutsal tanıdıkları büyük bir ağaç vardı. Her yıl belli bir süre bu ağacın altına gelir, silahlarını ağaca asar, orada kurban keserlerdi. Bu süre içinde tüm dilekleri için bu ağaca bezler-giysiler astıklarından, adı Zat-ü Envat konmuştur. Ağacın yakınından geçerken biz Hz. Peygambere şu ricada bulunduk;
"Ey Tanrı elçisi, sen de bizim için bir Zat-ü Envat belirlesen olmaz mı?" Peygamber bize şu cevabı verdi;
"Allah Allah! Siz ne cahil bir toplumsunuz. Önceki ümmetlerin geleneklerini mi ihya edeceksiniz? Sizin şu sözünüz, İsrail Kavmi'nin Hz. Musa'dan put isteyen ve Kur'an'da da geçen şu sözüne benziyor: 'Ey Musa! Şu belde halkının taptıkları ilahlar türünden bize de bir ilah bul."
Ebu Şame, Zat-ü Envat ağacınınki türünden işlevi olan tüm bina, ağaç vs.'nin ortadan kaldırılmasını Allah'a imanın bir gereği sayıyor. Daha ilginci, Ebu Şame, bu tür işlevlere araç yapılan tüm cami, mescit ve benzeri mekanların da şirk aracı olduğunu ve yıkılmaları gerektiğini söylüyor. Bu tür mescit ve mabetler diyor Ebu Şame, Tevbe: 9/108. ayette sözü edilen bölücülük, halka zarar veren riyakarlık odağı mescitler cümlesindendir. Bu tür yerlerde yapılan zikirler, kılman namazlar, tutulan oruçlar ibadet görünümünde birer şirk sergilenişidir."
Şirk konusunda şu hadis-i şerif de oldukça önemlidir;
İbn Mes'ud (ra), Peygamber (sav)'in şöyle buyurduğunu Zeynep(ra)'den rivayet ediyor;
"Rukye, muska ve muhabbet muskasında şirk vardır." Dedim ki
"Neden bunu söylüyorsun? Gözüm ağrıyordu, falan Yahudi'ye gidip geldim, rukye yaptırdım. Beni okuduğu zaman gözümün ağrısı kesildi." Bunun üzerine Abdullah şöyle dedi;
"Bu şeytanın işiydi. Onu kendi eliyle koyar, ona okunduğu zaman ondan uzaklaşır. Allah resulü (sav)'in buyurduğu gibi şöyle demen yeterlidir: "Sıkıntıyı gider, ey insanların Rabb'i! Şifa ver! Şifa veren ancak sensin. Senin şifandan başka hiçbir şifa yoktur. Hiçbir hastalık bırakmayan şifa ihsan eyle!"
Şirkten uzak ve temiz bir kalp ile dosdoğru bir yol üzere bulunan Müslüman, şifa dahil bütün iyilikleri ancak Allah'tan bekler; çünkü, Allah:
"Biz Kur'an'dan öyle bir şey indiriyoruz ki, o, mü'minler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır" buyuruyor.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Şefaatçi Tanrılar

Şefaat kavramı, fertteki güvenlik duygusunun, daha çok, 'ölümden sonraki hayat’ inancıyla ilgilidir.
Ölümden sonra da hayatın varlığına inanan bir kimse için şefaat beklentisi bir ihtiyaçtır. Çünkü, sonraki hayatı kişi için birçok yönleriyle meçhuldür. Bundan dolayı da insan tedîrginlik ve endişe içindedir. Yanlışlık, hata ve günahların, 'sonraki hayat'ta karşılıklarının görüleceğine inanılması sebebiyle, Allah katında affedilmek ve Cennet'te derecelere nail olmak için bir şefaatçiye ihtiyaç duyulur. İslam, bu ihtiyaca, Allah'ın izni ile şefaat edeceği bilinen Peygamber ve şefaat etmesine müsaade edileceği umulanlar ile cevap verir.
Ancak bunun kimse için bir garantisi yoktur. Rasulüllah (ve O'nun zamanında cennetle müjdelendiği bilinen on kişi) hariç olmak üzere kimsenin kendisinin kurtuluşa ereceği ve üstelik başkalarına şefaat edeceği şeklinde bir senedi de yoktur.
İnsanların değişik dönemlerde, çeşitli varlıkları ve birtakım kimseleri kendileri için şefaatçi olarak seçtikleri ve onlara, bu sebeple, sımsıkı sarıldıkları; onların istek ve arzularını itirazsız yerine getirdikleri, kendilerine ve hatta yakınlarına, kullandıkları eşyalara, oturdukları mekanlara büyük saygı gösterdikleri bilinmektedir.
"İslam'ın ortaya çıktığı dönemde, Hicaz bölgesinde bir kısım Araplar; melek, cin ve şeytan gibi bir takım ruhani varlıklara ibadet ediyorlar ve meleklerin Allah katında saygın bir yeri olduğunu düşündükleri için onların daha şanslı olduklarını ve eğer onlara ibadet (itaat) eder ve hürmette kusur etmezlerse, Allah katında kendilerine şefaat edeceklerini düşünüyorlardı.
Onlar; "Biz onların suretlerini yapıp, onlara dişi isimler vererek tapındığımız zaman Allah katında bize şefaatçi olurlar" diyorlardı. Büyük saydıkları kimselerin suretlerini yaparak bunlara saygı gösterip tapınanlar da, bununla o yüce ruhların ve azizlerin kendilerine şefaat edeceklerine inanırlar; bunu, hürmet ettikleri şeylerin Allah katında makbul kimseler olduğuna inandıkları için yapıyorlardı.
Kur'an ise buna; "Ve size (Allah) melekleri ve peygamberleri ilahlar edinin diye emretmez.." diyerek set çekiyor.
"Öyle anlaşılıyor ki; şirk içinde olan insanlar, Allah kelimesi ile isimlendirdikleri ilahın, her şeyden üstün bir ilah olduğu düşüncesinde idiler. Diğer ilahlar hakkındaki inançları ise bu en üstün ilahın ilahlığında biraz nüfuz ve dahli bulunduğu, onların isteklerinin üstün ilah yanında makbul olduğu, dolayısı ile bu ilahlar vasıtasıyla istek ve arzularının kabul edileceği, böylece zararlardan kurtulup iyiliklere erebilecekleri noktasında toplanıyordu.
Bu sebeple onları Allah ile beraber ilah ediniyorlar. Yine bu anlayışa göre zannediliyor ki; Bir insan, birini şefaatçi edinir, ona dua eder, ondan yardım isteyerek tazim ve hürmet gösterir, ona adaklar, kurbanlar sunarsa, ve böylece onu memnun edebilirse, Allah da onun hatırına kendisinin dileklerini kabul eder. (O kişi ya da nesne) Ona ahrette azap edilmemesi için şefaatçi olur."
Aynı mantıkla bu ilahlara sığınan kimseler, ilahların memnun edilmemesi, küstürülmesi veya kızdırılması halinde kendilerine kötülülüklerin isabet edeceği; kıtlık, hastalık, can ve mal kaybı gibi musibetlere ve belalara duçar olunacağı şeklinde endişe ve korkulara da sahiptiler."
Halbuki ayetler, Allah'tan başka ilah edinilenlerin bir faydası olmadığı gibi zararlarının da dokunamayacağını haber veriyor;
"Onlar Allah'ı bırakıp, kendilerine ne bir zarar ne bir fayda vermeyecek olan şeylere taparlar. Bir de; 'Bu taptığımız şeyler, Allah yanında bizim şefaatçimizdir' derler."
Konuyu biraz daha iyi anlayabilmek için, İslami kaynaklarda, şefaat ve şefaatçi kavramlarının ne anlama geldiğini görelim.
Ömer Nasuhi Bilmen şefaati şöyle açıklıyor: "Ahret gününde bir kısım günahkar müminlerin affedilmeleri ve bir kısım zevatın da fazla lütfu ilahiyeye nailiyetleri için enbiyayi izam ile ümmetin büyükleri, Cenab-i Hak'tan istirhamda bulunacaklardır. En büyük şefaatkarımız ise Peygamberi Zişan'ımızdır. O, bir hadisi şeriflerinde; "Benim şefaatim ümmetimden büyük günahlar işlemiş olanlar hakkında vaki olacaktır," buyuruyor."
Aynı konu Mevdudi tarafından da ele alınmış. Onun tespitiyle; "Şefaat iki kısımdır:
Birincisi: Arkasında bir tür nüfuz ve kuvvet bulunan şefaattir ki, bu tür şefaat (anlayışında şefaatin Tanrı tarafından) kabul edilmesi zorunludur.
İkincisi ise: İsteklerin içtenlikle ve alçak gönüllülükle arz olunduğu, ancak şefaatin kabulünü zorunlu kılan bir güç ve kuvvetin olmadığı şefaat anlayışıdır.
Birinci anlamda, bir kimseyi şefaatçi kabul eden kişi hiç şüphesiz ki, onu ilah edinmiş ve şefaatçiyi Allah'a ortak koşmuş olur. İşte böyle bir şefaat anlayışını Kur'an-ı Kerim kesin olarak reddeder.
İkinci anlamdaki şefaate gelince, başkaları için peygamberlerin, meleklerin ve salih insanların Allah katında bulunacakları şefaat çeşididir. Allah böyle bir talebi dilerse kabul eder dilemezse kabul etmez. Ahmet Hamdi Akseki ise;
"Allah'ın bir olduğunu söyledikleri halde kendilerini Allah'a yaklaştırmak maksadı ve O'nun yanında şefaatçi olur itikadi ile., onlara uyarak tapmak da bir çeşit şirktir" diyor. Anlaşılan o ki, insanlar ister sembolik manası ile putlara, ister bizatihi şahıslara yönelsinler, şafaati birtakım kişi ve nesnelerden bilirlerse, maksatları Allah'a yaklaşmak dahi olsa şirke sapmış olmaktan kurtulamazlar.
Deniliyor ki, "kevni veya arizi bir varlığa bizatihi kendisi için tapınmak zaten dinler tarihinde rastlanmayan bir durumdur.'
Tapınma ya da ilah edinme, o nesneye atfedilen değer ve özellikler ile, bu atfetme sonucu ondan umulan, beklenen şeyler içindir. Şefaat beklentisi de böyle bir mekanizma sonucu ilah edinme olayında karşımıza çıkar.
Hiçbir konuda ilahlığa ortak kabul etmeyen Tevhidi inanış, şefaat konusunda da aynı kesin tavrı ortaya koymuştur. Şefaat ancak Allah'ın dilemesi ile olur. Kimsenin kendi zatından dolayı böyle bir yetkisi yoktur.
Ayetler şüpheye yer vermeyecek derecede açıktır.
"O gün, ne mal fayda verir, ne de evlat. Ancak Allah'a kalb-i selim (temizlenmiş kalp) ile gelenler fayda bulur."
"Kalb-i selim, şüphelerden ve şirkten temizlenmiş kalp demektir."
Diğerlerinin ise ortak koştukları, her ne ise hesap gününde, birbirilerini inkar edeceği haber veriliyor. Bu ise olayın en dramatik safhası ya da sonu!
"Kendilerine ortaklarından şefaatçılar da bulunmaz. Onlar ortaklarını da inkar edeceklerdir."
Ruhlar yaratıldığında herkesin Rabb'ine verdiği söz doğrultusunda, hesapların görüleceği o büyük yargı gününe varabilmenin yolu dosdoğru ve tertemiz bir kalp ile, putlardan uzak bir ruh halinden geçiyorsa, ki bunda asla şüphe yoktur; öyleyse, ilah kavramının içerdiği bütün anlamlarıyla kurtuluş sunan kelimeye sığınmakta hiç gecikmemeli;
"La ilahe illallah!"
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Kendinden Başka İlah Olmayan Allah
Nasıl Bir İlah!


Özgürlük psikolojik bir olaydır, önce zihinlerde gerçekleşir. Kafaların içinde duvarlar örülmüşse sistemlerin hürriyet ve özgürlükler sunması ile esaret getirmesi fazla bir anlam ifade etmez. Beyinleri hür olmayanların gerçek hürriyeti tatmaları ve kurtuluşa ermeleri düşünülemez. Hür ve özgür bir psikolojiye sahip olan kimseyi ise sistemlerin ve diktaların ördüğü duvarlar sınırlayamaz, hapsedemez. Gerçek hürriyet ise insanın, önce zihinleri esir eden ilahlardan kurtulması ile başlar; bu ilk adımdır. Hemen akabinde inanılacak, tasdik ve teslim olunacak ilahı bulmak gelir. Bunun da bir tarifi olmalıdır; kurtuluş bahşedecek, ilaha götürecek, bu büyük arayışı sağlam ve doğru bir sonuca ulaştıracak tarif! İnsanlar bunu nereden bulacak? İşte bu sorunun cevabı ilahi bir yön tayin edici (pusula), hayat yolunu hakka çıkaracak şaşmaz ölçüleri bulmayı sağlayacak rehberi verecek.
Kıyamete kadar hükmünü ve tazeliğini muhafaza edecek olan ve insanların ateşten kurtuluşunun talimatını içeren; alemlerin Rabb'inin sonsuz lütuf ve rahmetinin tecellisi Kur'an bize bu imkanı sunuyor.
Kur'an; Allah'ın 'Oku' buyurduğu, çoğu insanın inadına okumadığı 'Kitap'. Sadece inanmayanın değil, inananın bile ömründe bir kez, içinde anlatılanları merak edip okumadığı, okumamakta ısrar ettiği-, Okumamakla Allah'a muhalefetini ilan ettiği, o yüce 'Oku' emrini hiçe saydığı. Böylece kendini ışığından mahrum ve karanlıkların girdabına mahkûm ettiği, o müthiş uyarı ve muhteşem kurtuluş reçetesi Kur'an!
Sadece Allah'a has olan 'ilah' kelimesinin kavramsal içeriğini, işte en güzel bir biçimde bu 'Kitap'ta buluruz.
Haşr suresinin son üç ayeti, 'ilah' kavramının anlaşılması açısından yol göstericidir. Bu ayetlerde, 'Kitab'ın sahibinin bir nevi kendini tarif edişi var. O'nu, tek olan 'ilah'ı, ilah kavramını bütün yönleri ile açıklığa kavuşturan boyutlarıyla, burada geçen (kamil sıfatları ifade eden) 'esma ül hüsna' ile anlamak mümkün.
Öncesinde, "Lev enzelnahü" diye başlayan ayette, ruhlara dehşet veren bir tasvir var.
"Bu Kur'an'ı bir dağa indirmiş olsaydık, dağın ezilip büzülerek Allah korkusuyla paramparça olduğunu görürdün."
İnsanlardaki bu ne kayıtsızlık, ne gaflet!
"Allah'a ve bütün manevi/ahlaki sınırlara/değerlere karşı gaflet içinde bulunmakla, ruhen hareketsiz ve bir dağdan daha fazla cansız olanların tersine.!"
Kur'anın dağlara teklifi halinde korku ve dehşetten paramparça olacaklarından bahisle, insanın; nasıl bir sorumluluk karşısında bulunduğu ve kiminle, nasıl bir ilahla muhatap olduğu ilahi ikazının muhteşem üslubu!
Allah; nasıl bir ilah!
"Allah, o Allah'dır ki, ondan başka 'ilah yoktur."
"O'ndan başka ilah yoktur." O Allah 'Bir’ olan ilahtır, O'ndan başka ilah yok.
İnsanlığın yaratılışından beri karşılaştığı bütün problemlerin, doğrudan veya dolaylı bir şekilde ilintisinin bulunduğu muhteşem kelime, kelime-i tevhid! Bütün çözümlerin asıl kaynağı ve kurtuluş bu kelimelerle özetlenen manada sunuluyor.
Sabah ve akşam, namazından sonra okunan ve anlamı ruhlara dehşet salması gereken, "Hüve Allahullezi La İlahe İllallahü" diye başlayan ayetler, ilahın ne olduğunu ve "başka ilah yok demekle, başka neyin olmadığını; "tek bir ilah" olan Allah'a teslimiyetin ve onu tek ilah olarak tasdik etmenin anlamını yeterince açık bir biçimde veriyor.
"Hüvallahüllezi La İlahe İllallahü..” "O, tek ilah olan Allah, öyle bir Allah'tır ki..! Ondan başka ilah yoktur."
Ve O ilah "Alim"dir
Gizli ve açık, "Her şeyi hakkıyla bilen" ancak O'dur.
O'ndan başkaları ise ancak onun bildirdiğini ve izin verdiği kadarını bilme imkanına sahip. Mutlak hakikat ve doğruluğu tartışılmaz olan, ancak "ilah" olanın söylediğidir; O da Allah'tır, İlah olmayanın kanaatleri, her kim olursa olsun, mutlak hakikat olamayacağı gibi tartışılmaz da değildir. Çünkü, gerçek İlah olandan başkası "her şeyi hakkıyla bilen" olamaz.
Her söylediğine tartışılmaz bir tarzda teslim olunacak makam da, ilahtan başkası değil. Bundan çıkan bir sonuç da şudur ki; kimin her söylediği, her kanaati ve her emri tartışılmaz bir doğru olarak görülürse o ilah edinilmiş olur. Dolayısı ile bu, tek ilah olarak Allah'a inananlar için kabul edilebilir bir davranış tarzı değildir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
O "RAHMAN" dır.
Ancak O, "Rahman" olduğu için lütuf ve koruyuculuğu ile "bütün alemi kucaklayan ve kuşatandır. Yarattığı tüm varlıklardan, mü'min olsun, kafir olsun bütün insanlardan rahmet, lütuf ve nimetlerini hiç esirgemeyen zat" sadece O'dur.
O hem müminlerin, hem de yine Rahman sıfatı ile kafirlerin de İlah'ıdır. Fark gözetmeden inananları da, inanmayanları da nimetlendiren yalnızca O'dur. O'ndan başka kimse rızk vermeye, O'nun verdiğini engellemeye, vermediğini vermeye muktedir olamaz; bu nedenle de kimse rızk endişesi ile çekinilecek ve korkulacak makam asla değildir. Kişi kimi rızk veren veya rızkına mani olabilecek kişi ve makam olarak görüyorsa onu ilah edinmiş olur.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
O'RAHİM'dir.
O, Rahman sıfatının yanında Rahim'dir de. Yani; "Dünyada kendisine inanıp, emirlerine uygun bir şekilde yaşayanları ahrette ebedi nimetlerle mükafatlandıracak olandır." Kimse O'nun, 'sonraki hayat'ta vereceğini vermeye muktedir olamaz. Bunda vasıta da olamaz. Ancak O'nun diledikleri, O'nun dilemesi ile O'nun dilediklerine, yine O'nun Rahman sıfatının bir tecellisi olarak şefaat edebilir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
O'MELİK'DİR
"Melik olan, yani; "Görünen ve görünmeyen bütün alemlerin (gerçek) sahibi ve yöneticisi (hükümdarı) ancak O'dur." Diğerleri; adil olanlar da, insanları köle yapmaya çalışanlar da hepsi birer emanetçidirler. Gerçek ve ebedi hükümdar değillerdir. O'ndan başka kimse gerçek ve ebedi sahip, efendi (davranışlarından kimseye karşı sorumlu olmayan) gibi görülemez.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
O 'KUDDÜS'tür.
Başkası, hiçbir kimse ve hiçbir şey değil., yalnızca O; "Her türlü eksiklik ve noksanlıktan uzak, bütün kemal sıfatlarla vasıflı olan"dır.
Filan kimse, falan lider, başkan, imam, sultan ya da kral "kuddüs" değildir. Yani kimse hatadan ve noksanlıklardan uzak bilinmeye layık değil; şaşmaz ve yanılmaz asla değil. Tek mükemmel, gerçek doğru, mutlak hakikat, "pak ve temiz" olan; (ilah kavramının bu manasıyla da) yalnızca O'dur. Hiç kimse (başkan, lider, imam, sultan, şef, yönetici, din adamı, bilim adamı) noksanlıklardan uzak ve hatasız olarak görülüp, 'bir bildiği vardır' diyerek her davranışında bir hikmet aranamaz ve kendisine öyle davranılıp ilahlaştırılamaz.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
O"SELAM" dır.

"Esenlik veren", yani gerçek "kurtarıcı" olan ancak O'dur.
"Gerek dünya, gerek ahrette tehlikeye düşenleri esenliğe ulaştıran.."
"Her türlü eksiklikten bizzat kendisi salim olduğu için, güç ve kuvvet ile, her şart altında kurtarmaya ve tehlikeleri bertaraf etmeye yeterli olan., gerçek "kurtarıcı" ilah O.
"O'ndan başkasının, değil başkalarını kurtarmaya, bir olan Rabb'in izni ve yaratması olmaksızın parmağını kımıldatmaya bile yetecek gücü kendinde bulmaz. Kaldı ki insanları, ülkeleri ve dünyayı kurtarmak!
Her şey, kendisi "selam" olan, yani esenlik (kurtuluş) vermeye gücü yeten, ortak ve yardımcıya ihtiyacı olmayan tek ilah olan Allah'ın ol emriyle; dilemesi, takdirî ve yaratması iledir."
Esenlik vermek (kurtarıcılık) da ancak ve sadece O'nun elinde. Bu manada da ilah olan yalnızca O'dur. O'ndan başka hiçbir kişi, kurum ya da makam kurtarıcı olarak görülemez, kabul edilemez; yani ilah edinilemez.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
O"EL-MÜMİN"dir

O "Güven veren, vadine güvenilen"dir.
"İnsanların gönlünde iman ışığı uyandıran, bu şerefi onlara ikram ederek, şüphe, endişe ve tereddütleri izale buyuran; kendisine sığınanlara eman vererek, onları her türlü tehlikeden koruyan., ahirette ebedi mutluluğu kendilerine sağlayacak olan" O'dur. Çünkü O 'ilah'tır
 

ahde

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
2 Mar 2009
Mesajlar
590
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Tahsin kardeşim emeğine sağlık mükemmel bir paylaşım

Tahsin kardeşim emeğine sağlık mükemmel bir paylaşım

S.a.tahsin kardeş yazılarını biraz özet tutabilirsen herkez faydalanır diye düşünüyorum: Gerçekten önemli bir konu herkez bir şeye inanıyor ateistler bile .hiçbirşeyin olmadığına inanmakta bir inanç,lakin sizin de değindiğiniz gibi tek ilah. biz insanlar için ne kadar zor değilmi teslimiyet dinimizi açıklamak için düştüğümüz durumlara bir bakın halbuki herşeyde mantık aranmalımı? Tabiki bilim önemli lakin yahudilere bakarsak onların inançlarına mantık bulamayız koşerlenmeğen bardaktan su bile içmiyorlar cumartesi günleri arabaya binmiyorlar bunun gibi bir sürü ben islam dininde açıklanacak bişiy yok diyorum inandım iman ettim.......
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
ahde,
Teşekkür ederim, değerli katılımınız için
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt