Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İNGİLİZ CÂSÛSUNUN İ’TİRÂFLARI kitabı..(Kesinlikle tavsiye ederiz) (1 Kullanıcı)

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
502
Puanları
83
Yaş
43
Tenbîh: Bu kitâbı dikkat ile okuyan, islâmın en büyük düşmanının, ingilizler olduğunu anlıyacak, şimdi bütün dünyâdaki müslimânlara saldıran vehhâbîliği, ingilizlerin kurduğunu ve onları beslemekde olduğunu iyi öğrenecekdir. İlmi, aklı ve vicdânı olan ingilizler de, ingilizlerin bu alçak düşmanlıklarından nefret eder.

Her memleketde bulunan mezhebsizlerin, vehhâbîliği yaymağa çalışdıklarını işitiyoruz. Hattâ, Hempherin i’tirâflarının, hayâl mahsûlü olarak başkaları tarafından yazıldığını söyliyenleri var. Fekat, bu sözlerine bir vesîka gösterememekdedirler. Vehhâbîlerin kitâblarını okuyarak, onların aslını, iç yüzünü öğrenen büyük islâm âlimi Habîb Alevî bin Ahmed Haddâd, (Misbâh-ul-enâm) kitâbında, ingilizlere satılmış olan Muhammed bin Abdülvehhâbın Hempher ile berâber hâzırladıkları, âdî, alçak yazılarına vesîkalarla cevâb vermekdedir. 1216 [m. 1801] da yazılmış olan bu kitâb, 1416 [m. 1995] da Hakîkat Kitâbevi tarafından ofset ile basılarak bütün islâm memleketlerine gönderilmekdedir. İngilizler, ne kadar, çalışırlarsa çalışsınlar, hakîkî müslimân olan Ehl-i sünneti yok edemiyecekler, kendileri yok olacaklardır. Çünki, Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin 81. ci âyetinde, bozuk yolda olanların da, zuhûr edeceklerini, fekat hak yolda olanların karşısında, bunların mağlûb olarak, yok olacaklarını müjdelemekdedir.


..Allah razı olsun ellerine sağlık kardeşim.selam ve dua..

........
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
İkinci Kısm
İNGİLİZLERİN İSLÂM DÜŞMANLIĞI

İngiliz câsûsunun, birinci kısmda bildirilmiş olan itirâflarını okuyanlar, İngilizlerin dünyâ müslimânları için neler düşündükleri hakkında, ma'lûmât sâhibi olurlar. Aşağıda, İngiliz Müstemlekeler nâzırlığının [sömürgeler bakanlığının], câsûslara verdiği emrlerin dünyâ müslimânları üzerinde nasıl tatbîk edildiğini ve misyonerlerin feâliyyetlerini kısaca bildireceğiz.

İngilizler, mağrûr ve kibrlidir. Onlar, kendi şahslarını ve vatanlarını ne kadar hurmete lâyık görürse, diğer insanları ve memleketleri de, o derece aşağı görürler.
İngilizlere göre insanlar üç kısma ayrılır: Birincisi, İngilizler olup, Allahın insân olarak yaratdığı en mükemmel mahlûkun, kendileri olduğunu söylerler. İkincisi, beyâz renkli Avrupalı ve Amerikalılardır. Bunların da, hurmete lâyık olabileceklerini kabûl ediyorlar. Üçüncü kısm ise, birinci ve ikinci kısmın hâricinde kalan insânlardır. Bunlar, insân ile hayvan arasında bir mahlûkdur. Bunlar, hurmete lâyık olmadıkları gibi, hürriyyet, istiklâl ve vatan bunlar için değildir. Bunlar, bilhâssa İngilizler tarafından idâre edilmek için yaratılmışlardır.

İngilizler, bu gözle bakdıkları müstemlekelerdeki yerli ehâli ile birlikde yaşamazlar. Müstemlekelerinin her yerinde, İngilizlere mahsûs kulüpler, gazinolar, lokantalar, hamamlar, hattâ mağazalar vardır. Yerli ehâli buralara giremez.

20. nci asr başlarında Hindistâna yapmış olduğu seferleri ile meşhûr, Fransız muharrir Marcelle Perneau (Hindistân seyâhatı notları)nda diyor ki:

(Avrupada şöhret bulmuş, hattâ bazı üniversitelerce kendisine profesörlük ünvânı verilmiş olan bir Hind âlimine, Hindistândaki bir İngiliz kulübünde buluşmak üzere söz vermişdim. Hindli gelmiş, fekat İngilizler, şöhretini bile hiçe sayarak onu içeri bırakmamışlar. Bundan haberdâr olunca, ısrârım üzerine Hindli ile kulübde görüşebildim.)

İngilizler, kendilerinden olmıyanlara hayvanlara bile lâyık olmayan muâmeleler yapmışlardır.

En büyük müstemlekeleri olup, senelerce vahşîce, sadistce zulm etdikleri Hindistânın Amritsar şehrinde [m. 1919] bir gün âyin sebebi ile toplanan hindûlar, bisikleti ile gezen bir İngiliz kadın misyonerine hurmet etmezler. Misyoner, İngiliz general Dyere şikâyetde bulunur. General derhâl askerlerine emr vererek, mabedde âyinle meşgûl halkın üzerine ateş açdırır ve on dakîkada yediyüz kişi ölür. Binden ziyâde kişi de yaralanarak yerlere serilir. General bununla da iktifâ etmiyerek, ehâliyi üç gün elleri ve ayakları üzerinde hayvan gibi yürütür. Mes'ele Londraya şikâyet edilir. Hükûmet tahkîkât yapılmasını emr eder.

Tahkîkât için Hindistâna gelen müfettiş, generale müdâfeasız halka ateş açdırmasının sebebini sorunca, general, (Buranın kumandanı benim. Buradaki askerî bir icrâatı ben takdîr ederim. Öyle lüzûm gördüm ve emr etdim.) cevâbını verince, müfettiş, (Pekâlâ, ehâlinin yüz üstü sürünmesini emr etmenizin sebebi nedir?) diye sorar. General, (Hindlilerden bir kısmı tanrıları karşısında yüz üstü sürünüyorlar. Bunlara, bir İngiliz kadının bir Hindû tanrısı kadar mukaddes olduğunu ve onun karşısında da hakâret değil, sürünmeleri îcâb etdiğini anlatmak istedim) der. Müfettiş, halkın, alış veriş için dışarı çıkmak mecbûriyyetinde olduğunu söyleyince, general, (Bunlar insan olsalardı, sokakda yüzüstü sürünmezlerdi. Çünki, bunların evleri birbirine bitişik ve damları düzdür. Damlar üzerinde insan gibi yürürlerdi) cevâbını verir. Generalin bu sözleri İngiliz basınında neşr edilince, general kahraman ilân edilir. [Dyer, Reginald Edward Harry 1281 [m. 1864] de doğdu, 1346 [m. 1927] de İngilterede öldü. Dünyâ târîhine (13 Nisan 1919 da Amritsar şehrinde İngiliz zulmüne karşı meydâna gelen olayları, şehri kan gölüne çevirerek basdıran meşhûr İngiliz general) diye geçdi. Hindistânın her yerinde İngilizler aleyhine büyük gösteriler yapılması üzerine vazîfeden alınarak, emekliye sevk edildi. Fekat, İngiliz Lordlar kamarası Dyerin yapdıklarını medh-u senâ ile karşılayarak, ona yardım yapılmasını kararlaşdırdı. İngiliz lordlarının, kontlarının diğer milletlere nasıl bir gözle bakdıkları burada da açıkca görülmekdedir.]

İngilizlerin, halkı beyâz renkli ve aslen Avrupalı olan müstemlekelerini idâre şekli ile, halkı beyâz renkli olmıyan ve yerli ehâlînin bulunduğu müstemlekelerini idâre şekli birbirinden farklıdır. Birincileri, imtiyazlı, hattâ kısmî muhtâriyete sâhibdirler. İkincileri ise, zulm altında inlemekdedirler. (Dominyon) ismini verdikleri birinci kısm müstemlekeler, iç işlerinde muhtâr, dış işlerinde ise İngiltereye bağlıdırlar. Bu müstemlekelere misâl olarak, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda... v.s. gösterilebilir.

Müstemleke işleri iki nezârete tevdî edilmişdir. Bunlar, Müstemlekeler nezâreti ve Hindistân nezâretidir. Müstemlekeler nezâretinin başında, (Secretary of state for the Colonial department) (İngiliz müstemlekeler nâzırı) ünvânını taşıyan kimse bulunur. Bu nâzırın iki müsteşarı ve dört muâvini vardır. Müsteşarın biri avam kamarasından olur. Diğer müsteşar ve muâvinleri devâmlıdır. İktidârın değişmesi ile bunlar değişmezler. Bu dört muâvinden biri, Kanada, Avustralya ve bazı adalar ile, ikincisi, Cenûbî Afrîka ile, üçüncüsü, şarkî ve garbî Afrika ile, dördüncüsü ise Hindistân ile meşgûl olur.

İslâm düşmanlığı, zulm, istibdât, hîle ve hıyânet üzerine kurulan İngiliz imperatorluğu, kendisine (üzerinde güneş batmayan devlet) ünvânını vermişdi. Kanada, Güney Afrika, Yeni Zelanda, Fiji, Pasifik adaları, Papua, Tonga, Avustralya, İngiliz Belucistanı, Birmanya, Aden, Somali, Borneo, Brunei, Sarawak, Hindistân, Pâkistân, Bengladeş, Malezya, Endonezya, Hong-Kong, Çinin bir kısmı, Kıbrıs, Malta, 1300 [m. 1882] de Mısr, Sûdan, Nijer, Nijerya, Kenya, Uganda, Zimbabve, Zambia, Malawi, Bahama, Greneda, Guyana, Bostwana, Gambia, Gana, Sierra Leone, Tanzanya, Singapur gibi devletler İngilizlerin hegemonyası içine alındı. Bu dünyâ devletleri, hem dinlerini, dillerini, örf ve âdetlerini gayb etdiler. Hem de yeraltı ve yerüstü zenginlikleri İngilizler tarafından sömürüldü.

19. cu yüzyıldaki istilâları sonunda, dünyâ topraklarının yaklaşık dörtde birine, dünyâ nüfûsunun da, dörtde birinden ziyâdesine sâhib ve mâlik oldu.

İngiliz müstemlekelerinin en mühimi, sertâcı, Hindistân idi. İngilizlere cihân hâkimiyetini temîn eden, onun, üçyüz milyondan ziyâde nüfûsu [Bugün 700 milyondan ziyâdedir.] ve nihâyetsiz tabiî servetleridir. Sâdece birinci cihân harbinde, İngiltere bu müstemlekeden, birbuçuk milyon asker ve bir milyar rupye nakdî para almışdır. Bunların çoğunu Osmânlı devletini parçalamak için kullanmışdır. Sulh zemânında ise, İngilterenin muazzam sanâyıini yaşatan, İngiliz iktisâdını [ekonomisini] ve mâliyesini takviye eden Hindistândır. Hindistânın diğer müstemlekelere nazaran çok ehemmiyyetli olmasının iki sebebi vardır. Birincisi, dünyâyı sömürmelerine en büyük mâni olarak gördükleri İslâmiyyetin Hindistânda yayılması ve burada müslimânların hâkim olmasıdır. İkincisi, Hindistânın tabiî zenginlikleridir.

Hindistânı muhâfaza edebilmek için, Hindistân yolu üzerinde bulunan bütün İslâm ülkelerine saldırmış, fitne ve fesâd tohumları ekerek, kardeşi kardeşe kırdırmış ve bu ülkelere hâkim olarak, bütün tabîî zenginliklerini ve millî servetlerini hep kendi memleketine taşımışdır.

Osmânlı imperatorluğundaki hareketleri titizlikle takîb etmek ve çeşidli siyâsî oyunlarla Osmânlıları Ruslarla harbe sokarak, Hindistâna yardım elini uzatamıyacak hâle getirip, parçalamak ve yok edip, işgâl etmek, hâin İngiliz siyâsetinin esâsı idi.

Hindistâna ilk ayak basan Avrupalılar Portekizlilerdir. 904 [m. 1498] senesinde Hindistânın Malabar sâhilindeki Kalküta şehrine gelen Portekizliler, ticâret ile uğraşmış ve Hindistân ticâretini ellerine geçirmişlerdi. Dahâ sonra, Hollandalılar Hindistân ticâretini Portekizlilerden almışlardır. Hollandalılardan da Fransızlar almışlar, fekat karşılarına İngilizler çıkmışdır.

Hindistândaki İslâm âlimlerinin büyüklerinden allâme Muhammed Fadl-ı Hak Hayrâbâdînin (Es-Sevret-ül-Hindiyye) yanî (Hindistân ihtilâli) kitâbı ve bunun (El-yevâkît-ül-mihriyye) hâşiyesinde de zikr olunduğu üzere, İngilizler ilk olarak 1008 [m. 1600] senesinde, Hindistânın Kalküta şehrinde ticârethâneler açmak için Ekber Şâhdan izn aldılar.

Ekber Şâh, bozuk itikâdlı bir kimse idi. Bütün dinleri aynı derecede tutardı. Hattâ, muhtelif dinlere mensûb âlimleri toplıyarak, bu dinlerin karışımı, umûma şâmil ve müşterek bir din kurmaya çalışdı. (Dîn-i ilâhî) ismini verdiği bu dîni 990 [m. 1582] de resmen i'lân etdi. Bu târîhden ölümüne kadar, bütün Hindistânda bilhâssa serâyda, İslâm âlimlerine itibâr azalmış ve Ekber Şâhın dînine temâyül edenler baştâcı yapılmışdır. İşte böyle bir zemânda, İngilizler Hindistâna girdiler. Birinci Şâh-ı Âlem Muhammed Behâdır Şâh bin Alemgîr zemânında Kalkütada arâzî satın aldılar[1]. Bunları muhâfaza için asker getirdiler. 1126 [m. 1714] da Sultân Ferrûh Sîr Şâhı tedâvî etdikleri için, bütün Hindistânda toprak satın almalarına izn verildi. Müslimân Hind hükümdârlarının ismlerini paralardan kaldırdılar. 1253 [m. 1837] de İkinci Behâdır Şâh hükümdâr oldu. İngilizlerin yapdıkları zulmlere dayanamayarak, 1274 [m. 1857] de, İngilizlere karşı askerlerin ve halkın teşvîki ile büyük bir ayaklanma başlatdı. Böylece ismine para basdırmağa ve hutbe okutmağa muvaffak oldu ise de, buna karşı İngilizlerin tepkisi ve zulmü çok şiddetli oldu. İngiliz askerleri Delhî şehrine girince, evleri, dükkânları basıp, malları, paraları yağmaladılar. Genç, ihtiyâr, kadın erkek demeden bütün müslimânları, hattâ çocukları kılınçdan geçirdiler. İçecek su bile bulunamaz oldu.

[TENBÎH: Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar, her zemân, her yerde kötü insanlar iyilere saldırmışlardır. Allahü teâlâ herşeyi sebebler ile yaratmakdadır. Kötülerin cezâsını da, kötü insanlar vâsıtası ile vermekdedir. İşkence edenlere dünyâda da cezâlarını vermekdedir. Kötülerin yanı sıra, iyiler de azâb görmekdedir. Bunların ve harbde ölenlerin ve kazâda ölen müslimânların hepsi şehîddir. Dünyâda azâb çeken iyi, suçsuz müslimânlara âhıretde bol ni'metler verilecekdir. Âhıretde ni'mete kavuşmak için, îmân sâhibi olmak lâzım olduğu din kitâblarında yazılıdır. Bu kitâblar dünyânın her yerinde çok vardır. Bu kitâbları okuyup da inanmıyana kâfir denir. İslâmiyyeti işitmiyen kâfir olmaz. İşitince (lâ ilâhe illallah) diyen ve buna inanan müslimân olur. Bunun manâsı, (Herşeyi yaratan bir Allah vardır)dır. Müslimân olan, Onun son Peygamberine tâbi olur. Birçok yerde, kâfirler, zâlimler, suçsuz müslimânları, kadınları, çocukları öldürmüşlerdir. Öldürülen müslimânlar, şehîd olur. Öldürülürken yapılan işkencelerin acısını duymaz. Ölürken verilecek olan Cennet ni'metlerini görerek çok sevinir. Şehîdler ölürken hiç acı duymaz. Sevinir ve çok neş'elenir. Cennet ni'metlerine kavuşur. (Müslimânların kabri Cennet bağçelerindendir.) buyuruldu.]

İkinci Behâdır Şâhın komutanlarından Baht hân, Sultânı ordu ile birlikde çekilmeye râzı etdi ise de, İngilizlerin gözüne girmek isteyen, Mirzâ İlâhî Bahş ismli başka bir komutan, Behâdır Şâha, ordudan ayrılıp teslîm olursa, İngilizleri suçsuz olduğuna, inandırabileceğini ve İngilizler tarafından afv edileceğini söyleyerek, Behâdır Şâhı aldatdı. Böylece Behâdır Şâh geri çekilen ordunun ana kısmından ayrılarak Delhînin içindeki Kal'a-i Muallâdan 10 kilometre uzakdaki Hümâyün Şâhın türbesine sığındı.

Ahlâksızlığı ve beceriksizliği ile meşhûr ve o sırada İngiliz ordusunda istihbârât subaylığı yapan meşhûr papaz Hudson, bunu Receb Alî adındaki bir hâinden öğrenerek, durumu ordu kumandanı general Wilsona bildirdi. Yakalamak için yardım istedi. Wilsonun verebileceği paralı askeri olmadığını bildirmesi üzerine, Hudson, kendisinin bu işi bir kaç kişi ile yapmasını teklîf ederek, sultânın teslîm olması için cânına ve âilesine dokunulmıyacağı temînâtının verilmesi gerekdiğini bildirdi. Wilson bu teklîfi önce kabûl etmediyse de, sonradan kabûl etdi. Bundan sonra 90 kişi ile Hümâyûn Şâhın türbesine giden Hudson, Sultâna, oğullarına ve hânımına dokunulmayacağına dâir temînât verdi. Bu papaza aldanan Behâdır Şâh teslîm oldu. Hudson, dahâ sonra sultânın iki oğlunu ve bir torununu yakalamağa çalışdı. Fekat, Sultânın iki oğlunun ve torununun kalabalık muhâfızları olduğu için, yakalayamadı. General Wilsondan, bunlara da cânlarına dokunulmıyacağına dâir temînât aldı. Hâin Hudson, Sultânın iki oğluna ve torununa çeşidli vâsıtalarla haber göndererek, kendilerine bir zarar gelmeyeceğine dâir temînât verdi. Bunlar da, papazın yalanlarına aldanarak teslîm oldular. Hudson, İngiliz siyâseti ve hîlesi ile kandırdığı, sultânın iki oğlu ve torununu ele geçirince, hemen zincire vurdu.
devamı var..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Şâhın iki oğlu ve bir torununu elleri bağlı olarak Delhîye getirirken yolda, Hudson genç şehzâdeleri soydurup, bizâtihi kendisi göğüslerine kurşun sıkarak şehîd etdi. Kanlarından içdi. Bu genç şehîdlerin cesedlerini, halkı korkutmak için kal’a kapısına asdırdı. Bir gün sonra başlarını, İngiliz genel vâlisi Henri Bernarda gönderdi. Sonra, şehîdlerin etinden çorba yaparak şâha ve hanımına gönderdi. Çok aç olduklarından hemen ağızlarına aldılar. Fekat, ne eti olduğunu bilmedikleri hâlde, çiğneyemediler, yutamadılar. Kusdular, çorba tabaklarını yere bırakdılar. Hudson hâini, (Niçin yemediniz? Çok güzel çorbadır. Oğullarınızın etinden yapdırdım) dedi.

1275 [m. 1858] senesinde, tahtından zorla indirilen İkinci Behâdır Şâh, ayaklanmaya ve Avrupalıların öldürülmesine sebeb olmak suçlarından muhâkeme edildi. 29 Martda ömür boyu hapse mahkûm edildi ve Hind-i Çine [Rangona] sürgüne gönderildi. 1279 [m. 1862] senesi Kasım ayında, vatanından uzak bir ülkede, Gürgânî İslâm İmperatorluğunun son sultânı Behâdır Şâh, zindanda hayâta gözlerini yumdu. Allâme Fadl-ı Hak da, 1278 [m. 1861] de, Andaman adalarındaki bir zindanda İngilizler tarafından şehîd edildi.

İngilizler 1294 [m. 1877] de, Osmânlı-Rus harbi sırasında, Hindistânı, İngiltere krallığına bağlı bir devlet i’lân etdiler. Meşhûr İskoç mason locasına kaydlı Midhat Pâşanın Osmânlı devletini harbe sokması, İslâmiyyete yapdığı zararların en büyüğü oldu. Sultân Abdül’azîz Hânı şehîd etdirmesi de, İngilizlere yaradı.

İngilizler, kendi yetişdirdikleri adamları Osmânlı devletinde kıymetli mevki’lere getirmişlerdi. Bu devlet adamları, ismi Osmânlı, fikri ve zikri İngiliz idiler. Bunların en meşhûrlarından Mustafâ Reşîd Pâşa son sadrâzamlığında, altı günlük sadrâzam iken, 28.10.1857 de İngilizlerin Hindistân müslimânlarına yapdığı büyük Delhî katliâmını tebrîk etdi. Dahâ önce de, Hindistândaki İngiliz zulmüne karşı ayaklanan müslimânları basdırmak için, İngiltereden gelen yardımın Mısrdan geçirilmesi için Osmânlılardan izn istediler. Bu izn de, yine masonlar vâsıtası ile verildi.

Hindistânda İngilizler yeni mektebler açmadıkları gibi, İslâm dîninin temeli ve en bâriz vasfı olan bütün medrese ve sıbyan mekteblerini de kapatmışlar, halka liderlik yapabilecek bütün âlimleri ve din adamlarını şehîd etmişlerdir. Hattâ, talebeleri bile katl etmişlerdir. Burada 1391 [m. 1971] senesinde Hind ve Pâkistânı ziyâret eden bir ahbâbımızın anlatdığı küçük bir hâtırâyı nakl etmeyi uygun görüyoruz.

Hindistânda, Serhend şehrindeki İmâm-ı Rabbânînin ve diğer evliyânın “kaddesallahü sirreh” kabr-i şerîflerini ziyâretden sonra Pânipüt şehrine, oradan da Delhîye gitdim. Pânipütün en büyük câmi’inde Cum’a nemâzını edâ etdikden sonra, imâm bizi misâfir edip, evine götürdü. Yolda kalın bir zincirle halkalarından kilitlenmiş gâyet büyük bir kapı gördüm. Üzerindeki kitâbeyi okuyunca, buranın bir sübyân mektebi [ilkokul] olduğunu anladım ve imâm efendiye, bu kapının niçin kilitli olduğunu sordum. İmâm efendi, 1367 [m. 1947] den beri kapalıdır. İngilizler hindûları kışkırtarak Pânipütdeki bütün müslimânları, kadın-erkek, ihtiyar-çocuk demeden katl etdirdiler. Bu mekteb, o günden beri kapalıdır. Bu zincir ve kilit bize, İngiliz zulmünü hâtırlatır. Bizler buraya sonradan muhâcir olarak gelip yerleşdik, dedi.

İngilizler, hâkim oldukları bütün İslâm memleketlerinde yapdıkları gibi, İslâm âlimlerini, İslâm kitâblarını, İslâm mekteblerini yok etdiler. Tâm din câhili bir gençlik yetişdirdiler. 1834 de Kalkütaya gelen meşhûr ingiliz Lord Macauley, fârisî ve arabî her dürlü kitâbın basılmasını ve yayılmasını, hattâ baskısına başlanılmış olanların bile baskısının durdurularak yasaklanmasını emr etmiş ve İngilizler tarafından büyük destek görmüşdür. Bu zulmleri de, müslimânların hâkim olduğu yerlerde, bilhâssa Bengalde titizlikle tatbîk edilmişdir.

İngilizler, Hindistânda islâm medreselerini kapatırken, sekiz adedi kızlara mahsûs olmak üzere, yüzaltmışbeş kolej açmışlardır. Bu kolejlerde yetişdirdikleri talebeleri, babalarının dinlerine ve ecdâdlarına düşman etmişler, beyinlerini yıkamışlardır. Hindistânda zulm ve vahşet yapan İngiliz ordusunun üçde ikisini, bu şeklde beyinleri yıkanmış, kendi milletine düşman edilmiş, hıristiyanlaşdırılmış veyâ para ile satın alınmış yerli ehâlî teşkîl ediyordu.

1249 [m. 1833] kânûnları, misyonerlik fe’âliyyetlerinin gelişmesini sağlamış ve protestan dînî teşkîlâtı Hindistânda kuvvetlenmişdi. Misyonerlik fe’âliyyetleri yayılmadan ve Hindistân tam olarak İngiliz hâkimiyyetine geçmeden evvel, İngilizler müslimânların îmânlarına saygılı davranmış, bayramlarda toplar atdırmış, câmi’ ve mescidlerin ta’mîrine yardımcı olmuş, hattâ câmi’, tekke, türbe ve medreselere âid islâm vakflarında vazîfe almışlardı. 1833 ve 1838 de İngiltereden gelen emrlerle İngilizlerin bu fe’âliyyetleri yasaklanmışdır. İngilizlerin islâm dînine hücûmlarında tatbîk etdikleri siyâsetin, evvelâ dost görünerek, yardım ederek, müslimânları sevdiklerini, islâmiyyete hizmet etdiklerini, her memleketde yayıp, dünyâ müslimânlarını aldatmak, buna muvaffak oldukdan sonra, islâmiyyetin esâslarını, kitâblarını, mekteblerini, âlimlerini, yavaşca ve sinsice yok etmek olduğunu, bu fe’âliyyetleri açıkca göstermekdedir. Bu iki yüzlü siyâsetleri ile, müslimânlara en büyük düşmanlığı yapmakda, islâmiyyetin kökünü kurutmakdadırlar. Dahâ sonra, İngilizceyi resmî lisân olarak kabûl etmek ve hıristiyanlaşdırılmış yerli gençler yetişdirmek gayretleri artdı. Bu maksadlarla temâmen misyonerlerin kontrolünde olan mektebler açıldı. Hattâ, İngiliz başvekîli Lord Palmerston ve pek çok İngiliz lordları, Hindistân halkının hıristiyanlık ni’metlerinden fâidelenmeleri için Allahın Hindistânı, İngilizlere verdiğini söylediler.

Lord Macauley, Hindistânda kan ve renk bakımından Hindli, fekat zevk, düşünce, inanç, ahlâk ve zekâ bakımından İngiliz, bir cem’iyyet yetişdirilmesi için çok çalışdı ve desteklendi. Böylece misyonerler tarafından açılan mekteblerde, İngiliz dil ve edebiyyâtı ve hıristiyanlık öğretilmesine ehemmiyyet verildi. Fen bilgilerine (matematik, fizik, kimyâ, v.s.) hiç ehemmiyyet verilmedi. Böylece İngilizce lisânından ve edebiyyâtından başka hiç bir şey bilmeyen hıristiyanlaşdırılmış kimseler yetişdirildi. Bunlar me’mûr olarak istihdâm edildi.

Müslimân iken dinden çıkan mürted olduğu için ve Hindûlarca, dinlerinden dönen dinsiz kabûl edildiği için, hıristiyanlaşdırılan yerli gençler, âilelerinin mîrâsından bir hak alamıyorlardı. Misyonerler buna mâni’ olmak için, 1832 de Bengal için, 1850 de de, umûm Hindistân için, bir kânûn çıkararak, hıristiyan olan yerli mürted ve dinsizlerin mîrâsdan pay almasını te’mîn etdiler. Onun için Hindliler, Hindistândaki İngiliz mekteblerine, (Şeytânî Defter) ismini vermişlerdir. [Hindistânda ve Osmânlılarda resmî dâire ve kuruluşlara (Defter) denilmekdedir.] 1344 [m. 1925] senesinde Hindistânı ziyâret eden Fransız muharrir Marcelle Perneau neşr etdiği kitâbında diyor ki: (Hindistânın birinci şehri olan Kalkütadaki sefâlet hakkında, Pâris ve Londranın civârındaki batakhâne mahalleleri aslâ bir fikr veremez. Kulübelerde insan ve hayvanlar birbirine karışmış, çocuklar ağlıyor, hastalar inliyor. Onların yanında ispirto ve esrar içmekden bîtâb kalmış insanların, ölü gibi yerlerde yatdığını görürsünüz. İnsan bu kadar aç, sefîl, za’îf ve bîtâb vücûdları seyr ederken, ister istemez bunların ne iş yapabileceklerini kendi kendine soruyor.

Fabrikalara doğru koşan bunca insana, fabrikalar kazançlarının ne kadarını tediye ediyor? İhtiyâç, meşakkat, sârî hastalıklar, içki ve esrâr, za’îf, mukâvemetsiz ehâlîyi kırıyor, yok ediyor. Dünyânın hiç bir yerinde, insan hayâtına karşı olan ilgisizlik, burada olduğu kadar hayâsızca olmamışdır. Hiç bir zahmet, hiç bir iş, ağır ve gayr-ı sıhhî kabûl edilmemekdedir. İşçi ölecekmiş ne zararı var? Yarın yerine derhâl diğeri geçer. İngilizlerin burada düşündükleri yegâne şey, istihsâli çoğaltmak ve çok para kazanmakdır.)

A.B.D. eski hâriciyye nâzırı Williams Jennings Bryan, İngiliz hükûmetinin Rusyadan dahâ zâlim ve dahâ aşağı olduğunu delilleriyle zikr etmekde ve (Hindistânda İngiliz Hâkimiyyeti) kitâbının sonunda, (Hindistân ehâlîsinden, hayâtda olanlara refâh ve se’âdet bahş etdiğini iddiâ eden İngilizler, milyonlarca Hindliyi mezâra göndermişlerdir. Mahkemeler ve inzibât kuvvetleri te’sîs etdiklerini her yerde söyleyen bu millet, resmî bir yağmacılıkla Hindistânı tâ iliklerine kadar soymuşdur. Soymak kelimesi biraz ağır ise de, İngiliz idâresinin mel’ânetini başka dürlü îzâh etmek mümkin değildir.

Hıristiyanlık iddiâ eden İngiliz kavminin vicdânı, esâret zinciri altında inleyen Hind müslimânlarının istimdâd nidâlarını duymak istemiyor.)

Mister Hodberk Keombtun (Hindlinin Hayâtı) kitâbında şöyle demekdedir: (Efendileri [İngilizler] Hindliye zulm eder, o ise her şeyi yok oluncaya, ölünceye kadar çalışmağa, ona hizmete devâm eder.) Bu sözler, insâflı hıristiyanların, İngiliz vahşetini bildiren yazılarından birkaçıdır.

İngilizlerin diğer müstemlekelerinde çalışdırılan Hindli müslimân işçilerin vaziyyeti, dahâ da beterdi. 1834 senesinde İngiliz sanâyicileri, Afrika yerlileri yerine Hind işçisi kullanmağa başladılar. Hindistândan Güney Afrika müstemlekelerine binlerce müslimân nakl ediliyordu. (Kuli) ismi verilen bu işçilerin vaziyyeti, kölelerin vaziyyetinden dahâ fenâ idi. Bunlar (İndentured Labour) (Sözleşmeli iş) denilen bir üsûle tâbi’ tutulur. Buna göre, (kuli) beş sene müddet ile te’ahhüt altına girmekde idi. Bu zemân içerisinde kuli, işini terk edemez, evlenemez, gece gündüz kırbaç altında çalışmak mecbûriyyetindedir. Ayrıca senelik, üç İngiliz altını da vergi vermekle mükellefdir. (Bunlar (Labour in India), (Post-Lecturer in the University of New-York)un yazıları ile bütün dünyâya i’lân edilmekdedir.)

Meşhûr Gandi, tahsîlini İngilterede yaparak, Hindistâna dönmüşdür. Hıristiyanlaşdırılmış bir Hindlinin, hattâ Porbandar şehrinin baş papazının oğludur. 1311 [m. 1893] de, Hindistândaki bir İngiliz şirketi, onu Güney Afrikaya gönderdi. Oradaki Hindlilerin ne kadar ağır şartlar altında çalışdıklarını, ne kadar fenâ muâmele gördüklerini müşâhede edince, İngilizlerle mücâdeleye başladı. İngilizler tarafından yetişdirilmiş, hattâ hıristiyanlaşdırılmış bir kimsenin oğlu olduğu hâlde, İngiliz zulmüne, vahşetine dayanamadı. İlk şöhretine de, burada kavuşmuşdu.

İngilizlerin bütün İslâm âleminde ta’kîb etdikleri siyâsetin temeli ve aslı şu üç kelimedir. (Parçala, hâkim ol ve dinlerini imhâ et.)

Bu siyâsetin îcâb etdirdiği hiç bir şeyi yapmakdan çekinmemişlerdir.

Hindistânda da ilk işleri, kendilerine hizmet edecek kimseler bulmak oldu. Bu kimseleri kullanmak sûreti ile fitne ateşini yavaş yavaş yakdılar. Bunun için, müslimânların hâkimiyyetinde yaşayan hindûları kullandılar. Müslimânların adâleti altında yaşayan hindûlara, Hindistânın hakîkî sâhiblerinin hindûlar olduğunu, müslimânların hindû tanrılarını kurban etdiğini, buna mâni’ olmak lâzım geldiğini telkîn etdiler. Hindûları kendi saflarına geçirdiler. Onlardan paralı askerler istihdâm etdiler. Böylece, Kraliçe Elizabetin emr etdiği ordu kurmak işi teşekkül ederken, hindû cehâleti ile İngiliz İslâm düşmanlığı ve para hırsı da birleşdirilmiş oluyordu. Müslimân vâlîlerle hindû mihrâcelerin araları açılarak harbler çıkarıldı. Müslimânlar içerisinde za’îf i’tikâdlı kimseler satın alındı.
..........................
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Kendisi bir kaç kerre kral nâibi ve (Hindistân teşkîlâtı) azâsı olan meşhûr İngiliz Sir John Strachey müslimân-hindû düşmanlığı husûsunda diyor ki: (Hâkim olmak ve tefrîka sokmak için, yapılacak her şey, hükûmetimizin siyâsetine uygundur. Hindistândaki siyâsetimizin en büyük yardımcısı, burada yan yana iki düşmanın bulunmasıdır). Bu düşmanlığı büyüten İngilizler, 1164 [m. 1750] senesinden 1287 [m. 1870] senesine kadar, devâmlı hindûları desteklediler ve onlarla berâber büyük müslimân katl-i âmları yapdılar.

1858 senesinde başlayan müslimân hindû çarpışmaları büyüyerek devâm etdi. Hindûları müslimânların üzerine saldırtır, sonra da oturur neşe ile seyr ederlerdi. 1990 senesinde de, sırpları Bosnada müslimânlar üzerine saldırtdılar. Sokaklarda müslimân çocukların, kızların, kanları akarken, ingilizler neşe ile, kahkaha ile seyr ediyorlar. Hindistânda hiç bir sene geçmemişdir ki, inek kurban etmek sebebi ile kanlı olaylar ve yüzlerce, binlerce müslimânın öldüğü fitneler zuhûr etmiş olmasın. Bu fitneyi körüklemek için, müslimânlar arasında bir tarafdan inek kesmenin 7 tâne koyun kesmekden dahâ efdal olduğunu yaydılar. Diğer tarafdan da, hindûlar arasına, inek tanrılarını ölümden kurtarmanın çok sevâb olduğunu yaydılar. Bu fitneleri Hindistândan çekildikden sonra da devâm etmişdir. Buna misâl olarak baş vekil Musaddık zemânında, Îrânda neşr edilen (İttilâ'ât) mecmûasında okuduğumuz bir hâdiseyi zikr edelim:

(Bir kurban bayramı günü, sarıklı, sakallı, cübbeli iki müslimân, kurban etmek için bir inek alırlar. Hindû mahallesinden geçerlerken, bir hindû önlerine çıkarak, ineği ne yapacaklarını sorar. Kurban edeceklerini söylerler. Hindû, (Ey ehâlî! Yetişin tanrımızı kurban edecekler) diye bağırır. Müslimânlar da, (Ey müslimânlar, yetişin kurbânımızı elimizden alıyorlar) diye feryâd eder. Hindûlarla müslimânlar toplanırlar. Sopalarla, bıçaklarla birbirlerine saldırırlar. Yüzlerce müslimân katl edilir. Fekat, ineği hindû mahallesinden geçiren iki kişinin, İngiliz sefâretine girdikleri görülür. Bu hâl gösteriyor ki, bu fitneyi çıkaranlar İngilizlerdir. Bunları yazan muharrir dahâ sonra, biz sizlerin bir kurban bayrâmını müslimânlara nasıl zehr etdiğinizi iyi biliyoruz demekdedir.) Böyle sayısız fitneler ve zulmler ile, müslimânları imhâ etmeğe çalışdılar.

Hindûların, kendilerine karşı yavaş yavaş baş kaldırdıklarını görünce, 1287 [m. 1870] den sonra da, müslimânları hindûlara karşı desteklemeğe başladılar.

Kılıç ile cihâdın farz olmadığını söyleyen, İslâmiyyetin harâm kıldığı şeylere halâl diyen, dîni ve îmânı değişdirmeğe çalışan, müslimân ismini taşıyan, Ehl-i sünnet düşmanları yetişdi. Sir Seyyid Ahmed, Gulâm Ahmed Kâdıyânî, Abdüllah Gaznevî, İsmâîl-i Dehlevî, Nezîr Hüseyn Dehlevî, Sıddık Hasan hân Pehûpâlî, Reşîd Ahmed Kenkühî, Vahîd-üzzemân Haydar âbâdî, Eşref-Alî Tehânevî ve şâh Abdülazîzin torunu Muhammed İshak bunlardandır. Bunları destekleyerek, yeni yeni bozuk fırkaların zuhûrunu sağladılar. Müslimânların bu fırkalara uymaları için çalışdılar.

Bu fırkaların en meşhûru, 1296 [m. 1879] da kurulan (Kâdıyânîlik) olup, kurucusu olan Gulâm Ahmed; top, kılıç ile cihâdın farz olmadığını, farz olan cihâdın nasîhat ile olduğunu, söyledi. İngiliz câsûsu Hempher de, Necdli Muhammede böyle söylüyordu.

Gulâm Ahmed, İsmâîlî fırkasından bir zındık idi. 1326 [m. 1908] de öldü. İngilizler bunu bol para ile satın aldılar. Önce (Müceddid) olduğunu, sonra, (Mehdî) olduğunu söyledi. Nihâyet, (Peygamber) olduğunu iddiâ ederek yeni bir din getirdiğini ilân etdi. Aldatdığı kimselere (ümmetim) dedi. Kur'ân-ı kerîmde, bir çok âyetlerin kendisini haber verdiğini, bütün Peygamberlerin mucizelerinden dahâ çok mucizesi olduğunu söyledi. Kendisine inanmayanlara kâfir dedi. Bunun fikirleri, Pencab ve Bombayda câhil halk arasında yayıldı. Bugün de, Avrupada ve Amerikada (Ahmediyye) ismi altında kâdıyânîliğin yayıldığı görülmekdedir.

Sünnî müslimânlar, kâfirlere karşı silâh ile cihâdın farz olduğunu ve İngilizlere hizmetin küfr olduğunu söylüyorlardı. Bu husûsda vaz eden, nasîhat veren müslimânlara şiddetli cezâlar veriliyor, çoğu katl ediliyordu. Ehl-i sünnet kitâbları toplanıp imhâ edildi.

Satın alamadıkları ve kendi emellerine hizmet etdiremedikleri islâm âlimlerini, müslimânlardan uzaklaşdırırlardı. Onlar idâm edildikleri zemân kahraman olurlar korkusu ile, Andaman adasındaki meşhûr zindanlarda müebbed hapse mahkûm ederlerdi. Büyük ihtilâli sebeb göstererek, Hindistânın her yerinden topladıkları islâm âlimlerini yine oraya göndermişlerdi. [Birinci cihân harbinden sonra İstanbulu işgâl etdikleri zemân da, Osmanlı pâşalarını ve âlimlerini Malta adasına sürgün etmişlerdi.]

İslâmiyyete düşmanlıklarını, müslimânların anlamaması için, Hindistânın (dâr-ül-harb) değil, (dâr-ül-islâm) olduğuna dâir fetvâlar aldılar. Bu fetvâları her yere yaydılar.

Kendileri tarafından yetişdirilen âlim ismli münâfıklar, Osmânlı pâdişâhlarının halîfe olmadığı, halîfeliğin Kureyşlilerin hakkı olduğu, Osmânlı sultânları onu gasb etdikleri için onlara itâat edilmeyeceği fikrini yaydılar.

[(Halîfe, Kureyş kabîlesinden [onların evlâdlarından] olacakdır) hadîs-i şerîfi, halîfe olmağa lâyık, halîfelik şartlarına mâlik olanlar arasında, Kureyşden [meselâ seyyid] de varsa, onu tercîh ediniz demekdir. Bu yoksa, başkası intihâb olunur. Halîfe seçilemeyip veyâ seçilen halîfeyi kabûl etmeyip, kuvvet ile, şiddet ile, hükûmeti ele geçirene itâat edilir. Yeryüzünde, bir halîfe olur. Bütün müslimânların buna itâat etmeleri lâzımdır.]

Dînî tedrîsâtı yok ederek, İslâmiyyeti içerden yıkabilmek için, Aligarhda İslâm bilgilerinin öğretildiği bir medrese ve Aligarh İslâm üniversitesini açdılar. Buradan din câhili ve İslâm düşmanı din adamları yetişdirdiler. Bunların İslâmiyyete zararları pek büyük oldu. Burada tahsîl görenlerden seçdiklerini İngiltereye gönderirler, İslâmı içerden yıkacak bir hâle getirdikden sonra, müslimânların başına geçirirlerdi. Eyyüb hân bunlardan olup, M.Cinnahın yerine Pâkistân devlet başkanı yapılmışdır.

İngilizler, ikinci cihân harbinden gâlib çıkmış gibi görünüyorsa da, hakîkatde mağlûb olmuşlardır. Çünki, kendilerinin (üzerinde güneş batmıyan ülke) ismini vermiş oldukları İngiltere, (üzerine güneşin pek doğmadığı bir ülke) hâline gelmişdir. Müstemlekelerinin çoğunu gayb etmiş, âdetâ tüyleri yolunmuş bir tavuk gibi olmuşdur.

Pâkistâna devlet başkanı yapdıkları Alî Cinnâh şîî ve İngiliz tarafdârı idi. 1367 [m. 1948] de ölünce, yerine geçen Eyyûb hân mason idi. Darbe yaparak idâreyi ele geçirdi. Bu kâfirin yerine gelen general Yahyâ hân da, koyu kızılbaş idi. 1392 [m. 1972] başında (Pâkistân-Hind) harbinde mağlûb olup, doğu Pakistân elinden gidince, habs edildi. Yahyâ hândan sonra hükûmeti Zülfikâr Alî Butto devraldı. Bu da tahsîlini İngilterede yapmış, İngiliz ajanı olarak yetişdirilmişdi. 1974 de muhâliflerinin öldürülmesini emr etdiği için, idâm edildi.

Zülfikâr Alî Buttoyu devirerek yerine geçen Ziyâ-ül-Hak, İslâm düşmanlarının müslimânlar için neler düşündüklerini, müslimânları ve İslâmiyyeti yok etmeğe çalışdıklarını anlayarak, onların arzû etdikleri şeyleri yapmadı. Vatanının fende ve teknikde, san'atda ilerlemesi için uğraşdı. Ferd, âile, cemiyyet ve milletin refâh ve se'âdetinin tek kaynağının İslâmiyyet olduğunu iyi anladığı için, kanûnlarının islâmiyyete uygun olmasını istedi. Bu istediğini Pâkistân milletine sordu. Yapılan referandumda Pâkistân ehâlîsi topyekûn müsbet rey kullandı.

İngilizlerin yetişdirdiği uşaklar, Ziyâ-ül-Hakkı bütün maiyyeti ile berâber bir suikastda şehîd etdiler. Sonra başbakan olan Alî Buttonun kızı Benâzir, devlet ve millet ve İslâmiyyet aleyhine yapdıkları cürmlerden dolayı hapishânelere atılmış olan bütün hâinleri serbest bırakdı. Bunları devlet kademelerinin başına getirdi. Pâkistânda karışıklıklar, kavgalar başladı. İngilizlerin arzûları gerçekleşmiş oldu.

İngilizler, birinci ve ikinci cihân harbleri sonunda, birçok memleketlerde, kendi hâin plânlarını yerine getiren ve İngiliz menfe'atlerini koruyan kimseleri iş başına getirdiler. Bu memleketlerin, millî marşları, bayrakları, devlet başkanları olmuş, fekat din hürriyyetine kavuşamamışlardır.

Son üç asrda, Türk ve İslâm âlemi, nerede bir ihânete uğramışsa, bunun altında mutlaka İngiltere vardır.

Osmânlı Devletini yıkdılar. Osmânlı İmperatorluğu topraklarında 23 adet irili ufaklı devletler kurdular. Bunun sebebi müslimânların kuvvetli ve büyük bir devlet kurmalarına mâni olmakdı.
....................
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
502
Puanları
83
Yaş
43
kafam büyüyor okudukça..
Allahım diyorum nasıl bir dünya bu okuduğumuz kurana kadar el uzatmışlar(gerçi onu koruyan Allah dır) ama biz bunu farkında değilsek Allah korusun ne sapıklıklara ne yanlış yollara süşeriz..
ben bir şey soracağım..orayı tam anlamadım geçen sene suikaste giden benazir butto ve ejdadı da mı bu işbirliğinin içendeydi..orayı tam anlamadım..

sevgili kardeşim Allah senden razı olsun ...
selam ve dua ile
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
İslâm ülkeleri diye ismlendirilen memleketler arasında devâmlı birbirlerine düşmanlıkları ve harbleri kışkırtdılar. Meselâ, sünnî müslimânların büyük ekseriyyeti teşkil etdikleri Sûriyede, % 9 olan nusayrîleri hâkim yapdılar. 1982 senesinde Hama ve Humus şehrlerine ordu birlikleriyle hücûm edilmiş, iki şehr yerle bir edilerek, silâhsız, müdâfe’asız sünnî müslimânlar bombalanmışdır.

Hakîkî Ehl-i sünnet âlimleri öldürüldü, İslâm kitâbları hattâ, Kur’ân-ı kerîmler bile yok edildi. Bu İslâm âlimlerinin yerine, kendileri tarafından yetişdirilen din câhili mezhebsiz kimseleri getirdiler. Bunlardan:

(Cemâleddîn-i Efgânî) 1254 [m. 1838] de Efganistânda doğdu. Felsefe kitâbları okudu. Efganistâna karşı Ruslar için câsûsluk yapdı. Mısra geldi. Mason ve mason locası reîsi oldu. Mısrlı Edip İshak, (Ed-dürer) kitâbında, bunun Kâhire mason locası reîsi olduğunu yazmakdadır. 1960’da Fransada basılan, (Les franço-maçons) kitâbının 127. ci sahîfesinde, (Mısrda kurulan mason localarının başına, Cemâleddîn-i Efgânî ve ondan sonra Muhammed Abduh getirildi. Bunlar, masonluğun müslimânlar arasında yayılmasına çok yardım etdiler) demekdedir.

Sultân Abdülmecîd ve Sultân Abdül’azîz hân zemânlarında beş def’a sadr-ı a’zam olan Âlî Pâşa, İngiliz locasına bağlı mason idi. Efgânîyi İstanbula getirdi. Vazîfe verdi. O zemân İstanbul (Dâr-ül-fünûn) ya’nî üniversite rektörü bulunan ve kâfir olduğuna fetvâ verilen, mason Hasen Tahsin tarafından Efgânîye bir çok konferanslar verdirildi. Hasen Tahsin de, yine İngiliz mason locasına kayıdlı sadr-ı a’zam Mustafâ Reşîd pâşa tarafından yetişdirilmişdi. Sapık fikrlerini her yere yaymağa çalışdı. Zemânın şeyh-ul-islâmı Hasen Fehmi efendi, Cemâleddîni rezîl etdi. Câhilliğini ve zındıklığını ortaya koydu. Âlî Pâşa, bunu İstanbuldan çıkarmağa mecbûr oldu. Mısrda ihtilâl ve dinde reform fikrleri aşılamağa çalışdı. (A’râbî Pâşa) vak’asını hâzırlıyanlarla birlikde İngilizlere karşı göründü. Mısr müftîsi Muhammed Abduh ile dost oldu. Dinde reform fikrlerini ona aşıladı. Pârisde ve Londrada masonların yardımı ile mecmû’a [dergi] çıkardı. 1304 [m. 1886] de Îrâna geldi, orada da râhat durmadı. Zincirlere bağlanarak Osmânlı hudûduna bırakıldı. Bağdâda, Londraya gitdi. Îrân aleyhine yazılar yazdı. Tekrar İstanbula geldi. Burada da Îrândaki Behâîler ile işbirliği yaparak, dîni siyâsete âlet etdi.

Cemâleddîn-i Efgânînin, din adamı perdesi altında, İslâmı içerden yıkmak propagandalarına aldananların en meşhûru (Muhammed Abduh)dur. Abduh 1265 [m. 1849] de Mısrda tevellüd ve 1323 [m. 1905] de orada vefât etdi. Bir müddet Beyrûtda bulundu. Oradan Pârise gitdi. Orada Cemâleddîn-i Efgânînin, masonlar tarafından çizilen çalışmalarına katıldı. (El-urvet-ül-Vüskâ) mecmû’asını çıkardılar. Beyrûta ve Mısra gelerek Parisdeki mason locasının karârlarını tatbîk etmeğe çalışdı. İngilizlerin yardımı ile Kâhire müftîsi oldu. Ehl-i sünnete saldırmağa başladı. İlk iş olarak, Câmi’-ül ezher medresesi ders programlarını bozmağa, gençlere kıymetli bilgilerin okutulmasını önlemeğe başladı. Üniversite kısmındaki dersleri kaldırdı. Lise ve orta kısmdaki kitâblar, yüksek sınıflarda okutuldu. Bir tarafdan ilmi kaldırırken, diğer tarafdan İslâm âlimlerini kötüliyerek, bu âlimlerin fen bilgilerine mâni’ olduklarını, bu bilgileri İslâma sokacağını iddiâ etdi. (İslâmiyyet ve nasrâniyyet) kitâbında, (Bütün dinler birdir. Dış görünüşleri değişikdir) demiş, yehûdî, hıristiyan ve müslimânların, birbirlerini desteklemelerini istemişdir. Londrada, bir papaza yazdığı mektûbda, (İslâmiyyet ve hıristiyanlık gibi iki büyük dînin el ele vererek kucaklaşmasını beklerim. O zemân, Tevrât ve İncîl ve Kur’ân birbirlerini destekleyen kitâblar olarak her yerde okunur ve her milletce saygı görür) demişdir. Müslimânların Tevrât ve İncîl okuyacakları zemânı beklemekde olduğunu ifâde etmişdir.

Câmi’ül-Ezherin müdîri (Şaltut) ile yapdığı Kur’ân-ı kerîm tefsîrinde, banka fâizinin meşrû’ olduğuna fetvâ vermişdir. Dahâ sonra müslimânların ağır baskıları karşısında, bu fetvâsından rücû’ eder görünmüşdür.

Beyrutdaki mason locasının başkanı Hannâ Ebû Râşid, 1381 [m. 1961] de yayınladığı (Dâire-tül-me’ârif-ül-masoniyye) kitâbının 197. nci sahîfesinde, (Cemâleddîn-i Efgânî, Mısrda mason locası reîsi idi. Âlimlerden ve devlet adamlarından üçyüze yakın üyesi vardı. Ondan sonra, imâm üstâd Muhammed Abduh reîs oldu. Abduh, büyük bir mason idi. Bunun, masonluk rûhunu arab memleketlerine yaydığını kimse inkâr edemez) demekdedir.

İngilizlerin İslâm âlimi olarak Hindistânın her yerinde övdükleri kâfirlerin en meşhûrlarından biri Sir Seyyid Ahmed Hândır. 1234 [m. 1818] de Delhîde doğdu. Babası, Ekber şâh zemânında Hindistâna gelmişdi. 1837 de Delhîde İngiliz mahkemesinde hâkim olan amcasının yanında kâtib olarak işe başladı. 1841 de hâkim, 1855 de ise yüksek hâkim yapıldı.

Hindistânda İngilizlerin yetişdirdiği din adamlarından biri de Hamîdullahdır. 1326 [m. 1908] de İsmâ’îli fırkasında olanların ekseriyyet olduğu Haydarâbâdda tevellüd etdi. İsmâ’îli mezhebinde, koyu Ehl-i sünnet düşmanı olarak yetişdi. Pârisde, CNRS ilmî araşdırma a’zâsıdır. Muhammed aleyhisselâmı, sâdece müslimânların peygamberi olarak tanıtmağa çalışmakdadır.

İngilizlerin islâmiyyeti yok etme savaşında, vatanına, milletine dînine hizmet etmek isteyen müslimânları aldatmak için kullandıkları en te’sîrli silâhları, İslâmiyyeti asra uydurmak, modernleşdirmek, İslâmiyyetin aslını ortaya çıkarmak propagandaları içinde, dinsizliği yerleşdirmek idi. Büyük İslâm âlimi, Şeyh-ül-islâm Mustafâ Sabri efendi bunu çok iyi anlayanlardandı. Onun için, (Mezhebsizlik dinsizliğe kurulan bir köprüdür) buyurarak, İslâm düşmanlarının arzûlarını, gâyelerinin ne olduğunu çok iyi anlatıyordu.

İngilizler ve islâm düşmanları, tekkeleri ve tesavvuf yollarını ifsâd etmek için de, çok çalışdılar. İslâmiyyetin üçüncü kısmı olan ihlâsı yok etmeğe uğraşdılar. Tesavvuf büyükleri aslâ siyâset ile uğraşmaz, kimseden bir menfe’at beklemezlerdi. Tesavvuf büyüklerinin çoğu, derin âlim ve müctehid idi. Çünki tesavvuf, Muhammed aleyhisselâmın yolunda, izinde yürümek demekdir. Ya’nî her sözünde, her işinde, her şeyde islâmiyyete yapışmakdır. Fekat, uzun zemândan beri, câhiller, fâsıklar, hattâ bir çok ajanlar, alçak maksadlarına kavuşmak için, tesavvuf büyüklerinin ismlerini âlet olarak kullanıp, çeşidli ocaklar kurmuş, ahkâm-ı islâmiyyenin, dînin bozulmasına, yıkılmasına sebeb olmuşlardır. Zikr, Allahü teâlâyı hâtırlamak demekdir. Bu da kalb ile olur. Zikr edince, kalb temizlenir. Ya’nî, kalbden dünyâ sevgisi, mahlûkât sevgisi çıkar. Allah sevgisi yerleşir. Bir çok kimselerin kadın, erkek, bir araya toplanarak hayhuy etmesi zikr değildir. Din büyüklerinin, Eshâb-ı kirâmın yolu unutuldu. Mezhebsiz ve tesavvuf düşmanı olan Ahmed İbni Teymiyye islâm âlimi i’lân edildi. Bunun yolunda olarak (Vehhâbîlik) fırkası kuruldu. İngilizlerin yardımı ile, Vehhâbî kitâbları bütün dünyâdaki (Râbita-tül-âlem-il islâmî) dedikleri vehhâbî merkezleri vâsıtası ile her memlekete yayıldı. Her memleketde yapdıkları büyük binâlara (İbni Teymiyye medresesi) levhâları asdılar. İbni Teymiyyenin kitâblarındaki sapık fikrlerle, ingiliz câsûsu Hempherin yalan ve iftirâlarının karışımına (Vehhâbîlik) denildi. Hakîkî müslimân olan (Ehl-i sünnet) âlimleri, İbni Teymiyyenin kitâblarının bozuk olduklarını bildiren çok kitâb yazdılar. Bu kitâblardan biri, Somali âlimlerinden, şeyh Abdürrahmân Abdüllah bin Muhammed Herrînin (El-makâlâtüs-sünniyye fî keşfi-dalâlât-i Ahmed İbni Teymiyye) kitâbıdır. Kendisi Somalide Herer şehrinde 1339 [m. 1920] senesinde tevellüd etmişdir. Kitâbı 1414 [m. 1994] de Beyrutda basdırılmışdır. Bu kitâbda, İbni Teymiyyeyi red eden âlimler ve bunların kıymetli kitâbları uzun bildirilmekdedir. İngilizler tarafından te’sîs edilen Vehhâbîlik, mezhebsizlik, reformculuk, selefiyyecilik, Kâdîyânî, Mevdûdî ve Teblîg-ı cemâ’at ismi altındaki bozuk yolların hepsinde tesavvuf düşmanlığı vardır.

İslâm düşmanları bilhâssa İngilizler, her dürlü vâsıtaları kullanarak müslimânları ilmde ve fende geri bırakdılar. Müslimânların ticâret ve san’atlarına mâni’ olundu. İslâm ülkelerindeki güzel ahlâkı yıkmak, İslâm medeniyyetini ortadan kaldırmak, gençlerin islâm ilmlerini öğrenmelerine mâni’ olmak için içki, fuhş, eğlence, kumar, top oyunları gibi illetler yaygınlaşdırıldı. Ahlâkı bozmak için, rûm, ermeni ve diğer gayr-i müslim kadınlar birer ajan gibi çalışdırıldı. Bir debdebe içerisinde, moda evi, dans kursu, manken ve artist yetiştirmek gibi hîlelerle, genç kızları tuzağa düşürerek, kötü yollara sürüklediler. Bu husûsda müslimân anne ve babalara çok büyük vazîfeler düşmekdedir. Yavrularını, bu kâfirlerin ellerine düşürmemek için çok uyanık olmalıdırlar.

Osmânlı devleti son zemânlarda, Avrupaya tahsîl için talebeler ve devlet adamları gönderdi. Bu talebeler ve devlet adamlarından ba’zıları aldatıldı, mason yapıldı. Fen ve teknik öğrenecek olanlara, İslâmiyyeti ve Osmânlı imperatorluğunu yıkma teknikleri öğretildi. Bunlardan imperatorluğa ve müslimânlara en büyük zarârı dokunan kimse, Mustafâ Reşîd pâşa oldu. Londrada bulunduğu zemân azılı ve sinsi bir İslâm düşmanı olarak yetişdirildi. İskoç masonları ile el ele verdi. Sultân Mahmûd hân, mason Reşîd pâşanın ihânetlerini görerek îdâmını emr etdi ise de, ömrü vefâ etmedi. Sultânın vefâtından sonra, İstanbula dönen Reşîd pâşa ve arkadaşları, İslâmiyyete ve müslimânlara en büyük zararı yapdılar.

1255 [m. 1839] de pâdişâh olan Abdülmecîd hân, henüz on sekiz yaşındaydı. Genç ve tecrübesizdi. Etrâfındaki âlimlerden, kendisini îkaz eden de olmadı. Bu hâl, Osmânlı târîhinde korkunç bir dönüm noktası olmuş, koca İslâm devletinde (Yok olma devri)ni başlatmışdır. Sâf, temiz kalbli pâdişah, azılı ve sinsi İslâm düşmanı olan İngilizlerin tatlı dillerine aldanarak, İskoç masonlarının yetişdirdikleri câhilleri işbaşına getirdi. Bunların devleti ve islâmiyyeti içerden yıkmak siyâsetlerini hemen anlıyamadı. Bir anlatan da olmadı. İslâmiyyeti yıkmak için İngilterede kurulmuş olan (İskoç mason teşkilâtı)nın kurnaz üyesi Lord Rading İstanbula, İngiliz sefîri olarak gönderildi. Mustafâ Reşîd pâşanın sadr-ı a’zam yapılması için, Lord Rading sultâna çok dil dökdü. (Bu aydın, kültürlü ve başarılı vezîri sadr-ı a’zam yaparsanız, İngiltere imperatorluğu ile Devlet-i aliyye arasındaki bütün anlaşmazlıklar kalkar. Devlet-i aliyye ekonomik, sosyal ve askerî sâhalarda ilerler) diyerek halîfeyi aldatdı.

1262 [m. 1846] de sadr-ı a’zam olan mason Reşîd pâşa, iş başına gelir gelmez, 1253 de, hâriciyye nâzırı iken, Lord Rading ile el ele verip, hâzırlamış olduğu ve 1255 de i’lân etdiği (Tanzîmât) kânûnuna istinâd ederek, büyük vilâyetlerde mason locaları açdı. Câsûsluk ve hiyânet ocakları çalışmağa başladı. Gençler, din câhili olarak yetişdirildi. Londradan alınan plânlarla, bir yandan idârî, zirâî, askerî değişiklikler yapdılar. Bunlarla gözleri boyadılar. Öte yandan da, İslâm ahlâkını, ecdâd sevgisini, millî birliği parçalamağa başladılar. Yetişdirdikleri kimseleri işbaşına getirdiler. Bu senelerde Avrupada, fizik, kimyâ üzerinde dev adımlar atılıyor. Yeni buluşlar, ilerlemeler oluyor. Büyük fabrikalar, teknik üniversiteler, modern harb vâsıtaları kuruluyordu. Osmânlılarda bunların hiçbiri yapılmadı. Hattâ, Fâtih devrinden beri medreselerde okutulmakda olan fen, hesâb, hendese, astronomi derslerini büsbütün kaldırdılar. Din adamlarına fen bilgisi lâzım değildir diyerek, bilgili âlimlerin yetişmelerine mâni’ oldular. Sonradan gelen İslâm düşmanları da, din adamları fen bilmez, din adamları câhildir, gericidir diyerek müslimân yavrularını İslâmiyyetden uzaklaşdırmağa çalışdılar. İslâmiyyete ve müslimânlara zararlı olan, islâmiyyetin öğrenilmesine mâni’ olan şeylere asrîlik, ilericilik dediler. Çıkardıkları her kânûn müslimânların, devletin aleyhine idi. Vatanın asl sâhibi olan müslimân türkler, ikinci sınıf vatandaş hâline getirildi.

Askere gitmeyen müslimânlara, çok kimsenin ödeyemiyeceği büyük bir para cezâsı getirilmişken, gayr-i müslimlerden çok cüz’î bir para alındı. Bu vatanın evlâdları, İngilizlerin tezgâhladıkları harblerde şehîd olurken, Reşîd pâşanın ve yetişdirdiği masonların oyunları netîcesinde, memleketin sanâyi’ ve ticâreti gayr-i müslimlerin ve masonların eline geçdi.

İngilizler, Rus çarı birinci Nikolanın, Kudüsde katoliklere karşı ortodoksları ayaklandırdığını ileri sürerek, Rusların Akdenize inmesini istemeyen Fransa imperatoru üçüncü Bonapartı da, Türk-Rus Kırım Harbine sürüklediler. Kendi çıkarları için yapdıkları bu işbirliği, Türk milletine, mason Reşîd pâşanın diplomatik zaferleri olarak tanıtıldı. Düşmanların bu yaldızlı reklâmlar ve sahte dostluklarla örtmeğe çalışdıkları imhâ hareketlerini, herkesden önce anlıyan sultân, çok zemân serâyında hüngür hüngür ağlardı. Memleketi, milleti kemiren düşmanlara karşı koymak için tedbirler arar ve Allahü teâlâya yalvarırdı. Bu sebeble, mason Reşîd pâşayı, bir kaç kerre sadr-ı a’zamlıkdan uzaklaşdırdı ise de, kendisine (koca), (büyük) gibi ismler takan bu kurnaz adam, rakîblerini devirip, tekrar işbaşına gelmesini becerirdi. Ne yazık ki, sultân keder ve üzüntüsünden tüberküloza yakalanıp genç yaşında vefât etdi. Sonraki senelerde, devlet koltuklarını kapışanlar ve üniversite hocalıklarına, mahkeme başkanlıklarına getirilenler, hep mason Reşîd pâşanın yetişdirmeleridir. Böylece (Kaht-ı ricâl) devri açılmasına ve Osmânlılara (Hasta adam) denilmesine sebeb oldu.

İktisâd profesörlerinden Ömer Aksu, 22 Ocak 1989’da Türkiye gazetesinde neşr edilen beyânatında, (Bizde batılılaşma hareketinin başlangıcı olarak 1839 Tanzîmât fermânı gösterilir. Biz batıdan almamız gereken şeyin teknoloji olduğunu, kültürün ise, millî olması gerekdiğini görememişiz. Batılılaşma hareketine, hıristiyanlığı benimseme olarak bakmışız. Mustafâ Reşîd pâşanın İngilizlerle yapdığı ticâret anlaşması, sanâyi’leşmemize en büyük darbeyi vurmuşdur) demekdedir.
DEVAMI VAR..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
kafam büyüyor okudukça..
Allahım diyorum nasıl bir dünya bu okuduğumuz kurana kadar el uzatmışlar(gerçi onu koruyan Allah dır) ama biz bunu farkında değilsek Allah korusun ne sapıklıklara ne yanlış yollara süşeriz..
ben bir şey soracağım..orayı tam anlamadım geçen sene suikaste giden benazir butto ve ejdadı da mı bu işbirliğinin içendeydi..orayı tam anlamadım..

sevgili kardeşim Allah senden razı olsun ...
selam ve dua ile

İngilizlerin yetişdirdiği uşaklar, Ziyâ-ül-Hakkı bütün maiyyeti ile berâber bir suikastda şehîd etdiler. Sonra başbakan olan Alî Buttonun kızı Benâzir, devlet ve millet ve İslâmiyyet aleyhine yapdıkları cürmlerden dolayı hapishânelere atılmış olan bütün hâinleri serbest bırakdı. Bunları devlet kademelerinin başına getirdi. Pâkistânda karışıklıklar, kavgalar başladı. İngilizlerin arzûları gerçekleşmiş oldu.

Evet mir_erhan kardeşim.Aynen öyl yukarıdaki cümlede zaten açıkça yazılı.Allahü teala bunları yardımsız bıraksın.Cenab-ı Hak cümlemizden razı olsun kardeşim.Devamını okumayı kaçırma kardeşim neler neler görüceksin daha.
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Osmânlı imperatorluğunda, İskoç masonlarının hâkimiyyeti devâm etdi. Pâdişâhlar şehîd edildi. Vatanın ve milletin hayrına olan her işe karşı çıkıldı. İsyânlar, ihtilâller birbirini ta’kîb etdi. Bu vatan hâinleri ile en büyük mücâdeleyi yapan Cennet mekân Sultân Abdülhamîd hân-ı sânî oldu. Bunun için, masonlar tarafından (Kızıl Sultân) i’lân edildi. Sultân Abdülhamîd, imperatorluğu iktisâden yükseltiyor, pek çok mektebler ve üniversiteler açıyor, memleketi i’mâr ediyordu. Viyanadan başka bir eşi Avrupada bulunmıyan modern tıp fakültesi yapdırdı. 1293 [m. 1876] de Siyâsal bilgiler fakültesi yapıldı. 1297 de Hukuk fakültesi ve Sayıştayı kurdu. 1301 de yüksek mühendis mektebi ve yatılı kız lisesi kurdu. Avrupaya tahsîl için giden talebelerin masonlar tarafından aldatılmalarına mâni’ olmak için, Avrupalı profesörler ve fen adamlarını, çok yüksek maâş vererek İstanbula getirtdi. Bu üniversitelerde ders verdirdi. Kız talebelerin de, bu hocalardan fen dersleri okumasını te’mîn etdi. Vatanına, milletine, dînine bağlı ilm ve fen adamları yetişdirdi. Terkos gölünün suyunu İstanbula getirtdi. Bursada ipekcilik mektebini, İstanbulda Halkalı zirâat ve baytar mektebini açdırdı. Hamidiyye kâğıd fabrikası, Kadıköy havagazı fabrikası ve Beyrut limanı rıhtımını yapdırdı. Osmânlı sigorta şirketini kurdurdu. Ereğli, Zonguldak kömür ocaklarını te’sîs etdi. Akl hastahânesi ve Şişlide Hamidiyye Etfâl hastahânesi ve Dâr-ül-acezeyi yapdırdı. Orduyu yeniden kuvvetlendirdi. Zemânında dünyânın en büyük kara ordusunu te’sîs etdi. Eski gemileri Halice çekip, Avrupada yeni yapılan üstün evsâflı kruvazörler, zırhlılar ile donanmayı kuvvetlendirdi. (İstanbul-Eskişehir-Ankara) ve (Eskişehir-Adana-Bağdâd) ve (Adana-Şâm-Medîne) demiryollarını te’sîs etdi. Osmânlı devletinde, dünyânın en büyük ve en uzun demiryolu şebekesi kuruldu. Cennet mekânın bu eserleri bugün bile ayakdadır. Bugün tren ile seyâhat edenler, bir başdan bir başa memleketdeki bütün tren istasyonlarının Abdülhamîd hânın yapdırdığı istasyonlar olduğunu iftihâr ile görür.

Yehûdîler, İngilizlerin himâyesi ve teşvîki ile Filistin topraklarında bir yehûdî devleti kurmak istiyorlardı. Bu tehlikeyi ve siyonistlerin fe’âliyyetlerini va arzûlarını da çok iyi bilen Abdülhamîd hân, Filistin toprağından yehûdîlere satılmamasını emr etdi. Dünyâ siyonizm teşkilâtının reîsi Theodor Herzl ve Haham Moşe Levi, sultân Abdülhamîdi ziyâret ederek, yehûdîler için toprak satmasını istediler. Sultânın cevâbı, (Dünyânın bütün devletleri ayağıma gelseler ve bütün hazînelerini dökseler, size bir karış yer vermem. Ecdâdımın kanlarıyla aldıkları ve bugüne kadar muhâfaza edilen bu vatan, para ile satılmaz), olmuşdur.

Yehûdîler, ittihât ve terakkî fırkası ile işbirliği yapdılar. Bütün şer güçler, sultâna karşı birleşdiler. 1327 [m. 1909] de tahtdan indirerek, bütün müslimânları öksüz bırakdılar. İttihât ve terakkînin başında bulunanlar, din düşmanlarını ve masonları devletin en yüksek mevkı’lerine getirdiler. Hattâ, Şeyh-ül-islâm yapdıkları Hayrullah ve Mûsâ Kâzım bile mason idi. Memleketi kana buladılar. Bu İngiliz uşaklarının sebeb oldukları, Balkan, Çanakkale, Rus ve Filistin cephelerinde, hâince, alçakca hâzırlanmış İngiliz plânları ile, Abdülhamîd hânın yetişdirmiş olduğu, dünyânın birinci kara ordusu yok edildi. Yüzbinlerce vatan evlâdı şehîd edildi. İngilizlerin hîleleri ile, devletin başına geçen masonlar, vatanın en çok birliğe ve müdâfe’aya muhtaç olduğu bir zemânda, milleti sâhibsiz bırakıp kaçdılar. Hâin olduklarını böylece de isbât etdiler.

Osmânlı imperatorluğunda açılan misyoner mekteblerinde ve kiliselerde aldatılan gayr-i müslim vatandaşlar, Osmânlıya karşı ayaklandırıldı. Mekteblere muallim ve kiliselere papaz ismi ile Avrupadan gelen siyâh cübbeli câsûslar, gazeteciler, her geldikleri yere para, silâh ve fitne getirdiler. Büyük isyânlar oldu. Târîh sahîfelerinde, insanlık lekesi, vahşeti olarak duran, Ermeni, Bulgar ve Yunan mezâlimi yapıldı. Yunanlıları İzmire taşıyanlar da İngilizlerdi. Allahü teâlâ, Türk milletine merhamet buyurarak, büyük bir istiklâl mücâdelesi sonunda, bugünkü güzel vatanımız kurtarılabildi.

Osmânlı devleti parçalanınca, dünyâ birbirine girdi. Osmânlı imperatorluğu tampon gibi bir devletdi. Müslimânlar için bir hâmî ve kâfirlerin birbirlerine girmemesi için de, bir mâni’ idi. Sultân Abdülhamîd hândan sonra, hiç bir memleketde râhat ve huzûr kalmadı. Avrupa devletlerinde, birinci cihân harbinde, sonra ikinci cihân harbinde, dahâ sonra da komünizm istîlâsı ve zulmü altında, kan ve katl-i âm hiç bitmedi.

İngilizlerle birleşip Osmânlıları arkadan vuranlar, hiç râhat yüzü görmediler. Sonra yapdıklarına pişmân oldular. Hattâ, hutbeleri tekrar Osmânlı halîfesi adına okutmağa başladılar. İngilizler tarafından Filistine İsrâîl devleti kurulunca, Osmânlıların kıymeti anlaşıldı. Filistinlilerin İsrâîl zulmü altında hangi vahşetlere uğradıklarını gazeteler yazıyor, dünyâ televizyonları gösteriyor. 1990 senesinde, Mısr hâriciye nâzırı İsmet Abdülmecîd, (Mısr en râhat ve huzûrlu günlerini, Osmânlılar zemânında yaşadı) demişdir.

Hıristiyan Avrupa devletlerinin ve Amerikanın menfe’atinin bulunduğu her yerde, hıristiyan misyonerleri bulunur. Misyonerler, hıristiyanlığı yaymak, hâşâ tanrı dedikleri Îsâ aleyhisselâma hizmet, huzûr, sulh ve sevgi götürmek gibi sözler arkasına gizlenmiş, menfe’at avcıları, huzûr bozuculardır. Dahâ mühim vazîfeleri ise, gitdikleri memleketleri hıristiyan devletlerine bağlamakdır. Misyonerler gidecekleri memleketin dillerini, örf ve âdetlerini gâyet iyi öğrenirler. Her gitdikleri devletin siyâsî, askerî, coğrâfî, iktisâdî ve dînî yapısını en ince teferruâtına kadar öğrenerek, hıristiyan devlete jurnal ederler. Her yerde, kendilerine dost olacak kimseleri bulur ve bunları satın alırlar. Bu kimseler, yerli ehâlînin ismlerini taşır, fekat yâ hıristiyanlaşdırılmış bir câhil veyâ satın alınmış bir hâindir.

Misyoner olacak kimse, vazîfe göreceği memleketde yetişdirilir veyâ o memleketde yetişmiş bir misyoner tarafından yetişdirilir.

Mason Reşîd pâşanın hâzırladığı, (Gülhâne Fermânı)ndan sonra, Osmânlı devletindeki misyoner fe’âliyyetleri artdı. Anadolunun en güzel yerlerine kolejler açıldı. Fermândan yirmi bir sene sonra, Harputda, 1276 [m. 1859] da (Fırat Koleji) açıldı. Bu binâ yapılırken hiç bir masrafdan kaçınılmadı. Bu arada misyonerler, Harput ovasında 62 merkez kurmuşlardı. 21 kilise yapılmışdı. Altmışaltı ermeni köyünden 62’sinde misyoner teşkilâtı kurulmuş ve her üç köy için bir kilise yapılmışdı. Yediden yetmişe, bütün ermeniler müslimânlara ve Osmânlıya karşı düşman edilmişdi. Misyoner kadınlar da, ermeni kadınlarını ve kızlarını bu husûsda yetişdirmek için, büyük gayret sarf etmişlerdi. Meşhûr kadın misyoner Maria A.West, dahâ sonra neşr etdiği (Romance of Mission) kitâbında, (Ermenilerin rûhuna girdik, hayâtlarında ihtilâl yapdık) demekdedir. Bu fe’âliyyet ermenilerin bulunduğu her yerde yapıldı. Gâziantepde, (Antep Koleji) ve Merzifonda, (Anadolu Koleji), İstanbulda ise (Robert Koleji), bunların başlıcalarındandır. Meselâ Merzifon Kolejinde, hiç Türk talebe yokdu. 135 talebeden 108’i ermeni, 27’si de rumdu. Bunlar leylî [yatılı] olarak Anadolunun her yerinden toplanmış talebelerdi. Müdîri, diğerlerinde olduğu gibi, bir râhibdi. Bu arada, Anadolu kaynamağa başladı. Ermeni komiteciler, müslimânları insâfsızca katl ediyor, müslimân köyleri yakıyor, vatanın bekçisi ve sâhibi Osmânlıya hayât hakkı tanımıyordu. Bu ermenilerin ta’kîbi sonucu, 1311 [m. 1893] senesinde yapdıkları büyük katl-i âmlarda komitacıların bu kolejde yuvalandıkları, bütün fe’âliyyetlerinin hâzırlığını burada yapdıkları ve reîslerinin Kayayan ve Tumayan adlı kolej muallimleri olduğu ortaya çıkarıldı. Bunun üzerine misyonerler, bütün dünyâyı ayağa kaldırdılar. Bu iki hâin ermeniyi kurtarmak için, Amerikada ve İngilterede çok büyük nümâyişler tertîb etdiler. Bu sebeb ile, İngiltere ile Osmânlı devletinin arası açıldı. İşin tuhafı, 1893 de, İngiliz misyonerlerin tertîb etdiği bu nümâyişlerde Merzifon Anadolu Kolejinin müdîri de, Londrada bunların içinde idi. Anadoluda, müslimânlara karşı yapılan katliâmlar, hıristiyan kitâblarında aksine çevrilerek, yazıldı. Bu yalanlardan biri, Beyrûtda hâzırlanan (El-müncid) arabî lugat kitâbında, Mer’aş kelimesinde yazılıdır.
....................
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
502
Puanları
83
Yaş
43
Allah razı olsun senden kardeşim nasiplendirdiğin için
.......
.....vayyyyyy ki ne vayyyy
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Gâzî antebin sâbık defter-i hâkânî memûru Eyyüb Sabri efendinin 1978 de İstanbulda neşr edilen (Esâret hâtıraları) kitâbında diyor ki, (İngilizlere göre, müslimânlara zulm ve hakâret etmek, millî bir vazîfedir. Yirmibinden fazla müslimân esîrin 1919 da, Mısrın Abbâsiyye hastahânesinde gözleri oyulmuş, kolları, ayakları kesilmişdir. Esîrleri anadan doğma soyarak, ingiliz binbaşının önünden geçirirlerdi. Esîrler arasından, hoca Abdüllah efendi, hiç olmazsa edeb yerlerimizi mendil ile örtmeye izn verin diyerek, çok yalvardı. İzn vermediler. Alay etdiler. Yafa belediye reîsi Ömer Baytar efendi ve Akkâ mebûsu ve dördüncü ordu müfettişi Es’ad Şâkir efendi ve bir çok âlim ve şerîfler ve Nablüs idâre meclîsi a’zâsından Seyfeddîn efendi de aramızda idi. Geçmiş asrlardaki vahşetler ve Engizisyon zulmleri, ingilizlerden çektiğimiz işkenceler yanında hiç kalır. Dünyâda hiçbir milletin yapamıyacağı zilleti, alçaklığı, ingilizler yapdılar).

Misyonerler 1893 senesinde ermeni vatandaşlara 3 milyon İncîl [Kitâb-ı mukaddes] ve 4 milyon hıristiyanlığa âid diğer kitâblardan dağıtdı. Buna göre, yeni doğan çocuklar da dâhil, her ermeniye 7 kitâb verilmiş demekdi. Sâdece Amerikan misyonerleri senede 285.000 dolar harcıyorlardı.

Misyonerlerin bu muazzam parayı, din gayreti ile harcadıklarını düşünmek de saflık olur. Çünki, misyonerler için din bir ticâretdir. Bu parayı Anadoluya, İslâmı yıkmak, Osmânlıyı ortadan kaldırmak için sarf eden misyonerler, Türkler, ermenileri katl ediyor, onlara yardım edelim propagandaları ile, yüzlerce mislini toplamışlardı.

Yine o senelerde, kolejlerde, kiliselerde, misyonerlerin aldatması ve teşvîki ve ingiliz ordusunun muazzam yardımı ile, rum vatandaşlar da, Atinada ve Yeni-şehrde isyân ederek, yüzbinlerce müslimânı, çocuk, kadın demeden, vahşiyâne katl etdiler. Bu isyân, Edhem pâşanın emrindeki kuvvetlerle, 1313 [m. 1895] senesinde tenkil [men’ ve izâle] edildi. Bu zafer, yalnız yunanlılara karşı değil, bunları kışkırtan ingilizlere karşı kazanıldı.

İngiltere devletini idâre eden üç temel unsur, (Kral, Parlamento ve Kilise, ya’nî West Minister)dir. 918 [m. 1512] senesine kadar parlamento ve kralın serâyı, West Ministerin içerisinde idi. 1512 deki büyük yangından sonra kral (Buckingham Serâyına) taşınmış ve parlamento ile kilise aynı çatı altında kalmışdı. İngilterede kilise ile devlet iç içedir. Kral ve kraliçelere, kilisede baş papaz tarafından taç giydirilir.

İngiliz merkez istatistik bürosu tarafından yayınlanan (Cem’iyyet temâyülleri) ismli rapora göre, her yüz İngiliz bebekden yirmi üçü, gayr-i meşrû’ ilişkiler sonucu dünyâya gelmekdedir.

7 Mayıs 1990 târîhli bir İstanbul gazetesinin, İngiliz polis kurumu Scotland Yard tarafından neşr edilen istatistiğe dayanarak verdiği haberde, Londrada can güvenliğinin kalmadığı, bilhâssa kadınlar için, çok tehlikeli bir şehr hâline geldiği bildirilmekdedir. İngiliz polisinin raporuna göre, son on iki ayda, başda ırza tecâvüz ve soygun olmak üzere, bütün suçlarda artışlar olmuşdur.

Bütün dünyâda ve bütün dinlerde âile, meşrû olarak kadın-erkek berâberliğidir. İki erkeğin livâta yapmasını, İngiliz kânûnları himâye etmekdedir.

12 Kasım 1987 târîhli bir İstanbul gazetesinde, (İngiliz ordusunda skandal) başlıklı haberde, kraliçe ikinci Elizabethin muhâfız alayına yeni katılan erlerin ırzlarına, nâmûslarına tecâvüz edildiği ve sadistçe işkence yapıldığı yazılıdır.

28 Aralık 1990 târîhli Türkiye gazetesinde neşr edilen bir araştırma yazısında, İngiltere kiliselerinde bile Lûtî sayısının % 15’i bulduğu, Lordlar ve Avam kamarasında ise, bu sayının, dahâ da yükseldiği bildirilmekdedir. Ahlâksızlık, İngiliz kabinesine kadar sıçramış, Profümo skandalı gibi hâdiseler ortaya çıkmışdır. Avrupada Lûtîlerin teşkîlatlandığı ilk ülke, İngilteredir. Bu ahlâksızlıkların yapıldığı yerlerde bile, İngilizin İslâm düşmanlığı göze çarpar. Londranın arka sokaklarında fuhuş, livâta ve her dürlü rezâletin yapıldığı yerler, İslâmiyyetde mübârek olan yeşil renk ile boyandığı gibi, bu habâset yuvalarının kapısına (Mekke) levhası asılmışdır.

İngiliz (Guardian gazetesi), 200 bin kız çocuğunun büluğ çağına gelince, babası tarafından tecâvüz edildiği için, mahkemeye mürâce’at ederek, koruma istediğini yazmışdır. BBC televizyonu ise, haberinde, mahkemeye şikâyet etmiyenlerin 5 milyon olarak tahmîn edildiğini söylemişdir.

İngiltere, toprak dağılımı bakımından da, dünyânın en adâletsiz yapısına sâhibdir. İngiliz köylüsünün, toprak reformları için, Lordlarla verdiği mücâdeleler, târîhlerde yazılıdır. Bugün bile, İngiltere toprağının % 80’inin imtiyazlı sınıf denilen azınlığın elinde olduğu bir hakîkatdir.

31 Mayıs 1992 pazar târîhli Türkiye gazetesinde diyor ki, (İngilterede iktisâdî tahrîbât sebebi ile, hâsıl olan işsizlik ve sefâlet, intihârları artırmakdadır. İngiliz tıb mecmûası (British medical) deki, Oksford hastahânesi iki doktorunun tedkîkinde, her sene yüzbin ingilizin intihâra teşebbüs etdiği, bunlardan 4500 ünün öldüğü tesbît edilmişdir. Bunların yüzde 62 si genç kızdır). Jetleri, bombaları, füzeleri ile, her sene yüzbinlerce müslimânı şehîd eden, yüzbin vatandaşını da, intihâra sevk eden, ingilizler gibi hâin, zâlim, vahşî bir devlet görülmemişdir.
İrlanda ise, İngilterenin başına belâ olmuşdur. Kendi kazdıkları hıyânet çukurlarına, kendilerinin düşdüğü günleri inşâallah hep berâber göreceğiz.

Kitâbımızın ikinci kısmını, mübârek ismi ile bereketlenmek için, İngilizler hakkında, efrâdını câmi’, ağyârına mâni’ en güzel ta’rîfi yapmış olan, Seyyid Abdülhakîm Arvâsînin “rahmetullahi aleyh” şu sözleriyle bitiriyoruz:

(İslâmın en büyük düşmanı İngilizlerdir. İslâmiyyeti bir ağaca benzetirsek, başka kâfirler, fırsat bulunca, bu ağacı dibinden keser. Müslimânlar da, bunlara düşman olur. Fekat, bu ağaç bir gün filiz verebilir. İngiliz böyle değildir. Bu ağaca hizmet eder. Besler. Müslimânlar da, onu sever. Fekat, gece kimse anlamadan köküne zehr sıkar. Ağaç öyle kurur ki, bir dahâ süremez. Vah vah çok üzüldüm, diyerek müslimânları aldatır. İngilizin, İslâma böyle zehr salması demek, para, mevkı’ ve kadın gibi, nefsânî arzûlar karşılığında satın aldığı yerli münâfıkların, soysuzların elleri ile, İslâm âlimlerini, İslâm kitâblarını, bilgilerini ortadan kaldırmasıdır.)
.............................
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Kitâbımızın ikinci kısmını, mübârek ismi ile bereketlenmek için, İngilizler hakkında, efrâdını câmi’, ağyârına mâni’ en güzel ta’rîfi yapmış olan, Seyyid Abdülhakîm Arvâsînin “rahmetullahi aleyh” şu sözleriyle bitiriyoruz:

(İslâmın en büyük düşmanı İngilizlerdir. İslâmiyyeti bir ağaca benzetirsek, başka kâfirler, fırsat bulunca, bu ağacı dibinden keser. Müslimânlar da, bunlara düşman olur. Fekat, bu ağaç bir gün filiz verebilir. İngiliz böyle değildir. Bu ağaca hizmet eder. Besler. Müslimânlar da, onu sever. Fekat, gece kimse anlamadan köküne zehr sıkar. Ağaç öyle kurur ki, bir dahâ süremez. Vah vah çok üzüldüm, diyerek müslimânları aldatır. İngilizin, İslâma böyle zehr salması demek, para, mevkı’ ve kadın gibi, nefsânî arzûlar karşılığında satın aldığı yerli münâfıkların, soysuzların elleri ile, İslâm âlimlerini, İslâm kitâblarını, bilgilerini ortadan kaldırmasıdır.)
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Üçüncü Kısm
HULÂSAT-ÜL-KELÂM RİSÂLESİ

Yûsüf Nebhânî “rahmetullahi aleyh”[1], bu risâlesinde buyuruyor ki:

Allahü teâlâya hamd olsun! Dilediğini ihsân ederek, hidâyete kavuşdurmakda, dilediğini dalâletde bırakmakdadır. [Dalâletden kurtulmak, se’âdet-i ebediyyeye kavuşmak isteyenlerin düâlarını, adâleti ile kabûl etmekdedir.] Peygamberlerin ve seçilmişlerin en üstünü olan, efendimiz Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm olsun! Onun, yer yüzünde, gökdeki yıldızlar gibi parlayan Âline ve Eshâbının hepsine de hayrlı düâlar ederiz.

Bu risâlenin sahîfeleri az, fekat, içindeki ilmler çokdur. İlm ve akl sâhibi olanlar, insâf ederek okurlarsa, kabûl ederler. Allahü teâlânın hidâyetine, doğru yola kavuşanlar da, hemen inanırlar. Bu risâle, Allahü teâlânın müslimânlara ihsân etdiği (Sırât-ı müstakîm)i, düşmanlarını bırakdığı (Dalâlet yolu)ndan ayırmakdadır. Bu risâleye (Hulâsat-ül-kelâm fî tercîh-i dîn-il-islâm) ya’nî, (islâm dînini seçmeye yarayan sözlerin hulâsası) ismini verdim.

Ey, kendini, ebedî azâbdan kurtarmak ve sonsuz ni’metlere kavuşmak isteyen insan! Bu çok mühim, çok büyük hakîkati anlamak ve kendini sonsuz azâbdan kurtaracak sebebi bulmak için, her an, her yerde düşünsen ve son derece gayret ile çalışsan ve herkesden yardım istesen, insan gücünün yetdiği kadar da uğraşsan, bu sebebin ehemmiyyeti yanında, bu yapdıkların, pek küçük kalır. Hattâ, bütün dünyâ servetini ele geçirmek için, bir kum dânesini vermeye benzer. Bu hakîkatin ehemmiyyeti, bu kısa yazımızla anlatılamaz. Bu yazımız, aklı olana bir işâret vermek gibidir. Aklı olan, bir işâretden maksadı anlar. Bunu tefekkür edebilmek için, ipucu olabilecek birkaç kelime söyliyeceğim:

İnsan, alışdığı âdetleri sever. Bunlardan ayrılmak istemez. Doğunca, süt emmeğe alışır. Bundan ayrılmak istemez. Büyüdükçe, evine, mahallesine, şehrine alışır. Bunlardan ayrılması, çok güç olur. Sonra, dükkânına, san’atına, çalışdığı fen işlerine ve çoluk çocuğuna, diline, dînine alışır. Bunlardan ayrılmak istemez. Böylece, muhtelif cemâ’atler, kavmler, milletler hâsıl olur. Şu hâlde, bir milletin dinlerini sevmeleri, dinlerinin en hayrlı din olduğunu anladıkları için değildir. Aklı olan, kendi dînini ve başka dinleri incelemeli, dinler arasında hak olanı anlamalı, ona sarılmalıdır. Çünki, bâtıl dîne bağlanmak, insanı ebedî felâketlere, dâimî azâblara götürür. Ey insan, gaflet uykusundan uyan! (Hak dînin, hangi din olduğunu nasıl bileyim. Ben, alışdığım dînin hak din olduğuna inanıyorum. Bu dîni seviyorum) der isen, şunu bil ki, (Din, Rabbin Peygamberler vâsıtası ile gönderdiği emrlere ve yasaklara itâ’at etmek)dir. Bu emrler, insanın Rabbine karşı ve birbirlerine karşı vazîfeleridir.

Mevcûd dinler arasında, Rabbin sıfatlarını, ibâdet şekllerini ve mahlûklar arasındaki mu’âmelâtı en fâideli olarak bildiren hangisidir? Akl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvetdir. Kötüyü terk etmek, iyiyi de tedkîk etmek lâzımdır. Dîni tedkîk, onun zuhûrunu [başlamasını], Peygamberlerini, Eshâbını ve Ümmetini ve din büyüklerini incelemekdir. Bunları beğenirsen, o dîni seç! Aklına uy, nefsine uyma! Nefs, âileden, arkadaşlardan, bozuk, kötü din adamlarından utanmağı ve onlardan zarâr gelmesini ileri sürerek, seni aldatır. Fekat, bu zararlar, ebedî azâb yanında hiçdir. Bunu iyi anlıyan kimse, elbet (Dîn-i islâm)ı tercîh eder. Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhisselâma inanır. Zâten islâmiyyet, bütün Peygamberlere îmân etmeyi emr etmekdedir. Bunların dinlerinin hak oldukları, her Resûl gelince, evvelki dinlerin hükmleri kalmadığı gibi, Muhammed aleyhisselâmın dîni gelince de, bütün dinlerin hükmlerinin kalmadığını bildirmekdedir. Bir insanın, tâbi’ olduğu dînin bâtıl olduğunu anlaması ve bu dîni terk ederek, Muhammed aleyhisselâma îmân etmesi, nefsine çok güç gelir. Çünki nefs, Allahü teâlâya ve Muhammed aleyhisselâma ve Onun dînine düşman olarak yaratılmışdır. Nefsin bu düşmanlığına (Hamiyyet-ül-câhiliyye) denir. Bâtıl dindeki analar, babalar, muallimler ve kötü arkadaşlar [onların radyoları ve televizyonları ve hükûmet adamları], nefsin bu düşmanlığını kuvvetlendirirler. Bunun için, (Çocuğa öğretmek, taşa yazmak gibidir) denilmişdir. Nefsin bu düşmanlığını izâle için çok çalışmak, nefs ile cihâd etmek ve nefsi akl ile inandırmak lâzımdır. Aşağıdaki yazıları dikkat ile okumak, bu cihâdında sana yardımcı olacakdır:

Bir dîne tâbi’ olmak, ebedî se’âdete kavuşmak ve sonsuz felâketlerden kurtulmak içindir. Yoksa, anadan babadan kalma bir din ile öğünmek için değildir. Peygamber de, kendisinde peygamberlik şartları bulunan ve Allahü teâlânın emrlerini kullarına bildiren bir insandır. Böyle bir Peygambere tâbi’ olmak, Onun dînine girmek lâzımdır. Vesenî denilen, heykellere, putlara tapanlar ve Dehrî denilen tanrısızlar [ateistler ve masonlarla komünistler], hayvan gibidir. Nasrâniyyet ve yehûdiyyet dinleri de, aşağıdaki sebebler ile bâtıl olmuşlardır:

1- İslâm dîninde, Allahü teâlânın kemâl sıfatları vardır. Noksan sıfatları yokdur. İbâdetleri yapmak gâyet kolaydır. İnsanların birbirleri ile muâmeleleri adâlet iledir. Diğer dinlerin ibâdetleri ve birbirleri ile muâmeleleri, zemânla değişerek, akla uygun hâlleri kalmamışdır.

2- Muhammed, Îsâ ve Mûsâ aleyhimüsselâmın hayâtları, târîhlerden incelenirse, Muhammed aleyhisselâmın, en necîb, asîl, en fâideli, dahâ âlim, en akllı, en üstün, dünyâ ve âhiret bilgilerine en ârif olduğu görülür. Hâlbuki, kendisi ümmî idi. Ya’nî hiç kitâb okumamış, kimseden birşey öğrenmemişdi.

3- Muhammed aleyhisselâmın mu’cizeleri, diğerlerinin mu’cizeleri toplamından kat kat dahâ çokdur. Diğerlerinin mu’cizeleri geçmiş, bitmişdir. Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinin bir kısmı, bilhâssa Kur’ân-ı kerîm mu’cizesi kıyâmete kadar devâm etmekdedir. Ümmetinin Evliyâsının kerâmetleri de, her zemân ve her yerde görülmekdedir.

4- Bu üç dîni bizlere ulaşdıran haberler arasında, Muhammed aleyhisselâmı ve Onun dînini bildiren Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler dahâ çok, dahâ sahîhdir. Hepsi kitâblara geçmiş ve dünyânın her tarafına yayılmışdır. Muhammed aleyhisselâm kırk yaşında iken, Peygamber olduğu kendisine bildirildi. Altmışüç yaşında iken vefât etdi. Peygamberliği yirmiüç sene devâm etdi. Bütün arab yarımadası kendisine itâ’at etdikden ve dîni her tarafa yayılıp anlaşıldıkdan ve da’veti şarkda ve garbda işitildikden ve Eshâbı, yüzellibin oldukdan sonra vefât etdi. Vedâ’ haccını, yüzyirmibin Sahâbî ile yapdı. Bundan seksen gün sonra vefât etdi. (Bugün dîninizi ikmâl etdim ve üzerinize olan ni’metimi temâmladım ve dîninizin islâm olmasını beğendim) meâlindeki, Mâide sûresinin üçüncü âyet-i kerîmesi, bu hacda nâzil oldu. Bu Sahâbîlerin hepsi, sâdık ve emîn idi. Çoğu dinde derin âlim ve hepsi Evliyâ idi. Resûlullahın dînini ve mu’cizelerini, yer yüzüne yaydılar. Çünki, cihâd için, memleketlere yayıldılar. Gitdikleri yerlerdeki insanlara, din bilgilerini ve mu’cizeleri ulaşdırdılar. Bunlar da, başkalarına bildirdiler. Böylece, her asrın âlimleri, sonraki tabakadaki, dahâ çok âlime bildirdi. Bunlar da, bu ilmleri ve bunları bildirenleri, binlerce kitâblara yazdılar. Öğrendikleri hadîs-i şerîfleri, sahîh, hasen gibi, birçok kısmlara ayırdılar. Yalancıların [ve yehûdîlerin], hadîs diyerek uydurdukları sözleri kitâblarına sokmadılar. Bu husûsda, çok dikkatli ve hassâs davrandılar. Bunların gayretleri ile, islâm dîni çok sağlam esâslar üzerine kuruldu ve hiç değişdirilmeden yayıldı. Diğer dinlerin hiçbiri böyle sıhhâtli nakl edilemedi.

devamı var..
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
502
Puanları
83
Yaş
43
Allah Razı olsun ellerine sağlık ..
devamını bekleriz kardeşim.
selam ve dua ile
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın mu’cizeleri ve hak Peygamber olduğunun vesîkaları, dînin temel ve zarûrî lâzım olan bilgileri, Allahü teâlânın var olduğu, bir olduğu ve kemâl sıfatları ve Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliği, sâdık ve emîn olduğu ve bütün Peygamberlerin en üstünü olduğu, insanların öldükden sonra tekrar dirilecekleri, hesâba çekilecekleri, sırât köprüsü, Cennet ni’metleri, Cehennem azâbları, her gün beş kerre nemâz kılmanın farz olduğu, öğle, ikindi ve yatsı nemâzlarının farzlarının dört rek’at oldukları, sabâh nemâzının iki rek’at ve akşam nemâzının farzının üç rek’at olduğu ve semâda Ramezân ayının hilâli görüldüğü zemân, oruca başlamak, Şevvâl ayının hilâli görülünce, fıtr bayramı yapmak, ömründe bir kerre hacca gitmek farz olduğu, [kadınların, kızların, başları, saçları açık sokağa çıkmalarının ve livâta] zinâ yapmanın harâm olduğu, şerâbın [ve çok içilince serhoş eden alkollü içkilerin damlasının] içilmesinin ve cünüb kimsenin ve hayz hâlindeki kadınların nemâz kılmalarının ve abdestsiz nemâz kılmanın harâm olduğu gibi zarûrî din bilgileri, âlim ve câhil, bütün müslimânlara, doğru olarak bildirildi. Bu bilgilerin hepsi, hiç değişdirilmeden, bizlere ulaşdırıldı. Böyle olduğunu, insâf sâhibi olan nasrânî ve yehûdîler de bilmekdedir. Kendi dinlerini öğrendikleri yolların böyle sağlam olmadığını kendileri de i’tirâf etmekdedir. Muhammed aleyhisselâmın zemânının bize dahâ yakın olması ve islâm dînini bizlere ulaşdıran âlimlerin pekçok olmaları, islâmiyyete hurâfeler, iftirâlar karışdırılmasına mâni’ olmuşdur. Hıristiyan ve yehûdî dinleri, bu iki ni’mete mâlik değildir. Îsâ aleyhisselâmın bi’seti [zuhûru] ile Muhammed aleyhisselâmın bi’seti arasında [târîhcilere göre] altıyüz sene kadar zemân farkı vardır. Çünki, Îsâ aleyhisselâmın mevlidi ile Muhammed aleyhisselâmın Mekke şehrinden Medîneye hicreti arasında 621 sene fark vardır [diyorlar. Hâlbuki islâm âlimlerine göre, bu fark bin senedir]. Bu uzun zemânda, dünyânın her tarafına câhiliyyet yayıldı. Sahîh [doğru] haberleri, yanlışlarından ayırmak da çok güçdü.

Îsâ aleyhisselâmın da’vet zemânı uzun sürmedi. Üç sene gibi kısa zemândan sonra, Allahü teâlâ, Onu otuzüç yaşında iken semâya çıkardı. Bu kısa zemânda da, kâfirler karşısında za’îf ve maglûb hâlde idi. Peygamberlik vazîfesini râhat yapamadı. Yehûdîler ve Roma hükûmeti de mâni’ oluyordu. Havârî denilen yardımcıları da, az idi. Kendisine inanmış olan Havârîler, ancak oniki avcı idi. Hepsi za’îf kimseler idi. Îsâ aleyhisselâm semâya çıkarıldıkdan sonra, haberler, rivâyetler toplanarak İncîl kitâbları yazılıp, câhillerin ellerinde dolaşdı. Terceme edilirken de değişdirildiler. Bu İncîllerde birbirlerine ve akla uymıyan çok bilgi vardı. Hattâ, birbirlerini nakz etmekde, çürütmekdedirler. Bu hâl, aynı İncîlin muhtelif yazmalarında da mevcûddur. Bu farklar, muhâlefetler karşısında, her asrda papazlar toplanarak, İncîlleri tashîh etmek zorunda kalmışlar, birçok ilâveler, çıkarmalar yapmışlar, dinden olmıyan pek çok saçma şeyleri de karışdırmışlardır. İnsanları, bu kitâblara inanmağa zorlamışlardır. Bunlardaki yazıların çoğu, Îsâ aleyhisselâmın ve Havârîlerin sözleri değildir. Bunun için, muhtelif fırkalara ayrıldılar. Her asrda, yeni mezhebler meydâna geldi. Çoğu, eskilerden ayrıldı. Hepsi de, ellerindeki İncîllerin Îsâ aleyhisselâmın getirdiği dînin kitâbı olmadığını bilmekdedirler.

Mûsâ aleyhisselâmın dînini ve mu’cizelerini bildiren yehûdî kitâbları da böyledir. Buradaki zemân farkı dahâ fazladır. Mûsâ aleyhisselâm, bir rivâyetde, Muhammed aleyhisselâmın hicretinden 2348 sene evvel vefât etdi. Aradaki câhiliyyet asrlarında, mûsevî dîninin sahîh olarak nakli imkânsız oldu. Buhtün-nasar gibi zâlimler de, yehûdî din adamlarını öldürdü. Bir kısmını da, Beyt-ül-mukaddesden Bâbil şehrine esîr götürdü. Hattâ, Kudüsde, Tevrât okuyacak kimse kalmadığı zemânlar oldu. Danyâl aleyhisselâm, Tevrâtı ezber okur ve yazdırırdı. Böylece, değişmekden kurtardı ise de, ondan sonra, onun yazdırdıkları da değişdirildi. Allahü teâlâya ve Peygamberlere yakışmayacak, çirkin yazılar karışdırıldı.

Muhammed aleyhisselâmın zemânından sonra, Onun ümmeti içinde câhilliğin yayılmadığını her millet biliyor. Hele müslimânlar arasında, ilm yükselmiş, büyük islâm devletleri teşekkül ederek, ilmi, fenni, adâleti, insan haklarını her tarafa yaymışlardır. Şimdi, aklı ve insâfı olan bir kimse, bu üç dîni tedkîk ederse, elbette islâmiyyete tâbi’ olur. Çünki maksad, hak olan dîni bulmakdır. Yalan söylemek, iftirâ etmek, islâmiyyetde harâmdır. Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, ikisini de şiddet ile yasak etmişdir. Herhangi bir kimseye iftirâ etmek, büyük günâh olunca, Resûlullaha iftirâ etmek, katkat dahâ fenâ, katkat dahâ harâmdır. Bundan dolayı da, Muhammed aleyhisselâmı ve mu’cizelerini bildiren islâm kitâblarında, hiçbir yalan, hiçbir hatâ olamaz. Aklı olan, insâflı kimsenin, inâdı bırakıp, sonu felâket olan dîni terk etmesi ve hak ve se’âdet yolu olan dîne tâbi’ olması lâzımdır. Dünyâ hayâtı çok kısadır. Her günü geçip hayâl olmakdadır. Her insanın sonu ölümdür. Bundan sonrası da, yâ dâimî azâb veyâ ebedî ni’metlerdir. Bunların vaktleri, herkese sür’at ile yaklaşmakdadır.

Ey insân! Kendine merhamet et! Aklından gaflet perdesini kaldır! Bâtılın bâtıl olduğunu görerek, ondan kurtulmağa çalış! Hakkın hak olduğunu da görerek, ona tâbi’ ol, sarıl! Vereceğin karâr, çok büyük, çok mühimdir. Vakt ise, çok azdır. Muhakkak öleceksin! Öldüğün vakti düşün! Başına geleceklere hâzırlan! Hakka tâbi’ olmadıkca, ebedî azâbdan kurtulamazsın! Son pişmânlık fâide vermez. Son nefesde hakkı tasdîk etmek kabûl olmaz. Fekat, müslimânın günâhlarına tevbe etmesi, kabûl olur. O gün, Allahü teâlâ, (Kulum! Sana akl nûrunu vermişdim. Bunun ile, beni anlamanı, bana ve Peygamberim Muhammed aleyhisselâma ve Onun getirdiği islâm dînine îmân etmeni emr etmişdim. Bu Peygamberin geleceğini, Tevrâtda ve İncilde haber vermişdim. İsmini ve dînini her memlekete yaydım. İşitmedim diyemezsin. Gece gündüz, dünyâ kazancı için, dünyâ zevkleri için çalışdın. Âhiretde başına gelecekleri hiç düşünmedin. Gaflet içinde iken, mevtin pençesine düşdün) derse, ne cevâb vereceksin?

Ey insan! Başına gelecekleri düşün! Ömrün tükenmeden, aklını başına topla! Etrâfında gördüğün, konuşduğun, sevdiğin, korkduğun kimselerin hepsi, birer birer öldüler. Birer hayâl gibi, gelip gitdiler. İyi düşün! Ebedî ateşde yanmak, ne büyük azâbdır! Sonsuz ni’metler içinde yaşamak ise, ne büyük ni’metdir. Bunlardan birini seçmek, şimdi senin elindedir. Herkesin sonu, bu ikisinden biri olacakdır. Bundan kurtulmak imkânsızdır. Bunu düşünmemek ve tedbîr almamak, büyük câhillik ve cinnetdir. Allahü teâlâ, hepimizi akla tâbi’ olanlardan eylesin! Âmîn.
devamı var..
 

haydar-ı kerrar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
24 Mar 2009
Mesajlar
138
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
31
Bediüzzamanı TanımaK adlı konum kapatılmıştır. Kapatanlara hakkımı helal etmiyoum...
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
502
Puanları
83
Yaş
43
Ey insan! Başına gelecekleri düşün! Ömrün tükenmeden, aklını başına topla! Etrâfında gördüğün, konuşduğun, sevdiğin, korkduğun kimselerin hepsi, birer birer öldüler. Birer hayâl gibi, gelip gitdiler. İyi düşün! Ebedî ateşde yanmak, ne büyük azâbdır! Sonsuz ni’metler içinde yaşamak ise, ne büyük ni’metdir. Bunlardan birini seçmek, şimdi senin elindedir. Herkesin sonu, bu ikisinden biri olacakdır. Bundan kurtulmak imkânsızdır. Bunu düşünmemek ve tedbîr almamak, büyük câhillik ve cinnetdir. Allahü teâlâ, hepimizi akla tâbi’ olanlardan eylesin! Âmîn.
amin..
amin..
Allah razı olsun ..ellerine sağlık..selam ve dua ile
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
(Kavl-üs-sebt fî redd-i alâ deâvil-protestanet) kitâbında diyor ki: Allâme Rahmetullah efendi[1], (İzhâr-ül-hak) kitâbında buyuruyor ki: İslâmiyyet başlamadan evvel, hiçbir yerde, hakîkî Tevrât ve hakîkî İncîl yok idi. Şimdi mevcûd olanlar, doğru ile yalan karışık haberlerden meydâna getirilmiş târîh kitâblarıdır. Kur’ân-ı kerîmde bildirilen, Tevrât ve İncîl, şimdi mevcûd olan Tevrât ve İncîl ismlerindeki kitâblar değildir. Bunlardaki bilgilerden, Kur’ân-ı kerîmin tasdîk etdikleri doğrudur. Red etdikleri doğru değildir. Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiyenleri hakkında, doğru ve yanlış demeyiz. Dört İncîlin, Allah kelâmı olduğunu bildiren, bir sened mevcûd değildir. Hindistânda konuşduğu İngiliz papazı da, bunu kabûl etmiş ve mîlâdî 313 senesine kadar, dünyâda meydâna gelen, büyük karışıklıklarda, bu senedler gayb oldu demişdir. Horn, İncîl tefsîrinin ikinci cildinde ve târîhci Mocheim[2], 1332 [m. 1913] baskılı târîhinin birinci cildi, 65. ci sahîfesinde ve Lardis, İncîl tefsîrinin beşinci cildi, 124. cü sahîfesinde, İncîllerde ilâveler, değişiklikler yapıldığı yazılıdır. Cîrum[3] diyor ki, (İncîli [Kitâb-ı mukaddesi] terceme edeceğim zemân, birbirlerine benzemediklerini gördüm). Adam Clarke[4], tefsîrinin birinci cildinde diyor ki, (İncîlin latinceye tercemeleri yapılırken, çok değişikliklere uğradı. Birbirine uymıyan ilâveler yapıldı). Katolik Ward[1], 1841 baskılı kitâbının onsekizinci sahîfesinde diyor ki, (Şarkdaki mülhidler, İncîlin çok yerini değişdirdiler. Protestan papazları, kral birinci Jamese verdikleri raporda, düâ kitâbımızdaki Zebûrlar, ibrânî olanlara benzemiyor. İlâve, çıkarma ve tebdîl olarak, ikiyüze yakın değişiklik vardır). Protestan papazları, bunu dahâ da değişdirdiler. Rahmetullah efendinin kelâmı burada temâm oldu. (İzhâr-ül-hak) kitâbında, böyle nice misâller bildirilmekdedir. İzzeddîn Muhammedînin (El-fâsılu-beynel-hak vel-bâtıl) ve Abdüllâh-i Tercümânın (Tuhfe-tül-erîb) kitâblarında da, İncîllerdeki değişikliklerin misâlleri yazılıdır.

Bütün papazlar biliyor ki, Îsâ aleyhisselâm, birşey yazmadı ve yazılı birşey bırakmadı, bir kimseye de yazdırmadı. Dînini yazılı olarak bildirmedi. Semâya çıkarıldıkdan sonra, Îsevîler arasında ayrılıklar başladı. Birleşerek din bilgilerini tesbît etmediler. Sonradan, elliden fazla İncîl yazıldı. Bunlar arasından dördü seçildi. Îsâ aleyhisselâmdan sekiz veyâ oniki sene sonra, Filistinde süryânî lisânında (Matta) İncîli yazıldı. Bu İncîlin bu nüshası yokdur. Yunânî tercemesi denilen nüshası mevcûddur. (Markos) İncîli, otuz sene sonra, Romada yazıldı. (Luka) İncîli, yirmisekiz sene sonra, İskenderiyyede, yunânî olarak yazıldı. (Yuhannâ) İncîli, otuzsekiz veyâ altmışbeş sene sonra, Efsûs şehrinde yazıldı. Hepsinde, rivâyetler ve hikâyeler ve Îsâ aleyhisselâmdan sonra hâsıl olan ba’zı şeyler yazılıdır. Luka ve Markos, Havârîlerden değildiler. Başkalarından işitdiklerini yazdılar. Bunları yazanlar, kitâblarına İncîl demedi. Târîh kitâbı dediler. Sonra terceme edenler, İncîl dediler.

İşbu (Kavl-üs-sebt) kitâbı, bir protestan papazının, arabî olarak Mısrda yazıp basdırdığı (Ekavîl-ül-Kur’âniyye) kitâbına cevâb olarak, seyyid Abdülkâdir İskenderânî tarafından 1341 [m. 1923] senesinde yazılmış, 1990 senesinde (Hakîkat Kitâbevi) tarafından, arabî (Es-sırât-ül-müstekîm) ve (Hulâsat-ül-kelâm) kitâbları ile birlikde basdırılmışdır.

Türkçe (Îzâh-ul-merâm) kitâbında diyor ki:

Asl İncîl, ibrânî lisânında idi ve yehûdîler, Îsâ aleyhisselâmı i’dâm etmek için, yakaladıklarında, onu imhâ etdiler. Îsâ aleyhisselâmın da’vet zemânı olan üç senede, bir sûreti yazılmamışdı. Hıristiyanlar, asl İncîli inkâr ediyorlar. Bunların İncîl dedikleri dört kitâbda, hiçbir ibâdet mevcûd değildir. Yalnız Îsâ aleyhisselâmın yehûdîlerle olan münâkaşaları yazılıdır. Hâlbuki, din kitâbı, ibâdetleri bildiren kitâb demekdir. Tevrâta göre ibâdet ediyoruz derlerse, yevm-i septe [Cumartesi gününe] ehemmiyyet vermek, sünnet olmak, her sabâh ve akşam ayakda düâ etmek, ma’lûm günlerde oruc tutmak, kadını boşamak haklarına mâlik olmak ve hınzır eti yimemek gibi, Tevrâtın mühim emrlerini niçin yapmıyorlar? Bunların terk edilmesi için, İncîllerinde bir haber de yokdur. Hâlbuki, Kur’ân-ı kerîmde, her ibâdet, güzel ahlâk, hukûk, ticâret, zırâ’at ve fen bilgilerine teşvîk, uzun bildirilmişdir. Cismânî ve rûhânî her müşkilât hâl edilmişdir.

Şâirler, edîbler, kâfirler, bindörtyüz seneden beri, çok çalışdıkları hâlde, Kur’ân-ı kerîmin bir âyetinin benzerini söyleyemediler. Kelimeleri arabî olup, her yerde kullanıldığı hâlde, bir âyetinin benzerinin söylenememesi, onun mu’cize olduğunu göstermekdedir. Muhammed aleyhisselâmın diğer mu’cizeleri bitmiş, yalnız ismleri kalmış, Kur’ân-ı kerîm ise, her zemân ve her yerde, güneş gibi parlamakdadır. Her derde ilâc ve dermân olmakdadır. Allahü teâlâ, bütün kullarını mes’ûd etmek için, onu Habîb-i ekremine ikrâm ve inzâl buyurmuşdur. Sonsuz lutf ve merhameti ile, tahrîf ve tebdîlden hıfz ve himâye eylemişdir. Diğer kütüb-i semâviyye için, böyle bir va’dde bulunmamışdır. [Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma, Cebrâîl ismindeki melek ile, parça parça, yirmiüç senede gönderdi. Birinci halîfe Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” da, Allahü teâlânın gönderdiği bu âyetleri, bir araya cem’ etdirip, yazdırdı. Böylece, (Mushaf) denilen büyük bir kitâb meydâna geldi. Otuzüçbin Sahâbî, bu Mushafın, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiğinin aynı olduğuna, sözbirliği ile karâr verdi. (Rıyâd-un-nâsıhîn) 375. ci sahîfesinde diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmde 6236 âyet vardır). Ba’zı büyük âyetler, küçük âyetlere ayrılınca, âyet adedi çoğalmakdadır. Böylece, âyet adedi 6366 olan Mushaflar mevcûddur. Muhammed aleyhisselâm, Kur’ân-ı kerîmin hepsini Eshâbına îzâh etdi, açıkladı. İslâm âlimleri, Eshâb-ı kirâmdan işitdiklerini yazdılar. Binlerce tefsîr kitâbları meydâna geldi ve her memlekete yayıldı. Şimdi, dünyânın her yerindeki Kur’ân-ı kerîmler, birbirlerinin aynıdır. Aralarında, bir harf, bir nokta bile fark yokdur.]

Bütün Peygamberlerin dinleri, kendi zemânlarının ihtiyâclarına uygun olduğundan, birbirlerinden farklı idi. Fekat, hepsinde, îmân edilecek şeyler aynı idi. Hepsi, Allahü teâlânın bir olduğunu, öldükden sonra, tekrâr dirilmek olduğunu bildirdiler. Tesniyenin dördüncü faslının otuzdokuzuncu âyetinde (Yerlerin ve göklerin sâhibi birdir, başka yokdur), altıncı faslında, (Ey İsrâîl dinle! Allahımız, Rabbimiz birdir) ve (Sıfr-ül-mülûk-i sâlis)de, Süleymân aleyhisselâm Beyt-ül-mukaddesi (Kudüsdeki Mescid-i aksâyı) inşâ edince, (Ey İsrâîlin Allahı! Yerde ve göklerde, senin gibi Rab yokdur. Sen yerlere ve göklere sığmazsın. Nerde ki, bu yapdığım eve) dediği yazılıdır. (Sıfr-ül-mülûk-il-evvel)de (Samoil 1)in onbeşinci faslının 29.cu âyetinde, (Samoil) Peygamberin (İsrâîlin azîzi, ya’nî ilah ve ma’bûdu, yalan söylemez ve nedâmet etmez. Çünki O, insan değildir) dediği yazılıdır. (Eş’iyâ) Peygambere âid olduğu söylenen kitâbın kırkbeşinci bâbında, (Benim Rab! Benden gayrı Allah yokdur. Nûru ve zulmeti yaratan, hayrı, şerri halk eden Ben’im) demekdedir. Mattâ İncîlinin ondokuzuncu bâbında, (Bir kimse, ona dedi ki, ey iyi muallim! Ne iyilik yapayım ki, ebedî hayâta nâil olayım? Ona cevâb olarak, bana niçin iyi diyorsun? Birden gayrı iyi yokdur. O Allahdır. Ebedî hayâta kavuşmak istersen, Onun nasîhatlarını yap!) dediği yazılıdır. Markosun onikinci bâbında, (Kâtiblerden biri, birinci emr nedir) dedi. Îsâ aleyhisselâm, ona cevâb olarak, (Emrlerin birincisi, Rabbimiz birdir. Bütün kalbin ile, bütün tâkatın ile, Rabbini sev!) demekdedir. Muhammed aleyhisselâm da, böyle buyurdu.

Muhammed aleyhisselâmı tekzîb eden [inanmıyan] kimse, bütün Peygamberlere inanmamış olur. (Ekânîm-i selâse) denilen (Teslîs)e [üç Tanrıya] inanmak, bütün Peygamberleri tekzîb olmakdadır. Teslîs akîdesi, Îsâ aleyhisselâmın semâya urûcundan çok zemân sonra zuhûr etdi. Bundan önce, (Nasârâ) da, (Tevhîd) akîdesinde idiler ve Tevrât ahkâmını icrâ ediyorlardı. Putperestlerden çoğu ve Yunan feylesofları nasrânî olunca, eski i’tikâdlarından teslîsi de nasrânîliğe karışdırdılar. Nasârâ dînine, teslîs akîdesini ilk karışdıran, mîlâdın ikiyüz senesinde (Sebliyûş) isminde bir papaz olduğu ve bu sebeble, çok kan döküldüğü, fransızca (Kurret-ün-nüfûs) kitâbında ve arabî tercemesinde uzun yazılıdır. O zemân, birçok âlimler, tevhîdi müdâfea etdi ve Îsâ aleyhisselâmın bir insan ve Peygamber olduğunu bildirdiler. Üçyüz senelerinde, İskenderiyyede, Aryüs, tevhîdi i’lân ve teslîsin fâsid ve bâtıl olduğunu neşr etdi. 325 senesinde, büyük Kostantinin İznikde topladığı papazlar meclisinde, tevhîd red ve Aryüs tard [aforoz] edildi. Teslîsin üçüncü tanrısı dedikleri, (Rûh-ul-kuds)ün ne olduğunu kendileri de bilmiyorlar. Îsâ aleyhisselâm, annesi (Meryem-i azrâ)nın batnında, Rûh-ul-kudsden meydâna geldi diyorlar. İslâmiyyetde Rûh-ul-kudsün, Cebrâîl isminde melek olduğu bildirildi[1].

Şemseddîn Sâmî beğ 1316 [m. 1898] târîhli [Kâmûs-ül-a’lâm) kitâbında diyor ki: İslâm dîninin peygamberi, Muhammed aleyhisselâmdır. Babası Abdüllah, dedesi Abdülmuttalib bin Hâşim bin Abd-i Menâf bin Kusay bin Kilâbdır. Târîhcilere göre, mîlâdın 571. ci senesinde, Nisan ayının yirmisine rastlıyan, Rebî’ul-evvel ayının onikinci pazartesi gecesi, sabâha karşı, Mekke şehrinde dünyâya gelmişdir. Annesi, Vehebin kızı Âmine, Âminenin babası da, Abd-i Menâf bin Zühre bin Kilâbdır. Kilâb, Peygamberimizin babası olan Abdüllahın büyük dedesidir. Abdüllah, ticâret için Şâma gidip, avdetinde Medîne civârında (Dâr-ün-nâbiga)da vefât etdi. Yirmibeş yaşında idi. Oğlunu göremedi. Beş sene, süt annesi Halîmenin kabîlesinde kaldı. Bu Benî Sa’d kabîlesi, Arabistânın en fasîh, en güzel konuşan kabîlesi idi. Bunun için, Muhammed aleyhisselâm pek fasîh konuşurdu. Altı yaşında iken, Âmine, oğlunu Medînedeki dayılarına götürüp, orada vefât etdi. Dadısı, Ümm-i Eymen kendisini Mekkeye getirip, Abdülmuttalibe teslîm etdi. Sekiz yaşında iken Abdülmuttalib de vefât ederek, amcası Ebû Tâlibin evinde kaldı. Oniki yaşında iken, Ebû Tâlib ile, ticâret için Şâma gitdi. Onyedi yaşında iken, amcası Zübeyr Yemene götürdü. Yirmibeş yaşında iken, Hadîce “radıyallahü anhâ”nın kervânı ile, ticâret için, Şâma gitdi. Aklı, edebi, güzel ahlâkı ve çalışkanlığı ile meşhûr oldu. İki ay sonra, Hadîce ile izdivâc eyledi. Kırk yaşında iken, Cebrâîl isminde melek gelerek, peygamber olduğu bildirildi. En evvel Hadîce, sonra Ebû Bekr ve çocuk olan Alî ve Zeyd bin Hârise îmân etdi. Kırküç yaşında iken, herkesi dîne da’vet etmesi emr olundu. Müşrikler, ezâ, cefâ etdiler. Elliüç yaşında iken, Allahü teâlânın izni ile Medîne-i münevvereye hicret etdi. Mîlâdın 622. ci senesi Eylül ayının yirminci ve Rebî’ul-evvelin sekizinci pazartesi günü, Medînenin Kubâ köyüne geldi. Hazret-i Ömer halîfe iken, bu senenin Muharrem ayının birinci günü, (Hicrî kamerî) sene başı kabûl edildi. Temmûz ayının onaltıncı cum’a günü idi. Eylülün yirminci günü de, (Hicrî şemsî) sene başı oldu. 623. cü mîlâdî sene başı, hicrî şemsî ve kamerî senelerin birincisinde oldu. Kâfirlere karşı gazâ ve cihâd yapılması emr edilince, hicretin ikinci senesinde (Bedr gazâsı) oldu. 950 kâfirden elli kişi katl ve 44 ü esîr edildi. Üçüncü senede (Uhud gazâsı) oldu. Kâfirler üç bin, müslimânlar 700 kişi idi. 75 Sahâbî şehîd oldu. Bu senede, kadınların örtünmelerini emr eden âyetler nâzil oldu. Dördüncü senede (Hendek gazâsı), beşinci senede (Benî Mustalak gazâsı) oldu. Altıncı senede (Hayber gazâsı) ve Hudeybiyede (Bî’at-ül-rıdvân) anlaşması oldu. Yedinci senede Bizans hükümdârı Kaysere ve Îrân şâhı Kisrâya islâma da’vet mektûbları gönderildi. Sekizinci senede Herakliyüsün rum ordusu ile (Mûte gazvesi) oldu ve (Mekke feth) edildi ve (Huneyn gazâsı) oldu. Dokuzuncu senede, (Tebük gazâsı)na gidildi. Onuncu senede (Vedâ’ haccı) yapıldı. Onbirinci senesinde, onüç gün hummâ hastalığı olup, Rebî’ul-evvelin onikinci pazartesi günü, mescidine bitişik odasında, 63 yaşında vefât etdi.

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” dâimâ güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Mübârek yüzünde nûr parlardı. Görenler, âşık olurdu. Hilmi, sabrı, güzel ahlâkı, binlerce kitâbda yazılıdır. Hadîceden “radıyallahü anhâ” iki erkek, dört kız evlâdı oldu. Mısrlı Mâriyeden de bir oğlu oldu. Fâtımadan mâadâsı kendisi hayâtda iken vefât etdiler. (Kâmûs-ul-a’lâm)ın yazısı burada temâm oldu.

İmâm-ı Gazâlî, (Kimyâ-yı seâdet) kitâbında diyor ki, (Allahü teâlâ, kullarına, peygamberler gönderdi. Bu büyük insanlar vâsıtası ile, kullarına, se’âdete ve felâkete sebeb olan şeyleri bildirdi. Peygamberlerin en yükseği, en üstünü ve sonuncusu, (Muhammed) aleyhisselâmdır. Bütün insanlara, her millete peygamberdir. Dünyânın her yerinde, herkesin O yüce Peygambere inanması ve Ona tâbi’ olması lâzımdır)
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
SONSÖZ

Hulâsa, (Din) demek, Allahü teâlânın râzı olduğu şeyleri ve yapılması lâzım olan ibâdetleri ve dünyâda ve âhiretde se’âdete kavuşmağı öğretmek için, Allahü teâlâ tarafından Peygamberlere bildirilen ahkâm demekdir. İnsanların, noksan aklları ile söyledikleri evhâm ve hayâllere din denmez. Akl, dînin emr ve yasaklarını anlamağa ve bunlara uymağa yarar. Emr ve yasaklardaki esrârı ve bunların hakîkatlerini, sebeblerini anlıyamaz. Bunların üzerinde fikr yürütemez. Bu hikmetler, Allahü teâlânın, Peygamberlere bildirmesi ile ve Evliyânın kalblerine ilhâm ve tecellî olunması ile öğrenilir. Bu da, ancak Allahü teâlâ tarafından ihsân olunur.

Şimdi, dünyâ ve âhiret se’âdetine kavuşmak ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için, müslimân olmak lâzımdır. Müslimân olmıyana (Kâfir) denir. (Müslimân olmak) için, (Îmân etmek) [inanmak] ve (İbâdet etmek) lâzımdır. İbâdet, bütün sözlerini ve işlerini Muhammed aleyhisselâmın dînine uydurmak demekdir. İbâdetleri hiçbir menfe’at düşünmiyerek, yalnız Allahü teâlânın emri olduğu için, yapmak lâzımdır. (Ahkâm-ı islâmiyye), Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde bildirilmiş olan (ahkâm) [emrler ve yasaklar] demek olup, fıkh, ya’nî ilm-i hâl kitâblarından öğrenilir. Ahkâm-ı islâmiyyeyi ya’nî her müslimânın yapması ve sakınması emr edilen ahkâmı, öğrenmek, erkeklere de, kadınlara da (Farz-ı ayn)dır. Bunlar, insânları, rûhî ve bedenî hastalıklardan muhâfaza eden devâlardır. Tıb, san’at, ticâret ve hukûk bilgilerini öğrenmek için, liselerde ve üniversitelerde, senelerce çalışıldığı gibi, (İlm-i hâl) kitâblarını ve arabî lisânını öğrenmek için de, senelerce çalışmak lâzımdır. Bunları öğrenmiyenler, ingiliz câsûslarının ve bunlara aldanmış ve satılmış olan din adamı şeklindeki münâfıkların ve zâlim, hâin devlet adamlarının yalanlarına, iftirâlarına aldanarak, dünyâda ve âhiretde felâketlere, azâblara sürüklenirler.

(Kelime-i şehâdet)i söylemeğe ve inanmağa (Îmân) denir. Söyliyen ve ma’nâsını bilip inanan kimseye (Mü’min) denir. (Kelime-i şehâdet) (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resûlüh)dür. Ma’nâsı, (Allahdan başka ilah [ma’bûd] yokdur ve Muhammed aleyhisselâm, Onun kulu ve bütün insanlara gönderdiği resûlüdür). Ondan sonra hiç Peygamber gelmiyecekdir, demekdir. (Merâkıl-felâh) kitâbının Tahtâvî hâşiyesinde, kazâ nemâzları sonunda diyor ki, (Allahü teâlânın, yalnız var olduğuna inanmak kâfî değildir. Şerîki var diyen kâfirler de, var olduğuna inanıyor. Mü’min olmak için, hem var olduğuna, hem de, [bir, diri, kâdir, âlim, irâde sâhibi gibi] sıfatları olduğuna, herşeyi gördüğüne ve işitdiğine ve Ondan başka yaratıcı olmadığına da inanmak lâzımdır). Muhammed aleyhisselâmın, (Resûl=Peygamber) olduğuna inanmak demek, her sözünün, Allahü teâlâ tarafından Ona bildirilmiş olduğuna inanmakdır. Allahü teâlâ, (İslâmiyyet)i, ya’nî îmân ve amel bilgilerini Kur’ân-ı kerîm vâsıtası ile, Ona bildirdi. Yapmak için olan emrlere (Farz) denir. Yasaklara (Harâm) denir. İkisine birden (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. Bir insan, müslimân olur olmaz, insanlar arasına yayılmış olan islâm bilgilerini öğrenmesi, ona hemen farz olur. Bunları öğrenmeğe ehemmiyyet vermezse, öğrenmeğe lüzûm yok derse, îmânı gider, (Kâfir) olur. Kâfir olarak ölen bir kimsenin, âhiretde hiç afv olunmıyacağı ve Cehennemde ebedî, sonsuz yanacağı âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde, açıkca bildirilmişdir. (Müjdeci Mektûblar) kitâbımızdaki 266. cı mektûbda da uzun yazılıdır. Îmânı gidene (Mürted) denir. Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere, doğru olarak inananlara (Ehl-i sünnet) denir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, herşeyi açık olarak bildirmedi. Ba’zılarını kapalı olarak bildirdi. Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere inanıp da, ba’zı yerlerine, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi ma’nâ vermiyenlere (Mezhebsiz) denir. Mezhebsizlerden, yalnız kapalı bildirilmiş olan îmân bilgilerine yanlış ma’nâlar verene (Bid’at ehli) veyâ (Sapık) müslimân denir. Açık bildirilmiş olanlara yanlış ma’nâ verene (Mülhid) denir. Mülhid, kendini müslimân bilir ise de, kâfirdir. Bid’at sâhibi kimse, kâfir değildir. Fekat, muhakkak Cehennemde çok azâb görecekdir. Ehl-i sünnet âlimlerinin hak yolda olduklarını, üstünlüklerini bildiren kitâblar arasında, Sûdânlı, fazîletli Muhammed Süleymân efendinin (Mahzen-ül-fıkh-il-kübrâ) kitâbı çok kıymetlidir. Müslimân olmadığı hâlde, müslimân görünerek, açık bildirilmiş olan bilgilere, kendi aklına, fen bilgilerine göre bozuk ma’nâlar vererek, müslimânları aldatan kâfirlere (Zındık) denir.

Ehl-i sünnet âlimleri, ahkâm-ı islâmiyyenin kapalı bildirilmiş olan kısmlarından, ba’zılarını, farklı anladılar. Böylece, amelde, ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeye uymakda, dört ayrı mezheb meydâna geldi. Bunlara, (Hanefî), (Mâlikî), (Şâfi’î) ve (Hanbelî) mezhebleri denir. Bu dört mezhebin îmânları aynıdır. İbâdet yapmakda biraz farklıdırlar. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Her müslimân, dilediği mezhebi seçerek, bunu taklîd eder. Her işini, seçdiği mezhebe göre yapar. Müslimânların, dört mezhebe ayrılmaları, Allahü teâlânın rahmetidir. Müslimânlara büyük merhametidir. Bir müslimân, kendi mezhebine göre ibâdet yaparken, bir zahmet, bir meşakkat hâsıl olursa, başka bir mezhebi taklîd ederek, bu işi kolayca yapar. Başka mezhebi taklîd edebilmek için lâzım olan şartlar (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbında yazılıdır.

İbâdetlerin en mühimmi nemâzdır. Nemâz kılanın, müslimân olduğu anlaşılır. Nemâz kılmıyanın, müslimân olduğu şübhelidir. Bir kimse, nemâza ehemmiyyet verir, fekat özrü olmadığı hâlde, tenbellikle terk ederse, Mâlikî, Şâfi’î ve Hanbelî mezheblerinde, mahkemece katl olunur. Hanefîde, nemâza başlayıncaya kadar habs olunur ve acele kazâ etmesi emr olunur. (Dürr-ül-müntekâ) ve (İbni Âbidîn)de ve Hakîkat Kitâbevinin neşr etdiği (Kitâb-üs-salât)da diyor ki, (Beş vakt nemâzı, özrsüz terk etmek ve vaktinde kılmamak, birbirinden ayrı iki büyük günâhdır. Terk etdiği için kazâ etmek, vaktinde kılmadığı için, hac veyâ tevbe etmek lâzımdır). Kazâ etmeyenin tevbesi zâten kabûl olmaz. Her gün, beş farz nemâzından evvel ve sonra kılınan (revâtib sünnetler) yerine de kazâ kılıp, büyük günâhdan kurtulmak lâzımdır. Farz borcu varken, hiçbir sünnetinin ve nâfile nemâzlarının, sahîh olsalar bile, kabûl olmıyacağı, ya’nî, Allahü teâlânın va’d etdiği sevâblara, fâideli şeylere kavuşamıyacağı, mu’teber kitâblarda yazılıdır. Bu yazılar, (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbımızda bildirilmişdir. Nemâzı özr ile fevt etmek, kaçırmak, (günâh) olmaz ise de, kılamadığı farzları da, acele kazâ etmesi, dört mezhebde de lâzımdır. Ancak, Hanefîde, nafaka temîni için çalışacak zemân kadar ve revâtib sünnetleri ve hadîs-i şerîflerde bildirilmiş olan nâfile nemâzları kılacak zemân kadar gecikdirmesi câiz olur. Ya’nî, kazâları, bu sebeblerle gecikdirmemesi, iyi olur. Özr ile fevt edilmiş farz borcu olanın, revâtib sünnetleri ve nâfileleri kılması, diğer üç mezhebde câiz değildir, harâmdır. Özr ile fevt edilmiş nemâzlar ile özrsüz terk edilmiş nemâzları birbiri ile karışdırmamalıdır. Aynı olmadıkları, (Dürr-ül-muhtâr)da ve (İbni Âbidîn)de ve (Dürr-ül-müntekâ)da ve (Merâkıl-felâh)ın Tahtâvî şerhinde ve (Cevhere)de açık yazılıdır. [Köyde, yolda, nemâz kılmak için kıble cihetini bilmek lâzımdır. Bunun için, güneş gören bir toprağa bir çubuk dikilir. Yâhud bir ipin ucuna anahtar, taş gibi bir şey bağlanıp sarkıtılır. Takvîm yaprağında yazılı (Kıble sâati) vaktinde, çubuğun, ipin gölgesi kıble istikâmetini gösterir. Gölgenin güneşe karşı tarafı kıble ciheti olur.]
devamı var..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
13 Eylül 1996 günü İstanbulda çıkan (Türkiye) gazetesinde diyor ki:

Batılı islâm düşmanları yeri geldiğinde, kaba kuvvet ile, yeri geldiğinde çeşidli oyunlarla elde etdikleri islâm devletlerini, islâm milletlerini asrlarca sömürdüler. Bu ülkelerin, yer üstü, yer altı ne kadar servetleri varsa bunları alıp götürdüler. Ayrıca manevî yönden hem dinlerini, hem de dillerini, örf ve âdetlerini kaybetdirdiler. Bu islâm düşmanı sömürgeci devletlerin başını İngiltere çekiyordu.

İngiliz sömürgelerinin en önemlisi, Hindistan idi. İngilizlere dünyâ hâkimiyetini temîn eden, onun, nihâyetsiz tabîî servetleridir. Sâdece birinci dünyâ harbinde, ingiltere bu ülkeden, birbuçuk milyon asker ve bir milyar rupye nakdî para almışdır.

Bunların çoğunu Osmânlı Devletini parçalamak için kullanmışdır. Barış zemânında ise, İngilterenin muazzam sanâyıini yaşatan, ingiliz ekonomisini ve mâliyesini takviye eden Hindistandır.

Hindistanın diğer sömürgelerine nazâran çok önemli olmasının iki sebebi vardı: Birincisi, dünyâyı sömürmelerine en büyük mâni olarak gördükleri İslâmiyyetin Hindistanda yayılması ve burada müslimânların hâkim olmasıdır. İkincisi, Hindistanın tabîî zenginlikleridir. Hindistanı elde tutabilmek için, Hindistan yolu üzerinde bulunan bütün İslâm ülkelerine saldırmış, fitne ve fesâd tohumları ekerek, kardeşi kardeşe kırdırmış ve bu ülkelere hâkim olarak, bütün tabîî zenginliklerini ve millî servetlerini hep kendi memleketine taşımışdır.

Osmânlı imperatorluğundaki hareketleri titizlikle tâkib etmek ve çeşidli siyâsî oyunlarla Osmânlıları Ruslarla harbe sokarak, Hindistana yardım elini uzatamıyacak hâle getirip, parçalamak ve yok edip, işgâl etmek, ingiliz siyâsetinin esâsı idi.

İngilizler, Osmânlı-Rus harbi sırasında, Hindistanı, İngiltere krallığına bağlı bir devlet ilân etdiler. Meşhûr masonlardan Mithâd Pâşanın Osmânlı devletini harbe sokması, İslâmiyyete yapdığı zararların en büyüğü oldu. Sultân Abdülazîz Hânın şehîd edilmesi de, İngilizlerin oyunu idi.

İngilizler, kendi yetişdirdikleri adamları Osmânlı devletinde önemli makâmlara getirmişlerdi. Bu devlet adamları, ismi Osmânlı, fikri ve zikri İngiliz idiler. Bunların en meşhûrlarından Mustafâ Reşîd Pâşa son sadrazamlığında, altı günlük sadrazam iken, 28.10.1857 de İngilizlerin Hindistan müslimânlarına yapdığı büyük Delhî katliâmını tebrîk etdi. Dahâ önce de, Hindistandaki İngiliz zulmüne karşı ayaklanan müslimânları basdırmak için, İngiltereden gelen yardımın Mısrdan geçirilmesi için Osmânlılardan izn istediler. Bu izn de, yine masonlar vâsıtası ile verildi.

Hindistanda İngilizler halkı dinden uzaklaşdırmak için İslâm dîninin temeli ve en bâriz vasfı olan bütün medrese ve çocuk mekteblerini kapatdılar. Halka liderlik yapabilecek bütün âlimleri ve din adamlarını şehîd etdiler.

İngilizler, hâkim oldukları bütün İslâm memleketlerinde yapdıkları gibi, İslâm âlimlerini, İslâm kitâblarını, İslâm mekteblerini yok etdiler. Tam din câhili bir gençlik yetişdirdiler.

Sömürdükleri yerleri idâre edenlerin adları, Ahmed, Mehmed, Mustafâ, Alî gibi müslimân ismleri idi. Fekat İslâmiyyet ile ilgileri sâdece bu ism benzerliğinden ileri gitmiyordu. Bunların göstermelik parlamentoları olmuş, fekat hiçbir zemân bağımsız olmamışlar, hep ingilizlerin emri ile hareket etmişlerdir.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt