Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İNGİLİZ CÂSÛSUNUN İ’TİRÂFLARI kitabı..(Kesinlikle tavsiye ederiz) (1 Kullanıcı)

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Birinci Kısm
DÖRDÜNCÜ FASL

Basraya varınca, bir câmi’ye yerleşdim. Câmi’nin imâmı Şeyh Ömer Tâî ismli, arab asllı ve sünnî bir zâtdı. Onunla tanışıp, sohbet etmeğe başladım. Fekat, dahâ konuşmanın başında, benden şübhelenip, beni süâl yağmuruna tutdu. Bu tehlükeli sohbetden kendimi şöyle kurtardım: (Ben Türkiyenin Iğdır beldesindenim, İstanbuldaki Ahmed efendinin talebesiyim. Hâlid isminde bir marangozun yanında çalışıyordum) dedim ve Türkiyede bulunduğum müddetçe, edindiğim ma’lûmâtlardan anlatdım. Birkaç cümle de, Türkçe konuşdum. İmâm gözleriyle ordan birisine işâret ederek, benim Türkçeyi doğru konuşup konuşmadığımı sordu. O da, müsbet cevâb verdi. İmâmı iknâ etdiğim için çok sevinmişdim. Fekat, hayâl kırıklığına uğradım. Çünki, birkaç gün sonra, anladım ki, imâm efendi benden şübheleniyor ve benim Türk câsûsu olduğumu zan ediyordu. Dahâ sonra, Sultân tarafından ta’yîn edilen vâlî ile, aralarında ihtilâf ve adâvet olduğunu öğrendim.

Şeyh Ömer efendinin câmi’inden uzaklaşmak zorunda kalınca, orada müsâfir ve yabancıların kaldığı bir handa, oda kirâlayıp, oraya taşındım. Hanın sâhibi Mürşid efendi isminde ahmak bir adamdı. Her sabâh râhatımı kaçırır, sabâh ezânı okunur okunmaz, nemâza kaldırmak için gelip, kapımı sert bir şeklde çalardı. Onu dinlemeğe mecbûrdum. Binâenaleyh, ben de kalkar ve sabâh nemâzını kılardım. Sonra bana, (Sabâh nemâzını müteâkib, Kur’ân-ı kerîm okuyacaksın) derdi. Bir def’a, (Kur’ân-ı kerîmi okumak farz değildir. Ne diye bu kadar ısrâr ediyorsun?) dedim. Cevâben, (Bu vaktde uyumak, hana ve hanın sâkinlerine fakîrlik ve bedbahtlık getirir) dedi. Onun bu emrini de yerine getirmek mecbûriyyetindeydim. Zîrâ, böyle yapmadığım takdîrde, beni hanından kovacağını söylerdi. Onun için, ezândan hemen sonra, sabâh nemâzını kılar ve her gün, bir sâatden fazla, Kur’ân-ı kerîm okurdum.

Bir gün, Mürşid efendi bana gelerek, (Sen bu odayı kirâladıkdan sonra, başıma dertler geliyor. Ben bunu, senin uğursuzluğuna atf ediyorum. Zîrâ, sen bekârsın. Bekârlık ise, uğursuzlukdur. Sen yâ evleneceksin, yâhud hanı terk edeceksin) dedi. Ona, (Evlenebilecek kadar malım yokdur) dedim. Ahmed efendiye söylediğimi ona söyleyemiyordum. Zîrâ Mürşid efendi, doğru söyleyip söylemediğimi öğrenebilmek için, soyup avretimi kontrol edebilecek bir adamdı.

Böyle deyince, Mürşid efendi: (Ey za’îf îmânlı! Sen Allahın: (Eğer yoksul iseler, Allah onları lutfu ile zenginleşdirir)[1] meâlindeki âyetini okumadın mı?) dedi. Şaşırıp kaldım. Sonunda, (Evet ben evleneceğim. Fekat gerekli olan parayı te’mîn etmeğe hâzır mısın? Veyâ masrafsız bir kız bulabilir misin?) dedim.

Mürşid efendi, biraz düşündükden sonra, (Ben anlamam! Receb ayının başına kadar yâ evleneceksin, yâhud handan çıkacaksın) dedi. Receb ayının başına da yirmibeş gün kalmışdı.

Bu münâsebet ile, islâmî ayları zikr edeyim; Muharrem, Safer, Rebî’ulevvel, Rebî’ulâhir, Cemâziyülevvel, Cemâziyülâhir, Receb, Şa’bân, Ramezân, Şevvâl, Zilka’de ve Zilhicce. Onların ayları otuz günü geçmediği gibi, yirmidokuz günden de aşağı olamaz. Ve ay hesâbına dayanır.

Bir marangozun yanında iş bulup, Mürşid efendinin hanından çıkdım. Yemeğim ile yatmam, iş sâhibinin üzerinde olmak üzere, çok az bir ücret ile anlaşdık. Receb ayı dahâ gelmeden eşyâlarımı marangozun dükkânına taşıdım. Marangoz, Abdürrızâ isminde, Horasanlı bir şî’î olup, merd bir adamdı. Bana oğlu gibi davranıyordu. Onun yanında bulunma fırsatını değerlendirip, fârisî öğrenmeğe başladım. Her gün ikindi vakti, Îrânlı şî’îler, onun yanında toplanır, siyâsetden iktisâda kadar, her mevzû’da, konuşurlardı. Hem kendi hükûmetlerine, hem de İstanbuldaki Halîfeye çokça dil uzatırlardı. Yabancı bir adam geldiğinde, hemen sözü değişdirip, şahsî mes’elelerini konuşmaya başlarlardı.

Bana çok i’timâd ediyorlardı. Sonradan anladım ki, Türkçe bildiğim için, beni Âzerbaycan halkından zan ediyorlarmış.

Bizim marangoz dükkânına bir delikanlı arada bir uğrardı. İlm talebesi kıyâfetinde ve arabî, fârisî, türkçe biliyordu. İsmi (Muhammed bin Abdülvehhâb Necdî) idi. Bu delikanlı, son derece yüksekden konuşan ve gâyet asabî biriydi. Osmânlı hükûmetini çok şetm etdiği hâlde, Îrân hükûmetinin aleyhine konuşmazdı. Onun dükkân sâhibi Abdürrızâ ile dostluğunun sebebi, ikisi de İstanbuldaki Halîfeye muhâlif idiler. Fekat, sünnî olan bu delikanlı, fârisîyi nasıl biliyor ve şî’î olan Abdürrızâ ile nasıl arkadaşlık edebiliyordu? Bu şehrde sünnîler, şî’îler ile görüşür ve kardeş gibi görünürlerdi. Bu şehrin sâkinlerinin çoğu hem arabî, hem de fârisî biliyorlardı. Türkçe bilenler dahî çokdu.
devam edecek..
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
502
Puanları
83
Yaş
44
Allah razı olsun ellerine sağlık..
devamını sabırsızlıkla bekliyoruz...

selam ve dua ile..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Necdli Muhammed, zâhiren sünnî idi. Sünnîlerin çoğu, şî’îlerin aleyhinde konuşmalarına ve hattâ bir kısmı, şî’îleri tekfîr etmelerine rağmen, o hiç şî’îleri rencîde etmezdi. Necdli Muhammed, sünnîlerin dört mezhebinden birine tâbi’ olmağı îcâb etdiren, herhangi bir sebeb görmüyordu ve (Allahın kitâbında, bu mezhebler hakkında hiçbir delîl yokdur) diyordu. Bu husûsdaki âyet-i kerîmelerden tegâfül ediyor ve hadîs-i şerîflere ehemmiyyet vermiyordu.

Dört mezheb mes’elesine gelince: Sünnîler arasından, Peygamberleri olan Muhammed aleyhisselâmın ölümünden bir asr sonra, şu dört âlim zuhûr etdi: Ebû Hanîfe, Ahmed bin Hanbel, Mâlik bin Enes, Muhammed bin İdris Eş Şâfi’î. Ba’zı Halîfeler de, sünnîleri bu dört âlimden birini taklîd etmeğe zorladı. Bu dört âlimden başka hiç kimse, Kur’ân-ı kerîmde ve sünnetde ictihâd edemez, ya’nî ahkâm çıkaramaz dediler. Bu hareket, müslimânların ilm ve anlayış kapılarının kapanmasına sebeb olmuşdur. İslâmın duraklamasına, bu ictihâd yasağı sebeb gösteriliyor.

Şî’îler, mezheblerini yaymak için, bu yanlış sözlerden istifâde etmişlerdir. Şî’îler, Sünnîlerin onda biri kadar yok idi. Şimdi çoğalmış ve sünnîler kadar olmuşlardır. Bunun böyle olması tabî’îdir. Zîrâ ictihâd bir silâha benzer, İslâm fıkhını, ya’nî ahkâm bilgilerini gelişdirir, Kur’ân-ı kerîm ve sünnet anlayışını yeniler. İctihâd yasağı da, çürümüş silâh gibidir. Ahkâmı belirli bir çerçevede bırakır. Bu ise, anlayış kapısını kapayıp, zemânın ihtiyâclarına kulak tıkamakdır. Senin silâhın çürük, düşmanınki mükemmel ise, er geç bir gün, o düşmana mağlûb olmağa mahkûmsun. Zan ediyorum ki, yakın bir gelecekde, ehl-i sünnetin akllıları ictihâd kapısını açacaklardır. Bu işi yapmadıkları takdîrde, birkaç asr sonra, onlar azınlık, şî’îler ise ekseriyyet olacaklardır[1].

[Ehl-i sünnetin dört mezhebinin îmânları, i’tikâdları, inandıkları şeyler, birbirlerinin aynıdır. Aralarında hiç fark yokdur. Ayrılıkları yalnız ibâdetlerdedir. Bu da, müslimânlara bir kolaylıkdır. Şî’îler ise, îmânda oniki fırkaya ayrılmışlar, çürük silâh olmuşlardır. Bunlar, (Milel ve Nihal) kitâbında uzun yazılıdır.]

Kendini beğenmiş Necdli genç Muhammed, Kur’ânı ve sünneti anlama husûsunda, nefsine uyardı. Sâdece kendi zemânındaki âlimlerin ve dört mezheb imâmının görüşlerini değil, Ebû Bekr, Ömer gibi sahâbe büyüklerinin de görüşlerini hiçe sayardı. Kur’ânın bir âyetini onlara muhâlif zan etdiği zemân: Peygamber: (Ben size Kur’ânı ve sünneti bırakdım) demişdir. (Ben size Kur’ânı, sünneti ve sahâbe ve mezheb âlimlerini bırakdım) dememişdir[1]. Binâenaleyh, herkese farz olan, mezheb görüşlerine, sahâbe ve âlimlerin söylediklerine ne kadar muhâlif de olsa, Kur’âna ve sünnete tâbi’ olmakdır[2], derdi.

Abdürrızânın evindeki yemek sohbetinde, Necdli Muhammed ile, yine orada müsâfir olan Kumlu Şeyh Cevâd isminde, bir şî’î âlim arasında şöyle bir münâkaşa geçdi:

Şeyh Cevâd—Alînin müctehid olduğunu kabûl etdiğin hâlde, niye şî’îler gibi ona tâbi’ olmuyorsun?

Necdli Muhammed—Zîrâ Alî de, Ömer ve başka sahâbîler gibidir. Sözü huccet olamaz, ancak Kur’ân ve sünnet huccet olur. [Hâlbuki, Eshâb-ı kirâmın hepsinin sözleri huccetdir. Peygamberimiz, onlardan herhangi birine tâbi’ olmamızı emr etdi[3].]

Şeyh Cevâd—Peygamberimiz, (Ben ilmin şehri, Alî de kapısıdır) dediğine göre, Alî ile diğer sahâbîlerin arasında bir fark olması lâzım gelmez mi?

Necdli Muhammed—Alînin sözü huccet olsaydı, Peygamber, (Ben size Kur’ân, sünnet ve Alîyi bırakdım) demez miydi?

Şeyh Cevâd—Evet öyle demiş sayılır. Zîrâ, bir hadîs-i şerîfde, (Allahın kitâbını ve Ehl-i beyti bırakıyorum) demişdir. Alî ise, Ehl-i beytin en büyüğüdür.

Necdli Muhammed, Peygamberin böyle söylediğini inkâr etdi.

Şeyh Cevâd da, Necdli Muhammedi, iknâ’ edici delîllerle susdurdu.

Fekat Necdli Muhammed, i’tirâz ederek: (Siz Peygamberin, (Ben size Allahın kitâbını ve ehl-i beytimi bırakıyorum) dediğini iddiâ ediyorsunuz. Peki, Resûlullahın sünneti nerde kaldı?) dedi.

Şeyh Cevâd—Resûlullahın sünneti, Kur’ânın îzâhıdır. Resûlullah, (Allahın kitâbını ve ehl-i beytimi bırakıyorum) demişdir. Allahın kitâbından, onun îzâhı olan sünneti de kasd edilmişdir.

Necdli Muhammed—Ehl-i beytin sözleri Kur’ânın îzâhı olduğuna göre, hadîslerle îzâha ne lüzûm olabilir?

Şeyh Cevâd—Hazret-i Peygamber vefât etdiği zemân, Onun ümmeti, zemânının ihtiyâclarına cevâb verecek bir Kur’ân tefsîrine, ihtiyâc duydular. İşte bundan dolayıdır ki, hazret-i Peygamber ümmetine, asl olan Kur’âna ve yeni zemânın ihtiyâclarına cevâb verecek, Kur’ânı tefsîr eden Ehl-i beytine tâbi’ olmağı emr etmişdir.

Bu münâkaşa çok hoşuma gitdi. Necdli Muhammed, yaşlı Şeyh Cevâd karşısında, avcının elindeki serçe gibi, hareket edemez oldu.

Aradığımı Necdli Muhammedde bulmuşdum. Zîrâ, onun muâsırı âlimlere saygısızlığı, dört Halîfeye dahî ehemmiyyet vermeyişi, Kur’ânı ve sünneti anlama husûsunda müstakil bir görüşe sâhib oluşu, onu avlayıp elde etmek için, en za’îf noktalarındandı. Bu mağrûr genç nerede, o Türkiyede yanında okuduğum Ahmed efendi nerede! O âlim, selefleri gibi, dağa benziyordu. Hiç bir güç, onu yerinden oynatamazdı. Ebû Hanîfenin ismini zikr etmek istediği zemân, kalkar abdest alırdı. (Buhârî) nâmındaki hadîs kitâbını eline almak istediği zemân, yine abdest alırdı. Sünnîler, bu kitâba son derece i’timâd ederler.

Necdli Muhammed ise, Ebû Hanîfeyi çok hafîfe alırdı ve (Ben Ebû Hanîfeden dahâ iyi biliyorum) derdi[1]. Ayrıca (Buhârî) kitâbının yarısının bâtıl olduğunu iddiâ ederdi[2].

...........
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
502
Puanları
83
Yaş
44
Allah razı olsun..

selam ve dua ile..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
[Hempherin itirâflarını türkçeye terceme ederken, aşağıdaki hâdiseyi hâtırladık: Bir lisede muallim idim. Dersde, bir talebem, (Hocam, harbde ölen müslimân şehîd olur mu?) dedi. (Evet olur) dedim. (Peygamber bunu haber verdi mi?) dedi. (Evet) dedim. (Denizde boğulursa da, şehîd olur mu?) dedi. (Evet olur. Hem de sevâbı dahâ çok olur) dedim. (Tayyâreden düşerse de, şehîd olur mu?) dedi. (Evet olur) dedim. (Peygamberimiz bunları da haber verdi mi?) dedi. (Evet, haber verdi) dedim. Bir kahraman edâsı ile ve gülerek, (Hocam! O zemân tayyâre var mı idi?) dedi. (Yavrum! Peygamberimizin 99 ismi var. Her bir ismi, bir güzel sıfatını bildirmekdedir. Bir ismi, (Câmiul-kelim)dir. Çok şeyleri, bir kelime ile bildirirdi. İşte Peygamberimiz, (Yüksekden düşen şehîd olur) buyurdu) dedim. Bu cevâbımı çocuk hayret ve şükrân ile karşıladı. Bunun gibi, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, çok kelimeler ve hükmler, yanî emrler ve yasaklar vardır ki, herbiri, muhtelif manâları bildirmekdedir. Bu manâları bulmağa ve aralarından lâzım olanı seçmeğe (İctihâd) etmek denir. İctihâd yapabilmek için, derin âlim olmak lâzımdır. Bunun için, Sünnîler, câhillerin ictihâd yapmalarını yasak etmişdir. Bu, ictihâdı yasak etmek değildir. Hicretden dört asr sonra, mutlak müctehid [derin âlim] hiç yetişmediği için, ictihâd yapılmamış, ictihâd kapısı kendiliğinden kapanmışdır. Kıyâmete yakın, Îsâ aleyhisselâm gökden inecek ve Mehdî çıkacak, ictihâd yapacaklardır.

Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, (Benden sonra, müslimânlar yetmişüç fırkaya ayrılacak. Yalnız birisi Cennete gidecekdir) buyurdu. (O bir fırka kimlerdir) denildikde, (Bana ve Eshâbıma tâbi olanlardır) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde de, (Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyete erersiniz!) yanî doğru yola, Cennete götüren yola kavuşursunuz buyurdu. Abdüllah bin Sebe isminde Yemenli bir yehûdî, islâmiyyeti içerden yıkmak için, müslimânlar arasına Eshâb düşmanlığı sokdu. Bu yehûdîye aldanarak, Eshâb-ı kirâma düşman olan câhillere (Şîî) denildi. Hadîs-i şerîflere uyarak, Eshâb-ı kirâmı sevenlere ve onlara tâbi olanlara da (Sünnî) denildi.]

Ben, Necdli Muhammed bin Abdülvehhâb ile çok yakın bir arkadaşlık kurdum. Dâimâ onu övüyordum. Bir gün ona: (Sen Ömer ve Alîden dahâ büyüksün. Peygamber şimdi hayâtda olsaydı, onları değil seni kendine halîfe tayîn ederdi. Ben, İslâmın senin elin üzerinde yenilenmesini ve yükselmesini umuyorum. İslâmı cihâna yayacak yegâne [biricik] âlim sensin) dedim.

Abdülvehhâb oğlu Muhammed ile Kur'ânı, sahâbenin, mezheb imâmlarının ve müfessirlerin tefsîrlerine muhâlif bir şeklde, temâmen kendi fikrlerimize göre tefsîr etmeği kararlaşdırdık. Kur'ânı okuyor ve bazı âyetler üzerinde konuşuyorduk. Bundan maksadım, Muhammedi tuzağa düşürmek idi. Zâten o da, kendini inkılâbcı olarak göstermek ve dahâ fazla itimâdımı kazanmak için, görüş ve fikrlerimi memnûniyyet ile karşılardı.

Bir kerre, (Cihâd farz değildir) dedim.

Allah, (Kâfirler ile harb edin)[1] buyurduğu hâlde, nasıl farz olmasın? dedi.

Ben, öyleyse Allah (Kâfirler ile ve münâfıklar ile cihâd et)[2] buyurduğu hâlde, niye Peygamber münâfıklarla cihâd etmedi, dedim. [Hâlbuki, kâfirlerle yirmiyedi kerre cihâd yapdığı (Mevâhibü ledünniyye)de yazılıdır. Kılınçları İstanbulda, müzede teşhîr edilmekdedir. Münâfıklar müslimân görünürlerdi. Gündüzleri Mescid-i nebevîde Resûlullah ile nemâz kılarlardı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem onları bilirdi. Fekat hiç birine, sen münâfıksın demedi. Harb edip, onları öldürseydi, (Muhammed aleyhisselâm kendine îmân edenleri öldürdü) denilirdi. Bunun için münâfıklarla (söz) ile cihâd yapdı. Çünki, farz olan cihâd, beden ile, mal ile ve söz ile yapılır. Yukarıdaki âyet-i kerîme, kâfirlerle ve münâfıklarla cihâd yapılmasını emr ediyor. Bu cihâdın, nasıl yapılacağı açıklanmıyor. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, kâfirlerle cihâdı, harb ederek, münâfıklarla cihâdı, vaz ve nasîhat ederek yapdı.]

O, (Peygamber dili ile onlarla cihâd etmişdir) dedi.

Ben, (Farz olan cihâd, dil ile olanı mıdır?) dedim.

O, (Resûlullah, kâfirlerle muhârebe etmişdir) dedi.

Ben, (Peygamber, kâfirlerle, kendini müdâfea için cihâd etdi. Zîrâ kâfirler Onu öldürmek istiyorlardı) dedim.

Evet manâsında, başını salladı.

Bir kerre, ona (müt'a) nikâhı câizdir dedim.

O, (câiz değildir) dedi.

Ben, (Allah, (Onlardan fâidelendiğinize mukâbil, karârlaşdırılmış olan mehrlerini verin)[1], buyuruyor) dedim[2].

O, (Ömer, Peygamber zemânında mevcûd olan iki müt'ayı yasak etdi ve onu yapanı cezâlandıracağını bildirdi) dedi.

Ben, (Sen hem, Ömerden dahâ iyi biliyorum diyor, hem de ona tâbi oluyorsun. Kaldı ki Ömer, Peygamber halâl ediyordu, ben yasaklıyorum demişdir)[3]. Sen niye Kur'ân ile Peygamberin sözünü bırakıp, Ömerin sözünü tutuyorsun) dedim.

O cevâb vermedi. Anladım ki, iknâ oldu.

O an, Necdli Muhammedin canının kadın istediğini biliyordum, kendisi bekâr idi. Ona, (Gel Müt'a nikâhı ile birer kadın alalım. Onlarla eğleniriz) dedim. Başını sallayarak kabûl etdi. Bu fırsatı büyük bir ganîmet bildim ve ona eğlencelik bir kadın bulmağa söz verdim. Benim gâyem, onun insanlardan olan korkusunu kırmakdı. Fekat o, bu işin aramızda sır olarak kalmasını ve ismini dahî kadına söylemememi şart koşdu. Alelacele, orada müslimân gençleri ifsâd etmek için, Müstemlekeler nâzırlığı tarafından gönderilen, hırıstiyan kadınların yanına gitdim. Onlardan birine meseleyi anlatdım. Kabûl edince, ona Safiyye ismini verdim. Necdli Muhammedi onun evine götürdüm. Evde sâdece Safiyye vardı. Necdli Muhammed için bir haftalık nikâh akdini yapdık. O da kadına (Mehr) olarak biraz altın verdi. Ben dışardan, Safiyye içerden, Necdli Muhammedi aldatmağa başladık.

Safiyye, Necdli Muhammedi iyice eline aldı. Zâten, o da, ictihâd ve fikr hürriyyeti behânesi ile, islâmiyyetin emrlerine karşı gelmenin nefsânî tadını duymuşdu.
............
 

fkarakılıç

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 Şub 2009
Mesajlar
4
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
yıllar önce okumaya başladım ama hala bitiremedim çok üzüldüğüm için yarıda kaldı bu vesile ile bitiririm belkide herkesin okumasını tavsiye ederim. Allah'a emanet olun.
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Müt'a nikâhının üçüncü gününde, içkinin harâm olmadığına dâir uzun uzadıya onunla münâkaşa etdim. O ne kadar harâm olduğuna dâir âyet ve hadîs getirdiyse, hepsini ibtâl etdim ve en son, Yezîd, Emevî ve Abbâsî halîfelerinin içki içdiği bir gerçekdir. Hepsi dalâletde de, sen mi doğru yoldasın? Şübhesiz onlar, senden dahâ iyi Kur'ânı ve sünneti bilirlerdi. Kur'ân ve sünnetden, içkinin harâm değil de mekrûh olduğunu anlamışlardır. Yehûdî ve hıristiyanların kitâblarında da, içkinin mubâh olduğu yazılıdır. Bütün dinler Allahın emrleridir. Hattâ rivâyete göre, Ömer, (Siz hepiniz vazgeçdiniz değil mi?)[1] âyeti nâzil oluncaya kadar, içki içmişdir. Şâyed harâm olsaydı, Peygamber onu cezâlandırırdı. Peygamber onu cezâlandırmadığına göre, içki halâldir) dedim. [Hâlbuki Ömer radıyallahü anh, harâm edilmeden evvel içerdi. Harâm edilince, aslâ içmedi. Emevî ve Abbâsî halîfelerinden bazılarının alkollü içki içmesi, alkollü içkinin mekrûh olduğunu göstermez. Kendilerinin fâsık olduklarını, harâm işlediklerini gösterir. Çünki, câsûsun söylediği âyet-i kerîme ve diğer âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, alkollü içkinin harâm olduğunu bildirmekdedir. (Riyâdun-nâsıhîn)de diyor ki, (Başlangıcda şerâb içmek câiz idi. Hazret-i Ömer, Sad ibni Vakkas, sahâbînin bir kısmı içerlerdi. Sonra, Bekara sûresinin 219. cu âyeti inerek, günâhının çok olduğu bildirildi. Dahâ sonra, Nisâ sûresinin 42. ci âyeti gelerek, (Serhoş iken nemâza yaklaşmayınız!) buyuruldu. Nihâyet, Mâide sûresinin 93. cü âyeti gelerek, şerâb harâm oldu. Hadîs-i şerîfde, (Çoğu serhoş edenin, azı da harâmdır) ve (Şerâb günâhların en büyüğüdür) ve (Şerâb içen ile arkadaşlık etmeyiniz! Cenâzesine gitmeyiniz! Ondan kız alıp vermeyiniz!) ve (Şerâb içmek, puta tapmak gibidir) ve (Şerâb içene, satana, yapana, verene, Allahü teâlâ lanet etsin) buyuruldu.)]

Necdli Muhammed: (Bazı rivâyetlere göre, Ömer içkiyi su ile karışdırarak içiyormuş ve serhoş etmez ise, harâm değildir, diyormuş. Ömerin görüşü doğrudur, çünki, Kur'ânda deniliyor ki, (Şeytân, içki ve kumar ile aranıza adâvet ve buğz sokmak ve Allahın zikrinden ve nemâzdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz değil mi?)[1]. İçki sarhoş etmediği zemân, âyetde bildirilen günâhlara sebebiyyet vermez. Binâenaleyh, içki sarhoş etmediği zemân, harâm değildir)[2] dedi.

Aramızda geçen bu içki ile alâkalı münâkaşayı Safiyyeye bildirdim ve ona çok kuvvetli bir içki içirmesini tenbîh etdim. Sonra, dedi ki: (Senin dediğini yapdım, içkiyi içirdim, oynadı ve o gece bir kaç sefer benimle berâber oldu.) İşte böylece, Safiyye ile birlikde, Necdli Muhammedi iyice ele geçirdik. Müstemlekeler nâzırı ile vedâlaşdığım zemân bana: (Biz İspanyayı kâfirlerden [Müslimânları kasdediyor] içki ve zinâ ile aldık. Yine bu iki büyük kuvvet ile, diğer bütün topraklarımızı da geri alalım), demişdi. Bu sözünde ne kadar haklı olduğunu şimdi anlıyorum.

Bir gün Necdli Muhammede oruc meselesini açdım: (Kur'ânda, (Oruc tutmanız, sizin için dahâ hayrlıdır)[3] deniliyor. Farz olduğu söylenmiyor. Öyleyse, oruc islâm dîninde sünnetdir, farz değildir) dedim. Bu teklifime itirâz edip, (Beni dînimden mi çıkarmak istiyorsun?) dedi. Ben de, ona: (Din, kalbin temizliği, rûhun selâmeti ve başkasının hakkına tecâvüz etmemekdir. Peygamber, (Din sevgidir) dememiş mi? Allah da, Kur'ân-ı kerîmde, (Sana yakîn hâsıl oluncaya kadar Rabbine ibâdet et!)[1], buyurmamış mı?[2] Öyle ise, insana, Allah ile kıyâmet günü hakkında yakîn hâsıl olup, kalbi iyi, ameli de temiz olduğu zemân, insanların en fazîletlisi olur) dedim. Bu sözlerime mukâbil, (Hayır, doğru değildir) manâsında, başını salladı.

Bir kerre ona dedim ki: (Nemâz farz değildir). (Nasıl farz değildir?) dedi. Cevâben, (Allah Kur'ânda, (Beni anmak için nemâz kıl)[3], buyuruyor. Öyle ise, nemâzdan maksad, Allahı anmakdır. Binâenaleyh nemâz kılmak yerine, Allahı anabilirsin) dedim.

O da, (Evet bazı kimseler, nemâz vaktlerinde nemâz yerine Allahı zikr ediyorlarmış)[4] dedi. Ben de, onun bu sözüne çok sevinmişdim. Bu fikri ileri götürmeğe çok çalışdım ve onun kalbini ele geçirdim. Sonra bakdım ki, nemâza ehemmiyyet vermiyor. Bazen kılıp, bazen kılmıyor. Bilhâssa sabâh nemâzlarını çok kaçırıyordu. Zîrâ, gece ortasına kadar onunla konuşarak, uyumasına mâni oluyordum. Sabâhları da, hâlsiz olduğu için, nemâza kalkamıyordu.

Necdli Muhammedin omuzundan îmân libâsını yavaş yavaş indirmeğe başladım. Bir gün, Peygamber hakkında da onunla münâkaşa etmek istedim. (Bundan sonra, bu mevzûlarda, benimle konuşursan, aramız açılır ve seninle alâkamı keserim) dedi. Bunun üzerine, bütün muvaffakıyyetimin bir anda zâil olacağı korkusundan, Peygamber hakkında konuşmakdan vazgeçdim.

Sünnîlik ve şîîliğin hâricinde, kendisine bir yol tutmasını telkîn etdim. O da, bu fikrime ehemmiyyet veriyordu. Zîrâ mağrûr birisiydi. Onun yularını Safiyye sâyesinde, ele geçirdim.

Bir kerre de, (Peygamber eshâbını birbirine kardeş yapmış, doğru mu?) dedim. (Evet), dedi. Bunun üzerine, (İslâmın ahkâmı geçici mi, devâmlı mı?) dedim. (Devâmlıdır. Zîrâ Peygamber Muhammedin halâlı kıyâmet gününe kadar halâl, harâmı da kıyâmet gününe kadar harâmdır) dedi. Ben de (Öyleyse gel seninle kardeş olalım) dedim ve onunla kardeş olduk.

O günden sonra, ondan hiç ayrılmadım. Sefere çıkdığında dahî berâberdik. Kendisine çok ehemmiyyet verirdim. Zîrâ, gençliğimin en kıymetli günlerini vererek ekdiğim ağaç, meyvesini vermeğe başlamışdı.

Londraya, Müstemlekeler nâzırlığına her ay bir rapor gönderirdim. Gelen cevâblar çok cesâret verici ve teşvîk edici idi. Necdli Muhammed, kendisine çizdiğim yolda yürüyordu.

Benim vazîfem ona, istiklâl, hürriyyet ve şübheciliği aşılamakdı. İstikbâlinin çok parlak olacağını söyler ve onu çok överdim.

Bir gün, şöyle bir rüyâ uydurdum: (Dün gece Peygamberimizi rüyâda gördüm. Hocalardan duyduğum sıfatlarını da söyledim. Bir kürsîde oturuyordu. Etrâfında, hiç tanımadığım âlimler vardı. Siz girdiniz. Yüzünüz nûr gibi parlıyordu. Peygamberin yanına vardığınızda, Peygamber yerinden kalkdı ve her iki gözünüzün arasını öpdü. Ve sen benim adaşım, ilmimin vârisisin, din ve dünyâ işlerinde, benim vekîlimsin dedi. Sen dedin ki, Yâ Resûlallah! Ben ilmimi insanlara açıklamakdan korkuyorum? Peygamber cevâben, sen en büyüksen, hiç korkma dedi.)

Muhammed bin Abdülvehhâb, rüyâyı duydukdan sonra, sevincinden uçuyordu. Bir kaç defa doğru söyleyip söylemediğimi sordu. Ben de, her seferinde, yemîn ederek, doğrudur dedim. O da, doğru söylediğime emîn oldu. Zan ediyorum ki, o günden sonra, aşıladıklarımı açıklamağa, yeni bir mezheb kurmağa karâr verdi[1].
................
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
502
Puanları
83
Yaş
44
ellerine sağlık..
Allah razı olsun..ne güzel bir şey yapıyorsun..
Rabbim yar ve yardımcın olsun inşallah..
selam ve dua ile..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Allah razı olsun ellerine sağlık..
devamını sabırsızlıkla bekliyoruz...
Amin Cümlemizden kardeşim Allahü teala razı olsun.Gelicek kardeşim bekleyin...
selam ve dua ile
..

Estağfirullah kardeşim siz saolun.
Allah razı olsun..

selam ve dua ile..
Amin kardeşim saolasın.
yıllar önce okumaya başladım ama hala bitiremedim çok üzüldüğüm için yarıda kaldı bu vesile ile bitiririm belkide herkesin okumasını tavsiye ederim. Allah'a emanet olun.

Evet kardeşim insan üzülüyor ama artık uyanık olup bu oyunları görmenin zamanı herkes gözlerini açsın artık uyansın islam alemi de yapılan oyunların perde arkasını görüp silkelensin İnşallahü teala..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Birinci Kısm
BEŞİNCİ FASL

Necdli Muhammed ile çok samîmî olduğumuz bu günlerde, şî’îlerin en çok sevdiği, aynı zemânda onların ilm ve rûhâniyyet merkezi (Kerbelâ) ve (Necef) şehrlerine gitmek için Londradan emr geldi. Necdli Muhammed ile görüşmemize son vermeğe, Basradan ayrılmağa mecbûr oldum. Fekat, bu câhil ve ahlâkı bozulan adamın, ileride yeni bir fırka kuracağına ve islâmiyyetin içerden yıkılmasına sebeb olacağına ve bu fırkanın bozuk inanclarını hâzırlamış olduğuma sevinerek, Basradan ayrıldım.

Sünnîlerin dördüncü, şî’îlerin ise, birinci halîfesi olan Alî Necefde defn edilmişdir. Necefe bir fersah, ya’nî yürüyerek bir sâat uzaklıkdaki (Kûfe) şehri, Alînin hilâfet merkezi idi. Alî öldürülünce, oğulları Hasen ve Hüseyn, onu Kûfenin hâricinde ve şu anda Necef denilen yerde defn etdiler. Sonra, Necef inkişâf etmeğe, Kûfe ise yıkılmağa başladı. Şî’î din adamları Necefde toplandı. Evler, çarşılar, medreseler yapıldı.

İstanbuldaki Halîfe, bunlara ihsânda bulunuyordu. Çünki:

1- Îrândaki şî’î hükûmet, Necefdeki şî’îleri destekliyordu. Halîfe, onların işlerine karışsaydı, her iki hükûmet arasındaki münâsebetler gerginleşir, hattâ harb dahî vâkı’ olabilirdi.

2- Necef havâlîsinde şî’îleri destekleyen bir çok silâhlı aşîret vardı. Silâhları ve teşkilâtları pek ehemmiyyetli olmamakla berâber, halîfe, o aşîretlerle harbe girebilirdi.

3- Necefdeki şî’îler, Hindistân, Afrika ve bütün dünyâdaki şî’îlerin merci’leri idi. Halîfe, bunlara dokunduğu zemân, bütün şî’îler galeyâna gelirdi.

Peygamberin torunu, ya’nî kızı Fâtımanın oğlu Hüseyn bin Alî, Kerbelâda şehîd edilmişdir. Irâk ehli, Hüseyni Medîneden kendilerine halîfe seçmek için çağırdılar. O ve âilesi Kerbelâ toprağına vardıklarında Irâk ehli caydılar. Şâmda oturan Emevî halîfesi Yezîd bin Muâviyenin emri ile, onu yakalamağa çıkdılar. Hüseyn, âilesi ile birlikde, Irâk ordusuna karşı ölünceye kadar, kahramanca muhârebe etdi. Irâk ordusu gâlib geldi. O günden sonra, şî’îler Kerbelâyı rûhânî bir merkez olarak kabûl etdiler ve her yerden gelip, orada toplanırlar ki, bizim hıristiyanlık dîninde onun bir benzeri yokdur.

Kerbelâ, şî’îlerin bir şehri olup içinde şî’a medreseleri vardır. O ve Necef, birbirini desteklerler. Bu iki şehre gitmek emrini alınca, Basradan Bağdâda, oradan da, Fırat nehrinin kenârında bulunan “Hulle” şehrine gitdim.

Dicle ve Fırat Türkiyeden gelip, Irâkı yararak Basra körfezine dökülürler. Irâkın zirâat ve refâhı, bu iki nehre borçludur.

Ben Londraya döndükden sonra, Müstemlekeler nâzırlığına gerekdiği zemân, Irâka teklîflerimizi kabûl etdirmek için, bu iki nehrin yataklarını değişdirecek bir plân yapmasını teklîf etdim. Zîrâ, su Irâkdan kesilince, bizim isteklerimizi kabûl etmeğe mecbûr olur.

Hulleden Necefe, Âzerbaycanlı bir tüccâr kıyâfetinde gitdim. Şî’î din adamlarıyla arkadaşlık ve samîmiyyet kurdum ve onları aldatmağa başladım. Onların ders halkalarına katıldım. Sünnîlerin çalışdıkları gibi, fen bilgilerine çalışmadıkları ve onlardaki güzel ahlâka mâlik olmadıklarını gördüm. Meselâ:

1- Osmânlı hükûmetine son derece düşmandılar. Çünki, onlar şî’î, Türkler sünnî idi. Sünnîlere kâfir diyorlardı.

2- Şî’î âlimleri, tıpkı bizim duraklama devrindeki papazlarımız gibi, kendilerini tamâmen dînî ilmlere vermiş, dünyevî ilmlerle çok az ilgileniyorlardı.

3- İslâmiyyetin hakîkatinden, ulviyyetinden ve fen ve teknikdeki terakkîlerden haberleri yokdu.

Kendi kendime dedim ki, şî’îler ne zevallı insanlardır. Bütün dünyâ uyanık iken, bunlar uyuyorlar. Bir gün gelecek bir sel gelip onları götürecek. Bir kaç kerre, onları halîfeye isyân etmek için teşvîk etdim. Beni maalesef dinleyen olmadı. Ba’zıları, bana gülüyordu. Sanki, onlara göre dünyâyı yıkın diyordum. Çünki onlar, Hilâfete zapt edilmesi mümkin olmayan bir kal’a gibi bakıyorlardı. Onlara göre, ancak beklenilen Mehdî geldiği zemân, Hilâfetden kurtulabilirlerdi.
.................
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
502
Puanları
83
Yaş
44
Hulleden Necefe, Âzerbaycanlı bir tüccâr kıyâfetinde gitdim. Şî’î din adamlarıyla arkadaşlık ve samîmiyyet kurdum ve onları aldatmağa başladım. Onların ders halkalarına katıldım. Sünnîlerin çalışdıkları gibi, fen bilgilerine çalışmadıkları ve onlardaki güzel ahlâka mâlik olmadıklarını gördüm.

Ellerine sağlık...Allah razı olsun.
Allah bizi gerçek iman eden ve gerçekten de Allahın emirlerini ve
Resulullahın(s.a.v) tebliğ ettiklerini nalayan yaşayan ve yaşatmak için mücadele eden kullarının safına alsın..
selam ve dua ile.
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Onlara göre, Mehdî, İslâm Peygamberinin soyundan gelen ve hicrî 255 senesinde gözlerden gayb olan, on ikinci imâmlarıdır. O, şimdi hayâtda imiş ve bir gün zuhûr edecek, zulm ve haksızlıkla dolan bu dünyâyı adâlet ile dolduracakmış.

Hayret ediyorum! Şî’îler nasıl olur da, bu hurâfelere inanırlar. Bu, biz hıristiyanların inandığı (Îsâ gelecek, dünyâyı adâlet ile dolduracak) hurâfesine benziyordu.

Bir gün onlardan birisine: (İslâm Peygamberinin yapdığı gibi, sizin de zulmü önlemeniz farz değil mi?) dedim. Cevâben dedi ki: (Allah Ona yardım ediyordu. Bunun için zulmü önlemeği başardı). Dedim ki, (Kur’ânda (Siz Allahın dînine yardım ederseniz, O da size yardım eder)[1]) yazılıdır. Siz de şâhlarınızın zulmü karşısında kılıcınıza sarılırsanız, Allah size de yardım eder). Cevâbı şuydu: (Sen bir tüccarsın, bunlar ise, ilmî mevzû’lardır, akl erdiremezsin).

Emîr-ül-mü’minîn Alînin türbesi çok tezyîn edilmiş. Güzel bir avlusu, altın kaplamalı büyük bir kubbesi ve iki büyük minâresi vardı. Her gün bu türbeyi çok sayıda şî’î ziyâret eder. Cemâ’at ile nemâz kılarlar. Ziyâretçilerin her biri, önce eşiğine eğilir, onu öper. Sonra, kabre selâm verirdi. Evvelâ, izn ister, sonra girerlerdi. Türbenin büyük bir avlusu ve bu avluda, din adamları ile ziyâretçiler için bir çok oda vardı.

Kerbelâda Alînin türbesine benzer, iki türbe vardı. Birincisi Hüseyne, ikincisi ise, onunla berâber Kerbelâda şehîd olan kardeşi (Abbâs)a âiddir. Şî’îler Necefde yapdıklarının aynını (Kerbelâ)da da yapıyorlardı. Kerbelânın iklîmi Necefinkinden dahâ güzeldi. Etrâfında güzel bahçeler ve akarsular vardı.

Irâk seferimde kalbimi ferahlandıran bir manzara ile karşılaşdım. Ba’zı hâdiseler, Osmânlı hükûmetinin sonunun yaklaşdığını haber veriyordu. Zîrâ, İstanbul hükûmeti tarafından ta’yîn edilen vâlî, câhil ve zâlim bir adamdı. Canının istediği gibi hareket ederdi. Halk ondan râzı değildi. Sünnîler, vâlî onların hürriyyetlerini tahdîd etdiği ve onlara kıymet vermediği için, şî’îler ise, kendi aralarında vilâyete lâyık olan, Peygamberin soyundan seyyidler ve şerîfler varken, bir Türk vâlî tarafından idâre edilmekden râhatsızlardı.

Şî’îlerin hâli, çok vahîm idi. Pislik ve yıkıntılar içinde yaşıyorlardı. Yollar emniyyetsizdi. Yol kesenler dâimâ kervanları gözlüyorlar. Berâberlerinde asker olmayınca, hemen saldırıyorlardı. Bunun için, hükûmet onlarla birlikde bir müfreze asker göndermedikçe, kâfileler sefere çıkamıyordu.

Şî’î aşîretler arasında kavgalar çokdu. Her gün birbirlerini öldürüp yağmalıyorlardı. Cehâlet korkunç bir şeklde yaygındı. Şî’îlerin bu hâli, kilisenin Avrupayı istilâ etdiği zemânları bana hâtırlatıyordu. Necef ve Kerbelâdaki din adamları ve onlara bağlı bir ekalliyyet hâricinde, her bin şî’îden bir okur yazar çıkmıyordu.

İktisâdî hayât temâmen çökmüş, insanlar fakr-u zarûret içinde kıvranıyorlardı. Devlet çarkı da, dönmez hâle gelmişdi. Şî’îler, hükûmete hiyânet ediyorlardı.
Devlet ile halk, birbirlerine şübhe ile bakıyordu. Bunun için, aralarında yardımlaşma yokdu. Şî’î din adamları, kendilerini sünnîleri kötülemeğe vermiş, dünyâ ilmlerinden elini eteğini çekmişlerdi.

Kerbelâda ve Necefde dört ay kadar kaldım. Necefde çok şiddetli bir hastalık geçirdim. Hattâ, kendimden ümmîdi kesdim. Üç hafta hasta kaldım. Bir doktora gitdim. Bana ba’zı ilâclar verdi. İlâçları içince sihhatim düzelmeğe başladı. Hastalığım müddetince, yerin dibinde bir odada kalıyordum. Benim ev sâhibim, râhatsızlığım sebebi ile, az bir ücret karşılığında, ilâc ve yemek yapıyor ve bana hizmet etmekden büyük sevâb bekliyordu. Zîrâ, sözde ben Emîr-ül-mü’minîn Alînin ziyâretçisiydim. Hastalığımın ilk günlerinde, tabîb sâdece tavuk suyu içmemi söyledi. Sonra, etinden de yimeme müsâade etdi. Üçüncü hafta pirinç çorbası yidim. İyileşdikden sonra, Bağdâda gitdim. Necef, Hulle, Bağdâd ve yoldaki müşâhedelerimle alâkalı yüz sahîfelik uzun bir rapor hâzırladım. Raporu Müstemlekeler nezâretinin Bağdâddaki mümessiline teslîm etdim. Irâkda mı kalacağım, yoksa Londraya mı döneceğim husûsunda nâzırlıkdan emr bekledim.

Londraya dönmek istiyordum. Zîrâ, uzun zemân gurbetde idim. Vatanımı ve âilemi çok özlemişdim. Bilhâssa, benden sonra hayâta gözlerini açan oğlum Rasbutini görmek istiyordum. Bundan dolayı, raporumla berâber, nâzırlıkdan kısa bir müddet için bile olsa, Londraya dönmek için izn taleb etdim. Üç senelik Irâk seferimle alâkalı intiba’larımı şifâhen anlatmak ve biraz istirâhat etmek istiyordum.

.......................
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
502
Puanları
83
Yaş
44
Allah razı olsun ellerine sağlık..
çok güzel oluyor ne fazla uzun ne de nasiplenmekten mahrum..
çünkü bir yandan çalışıyoruz bir yandan forumlardan geri kalmak istemiyoruz..
Rabbim yardımcımız olsun...
selam ve dua ile..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Nâzırlığın Irâkdaki mümessili, kimse şübhelenmesin diye, kendisine fazla uğramamamı ve Dicle nehrinin kıyısındaki hanların birinde, bir oda kirâlamamı tenbîh etdi ve (Londradan posta geldiği zemân, nâzırlığın cevâbını sana bildireceğim) dedi. Ben Bağdâdda kaldığım zemân, Hilâfetin merkezi İstanbul ile Bağdâd arasındaki ma’nevî uzaklığı müşâhede etdim.

Basradan Kerbelâ ve Necefe gitdiğimde, Necdli Muhammed, kendisine gösterdiğim yoldan sapacak diye, çok üzülüyordum. Zîrâ o, çok mütehavvil ve çok asabî idi. Onun üzerinde inşa etdiğim bütün emellerimin zâyi’ olacağından korkuyordum.

Kendisinden ayrılırken, İstanbula gitmeği düşünüyordu. Bu fikrinden vazgeçmesi için, çok telkînde bulundum ve (Oraya gitdikden sonra, seni tekfîr edebilecekleri bir söz sarf eder ve seni öldürmelerinden çok endişe ediyorum) dedim.

Gâyem başka idi. Oraya gitdikden sonra, eğrilerini doğrultacak, Ehl-i sünnet i’tikâdına dönmesini sağlayacak derin âlimlerle görüşmesinden ve bütün emellerimin zâyi’ olacağından korkuyordum. Çünki, İstanbulda ilm ve İslâmın güzel ahlâkı vardı.

Necdli Muhammedin, Basrada kalmak istemediğini anlayınca, İsfahan ve Şîrâza gitmesini tavsiye etdim. Çünki, bu iki şehr çok güzeldi. Halkı da, şî’î idi. Şî’anın ise, Necdli Muhammede te’sîr etmek ihtimâli yok idi. Çünki, şî’îlerde ilm ve ahlâk noksandı. Böylece, onun, hâzırladığım yoldan dönmiyeceğine emîn oldum.

Ondan ayrılırken, kendisine, (Takıyyeye inanıyor musun?) demişdim. Cevâben, (Evet inanıyorum. Zîrâ sahâbeden biri, müşrikler zulm yapdığı ve anne ve babasını öldürdükleri zemân, (Takıyye) edip, şirki izhâr etmişdi. Buna karşı Peygamber de, ona hiç bir şey söylememişdi) dedi. Ben de, (Şî’îler arasında, takıyye edip, Sünnî olduğunu söyleme ki, başına bir felâket getirmesinler. Onların memleketlerinden ve ulemâsından istifâde et! Onların âdet ve mezheblerini öğren. Zîrâ bunlar câhil ve inâdcı kimselerdir) dedim.

Oradan ayrılırken, zekât olarak, bir mikdâr para verdim. Zekât, muhtaclara dağıtılmak üzere alınan İslâmî bir vergidir. Ayrıca, binmesi için bir hayvan alıp, hediyye etdim. Böylece ayrıldık.

Ayrıldıkdan sonra, kendisiyle irtibâtım kesildi. Bunun için, çok râhatsızdım. İkimiz de Basraya dönmek üzere ayrıldık, (Kim önce dönüp arkadaşını bulamazsa, bir mektûb yazıp, Abdürrızâya bıraksın) dedik.

İngiliz kâfiri, islâm beldesinde,
ahmakları bularak, hem besler, hem de,
İslâma hücûm yollarını öğretir,
İslâmiyyete uyana gerici denir.
Çıplak gezmek, içki, şehvet moda olur.
din kardeşliği, sevişmek unutulur.

İslâm düşmânları, köpekleri besliyor,
bunları, mü’minlerin başına geçiriyor.
Hepsi, islâmiyyete, ahlâka saldırıyor.
Allahü teâlâ da, cezâlarını veriyor.
Çünki, Kur’ân-ı kerîmde Rabbimiz va’d ediyor,
(İslâmiyyeti elbet, koruyacağım) diyor.
Müslimânlara da: (Düşmana aldanmayın,
çok çalışıp, ondan üstün olun) buyuruyor.

Birinci Kısm
ALTINCI FASL

Bir müddet Bağdâdda kaldım. Sonra, Londraya dönmek için emr geldi. Ben de döndüm. Londrada sekreter ve ba’zı nezâret mensûbları ile görüşdüm. Onlara uzun seferimde yapdıklarımı ve müşâhedelerimi anlatdım. Irâkla alâkalı ma’lûmâtlarıma çok sevindiler ve memnûniyyetlerini bildirdiler. Dahâ önce gönderdiğim raporu da görmüşlerdi. Safiyye de, benim raporuma mutâbık bir rapor yollamış. Yine öğrendim ki, her seferimde, nâzırlığın adamları, beni ta’kîb etmişler. Onlar da, gönderdiğim raporlara ve sekretere anlatdıklarıma mutâbık raporlar vermişler.

Sekreter, Nâzır ile görüşmem için bana vakt verdi. Nâzırı makâmında ziyâret etdiğimde, beni İstanbuldan döndüğüm seferden farklı bir şeklde karşıladı. Kalbinde, müstesnâ bir yer işgâl etmiş olduğumu anladım.

Nâzır, Necdli Muhammedi elde etdiğime çok memnun oldu. (O, nâzırlığımızın aradığı bir silâh idi. Ona her nevi’ sözü ver. Bütün mesâ’in, sâdece onu elde etmek için olsa dahî değer) dedi.

Ben de: (Necdli Muhammed için çok endîşeli idim. Zîrâ fikrinden dönmüş olabilir) dedim. (Kalbin râhat olsun. Ondan ayrıldığında sâhib olduğu fikrlerden dönmemişdir ve İsfahanda nâzırlığımızın câsûsları, onunla görüşmüşler, nâzırlığa onun bozulmadığını haber vermişlerdir) dedi. Kendi kendime dedim ki: (Necdli Muhammed nasıl sırlarını başkasına anlatabilir)? Bunu nâzıra sormağa cesâret edemedim. Fekat, sonra Necdli Muhammed ile görüşdüğümde anladım ki, İsfahanda Abdülkerîm isminde bir adam onunla görüşmüş ve (Ben Şeyh Muhammedin [Beni kast ediyor] kardeşiyim. Sizin hakkınızda ne biliyorsa hepsini bana söyledi) diyerek, Necdli Muhammedi aldatmış ve onun sırlarını öğrenmiş.

Necdli Muhammed bana: (Safiyye benimle İsfahana geldi ve iki ay dahâ, onunla müt’a nikâhı ile yaşadık. Abdülkerîm de, benimle Şirâza geldi ve Safiyyeden dahâ güzel ve dahâ câzib Âsiye isminde bir kadın dahâ buldu. O kadınla da müt’a nikâhı ile, hayâtımın en neş’eli dakîkalarını geçirdim) dedi.

Dahâ sonra öğrendim ki, Abdülkerîm, İsfahan havâlîsinden Celfa’da oturan, nâzırlığın hıristiyan bir ajanıdır. Âsiye ise, Şirâz yehûdîlerinden olup, nâzırlığın başka bir ajanıdır. Dördümüz, Necdli Muhammedi ileride kendisinden bekleneni en güzel bir şeklde yapabilecek sûretde yetişdirdik.

Ben, hâdiseleri Nâzıra, sekreter ve tanımadığım iki Nezâret mensûbunun huzûrunda anlatınca, Nâzır bana: (Sen nâzırlığın en büyük madalyasını hak etdin. Zîrâ sen, nâzırlığın en mühim ajanları arasında birincisin. Sekreter sana, vazîfende yardımcı olacak bazı devlet sırları söyleyecek) dedi.

Sonra, âilemle görüşmek için, bana on günlük izn verdiler. Ben de, doğru evime gitdim. Bana çok benziyen oğlumla en tatlı dakîkalar geçirdim. Oğlum ba’zı kelimeleri konuşuyordu ve o kadar güzel bir yürüyüşü vardı ki, o yürürken, sanki benim vücûdümden bir parça yürüyor gibiydi. Bu on günlük iznim çok sevinçli ve neş’eli geçdi. Sevincimden sanki uçacakdım. Vatanıma ve âileme kavuşmakdan, büyük bir haz duydum. Bu on günlük izn içinde, beni çok seven ihtiyâr halamı da ziyâret etdim. Halamı ziyâret etmem çok iyi oldu. Zîrâ, ben üçüncü sefere çıkdıkdan sonra, hayâta veda’ etmişdi. Onun vefâtına çok üzülmüşdüm.
devam edecek...
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
502
Puanları
83
Yaş
44
ellerine sağlık..
Allah razı olsun..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
ellerine sağlık..
Allah razı olsun..ne güzel bir şey yapıyorsun..
Rabbim yar ve yardımcın olsun inşallah..
selam ve dua ile..
Allahü teala razı olsun kardeşim.Estağfirullah kardeşim.Cenab-ı Mevla cümlemizin yardımcısı olsun.
Hulleden Necefe, Âzerbaycanlı bir tüccâr kıyâfetinde gitdim. Şî’î din adamlarıyla arkadaşlık ve samîmiyyet kurdum ve onları aldatmağa başladım. Onların ders halkalarına katıldım. Sünnîlerin çalışdıkları gibi, fen bilgilerine çalışmadıkları ve onlardaki güzel ahlâka mâlik olmadıklarını gördüm.

Ellerine sağlık...Allah razı olsun.
Allah bizi gerçek iman eden ve gerçekten de Allahın emirlerini ve
Resulullahın(s.a.v) tebliğ ettiklerini nalayan yaşayan ve yaşatmak için mücadele eden kullarının safına alsın..
selam ve dua ile.
Amin kardeşim amin.İnşallahü teala iman ni'metinin şükrünü eda edenlerden olur selametle son nefeste imanla ahirete göçeriz.
Allah razı olsun ellerine sağlık..
çok güzel oluyor ne fazla uzun ne de nasiplenmekten mahrum..
çünkü bir yandan çalışıyoruz bir yandan forumlardan geri kalmak istemiyoruz..
Rabbim yardımcımız olsun...
selam ve dua ile..
Amin cümlemizden.Evet zaten bir anda bunları yapıştırırsak zor olur okuması da takibi de.Cenab-ı Hak rızasına uymayan işlerimizi afv eylesin.
ellerine sağlık..
Allah razı olsun..

Amin cümlemizden razı olsun.Ayrıca ilginize teşekkür ederiz.
Farisi beyt tercemesi;
Nimete kavuşanlara nimetler afiyet olsun.
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
502
Puanları
83
Yaş
44
......;Nimete kavuşanlara nimetler afiyet olsun.

Allah razı olsun...

selam ve dua ile.
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Bu on günlük izn, bir sâat gibi çabuk geçdi. Böyle, neş’eli günler, bir sâat gibi geçdiği hâlde, elemli günler insana asrlar gibi geliyor. Necefdeki hastalık günlerimi hâtırladım. O kederli günler, bana seneler gibi gelmişdi.

Nâzırlığa, yeni emrleri almak için gitdiğimde, karşımda, güleryüzü ve uzun boyu ile sekreteri gördüm. O kadar sıcak elimi sıkdı ki, bundan, bana olan sevgisi zâhir oluyordu.

Bana: (Nâzırımızın ve müstemlekelerle vazîfeli hey’etin emri ile, sana çok mühim iki devlet sırrı söyleyeceğim. İlerde, bu iki sırdan çok istifâden olacakdır. Bu iki sırrı, kendilerine tam i’timâd edilen, birkaç kişiden başka kimse bilmez) dedi.

Elimden tutarak, Nâzırlığın bir odasına götürdü. Bu odada çok câzib bir şeyle karşılaşdım: Yuvarlak bir masanın etrâfında (10) adam oturuyordu. Onların birincisi, Osmânlı pâdişâhının kıyâfetinde idi. Türkçe ve ingilizce biliyordu. İkincisi, İstanbuldaki Şeyhul-islâmın kıyâfetinde idi. Üçüncüsü, Îrân Şâhının kıyâfetinde idi. Dördüncüsü, Îrân serâyındaki vezîrin kıyâfetinde idi. Beşincisi, şî’îlerin tâbi’ olduğu Necefdeki en büyük âlimin kıyâfetinde idi. Bu son üç kişi, farsça ve ingilizce biliyorlardı. Bu adamların her birisinin yanında, onların söylediklerini yazmak için, birer kâtib bulunuyordu. Bu kâtibler aynı zemânda, bu adamlara, câsûsların İstanbul, Îrân ve Necefdeki, onların aslları olan beş kişi hakkında topladıkları ma’lûmâtı bildiriyorlardı.

Sekreter: (Bu beş kişi, oralardaki beş kişiyi temsîl ederler. Onların ne düşündüklerini anlamak için, aslları gibi yetişdirdik. Biz İstanbul, Tahran ve Necefdekilerle alâkalı elimize geçen bilgileri, bunlara bildiriyoruz. Bunlar da, kendilerini oradakilerin yerinde kabûl eder. Biz onlara soruyoruz, onlar da bize cevâblandırıyor. Bizim tesbîtimize göre, buradakilerin cevâbları, oradakilerin cevâblarına yüzde yetmiş mutâbıkdır.

İstersen, tecribe mâhiyyetinde bir şeyler sorabilirsin. Nasılsa, dahâ önce Necef âlimi ile görüşmüşdün) dedi. Ben de peki dedim. Zîrâ, dahâ önce, Necefdeki şî’anın en büyük âlimi ile görüşmüş ve ona ba’zı husûslar sormuşdum. İşte, onun benzerinin yanına yaklaşdım ve dedim ki: (Hocam, sünnî ve mütaassıb olduğu için, hükûmete harb açmamız câiz olur mu?) Biraz düşündükden sonra, (Hayır, sünnî olduğu için hükûmete harb açmamız câiz değildir. Zîrâ, bütün müslimânlar kardeşdirler. Ancak onlar, ümmete zulm ve işkence yaparlarsa harb açabiliriz. Biz onu yaparken, emr-i bil ma’rûf ve nehy-i anil-münker şartlarına uygun olarak hareket ederiz. Zulmü bırakdıkları zemân, elimizi onlardan çekeriz) dedi.

Ben, (Hocam, yehûdî ve hıristiyanların necs olmaları ile alâkalı görüşünüzü alabilir miyim?) dedim. (Evet onlar necsdirler. Onlardan uzak durmak lâzımdır) dedi. (Niçin) dedim. Cevâben, (Bu, hakârete karşı misillemede bulunmakdır. Zîrâ onlar, bizi kâfir bilirler ve Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı tekzîb ederler. Biz de, buna karşı misillemede bulunuyoruz) dedi. Ona dedim ki: (Hocam, temizlik îmândandır değil mi? Öyleyse niçin, (Sahn-ı şerîf) [Hazret-i Alînin türbesinin etrâfı], cadde ve sokaklar temiz değildir? Hattâ, ilm medreseleri bile, temiz sayılmaz). Cevâben: (Evet, hakîkaten temizlik îmândandır. Fekat ne yapalım, şî’îler, temizliğe ehemmiyyet vermeyince, böyle olur) dedi.

Nâzırlıkdaki bu adamın cevâbları, Necefdeki şî’î âliminin cevâblarına tıpa tıp mutâbık idi. Bu adamın Necefdeki âlime bu kadar uygunluğu, beni hayretler içinde bırakdı. Bir de üstelik bu adam farsça biliyordu.

Sekreter: (Şâyed sen diğer dört kişinin aslları ile de görüşmüş olsaydın, şimdi onlarla da görüşebilir ve onların da asllarına ne kadar mutâbık olduğunu görebilirdin) dedi. Ben dedim ki: (Şeyh-ul-islâmın da nasıl düşündüğünü biliyorum. Çünki, benim İstanbuldaki hocam Ahmed efendi, Şeyh-ul-islâmı bana iyice anlatmışdı.) Sekreter: (O zemân buyur, onun da nümûnesi ile görüşebilirsin) dedi.

Şeyh-ul-islâmın benzerinin yanına yaklaşdım ve ona dedim ki: (Halîfeye itâ’at etmek farz mıdır?), (Evet vâcibdir. Allaha ve Peygambere itâ’at etmek farz olduğu gibi, bu da vâcibdir) dedi. (Bunun delîli nedir?) dedim. Cevâben dedi ki: (Cenâb-ı Allahın bu âyetini duymadın mı? (Allaha, Onun Peygamberine ve sizden olan ülül emre itâ’at ediniz)[1]. Ben, (Allah bize, askerine Medîneyi yağmalamayı halâl eden ve Peygamberimizin torunu Hüseyni öldüren halîfe Yezîde ve içki içen Velîde ita’ât etmeği emr eder öyle mi?) dedim. Cevâbı şuydu: (Oğlum, Yezîd Allah tarafından Emîr-ül-mü’minîn idi. Hüseyni öldürmeği emr etmedi. Sen, şi’îlerin yalanlarına inanma! Kitâbları iyi oku! Hatâ yapdı. Sonra tevbe de etdi. Medîne-i münevvereyi yağmalamayı halâl edişinde isâbet etmişdir. Çünki, Medîne halkı azıp bâgî olmuş ve itâ’ati bırakmışdı. Velîde gelince, evet o fâsık idi. Halîfenin yapdıklarını taklîd değil, islâmiyyete uygun olan emrlerine itâ’at etmek vâcibdir.) Bunları hocam Ahmed efendiye de, dahâ önce sormuş ve az bir fark ile aynı cevâbları almışdım.

Sonra, sekretere dedim ki, (Bu benzer kimseleri hâzırlamanın hikmeti nedir?) Bana: (Biz bu üsûl ile sultânın ve şî’î olsun, sünnî olsun, müslimân âlimlerinin düşünce kâbiliyyetlerini öğreniyoruz. Siyâsî ve dînî mevzû’larda, onlar ile mücâdele etmemize yardımcı tedbîrler bulmağa çalışıyoruz. Meselâ, düşman askerlerinin hangi tarafdan geleceğini bilirsen, ona göre hâzırlanır ve askerlerini uygun yerlere yerleşdirirsin ve onu perîşân edersin. Fekat, onun ne tarafdan saldıracağını bilmezsen, askerlerini her tarafa gelişigüzel dağıtır ve mağlûb olursun. Aynen öyle, müslimânların, dinlerinin ve mezheblerinin hak olduğuna dâir getirecekleri delîlleri bilirsen, onların delîllerini çürütebilecek karşı delîller hâzırlaman mümkin olur ve o karşı delîllerle onların akîdelerini sarsabilirsin) dedi.

Sonra, adı geçen temsîlî beş adamın askerlik, mâliye, meârif ve dînî sahâlarla alâkalı aralarında geçen mütâle’a ve plânların netîcelerini ihtivâ eden, bin sahîfelik bir kitâb verdi. (Okudukdan sonra getirirsin) dedi. Ben de, kitâbı alıp eve götürdüm. Üç haftalık ta’tîlim içinde, başdan sona kadar dikkat ile mütâle’a etdim.

Kitâb, çok hayret edilecek cinsdendi. Zîrâ, ihtivâ etdiği mühim cevâblar ve ince mütâle’aları sahih gibiydi. Kanâatimce, temsîlî beş adamın cevâbları da, asllarının cevâblarına yüzde yetmişden fazla mutâbık idi. Zâten sekreter de, dahâ önce, cevâbların yüzde yetmiş nisbetinde isâbetli olduğunu söylemişdi.

Bu kitâbı okudukdan sonra, devletime olan i’timâdım biraz dahâ artdı ve Osmânlı İmperatorluğunun bir asrdan dahâ az bir zemân içinde yıkılması plânlarının hâzırlandığını yakînen anladım. Sekreter, bana dedi ki: (Buna benzer diğer odalarda, şu anda sömürdüğümüz veyâ sömürmeyi plânladığımız devletler için de, böyle masalar vardır.)

Sekretere, (Bu kadar titiz ve muktedir adamları nerden buluyorsunuz?) dedim. Cevâben: (Bütün dünyâ ülkelerindeki ajanlarımız, devâmlı bize ma’lûmât veriyorlar. Gördüğün bu temsîller, işlerinde mütehassısdırlar. Tabîîdir ki, sen falanca adamın bildiği bütün özel bilgilerle donatılırsan, onun gibi düşünebilir ve onun verdiği hükmleri verebilirsin. Zîrâ, artık sen, onun nümûnesi mesâbesindesin) dedi.

Sekreter, sözüne devâm ederek, (Bu, Nezâretimizin sana söylememi emr etdiği birinci sır idi.

İkinci sırrı da bir ay sonra, bin sahîfelik kitâbı iâde etdiğinde söyliyeceğim) dedi.
Ben kitâbı, kısm kısm başdan sonuna kadar i’tinâ ile okudum. Bu sâyede, Muhammedîlerle alâkalı ma’lûmâtım artdı. Onların nasıl düşündüğünü, onların za’îf noktalarını, kuvvetli noktalarını, ayrıca, kuvvetli noktalarını za’îf nokta hâline getirmenin üsûllerini iyice öğrenmiş oldum.

......................
 

hayri07

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Şub 2009
Mesajlar
1,455
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
51
çok kıymetli eserler herkesin okumasını isterim selametle kalın kardeşim.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt