Ebubekir Sifil: "Bid'at mezhepler, İslâm'ın marjinal yorumlarıdır!"
Bu mânâda ehl-i sünnet âlimleri de Bid’at Ehli’nin en üst sırasına koyuyor Şiîliği… Bu çerçevede Bid’at meselesini Şiîlikle beraber değerlendirir misiniz?
Bismillahirrahmanirrahîm…
Öncelikle bir genel tesbit yaparsak… Bid’at mezhepler, İslâm’ın marjinal yorumlarıdır. Gerçi modern zamanlarda İslâm’ın farklı versiyonları, yorumları olarak bunlar takdim edilmeye başladı. Yani Ehl-i Sünnet’i de diğer fırkaların yanına koyarak "yorumlardan bir yorum" biçiminde takdim ediyorlar. Fakat bu doğru değildir. yani gerek tarihsel kökenleri itibariyle gerekse ümmet tarafından benimseniş biçimi ve ortaya koydukları icraat bakımından diğer itikadî fırkalar marjinaldir.
Allah Resulü’nden Sahabîye, oradan tabiîn kanalıyla ümmete intikal eden İslâm, kendisini Ehl-i Sünnet ve’l cemaat olarak, ana caddede, cadde-i kübrada ortaya koymuştur. İtikadıyla bellidir, fıkhıyla bellidir ve ameliyle, ahlâkıyla bellidir. Ve belki de en görünür şekli itibariyle söylemek gerekirse kurduğu medeniyet itibariyle bellidir.
Şiâ da mezheplerden bir mezheptir. Ve belki Hz. Osman (R.A) katli, şahadeti ile birlikte başlayan ve hakem olayında kendisini daha görünür kılan bir Ali Şiâsı vakıası var. Bunun şu anda belki mevcud Şiâlıkla itikadî planda çok doğrudan bir alakası yok. Ancak dolaylı olarak bağlantı kurulabilir. Fakat kavram olarak Ali Şiâsı, Osman Şiâsı şeklinde o döneme kadar gidiyor.
Hz. Ali’nin de hakem olayından sonra Haricîlerle arasındaki ihtilaf ve gerginlik, arkasından Hz. Muaviye ile olan sürtüşmeler… Şiâ’yı ümmetin gündemine biraz daha ağırlıklı bir biçimde sokan olaylar arasında biliniyor. Esas Şiâ’nın bugün aldığı biçimin, tarihsel konumu Kerbelâ Olayı’ndan sonra kendini gösteriyor. Bir içe kapanma var.
Şiâ’nın genelinde olan bir şey…
Bir kapalı yapı var. Bu kapalı yapı içerisinde kendi teolojisini, kelam sistemini, fıkıh sistemini belirliyor. Ve belli bir coğrafyada icrayı faaliyete devam ediyor. Belki tarih içerisinde Fatimîleri bir kenarda tutarsak tarih içerisinde Şiîlerin siyasi bir varlık gösteremedikleri, bir devlet olarak görünmedikleri dikkat çekici bir husustur.
Her ne kadar kendilerine Fatimîler döneminde Hz. Fâtıma annemizin ismiyle meşruiyet aramaya çalışsalar da dirayet sahibi tarihçilerde diyorlar ki, “Bunların Hz Fâtıma’yla bağ olarak hiçbir alakası yok.” Hatta çok daha farklı yerlere götürenler var. O günden bugüne yaşayan en büyük bid’at fırka olarak bütün varlığıyla, siyasi, fıkhı, kelamı kendine mahsus kapalı devre yapısıyla, sistemiyle varlığını sürdürmüştür.
Belki ileride soracaksınız, bugün geldiği nokta itibarıyla Şiîliği değerlendirecek olursak 79’daki İran Devrimi’nden sonra belki İslâm Dünyası’nın farklı yerlerinde de oldu; ama Türkiye’yi daha yakından bildiğimiz için Türk Şiâsı’nı, daha rahat konuşabiliyoruz. Türkiye’de itikadî mezhebini değiştirenler oldu. Ehl-i Sünneti siyasi alanda mahkum ederek, itham ederek saltanat yardakçılığıyla ne türden olursa olsun hakim sistemin, egemen güçlerin yanında yer almakla, bunun gibi şeylerle itham ederek itikadî mezhebini değiştirip Şiî olanlar oldu.
Emperyalizmin Irak savaşına kadar yaptığı şekilde Sünniliğin cihad müessesesinden uzak, pazarlıkçı, uzlaşmacı, işbirlikçi, diyalogcu, ılımlı-olumlu, hoşgörücü gösterilip, tam tersine Şiîliğin radikal, keskin, pazarlık karşıtı olduğu lanse edildi.
O dönemde zaman zaman farklı ortamlarda konuşulduğunda ben hep şunu söylemeye çalıştım. İran’daki devrim bir Şiî devrimidir. Adı böyle konmalıdır. Zira Şiilik Ümmet'in büyük ekseriyetinin telakkisinden farklı bir din yorumuna sahiptir. Bu bakımdan adını öyle koymak daha doğrudur. Şiîlik içinde İslâm (Ümmet'in kahir ekseriyetinin telakkisi olarak) ne kadar varsa, bu devrim o kadar İslâmi’dir.
Yarım İslâm da olmayacağına göre…
Baskın karakteri itibariyle bu bir Şiî devrimidir. Çünkü devrimin karakterine, rengine, yapısına baktığımız zaman orada Şiâ’nın İslâm’a getirdiği yorum var. Burada parantez açıp bir noktayı belirtmek lazım. Şiâ’da biliyorsunuz, bir itikadî husus vardır. Tarihte bütün Şiî gruplar, fırkalar, bireyler en küçük bir baskıya maruz kaldıklarında ya da bir tehdit algılaması durumunda takiyyeye başvurdular.
Bu onların itikadî mezheplerinin kendilerine yüklediği vecibe gibidir...