Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

EHLİ SÜNNET ve SAPIK KOLLAR... (1 Kullanıcı)

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
ALTUN SAÇLI KADIN



Sapık kollar, «hezeyan aklı» devresini Hasan Sabbah'da kapatıp bir müddet sonra «akıl hezeyanı» çığırını İbn-i Teymiyye'de açar ve bu çığır da 18. Miladi Asır sonu ve 19. Asır başlarında (Hicri 12. ve 13. Asırlar) zehirli yemişini vermeye başlarken İran'da, o netameli fesat ikliminde, yine hezeyan aklına doğru yeni bir hareket fışkırdı:
Babilik ve Bahailik hareketi...
Miladi 19 ve Hicri 13. Asır çerçevesinde ve bugün de içiniçin kaynamaya devamda...
Hadisenin dekoru içinde en çarpıcı manzara, kendisine, altun rengi saçlarından kinaye «Zerrin Tae» lakabı takılmış olan bir kadın... Asıl ismi Fatıma, künyesi de Ümmü Selma... «Zerrin» kelimesi «altundan» demek... «Altundan Taç» manasına lakabı, onun sahneye çıkışından sonra takılıyor. 1818'de doğup 1851'de 33 yaşında dünyadan gidiyor. İki lakabı daha var: «Kürretül-Ayn: Göz Nuru» ve «Ferah-ül-Fuad: Gönül Ferahı...»
Mana ile karışık, yahut manaya yönelik şehvette bu kadın, tarihin (Aspasya), (Kleopatra), (Mesaline), (Salome) gibi en büyük fahişelerinden belki daha keskin...
Babası bir din alimi... Çocuk yaşında evlendirdikleri ve yeğeni kocası da bir imam... Ondan 3 çocuğu oluyor; ve sonradan büründüğü şekil içinde ne çocuklar annelerini, ne de anne çocuklannı tanıyor. Bir köşede, karısının gittikçe sapıtan ruhi oluşuna karşı, kocası hayretle seyirci kalmaktan başka bir şey yapamıyor ve rezalet meydan yerine dökülünce de birbirini bırakıyorlar.
Evvela, babasının şiddetle yasaklamasına rağmen bazı sapık kollara ait eserler okumaya ve bunlar üzerinde sabahlamaya başladı. Bir zaman sonra peygamberliğini hemen ve daha yüzünü görmeden kabul edeceği ve kucağına atılacağı Mirza Ali (Bab)a hocalık etmiş bir sapığa (Reşti) kapılanmak istedi fakat ona yetişemedi ve bir «Mesih» bekleyen Reştilere katıldı ve yakında sökün edecek giyabi aşıkının atına ait nal seslerini sabırla bekledi.
İşte nal sesleri, kapısında duran at, inen süvari ve uzatılan el:
- Mirza Ali Muhammed!... Beklenen Mesih!
Evet, Mirza Ali Muhammed, Mehdiliğini ilan etmiş ve bu ilana sanki önceden davetliymiş gibi ilk katılanlardan biri Kurret-ül-ayn olmuştur.
Sene 1848 (Hicri 1261)... Babiler yani kurtuluş kapısını açtığı manasına Mirza Ali'ye «Bab-kapı» ismini verenler 29 yaşındaki rehberleri etrafında «Bedeşt Kongresi» dedikleri bir toplantı kurmuş bulunuyorlar...
Altun saçlı (histerik) kadın, işte bu kongrenin sahnesinde meydana çıktı. Açık saçık, belki sadece vücuduna yapışık bir tülle örtülü ve çizgilerinin en mahrem kıvrımlarını ortaya döker biçimde...
Dehşet!..
Bütün çeneler düşmüştür!
Yakıcı bir iş ve büyüleyici bir hitabet ve birer atom bombası sözler:
- Düsturlarımızı bütün gücümüzle yaymalıyız!
- Ahlak ve adetlerimizi değiştirmeliyiz!
- İşte beni görüyorsunuz; kadınlar açılmalıdır!
Ve Muhsin Abdülhamid imzalı, Iraklı bir profesörün eserinden aynen:
Açık-saçık, tahrik edici tarzda herkesin önüne çıkmış, fettan güzelliğiyle toplantıda bulunanların akıllarını başlarından almış ve uzun bir nutuk irad ederek şunları söylemiştir:
(Sizinle kadınlarımız arasında bulunan bugünkü hicabı, onlarla ortaklaşa iş yaparak, faaliyetlerini paylaşarak, yırtınız! Ayrıldıktan sonra da onlarla birleşiniz, onları kapalılık ve yalnızlıktan umumi hayata, cemiyete çıkarınız! Onlar dünya hayatının çiçeklerinden, güllerinden başka bir şey değillerdir. Çiçek ise mutlak koparılmalı ve koklanmalıdır. Çünkü koklanmak için yaratılmıştır. Sayılması veya şöyle ve şu kadar koklanacak diye sınırlanması uygun değildir. Çiçek derilir toplanır, dostlara sunulur, hediye edilir)...
Bu azgın dişi, bir yıl sonra idam edilecek olan Mirza Ali Muhammed'in peşinde, kendisi de 3 yıl geçince ölmek üzere, yapmadığını bırakmadı, kucaktan kucağa gezdi ve bir Fransız Akademisi azasının MesaIina'ya dair eserinde tasvir ettiği hayatı yaşadı:
- «Kendisini bir senatöre verirdi, çünkü şahsiyetliydi, bir kumandana verirdi, çünkü heybetliydi, bir gladyatöre verirdi, çünkü kuvvetliydi; nihayet önünden geçen birine verirdi, çünkü geçiyordu!»
Fatıma, nam-ı diğer «Zerrin Tac», Babilik ve Bahailik ruh sar'asının gözü dönmüş bir şehvet halinde tecellisine misal, çılçıplak bir heykel, bir remz...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
İKİ MİRZA VE BİR KADIN



Altun saçlı kadının müdafaasız bir futbol kalesi gibi bir Babi ve Bahaiden öbür Babi ve Bahaiye hedef teşkil edici fuhşu , onun iki büyük aşk yaşamasına engel olmadı. Bunlar ikisinde de Ali ismi bulunan İki Mirza, Babiliğin kurucusu Mirza Ali Muhammed, öbürü de birincisine ek halinde Bahailik davacısı Mirza Hüseyin Ali... Altun saçlı kadın birinci Mirza'dan 1 yaş büyük, ikinci Mirza da birincisinden 1 yaş küçük... Demek ki, kadın 1818, Mirza Ali Muhammed (Bab)
1819, Mirza Hüseyin Ali de (Baha) 1820 doğumlu olarak üçü de üç bitişik yaş çizgisi üzerinde...
Mirza Ali Muhammed Şiraz'da doğdu, babası öldüğünden dayısının sahabeti altında büyüdü ve tahsil görmesi için Kazım Reşti'nin talebelerinden bir şeyhe teslim edildi. Okumadı, çatık kaşlı gördüğü din bilginlerinden tad almadı, matematik ve felsefe ve bu arada masal ve hurafe cephesiyle (astroloji-yıldızlar ilmi)ne daldı ve 20 yaşlarında bizzat Reşti'nin karşısına dikildi ve talebesi oldu.
Batıl bir dava güden Kazım Reşti'ye sorarsanız Seyyiddir, yani Peygamber şoyundan... Mirza Ali Muhammed de aynı iddiada...
Ne aldıysa bu sıralarda ve Kazım Reşti'den aldı ve onun şu vasiyetine muhatap oldu:
- Seni, ölümümden sonra yerime halife olarak bırakıyorum! Yakında Mehdilik bayrağını açarak ortaya çıkacaksın!..
Bu bir keramet değil, Mirza'ya yol göstermektir ve sapık şeyh Ahsai ve Reşti boyunca köpürtülen Mehdilik masalına nihayet (Realite) aleminden bir namzet bulma ihtiyacına bağlı bir Fars tertibidir.
Aradan zaman geçti. Kazım Reşti öldü ve Mirza Ali Muhammed 1844(1260) yılında beklenen kurtacı olduğunu ilan etti. Ve işte altun saçlı kadın da o tarihte kendisi 20 ve Mirza 25 yaşındayken daha yüzünü görmeden sevdiği adama kapılandı. Münasebetleri 5 yıl sürdü, sürmedi. Mirza'ya daha ziyade manaya yönelik şehvet açısından ilgi gösteren kadın, belki yine aynı mananın kamçıladığı hayvanı şehvetini, birçok erkek bir arada geçirdiği gecelerde öbür kapı (Bab) yoldaşlariyle tatmin etmekten kaçınmadı ve durum o sıralarda hapiste bulunan Bab Hazretlerine bildirilince, şuna benzer bir cevap alındı.
- Bu kadar güzel bir kadının hareketlerini çirkin görebilmek ne mümkün!
Kıyametler kopartan ve İran fakihlerini birbirine katan 1849 kongresinden sonra Mirza bir de peygamberlik ve peşinden tanlık iddiasına kalkışınca onu zindandan çıkarıp meydan yerinde idam ettiler ve «El Beyan-Bildiri» isimli kitabını yaktılar.
Nefsine türlü çileler teklif eden, kızgın güneşte bir minarenin şerefesine çıkıp başını göğe kaldıran ve öylece saatler, hatta günler boyu bekleyen, haftalar, hatta aylar süresi kimseyle tek laf etmeyen, evvela Mesih'in kapısı, derken kendisi ve derken peygamber ve peşinden bizzat ilah olduğunu ilan eden bir deli... Yanında (histerik) bir kadın ve peşinde kendisinden beter ikinci Mirza Ali (Baha)..
Daha 1 yaş kücüğü olduğu Mirza Ali Muhammed (Bab)ın talebesi... Derken halifesi ve derken ondan ayrılma bir kol halinde ve istiklal iddiasında Bahalliğin davacısı...
Bab'ın verdiği halifelik Baha'nın kardeşine ait iken o bu imtiyazı nefsine çekmeyi bildi ve Babileri telkin dairesine almayı becerdi. Vaktiyle hapisten kurtardığı ve Bab'dan ziyade kendisine tutkun gördüğü Kurret-ül Ayn'ı, Bedeşt Kongresinden başlayarak ustaca idare etti, onun yakıcı güzelliğiyle rakipIerinin mukavemetini eritti ve cereyana baş oldu.
Kendisini, hecelenmesi ve çözülmesi imkansız bir sır hüviyetinde gösterebilmek ve insanları apıştırmak için türlü(prosede-sun'i tertip)ler tatbik ediyor, yüzünü bir peçeyle örtüyor, ayak takımına göstermiyor ve huzuruna nasıl çıkılıp onunla nasıl laf edilebileceğine dair usuller koyuyordu. Açık hokkabazlık ve gözbağcılık...
Bir de «El Akdes-en mukaddes» isimli eser...
Bab'dan sonra bu dava böyle bir yol tutarken İran Şahınayaptıkları suikast neticesinde Babi ve Bahailer perişan edildi, zindanlara atıldı, kısa bir müddet sonra da Mirza Hüseyin Ali (Baha), biraz sonra ele alacağımız, işin en nazik noktasını teşkil eden, emperyalist dış politika dünyasının tazyikiyle hapisten çıkarıldı ve İrandan sürüldü.
Bağdat... Babilerle Bahailer arasında anlaşamamak... Süleymaniye... Dağlarda ve mağaralarda hayat... Yine Bağdat ve Osmanlı Devletiyle İran arasında bir mutabakat üzerine Edirne'ye ve peşinden Akka kalesinde, 19. Asır sonlarında, 76 yaşında ölüm...
O ölmeden çok evvel, Babiliğe karşı İran'da girişilen harekette, afet kadın Fama, Ümm-ü Selma, Zerrin Taç, Kürret-ül-Ayn, Ferah-ül-Fuad, ele geçirilerek bir odun yığını üzerine çıkarılmış ve bir anda alev alan altun saçlarıyla diri diri yakılmıştı.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
POLİTİKADA BABİLİK VE BAHAİLİK



Asıl davayı, İslamın arınması mihrakında toplamak üzere günümüze getirirken öbür sapık mezhepler üzerinde pek az durduğumuz halde Vehhabilik ve Babilik-Bahailik mevzularında uzunca kalışımız şunlardandır:
Biri kuru aklın İslamı tahribi, öbürü de hezeyanın aynı işi üzerine alması diye sınıflandırabileceğimiz, aşağı yuka çağdaş bu iki mezhep, asrımızın ve gelecek asrın bitişiğinde, aynı hezeyan kolundan Kadıyanilerle beraber, hala izlerini muhafaza etmeleri ve yenilemeye çalışmala bakımından, anmasını bekleyen İslam için başlıca çelmeleme ve yıpratma merkezleridir; ve onları takip edici köksüz reformculara (Cemaleddin Efgani ve Şeyh Muhammed Abduh) tepki yoluyle zemin hazırlamış olmalandan ötürü, üzerlerinde ne kadar durulsa azdır.
Çelmeleme ve yıpratma merkezleri dedik; yetmez! Bilhassa İslam düşmanlanca istismara kapı açma merkezleri...
Babilik ve Bahailik, siyasi cephesiyle, Batı emperyalistleri elinde bir din tahripçisi olarak, 19. Asırda Batı emperyalizmasının iki kutbu, İngilizler ve Ruslan kanatları altında gelişmiş ve bazı umdeleri yönünden kendisine Amerika ve Avrupa'da müritler kaydetmiştir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından sonra eski emperyalizma nizamı bozulunca da bu dava müzelik olmuştur.
İngilizler Hindistan müslümanlanın sünni bütünlüğünü parçalamak için araya İran yoluyle bir Fars üfürüğü estirmeye bakıyor ve Arap aleminde sürdürdüğü fesada eş, Hindistan yoluna hakim, Irak, İran ve Afgan havzalarında Babilik, Bahailik kolerasını körüklemekten geri kalmıyordu. Rusya ise, Kafkasya yoluyle bir taraftan Akdeniz'de «Ilık su» diye isimlendirdiği iklime kavuşmayı tasarlarken, öbür taraftan, Basra Körfezi istikametini de kolluyor ve bunun için İran'ı hükmü altında tutmak ve içinden çürütmek stratejisini güdüyordu.
Nitekim Mirza Hüseyin Ali'nin hapisten çıkarılması için, İngiliz ve Rus sefirleri kol kola İran hükümet binasına girdiler ve emirlerini başvezire bildirdiler.
Milletler arası Yahudiliğin de bu işte Babi-Bahailere yardımı büyük...Niçin diye sormak bile saçma... Osmanlı Devletinin şahsında pörsümeye giden İslamı, orta Doğunun bu en nazik havzasında fesada vermek ve «Arz-ı Mev'ud: va'dedilen vatan»larına, hadiseden doğacak ihtilatlar neticesinde Mezopotamya ve Suriye sahasında yer sağlamak...
Mirza da bu stratejiyi şuurla benimsedi, Yahudilerin Filistin emellerini savundu ve sade istismara uğrayan bir gafil değil ona yardımcı bir hain olduğunu da gösterdi. Komünist ihtilalinden sonra Ruslar Babi-Bahailerden el çekerken, İngilizler, islamı ve Orta Doğu'yu çürütmeye memur bu iltihap merkezini sonuna kadar korudular ve 1920 yılında Baha'nın oğlu Abdülbaha'nın göğsüne, Tahran'daki İngiltere sefarethanesinde merasimle en büyük nişanlandan birini taktılar. Bir taraftan Lozan anlaşmasının kulislerinde bize dini rabıtalamızı çözmeyi telkin etmeye hazırlanırken, öbür taraftan, hala Hindistan'a doğru tesir yolumuza sed çekme gayretini elden bırakmadılar. ingiltere bununla kalmadı. islam alemi üzerinde nüfuzunun İlahi bir tecelli ile kaybolmaya başladığı İkinci Cihan Harbinden sonra bile Bahaileri tutmakta devam etti. Bahailere üs vazifesini gören Londra, 1963 yılında dünya çapındaki Bahai konferansına yataklık etti.
Mirza Hüseyin Ali'nin «El işrakat» isimli bir yayın organında çıkmış şu satırlana dikkat:
«Krallardan biri -ki Allah onla başaya ulaştırsın- bu mazlum mezhebi yani Bahailiği koruyunca ve buna yardım edince herkesin o kralı sevmesi ve ona hizmete koşması gerekir. Bu herkese farzdır. işleyenlere ne mutlu!»
İşte politikada Babi-Bahailik... İslam düşmanlariyle el ele, hezeyan yolundan islama kıymanın mezhebi.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
İTİKATTA BABİLİK VE BAHAİLİK



- «Ey insanlar! İlk dinin hükümleri kaldılmıştır! İkincisi de henüz bize ulaşmamıştır! Biz şu anda herhangi bir ölçüye bağlı ve mükellefiyete tabi bulunmayan bir zaman içinde yaşıyoruz!»
Bu sözler mahut Altun Saçlı kadının, göğsü bağrı açık, dişi bir ihtilalci edasiyle Babiler toplantısındaki haykışından bir parça... Bu sözleri Bab'dan fışkırma kabul eder ve onun «El Beyan»daki akidesini nazara alırsanız hemen anlarsınız ki, Babilik ve onun adam ve meşrep farkından ibaret son şekli Bahailik, şeriat koymaktan ziyade şeriat kaldırmayı hedef tutucu ve kainat görüşünü eski «Batıniyye»cilerin Allah ile insanı bir tutan hezeyan fikriyatına bağlayıcı, bir tımarhane edebiyatıdır.
Ne var ki, bu tımarhane edebiyatı, politika, cazip görünme ve İslam düşmanlarının yardımlarını alma mevzularında gayet (realist-gerçekçi) bir yol tutmayı bilmiştir.
Tatbikat ve içtimai gaye hususlarında tezleri:

1- Bütün şeriatleri kaldırmak ve Bab ile Baha'nın Mesihliği, biraz fazla tarafından peygamberliği ve eğer yutulacak olursa ilahlığı etrafında teklifsiz, tekellüfsüz, bir yeni beşeriyet dini kurmak... Böylece hem İslama karşı kilise ve sinagogu ümide düşürmek, hem de bütün dini boyunduruk nefreti besleyenleri tatmin etmek... Puta tapanları da güya gerçek tevhide çağırmak...
2 - Dünyada dil ve ırk farkını kaldıp insanlığı tek ve mükemmel (!) bir lisan mihverinde halkalamak ve bu yoldan güya, rekabetleri, ihtilafları, kültür didişmelerini önlemek, insanlığı tek bir duygu ve düşünce aleti hizasına getirmek...
3- İslamın, ferde kendi özü içinde, cemiyete de başka toplumlara karşı en büyük farzı olan gaza emrini mutlaka silmek ve dünyayı, ebedi hasreti ebedi barışa erdirmek...
Şimdi bu teşhislerimizin vesikalarını, her iki cinnet kutbunun kitaplanndan kısa parçalarla gösterelim:
Bab (Bağdat müftüsüne mektubundan): «Allah benden önce (M...d)i göndermiş olduğu gibi şimdi beni göndermiştir. Sizin bildiğiniz her şeyi kaldırdık.»
Bab (El'Beyan):
- «Ben (M...d)den daha faziletliyim! Benim Kur'anım da onunkinden daha üstündür!»
Bab (El'Beyan):
- «Bütün isimler O'nun ismidir. Aslında bütün sıfatlarO'nun sıfatıdır.!»
Sapık tasavvuf anlayışının «Herne Ost-her şey odur» iddiasiyle, gerçek ledün ilmi görüşünün «Herne ez Ost-her şey ondandır» hükmü arasındaki, dağbaşı ve uçurum dibi farkını ve Bab'ın hangi noktada bulunduğunu göstermeye yukarıdaki satırlar yeter.
Kur'anın dış yüzüne ait, üslup, eda, kafiye gibi hususiyetleri aklınca taklide yeltenerek, her türlü lisan yanlışlan içinde Bab'ın kaleme aldığı «El'Beyan))dan sonra Baha'nın «El'Akdes))i... Aynı saçmalar, aynı zaaflarla dolu, ikinci hezeyanname...
Bir İslam büyüğünün şu teşhisi «El'Akdes))in «Esfel))liğini tespit eder:
- «Müellif, hocası Mirza Ali Muhammed Bab'ın kitabı el*Beyan'dan benimsediği metotla hareket ederek kitabını Kur'an-ı Kerim gibi tanzim etmeye yeltendi. Fakat Kur'an'ı aslından uzaklaştırdı. Kalp fikirlerini ortaya döktü, kendini kepaze etti. Ortaya bir söz attığı zaman, bırakın kültürlüyü, talebe bile bunun yalan olduğunu, bunda gülünç sun 'ilik bulunduğunu, kelime ve cümle tertiplerindeki tuhaflıkla anlamakta tereddüt etmez.»
- Ayca, ölümden sonra dirilişi reddetmeler, (19) sayısını mukaddes sayma ve seneyi 19 aya, ayı 19 güne bölmeler; bağlılana bir sü telkinlerle «Şimdi uykuya yat ve hakikatimizi yada gör!» demeler ve Hazret-i İsa ve Mehdi'ye ait bazı hadiseleri kendilerini müjdeleyici mahiyette yorumlamalar ve daha neler neler!...
Babilik ve Bahailik, 19. Asrın, müşahhas bilgi vehmiyle mücerreddin ilmini kaybetme yolunda, din yapıcılığı değil de yıkıcılığı işine memur tımarhanelik bir depreniştir.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
KAADİYANİ KÖYÜ



Babür Şah zamanında İran'dan Hindistan'a göç eden bir aile... Asil bir soydan geldiği söylenen bu aile 200 kadar maiyetiyle Lahor şehrinin 70 mil doğusunda bir mevkii seçti ve oraya kondu.
Babür Şahın teveccühüne mazhar ve ona sadık bu aile, kısa zamanda kendisine bahşedilen topraklar ve ünvanlar sayesinde parladı. Ailenin büyüğüne şer'i hükümleri yerine getiren makama izafetle «Kaadi -kadı» ünvanı verildi. Böylece hüküm süren ve nesilden nesle aynı ünvanla geçen ailenin yatağı köy «Kaadiyan -Kadılar» adını aldı ve Kaadiyaniliğin kurucusu Mirza Gülam Ahmed'in babası Mirza Gülam Murtaza'ya kadar bir nevi ağalar köyü halinde (aristokratik) bünyesini sürdürdü. Moğol akınında talana uğrayan köy, 1840'da İngilizlerin Pencab'ı kendilerine mal etmesi üzerine, o sırada 14 yaşında bulunan Mirza Gülam Ahmed'in de bir gün aynı maiyete ve İngiliz hizmetine gireceğinden gafil rahatında devam etti. Kaadiyan köyünün 20. Asır Mesih'i olarak beşiğini salladığı Ahmed 1835'de doğdu. Ahmed en toy yaşlarından başlayarak kendisini okumaya verdi. İslami fikir ve edebiyat eserleri üzerine eğildi ve bağlılanın iddiasına göre kendisini o türlü ibadete verdi ki, dünya işleriyle uğraşabilcek zamanı kalmadı. Hatta babası, bazı maddi ve ticari aile işlerini ona ısmarladığı halde «yapamıyacağım ben başka bir alemdeyim!» edasından başka bir karşılığa muhatap olamadı. O, dalacağı aleme dalmıştı; ama yolu doğru muydu?
Ahmed 28 yaşına girince, babası, bozulan mali vaziyetinden ötürü onu çalışmaya ve hayatını kazanmaya davet etti. Ahmed, haçlı propaganda ve faaliyetinin kesif olduğu (Siyalkot) şehrinde vazife aldı ve burada Hristiyan misyonerleri ve papazlariyle mücadeleye girişti.
(Siyalkot) İngiltere'deki Anglikan Kilisesine izafetle «İngiltere'nin Hind Kilisesi» diye anılıyordu. Gülam Ahmed'in bu koyu Hristiyanlaştırma tezgahında faaliyeti -yine bağlılanın itirafiyle- hiçbir zaman düşmanlık şeklini almadı, tartışma sınırını aşmadı; belki de ileride İngiliz emellerini desteklemek ihtimali üzerinde anlaşma payı bırakan bir dostluk havası içinde geçti.
Hindularla Hristiyanların İslama hücumları karşısında Ahmed, 1864'te kendisini yayın vasıtalariyle İslamı savunmaya veriyor ve aynı yıl, -dikkatli bağlılarının iddiasınca*uykuda veya uyanıklıkta Allahın Resulünü görüyor.
Uykuda veya uyanıklıkta diyoruz; zira bu hali ifade eden kelime, müridleri tarafından «Ahmed-vadedilen Mesih-» adlı bir broşürde Fransızca (vizyon) olarak kaydedilmiştir. (Vizyon) ise uykuda veya uyanıklıkta insana tecelli etmesi mümkün (realite) üstü şekil demektir.
Hep onlardan aldığımız bilgiyle devam ediyoruz:
Yüce Peygamber, güya Ahmed'e bir kitap uzatıyor, Ahmet bu kitabı mükaddes elden alınca onun muhteşem bir meyveye inkılap ettiğini ve insanlığa dağıtılmak üzere parçalara bölündüğünü görüyor.
Bu tecelli onun kaleme almaya memur edildiği esere aittir. Eser 1880 tarihinde ve Mesihlik iddiasındaki Ahmed'in 45. yaşında yayınlanıyor.
«Berahİn - ül Ahmediyye: Ahmediyye mezhebinin belgeleri, ispat unsurla»..
Ahmed'in doğduğu, yetiştiği yere izafeten Kaadiyanilik diye anılan, fakat daha az tutmuş adiyle «Ahmediyye» diye etiketlenen bu mezhep, gösterdiğimiz zaman ve çizdiğimiz mekan içinde böyle boy gösterdi.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
20. ASIR MESİHİ



Bundan bir iki yıl önce (b.d.) yayınlan idare yerine adıma bir paket geldi. Hepsi Fransızca, Kaadiyanilerin yayınladıklan propaganda kitap ve broşürleri... İsimleri şöyle: (Le Messie Promis: Vadedilen Mesih), (Le Mouvement Ahmediyya: Ahmediyye hareketi), (Chemin de la Foi: İman yolu), (Nouvelles Dicouvetes propos de Jesus Christ: İsa Peygambere ait yeni keşifler), (Hazreti Muhammed dans la Bible: İncil'de Hazret-i Muhammed), (Le Systme economique de L'İslam : İslamda iktisadi sistem), (La Philosophie de L'İslam et de ses principes : İslam ve prensiplerinin felsefesi), (İnvitation : Davet), (Les tresors Spirituels : Ruh hazineleri), (Ou, Jesus est-il Mort: Hazret-i İsa nerede öldü?), (Hazrat Ahmet Vadedilen Mesih), (La prophetie concemant la seconde venue de Messie: Mesih'in ikinci gelişine ait gaibten haber), (Le Mssage de l'Ahmediyat: Ahmediyyenin bildirisi)...
Bu kitap ve broşürün birkaçı bizzat Mirza Gulam Ahmet'in yazılarına, öbürleri de oğlu ve ikinci halifesi Mirza Beşirüddin ile davasını yürüten bağlılarının ileri gelenlerine ait... Bunların arasında, gariptir ki, Milletlerarası Lahey Adalet Divanına Reis seçilebilmiş ve İngilizlerden (Sir-sör) ünvanını alabilmiş biri de var... (Sir Muhammed Zaffrula Khan)...
Arada bir işaret olarak belirtelim ki, bir Kaadiyani Hindlinin hiç şüphesiz İngilizlerin himmetiyle, bu kadar nazik bir makama getirilmesindeki mana, Kaadiyaniliğin Batı alemin*de sırf İslarnı zayıflatmak gayesiyle nasıl itibar gördüğünü açıkça ortaya koyar ve böylece Kaadiyaniliği de izah etmiş olur.
Evet, bu kitapları bana göndermekle bende ne ümit ettiklerini merak ve Türkiye'deki çalışmalarına dikkat ettiğim Kaadiyanilik misyonerleri, farkında değillerdir ki, ortaya koydukları esaslar, sünni bir ülkede ancak kendi sapıklıklarını teşhir mahiyetinde kalır ve bunun için kendi ayaklarına gidip içyüzlerini tetkik etmek yerine onların ayağımıza kadar getirdiği eserlerine göz atmak yeter.
Benim de yaptığım işte bu!... Kaadiyaniliği, yabancı tetkikçilerden değil, kendilerinden, kendi eserlerinden ele alarak teşhir etmek.
20. Asır Mesihi, 19. Asır nihayetlerinde Mesihliğini ilan ettikten sonra 1900 yılında bu mezhebi İngilizlerin resmen tanımasını da başardı. Gayet tabii! Sebebini açıkladık! Mesihliği kabul edilecek olursa İslamın onun elinde alacağı, dişleri sökülmüş arslan şeklinden faydalanarak, o zamanlar hemen bütün İslam dünyasını elinde tutan İngilizler ve peşindeki öbür emperyalistlerin devşirecekleri fayda...
Nitekim bu fayda, Mirza Gülam Ahmed'in Mesihlikten sonra ( 1 ) numaralı tezi ve İslami farzlar içinde en büyüklerinden biri CİHAD gayesinin kökünden kaldılmasiyle kendi kendine sabit, ve sanki bu mezhebi kurduran İngilizlermiş gibi, Ahmedilerle Haçlı emeller arasındaki mutabakat aşikardır.
Şu anda İslam alemi, her biri sözde müstakil ve herbiri ayrı ayrı sapık yollarda ülkelerden ibaret hale geldiği için artık böyle bir mutabakatın modası geçmiş ve Kaadiyanilik, daima İngiliz sempatisi altında ve daima İslam birliği davasına kıyıcı, tek başına yoluna devam etmekte sayılabilir.
Doğru Yolun, içe ve dışa doğru 20. Asırda en hain sapık kolunu çizen ve İslamı arınma çağını tehdit eden Kaadiyaniliği içi ve dışıyla yakından tanımalıyız ki, 15. Hicri ve 21. Miladi Asırları koruyabilelim...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
ABES



Kaadiyaniler İslamı nakillere zıt olarak Hazret-i İsa'nın göğe kaldılmadığını, yerine bir benzerinin çarmıha gerildiğini kendinin de kaçarak Hindistan'a kadar geldiğini ve orada yaşadığını, 120 yaşında öldüğünü, Keşmir taraflarında gömüldüğünü, yeni zamanların en büyük keşfi halinde mezarının Mirza Gulam Ahmed tarafından meydana çıkarıldığını iddia ederler. İddialarına bir nevi maddi delil gösterircesine de (Ansiklopedika Britanika) dan bir resim alır ve altına şöyle yazarlar. «İleri bir yaşta Jesus.»
Bahsettiğim broşürlerden aldığım şu, nereden alındığı ve nasıl yapıldığı meçhul resim, onu neşreden İngiliz Ansiklopedisiyle beraber Kadiyanilerin de yüce bir peygamberi en kaba müşahhas planına aksettirmekten çekinmediklerini gösterirken, bir de Gulam Ahmed'in tezine yardımcı olarak ortaya atılıyor; ve Hazret-i İsa'nın ihtiyarlık yaşına kadar ömür sürdüğüne vesika diye gösteriliyor. Bu resimdeki saçmalık neyse topyekun Kaadiyanilikteki abes de odur.
Mirza Gulam Ahmed, Hazret-i İsa'nın kendisine hulul ettiğine kanidir.
Derken, yeni bir şeriat sahibi resul olduğu iddiası...
Cihad'ın kat'i olarak reddi ve üstelik bu hususta Kur'an'ı şahit göstermek gibi bir te'vile girişilerek ikinci bir küfre sapılması...
Ebedi azabın inka...
Her yüz yılda bir yenileyici geleceğine dair hadisin, zuhuru Hicri 14. Asır başına (Hicri 1300-Miladi 19. Asır sonla) geldiği için Gulam Ahmed'e atfı...
Yenileyicilik iddiasiyle başlayan cereyanın, kısa zamanda Mehdiliğe, derken peygamberliğe ve derken ilahlığa götürülüşü, gerçek İslam'ın Ahmediyye olduğu ve zuhurundan 3 asır sonra bütün insanlığın o bayrak altında toplanacağı hezeya...
Ve bütün bunlann ispatı olarak Mirza'ya türlü keramet ve mucizeler yakıştırılması...
Bazı güneş ve ay tutulmalarını önceden haber vermiş... Birtakım zelzeleleri günü gününe bildirmiş... Birinin filan gün öleceğini söylemiş, o da ölmüş...
Üçüncü rivayet, oluş ve neticeleniş bakımından son derece komiktir.
Gerçekten öleceğini söylediği adam vurularak öldürülünce «bu işi sen yaptırdın!» diye Mirza'yı mahkeme karşısına çıkayorlar. Mahkeme delil bulamadığı için onu beraat ettiriyor. Meseleyse muallakta kalıyor. Bu haber veriş gerçekten bir keramet eseri midir, yoksa hadise önceden bir haber alma neticesinde mi bildirilmiştir, yahut adi bir isabet mi?..
Herhalde nebilerde görülen mucizeler ve velilerde tesbit edilen kerametler bu türlü bir pespayelikten münezzehtir. Heyet ilminin rahatlıkla hesaplayabildiği küsuf ve husuf hadiseleri üzerinde de «bildi!» iddiası ay derecede gülünç ve gerisi uydurmalardan ibaret olmak gerek ve iş uydurmaya kaldıktan sonra da bu kadar basitlerini ele almak Mirza Gulam Ahmed'e büyük bir iltifat sayılmamak lazım....
İngilizlere ve onlan arkasında haçlı emperyalistlere köleliği, bir nevi dini farz olarak öne sürmeleri de cabası...
Dışından İslama bağlılık ve Allah Resulünü doğrulayış edası içinde, İslata yüreğinden yaralama, iktidandan düşürme ve gayesinden saptırma hareketi...
Mirza Gulam Ahmed 1908 yılında, bağlılanın nakline göre, üç kere, ihanet ettiği Allahın adını anarak ölüyor ve doğduğu köyde gömülüyor. Halifelerinden biri, oğlu Beşiddin...
Bana gönderdikleri eserlerden, her memlekette nişanladıklan hedefleri tayini mümkün olan, fakat çarpacakla Sünnet Ehli kayalanı hesap edemeyen ve hatta onlara dalaletlerinin senetlerini elleriyle veren ve olanca davala, teker teker taradığım eserlerine göre yukadaki maddelere sığdılabilecek şekilde bulunan Kaadiyaniler, bugün, herşeye rağmen hummalı bir faaliyet içindedirler. Batı dünyasının, Doğu 'daki komünistler de dahil, İslam yığınlana her an yöneltebilecekleri siyasi ve askeri bir harekette kendilerine nefis bir istismar unsuru diye kullanabilecekleri Kaadiyanilik bugün, Kenya, Nijerya, Cava, Sumatra gibi yerlerde ve bilhassa İngiltere, Amerika ve Almanya'da birtakım sahte cami kubbeleri altında, türlü dergi, kitap ve binbir telkin vasıtasiyle çalışıyorlar. Amerika'da zenci müslümanlar arasında bir kolera sirayeti halindedirler ve rivayete göre dünya şampiyonu boksör Mehmet Ali de bir Kaadiyanidir.
20. Asırda ve 21. Asır eşiğinde Haçlılar dünyasının stratejisi, İslam hisanı dışından zaptetmek değil, Truvalıların tahta atı şeklinde, gafil milletlere sahte kahramanlar imal edip onu içinden düşürmektir
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
MUSTAFALAR



Tasavvuf büyükleri, Allah Resulünde muazzez ve mukaddes Mustafa isminin başkalarında yümünlü, yani uğurlu olmadığını söylerler. Bu hususiyet asla dini bir kanun olmamakla beraber esrarlı bir hikmet ifade etse gerektir. Nitekim tarihimizde öyle Mustafa'lar tanıyoruz ki, tek tek ve kendi sahalarında, bu ismin gayesine ters düştüğüne misal olmuşlardır. Bunlar tam 6 adet insan...
Deli Mustafa: Osmanoğulları hanedanında tereddi koluna misal...
Kara Mustafa: 17. Asırdan bugüne, bozgun çağımızın açılışına misal...
Kabakçı Mustafa: Devlet kurucusu Yeniçerinin devlet yıkıcı ve memleketi içinden işgal edici hale geldiğine misaL.
Bekri Mustafa: içtimai ruhun artık işi divaneliğe döküşüne misal.
Alemdar Mustafa: Anadolu'yu kurtarmak için, o ruha yabancı Rumeli kapılarının açılışına misal. Ve:
Mustafa Reşit: Türk'ü, teftişsiz ve talihsiz, murakabesiz ve muhasebesiz, Batıya itme ve böylece batağa saplama mektebinin kuruluşuna misal...
Bizim davarnız ise, bütün bu Mustafa'lar içinde Mustafa Reşit Paşayla... «Sahte Kahramanlar» konferansımızda portresini çizdiğimiz bu adam islami arınma davamızın büyük ve derin bir dikkatle hesaba çekmesi gereken bir kimsedir ve kendisinden sonra 100 küsur yıldır ne olmuşsa ve hatta bugün Türkiye'de ve islam aleminde ne oluyorsa, onun ve devrettiği ellerin menfi himmetiyle olmaktadır. Kanuni'den başlayarak Tanzimata kadar ham yobaz ve kaba softa elinde perişan hale gelen islam davası, bu adamda, bünyeyi ıslah etmek yerine imha etmek ve hayat vermesi imkansız yeni bir bünye edinmek rotasına çevrilmiş ve onu takip eden sahte kahramanlar bu rotayı nihayet kayalıklarda parçalanma noktasına kadar getirmişlerdir. Ali, Fuat, Mithat Paşalar ve derken İttihat ve Terakki markalı ve mason damgalı maşalar, hep aynı Mustafa çizgisi üzerindedirler.
Doğrudan doğruya dini manada sapık kollar, 19. Asırda Babilik - Bahailik ve Kaadiyanilik gibi, devletini Osmanlı İmparatorluğunda merkezleştirici bir (otorite) görememekten doğarken, Türkiye'de manzara, bu (otorite)yi yeni zaman ve mekana hakim kılıcı bir tefekkür cehdi gösterip köke yol vermek ve onu sahte yemişlerle donatanları budamak yerine suçu kökte bulurcasına bir çözülme iklimi şeklinde tecelli etmiştir. Bu tecelli ise, hemen bütün İslam ülkelerine sari, Haçlılar vatanına kölelik ve onun cicili bicili üniformasına hayranlık ölçüsü altında, doğrudan doğruya İslamdan nefret faktörüne bağlı yeni bir mektebe temel olmuştur ki, nihayet felaketi sapık mezheplerin tümüne birden taş çıkartıcı dereceye ulaşmıştır. Üstelik bu yolda gidenler, son derece sığ irfan ve idrakleri, basit hokkabazlık marifetleri ve işportacı diyalektiklerine rağmen teşhis edilememişler ve millet kaatili ilan edilecekleri yerde milli kahraman sayılmışlardır.
Bu nokta, o kadar can alıcıdır ki, batış sebeplerimizin ve kurtuluş çarelerimizin anahtarı değerindedir. Birçok yazı ve konferansımızda da inceden inceye çözümlenmiştir.
Ne Batıyı anlayan, ne de Doğuyu en mahrem vahidlerine kadar muhasebe edebilen, Tanzimat sonrası, koyu cahil ve katmerli ahmak, sözde aydınlar zümresi, altı kaval, üstü şişhane kıyafetleriyle, Hilali Haça feda edici böyle bir yön tutmuşlardır ki, Doğru Yolu büsbütün kesmek, tıkamak ve onun vadettiği kurtuluşu kendilerinde göstermek gibi, karşı çıkılması çok zor bir çığır açılmasına vesile olmuşlardır.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
HAİN DEVRE



Tanzimat sonrası gidişimiz, İslamı yeni bir sapık yola sürüklemek değil, onun doğru yolunu Himalaya büyüklüğünde bir kayayla kesme ve tıkama ilerleyişi... Bu çığır kaydettiğimiz gibi, Mustafa Reşit Paşayla başlar, Ali ve Fuat Paşalarla filiz verir, Mithat Paşa'da üretime girer, İttihat ve Terakki maşalarında da takas muamelesine girişir ve bugüne kadar gelir. Bugün diye ifade ettiğimiz son yarım asırlık geçit, İslam davasında her türlü izah ihtiyacından uzaktır ve İslama artık, içinden değil, dışından kıyma davranışıdır.
Tanzimat sonrası, İttihat ve Terakki devresi ve Cumhuriyet geçidi diye bölümlendirdiğimiz üç merhaleyi rejim ölçüsüyle şöyle farikalandırabiliriz:
Tanzimat: Ham yobaz ve kaba softaya tepki halinde, İslam cübbesinin fabrika etiketini, ne cübbeden ne fraktan hiçbir şey anlamaksızın, Avrupa ceketine iliştirme gayreti... Kekeme ve şaşkın...
İttihat ve Terakki: Yüzde yüz yahudi ve mason silahşörü biçiminde, İslam ruhunu posa milliyetçilik ruhiyatiyle «takas»a tabi tutma ve kelimede Müslüman kalarak kendine yeni bir dünya arama ve bu yüzden 1000 yıllık çatıyı bir anda yıkma cinneti... Ahmak ve gözükara...
Cumhuriyet: Bu davanın eğrisi ve doğrusunu düşünmeden Tanzimattan beri gelen çizgiyi açıkta ta merkezine ve gizli maksadına ulaştırma, İslam ile bütün alakaları kökünden koparma ve Türk'ü madde planında kurtarıp ruh planında batırma davranışı... Kararlı ve içten ve dıştan planlı...
Şu var ki, Tanzimat gidişinin isimlerini verdiğimiz kadrosu yanında İttihat ve Terakki'yi, aksiyonda meşhur üç paşası ve fikirde maruf Ziya Gökalp ve avanesiyle tespit ederken, bu gelişin (terminal) noktası Cumhuriyeti belli - başlı şahıslara bağlamak lüzumuna uzak kalıyor ve her şeyi Cumhuriyet Halk Partisinin anonim mahiyetine düğümlüyoruz. Kastımız, hamuru 19. Asır başlarında Mustafa Reşit Paşa tarafından yuğurulan mücerret tipin Cumhuriyet devresinde biçimlendirdiği klik, yoksa şu veya bu değil...
Kamusluk meseleleri kısa kısa özleştirerek ve geniş tahlil ve terkiplerini «İdeolocya Örgüsü» ve «Konferanslar» gibi eserlerimize emanet ederek kısa kısa hulasa edelim:
Tanzimattan sonra aynı hamakat gelişinin getirdiği, aşşağının bayağısı bir edebiyat... «Edebiyat-ı Cedide». Ve başında bir şair... Tevfik Fikret... Eserlerini vitrinde bile seyredip etmediği meçhul, Batı dünyasının şiirde en bayat ve fikirde en kısır örneklerine bir göz atmakla tesellisini bulmuş ve nihayet işi inkara dökmüş bir cüce... Kendi üslubuyla «Fikri hiç, İrfanı hiç, vicdanı hiç bir maskara»...
Yine kamusluk çaptaki Türkçülük meselesinde Ziya Gökalp'e tek cümleyle yönelteceğimiz teşhis de şudur ki, o, İslam haini olduğu kadar mücerret ilme ve hocası yahudi filozof (Dürkaym)a da ihanet etmiş ve onun dini muhteva zarfı halinde gördüğü milliyetçiliği mazrufundan ayırıp araya ırkçılığı yerleştirmekle, metodunu borçlu olduğu adamı el çabukluğuna getirmiş bir sahteci...
Daima gizli yahudi tesirinin güdümünü koruduğu bu sahte romanı ve dayanıksız fıkriya bizde dönmeler çevresi Şişli salonlarını türetirken, doğrudan doğruya İslama duyulan hıncın fideliğinden türlü nebatlar yetişmiş ve başlı başına İslamı tahrip edebiyatı doğmuştur. Arapgirli Abdullah Cevdet, Arnavut Hüseyin Cahit ve dönme Halide Edip daha niceleriyle beraber bu katan vagonlandır. Onlara karşı tek iman sesi Mehmet Akiften gelmiş olmakla beraber onda da (potansiyel) zaif ve fikir hacmi dardır. Bu nokta da Tanzimattan sonra küfür cereyanının bayraktarla nasıl cücelerden ibaret kalmışsa, İslam müdafaacılarının da aynı seviyede kaldıklarına işaret...
Şurası katiyetle sabittir ki, Türk cemiyeti ham yobaz ve kaba softalar devri ve Tanzimat çığırı boyunca, nefsini ve insanlığı muhasebe edebilmek kudretinde bir fıkir adamı yetiştirememiştir.
Nis'te ölürken Papa'dan bir rahip isteyip haçı öperek can vermek dileyen Fuat Paşadan; bir sarhoşluk gecesi, muslukta gaseyan ederken yanındaki peşkirci vezire «paşa, bu milleti adam etmek için onu Hristiyan etmekten başka çare yoktur!» diyen Mithat, nam-ı diğer Murtat Paşa; Ermeniden bir vezire İsliimiyeti övmesine mukabil «biz seni İslamiyeti sevdiğin için değil, ermeni olduğun için vezir yaptık!» karşılığını veren Ali Paşa yolu, böylece, en ucuz tarafından 70 - 80yıl içinde meyvesini verdi ve habis gayesini kemale erdirdi.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
ABDÜLHAMİD



İkinci Abdülhamid manada öyle bir şahsiyettir ki, bu manayı heceleyebilmekle bütün sahte oluşlarımız anlaşılmış olacak ve o, 36 Türk hakanı arasında belki en büyüğü diye abideleştirilecektir. Elverir ki, memlekette beklediğimiz büyük fikir zemini kurulsun ve gerçek, tahlil ve terkipçi Türk tarihçisi zuhura gelsin... Biz kendimizi sadece emin bilgiler üzerinde (sentez)e memur bir fikir adamı bildiğimiz ve tarihçiye düşen vesika müşahede zorunluluğu ve ameleliğinden azade gördüğümüz için sadece ip uçlanı vermekle kalıyor ve işin kıymet hükümlerini üzerimize alarak, onları gerçekleştirme rolünü işte bu çapta bir tarih kafasına emanet ediyoruz. Nasıl ki «Ulu Hakan II. Abdülhamid Han» isimli eserimiz de, (statik) ilmin çok üstünde bu (dinamik) kıymet ölçüsüne dayanır ve ortaya attığı sağlam (realite)lerin tespiti mesleki tarih işçiliğine düşer.
Ulu Hakan II. Abdülhamid Han, Yahudiliği, Masonluğu, o devirde muvazene halinde ve Türkiye'yi taksim vaziyetindeki Batı Emperyalizmasını, sahte inkılapçılar nesli Mustafa Reşit Paşa döllerini, tek kelimeyle İslam düşmanlarını karşısına almış ve 33 yıl onlarla mücadele ederek veya onları bir mikrop kesesi içine alarak zararsız hale getirmeye bakmış gerçek Türk kahramanıdır. Fakat, hakkında uydurulanların tam tersi, sırf merhamet duygusu ve zulüm işlemekten korkusu yüzünden, İlahi hikmet icabı, her kuvvet elindeyken düşmanlana yenilmiştir.
Bu da yine kamusluk çapta ve birçok eserimizde çerçevelenmiş meselelerden biri...
Biz şimdi bu davayı dinde «Sapık Kollar» ve sahte gidişler bahsine sığdılabileceği kadarıyle belirtip meselenin ana hatlarını çizelim...
Abdülhamid; (Volter)in Resuller Resulüne ait piyesinin Fransa'da sahneye konulacağı haberi üzerine elçisini memur edip bunun harp sebebi olacağını ve mutlaka temsile mani olmalarını isteyen ve istediğini kabul ettiren sultan...
Abdülhamid; masonluğun küfür olduğuna dair fetva çıkartmak cesaretini gösteren hakan...
Abdülhamid; biraz sonra da ne mal olduğunu göreceğiniz Cemaleddin Efgani'ye asla yüz vermeyip onu sınır dışı eden halife...
Abdülhamid; bütün «Düyun-u Umumiyye» borçlarını ödeme karşılığında kendilerine Filistinde küçük bir çiftlik çapında toprak isteyen Yahudilere kapıları kapayan devlet reisi...
Abdülhamid, ecnebi mektepleri ve sözde Türkleştirilmiş
«Sultani-lise»leriyle her türlü misyonerlik faaliyetine göz açtırmayan tacidar...
Abdülhamid; Hazret-i Ömer'in «Dicle boyunda bir oğlak kaybolsa hesabı benden sorulur» hikmetini fiilen yaşayan ve seccadesinin başında sabah namazını beklerken hasta bir memurun evine gönderdiği doktoru gözetleyen takva timsali hünkar...
Abdülhamid'in 33 yıllık ince ve çevik idaresi, sapık kollan elden geldiği kadar tıkamak ve İslami tuğrasını emperyalizma canavarları ve din düşmanlarına karşı korumaktan ileriye geçemedi. Ondan sonra Yahudilik ve ardında Batı emperyalizması, tahttan indirildiğini bildirmeye bir Yahudi’yi (Karasu) memur ederek bu gerçek İslam kahramanını tasfiye etmeyi bildi.
Gerisi birkaç kelimelik: Çöküş ve arkasından «kurtuluş» yaftası altında batış...
Eğer Abdülhamid, adaletini tatbik ettiği Hazret-i Ömer'in celadetine de malik olsaydı -ki tek kusuru budur- bugün Türkiye'nin manzarası bambaşka olur ve «Doğru Yolun Sapık Kolları» belki de uzun müddet trafiğe kapalı kalırdı.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
İKİ PALYAÇO VE...



Osmanlı İmparatorluğunun birkaç asırlık ham yobaz ve kaba softa devrinde bataklığa çevrilen İslam, Tanzimattan sonra, uçurum yönüne döndürülünce, daha ziyade yurtdışı birtakım ıslahçı palyaçoların sökünü başladı. Suratlarını Batılı ressamların boyadığı sarıklı palyaçolar... Ve bu devirde artık bedbaht planında ortaya çıkan Batı hakimiyetine karşı zaafı ruhlarında aramak yerine İslam'da bulan biçareler...
Maddeye tahakküm dehasının timsali Avrupa karşısında, bozgunu n sırlarını çözmek ve İslamı kainat çapında yeni ha*yata tatbik etmek fikriyatından mahrum bu tipler, daima ol*duğu gibi, ne Batıyı ne de Doğuyu muhasebe edebilmiş, pal*yaçolar olarak, güya İslam'a yenilik getirme sevdasıyla, kalplerinin görünmez bir köşesinde, onu budamak, destekle*mek, ufalamak ve düşman dünya anlayışına tabi kılmak küf*rünü beslediler. Sabitliği ezelde ve her an yeniliği ebedde gerçek İslam çağını açmak değil de, onu, Batı maymunları*nın fani ve her an zevale mahkum çağına uydurmak...
Bu arada, Yahudilik ve Hristiyanlık stratejisinin ve em*peryalizma tuzağının istismar hedefi olmaktan da geri kal*madılar. Sistem getirici büyük bir tefekkür adamı olmayan, zaten makamı bakımından böyle bir hüviyete uzak bulunan ve sadece deha çapında bir ileri görüşle her şeyi sezen ikinci Abdülhamid Han uzun zaman durdurabildiği fakat dünya şartları hesabile elbette yenemeyecek olduğu felaket çığırı ve dalalet iklimi içinde işte bütün bu muzahrafat mütefekkirler*le mücadele zorunda kaldı.
Bu çöplük fikircilerin başında Cemaleddin Efgani ile Mı*sırlı Muhammed Abduh vardır.
Efganı, Türkiye'de Tanzimat ilanı sıralarında Efgan ille*rinde doğdu. Felsefe okuyarak yetişti ve rivayete göre mem*leketinde Ruslar hesabına casusluk yaparak efendilerinden hayli paralar aldı. 30-31 yaşlarındayken Mısır'a gitti, orada Mısır Müftüsü Şeyh Muhammed Abduh ile tanıştı, onunla sımsıkı kenetlendi. Daha doğrusu, İslam'a yeni bir şevk ver*mek temayülündeki bu çürük adamı büyüledi ve peşine tak*tı.
Birçok kitapta ikisinin birden Mısır'da mason çemberine girmiş oldukları yazılıysa da bu yerinde suçlama vesikasına kavuşturulmuş değildir. Vesikasını biz verelim:
- « Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh İngiliz ve Fransız masonlan tarafından çizilen daireye dahil kılınmış ve İslam modernistIeri geçinen bu adamların elde edilmesiy*le Batı dünyası (politika-relijyöz; dini siyaset)lerinin temini*ni düşünmüştü.»
Bu şartlar kelimesi kelimesine aslına uygun bir tercüme olarak şu kitabın 127. sahifesinden:

Les Francs - Maçon
Serge Hutin
Editions du Seuil
Bourges 1960
o sıralarda mahut sahte inkılapçılar müsellesinin ikinci çizgisi Ali Paşa -ki o da aynı müsellesin öbür çizgileri gibi masondur- bu eşsiz sermayeyi İstanbul'a davet ve baştacı ediyor. O sıralarda «Darülfunun-u Osmani» ismiyle ve gizli bir İslam nefretinden başka hiçbir müdir fikre malik bulun*maksızın kurulan üniversitede -bugün Hamidullah nam-ı di*ğer Baidullah'a yapıldığı gibi -Cemaleddin'e bir konferansçı kürsüsü veriliyor. Rektör makamındaki Hasan Tahsin - o da mason - Cemaleddin'i himaye ediyor; ve İslam ile haç dün*yası arasında bocalayıcı esfel bir cereyanın gençliğini telkin altına almak vazifesini bu adama veriyor.
İlk konferansı bu adamın, gizli yollardan tüneller açarak
İslamı kökünden bombalamaktır.
Nitekim bir konferansında aynen şöyle diyor:
-«PEYGAMBERLİK, SANATLARDAN BİR SANAT*TIR !»
Yani, tenekecilikten, aktörlüğe kadar insanın çalışma yo*liyle elde edebileceği bir sanat... Peygamberlerin Allah tara*fından gönderilmiş olmalarının reddi, Allah'ın reddi... Eğer tarihi materyalistler ve komünistler Cemaleddin Efgani'nin bu sözünü bilmiyorlarsa en büyük müttefiklerinden mahrum bulunuyorlar demektir.
Devrin Şeyhülislamı hemen Cemaleddin'i küfürle suçlu*yor; aynı kafanın adamı Ali Paşa da adamını Türkiye'den dehlemek zorunda kalıyor.
Bu defa İran... Orada da her şeyi allak-bullak ediş... İran*lılar onu zincire vurup Osmanlı hududuna bırakıyorlar... Bağdat, Londra, Paris, «Dinde Reform» başlığı altında bir sürü neşriyat, tekrar İstanbul ve Ulu Hakan tarafından acı bir istiskal, uzaklaştırılış; ve nihayet tutulduğu kanser hastalığı sonunda 60 yaşlarında, fesadına devam edemeyecek hale ge*liş, dünyadan ayrılış...
Onu Maçka mezarlığına gömdüler, bir Amerikalı -her halde misyonerlerden- ona mezar yaptırdı; bir müddet sonra da kemikleri bir çuvala doldurulup Efgan topraklarını kirlet*meye götürüldü.
Böylece, Muhammed Abduh'un «onu görmeden meğer gözüm görmüyor, kulaklarım işitmiyor ve dilim işlemiyor*muş!» dediği sözde diyanet yolunda denaet dehası, İbn-i Teymiyye mektebinin 19. Asır yenileyicisi, kendisini takip edecek 20. Asır reformcu maymunlarına «buyrun!» diyerek ve dünyamızı hayli bulandırarak, layık olduğu mukabeleyi bu dünyada görmeksizin, bastı gitti
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
ÖBÜR REFORMCULAR



Başlarında, «Merdudi» ismini taktığımız Mevdudi ile «Baidullah» sıfatını yakıştırdığımız Hamidullah var... Ve da*ha birkaç!.
Evvela Mevdudi:
«İslamda İhya Hareketleri» isimli eseriyle İslam'da imha hareketinin temsilcilerinden biri... Çağdaşımız... İşi gücü, Sünnet Ehli büyüklerine çatmak... Gördüğü sert tepki üzeri*ne eserinin ikinci baskısında birtakım yumuşama alametleri göstermeye çalıştıysa da, çürük madeni hep aynı... Gerisi ci*la... Cemalettin ve Abduh'a hayran... İbn-i Teymiyye'ye ise kara sevdalı...
İslam onca bir felsefedir ve nice şer'i ölçüler bu bakımdan muhakeme edilerek değiştirilebilir. Çorap üstüne mesh etme*nin cevazını iddia ettiği gibi...
Aynca mezheplerin birleştirilmesi fikrini müdafaa ve dört hak mezhebi birbirine karşı mücadele ve garaz halinde gösterme...
«Sana nasıl geliyorsa öyledir!» hesabı, her zaman ve her türlü içtihada yer verme, ve ortalığı kargaşalığa verdiklerini iddia ettiği Sünnet Ehli alimlerini kötüleme...
Mevdudi sade fikirde kalmadı; aksiyona da girişti. Hind Müslümanlarının milli hareketlerinde önderlik sevdasına düştü. Hapse girip çıktı. İlk eseri «İslam'da Cihad» ihtilalci fikri telkin etmesi bakımından Mısır'da, kendisine telkin ze*mini buldu ve bazı kimselerin idam edilmelerine yol açtı. 1953'de Kaadiyanlik meselesine el attı, yine tutuldu ve 2 yıl 2 ay hapse mahkum edildi. Sapık fikirlerin sapık ihtilalcisi olarak 1964'de yine hapsi boyladı; bu defa da İslam Cemaati Derneğinin kapatılmasına sebep oldu. Derken Vehhabilik dünyasına kapılandı; Medine'deki Vehhabi Üniversitesi İsti*şare Heyetine aza seçildi. Orada da dikiş tutturamadı ve Vehhabilere bile giran gelen fikirleri yüzünden muhakeme altına alındı.
Hamidullah hakkında uzun söze lüzum görmüyoruz. Ça*ğımızda din zaviyesinden temayülünün ne olduğu ve ne ola*bileceği besbelli bulunan üniversitelerimizin davetlisi olarak memleketimize gelip gitmekteki bu cüce akıl mütefekkirinin ne olduğunu göstermeye yalnız bu kucak açış yeterken onun «İslam Peygamberi» kitabına bir göz atmak bile kafi gelir. Evvela Kainatın Efendisine,İslam'ın Peygamberi demekle O'na bir tahsis yaptığının ve bu tahsisle başka dinlere ve on*ların hükümleri yürürlükte peygamberlerine yer verdiğinin şuurlu veya şuursuz ifadesini taşıyan bu kitap, daha önsözün*de Fransızları memnun etmek için kaleme alındığını itiraf ederken, hedef tuttuğu bu memnuniyetin dayanaklarını açık*ça meydana koymaktadır. Zira bu adamın gözünde Allah'ın Sevgilisi, tükürükten başka ilacı olmayan biridir, İslam ise yalnız gençlerin, toy delikanlıların, fakirlerin, kölelerin, ezi*lenlerin, tek kelimeyle aşağı tabaka ve ayak takımının kucak açtığı bir dindir. Miraç mucizesi bir rüyadan ibaret ve daha nice madde üstü harikalar akılla teftişi gerekir şeylerdir. Ta*savvuf ise uydurmadır.
Bir konferans münasebetiyle Erzurum'da bulunduğum sı*rada Hamidullah da oradaydı. İçinde kendisinden de bahset*tiğim konferansa gelmek cesaretini gösteremedi. Ertesi gün bir toplantıda bağlılarının da bulunduğu bir mecliste hakkın*daki tespitlerime cevap verebilen kimse çıkmadı. Yalnız, ar*tık ne tarafı tuttuğu belli olan bir genç şöyle dedi: Ona hangi mezhepten olduğunu sordum:
- «Ben mezhepsizim!» cevabını verdi.
Bir de Seyyid Kutup var... Kendisinden af dilemesini is*teyen yakışıklı orangotan maymunu Nasır'a «Bir mümin bir münafıktan af dilemez!» cevabını veren ve kahramanca öl*meyi bilen bu zatı «Sahte Kahramanlar» konferansımda ger*çek kahraman olarak göstermiştim. Fakat sonradan gördüm ki, Seyyid Kutup bir İbn-i Teymiyye meddahıdır ve kellesini kaptırdığı sosyalizma yularının zoruyla Hazret-i Osman'a adaletsizlik isnat eden ve dil uzatan bir bedbahttır.
idam edilmeden bu sapıklıklardan istiğfar ettiğini söyle*yenler oldu. Eğer öyleyse tam kahraman ve şehit... Değilse, mücadelesi kafire karşı bir sapığın davranışından ileri geç*meyen bir zavallı.
Günümüzün reformcuları bunlarla bitmiyor. Onlardan birkaç batın önce başlayan ve Kazanlı Musa (Beykiyef) gibi*lerden geçen ve asıl istinadı ibn-i Teymiyye, Cemaleddin Ef*gani ve Muhammed Abduh olan kol, bu gösterdiklerimizde tam teşahhusunu bulurken, zakkumlarının silkintisi halinde Türkiye'de kendisine bir fidanlık bulamamış değildir.
iddia ve davalarını teker teker gösterip cevaplandırmayı abesle uğraşma saydığımız, ama buna rağmen bir kitaptan naklen vereceğimiz ve sadece özlerini belirtmekle yetinece*ğimiz yeni zaman sapıklıkları ve sapıkları işte bunlar!...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
REFORMCULARIN ÖZÜ



Reformcuların toplu olarak bütün iddialarını demetleye*cek ve onları mücerret ilim ve hakikat gözüyle inceleyecek olursak, ereceğimiz gerçek şu olacaktır ki, bunlar, bir baştan öbür başa, Batı akliyeciliği karşısında afallamış, sonradan aynı Batının 20. Asırda aynı akliyeciliği iptale kadar giden fi*kir çilesinden nem bile kapamamış, Doğunun özüne gire*mezken Batının kabuğunu olsun görememiş idrak yüz karala*rıdır. Biraz sonra göreceğiniz şekilde mezhep bağlılarına «eşek» sıfatını yakıştıran bu kırattaki insanlar, o masum hay*vanın da yarın ahirette kendilerinden davacı olacağı bir de*naet seviyesindedirler.
Bu seviyeyi Kur'an tayin etmiştir: «Belhüm adal-Hayvandan aşağı...»
Şimdi onların toplu olarak iddialarını hulasa edelim. Bu hulasa, Dr. Said Ramazan El-Buti'den Türkçeye çevrilen «Mezhepsizlik» isimli eserin arka kapağına konulmuş ve fa*sıl fasıl yeri işaret edilmiş bir tablodur.
Saçmalıkta şaheser ve hiçbir noktası cevaplandırılmaya değmez iddiaları, işte:
«Müslümanlar bir din devrimine şiddetle muhtaçtırlar. Bütün ıslahatın dayanağı, ancak Din'de yapılacak alanıdır. İslam hükümetleri Din ile Siyaset'i birbirinden ayırmaya mecbur kalacaklardır. Müctehid İmamlar, kendilerini Din Vazı-ı-ALLAH zannetmesinler. Dört İmam'ı taklid etmek küfürdür. Onları taklid edenler; basiretsizdir, cahildir, ah*maktır, sapıktır; tefrikacı, fitneci ve amelleri boşa giden müf*lislerdir. Mezhepliler, Allah'ı bırakıp da, papazlarını, haham*larını kendilerine ilah ve Rab edinen (Hıristiyan ve Yahu*di)ler gibi, mezhep imamlarını kendilerine ilah ve Rab edin*mişlerdir. Dört imam birer put, onlara uyanlarsa birer putpe*resttir. Mezhepliler Kur'an'dan bile yan çizmişlerdir. Dört Mezhep, kusursuz Resulüllah'a, kusurlu imamların açtıkları harp cepheleridir. Dört mezhep üzerine yazılmış kitaplar, bi*rer küflü kitaptır. İslam Dini, bir bedevi arabın birkaç daki*kada öğrenebileceği basitliktedir. İslam’ın bir hukuk sistemi*ne sahip olduğu yalandır. İçtihad yapmak gayet basittir. Bu*nun için Arapçayı bile bilmeye hacet yoktur. Birisi sana bir*kaç hadis kitabını bildiğin bir dille anlatıverirse, içtihad ya*pabilirsin! Hanefi Fıkhı, İslam'la hiçbir ilgisi olmayan ve İn*cil'e benzeyen bir şeydir! Mezhepliler, ürküp kaçan birer eşektir. Yalanlarını kılıflayan inatçı ve uydu; ama Hakk'ın değil, şeytanın uydusu kişilerdir. Adam, Muhammedi olma*yı bırakıyor da, Hanefi veya Şafi'i oluyor, ne tuhaf şey!.. Her*hangi bir mezhebe bağlanan, ondan başkasını görmez. Onun gözünde, Kitap, Sünnet, Din, hepsi o mezheptir. Mezheplilerin iman konusunda bildikleri şundan ibarettir: Allah birdir ve her yerdedir. Mezhepliler, peygamber semaya çıkarak AI*lah'ı gördü derler. Bu kişilere göre eli tespihliler sefihtir, al*çaktır, sapıktır, bid'atçıdır derler. Bu kişilere göre sala ver*mek sapıklıktır, sala veren 'müezzin müşriktir. Mezheplilerin zanlarına göre teravih namazının sekiz rek'atından fazlasını kılmak haramdır, farz namazların kazası caiz değildir. İnsana kabrinde, tabi olduğu mezhep ve girdiği tarikattan soru so*rulmaz. İmam-ı Azam, ezberinde birkaç hadisten başka hiç*bir şey bulunmayan bir cahildir. Usul-ü Fıkıh, dört imamın sözlerini doğrulamak; Kitap ve Sünnet'le amel etmeyi terke*derken mazeret diye ileri sürmek için vaz edilmiştir. İmam-ı Şafi, bir adamın kendi kızıyla nikah yapmasını caiz gören bir adamdır.
Mezhepleri birleştirme işi son derece basit bir iştir. Bunu yapmak Müslümanların boynuna borçtur. Gerek fıkıh*çıların ve gerekse diğerlerinin -Fıkıhçılardan başka hiçbir kimse için şu helaldir, bu haramdır demesi caiz değildir- gi*bi sözleri, Yahudi ve Hristiyanlarda Tevrat ve İncil'in hüküm*lerini papaz ve hahamlardan başkaları anlayamaz şeklindeki inancın bize intikal ettiğini göstermektedir. Bu ise aynı mev*zuda onların yolunu tatbik etmek demektir.»
Bundan başka daha neler!.. Bizzat aklın mahiyet ve key*fiyeti üzerinde hiçbir tefekkür çilesi çekmeyen, son derece dar ve havasız bir akılcılık; ve üstelik bu akılla Allah ve Re*sulünü inkardan başka çare yokken, onları güya kabul edip, akıl mizanına vurma gayreti ve böylece tezatların en dipsizi*ne düşme felaketi...
Reformcu, dini, her türlü insan hamlesinin manivelası kabul etmek zorunda kaldıktan sonra ancak bu manivelayla kaldırılabilir yükleri sırtlayabilmeleri için insanlara daha ha*fif şartlar arayan ve dinin değişmez formüller tablosu Şeriatı keyfine göre uydurmaya kalkan, yani dini içtimai fayda pla*nında ele alıp Allah'a mutlak kulluk mânasında bozan gizli bir kâfirden başkası değildir. Sağdaki, ölçülerin kabuğunda kalan ham yobaz ve kaba softaya karşılık, solda, hikmetlerin kabuğunu delemeyen ve sır idrakine eremeyen reformcu...
Bizde birçok mefhumlar kelime mânasında bile kestirilemediği gibi (reform) tabiri de bilinmez. (Reform) kelimesi (röfer) mefhumuna eş olarak «tekrar şekillendirme» demek*tir. Tekrar şekillendirme ise, o biçimini kaybettiği sanılan uz*viyeti, dışarıdan, takma kollar ve ayaklar misali, canlandır*maya yeltenmektir ki, bu da onun gerçek doktorunu bekle*yen hakikatine kıymak olur.
Kelime mânası her ne olursa olsun, bizi taahhüt altına al*maz. Kelimede değil, gerçekte yer alarak tespit edebiliriz ki, reformcu işte yukarıda çerçevelediğimiz mânanın adamıdır ve gayesi dinin hakikatini meydana çıkarmak değil, onu ken*di hakikat vehmine feda etmektir. Mücerret «ulvî» yi, kendi müşahhas «süflî» lerine kurban edenler; yani reformcular...
Dinin ulvî ve mücerret hakikatini meydana çıkarmak için savaşanlarsa, onun üstündeki asırların biriktirdiği kir, ve pas*ların temizleyicileri mânasına hakiki reformculardır ve sıfat*ları "yenileyici"dir. Uydurucu değil, yenileyici... Kıl kadar farkla biri küfür uçurumunun dibini, öbürü iman şahikasının zirvesini ihtar eden iki kutup...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
İÇ GÖRÜNÜŞ



Cumhuriyete kadar böylece geldikten sonra, hemen pe*şinden, ne bir mezhep ihtilâfı, ne bir sapık kol çekişmesi, ne de doğru yol üzerinde herhangi bir muhafaza veya kaybetme korkusu, İslâm'a bütün kapıların kapatıldığına şahit olduk.
Bu hal 1923'ten 1950'ye değin 27 yıl sürdü ve o tarihte Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle İslâm hesabına bir yumuşama çığın açıldı.
Bu çığırın açılma istidadını kazandığı demlerde ben Tür*kiye'nin en büyük bankasında müfettişlik makamında ve en lüks şartlar içindeyken -herhalde bağlı olduğum büyük kapı*nın ruhuma üflediği feyz eseri olsa gerek- herşeyi teptim, bankadan istifa ettim ve kendimi fikir kavgası hayatına ver*dim...
Gözümde, o zamandan, manevi alevler ve dumanlar için*de batan bir Türkiye vardı; ve ona 4-5 asır önceki hayatiyeti yanında o günkü veya bugünkü can çekişmesini anlatmak ve kurtuluş yolunu göstermek için dünya çapında büyük bir fi*kir hamlesine girişmekten daha aziz bir gaye düşünülemez*di..
Kendimi bu gayeye adadım ve 1943'de Büyük Doğu'yu çıkardım...
Başvekil «Şükrü Saraçoğlu» imzasıyla «Allah ve ahlâk*tan bahsetmek yasaktır!» şeklinde gazetelere tamim gönde*rilmesine sebep olan yazılarım, yüksek mekteplerdeki hoca*lıklardan kovuluşlarım, kanunsuz asker edilişlerim, hapisle*rim, aç kalışlarım ve türlü çilelerim neticesinde küfür buz da*ğının nasıl erimeye başladığı, bu arada ne gibi bir gençlik mayasının tutma istidadını gösterdiği, 1960 gece baskınını takip eden yıllarda bu gençliğin Milli Türk Talebe Birliği ça*tısı altında ne türlü karargâh kurduğu, Anadolu'yu telgraf hattı şebekesiyle bir baştan bir başa kuşatıcı konferanslarım, neler neler!..
Ne oldu?.. Buz dağı erir gibi oldu ama, ortalığı çamur bastı. Öyle bir çamur ki, bul bakalım yolunu bulabilirsen...
Teaddi, taarruz, hücum ve hamle, bizim gençliğimizden ziyade karşı tarafa geçti...
Aş evimizin yemeklerini ancak camekânlarında seyretmekle pişirebileceklerini sananlar, bir taraftan aceze basın mahiyetinde dâvamızı helak ederken, öbür taraftan da aziz ve nazik gayeyi aksiyona dökme yolunda bir parti kurdular ve artık belini doğrultması çok zor şekilde harcama ve alçalt*ına hamaratlığına giriştiler.
Meydan yerini, tenekeci, kalaycı, kurşuncu tarzında «ci, cı, cu»lar sardı...
Sahte veliler enflasyonu önünde gerçek irşad makamının bedeli ödenemez çapa yükseldi.
İçtihad kelimesinin elifi üzerinde bile fikir sahibi olma*yan haylazlar müçtehidliğe yeltendi.
İlahiyat Fakültesi ve enstitüler, için için, vecdsiz ve haşyetsiz, kısır mantığına göre fetva verici, hususi bir mamul yetiştirmeye memur edildi.
Diyanet, rejim hürmetine şeriat katli cinayet işlerini, Fransız İhtilalinin giyotinlerinden daha cömertçe yerine ge*tirdi.
Tasavvuf ve bâtın yolu aleyhtarı birtakım vehhabilik ka*ralamaları, başıboşluk havası içinde kendilerine bir cereyan açma sevdasına kapıldılar.
Ruhların gizli bir köşesinde, kemaline inanmadıkları şe*riatı çürük kalaslarla payandalamak isteyen, böylelikle İslâ-mı dışarıdan tamire muhtaç bir harabe kabul eden reformcu*lar içten ve dıştan İslâm fikriyatını lekelemeye koyuldu.
Dini yayınları tefecilik pazarına döndüren borsacılar pey*dahlandı.
Saymakla, anlatmakla bitmez!..
Ve bu hava içinde yokluğu bile şuurlaşmayan bir idare... Hafakanlar içinde bir millet, baskın, soygun, bozgun... Mad*di ve manevi yıkım, ana-baba günü...
Bu mu olmalıydı tam 40 yıllık çilemizin hasılası?..
Bu oldu ve bunla da herhalde derin bir hikmet tecelli etti...
Bu hikmet:
«YA OL, YA ÖL!» ihtarı...
İç görünüş budur!.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
DIŞ GÖRÜNÜŞ



İç manzara buyken ve bu manzara İslâmî dâvayı, tek tü*yünü feda etmeksizin cihana tatbik ve dünya buhranının tek ilacı diye göstermek şöyle dursun, onu anlamak istidadından bile zehirde hiçbir şey vaadetmezken, acaba dışarıda, İslâm âleminde hal ve keyfiyet ne merkezde?..
Dikkat edilirse hiçbir istidat vaadetmediğini kaydettiği*miz Türkiye için «zahirde» tabirini kullandık... Evet, bu istidatsızlık ifadesi Türkiye'de zehirdedir, bâtında değil... Bâtın*da Türkiye, toprak altında pişen bir maden gibi derin ve giz*li bir oluş halindedir ve bu zamana kadar takip ettiği tarihi seyr, ilâhî kaderden bir haberci olarak, ebediyet dâvasını kur*tarma ve yeryüzüne nakşetme işinin yine Türk'e nasip olaca*ğını veya böyle olmak gerektiğini göstermektedir...
Abbasilerde gölgelenmeye başlayan İslâm nasıl Orta As*ya'dan fışkırma, hamlığı içinde saf ve temiz bir ırkın elinde pırıldamaya başladıysa, yine onun elinde karanlığa atıldıktan ve son 150 yıl içinde büsbütün çamura batırıldıktan sonra, kemal ve zeval kanunu gereğince şimdi dünyasını yine Türk'ten beklemektedir...
Her şey burada bozuldu ve bütün İslâm âlemini bozdu; şimdi herşey yine burada düzelmelidir ki, her yerde düzel*sin...
Birinci ve İkinci Dünya Harplerinden sonra çoğu bizden kopmuş olan ve sahte istiklâlcikler içinde başları boş kalan İslâm toplulukları, tepelerine yerleşmekte ve onları deve gibi kullanmakta usta, birtakım lider müsveddeleri elinde, bu ve öbür dünya nimetlerinden mahrum bir sürü haline getiril*miştir. Batı kuklası bu liderler, batı kuklalığının manasını Türkiye'den almışlar ve işte hemen hepsi, bu mananın aynı kalıptan çıkma maketleri olarak türemişlerdir...
Dikkat buyurulsun, hepsi de Türkiye'den devşirdikleri bir mananın maketleri... Onun içindir ki, "Önce Türkiye'de bo*zuldu ve her yerde bozuldu, şimdi Türkiye'de düzelmelidir ki, her yerde düzelsin..." hükmüne varmış bulunuyoruz...
Bugün İslâm âlemi öyle bir ehrama benziyor ki, kaidesi, yani halkı Müslüman, zirvesi, yani güdücüleri de İslâm düş*manı...
Anadolu'nun cenubundan taramaya başlayarak, Irak ve Suriye'den geçerek, Şimali Afrikayı baştan başa dolaşarak ve bu arada İran, Pakistan, Cenubi Asya ve Arabistan ve sonra Orta Afrika üzerinden sekerek İslam ülkelerine bir göz atınca görürüz ki, hiçbir tarafta devlet idaresi, millet sesi ve müte*fekkir nefesi olarak İslam'ın mahiyet ve istikbâlinden haber verici tek iz mevcut değildir...
Aralarında şeriati sadece kelimede yaftalayıcı Suudi Ara*bistan ve Libya, dış yüze mıhlı tavırlarıyla İslâmı büsbütün dondurmuş, imtizaç kabul etmez katıklarla bozmuş ve buz dolabına kaldırmış durumdalar... Birinde itikadi temelinden mahrum, bulutlar üzerinde durdurulmaya çalışılan, böylece olanca feyzinden mahrum kılınan bir şeriat yapısı, öbüründe de Yeniçeriliğin çürüme devrindeki «Şeriat isteruk!» nidası*na eş bir eda içinde mektep kaçağı bir çocuktan fışkırma sos*yalistlik gayreti...
Evet, sosyalizma. Bu, yeni zaman belası eski mikrop, İkinci Dünya Harbi sonrasının uyuz hastalığıdır ve hemen tüm İslâm ülkeleri liderlerinin kaşıntısı mevkiindedir...
Bari, sosyalizma nedir, nereden ve nasıl gelmiştir, Batı fikriyatında kıymet hükmü nasıldır. İslâm ile imtizaç imkanı hangi nispettedir, bunları bilselerdi can yanmazdı
İslâm gibi, kul çapında, bütün kul çatısı mezheplerin, sonları (izm) ile biten arayıcılıkların dileyip de gerçekleştire*medikleri hikmet ve hakikati kendi zatında hamil ilâhi mües*sese, her şeyin doğrusunda bizzat âmil ve eğrisinde mani iken nasıl olur da yabancı mahiyetlerle etiketlendirilebilir ve onların lokomotiflerine vagon diye takılabilir?.. İsim, onların arayıp da bulamadığını verir ve hiçbirinin hüviyetiyle nite*lendirilemez...
İşte bu nice hikmetten öksüz yaşayan ve onu dillendirebilecek, kitaplaştıracak bir fikir hareketine yataklık edemeyen İslâm âlemi, elinde nimet olduğu kadar baş belâsı bir petrol hazinesi, moda cereyanlara esir ve ayrıca Yahudi kurmayla*ra zebun, horuldar veya boş yere tepinir dururken, misâlleri*ni gördüğünüz maymun reformcular dışında ne vaadedebilir ki?..
Dış görünüş de budur!..
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
ARINMA NASIL OLUR?..



İSLÂMI BULMAKLA OLUR, UYDURMAKLA DEĞİL!..
Bin yıl var ki, İslâm, ya müspet plânda dondurulmuş, ya*hut menfi plânda uydurulmuştur.
Yalnız şu üç hadisten tüten hikmeti benimseyebilmek doğru yolun dosdoğru çizgisini hiç bir noktada kırmadan sonsuzluğa kadar götürmek olurdu:
Bir günü bir gününe eş geçenin aldanmakta olduğu şu*uru... Ebedi yenilik ve tazelik ihtarı...
Allah'tan, eşyanın hakikatini olduğu gibi göstermesi dile*ği... Kâinat sırlarını inceleme memuriyeti..
Soğutma yerine ısındırma, zorlaştırma yerine kolaylaştır*ma, korkutma yerine müjdeleme, çirkinleştirme yerine gü*zelleştirme mükellefiyeti. Aşk, rahmet ve bedii (estetik) kıy*meti...
Ve bir ayet meali:
«-Ben kulumu halife olarak yarattım.»
İslâmı arındırmak böyle olur; ve ona hiçbir şey ekleme*den ve ondan hiçbir şey eksiltmeden iç ve dış sır ve hikmet*lerine nüfuz etmekle meydana gelir...
Bu da, bir kazıda gizli bir hazineyi meydana çıkarırcası*na basit bir iş gibi görünse de, hakikatte Peygamber rızasının yanı başında ve gelmiş ve gelecek fikir ve sistem hamleleri*nin topyekün üstünde bir yenileme, ebedi yeniyi bulma, gös*terme ve yerleştirme davranışı... Mutlak din ve hakikate öy*le bir kölelik her türlü istiklâl iddiasından uzaklık ki, sultan*lık ayarında...
Allah Resulünün kölesi olmayı en muhteşem sultanlık bilmek saadeti; ve sureta bu köleliği kabul edip de emirlerin kabuğunda kalmak felaketi...
Müspet ve menfi bu iki kutup tam muvazene çizgisi üze*rine getirilincedir ki, İslâm'ın arınma sırrı çözülmüş olacak; ve ilâhi nur, cehennemi bir trafik bunalımı arzeden şaşkın in*sanlığın tepesinde ışıldayacaktır.
Bu dâvanın şartları, müspet ve menfi, dost ve düşman ku*tupların tam bir tahlil ve terkibi halinde "İdeolocya Örgüsü", «Konferanslar» vesair eserlerimizde nakış nakış gösterilmiş*tir. Onların yeri de davayı sadece (dinamik) plânda ihtizaza getiren bu eser değildir.
Böyle bir arınma, kendisine ilâcını hazırladığı Batı'nın da en korktuğu şey olabilir. Bu korkunun içinde onu bekleyen*ler ve isteyenler de vardır...
Bakın şu sözlere:
Büyük mütefekkirlerden (Cardetr):
«-İslâm'da mevcut kuvvet... İşte Avrupa'nın korktuğu bu*dur!»
Ve hele (Lawrence Broson):
«»Asıl tehlike, İslam düzeninde, onun genişleme kabiliye*tinde, tesir gücünde, canlılığında gizlidir. Avrupa emperya*lizmi önünde yegâne duvar budur!»
Mütefekkir tarihçi (Toynbi):
«-İstikbal İslâm'ındır. Tecrübe edilmemiş bir o var!»
Ve (Göte), (Tomas Karlayl), (Bernar Şov) gibi büyükle*rin bilinen İslam saygıları...
Bütün sapık kollar bugüne dek İslâm'ı gücünden düşür*mek yolunu tuttu; fakat o gücünden düşmedi ve en yanlış tat*bikata rağmen, yer kabuğunun altındaki ateş gibi mücerret kuvvetini korudu... Bu toprağı sondalayacak ve deşecek olan kahramandır ki, işletici kuvvet olarak insanlığın ne bekledi*ğini gösterecek ve Allah ile Resulünün mukaddes isimlerini güneşle ay arası mahyalaştıracaktır.
Meşhur İngiliz edip ve mütefekkiri (Bernar Şov)un şu satırları, bugün İslâmiyeti üzerlerinde bir kabuk gibi taşıyan zavallılara, yahut da onlara bakıp İslâmiyeti aynı seviyede sananlara ibret dersi olsun:
«-Büyük hayatiyetinden ötürü, ben (M......d) in dinine en
derin saygıyı duydum. Benim gözümde o, her türlü zaman ve mekâna uygunluğu, hayat değişikliklerine hâkimiyeti ve son derece nazik bükülüşleriyle, âlemin biricik dinidir.»
Ve Prof. (Desmond Steward):
«-İslâmiyet medeniyetin beşiğidir.»
(Düşünün ki, bu haberi 17 Ağustos 1977 tarihli «Günay*dın» gazetesi veriyor.)
Korkarım ki, İslâm, bizden oraya gideceği yerde, moda eşyası gibi, oradan bize gelmesin!..
Gelsin de nereden gelirse gelsin!.
Gelsin de malım, isterse satışı hırsızının eliyle olsun...
Tek, malım gelsin!..


İSTANBUL
NFKısakürek...20 Ağustos 1977
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Zahir ve batında ve bütün zaman ve mekan boyunca insanoğluna en yüce oluş sermayesini getiren «Gaye insan ve Ufuk Peygamber»e bağlı ve onunla başlayan yol... insanoğlunu dinin zahirine ve o zahiri batınına da kapı açmakla mükellef bulunuyor ve biri kalabalıklara, öbürüyse yücelere mahsus yollardan batın geçidini yalnız iki mutemedine bağlamış bulunuyordu.
Hazret-i Ebubekr ve Hazret-i Ali...
Tasavvuf....
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Sapık kollann yelpazevari açıldığı, modalaştığı ve bir cümbüş havası içinde tepindiği İkinci ve Üçüncü Hicri Asırlar, «Sünnet ve Cemaat Ehli» caddesinde yolun bütün ölçülerini abideleştiren iki zafer takına şahit oldu.
İslami itikat esaslariyle beraber iş ve amel kanunlannı istikametlendiren dört geçitli bir tak ile , doğrudan doğruya iman ve itikat yönlerini perçinliyen iki geçitli başka bir tak... Biri iş ve amelde, öbürü iman ve itikatta iki tak...
İş ve amelde:
İmam-ı Azam Ebu Hanife: (Hanefi...) İmam-ı Malik: (Maliki...) İmam-ı Şafii:(Şafii...) İmam-ı Ahmed Bin Hanbel: (Hanbeli...) Mezhepleri...
İman ve itikatta: İmam-ı Matüridi... İmam-ı Eş'ari... Yolla...
İşte, amelde dört, itikatta da iki geçitli taklar!
Bunlar Doğru Yolun hudut bekçisi karakollarını temsil ve «Sünnet ve Cemaat Ehli» zabıtasını teşkil ederler...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
"SÜNNET"SİZ “SÜNNETLİ”LERE UYARILAR
Abdulkadir COŞKUN

1- "Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının". "Size ne yasakladıysa" ifadesinden, haramlık bildiren bir nehiy anlaşıldığına göre "size ne verdiyse" ifadesinde de emirleri anlaşılmaktadır.
2- Peygambere itaat etmenin ve ona tabi olmanın farz olduğunu ifade eden bir çok ayet-i kerime mevcuttur. "Biz her türlü peygamberi Allah'ın izniyle ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik" (Nisâ, 64) Burada peygambere itaat, peygamberliğin gayesi olarak gösterilmiştir. Binaenaleyh Efendimiz’in (s.a.v.) sözleri ve fiilleri zorunlu olarak delil olacaktır.
3- "De ki eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tabi olunuz ki, Allah da sizi sevsin." (Âl-i İmran, 31) Bu ayet-i kerime Rasul-ü Ekrem (s.a.v.)'in bütün sünnetlerinin, söz, fiil, takrir ve ictihadlarının son derece kati birer hüccet oldukları konusunda apaçık bir delildir. Buna göre, her kim Peygamberin (s.a.v.) sünnetine tabi olursa, en yüce mertebeye ulaşacaktır. Zira Allah'ın rızasını ve sevgisini kazanmanın tek yolu, Efendimize tabi olmaktan geçmektedir.
4- "Namazı kılın, zekatı verin, Allah'a ve Rasulü’ne itaat edin" (Mücadele, 13) "Namazı kılın, zekatı verin, peygambere itaat ediniz ki merhamet göresiniz". (Nur, 56) Her iki ayette de peygambere itaat namaz ve zekat derecesinde bir hüküm olarak yer almıştır. Namaz ve zekat nasıl farzsa peygambere itaat de öylece farzdır.
5- "De ki, işte bu, benim yolumdur. Ben Allah'a çağırıyorum. Ben ve bana tabi olanlar aydınlık bir yol (basiret) üzereyiz." (Yusuf, 108) Bu ayetten şunlar anlaşılmaktadır:
a- Bu getirdiklerim benim ve bana tabi olanların yoludur.
b- Ben ve bana tabi olanları Allah'a davet ediyoruz.
c- Ben ve bana tabi olanlar aydınlık bir yol üzereyiz. Buna göre sünnet, apaçık bir delildir. Aksi takdirde ona tabi olmayanların başkalarını hakka davet gibi bir hak ve salahiyetleri yoktur.
6- "O kimseler ki, Nebiyy-i Ümmi olan Rasûl’e tâbi olurlar. O Nebi ki, Tevrat'ta ve İncil'de yazılı bulduklarıdır. İşte o peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder. Onlara temiz ve güzel şeyleri helal, pis ve zararlı şeyleri haram kılar ve üzerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki bağları kaldırır (yani hata ile adam öldürmek kısas icrasını, günah işleyen azaların, pislik değen elbisenin kesilmesi gibi ağır teklifleri). O peygambere inanıp ona saygı gösteren, yardım eden ve onunla birlikte gönderilen Nur'a tabi olanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Âraf, 157)
Ayette onun helal ve haram kıldığı şeylerden bahsediliyor, bu onun sünneti değil de ya nedir? Çünkü o "Bana biliniz ki, Kitabın misli gibi bir kitap verildi" (Ebu Davud) buyurmuştur.
7- "De ki: Allah ve Rasulü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Allah kafirleri sevmez" (Âl-i İmran, 30) Allah ona muhalefet etmenin küfür olduğunu ilan ediyor. Bu beni titretiyor. Hangi aklı selim sünnetin delil ve kaynak olmadığını söyleyebilir bundan sonra... Bunun aksini iddia etmek ancak ve ancak nasipsizlik ve edepsizlikle izah edilebilir.
8- "Allah ve Rasulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasulü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzap, 36) Buna rağmen Rasulullah'ın (sav) sünnetini yok saymak hangi aklın ürünüdür acaba!!!???
9- "Bazı insanlar "Allah'a ve peygambere inandık ve itaat ettik" diyorlar; ondan sonrada içlerinden bir grup yüz çeviriyor. Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve peygambere çağrıldıklarında, bakarsın ki, içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler." (Nur, 47-48) Ayetler peygamberin hüküm ve emirlerinden yüz çevirmeyi nifak olarak görüyor.
10- "De ki: Allah'a itaat edin, peygamberlere de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz, şunu iyi bilin ki peygamberin sorumluluğu kendisine yüklenen tebliğdir. Sizin sorumluluğunuz da size yüklenen görevi yerine getirmenizdir. Eğer peygambere itaat ederseniz, hak yolu bulmuş olursunuz. Peygambere düşen sadece apaçık bir tebliğdir." (Nur, 54) Hâlâ mı Rasulullah'ın sünnetlerini red? Ona itaat fiili, kavli ve takriri sünnetlerinin bütünü değil de ya nedir? Ashab-ı kiram bütün emir ve nehiyleri ondan aldılar. "Namazı benim kıldığım gibi kılınız" (Buhari) "Hac menasikinizi benden alınız" (Müslim)
11- "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir hususta ihtilafa düşerseniz -Allaha ve Ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah ve Rasulü’ne götürün. Bu hem hayırlı ve hem de netice bakımından daha hayırlıdır." (Nisa, 54)
Evet bizzat Rabbimiz bizi Rasulü’nün (s.a.v.) sünnetlerine irşad ediyor. Daha fazla ne söyleyebiliriz ki? Acaba bize Kur'an yeter diyenler hiç mi Kur'an okumuyorlar?
12- "Namazı kılın zekatı verin." (Bakara-43) Burada namazın adedi, rekatları, vakitleri ve keyfiyeti belli değildir. Bunlar ancak Rasul-ü Ekrem’in pak ve nezih sünnetiyle beyan edilmiştir.
13- "Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah'tan başkalarına ibret olmak üzere ellerini kesin" (Maide, 38) Hırsızlıkla ilgili hükümler nedir? Ellerden murat nedir ve nereden kesilir? Bütün bunlar sünnetle ortaya konmuştur.
14- "Zina eden kadın ve erkeğe, her birine yüz sopa vurun" (Nur, 2) Bu hüküm kimin içindir? Kime uygulanır. Bekarlara yüz sopa evlilere yüz sopa ve recm sünnetle ortaya konmuştur.
15- "Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse, o kadınlar ölünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedin" (Nisa, 15)
Allah'ın Rasulü bu ayeti tefsir ederken "Benden alınız, benden alınız, benden alınız. Bekar bekarla yaparsa yüz sopa ve sürgün, evli evliyle yaparsa yüz sopa ve recm" (İbn-i Hanbel, Müsned; Müslim, Tirmizi, Nesai, Ebu Davud, İbn-i Mace) buyurmuştur. Bu haddin hududu da sünnet-i nebi ile beyan olunmuştur.
16- "Arafat'tan indiğiniz zaman, Meş'ar-i Haram’da Allah'ı zikredin" (Bakara, 198) buyurmuştur. Burada Arafat'tan haccın bir esası olarak değil, sadece bir mekan olarak söz edilmiştir. Binaenaleyh Haccın en büyük rüknü olan Arafat'ta vakfe sünnetle belirlenmiştir. Efendimiz (s.a.v.) "Hac arafattır" (Ebu Davud, Menasik, 69) buyurmuştur.
18- "Biz bu kitabı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklaman ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olması için indirdik" (Nahl, 64) İnsanların ihtilafa düştüğünde Allah Resulü’ne açıklamasını emrediyor. O da bunu sünnetiyle ortaya koymuştur.
19- "İçlerinden kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, (kötülüklerden, inkardan) kendilerini temizleyen, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lutufta bulunmuştur." (Â-li İmran, 64) Alimlerin cumhuru “hikmet Kur'an'dan ayrı bir şeydir ki o da Sünnet-i Nebi (s.a.v.) dir” demişlerdir. İmam Şafi (r.a.); “Hikmet burada Kur'an'a tabidir. Allah kitabı zikretti ki, O KUR'ANDIR. Hikmeti de zikretti ki, o da Resulü’nün sünnetidir." Çünkü Rasulullah "Kur'anla birlikte bana onun gibisi verildi" (Ebu Davud) buyurmaktadır. Buraya kadar Kur'an'ın tek kaynak olmadığını, bunun bizzat Kur'an’ın ruhuna aykırı olduğunu, sünnetin önemini bizzat ayetlerle açıklamış olduk.

 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt