Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

EHLİ SÜNNET ve SAPIK KOLLAR... (1 Kullanıcı)

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Onlar... Doğru yolun istikametçisi iki zafer takını kuranlar...
İMAM-I AZAM:
Birinci Hicri Asn sekseninci yılında doğup İkinci Asn tam yarısında göçen Numan Bin Sabit (Ebu Hanife) Hazretleri...
Ruh Feyzi: Kendisi zahir perdesinde tecelliye memur olduğu için büyük veli Maruf Kerhi Hazretlerinden devşirdiği iç feyzi peçeleyen ve bu feyz temeli üzerinde zahir sarayının en satvetli abidesini yükselten büyük imam... Bir gece kandilleri sönmek üzere bir mescide girip mihraba karşı diz üstü oturduğu zaman onu gören cami görevlisi kandillere yağ doldurmak için koşarken büyük imamın bir işaretiyle bu işten vazgeçti ve sabah namazı vakti, Ebu Hanife Hazretlerini, aynı noktada, aynı vaziyette, kandilleri de ağızlanna kadar yağ dolu, pırıldarken gördü ve «kimseye bir şey söyleme!» emrini aldı. Gizli keramet ve «velayet»...
İlim ve Takva: 30 yıl yatsı namazı abdestiyle erişilen sabah namazı, iki günde bir hatim hesabına girecek miktarda Kur'ana sarılış, hafızasında ve yüreğinde yazılı yüzbinlerce Hadis, Kabede kıldığı iki rekat namazı bütün bir hatimle tamamlayış ve gaiblerden gelen müjde sayhası...
Haşyet ve Riayet: Borçlusunun kapısında beklerken gölgede duramayacak kadar faiz ihtimali korkusu ve 1 dirhemlik kirine kadar cevaz fetvası verdiği gömleğini saatlerce suda çitileyişi...
Soranlara da karşılığı: «O fetva, bu takva!..»

Müsamaha ve Rahmet : Dilinin altında ve hançerinin ucunda, Allah ile Resulünü doğrulayıcı en küçük manaya bile iman gözüyle bakasıya, bir adamın eğilmeden ve secdeye varmadan namaz kıldığını söyleyenlere: -«sakın, kıldığı cenaze namazı olmasın!» diyesiye bir müsamaha ve rahmet tevili...
Müşahede ve Teşhis: Sokakta şaşkın şaşkın yürüyen ve etrafını heceleyen bir adam görüyor. Bu adam biraz ilerideki meydancıkta oynayan çocuklara doğru ilerliyor. Onlara sevgi gösteriyor ve elini heybesine atıyor. Daha heybeden ne çıkacağı belli olmadan, bu üç alamet karşısında İmam-ı Azam'ın teşhisi:
- Bu adam bu diyarın garibidir, mesleği Öğretmenliktir ve heybesinde tatlı şeyler saklamaktadır.
Ayniyle dediği gibi çıkıyor.
Zeka ve Mantık: Onu kadılar kadısı yapmakta ısrar gösteren halifeye cevabı:
- Size diyorum ki, ben bu makama layık değilim. Ya doğru söylüyorum, yahut yalan... Doğru söylüyorsam demek layık değilim, yakamı bırakın! Yalan söylüyorsam, yalancı kaza makamına getirilemez; yine bırakın!
Ve Allah'ın öncesi olmak gerektiğini savunan birine karşılığı:
- «Bir»in öncesi nedir?
Tevazu ve Hikmet: Çıraklarının İbrahim Ethem Hazretlerini küçümsemesi üzerine sözü:
- 0, Allahın zatiyle meşgul bizse bu işin dedikodusuyle...
Ahlak ve Samimiyet: "Halka vaaz ver, kölelerini azad etsinler! "Diyen bir köleye mukabelesi:
- Bana bir iki gün müsaade et; böyle bir nasihatte bulunabilmek için benim de bir köle satıp alıp azad etmem gerekir. Bir köle satın alayım da vaaz kürsüsüne öyle geçeyim!
Sadakat ve Fedakarlık: Fetva makamını kabul etmediği için zindanda sürünüşü, kırbaç altında ezilişi ve o yüzden dünyaya veda edişi...
Vecd ve Aşk: Ve nihayet herbiri öbürünü içinde taşıyan bu faziletlerin ana mayası halinde ve tek tek hepsini kuşatıcı bir vecd ve aşk seciyesi...
Daha nice hesaba sığmaz nevileri içinde saydığımız bu dokuz haslet ve fazilet öbür mezhep imamlannda da tamamdır, hiçbirinin öbürüne karşı yüceltici tavnndan başka alçaltıcı bir edası yoktur; ve ululuklarının menkıbelerini uzun uzun göstermeye bu eserin hedefi müsait değildir.
İkinci ve Üçüncü Hicri Asırlarda eserlerini veren bu imamlar, kısılmaya yüz tutmuş vecd ve aşkın gölgelediği loşluk içinde İslam ölçülerini bütün saffet ve asliyetiyle nakış nakış meydana çıkardılar ve akıl hezeyaniyle, hezeyan aklı cereyanlanna karşı nirengi noktalarını diktiler......NFKISAKÜREK....
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
left_blockblue.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
right_blockblue.gif
spacer.gif
TASAVVUF

«Hezeyan aklı» diye yaftalayabileceğimiz sapık kollar cereyanı karşısında, başta imam-ı Gazali bulunmak üzere üstün Sünnet ve Cemaat ehli düşünürleri baraj kurar ve Doğru Yolu en ince çizgilerine kadar hendeseleştirirken, gerçek batın yolu da bu anafor dünyasında su yüzüne çıkmış ve müesseseleşmiş bulunuyordu.
Tasavvuf...
Zahir planını kazıdıktan ve sildikten sonra herşeyi lafta batına bağlayıp onu da büsbütün kaybeden ve «İsmailiyye» ve «Sabbahiyye»ye kadar varan «Batıniyye»cilerin cinnet kıvrımları çerçevesi değil, zahirle batını sımsıkı perçinleyici gerçek batın yolu...
Zahir ve batında ve bütün zaman ve mekan boyunca insanoğluna en yüce oluş sermayesini getiren «Gaye insan ve Ufuk Peygamber»e bağlı ve onunla başlayan yol... insanoğlunu dinin zahirine ve o zahiri batınına da kapı açmakla mükellef bulunuyor ve biri kalabalıklara, öbürüyse yücelere mahsus yollardan batın geçidini yalnız iki mutemedine bağlamış bulunuyordu.
Hazret-i Ebubekr ve Hazret-i Ali...
Toprağın üstünde dereler, çağlayanlar, göller ve denizler halinde yayılı din, toprak altı cereyanını Allah Resulünün namütenahilik merkezi kalbinden bu iki kemal pınarına bağlamış ve öbür Sahabiler de bu batından hisselerini almış olarak Batın yolu resmi bir ifadeye dökülmeksizin Birinci Asrın ilk yarısı içinde, ferde ait gai ve nihai oluşun marifet sırrı manasiyle devam etmiştir. Zaten gizliliğin ruhu olan tasavvuf bu çığır içindeki göze görünmezliğini asli seciyesine borçludur.
Tasavvufun islama sonradan yapıştırma ve -haşa- onun kuruluğunu yumuşatmak için uydurma bir müessese olduğunu iddia edenlere karşı kamuslar dolusu yazılsa yine sırlarına yaklaşılamaz. Mukaddes davayı, böylece ve kısaca noktalayıp hareketli mevzuumuza geçelim:
Evet, tasavvufun da resmi ifadeye kavuşması ve göz planına çıkması, türlü fesatların kaynaştığı, hezeyan aklının atmadığı perende bırakmadığı ve büyük zahir alimlerinin yola zafer takları döşediği İkinci ve Üçüncü Hicri Asırlara rastlar.
Birinci Asır sonlarındaki Hasan Basri Hazretlerinden sonra, ilk defa «sofi» lakabının da sahibi olarak tasavvufu ve velilik ocağını meydana çıkaran, Ebu Haşim Sofi Hazretleridir.
Şu, sokakta devrin müftilik iddiasındaki tipini görünce «faydasız ilimden Allaha sığınırım!» diyen ve yolunu değiştiren büyük veli...
Sayılı müçtehitlerden Süfyan Sevri Hazretlerinin:
- Eğer Ebu Haşim olmasaydı ben din inceliklerini öğrenemezdim!
Dediği büyük veli...
Zahir ilmiyle gerçek batın feyzi arasındaki şu ince nisbete dikkat edelim ki, aynı Süfyan Sevri birgün devrin kadın evliyasından birinin kapısında «ah, ben dünyaya istekli değilim!» dediği zaman ulvi kadından şu cevabı almıştır:
- Bu sözün gösteriyor ki, sen dünyaya isteklisin! Hala onunla uğraşıyorsun!
Ya, manada İmam-ı Azam'ı emziren, Maruf Kerhi... Ya tac ve tahtını yele veren İbrahim Edhem...
Tasavvufun resmi ve aleni plana çıkışı Ebu Haşimle oldu ve ilk hanikah-dergah Şam civarında «Remle» mevkiinde zamanın Emiri ve devlet reisi tarafından bina edildi.
Hicri İkinci ve Üçüncü Asırları dolduran veliler, saydıklarımızdan başka daha niceleri: Bayezid Bestami, Ebulhasan Harkani, Cüneyd, daha kimler ve kimler!..
Dava onları tek tek saymakta ve gayelerin gayesi muradlarını anlatmakta değil, fakat şu noktada ki. insan ve cemiyet bakımından zahir ve batını çözülmez şekilde birbirine bağlayan bu kahramanlar, iman, ahlak, hikmet ve ebedi muammayı çözmek ve rejimini getirmek noktalarından yaşanmaya değer hayatın gerçek fatihleri olmuşlar, insan ruhunun topografyasını kıl kadar ince çizgilerine dek çıkartmışlar, İslam hakikatinin emanetçiliğini etmişler ve zahir büyükleriyle elele, bütün sapıklıkla hemen belli edici (kriteryum) mihrakına yerleşmişlerdir.
Batın yolu iddiasiyle bunların da sapıkları gelecek, fakat nurla hiçbir zaman ve mekanda söndürülemeyecektir. Teftişi, tazyiki ve hapsi imkansız olan nur...

NFKısakürek...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
İÇTİHAD



Bir konferansımda bana sordular:
- Devrimizde içtihad kapısı kapalı mıdır, açık mıdır? Şu cevabı verdim:
- « Devrimizde ve her devirde içtihad kapısı ardına kadar açıktır. Nebi ve Resul gelmeyeceği mutlak...Fakat müçtehid gelmeyeceğine ait hiçbir hüküm mevcud değil. Şu kadar ki, imkan aleminde serbest bırakılan bu nokta o alemin istediği şartlar bakımından imkansıza döndürülmüştür. Nebi ve Resul gelmesine muhal, yeni müçtehidler gelmesine de imkansız demek doğru olur. Öyle bir «imkansız» ki, mücerrette mümkün fakat müşahhasta kabil değil...
Cins atların atladığı, mesela 2 metre yüksekliğinde bir engel düşünün. O atlar geldi, geçti ve gitti. Nesillerse Arap atıyerine atlı karınca derecesinde küçüldü. Atlamak serbest, ama kim atlayabilecek?... Hoş, atlasa da öbürlerinden farklı ne görecek ve ne getirebilecek?.. Demek ki, hem gerektirdiği şartlar ve hem de esasen getirilmesi gereken şeylerin tamamlanmış olması bakımından, apaçık içtihad kapısı yeni bir geçişe sımsıkı kapalıdır. Bu devirde ve gelecek çığırlarda yeni zaman ve mekan tecellilerine karşı ancak şeriat bütününden zerre feda etmeyen büyük müttefekkirler gelebilir ve bunlar asır yeniliyicileri olmak gibi muazzam bir makama namzed olabilirler; fakat asla, müçtehid olamazlar. Düşününüz ki, bir asrın değil, on asırlık yekpare bir zaman blokunun yenileyicisi İmam-ı Rabbani Hazretleri, derecede belki bütün hak mezheb müçtehidlerinden üstün olduğu halde Hanefi mezhebindendi, bin yıllık yenileyiciliğini bu mezheb üzerine bina etmişti ve kabul ettiği temelle üzerine kurduğu bina arasında en küçük ihtilaf pürüzü yoktu.»
Konferansımda söylediğim bu sözlerin «içtihad» meselesinin en açık ifadeyle çerçevelendiği zannındayım.
Sırasında kalemimizin bütün topuz kuvvetiyle tepelerine ineceğimiz (modern) müçtehid taslaklariyle, belirttiğimiz kahramanların vasıfları arasındaki farklara dikkat edenler, içtihad şartlarının ne demek olduğunu kestirmekte zahmet çekmezler.
İmam-ı Malik Hazretlerinin, kendisini çağıran Halifeye «ilim kimsenin ayağına gitmez, ilmin ayağına gelinir!» cevabını vermesi ve Medine'de Allah Resulünün bastığı topraklara ancak ayakkabısız ve yalınayak basabilmesindeki takva ve hürmeti görenler, bir de rejimIerin dine ters ölçüleri önünde Ahmed Bin Hanbel Hazretlerinin yediği kırbaçlardan fikir cezasına uğramak kabiliyetinde iseler içtihad bahsinde bir maliyet hesabı yapmak selahiyetine erebilirler. Ve esasen en pahalı maliyetine bile lüzum kalmamış olan içtihadın ucuzcular ve (damping)'ciler elinde günümüzün manzarasındaki sefaleti ortada...
Sırasiyle, amelde Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli, itikatta da Matüridı ve Eş'ari mezhepleri arasında en küçük mikyasta bile esasa bağlı bir fark yoktur: ve bütün fark iki tarafa da çekilmesi mümkün, fakat hangisinin doğru olduğu meçhul «cüz'iyat-küçük parçalar» üzerindedir.
Bir misal:
Allahın Resulü namazdayken, Hazret-i Aişe mukaddes çehrede minicik bir kan izi görür ve onu parmağiyle silip alır. Bunun üzerine Kainatın Efendisi namazlarını keserler ve yeniden abdest alıp namazı iade ederler. Bu vaziyette ortada bir abdest bozulması olduğuna göre bozucu amil nedir? Hafifçe yayılmış olan kan mıdır, yoksa nikahı düşen kadın elinin erkek cildine teması mıdır? İmam-ı Azam'a göre kan, İmam-ıŞafii'ye göre de cildin cilde değişi... Bakın, ne incelik ve her iki taraf hesabına ne güzel görüş!
Bu misaldeki hikmeti, bütün ihtilaf noktalarına tatbik edebiliriz.
İtikadı mezhepler arasındaki fark da böyle... Birinde iman inmez, çıkmaz, neyse odur; öbüründeyse azalır, çoğalır. Bu azalma ve çoğalmayı incila, parlaklık farkı diye anladık mı, yine ortada ayrılık ve aykırılık diye bir şey kalmaz.
Gerisi de böyle ...
O halde amelde dört ve itikatta iki mezhep bir «bütün» belirtiler ve «sünnet ve cemaat ehli» yolu olarak tekleşirler...
İşte bunlardır ki, İslam vücudunun derisinde mikropların nüfuz etmesine mani her temizliği yerine getirmişler, hiçbir (port d'antre-giriş kapısı) bırakmamıştır, kendilerinden evvelki sapık telakkileri yerle bir ettikleri gibi istikbale ait oluşlann da nirengi noktalarını heykelleştirmişler, iyi ve kötünün mizan üssünü kurmuşlardır.
Bundan böyle içtihad, ancak bunların kurduğu binaya yeni katlar çıkarak olabilir ki, o da içtihad değil, şer'i tatbik ve yenileme manasına alınabilir.NFKısakürek...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
AŞK DEVRİMİZ SÜRESİNCE



Abbasiler çığırı sonlarında büsbütün gölgelenen, vecd ve aşk soluğunu kaybetmeye yüz tutan ve «Türk» isimli saf bir ırkın elinde pıldamaya başlayan İslam ruhu, İslami bir ideal sahibi Yavuz Sultan Selim'e kadar, aşağı yukarı, sapık kolllardan münezzehtir. Vakıa Yavuz, Fars tohumlu Alevilerden kemmiyetçe küçümsenmeyecek bir kitleyi devralmış ve bunları Sünnet ve Cemaat Ehli hamurunda eritememiş ise de yine bu gayreti gösteren ilk padişah olmak imtiyazına maliktir. Onu takip eden muhteşem tacidar Kanuni Sultan Süleyman ise, ana tarih tezimizi teşkil eden teşhis gereğince, bir mirasyediden başkası değildir ve dini bir gaye güdücü, dünya çapında bir plan kafasından mahrumdur. Her şeyi, başta Şeyhülislamı Ebussuud Efendi -aşk devrinin son ve en büyük temsilcisi- başka ellere bırakmış ve adı gibi muhteşem seller halinde akan hadiselere terketmiştir. Yoksa o, Batıyı toslayacağı yerde Doğu alemini bir vahdete kavuşturabilir ve ondan sonra Batıya yönelme yolunu açabilirdi.
İmparatorluğun devraldığı başıboş kitlelerden, sapıklık kelimesinin bile yanlarında dürüstlük, saçmanın bile akıllılık vehmini vereceği nispette sefil ve Afrika yamyamlarını güldürecek kadar gülünç iki mezhebin bağlıları, Dürziler ve Yezidiler...
İlki 5. ve ikincisi 6. Hicri Asır ürünü bu mezheplerden yerinde bahsetmedik; çünkü onları bahsedilmeye bile değer bulmadık. Ancak, vecd ve aşk devrimizi takip eden ham yobaz ve kaba softa çığında devletin serapa sünni kumaşınılekeleyen, onu yamalı bohçaya çeviren ve saf Anadolu Türkünde baş belası olan bu mezhepleri birer cümleyle özleştirmeyi ve Yavuzla beraber İslamın can evi Osmanlılar bahsinde ele almayı uygun görüyoruz.
Dürzilik, 4. Asırda Mısır Fatimi halifelerinden Hakim'in veziri tarafından uydurulmuş, Hakim'i ilah ilan etmiş ve İslam şeriatını kaldırmaya davranmış bir cinnet mektebidir ve fikirde bir mezhep bile değildir. Suriye ve Lübnan taraflarında «Cebel-i Düruz: Dürziler Dağı»nda yuvalanmıştır.
6. Asır mahsulü Yezidiler, türlü batıl kabus itikatları etrafında «Tavus Melek» diye isimlendirdikleri şeytana tapanlar Doğu Anadolu'nun cenup şarkı dolaylarında yuvalanmışken, kala kala, Musul'un dağlık mıntıkalarına sıkışıp kalmışlar ve dışarıya doğru her tesirden uzak ve her gün içinden biraz daha çürüyen ve çözülen bir (klan) mahiyetinde bugüne kadar gelmişlerdir.
Ne iştir ki, Aleviler, Dürziler ve Yezidiler, Sünnilik İmparatorluğu demek olan Osmanlı devletince din ve millet bahçemizden ısırgan otları gibi yolunup atılamamıştır.
Kendi öz bünyemiz ve tarihi seyrimiz içinde aşk devrimiz süresince İslam'da sapık kololarak, mezhepleşmemiş de olsa iki davranış ve oluş görüyoruz. Simavna kadısı Şeyh Bed*reddin hareketi ve Bektaşiliğin kuruluşu...
Şeyh Bedreddin hareketi, meydana gelişi ve hemen bastırılması noktasından küçük bir ihtilal girişimidir. Fakat vecd ve aşk devrimize rastlamamış olsaydı, mezheplerin en korkuncu olarak Türkiye'yi ve hatta dünyayı sarmış olacağı muhakkak bir girişim.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
HAM YOBAZ VE KABA SOFTA



Mehzep olmaktan ziyade mezheplerin en tehlikelisinden beter meşrep sapıklığını, Bektaşilikten sonra hemen «Ham Yobaz ve Kaba Softa» diye yaftalayabileceğimiz modalaşmış ruh haleti koluna bağlayabiliriz. Yaygın bir modalaşma , kronikleşme...
Felaketin felaketi bu kol, despotça hükümranlığını Tanzimat'ın başına kadar getirmiş ve nihayet memleketin tam muallakta bırakıldığı Tanzimat ve doğrudan doğruya İslam'dan nefrete sürüldüğü Cumhuriyet devrelerinde, nasipsiz mayasının tersinden tecellisi halinde karşımıza küfür yobazı ve batıcılık softası olarak çıkmıştır.
Bu eser, her faslı ayrıca bir cilt kitaplık mikyasta bir davayı kuşatma ve (dinamik) bir (sentez)e bağlama işi olduğu için (analitik) ilmi metodlara iltifat etmiyor ve daha ziyade müspet gerçeklere dayalı kıymet hükümleri ve hikmet teşhisleri üzerinde duruyor. Birkaç kere temas ettiğimiz bu inceliği yine gözönüne oturtur ve olanca felaketimizin müsebbibi «Ham Yobaz ve Kaba Softa»yı bu ölçüyle resmetmek isteriz.
O, inandığı veya ezbere benimsediği meseleler üzerinde kafası betonlaşmış ve bütün «elastikiyet-esneklik» kabiliyetini yitirmiş bir tip... Ona, dar alınlı, kirpi saçlı, nefret çakan gözlü, iştiha hortumu burunlu, kazma dişli, çalı süpürgesi sakallı bir (fizik) biçebilirsiniz. Bütün bu mübarek uzuvların nurunu atmış ve cesedini alıkoymuştur. Kahr ile rahmet, inad ile sebat, gurur ile vekar, nefretle muhabbet, posayla öz, acı ile tatlı, hulasa zıtlar ve makbulolanlarla olmayanlar arası, yerine göre müspet ve ahenk duygusundan mahrum, hadiselerin tersine döne döne giden daire kavislerinden gafil, tek çizgi üzerinde dar ve hasis bir ruh...
Neticede ve din sahasında, sabit ve mukaddes ölçüleri çileli bir idrakle anlayan değil, kaba nefsaniyetine indiren bir seciye çıkıyor karşımıza... Eğer daima ve her sahada hak ve hakikati katleden bu seciyeye karşı durmak için hiçbir nokta üzerinde kenetlenmemek ve muallakta kalmak gibi bir ölçüye varacak olursak bu defa da gerçeği büsbütün elden kaçırır ve yobazlıkların belki en felaketlisine düşmüş oluruz.
Öyleyse?
Her şey zıtlar arası bir kıvam meselesinden ibarettir ve yobazda bu kıvam dehasından eser yoktur!
Aşksız, çilesiz, bilgisiz, hikmetsiz yobaz, saffet devrimizde ortada görünmez. O devrin Emir Buhari, Molla Fenari, Zenbilli, İbn-i Kemal, Ebussuud Efendi gibi, şeriat bağı ve din hakikati, İslam ahlakı ve iman celadeti, tasavvuf zevki ve meçhule hürmet şiarı içindeki büyükleri tarafından yoğurulan İslam iklimi, hemen bir devre sonra, Kanuni'nin Şeyhülislamları nasb ve tayin ile getirmeye başlamasını takip ederek bozuldu ve artık hatır, gönül, korku ve menfaat fetvalarıyağmaya başladı. Böylece, din hükümlerini sertlikte veya yumuşaklıkta keyfine göre mübalağa eden, yani kıvam ve ayarını bozan ham yobaz ve kaba softaya yol açıldı. Kanuni'den evvel Şeyhülislamlar meşveret yoluyla gelirken «denizler ve karalar hakanı»nın bu tutumu üzerine aynı yobazlık karakteri orduda ve medresede de yuvalandı ve bu defa Doğru Yolun yanlış şekilde zahirine mıhlanıp batınını elden kaçırmak diye çerçeveleyebileceğimiz başka bir sapık kol peydahlandı ve Tanzimata kadar geldi.
Miladı 16. Asırdan yola çıkıp 19. Asır başlarına (Hicri 10-13 Asırlar) değin bu üçbuçuk asırlık devre, tek cümleyle ham yobaz ve kaba softa çığırıdır ve o zamanlar İslam'ı heybet ve şevkle temsil eden Türk'ü zaman ve mekan dışına itici bir şeamet berzahı...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
İDRAK İĞDİŞLERİ



Ham yobaz ve kaba softa, ruh ile aklın birbirine düşen hisseleri içinde topyekun idraki iğdiş edilmiş, hadımlaştırılmış nasipsizlik heykelidir ve ona, ilahi hikmet olarak, kendi duygusuz nesIini üretmekten başka bir inkişaf, yetişme ve gelişme recüliyeti verilmemiştir. Şeriatçi geçineninden komünistine kadar böyledir!
Şu var ki, yobazın bir daha çözülemez şekilde donmasiyle, derin ve gerçek müminin, yerinde gayet sert, yerinde de son derece yumuşak, hakikatteyse salabetli ve mukaddes ölçülerde zerre feda etmektense her an hayatını fedaya hazır mizacını birbirinden ayırmak lazım... Birbirinden ayırmak ve şeriata bağlılığı softaya değil, derin ve gerçek mümine layık görmek...
«Yarabbi eşyanın hakikatini bana olduğu gibi göster!» «Hikmet müminin kaybolmuş malıdır; nerede bulursa alır."
«ilim dileyiniz, isterse Çin'de olsun...»
«Beşikten mezara kadar ilim isteklisi olunuz!» Meallerini gördüğünüz şu dört hadis hangi yönde olursa olsun, hakikat arayılığını farz koşar ve buna Allah Kelamındaki ;
«Ben insanı eşya ve hadiseleri teshir etmesi için kendime halife olarak yarattım.»
Mealindeki ayet, yolu doğrudan doğruya gösterirken, (Rönesans)tan sonra türeyen ve esasen (Rönesans)ı yapabildiği ve yapamadığiyle bizzat yapması gereken islam aydınlarının ham yobaz ve kaba softayı köstekleyememesi, «vecd ve aşk uçunca yerine ne gelir?» hikmetine misal teşkil etmiş; ve beşeri arayıcılık cehdi kara nesillerce ve «bid'at» ithamiyle kurutulmuştur. Halbuki «bid'at» sadece din ölçüleri çerçevesine aittir ve onun dışında şeriate aykırı olmayan her arayış ve buluş, dine getireceği revnak ve incila bakımından makbuldür.
«Nizam-ı Cedid» askerinin kaputuna küfür, bisiklete şeytan arabası, matbaaya kafir icadı hükümlerini kesen kaba softa, gerçekte savunduğunu hayal ettiği dine hakaret ediyor ve onun insanoğlunu kurtarıcı şifa tesirini hiçe indiriyordu. Eğer 17. Asrın son davranış ve İslamın ilk hezimet çığırını açış hareketinin temsilcisi Merzifonlu Kara Mustafa, ordusunda ve gerisinde İslam ruh ve ahlakını muhafaza edici bir seciye bulsaydı, tam da, o hangamede Hıristiyanlık saçmalarını protesto eden (Luter)in getirdiği hava içinde Viyana'yı ve oradan Roma'yı düşürebilirdi. Böyle bir hareket de Hıristiyanlıkça mukaddes sayılan bu iki merkez etrafında İslam'ın (Rönesans)ını sağlamak ve batının maddeyi fethetme cehdini İslam'a bağlamak olurdu. O takdirde, üzerinde Şehadet kelimesi yazılı bayrağı aya dikmek bize nasib olurdu.
Aksi oldu! (Rönesans) hareketi, meyvelerini 17, 18 ve 19. Asırlarda devşirdi; kaba softanın kestiği yoldan ilim ve madde keşfi sahasına geçilemedi, madde aletleri ve maddi manivela İslam dünyasını ezdi; ve bütün bu olanlar, içeride ve dışarıda ancak «ahmak» kelimesinin belirtebileceği bir zümreye, suçun İslam'da olduğu yalanını telkin etti. İşte şimdi bu yalanın tesbiti ve suçun ham yobaz ve kaba softaya havalesi gününde bulunuyoruz.
Akıl iğdişi olarak vasıflandırdığımız ham yobaz ve kaba softa, tasavvufu «bu iş ne akılla olur, ne de akılsız» düsturundaki hikmete sırt çevirmiş, sadece akla dayananları din dışı görünce de davayı kökünden akıl inkarcılığına bağlamış, yani kıvamı bulamamış, aklın duracağı ve dört nala koşacağısınırları çizememiş, böylece kuru akıl emperyalizmine esir düşmüş bedbahttır; ve aklı yine akılla tepeleyip başına taç ettiği gündür ki, kurtuluşa erecektir.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
TANZİMATA DOĞRU


Nihayet Miladı 18. Asır başla ve 19. Asırsonları... Büyük Fransız İnkılabı zuhura gelmiş ve Batı dünyası deri ve kemik değiştirme çağına girmiştir. Ortalıkta bir akıl fırtınası esmekte ve dinler itibarını kaybetmektedir. Bu itibar sukutu da batıl dinlere karşı hak din yönünden gelmemekte, doğrudan doğruya mücerret Allah ve Peygamber inanışını hedef almaktadır. Hak din ise o sırada «Halife-i-ruy-u zemin» ülkesi Türkiye'de kendisini içinden tasfiye ve beşeriyete ilan etmek takatine malik değildir. Bir zamanlar hayat ve hükümranlıklarını «Altun Ordu» sayesinde elde eden Moskova prensIeri şimdi Asya-Avrupa göç yolumuzu kesmiş, büyük islam-Türk havzalarını imparatorluktan koparmış bulunuyor. Napolyon Bonapart, Rus Çariyle buluşmasında, vaktiyle mütehassıs ıslahçı subayolarak başvurduğu Üçüncü Selim'in devletine artık zaman ve mekan hakkı elinden alınması gereken bir bunak gözüyle bakıyor ve bir müddet sonra teşhis yine Rus Ça tarafından konuyor: Hasta Adam...
Bütün bu olanların kökünde baş müessir, o defa zahirde doğru istikamette ruhunu karartmış ve (potansiyel)ini kaybetmiş olması... Ve, ve... Ne hazindir ki, Batı tesirine kapılmaya başlaması... Batı tesiri 19. Asır başlarında bir kezzap yağmuru halinde üzerimize yağmaya başlar ve müdafaa şemsiyemizi tutan ham yobaz ve kaba softa olduğu için şemsiyeyi delik deşik eder ve sahte aydınlar ve kahramanlar kadrosunda ciğerimize kadar nüfuz eder.
İşe bakın ki, başlıca sapık kol Vehhabileri tepelemesi için Halifeden emir alan ve emri yerine getiren Mısır valisi Mehmet Ali Paşa, teftişsiz ve murakabesiz, köksüz ve muhasebesiz Batılılaşma yolunda, bağlı olduğu devletten daha öncelikli ve daha iştahlı, hatta daha başarılıdır; ve bir müddet sonra Anadolu'ya saldırıp Kütahya'ya kadar gelecek ve tabi olduğu Devleti, baş düşmanı Moskoflara el açtırıp:
- Beni asi valimden kurtar! Demeye mecbur edecektir.
Bu da, sadece İslamı ölçüyle iki taraflı bir ruh kaybından, Batılıya maskara olmaktan ve «ağam sensin ve gayrı senden başka model tanımam imkansızdır!» bayrağını çekmekten farksızdır.
İşte, 19. Asrın başlarında İslam'ın Doğru Yolunu sapık gösteren halimiz! Artık İslam'a karşı, kaynağı sadece Hıristiyanı bir (emperyalizm) davranışı başlar ve bu yolda Batıya iki azgın İslam düşmanı rehberlik eder: İngiltere ve Rusya.
Bu hale mukabil memlekette, üstün inanışlar planında, ruh ve maddeyi fethedici bir tefekkür platforması üzerinde, evvela İslamı arındırıcı, sonra onu iş ve harekette nakışlandırıcı bir şahlanış gösterilmesi yerine, mahkumun celladına aşık olması gibi, (mazohist) bir zebinlik ruhiyati başını alıp gider ve bu (mazohist)ler Batıdan yedikleri tokadın acısını İslamdan çıkarmaya koyulurlar. Ve asla tutmaz ve kaynak kabul etmez iki dünya arası bir muvazaa tertibiyle her tarafa ayrı tavizler verme kolunu teşkilatlandırırlar ki, bu kol sapıklar arasında en öldürücü ve içinden boğucu olanıdır.
Buna da fikirden yana köksüz ve soysuz idareciler koludiyebiliriz.Vehhabiler, Babai ve Bahailer, Kadıyanilerden sonra portrelerini çizeceğimiz bu kolu, ham yobazlarla bir arada, bir otobanın ortasından çizgili gidiş ve geliş yolları gibi, bir paralel üzerinde kabul edebiliriz. Ters yönde birbirine muvazi bu iki kol, Tanzimat-ı Hayriye isimli Tanzimat-ı Şerriyyenin en parlak ifadecileridir.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
ABDÜLVEHHAB OĞLU



İbn-i Teymiyye'nin he şeyi zahire bağlamak ve toprak üstü din mahsullerini toprak altı köklerinden koparmak ve böylece mavera idrakine sed çekmek şeklinde çerçeveleyebileceğimiz dünya görüşü, Abdülvehhab Oğlunda (Muhammed Bin Abdülvehhab) içtimai aksiyona döküldü ve nihayet bugünkü Suudi rejimine kadar uzanarak devletleşti.
18. Asrın başında doğup sonuna doğru 90 yaşlarında ölen Abdülvehhab Oğlu (Hicri 1111-1206), dünyaya geldiği Der'iyye isimli köyden çıkıp İslamı fıkir ve ilim (site)si Medine'ye geldi ve tahsiline orada koyuldu.
Garip bir genç... Din ve iman bahsinde İleri -geri laflar eder ve o güne kadar İslam'ın takip ettiği rotaya, bir bakıma ölçülere sımsıkı bir intibak, bir bakıma da onlatemelinden tahrip gözüyle bakar.
Her şeyi dış plana ve kör nefsaniyetine irca ettirici kaba aklına tabi kıldıcı bir fıkir tavrı belirtir. Bu eda karşısında hocalarının intibaı şudur:
- Bu delikanlıdan ileride bir sapık çıkacağı kokusu geliyor!
Böyle oldu; Abdülvehhab Oğlu, adamını İbn-i Teymiyye'de buldu ve onun fıkirleriyle hak mezhep sahibi Ahmed Bin Hanbel'in ölçülerini, arada hiçbir kimyevi alaka gözetmeksizin birbirine katarak Nasreddin Hoca'nın «balla sarımsağı karıştırarak yemeyi ben icat ettim ama ben de beğenmedim!» sözüne eş, yenmez ve yutulmaz bir mezhep yuğurmaya kalkıştı.
İşte tek cümle içinde Vehhabilik!...
Bugünün Vehhabi güdücülerine soracak olursanız «Vehhabi değiliz!» demezler de «Hanbeliyiz!» derler. Yani bal ve sarımsak katışığını bal cephesinden göstermeye bakarlar. Halbuki onların zahirde sıhhat ve asabiyetle tatbik sev dasında oldukları Hanbelilik binası, Vehhabi itikadı arsasında yer bulamaz. Bu bedahet ölçüsü de bir türlü anlatılamaz ve anlaşılamaz.
Abdülvehhab Oğluna ilk karşı çıkan, babası ve kardeşi oldu. Fakat telkinlerini dinletemediler. Aksine, o kendi sapık anlayışını badiye araplarına telkin etmek için 30 küsur yaşlarında Hicaz'ın doğusu yönünde seyahate çıktı ve her tarafta şu sesi yükseltti:
- «Şirki bırakınız ve gerçek tevhid dinine katılınız!»
Bu nidasiyle bütün batıl inanışlara olduğu kadar Sünnet ve Cemaat Ehli itikadına da karşı çıkıyor ve «gerçek tevhid» klişesi altında kendi «gayr-i meşru» izdivaç mahsulü mezhebini kastediyordu.
Cahil ve şaşkın çöl insanlarından örülü bir zemin elde edebildi. Yaşı kırkına doğru ilerlerken de bayrağını kaldırdı ve olduğu gibi meydana çıktı.
Necid taraflarında, Osmanlı İmparatorluğu nüfuz dairesinin dışında başı boş, bir hükümetçik kurmuş olan Muhammed İbn-i Suud'a yöneldi ve iğnesini ağzından geçirip burnundan çıkararak ona sapık görüşlerini yamayabildi.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
DEVLETLEŞME



İbn-i Suud, Abdülvehhab Oğlu'nu baştacı kıldı ve ona kafasındaki din anlayışının idare merkezini teslim etti. Artık İbn-i Abdülvehhab, sapık dünyasının manada olsun, saltanat makamındadır ve mezhebini devletleştirme yolunda...
Hadise, çölü bir göle benzetecek olursak, Necid'de sulara atılan bir kayanın halka halka dalgalanması gibi Hicaz ve civarını ürpertti. 18. Asır boyunca «ha gitti, ha gidecek!» şeklinde bir (korna) hali yaşayan Osmanlı devletine, ancak biraz sonra aklı başına gelmek üzere, mühim ve nazik görünemedi, başlar başlamaz tepelenemedi ve çığlaşmaya yüz tuttu.
Çok geçmeden İbn-i Suud öldü, yerine oğlu Abdülaziz geçti ve henüz taarruza kalkmamış bulunan Vehhabiliği, Suudilik üniforması içinde Arabistan'ın büyük bir kısmına yaydı.
Yine Osmanlı Devletinde bir davranış yok... Abdülaziz, sırtında İbn-i Abdülvahhab'ı itici parmağı Halifeliğini ilan etmeye kadar gitti.
Binalarını yükseltmek için kesmeye mecbur oldukla ağaçlar gibi, Sünnet Ehli ileri gelenlerinden koparılmadık kafa bırakmadılar. Yine karşılannda ciddi bir tepki mevcut değil.
19. Asır başında Kerbela'ya saldırmayı bile göze aldılar ve ancak İran hükümetinin korkutuşuyla durakladılar. Osmanlı İmparatorluğunun nazik havzalarından Taifi kuşattılar, Taif kalesini düşürdüler ve halkını, genç, ihtiyar, kadın, bebek, tam mevcudiyle kılınçtan geçirdiler. Türbe, mezar, kitabe, hatıra dini manada mübarek ne varsa yakıp yıktılar. Canavar ağızlarının salyasını akıtmadıkları mübarek nokta bırakmadılar.
Abdülaziz de çok yaşamadı. Bu defa da yerini, oğlu, başka bir Suud aldı ve babası ve dedesiyle açılan yolu daha azgın bir hırsla takip etti. Mekke'de İslam ulularına ait bütün mezar ve işaretleri silip süpürdü. Oradan Cidde'ye sarktı, fakat umduğuna eremedi. Orada mukavemet gördü, Osmanlıpaşası ve Cidde valisi Şerif Paşa ile Şerif Galib'in kuvvetlerine yenildi ve kaçtı. Ama Takip ve tenkil ediIemedi, at ve meydan yine onun eline kaldı.
Yemen'e bir heyet göndererek Vehhabiliği kabul etmelerini istedi. Buna mukabil Yemen kadısının fetvası bomba gibi patladı:
- Vehhabilik küfürdür!
Abdülaziz oğlu Suud'un ise bu fetvaya cevabı, Medine'deki bütün Sahabi mezarlarını yerle bir etmek ve toprak üstünden silmek oldu. Bugün de aynı vaziyette olarak en büyük Sahabilerin yattığı Bakiy mezarlığı, yıkıntıları bile düzleştirilmemiş bir yangın yerine döndürüldü. Herhalde tepeden inme İlahi bir hıfz eseri olarak Allah Resulünün mukaddes Ravzasına dokunamadılar; toprak altından bir tünel açıp bu işi yapmayı düşündüler, fakat yapamadılar.
Gaye şu:
Ölülere tevessül edilemez! Yani ölüden bir imdat beklenemez! Ve yani, ruhaniyet diye bir varlık kabulolunamaz!.
Küfrün en koyu şekillerinden biri ve İbn-i Teymiyye görüşünün en hain tatbikatı...
Osmanlı hükümdarı ve Müslümanların Halifesi İkinci Mahmud bu defa biraz sonra hakkında Moskoflara el açacağı Mısır'daki valisi Mehmet Ali Paşaya el açtı ve kendisini Vehhabilerden kurtarmasını istedi. Mehmet Ali, bu işi becerdi. Suud İbn-i Abdülaziz'in ölümü üzerine, yine bir Suud melik olunca aynı davayı, aynı şiddete yürütürken karşısında Mehmet Ali Paşa ordusunu buldu, yeniIdi, esir düştü ve İstanbul'a gönderilip avanesiyle beraber asıldı.
Necid'e çekilen Vehhabiler, kökleri bir türlü kurutulamadan üremekte ve türemekte devam ettiler. Araya Tanzimat, Kırım Harbi, Rus Seferi ve daha nice iç ve dış badire girdi. Osmanlı Devletinde koca İmparatorluğu dolaşık bir saç gibi arayıp zapt ve rapt altına alacak bir güç hiçbir zaman peydahlanamadı ve bu hal Birinci Dünya Harbine kadar böylece sürdü.
Birinci Dünya Harbi, kendi havzalarında daima tetikte durmayı ihmal etmeyen Vehhabilerin ekmeğine yağ sürdü. Tek İslami devlet ve kudret Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı; Vehhabiler de bu defa ikinci bir Abdülaziz kumandasında (1924) Mekke'ye girdiler, Emir Şerif Hüseyn'i kaçmak zorunda bıraktılar. Şerif Hüseyin'in oğlu Ali, bir müddet Cidde taraflarında Vehhabilere dayandıysa da 1925 sonlarında Cidde limanı Vehhabilere geçti ve Abdülaziz 1926 yılının başlarında kendisini topyekun Hicaz Kralı ve Necid Sultanı ilan etti ve devletinin adını koydu:
«Suudi Arabistan Kırallığı...»
Gerisi malum...İki batın sonra bugün... Romanları bu kadar...
Manalarına gelince:
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
VEHHABİLİK



(Lenin) nasıl (Marks)ın tatbikçisi olduysa İbn-i Abdülvehhab da, asıl tatbikçi amelesini Suudiler kolunda bularak İbn-i Teymiyye kafasının maddeye nakşedicisi oldu.
Ancak İkinci Abdülhamid devrinde biraz nefes alır ve etrafı görür gibi olan biricik İslam devletinin zaafından ve onun sahte inkılapçılar eliyle yediği darbelerden de faydalanarak geldiler. Gitgide sulandırılan ve usta bir siyaset adamı evvelki Melik devrinde pek dışa vurulmayan Vehhabilik, nihayet öğretim ve eğitim planına inhisar ettirilerek politika ve idare perdesinde göze çarptırılmaz oldu.
En kısa ve özlü ifadeyle, nedir şu Vehhabilik; ve ölçüleri nelerden ibaret?
Vehhabilik, İbn-i Teymiyye bahsinde kullandığımız tabirle, bir nevi İslam materyalizmasıdır ve materyalizmanın son durağı Allah'ı tanımamak olduğu halde bunlar tanıdıkları ve en doğru tanımanın kendi mezheplerinde olduğu iddiasındadır. Ruha, ruhaniyete, onun ölüm sonrası devam ve tasarrufuna inanmaksızın Allah'a nasıl inanılabilir, veya Allah'a inanıp da ruh nasıl inkar edilebilir? Hem göze inan, hem de onun gördüğüne inanma, olur mu?
Sorarsanız «inanıyoruz!» diyeceklerdir. Fakat zoraki bir inanıştan sonra gizli bir inkar içinde o inanıştan kurtulmaya çabaladıklarını teslim etmeyeceklerdir. İnsanı, öldükten sonra sıfıra ulaşmış kabul edenler, bütün iz ve işaretlerini yeryüzünden silenler ve Allah Resulünü ziyareti bile günah sayıcıbir anlayıştan gelenler, hangi tevil yoluna saparlarsa sapsınlar, öteleri, ötelerin hikmetlerini kabul etmemek mevkiindedirler. Hendese davalarında olduğu gibi, onların zahirde bu derece mübalağalı görünmeyen ölçü çizgilerini uzatacak olursanız teslim edeceksiniz ki anlayışları, «semaların ve arzın nuru» olduğunu bildiren Allah'ı, nurundan ayırmaya kalkmaktan başka bir şey değildir.
Ve bu ana nokta etrafında şu ölçüler:
Hiçbir inceliğine nüfuz etmeksizin sadece kitap ve Sünnete bağlanmak iddiası ve «İcma» ve «kıyas» gibi iki hayatıvasıtanın kökünden iptali...
Kendilerinin bir de «selefiye»cilik iddiasiyle Sahabiler yolunda gittikleri yalanı ve Vehhabilik dışındakilerin küfürle suçlandırılması... Birtakım hurafeler ve uydurmalarla bir arada Sünnet Ehli itikadınca makbul bazı esrar tecellilerinin, tesbih çekmeye kadar şirk sayılması...
Tasavvufun topyekun inka ve iç aleme kapılan tamamen kapalı tutulması...
Netice, uçurtmanın kafasını kesip kuyruğunu havada durdurmaya çalışmak derecesinde bir abes davranışile dış dünya ve dış şekillere mıhlanıp kabukta pas tutma ve özde çürümenin, son iki asır boyunca -güya modern- dalalet mektebi...
Bugün, biraz da kendilerinin hicap duymaya başladıkları bu mektep, ruhundan uzak bulundukları mukaddes şeriatı anlamadan tatbik etmekte bazı başarılar kaydediyorsa, bunu kendilerine ait bir başarı değil, sadece nadan ellerde bile şeriate bağlı bir kıymet bilmek gerekir.
Buhari ve Müslim gibi iki emin ve temiz kaynağın bir arada rivayet ettikleri bir hadis, Vehhabiliği ve onun vatanını belirtmiş olmakta mucize çapındadır.
Allah'ın Resulü mübarek parmaklanı Necid istikametine döndürüp buyuruyorlar.
- «Fitne, münafıklık, fesat, dinsizlik, karışıklık, bozgunculuk, işte bu yönden gelecektir!»
Başka bir kıymet hükmüne ne hacet!..
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
DEVLETLEŞEN ŞİİLİK



Kol kol, isim isim üzerlerinde durmaksızın ve bağlı oldukları şahısları göstermeksizin, itikat şekilleri halinde kısaca çerçevelediğimiz Şiilik, bazı ellerde birtakım huruç hareketleri kaydettikten sonra, çoğunda olduğu gibi sahiplerinin ismini taşıyan bir şube olarak Hicri Üçüncü Asırda, Irak taraflarında ve «Kıramıta» ismi altında bir devletçik kurdu. Şiiliğin en mecnun kolu İsmailiyeden bir dal olan Kıramıta topluluğu bir asır kadar kendi havzasında hükümranlığını sürdürdü, Sünnet ve Cemaat ehline yapmadığı zulüm bırakmadı; Mekke'yi bastı, binlerce hacıyı kılıçtan geçirdi ve «Hacer-i Esvet»i söküp Irak'a götürdü. Hicri 378 yılında ortadan kaldırıldı.
Ayrıca Mısır'da Fatımiler...
Şii kollarından asıl devletleşebilen ciddi örnek, (Hicri 473) Hasan Sabbah isimli bir mecnunun bayrağını açtığı doğrudan doğruya İsmailiye, bir ismiyle de Batınıye şubesidir.
- «Cevizin içiyle kabuğu gibi Kur'an'ın bir batını (içi), bir de zahiri (dışı) vardır. İş batındadır ve zahirdeki emirler ve yasaklar vardır. Batına bağlananlar murada zahmetsiz ve eziyetsiz erer. Haram diye bir şey yoktur ve her şey helaldir. Şeriat sahibi Peygamberler yedidir; bunlar Adem, Nuh, İbrahim, Nusa, İsa, (M...) ile altıya ermiştir; yedincisi ise Meh*di'dir ve gelecektir. Allah vardır, alimdir, kudretlidir!»
Ve tespitinin bile kaleme giran geleceği daha neler!.. Mesela:
«-Kadın, adetten sonra namazını kaza etmez de orucunu kaza eder, nasıl olur? İdrar meniden daha pisken guslü gerektirmez de öbürü gerektirir, niçin? Bazı namazlar ne yüzden 4 rekat da bazıları 3 veya 2?..»
Ruh emrine basit bir ölçü aleti olan aklın hangi sapıklığa kadar memur edilebileceğini göstermekte eşsiz bir (manyak) olan Hasan Sabbah, İran'ın meşhur nasipsiz şairlerinden Ömer Hayyam ve Selçuklu vezirlerinden Nizamülmülk ile mektep arkadaşlığı etmiş ve Alparslan'ın himayesine ermişken, Selçuklularla bozuşmuş, oradan Mısır'a kaçmış, Şii Fatımilerden himaye görmüş ve Fars illerinde, - nice büyük din adamına beşik olmakla maruf ve bu defa küfrün en şiddetlisine maruz- öz memleketi Rey şehrinde başına birtakım tımarhanelikleri toplayarak bazı zaptedilmez kaleleri basmış, düşürmüş, üzerine gelen Selçuklulara karşı durabilmiş ve devleti yedinci asn ortasına kadar 181 yıl ayakta kalabilmiş bir adam.....
«Kartal yuvası» manasına, dik kayalıklar üstünde «Alamut» kalesi... Bu kalede bağlılarının, bir işaretiyle kendilerini kale burçlarından aşağı attığı, kuduz fıkir ve gözü karalıkta ve cahil yığınları büyülemekte eşsiz bu adam, Şiiliğin Rahmanilikten Şeytaniliğe aktarma edilen, Bizans, Fars ve Yahudi kırması «İlhad-küfür»aksiyoncularının başında gelir.
İmam Cafer-i Sadık Hazretlerinin büyük oğlu İsmail'i son imam tanıdıkları için «İsmailiye» ismini alan, sadece 7 imam kabul ettiklerinden «Sebiyye- Yedicilik» diye adlandırılan ve zahir ölçülerini reddetmelerinden ötürü «Batınıyye» diye de yaftalanan bu fırka, Useyriler, Dürziler üzerinde dahi tesir sahibidir.
Gerisi, Hicri Onuncusu Asır başlarında, Şah İsmail Safevi'nin resmen Şiiliği ilan etmesiyle bu mezhebe yataklık eden ve başta Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Padişahlarım bir hayli uğraştıran ve Anadolu topraklarına Aleviliği sokan Farslar... Fars tipi, İslamı yüceltmekte ve batırmakta iki ters istikamet sahibi mücerret bir istidat ifadesidir.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
ALEVİLİK


Mutedil ve sınırlara riayetkar Şiiler, «Gulat» diye isimlendirdikleri, ruhları topyekun çerçevelediğimiz kolları kendilerinden saymazlar; hatta bunları «Kıble Ehli», yani mümin kabul etmezler.
«Gulat» kadrosunda en ileri kol da yine türlü şubeleriyle Alevilerdir.
İmam-ı Rabbani bunlar için kaleme aldığı bir risalede şöyle buyuruyor.
- Bugün Şiilerin en azgın fırkasına Alevi deniliyor. çoğu okuma yazma bilmeyen din ve dünya cahilleri bunlar...»
Ve meseleye şu hadis ile cevap veriyor:
- «Fitneler, bid'atler ortaya çıkıp Sahabilerime dil uzatıIdığı zaman doğruyu bilenler onu bildirsin! Eğer bildirmezlerse, Allahın, meleklerinin ve insanların laneti bildirmeyenin üstüne olsun! Allah, böyle bilginlerin, ne farz, ne nafile, hiçbir ibadetini kabul etmez!»
Müthiş!.. Şiilik mevzuunda gerçekten bu muazzam Hadisi göstermekten başka hiçbir mukabeleye değmez. Sırayla en büyük üç halifeden başlayarak Hazret-i Muaviye'ye kadar-ki günümüzde bile buna yeltenen sözde İslam düşünürleri vardır- bazı Sahabileri kötüleyenler. içtihat ve davranışları ne olursa olsun, «Sahabi»nin manasını sezmekten yoksun. İslam'ı nakış gibi kalbinde değil tasma gibi boynunda taşıyan nasipsizlerdir.
Yine bir hadis:
- «Ben her günahın şefaatçısıyım; illa sahabilerime sövenIere şefaat etmem!..»
Öbürlerinden farklı olarak Sahabiliğinin inkarı küfre varıcı, Nebilerden sonra insanoğlunun en büyüğü Hazret-i Ebubekir'i kötülemeye kadar giden Rafızilik de cevabını bu hadisten alsın:
- «Son zamanlarda Rafızi diye isimlendirilen bir topluluk türer. Bunlar İslam'ı terkederler. Onları öldürün, çünkü şirktedirler! »
Hazret-i Ali'ye hitap eden bir hadis daha:
- «Benden sonra bir topluluk gelir. Onlara Rafızi ismi verilir. Sen onlara yetişirsen, ya Ali, onları yaşatma! Onlar müşriktir!
Hazreti-i Ali buyuruyor:
- Bu emir üzerine sordum: Alametleri nedir, ey Allahın Resulü?
Dediler ki;
- Sende olmayan şeylerle seni medh ve sena edecekler ve evvelkileri kötüleyecekler!»
Eğer Şiilik Hazret-i Ali'yi sevmek sanılıyorsa, tersinden, aldatıcı mantık oyunlarının en hain ve habisine kurban olunuyor demektir. Yaratıcı hakikatten yaratılmış hakikatlere kadar herşeyi inkar edip hepsini birden Hazret-i Ali'ye bağlamak, onu, cımbızla etinin her zerresini kopararak öldürmeye kalkışmaktan farksızdır. Hazret-i Ali sevgisi «Sünnet ve Cemaat Ehli» ölçüsüne bağlıdır; ve tıpkı Musa ve İsa Peygamberlerin gerçek kıymet ve hakikatlerini bulmak isteyenlerin, bunu Yahudilerde ve Hıristiyanlarda bulmak yerine İslamda görmek mevkiinde olmala gibi, topyekün Şiı ve Alevilerin de hakiki Aleviliği, aslı mezhepte gerçekleştirmeleri icap eder.
Ruhla İslam aşkiyle dolu, en büyük üç Türk hakanından -Fatih, Birinci Selim ve İkinci Abdülhamid'in- en köklü ve derin bir anlayışla mücadele ettiği, büyük çapta engellediği, fakat herşeye rağmen, tefessuh devrimizde önüne geçilemeyen ve bugün Türk nüfusunun, bilmem yüzde kaçını temsil eden Alevilik, aynen İmam-ı Rabbani ölçüsüyle din ve dünya cahili ellerde, kutusunun içi boş bir etiketten ibarettir; ve ne Sünnet Ehlinin üzerine yürüyen, ne üzerine yürünülen ve ancak «hiç» kelimesiyle belirtilebilecek pasif, fakat her an ve her türlü din aleyhtarı cereyanlarca istisma mümkün bir manzara arzetmektedir.
Bugüne dek din aleyhinde girişilen ve adına «Devrim» denilen davranışlarda (direkt) veya (endirekt), Türk Alevileri, kendilerinden hiçbir tepki gelmeyecek ve İslam esaslarının kıyımına seyirci kalacak bir sınıf olarak istismar ve bahane mevzuu olmuştur.
Kör ve habersiz bir gelenek yolundan gelen Türk Alevilerinin kültür, telkin ve temsil yoluyla fethedilmeleri lazımdır.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
BATINİLER



İslam anlayışında en büyük yara , nasıl ileride zahirciler (kuru dış yüz bağlıla: İbn-i Teymiyye ve Vahhabiler) eliyle açılacaksa, ilk zamanlarda da batıncılar (uydurma iç yüz bağlıları) tarafından açılmıştır. Bu bakımdan Batıniliği, devletleşmiş Şilliğin Hasan Sabbah kolundan ayrı olarak öbür kollayla da gözden geçirmek lazım:
Allah Resulünün zahiri, Şeriat, batı ise tasavvuf olduğuna ve bu iki cephe birbirine sımsıkı kenetli ve birbirini doldurucu mahiyette bulunduğuna göre bu İlahi ahengi ciğneyip şeytani hayaller peşinde bir iç yüz davasına girişrnek ve erdirici hisarın kapısı Şeriati devirmek diye tarif edebileceğimiz Batinilik, Hasan Sabbah'tan önce de Frenklerin (mistifikasyon-sahte esrar oyunu) dediği türlü hokkabazlıklarla zuhura gelmiş; ve zahidleri, velileri ve güdücüleriyle dosdoğru yolda giden «Sünnet Ehli» caddesinin başlıca sapık kolunu teşkil etmiştir.
Öteden beri işaret ettiğimiz üzere, İslami temsil kadrosunu lekeleyen üç.tesir vardır: Yahudi, Bizans ve Fars... Dinimizin hikmet kaynağı tasavvuf, insan istidadı tek bir insanın kötü olduğu nispette iyi olabileceğini ve her şeyin bir dönüşten ibaret bulunduğunu bildirdiğine göre, istidat bakımından son derece kuvvetli olan Fars tipi, İslam'a hizmet ve onu yıkmak gayretinde, müspet ve menfi iki iş kutbunun en büyüklerini yetiştirmiştir. Müspette; işte Selman-ı Farisi, işte İmam-ı Azam ve daha niceleri... Menfide ise Şiiliği takiben niceleri!...
Batıniliği kuranlar, Meymun bin Deydan ve oğlu Abdullah isimli iki İranlıdır. Hicri İkinci Asrın ikinci yasında, Fars medeniyetini yutan İslama ve onun bayrakta Arab'a duydukları hınçla harekete geçmişler, gizli cemiyet kurmuşlar ve İslamı yıkma metodu olarak «Batıniyye» ismi altında Kur'an ve Hadisleri keyflerine göre te'viI ve tefsir ederek her şeyi güya iç hakikate, batına bağlamak yolunu tutmuşlardır.
Milliyetlerini gizlediler, kendilerini Peygamber soyundan gösterdiler, «Beyt Ehli»ne edilen zulmün edebiyatını köpürterek cahil halkı kazandılar ve o yoldan, Peygamber evlatlarına kızanla hedef tutma bahanesiyle şeriate kızmayı denediler. Yedi imam -sonuncusu Cafer Es'Sadık'm oğlu İsmail* tanıdılar ve böylece «ismailiyye» koluna da zemin açtılar. «İsmail'in oğlu ölmedi veya öldü; bir gün yeni bir şeriatle meydana çıkacak veya dünya onun neslinden gelen imamlardan boş kalmayacak!» farkiyle bölündüler, her bölüm dallandı ve her dal şubelendi ve bu facia, kah kurutulacak, kah yeniden yeşerecek şekilde yürüdü, gitti. Şiilikten itibaren de bütün batıl inanış ve görüşlerle münasebet halinde şurada veya burada, şu türlü veya bu türlü mezhepleşme seciyesini elden bırakmadı.
Başlıca kollar:
Müslimiyye, Hurremiyye, Babekiyye, Maziyariyye, Mukannaiyye, Nusayriyye, Dürüzziyye (Dürzülük), Haşşaşiyye, Sabbahiyye (Hasan Sabbah), Talimiyye, Fidaviyye, falan filan...
Hepsi de küçük ton farklariyle birbirinin aynı... Suratına altun bir maske takıp yüzünü gizliyen ve açtığı zaman da halkın üstüne aynalarla kuvvetlendirilmiş keskin güneş ışıkları püskürtüp kendisini ilah diye tanıtan (Mukanna) sefil gözbağcılara kadar aşağılık kollar...
Hepsine göre: «Her şey helal, haram diye bir şey yok; ve hükümler zahirde değil, batında»
Bu öyle bir batıl anlayış ki, evvela batını yıkıyor, sonra ortada zahir diye bir şey bırakmıyor ve sapık kollar arasında küfrün en dik uçurumunu belirtiyor.
Hurufilik; yani harf ve hecelerin sayımından manalar çıkarmak ve bunları hususiyle Tevhid Kelimesi gibi mukaddes ibarelere ve Kur'an ayetlerine bağlamak ve hayal almaz nispetlere götürmek hep bunların eseri....
işlenmiş mermer bir sütun gibi, en berrak ve mükemmel ölçü şekillerini hendeseleştiren islami çizgileri eğip bükmek, kesip kırmak ve bugüne kadar türlü batıl itikatlara fidelik vazifesini görmüş olmak; bunların marifeti...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
MUTEZİLE



Haricilerin haşin ve kıcı dış yüz mantığının yanıbaşında bütün Şii kollarının hayali ve kaçırtıcı iç yüz anlayışı sürüp giderken bir de başlangıçta herhangi bir aksiyona talip görünmeyen ferd ve küçük zümre çapında itikat mezhepleri türemeye başladı.
«Mutezile» bunların ilkidir ve «kopup ayrılanlar» manasınadır. Şöyle oldu:
Vasıl bin Ata... Vaktiyle Haricilere kendisini «müşrik» tanıtarak kurtulmayı beceren samimiyetsiz adam... Hasan Basri Hazretlerinin talebelerinden....
«Sünnet ve Cemaat Ehli» yolunda iç ve dış ilimIerinin üstün şahsiyetlerinden Hasan Basri HazretIeri (Hicri 2. Asır başları) bir gün ders meclislerinde şöyle bir suale muhatap oluyorlar:
- Haricilerin durumu nedir? Bunlardan bir kısmı, büyük günah işleyenlerin küfürde olduğunu, bir kısmı da imanını muhafaza ettikçe, mümin sayılacağını iddia ediyor.
Doğrusu nedir?
Bu suale cevabı Vasıl bin Ata veriyor:
- Büyük günah işleyenler «Elmenzile beynel'menzileteyn- iki durak arası» yerde... Yani ne mümin, ne kafır; sadece fasık Tövbesiz ölürse cehenneme gider. Fakat cezası kafirinkinden hafif olur.
Bu mukabele üzerine Hasan Basri Hazretleri diyor ki: - Vasıl bizden (itikat esasımızdan) ayrıldı!
Ve kopup ayrılma anlamına gelen «İtizal» yaftasını asmış oluyor...
Vasıl bin Ata «hata»nın, imana bağlı viraj noktasını dönemediği için en büyüğü içindedir: Kuru mantık hercümercine giriftar bu Şahıs bütün tabiIeriyle beraber imanın, ne ibadetle yerini bulacağı, ne de günahla yerinden olacağı, ayrı ve müstakil bir bütün olduğu ve bunlarla ancak parlaklık veya donukluk kazanacağı yolundaki «Sünnet Ehli» anlayışından yoksundur.
Nitekim İmam-ı Azam Hazretlerinin nurlu huzuruna çıkan, tepeden tırnağa silahlı bir Harici grubu, menfi cevap alırlarsa koca hak mezhep sahibini öldürecekleri tavriyle en ağır günahları saymışlar ve sormuşlardır:
- Bunları işleyenler hangi dindendir?
- Yüce İmam da ihtiyatlı bir uslupla demiştir ki: - Bunlar hangi dindenmiş?
- Müslüman!..
- İşte sualinizin cevabını kendiniz verdiniz!.
İçi ve dışı sımsıkı koruyan «Sünnet Ehli» itikadı şudur ki. ibadet imanın müspet (emirler) gereği, günah ise menfi (yasaklar) icabıdır ve bunlardan hiçbiri imanın zatı üzerinde müessir değildir.
Vasıl ve bir iki arkadaşı tarafından benimsenen ters görüşler tez zamanda zümreleşti ve fırkalaştı. Her zaman olduğu gibi 20'yi aşkın bölüme ayrıldılar ve topyekun şu prensipler üzerinde birleştiler:
1- Büyük günah işleyenler ne mümin, ne kafirdir iddiası...
2- Allah'ın zatını «kadim-ezeli» kabul edip sıfatlarını kadim ve ezeli kabul etmeme zihniyeti....
3- Kul, kendi fiilinin haliki, yaratıcısıdır, hükmü...
4- Ceza ve mükafatı Allah üzerine vacip bilme ve böylece Allah'ı kayd altına alma düşünüşü...
5- İkinci maddeye bağlı olarak Kur'anı, İlahi emirler ve yasakları hep mahluk bilme ve zattan başka her tecelliyi red ve nefyetme görüşü...
İlahi sıfat ve tecellileri Halikten hariç ve mahluk bilmek, böylece «Zat»ı sıfatsız bir «mevhume-vehmedilen şey» haline getirmek, çoğun tekte birleştiği sırrını kavrayamarna, cüz'i iradeyle külli irade arasındaki birinde «yapmak» ve öbüründe «yaratmak» farkını sezememek, insanoğlunda her an rahmete el açıp girift ruh yapısını görememek ve kolayca küfrüne hükmetmek...
«Mutezile» bütün kollariyle bu tablodan ibarettir; ve İslam da derin ve sırri tefekkür yerine ilk ve sığ bir felsefe özentisi ve yeltenişinin eseridir.
Çok devam etmedi, fakat vecd ve aşkı kösteklemekte ve selim idrak yolunu tıkamakta tesiri büyük oldu.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
AKIL ANARŞİZMİ



Kaybettikleri vecd ve aşk idraki ve teslimiyet inancı yanında, okudukları başıboş felsefe kitaplarının da tesirine kapılan ve öncekilerin yalçın hissiliğine mukabil fıkri bir hüviyet taslayarak bir nevi fılozof bozuntuları halinde ortaya çıkan «Mutezile»ciler, kendilerinden evvelkiler ve sonrakilerle beraber dış ve kör mantık perendelerinin hayal boyu türlüsünü misallendirirler.
Tek halka içinde bazen birbirinin küçük farklarla aylıklarla zıddı bu cereyanlara akıl anarşizmi gözüyle bakabiliriz.
Teslimiyet ve saadet devri olarak Hazret-i Osman'ın son hilafet yıllarına kadar süren nurlu çığırın hususiliğini yeni zamanların bir Arap mütefekkiri şu satırlarla çerçevelemiştir:
- «Mekkeli muhacirler ve Medineli «Ensar- Yardımcılar»dan oluşan müminler ve bunlara temiz kalble uyanlar, inançlarını Kur'an ile güçlendiriyor ve Allah'ın zatına layık sıfatlarla yine onun münezzeh bilindiği noksan sıfatları, ayetlerden ve yüce manalardan öğreniyorlardı. O'nun için aralarında itikadi meselelerden hiçbiri üzerinde tartışma ve çatışma olmamıştır.»
Aynı mütefekkir, Makrizi'den «Allah Kur'an'ında yüce zatını nasıl vasfetmişse Resulü de öyle vasfetmiştir» sözünü naklettikten sonra ilave ediyor:
- «Ne bedevi, ne şehirli, hiçbir Arap, Peygamberine itikadi meseleler ve Allahın sıfatları hakkında hiçbir şey sormamıştır.»
İşte tam teslimiyetten sonra gelen bu ruh halidir ki, vecd ve aşk idraki diye gösterilebilir ve batın feyzi olarak anlayışların en üstününü belirtir.
Tezatlar arası ahenk meselesi...
Ve bu ruh feyzi gölgelenmeye başlayınca, tek başına kalan akıl, uçsuz bucaksız bir denizde ve kasırgalar, yıldırımlar altında tek kürekle yol almaya bakan bir kayığa döner. Akıl anarşizmi de bundan ve böyle doğar.
Birkaç asır süren, fakat her şeye rağmen mükemmel bir hat şeklinde uzanıcı ana caddeyi harap edemeyen akıl anarşizmi, hulasa olarak şu noktalara kadar saptı:
En başta kader meselesi...
«Mutezile»nin, kulu fiilinin haliki bilmekle kaderi inkara varması gereken akıl mizacına mukabil, kulu hiçbir irade ve hürriyete malik görmemekle mazur ve suçsuz sayan ve bu yoldan «ne yaparsan yap!» kapısını açan telakkiler... Ve telakkilerine ve bu telakkileri getirenlerin isimlerine göre binbir kol, mektep, mezhep...
Hepsi birden sağ ve sol kanatlar arası ahenk ve muvazene bozuculuğunda eşit ve sır anlayışından mahrum.. Ya inkar ettikleri, yahut içinde kıpırdanılmaz bir boyunduruk halinde mahkumiyetlerine inandıkları kader meselesi etrafında Yaratıcının zat ve sıfatlarına ait tenzih ve tecrit dışı bir sürü hayal!
Allah Resulünün, mekanizmasını keşfetmek istercesine üzerinde düşünmeyi yasakladığı kader meselesi büyük tasavvuf ehlince birkaç kelime içinde, o da ifade edebileceği kadarıyla kelama sığdırılabilir:
«Allah, mahlukunun ne yapacağını önceden bildiğine göre, işte bu bilginin belirttiği çizgilerdir ki, kaderdir.» Akla bundan fazlası söylenemez.
Veya tarafımıza ait bir ifadeyle:
- «Allah hem kulunu muhtar olarak yaratmak, hem de önceden kuşatmış olmak gibi, akıl almaz tezadı birleştiren kudrettir. Aklın durduğu ve kıpırdayamaz olduğu bu noktadaki sonsuz kudrettir ki, Allahtır. Sen yaratıcıyı kendi kudret seviyene mi indiriyorsun ki, sence birleştirilmesi muhal olan bir tezadı, O'nca da birleştirilemez farzediyorsun?»
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
KADER MESELESİ VE ALLAH'I TENZİH



Kader meselesi, ferdi ve içtimai faaliyetlerde insanın muhtaç olduğu irade gücü bakımından ve Allahı tenzih noktasından en nazik ve hassas davalardan biridir. Şeytanın elinde en büyük silahtır ve insan şeklindeki şeytan yardımcılarının imana fesat vermek için her zaman el attıkları bir ukdedir. Vecd ve aşk çığırı gölgelenince de yine mukadder olarak ortaya çıkmıştır.
Hususiyle Yahudi ve Fars kollarınca üzerine abanılan ve akıl anarşizminin bombası halinde kullanılan kader meselesine dair Allah Resulünün, bir İranlıya verdiği cevap, daima olduğu gibi, mucize çapındadır.
İranlı soruyor:
- Kızları ve kızkardeşleriyle gerdeğe giren bazı İranlılara niçin böyle yaptıkla sorulunca, bu, Allahın kaza ve kaderidir, diyorlar...Ne buyurulur?
Cevap:
- Benim ümmetimden de böyle söyleyenler çıkacaktır. İşte onlar ümmetimin Mecusileridir!
Kader meselesinin sırla üzerinde Hazret-i Ömer'e ait şu iki menkıbe davayı çok derinlere götürür ve düğüm noktasını ele verir. Veba mıntıkasına girmeksizin geriye dönerken ona sorarlar:
- Ya Ömer, Alllahın takdirinden mi kaçıyorsun? Müminlerin Emiri cevap verir:
- Evet; Allahın takdirinden Allahın kazasına sığınmaya gidiyorum!
Bir defasında da bir hırsıza sorar:
- Bu işi niçin yaptın?
- Allahın takdiri böyle olduğu için yaptım!
Hazret-i Ömer suçluya iki ceza tertip eder. Niçin böyle yaptığını soranlara da der ki:

- Cezanın biri hırsızlık yaptığı için... İkincisi de Allaha iftira etmekten, Allah adına yalan söylemekten...
Aynı kader sırrı, aynı zamanda her şeyin Allahtan olduğu hikmetini de Hazret-i Ali'nin şu ifadesinde bulur:
- « Taneleri yap parçalayıcı ve bütün canlıla yaratıcı Allah üzerine yemin ederim ki, biz Allahın kaza ve kaderi olmadan ne bir ovadan geçebilir, ne de bir vadide konaklayabiliriz.»
Buna karşılık, insana hiçbir şey veya cürüm terettüp etmeyeceği görüşüne de cevap, Allahın hem takdir ettiği, hem de cebretmediği merkezindedir ki, bütün sır bu noktadadır.
Evvelce dokunduğumuz gibi, akla muhal görünen bu noktaları birleştirici kudrettir ki, Allah'tır. İnsanlar, kaderi ve bu arada hay ve şerri imkansız görürken, Hakkı bilmeyerek kayd altına almış ve kendi güçleri çerçevesinde muhakeme etmiş olurlar.
İşte, kimi zümreleşmiş, cemiyet ve siyaset meydanına sarkmış, kimi de (pasif) daireler ve hareketsiz cereyanlar halinde ömrünü tüketmiş olan ve hepsi birden bütün akıl peren*delerini iflas ettirici vecd ve aşk kayıbından doğan, «Mutezile» öncesi ve sonrası başıboş mezheplerin içyüzü bu kadardır.
Bir de onların mezhebine göre Allahı tenzih bahsinde düştükleri dalalet vardır ki, sadece şu iki ölçü içinde cevaplandılabilirler ve mahiyetlerini ifşa etmiş olurlar:
- «Ne ki, Allah zannedersin, o zannettiğin şey Allah'a perdedir... »
- «Allah veraların (ötelerin) verasında, onun da verasında, onun da verasında...»
İmam-ı Rabbani Hazretlerinin üç kere tekrarlamakla sonsuzluğuna işaret buyurduğu «veraların verası» hikmeti ancak sır ve zevk idrakine mahsus bir fakülte belirtir; ve Allah'ı tenzihte topyekün batıl mezheplerin yakasını ele verir.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
KUR'AN MAHLUK MUDUR?..



İş gide gide, Kur'anın mahluk olduğu iddiasına kadar vardı. Akıl anarşizmi o hale gelmişti ki, hepsi birden Allaha inandığını kabul eden bu mezhepler, o akıl almaz sonsuzluk yekununu kafalarının alabildiği kemmiyet sayılayle doldurmaya, toplamlaştırmaya kalkıştılar. Sanki kulunu kuşatan Allah değilmiş de kendileri Allah'ı kuşatmak ister gibi sırları(mekanik) bir çerçevede zaptetmek davasındaki bu adamlar, münferit bir mezhep halinde de kalmadılar, iddialarını içtimaileştirmeye, resmileştirmeye yeltendiler ve birkaç Abbasi halifesi boyunca sapıklıklarına ferman çıkarttılar.
Her sapık kolun öbüründen ilham alması ve birbirinin süt kardeşi yerine geçmesi gibi, «Mutezile»nin ana dalalet çizgilerinden biri sayacağımız «Kur'an mahluktur!» iddiası, Abbasi Halifesi Memun zamanında devlete nüfuz etti; ve Halife tarafından halka resmen ilan ve camiIerde Müslümanlara (dikte) edilmeye kadar vardıldı. Vilayetlerde emirler yazıldı ve kadıların bu fıkre bağlı olmaları, bağlı olmayanların da şahitliklerini kabul etmemeleri emrolundu.
Kur'anında, «dinde ikrah yoktur» buyuran Allah'ın serbest yarattığı vicdana karşı, «emrediyorurn;.böyle inanacaksın!» fermanı sapık kolların insaf nurundan mahrumluk ve gözü kara vahşet derecesini ifade etmeye yeter.
Zaman ve mekan ile kayıtlı akIın zaman ve mekan bağından münezzeh yaratıcıya biçtiği, tek kelimeyle kendi seviyesine indirdiği bu görüş, devlet idarelerinde öylesine kuvvet kazandı ki, hak peygamber Hazret-i İsa dininin saffet ve asliyet devresinde Romalı müminlere yapılan işkenceler «Sünnet ve Cemaat» ehli yolundakilere yapılmaya başlandı. Şu farkla ki, Roma'da müminlere işkence edenler putperestlerdi, bunlar güya Müslüman.
Zulüm görenlerin başında Hak Mezhep kuruculanndan İmam Ahmed bin Hanbel vardır. Halife'nin, kılıçtan geçirilecekleri tehdidine kadar hedef olan din alimlerinden birçoğu devlet karşısında belki kerhen Kur'anın mahluk olduğu iddiasını doğrularken Ahmed bin Hanbel Hazretleriyle Muhammed bin Nuh, El Kavaviri ve Sücade adlı derin ve gerçek Müslümanlar sonuna dek ayak dirediler ve enselerindeki kılıç pınltısıyla Cennet yolunu görmenin vecdi içinde, zerrece hileli tavra baş vurmaksızın dayattılar.
Cevapları: .
- Kur'an, Hak ile kaim ve mahluk olması muhal, Allah kelamıdır.
Ahmed bin Hanbel'i 8 ay hapiste tuttular ve orada vücudunu kırbaçlaya kırbaçlaya onu bir deri bir kemik bıraktılar...
ilk kırbaçta sözü:
- Rahman ve Rahim Allahın ismiyle...
İkincisinde:
- Allahtan başka kimsede ne havl (davranış) ne kuvvet!.. Üçüncüsünde:- Kur'an, Allah'ın mahluk olmayan kelamı...
Ahmed bin Hanbel'in yolundaki kahramanlardan yalnız Muhammed bin Nuh sabredebildi, sonradan bunlara Ahmed bin Nasr ve Naim bin Hammad da katıldı.
Taşköprülüzade'nin «Mevzuat-ül-ulum»unda kaydedildiğine göre Ahmed Bin Nasr'ın başı kesildi ve Bağdat'da teşhir edildi. Kesik başı yakından seyredenler soluk dudaklarından Tevhid Kelimesi geldiğine şahit olmuşlar... Ahmed bin Hambel'den başkaları zindanda şehid oldular; o'ysa, halife değişikliği sırasında kurtuldu.
Allahın sıfatlarını ve bu arada «Kelim-Konuşan» sıfatını reddedip Kur'anın sonradan yaratılmış olduğuna hükmeden ve tarih boyunca bütün yobazlık müesseselerine maya teşkil eden «Mutezile» kafasına bağlı «Kur'an mahluk mudur?» meselesi, tek cevaba sığdılabilir.
Allah'ın zaman ve mekan üstü kelamını bu kayıtlardan tecrit ve tenzih edemeyen ve onu kendi zencirbend idrakine tabi kılmaya davranan nasipsiz kafadır ki, neticede islam'a düşmüş bütün bölgelerin kuyusu olmuştur. Sonradan kaba softayı ve peşinde küfür yobazını yetiştiren de aynı kafa...
AlIah'a kendi kendisini yaratmaya muhtaç ve mahkum bir varlık gözüyle bakmak, onu kuru akıl derecelerinin birinden öbürüne çıkarıp nihayet nefyetmeye gider.
Neredesin ey vecd, teslim olunduktan sonra gelen sır idraki? Ve bu idrakin büyük fikriyatı?...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
UMUMİ MANZARA



Başta kader meselesi olamak üzere kimi itikadi ölçülerde, kimi de doğrudan doğruya Allah'ı zat ve sıfatlariyle tenzihte sapıtan, onlar...
Kuru ve nasipsiz akılda, yani tohumda birbirinin aynı, tuttukları istikametlerde ve dallarda ise bazen tam tersi Cebriyye, Cehmiyye, Kaderiyye, İbahiyye, Berkiyye, Neccariyye, Mürcie, Keramiyye, Müşebbihe ve daha nice mezhep...
Öz halinde gösterdik.
Bizim bu eserimizde muradımız, sapık kolların (objektif) tarihçi metoduyla inceden inceye elenmesi olmadığı; asıl gayemiz, İslam'ı, bugünkü insanlık şartlarına karşı artık arınma çağı ihtiyacının zirvesine varmış görmekten gelen bir (sentez) işi olduğu için fazla tafsilata girmiyor ve sapıklıkları topyekun ve öz olarak resmedip misal ve malzeme teşkil edeceği mikyasta tablolaştırıyoruz. Manzara, gösterdiğimiz ve gördüğümüz gibidir.
Bin kere tekrarlasak yine az olacağı üzere, kaba aklın kaba hesaplarını susturan ve üstün hakikat ufkunu açan vecd ve aşk gölgelenince bu manzara doğmuş ve Hazret-i Osman'ın son yıllarından başlayarak Abbasilerin nihayetine kadar ilk devre halinde sürmüştür.
Hemen her peygamberin zamanında cisim ve gölgesi gibi iman ile birarada yürüyen fesat, Hazret-i Musa ve İsa misallerine nispet edilirse görülür ki, güneşi ta tepede tutucu Resuller Resulünün açtığı yolda en uzun vadeli zuhur...
Ve her şeye rağmen daima kösteklenmiş ve tepelenmiş bir keyfiyet... İslamda sapık yollar hiçbir zaman payidar devlet ve cemiyetini kuramamıştır. Ne kitap tahrip edilebilmiş, ne sünnet bozulabilmiş, ne de delalet bütünleştirilebilmiştir.
Sapık kollann ortasında doğru yol, daima olanca görünürlüğü ve binbir ıstırap içinde devam etmiştir. İslamda, Yahudilik ve Hıristiyanlık mezhepleri gibi, herbiri ay ayrı batıl-zaten İslamdan sonra hak olması muhal-mezhep çatışmaları içinde «Sünnet ve Cemaat Ehli» hükümranlığını itikatte kaldırabilecek hiçbir cereyan kendine deryaya ulaşıcı bir kanal açmak imkanı bulamamıştır. Bunu da , Kainatın Efendisine has mucizelerin başına almak gerekir. Nasıl O'nun nurunun ihmal gördüğü her İslam diyarında ve her sahada bugünkü feci manzara doğmuş ve bu da makusiyle (tersiyle) Ahmedi bir mucize ifade etmişse, Allah'ın koruduğu onuru peçeleyebilmek de mümkün olamamıştır.
Allah'ın din olarak seçtiği ve seçtiğini Kur'anında haber verdiği İslam, bu bakımdan kıyamete kadar payidar ve bütün tarih boyunca insanlığın hangi sahada hangi derdi olmuşsa onun tek dermanı teşkil etmiş bulunduğu aşikar... Ama ilahi kaderin öyle incelikleri var ki, birbiriyle mücadele halindeki vücut ile adem, hak ile batıl, menfinin tecellisi yüzünden insana elinin altındaki hazineyi göstermez de mücevheri taş ocaklannda aratır.
İşte, sapık kolların 7. Hicri Asra kadar süren ilk devresi içinde, hükmü, böylece vecd eksikliğine ve ruh devletine baş kaldırıcı akıl anarşizmine bağlarken muhteşem caddenin iki zafer takı, müsbetin muazzam iki abidesi olarak kısaca tespit edecek ve oradan, sapık yolların belki en yıkıcısını belirten ikinci devreye geçeceğiz.
İlk devredeki «hezeyan aklı», ondan sonraki iki devrede, güya mantıkileştirmeye çabaladığı küfür aklına doğru terakkidedir....N F KISAKÜREK...Doğru Tolun Sapık Kolları..
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
İKİ ZAFER TAKI



Sapık kollann yelpazevari açıldığı, modalaştığı ve bir cümbüş havası içinde tepindiği İkinci ve Üçüncü Hicri Asırlar, «Sünnet ve Cemaat Ehli» caddesinde yolun bütün ölçülerini abideleştiren iki zafer takına şahit oldu.
İslami itikat esaslariyle beraber iş ve amel kanunlannı istikametlendiren dört geçitli bir tak ile , doğrudan doğruya iman ve itikat yönlerini perçinliyen iki geçitli başka bir tak... Biri iş ve amelde, öbürü iman ve itikatta iki tak...
İş ve amelde:
İmam-ı Azam Ebu Hanife: (Hanefi...) İmam-ı Malik: (Maliki...) İmam-ı Şafii:(Şafii...) İmam-ı Ahmed Bin Hanbel: (Hanbeli...) Mezhepleri...
İman ve itikatta: İmam-ı Matüridi... İmam-ı Eş'ari... Yolla...
İşte, amelde dört, itikatta da iki geçitli taklar!
Bunlar Doğru Yolun hudut bekçisi karakollarını temsil ve «Sünnet ve Cemaat Ehli» zabıtasını teşkil ederler...
Mevzuumuz ise bunlar, mukaddes yolun bu ulvi bekçileri değil, sapıklar olduğuna göre, bütün yönlerin mizana vurulacağı nirengi noktaları ve öz halinde kendilerini işaretlemeliyiz:
Meydana gelişleri Haricilik ve Şiilik cereyanlarından sonra ve Hicri İkinci ve Üçüncü Asırlar içinde başlar ve bütün sapıklıkların cümbüşleştiği devreye rastlar...
Sıraları, gösterdiğimiz şekilde...
Amele bağlı mezheplerin ilk iki kahramanı Birinci Asır sonlarında doğmuş ve eserlerini İkinci Asırda vermiştir. Son ikisi de İkinci Asır... İmam Ahmed Bin Hanbel, eserini Üçüncü Asır başlarına taşıyor...
İtikadi mezheplerin sahipleri onlardan sonra geliyor ve Üçüncü As dolduruyor.
En eskileri temel müctehit İmam-ı Azam'dan gelen (metedoloji-usuliyet) hepsine birden hakimdir:
Kitap...
Sünnet...
İcma...
Kıyas...
Kitap, Kur'an... Sünnet, Allah Resulünün her sözü, her emri, her hareketi... İcma, ümmetin, yani ümmetlik vasfına en layık ve en üstün derece Sahabilerin, üzerinde birleştikleri toplu hükümler... Kıyas, bellibaşlı üstün vasıflardan din alimlerinin nispet yoluyle buluşları...
Dereceler yukarıya doğru birbirinde erir ve nihayet tek «mutlak»ta toplanır. Allah'ın Kitabı ve yanıbaşında Peygamberin sünneti...
İşte «Sünnet ve Cemaat Ehli» yolu, bu kahramanların binbir fesat çizgisi arasında düpedüz meydana çıkardığı caddedir; ve bu caddede hem itikat, hem amel, dört geçitli zafer takını yükseltenler, kendilerinden sonra itikat mimarlarının da çekirdeğini getirmiş olarak dış cephenin en büyük mühendisleri...
Dış cephe dedik; dinin bir dış, bir de iç cephesi var...Muazzam bir saray... Dış cephe, yani Allah Resulünün zahiri, Şeriat... İçinde, gökteki yıldızlar kadar avizelerin pınldadığı ziyafet salonu da, Allah Resulünün batını, tasavvuf... Ve bu iki cephe, «Gaye-İnsan ve Ufuk-Peygamber»in içi ve dışı gibi birbirine tam mutabık...Bildirdiğimiz kahramanlar da, feyzlerini iç cepheden de almış olarak dışta sımsıkı bağlı, iç cephe perdesindeki tecelliler...Biri batın hissesiyle zahirde, öbürüyse zahir intibakiyle batında...
İşi ve ölçüyü böyle bildikten sonra, zahirden yana görünüp batını ve batından yana görünüp zahiri inkar edenlerin felaketi kendi kendisine meydana çıkar; ve işte bütün sapık kollar, ana caddenin bu ahenkli kıvnmını görmemekten doğar.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
ŞEYH BEDRETTİN VE HACI BEKTAŞİ VELİ



Komünistler nasıl (Kampanella)nın «Güneş Memleketi» isimli eserini davalarının ilk şuurunu belirten bir çıkış kabul ederlerse, ondan önce gelmiş Şeyh Bedreddin'i de, bazı dış benzerliklerini yobazca ele alıp, sermaye ve mülkiyet rejimine karşı ilk sesleri diye gösterirler. Bu benzerliğin kaşifi Nazım Hikmet'tir; ve keşfettiği benzerlik, lağım faresinin, kendisinden önce aynı yolu zorlamış bir köstebek nesli bulunduğunu iddia etmesinden farksızdır. Benzetişe sebep de Bedreddin'in dini yasaklara karşı bir nevi «İbahiyye»ci ve asla şeriatın kabul etmeyeceği dışarıdan bir fikir olarak, ırz, namus, para, mal, herkesin mülkiyet ve malikiyeti herkese tahsis edici ve buna tasavvufi bir süs verici bir adam olması... Fakat iki taraf arasında Çıkış ve varış noktaları tamamiyle ayrı...
«İhtilaI» isimli eserimizde çizdiğimiz Bedreddin portresine «Sapık Kollar» vesilesiyle şunları ilave edebiliriz:
Yıldırım Bayezid felaketini takip eden «Fetret Devri»nin adamı... Osmanlıların vecd ve aşk çığrında sırf idare ve siyaset hatası yüzünden çatırdıyan ve yıkılan devlet, belli başlı bir şahısta dini bir çatlamaya da şahit oldu; fakat tabanda sapasağlam olduğu için çabucak yarasını kapattı ve ileride Fatih'leri, Yavuz'ları yetiştirmek üzere kısa bir berzah hayatı yaşadı. İşte bu berzah hayatının sembolü Şeyh Bedrettin de hemen yerine geliveren vecd ve aşk, iman ve ölçü kubbesinin temeli altında ezildi, gitti. Peşine taktığı, biri Yahudi dönmesi, iki serseri ile her yerde ve her zaman bulunması mümkün bir sürü ahmak, çatırdamakta olduğunu gördüğü devletle savaşmaya kadar gitti ve sonunda gerçek şeriat temsilciliğinin şu sualine muhatap oldu:
- Şeyh efendi; siz bir alimsiniz, bilmeniz gerekir; suçunuzun şeriat yönünden cezası nedir?
Ve Bedreddin şu cevabı verecek kadar vicdanilik ve insaf gösterdi:
- Şeriatçe suçumun cezası idamdır! Ve idam edildi.
Mezhebini kuramayan, fakat kuracak olsaydı en büyük belayı getirecek olduğu besbelli ve yirminci asırda bile istismarcıla meydanda bir sapık... Selçuklu beylerinin neslin*den gelme ve tasavvufta Hüseyin Ahlati elinden yetişme...
Başta «Varidat» birkaç eser sahibi...

Hacı Bektaş Veli ve Bektaşiliğe gelince:
(Kronolojik-zaman sırasına bağlı) olmasına çalıştığımız bu eserde, Hacı Bektaş Veli'yi Şeyh Bedreddin'den sonraya bırakışımız, onun sonradan bozulan, küfre dek giden ve ilk devrede Doğru Yolun dosdoğru bir yönü olmak şiarını sımsıkı muhafaza eden bir ocak olmasından... Sonradan bozuldu ve bir mezhep değil de korkunç bir meşrep ve bozguncu bir mektep halinde, bir zamanlar dünyanın en idealist ve ideal ordusu olarak yoğurduğu Yeniçeriyle bir hizada fesada gitti. Yeniçeri «şeriat isterük!» diye şeriatı zedelerken, Hacı Bektaş Veli Hazretlerinden birkaç batın sonra Bektaşilik, müthiş bir şüphe dehası, inkar esprisi, hafife ve alaya alma sanatı ve «mum söndü» nefsaniliği yolundan saf imanı tahrip ede ede yakın tarihlere kadar geldi. Hacı Bektaş Veli'nin kurup da ayinlerini sonradan Balım Sultan isimli bir dervişin tertiplediği Aleviliğe kaçan bu tarikat hakkında toplu hüküm, onun bir nevi İslam Masonluğu müessesesi halinde gizli (rit-hususi merasim) ölçüleriyle boş ruhları avlayıcı bir tahrip ocağına döndürülmüş olmasıdır. Bir mezhep olmaktan kaçınan, belki şuurla kaçan Bektaşilik, bir ruh haleti tavriyle, şeriat sevgisini asırlarca örselemekte büyük rol sahibidir.
Bu mevzuda söylenebilecek en tesirli sözü. Asrımızın büyük kutbu, Abdülhakim Arvasi hazretlerine bırakıyoruz:
- «Mevlevinin gururu, Bektaşinin de küfrü olmasaydı !...»

 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt