Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

«»«» Çocukları Yoğurmak «»«» (1 Kullanıcı)

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
p38st5.gif


Ebû Hureyre radıyallahu anh, "Rasûlullah sallellahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu" demiştir:

"Her doğan çocuk, mutlaka İslâm fıtratı üzere doğar. Ancak anasıyla babası onu yahudi veya hristiyan ya da mecusi yaparlar.(1)"

Nesiller üzerinde önceki kuşağın ya da yakın ve hakim çevrenin etkisini, ulaşabileceği en acı boyutuyla gözler önüne seren hadisimiz, geleceğin neslini yoğurma ve dolayısıyla nesli koruma görevinin ciddiyetine dikkat çekmektedir. Bu arada insan fıtratının temizliğini, sadeliğini ve İslam'ın bu fıtrata hitab ettiğini ve uyum gösterdiğini belirlemektedir.




Hatta hadisin buraya almadığımız kısmında fıtratın temizliği, bütün organları tam olarak doğan hayvan yavrularına teşbih edilmekte, insanların bu tam yaratılışlara müdahale île kulaklarını, kuyruklarını kestikleri örnek verilmekte, İslam telkini dışındaki telkinlerin bu dış müdahalelere benzediği, temiz ve mükemmel yaratılışı bozduğu belirlenmektedir.




Bu arada hadisin ortaya koyduğu bir önemli gerçek de din duygusu ve hakikat aşkının insanın fıtratında, mayasında mevcut olduğudur. Nitekim Allah teala Rum Suresi'nin 30. ayetinde bu gerçeği şöylece bildirmektedir: "Sen yüzünü dosdoğru dine, tam bir ihlas île çevir. (Bu din) Allah'ın o fıtratıdır ki, insanları onun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yarattığı değiştirilmez. En doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler"

Demektir ki müslümanlık, insan fıtratının doğruluğuna şehadet ettiği bir dindir. Peki ya fıtrat nedir?



Fıtrat aslî yaratılış (hilkat-i asliyye) demektir. Fıtrat, hakkı kabul ve idrak kabiliyetidir. Mealini verdiğimiz ayet-i kerimede fıtrat, her ferde has olan özel fıtrat değil, bütün insanlığın insan olarak yaratılışlarına esas olan ve hepsinde müştereken bulunan fıtrat-ı külliye, fıtrat-ı ula ve fıtrat-ı asliyye anlamındadır.

Fıtrattaki hakka temayül yeteneği, kulakların işitilebilecekleri işitmeye, gözlerin görülebilecekleri görmeye kabiliyetli olarak yaratılmış olması gibidir. Yani dış müdahalelerden, şartlandırmalardan uzak fıtrat-ı selîme sahibinin, yaratanını tanımaması mümkün değildir.




Ne var ki böylesine fıtrat-ı selime sahibi olan çocuğun gelişme ve kainatı algılama çağında, yakın çevresi başına üşüşür ve onu kendi iç dünyaları doğrultusunda etkilemeye çalışırlar. Bunda da genellikle başarılı olurlar. Yakın çevrenin temel elemanları ise, anne ve babadır. Hadisimiz, anne ve babanın tertemiz bir fıtrata sahip olan yavrularına, elbise giydirir gibi dinî kişilik kazandırdıklarını işaret etmekte ve tabiî dolayısıyla onlara sorumluluklarını hatırlatmaktadır. Dînî şekillenmede tesirleri açık ve inkar edilemez olan ebeveyn'in geleceğin neslini yoğurmada ve yetiştirmede en büyük pay sahibi olduğu da böylece belirlenmiş olmaktadır.



Hadisimizde, insan özüne uygun olan İslam'a yönelebilecek çocukların Yahudi, hristiyan veya mecusî yapılmasından söz edilmesi, hiç şüphesiz o günkü müslümanların çevrelerinde bu inanç gruplarının bulunmasından dolayıdır. Hadisimizin bazı rivayetlerinde "ya da müşrik yaparlar" kaydına da rastlamaktayız. Bugün dinsizlik dahil, İslam dışı bütün inanç sistemlerini düşünebiliriz. Yine bugün ana okullarını, mürebbiyeleri, okulları ve radyo-televizyon, teyp-video gibi iletişim ve haberleşme araçlarını da çocukları etkilemekte anne-babaya ilhak edebiliriz. Zira, anne-baba fonksiyonunu ya doğrudan doğruya yada tercih ettikleri etkilenme ortamları vasıtasıyla gerçekleştirirler. Sonuçtan sorumlu olan daima anne-baba, yani ailedir.




Kendilerini ve aile fertlerini, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennemden korumak ve kollamakla görevli bulunan günümüz müslümanları (3), nesillerini kendi inançları üzerinde yaşama azm ve iradesine sahip kılmanın, onlara bu bilgi ve iman donanımını temin etmenin fevkalade önem kazandığı bir zamanda yaşamaktadırlar. Haberleşme ve iletişim vasıtaları çağımızda, tüm kesimleriyle dünyalıların adeta annesi-babası haline gelmiştir. Bu güçlü tesir odaklarına karşı yeterli tedbir alınmaz, onların olumsuz etkilerinden çocuklar uzak tutulamazsa, hadisimizin ifadesiyle nesillerin yahudileşmesi, hristiyanlaşması ya da mecusîleşmesi veya müşrikleşmesi, dinsizleşmesi beklenmeyen değil, önceden bilinen acı sonuç olacaktır.

Gerek İslam'a gerek millî kültüre yabancı bu yıkım ve şartlandırmayı, daha önce böyle bir beyin yıkama ameliyesine tabi tutulmuş, gönülleri işgal edilmiş, böyle yapılmasının çağdaşlık, ilerilik ve fazilet olduğuna inandırılmış bizden kişilerin yürüttüğü düşünülecek olursa, mücadele ve mukavemetin ne derece zor ve fakat gerekli olduğu anlaşılacaktır.




Her milletin, her ümmetin kendi insanını yetiştirmesi hemen tabii hakkı hem de nesil ve değerlerini yaşatabilmek için en asil görevidir. Bu konuda İslam ümmetine fıtrat en büyük yardımcıdır. O halde bu büyük yardımcıya rağmen, müslümanlar, müslüman nesiller yetiştiremezlerse beyan edecekleri herhangi bir mazeretleri kalmamış demektir. Zira hadisimiz açıkça, İslam'ın en büyük gücünün ve gelişme imkanının, insan özüne uygun olmasından kaynaklandığını ifade etmektedir. Bunun için de "İslam, tabii ve fıtrî bir din" "sıbğatullah=(Allah boyası)" olarak tarif edile gelmiştir''4

Hicret'ten sonra Medine'de ilk doğan muhacir çocuğu Abdullah b. ez-Zübeyr'in o günkü müslümanlar arasında sebep olduğu büyük sevinç, şirk ve küfre bulaşmadan yetişecek ilk müslüman neslin ufukta belirmiş olmasının sevinci olsa gerektir.



Unutmayalım ki, çocuklarımızı iyi birer müslüman olarak yetiştirmek, geleceğin neslini yoğurmak demektir. Müslüman olmadıktan sonra nesiller, nerde nasıl yetişirlerse yetişsinler, ne farkeder? Hepsi yanlış, bütün emekler heder... Rabbim, bize dinine hizmet edecek nesiller ver!..


Dipnotlar:


1.Buharî, cenaiz 80, 93; sünne 17; kader 3;Müslim kader 22, 23, 24, 25; Ebû Davud, sünnet 17; Muvatta, cenaiz 52; Ahmed bin Hanbel, II, 233, 275, 315, 346, 393, 410, 481; III, 353 2. bk. Müslim, kader 24; Ahmed b. Hanbel, II, 410, 481 3. bk. et-Tahrîm (66). 6 4. bk. A.H.Akseki, İdim, 355-357 (İstanbul-1966)

p38st5.gif
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
"Cennet Çiçekleri"nin Terbiyesi

"Cennet Çiçekleri"nin Terbiyesi


<"Cennet Çiçekleri"nin Terbiyesi >


Şebnem - Efendim, bu sohbetimizin mevzuu, anne-baba ve çocuk ilişkileri üzerine olsun istiyoruz. Arzu ederseniz önce çocuklardan başlayalım… Bir ana-baba olarak çocuğa bakışımız nasıl olmalı?
Osman Nuri Topbaş - Evvelâ şunu ifade etmelidir ki, çocuklar, bizlere ilâhî birer emanet ve öz varlığımızdan teşekkül etmiş kıymet filizleridir. Duygulu gönüllere göre; evlerin ilk seâdet mûsikîsi, doğan çocukların gönüllere huzur veren sadâları ile başlar.
Hadîs-i şerîflerde beyan buyurulduğu vechile çocuklar, "cennet çiçekleri", "kalb meyveleri", "ilâhî ihsân ve rızıklar"dır.
Bu itibarla çocuklar, Rabbimizin ne güzel lutuf ve ihsânıdır. İlk çocuğumuz dünyaya geldiğinde ana-baba olmanın taze hatırası hiç unutulur mu?
Onların gülüşlerindeki zevk ü safâ ışıkları cennet parıltılarına benzer. Bir anne için en güzel meşgale onu yetiştirmek ve terbiye etmek, topluma armağan etmektir. Emek verilip yetiştirilen sâlih evlâtlar, âhırette anne - baba ile cehennem arasında perde olacaktır.
Hülâsa çocuklar, âilenin seâdet meyvesi, zevc ve zevce arasında en köklü râbıtadır.

Şebnem - Çocuk terbiyesine nereden başlamak lâzım? Dayak bir terbiye çeşidi midir? Âilenin çocuk terbiyesindeki rolü ve dikkat etmesi gereken hususlar nelerdir?
Osman Nuri Topbaş - Çocuk terbiyesine, evvelâ ana-babanın terbiyesinden başlamalıdır. Zîrâ bu yüce terbiye, mürebbî sıfatını kazanabilen olgun anne ve babaların gerçekleştirebileceği bir eğitimdir. Şâirin:
Kendisi muhtâc-ı himmet bir dede,
Nerede kaldı gayriye himmet ede!..
diye tavsif ettiği sınıfa giren anne ve babaların evlâtlarına verebileceği terbiye ne olabilir ki?!.
Hele bugün bazı âilelerde görüldüğü gibi rahatı için çocuk istememek; bundan daha vahimi, masumları ana karnında iken hayatî bir zarûret olmadan aldırmak, asrımızın bir cinâyetidir. Bir yılan bile yumurtalarını emin bir şekilde saklar, onları muhâfaza eder. Nesillerini koruma duygusu içinde çırpınan hayvanlar karşısında, kâinâtın en yüksek varlığı olan insanın bu şefkat ve merhamet hislerinden mahrûmiyeti pek acıdır…
Kısacası çocuk terbiyesi, evvelâ anne-babanın yüreğindeki çocuk sevgisinden başlamalıdır. Onları Allâh'ın bir emaneti olarak sevmeli; bu sevgiyi de, dünya ve âhiret seâdetini kazanmaya vesile kılmalıdır. Bilhassa çocuklar ile daha yakından alâka fırsatına sahip olan anneler, göz nûru yavrularını terbiye hususta sahabî hanımlarını misâl almalıdır. Şöyle ki:
Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in terbiyesinde nümûne anneler hâline gelen sahabî hanımlar, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'i görmekte geciken ve uzun zaman görüşmeyen evladlarını îkâz ederlerdi. Nitekim Huzeyfe -radıyallâhu anh- birkaç gün Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'i görmediği için annesi onu azarlamıştır. Kendisi bunu şöyle anlatır:

Annem bana sordu:
"- Peygamber Efendimiz'le en son ne zaman görüştün?"
Ben de:
"- Birkaç günden beri onunla görüşemedim." dedim.
Bana çok kızdı ve fenâ bir şekilde azarladı. Ben de:
"- Dur kızma! Hemen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in yanına gideyim, onunla beraber akşam namazını kılayım, sonra da hem bana, hem de sana istiğfâr etmesini ondan taleb edeyim." dedim. (Tirmizî, Menâkıb, 30; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 391-2)
Bu terbiye istikametinde çocuklarımızı havaîliklerden, haşarılıklardan, israftan korumamız gerekir. Onlara güzel isim koymalı, Kur'ân'la tanıştırmalı, küçük yaşta kendilerine Rabbe kul olabilmenin, bilhassa namaz kılmanın zevkini; minicik, tozlanmamış ve kirlenmemiş yüreğine muhtaca infak etmenin sevincini tattırmalıyız. Bu hususlarda yanlış davranışlardan, yâni bencilliği palazlandıracak menfîliklerden âzamî derecede kaçınmalıyız. Çünkü çocuklar, birer video kaseti gibi anne ve babalarındaki bütün davranışları hiç süzmeden olduğu gibi taklit ederler. Meselâ infakla alâkalı bir kötü davranışın çocuğun saf dimağını nasıl kuşatacağını tasavvur etmek için şöyle bir hâdise üzerinde düşünelim:
Bir baba, kapıya gelen yaşlı, hasta ve perîşan durumdaki bir muhtacı küçük kızının yanında azarlıyordu. Kızı da yaşının saflığı içerisinde:
"- Babacığım, niye bu zavallının kalbini incitiyorsun?" diye sordu.
Katı kalbli baba:
"- Bakma sen bunlara kızım! Böyleleri başkalarına yük olmaktan utanmazlar! Ellerine geçince de har vurup harman savururlar. Bunlar bizden daha zengindirler." dedi.
Kapıya gelen kişi, çok fazla ihtiyaç sahibi olduğundan olacak:
"- Allâh rızâsı için…" diye istemeye devam edince baba iyice öfkelendi ve:
"- Defol artık utanmaz!" diye bağırdı…
Bu hâdise karşısında küçük kız, ilk zamanlar acıma hissi ile dolu olsa da babasının bu tavır ve sözlerine şâhid ola ola yetiştiği için büyüdüğünde hiçbir muhtaca yardım etmeyen, üstelik onları duymayan, hissetmeyen, onların ızdırapları karşısında ürpermeyen bir kimse hâline gelmez mi?
Bu itibarla merhum pederim Musa Efendi -kuddise sirruh-, bir muhtaca bir şey takdim edeceklerinde bazen küçük çocukların eliyle verir, onların infaka alışmasını temin ederlerdi. Bir defasında mühim bir hizmet için bağış toplanırken gözlerini hemen yanı başında duran yedi-sekiz yaşlarındaki bir çocuğa tevcih etmiş bakıyordu. Bu bakışlardan habersiz çocuk, büyüklerindeki infak seferberliği heyecanını hissetmiş olacak ki, küçük kalbinin büyük edâsı ile elindeki az miktardaki bozuk parayı yardım sandığına uzattı. Bunu gören Musa Efendi -kuddise sirruh-, o çocuğu yanına çağırdı, başını okşadı, güzel iltifatlarda bulunduktan sonra latîfeli bir şekilde:
"- Âferin evlâdım, deminden beri seni gözledim. Eğer bir şey vermeseydin bu dedeni üzmüş olacaktın!.." dedi.


Bunlar, çocukların büyüklerinin tavır, davranış ve ahlâklarını nasıl pürüzsüz bir ayna gibi yansıttıklarını ne güzel anlatıyor.
Diğer taraftan hadîs-i şerîflerde kız çocukları daha çok hizmet ve itinaya muhtaç oldukları için erkek çocuklarından farklı olarak tavsıye olunmuştur.
Hadîs-i şerîfte buyurulur:
"Bir kimse üç kız çocuğunu yetiştirip terbiye eder de onları evlendirirse ve onlara iyilikte devam ederse, o kimseye cennet vardır." (Sünen-i Ebî Dâvûd)
Bu hadîs-i şerîf, çocuklara ve hâssaten kız çocuklarına nasıl muâmele edileceğini bildiren mübârek bir beyandır.
Çocuk eğitiminde bilhassa dikkat edilmesi gereken husus ise, dayak meselesidir. Bu, aslâ kabul edilemeyecek yanlış bir davranıştır. Kötü alışkanlıklar kazanmasın diye çocuğa caydırıcı usuller uygulanabilir, ancak bunların arasında dayak aslâ olmamalıdır. Çünkü o, istikbâlin gencini korkak ve ürkek, yahut da arsız ve yüzsüz bir hâle getirir. Kaldı ki Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, değil bir insanın, hayvanın bile sertlik ve dayakla terbiyesini yasaklamıştır. Nitekim henüz binmeye alıştırılmamış bir deveyi Hazret-i Âişe'ye hediye olarak verdiğinde binmeye sertlikle alıştırılmaması için şu îkazda bulunmuştur:
"Ey Âişe! Yumuşak huyluluk bir şeye girdi mi, onu mutlaka tezyin eder; eğer bir şeyden de çıkarıldı mı, onu da mutlaka kusurlu kılar."
 

Ayşegül00

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
24 Şub 2009
Mesajlar
1,408
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
32
Unutmayalım ki, çocuklarımızı iyi birer müslüman olarak yetiştirmek, geleceğin neslini yoğurmak demektir. Müslüman olmadıktan sonra nesiller, nerde nasıl yetişirlerse yetişsinler, ne farkeder? Hepsi yanlış, bütün emekler heder... Rabbim, bize dinine hizmet edecek nesiller ver!..

amin allah razı olsun güzel paylaşım için....:a12::a12::a12:
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
"Cennet Çiçekleri"nin Terbiyesi

"Cennet Çiçekleri"nin Terbiyesi


<"Cennet Çiçekleri"nin Terbiyesi >


Şebnem -
Efendim, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in çocuklara muâmelesinden sizi etkileyen bazı örnekler alabilir miyiz?
Osman Nuri Topbaş - Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, çocuklara daima derin bir muhabbet gösterir; onları öper, okşar; mübârek parmaklarını tarak yaparak onların saçlarını düzeltirdi. Çocuklara muhabbet göstermeyenlerden hoşlanmaz; onları kabalık ve katılıkla tavsîf buyururdu.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-'nın rivâyet ettiğine göre bir defâsında Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, torunlarını severken ziyâretine İslâm'ın merhamet, şefkat, nezâket ve inceliğinden uzak bir bedevî geldi. Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in çocukları ziyade sevmesine hayret ederek:
"-Yâ Rasûlallâh! Siz çocuklarınızı öper (sever) misiniz? Biz çocuklarımızı öpüp okşamayız" dedi.
(Allâh'ın evlât nîmetine karşı bedevînin duygusuz ve duyarsızlığı, Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'i müteessir etti.) Bedevîye:
"Allâh senin gönlünden merhamet ve şefkati çekip çıkarmışsa ben ne yapabilirim!.." (Buhârî, Edeb, 22) dedi.
Hadîs-i şerîfin muktezâsınca bir Müslüman gönlü, Allâh'ın emânetleri karşısında muhabbet, şefkat ve merhametle dolu olarak şefkat ve muhabbeti nasıl ve nereye tevzî edeceğinin idrâki içinde olmalı ve yaşamalıdır.


Bir defasında da Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, üzerine küçük abdestini yapan torununu:
"- Sen nasıl Rasûlullâh'ın üzerine küçük abdest yaparsın?" diye pataklamaya kalkan Ümmü Fadl'a:
"- Çocuk bu, yapar!" diyerek yumuşak bir üslûpla mânî olmuştur.
O, mübârek kucağında torunları olduğu hâlde namaza durur, secdede iken torununun mübârek sırtına çıkması üzerine secdesini uzatırdı. Çocuğa müdahale etmek isteyenlere:
"- Bırakın, çocuk hevesini almış olsun!" buyururdu.
Yine o Varlık Nûru, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, bir çocuk ağlaması duyduğunda namazı kısa keserdi. Bir defasında evinde namaz esnasındayken çocuk ağlaması üzerine namazını kısa tutmuş ve ev halkına:
"- Onların ağlamalarının beni üzdüğünü bilmiyor musunuz?" buyurmuştu.
On yaşından itibaren on yılını Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in hizmetinde geçiren Enes -radıyallâhu anh- anlatır:
"Rasûlullah'a tam on sene hizmet ettim. Bana bir defa bile: "Öf!" demedi. Yaptığım bir şeyden dolayı: "Niye böyle yaptın?" diye azarlamadığı gibi, yapmadığım bir şey sebebiyle: "Şöyle yapsan olmaz mıydı?" da demedi."
Bu itibarla Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in yüce huzurunda yetişen çocuklar bambaşka güzellik ve firâset ile müzeyyen olmuşlardır. Buna bir misâl kabîlinden Sehl bin Sa'd -radıyallâhu anh-'ın şu rivâyeti pek ibretlidir:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bir içecek getirilmişti. Ondan bir miktar içtiler. Bu esnâda sağ tarafında bir çocuk, sol tarafında ise ashâbın büyüklerinden yaşlı kimseler oturuyorlardı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sağındaki çocuğa kâbına varılmaz bir incelik ve nezâketle:
"- Müsâade eder misin, bu içeceği evvelâ şu büyüklerine vereyim?" buyurdular. O akıllı çocuk da herkesi şaşırtan ve âleme ibret olmaya lâyık şu büyük cevâbı verdi:
"- Yâ Rasûlallâh! Senden bana ikrâm olunan nasîbimi hiç kimseye vermem!"
Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mübârek ellerindeki içeceği o çocuğa verdiler. (Buhârî, Eşribe, 19)
Bu hâdise, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in çocuklara verdiği değeri göstermesi ve karşılıklı muhabbet akışları bakımından pek mühimdir.

Şebnem - Hazret-i Enes gibi çocukluğunu Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz'in terbiyesinde geçiren başka sahâbîler de mevcut mudur? Onlardan da birkaç örnek verir misiniz?
Osman Nuri Topbaş - Tabiî, böyle birçok sahabî var. Bunların başında daha çocuk yaşlarda îmân eden Hazret-i Ali geliyor elbette. Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in amcazâdesi olan Hazret-i Ali, Efendimiz'in mübârek terbiyelerinde sadrını irfanla doldurdu. İlmin kapısı oldu. Kıyamete kadar devam edecek bir tasavvuf silsilesinin başlangıcını teşkil etti.


Kardeşi Cafer Tayyar da, Peygamber muhabbetinin bambaşka bir misâli idi.
Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in Kızı Fatıma, ümmetin seyyidesi oldu. Daha küçük yaşlarda iken gösterdiği yüksek davranış ve mübârek babasını sahiplenişi dolayısıyla "babasının annesi" vasfını aldı. Oğlu Hazret-i Hasan, şerîflerin, Hazret-i Hüseyin de seyyidlerin sertâcı oldu.
Mus'ab bin Umeyr, âilesinin bütün servetini reddederek Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in yanını tercih etti. İslâm yolunda fedâkârlık ve diğergâmlığın eşsiz bir numûnesi hâline geldi. Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'e olan muhabbeti, onu bu uğurda can vermeye kadar götürdü.
Üsame bin Zeyd, yirmi yaşlarında iken Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- tarafından İslâm ordusunun kumandanı tayin edildi.
Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in dizi dibinde yetişen çocuklardan sayabileceğimiz daha pek çokları var, ancak bu anlattıklarımız birer misâl kabîlinden kâfîdir herhâlde…
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35

<"Cennet Çiçekleri"nin Terbiyesi >


Şebnem -
Efendim izin verirseniz biraz da zât-ı âlînizin çocukluk yıllarından konuşmak isteriz. Meselâ o yıllardan kalan unutamadığınız hâtıralar var mı?
Osman Nûri Topbaş - Her insanın çocukluğundan pek çok hâtırası vardır. Bunlardan bazıları insanda derin izler bırakmıştır. Ben de üzerimde pek çok tesir bırakan birtakım hatıralarımdan bahsetmek isterim.
Erenköy'de geçti çocukluğum. O zamanlar evlerin etrafı bahçelikti. Ayrıca alt katlarda bir misafir salonu bulunur ve samîmî, canlı ziyaretler olurdu. Hususiyle Ramazanlarda verilen iftarlarla dolup taşardı.
İftara ayrı ayrı günlerde ve farklı meslek ve gruptan insanlar çağılırdı: Birgün arabacılar, birgün işçiler, birgün çöpçüler, birgün esnaf, birgün hocaefendiler vesaire davet edilirdi. İftardan sonra kendilerine "diş kirası" diye yaygınlaşmış olan bir hediye takdim edilirdi. Bu hediye, bazen elbiselik bir kumaş, bazen de muhatapların durumuna göre bir miktar para olurdu. Teravih namazından sonra çaylar içilir, her grup kendi dünyası üzere sohbet ederdi. O demler, kalblerin kaynaştığı ve birbirleriyle te'lif olduğu en güzel vakitlerdi.
Çocukluğumda dikkatimi çeken hususlardan biri de komşular arasındaki güzel münâsebetlerdi. Komşu, komşuya akrabâ muâmelesi yapardı. Biz çocuk olarak komşularımızı akrabâlarımızla karıştırırdık. Varlıklı komşular, muhtaçlara bir muhabbet ve şefkat kucağı hâlindeydi. Mahalle sâkinleri, elbirliği ile muhtaçların, gariplerin ihtiyaçlarını giderir ve yetim kızların çeyizlerini hazırlardı.
O zamanlarda verem salgın hâldeydi. Antibiyotikler yoktu. Verem hastaları daha ziyâde çamlık yerlerde tedavi görürlerdi. Mahalleli, bu veremli gençlere büyük bir şefkat gösterirdi. Çünkü veremli gençlerin tedâvîsi, ancak çamlık yerlerde, çamları teneffüs ettirerek olurdu. Erken yaşta vefatlara çok rastlanırdı. Merhametli komşu ve mahalle sâkinleri, onlara kan yapacak gıdalar götürürdü.
Hasta ziyaretleri, her âilenin birinci işiydi. Ziyârete maddî duruma göre, çorba, muhallebi gibi ikramlarla gidilirdi. Ziyaretler kısa tutulur, hastanın gönlüne sürûr verilirdi.


Cenâzeler de öyleydi. Hatimler, duâlar, hep birlikte yapılırdı. Üç gün cenaze evine yemek taşınırdı.
Elli sene evvel buzdolabı çok nâdir bulunurdu. Soğutma için bahçelerdeki kuyulara testiler salınırdı. Buzdolabı olan âileler de akşamüstü komşularına buz ikrâm ederlerdi. Bu ve benzeri ikrâmları da bilhassa çocuklarla gönderirler, onlara küçük yaşta diğergâmlık, yardımlaşma ve hizmet eğitiminin zemini hazırlanırdı.
Çocukluğumda Erenköy sâhili boştu. Denizle karanın birleştiği yerlerde yaklaşık iki metre kadar kumsallık saha olurdu. Orada çocuklarla kumdan evler yapardık. Bir müddet sonra da aramızda anlaşmazlık çıkar ve birbirimize: "- Sen benim yerime geçtin! - Hayır, asıl sen benim sınırıma girdin!" diye çekişirdik. Sonra bir dalga gelir ve paylaşamadığımız o kumdan evlerimizi dümdüz edip giderdi.
Bu hâtıralar, bugün şunu düşündürüyor ki, küçüklükle büyüklük arasında ancak bir derece fark vardır. Yaş ilerledikçe insanı, farklı ve akıl almaz ihtiraslar, boş telâşeler kaplıyor. Ancak neticede hepsi de bir son nefes depremi yahut dalgası ile son buluyor…
Çok ibretlidir ki, bu kadar ilâhî tanzîme âmâ olanlar için hayatın sonu, ne fecî bir aldanıştır.
Çocukluk zamanımızda mahallemizin en çok heyecan duyduğu ân da, ezân-ı Muhammedî'nin aslî şeklinde okunmasına müsâade edildiği gün oldu. Herkes o gece erkenden kalkarak sabah ezanını bekledi. O gece sanki bir bayram sabahına hazırlık gecesiydi. Hattâ annem de akşamdan bize:
"-Bu sabah ezan okunacak; erkenden kalkalım da o ânı kaçırmayalım!" diye tembihlemiş, ev halkı değişik bir heyecan iklîmine girmişti.
Sanki o sabah, Hazret-i Bilâl'in Kâbe'de ilk ezanı okuyuşundaki mânevî hissiyat ve heyecan bürümüştü gönülleri. Bâd-ı sabâ, onun Medîne'deki ezan sedâlarını da aksettiriyor gibiydi. Çünkü ezan, milletimiz için bambaşka bir şevk ve hasretti… Nitekim bazen, Türkiye dışına çıkınca da bu hasreti hep yaşıyoruz. Vatana dönerken de insanın yüreği apayrı bir sürur ve heyecana garkoluyor. Allâh; Kur'ân, ezan ve bayrağımızı, vatanımızı ve milletimizi her türlü tehlikelerden korusun. Şerirlerden muhâfaza eylesin… Âmîn!..

Şebnem - Çocukluğunuzda sizi derinden etkileyen şahsiyetler oldu mu?
Osman Nuri Topbaş - Beni çocukluk yıllarımda en çok etkileyen bilhassa iki kıymetli şahsiyet vardır: Annem ve babam... Buna ilâveten de elbette güzel bir çevre…
Annem, ufak yaşlardan itibaren bizlerin gönül âlemine çok kıymetli hazîneler yığan melek ruhlu ve mübârek bir şahsiyet idi. Bize her vesileyle Allâh dostlarının muhabbetini telkin eder ve firâseti ile gönül bahçelerimizde nûrânî güzellikler yeşertirdi. Onun, kardeşimi dünyaya getirdikten sonra, yâni iki evlâdının hizmetine ve diğer meşgalelerine rağmen hâfız olması, bana hak yolunda gayret ve Kur'ân aşkı bakımından çok te'sir etmiştir.


Babam ise; Allâh aşkı, vecdi, îmân, ihlâs, takvâ, güzel ahlâk, vakar vesâir hasletleriyle her bakımdan benim için âbide bir şahsiyetti. Duygu derinliğine sahipti. Yüksek ufukların insanıydı. Meselâ o zaman İmam-Hatipler yeni açılmıştı ve mezun olanlar için hiçbir dünyevî istikbal yoktu. Fakat babam, büyük bir sevinçle bizi İmam-Hatip Lisesi'ne kaydettirdi. Son sınıfı da yatılı okuttu. Tatil günlerinde bize câmîleri, Topkapı Sarayı'nı ve diğer tarihî yerleri gezdirir; seviyemize göre ecdadımızın, dîne, îmâna, vatana ve millete yaptıkları hizmet ve fedâkârlıkları anlatırdı. Bizlere, onlara lâyık bir nesil olmayı telkin ederdi. Zaman zaman büyük hocaefendileri ziyâret ettirir; onlardaki nezâket, hassâsiyet ve terbiyeyi dimağımıza işlerdi. Numûne gönül insanlarını tanıtırdı.
Babamın fakir-fukarâya olan sevgisi ise, engin bir deryâ gibiydi. Onlara yapacağı bir hizmeti, kabul ettikleri zaman bir teşekkür edası içinde olurdu. Maddî bir hediye vereceğinde onu zarif zarflar içerisinde takdim ederdi. Hattâ zarfların üzerine: "Kabul buyurduğunuz için teşekkür ederim!" ibaresini yazardı. Bu hâl, Yaratan'dan ötürü yaratılanları severek onlara nezâket ve zerâfetle davranmanın tabiî bir neticesiydi. Annemle birlikte hastalara yemek yapıp hastahanelere götürürlerdi. O çocuk yaşta bu merhamet tezâhürleri, rûhumu ben farkında olmadan bir nakış gibi işliyordu. Velhasıl annem ve babam benim için büyük bir rahmet ve bereket olmuşlardı.
Çocukluğuma âid bana ayrıca tesir eden birçok hâdise ve hatıradan en mühimleri daha ziyade İmam-Hatip Lisesi'nde okuduğum yıllara rastlar. Hele derslerimize gelen hocaefendiler açısından çok talihli idik. Çok değerli ve unutulmayacak sîmâlar tanıdık. Bunlardan:
Celâleddin Öktem hoca, yetmiş yaşında, felçli bir kimse idi. Buna rağmen bir arkadaşımızın kolunda sınıfa gelir; 25'lik bir delikanlı heyecanıyla ders anlatırdı…
"Yaman Dede" mahlası ile mârûf Abdülkadir Keçeoğlu, on dakîka Farsça gramer anlattıktan sonra iki mesnevî beyti okur ve bütün ders ağlaya ağlaya onları şerh ederdi. Gözlerinin altı havuz gibi çukurlaşmıştı. Gözyaşlarını oraya döküp oradan da yüzünden aşağı sızdırırken ayrı bir rûhâniyet tevzî ederdi. Gönlü Peygamber muhabbetiyle bambaşka doluydu. O günden bugüne bir çok şey geldi, geçti. Ama onun bizim rûhumuzda askseden vecdinin izi kaldı. Yazdığı meşhur na'tinden: "Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlallâh!" derken bir sonbahar gazeli gibi titreyip bahar şebnemleri gibi ağlaması, hâlâ gözlerimin önündedir…
Diğer bir hocamız, sabah 07:00'de gelir, çorbalarımızı koyardı. Başka bir hocamız, sofrada kalmış bir ekmek parçası görse kimseyi azarlamadan: "Bak evlâdım, bu nîmeti bulamayan nice muhtaçlar var. Nîmete hürmet eder ve şükredersek, Allâh daha çok artırır. Ancak onun kadrini bilmezsek, elimizden alınır." diye tatlı tatlı nasîhatler ederdi.
Diğer bir hocamız, hüsn-i hat dersi verirdi. Ancak talebelerin kamış ve mürekkebini kendisi getirirdi.
Bir diğeri, yatakhanede geceleyin dolaşır, üstü açık olanların üzerlerini örterdi.


Bazı hocalarımız da, son dersi müteâkib, derslerde geride kalan talebelerin eksiklerini telâfî için ilâve ders yaparlar ve her talebenin daha iyi yetişmesi için bitmez bir heyecanla emek sarfederlerdi.
Hocalarımızın bize en çok öğretmeye çalıştığı husus ise, cânı ve malı kullanmayı bilebilmenin dersi idi. Bu dersi, fiilî davranışları ile sergilerlerdi.
O günlerden bugüne aradan kırk yıl geçti. Ancak o günlerin güzel insanlarından bize aksedenler hâlâ silinmedi. Lâhûtî ve bereketli izleri, akıl ve gönlümüzde hâlâ canlı ve müessir… Dolayısıyla o demleri güzelleştirenlere her vakit duâ hâlindeyim… Cenâb-ı Hak hepsinden râzı olsun!.. Lâkin sıra şimdi bugünleri ve yarınları güzelleştirmekte… Bu da bizlere düşüyor. Allâh Teâlâ cümlemizi buna muvaffak kılsın!..

Şebnem - Efendim, bir de bugünlere gelirsek, acaba bugün çocuklarımızı ne gibi tehlikeler beklemektedir? Bu tehlikelere karşı anne-babaların mes'ûliyeti nedir?
Osman Nuri Topbaş - Bugün çocuklarımızı bekleyen tehlikelerin başında onların mâneviyattan uzak yetiştirilmeleri gelmektedir. Yâni sadece dünyaya dönük bir eğitim neticesinde uhrevî pencerenin kapalı kalması... Yâni kalbî hayatın zaafa dûçâr olması… Bilmek gerekir ki, uhrevî haslet ve güzelliklerle yeşermeyen bir nesil huzur bulamaz; çantası diploma tomarları ile dolsa bile... Toplumda nesil enkâzının sayısız hazin misâlleri vardır. Bugün pek çok kötü alışkanlıklar var. Bilhassa narkotiğin pençesinde can verenler, kadınlık haysiyetinin korunmayıp gittikçe küçük yaşlara doğru zehrini akıtan iffet zedelenmesi… Bunlar evlâtlarımızı hangi tehlikelerin beklediğini daha iyi gösteriyor. Bunu görürsek, çözümün de, sînelere îmân ve onun yüce ahlâkını yerleştirmekle mümkün olduğunu daha iyi anlarız. Vahyin nûru ile tanışmayan kalbler hakîkî seâdeti nasıl bulabilir? Bu hususta İstiklâl şairi M. Âkif'in şu yüksek hassâsiyeti içinde olmalıyız:
Îmândır o cevher ki ilâhî ne büyüktür,
Îmânsız olan paslı yürek sînede yüktür…
Dînî mevzularda cehâlet, pek korkunç bir karanlıktır. Zîrâ kişi bilmediğinin düşmanı olur. Dinden uzaklaşmak rûhânî duygulardan mahrûmiyete sebep olur ve vicdan ufkunu daraltır. İç ve dış nûrları söndürür. Kitap ve sünnetin ince hikmetlerinden, rûhânî aydınlığından mahrûm eder. İnsana, Hâlık tarafından lutfedilen cevherleri kaybettirip kişiyi et ve kemik doldurulmuş bir deri torbaya döndürür ki, bu da, insanı yalnız menfaatini düşünür hâle getirir.
Dînî terbiyenin ihmâli, maddeyi putlaştırma illetini doğurur ki, o da dinden uzaklaşmanın temel sebeplerindendir.
Maddeyi putlaştırma, bir felsefe değil, zavallılıktır. Hikmet değil, illet ve zulmettir. Mânevî duyguların uyuşturulması, ölmeden evvel taş ve toprak altına gömülmesidir.
Beşeriyetin insan olma haysiyetine kavuşabilmesi için Kur'ân-ı Kerîm'in îkâzlarına gönül vermek îcâb eder.
Allâh -celle celâlühû- bizlere en büyük nîmetini şu şekilde bildirmektedir:

"O Rahmân ki, Kur'ân'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı da tâlim etti. (…) Göğü yükseltti ve dengeyi koydu. (Sen bu dengeyi bozma!)" (er-Rahmân, 1-4,7)
Cihânı, ilâhî ölçüler ve mîzanlarla donatan Rabbimiz, kâinât ölçü ve nizâmından başka, Kur'ânî mîzanlar ile de bildiriyor ki; dünyada olduğu gibi ölüm ötesinde de mîzanlar vardır. Dünya ve âhiret, hep mîzanlarla doludur. Hayat ve ölüm, ayrı ayrı, hassas ve şaşmaz mîzanlardır. Her hâlimizin ölçüler içinde olması, gelecek nesle de ibâdet, hâl, davranış ve bir ahlâk numûnesi olması zarûridir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
"Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür." (Zilzâl Sûresi, 7-8)
Cihan, ilâhî ölçü ve mîzanlarla donatılırken, Kur'ân bize mîzanlar sergilerken, gelişigüzel yaşayıp bu ilâhî ölçülerin dışında bulunanların hâli ne müthiş ve hazin bir gaflettir.
Rahmân sûresindeki bu âyetin ışığında, evlâtlarımıza yaratılış sırrını, Kur'ân'ı ve kulluğu en güzel şekilde anlatmak ve öğretmek zarûrîdir.
Kısacası çocuklarımız, âyette buyurulan kâinattaki ilâhî denge ve âhengi bozmayan güzel ve şerefli mevkilerini koruyacak bir kıvamda eğitilmelidirler. Hiç şüphesiz bu da; âile ocağında, anne ve babanın mahâretli gönüllerinden tecellî edecektir.
Böyle bir tecellî ise, çocuğunun istikbâlini ciddî olarak düşünen anne ve babaların mahsûlüdür. Tabiî sadece bugüne ayarlı bir istikbal değil, aynı zamanda sonsuz seâdete uzanan ebedî bir istikbâli kastediyoruz. Maâlesef bugün adına istikbal denilerek yalnız günü kurtarma yolunda evlâtlarımızın yarınları tehlikeye atılıyor. Nice yanlış işler, hep: "Ne yapalım; yavrumuzun istikbâli daha önemli!" bahâneleriyle evlâtlarımızı Hak katında günâha ve isyana sürüklüyor. Oysa:
Biz yavrumuzu ne kadar mânevî duygularla yetiştirirsek o nisbette Cenâb-ı Hak onun istikbâlini parlak eyler. Osmanlı'nın yirmi dört milyon kilometrekare genişlemesinin sırrı, bu keyfiyetten kaynaklanmaktadır. Yine zor zamanlarda Allâh'ın yardım etmesi de, buna bağlıdır. Çanakkale ve İstiklâl Savaşı zaferleri de bu hakîkatin bir bereket ve tecellîsidir.
O hâlde çocuklarımızı alabildiğine Kur'ân ahlâkı, tefekkürü, istikâmeti üzere eğitmek sûretiyle kendisine, âilesine, daha önemlisi vatanına ve milletine sahip olacak hayırlı evlât olarak yetiştirmek mecburiyetindeyiz. M. Âkif, mısralarında bu hâli ne güzel îzâh eder:

Sahipsiz olan memleketin batması haktır,
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır…
Bu da, ifade ettiğimiz gibi herkesten önce anne ve babaların birinci vazîfesidir. Bilmelidir ki, Çanakkale ve İstiklâl harbi gibi nice büyük zaferler, zâhirde o zaferlerde rol oynayan kumandan, gâzî ve şühedânın eseri olduğu gibi diğer bir yönden de onları yetiştirip kınalayarak vatan müdafaasına gönderen anne ve babaların zaferleridir.

Şebnem - Efendim, bu güzel hasbihâlinizden dolayı candan teşekkürlerimizi arz ederiz.
Osman Nuri Topbaş - Ben de teşekkür ederim.



Şebnem Dergisi - Yıl: 2003 - Ay: Nisan - Sayı: 3 alıntıdır
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
ÇOCUĞUNUZ İÇİN NAMAZ ETKİNLİKLERİ


Namazı çocuğumuza sevdirmek için önce onu hakkıyla icra etmemiz gerekir. Birinci adım budur. Bir çocuğun en iyi öğretmeni ailesidir. Aile ne yaparsa, nasıl yaparsa çocuklar da aynısını yapacaktır.

Aile danışmanı Münir Arıkan da çocukları namaza alıştırmak için şöyle bir metod takip etmiş: Evlendiğimizde eşime çok güzel bir seccade aldım. Bunu sekiz yıldır kendim seriyorum. Eşime bir gün bile, hadi namaz demedim. Bir çocuğumuz oldu, bu sefer küçük bir seccade aldım. Şu an beş seccademiz var. Ben bunları gece gündüz seriyorum. Şimdi on aylık çocuğumuz geliyor, kafasını oraya koyuyor, kendi kendine mırıldanıyor, gidiyor; orada kendine ait bir yeri var. Hepsi oraya geliyorlar, yerleri var. (Altınoluk, Eylül 2003, s.12)

Çocuğumuzun namazı sevmesi ve ona alışması için birtakım etkinliklerden faydalanabiliriz.

Ona önce duaları öğretin. Sık sık tekrarlayın. Umduğunuzdan daha zekidir yumurcaklar. Siz, sadece heveslendirin ve belli bir sayıda severek ve isteyerek tekrar etmesini sağlayın.
İkinci aşamada namaz hareketlerini kavramasını sağlayın. Mesela bunun için resim çizdirmeyi deneyebilirsiniz. Eline rengârenk boyalar verip namaz hareketlerini çizmesini isteyin..


Yine bir ödül koyun önüne. Örnek bir resim koyun önüne hatta birden fazla çocuk varsa yarışma yapın. Ama hepsini tek tek ödüllendirin. Ödüller de namazla ilgili şeyler olsun. Erkekse harika işlenmiş bir takke olabilir. Elinizden geliyorsa siz çocuklar için bir şeyler örün… Yoksa da güzel bir namaz takkesi alın… Sonra güzel bir tespih olabilir. Kızsa bir namaz başörtüsü alabilirsiniz. Bir seccade alabilirsiniz mesela.

Son olarak namaz biraz kavrandıktan sonra bir hafta sizinle namaz birlikte namaz kılmalarını sağlayın..


Bir Uyarı!


Tüm bunları yaparken herşeyden önce sabırlı olmak gerek. Peygamber (a.s.) gibi sabırlı, hoşgörülü ve azimli olunmalı. O sahabelerini tüm zorlukları rağmen nasıl birer islam kahramanı olarak yetiştirmişse bizde çocuklarımızı alnı secdeli, tertemiz müminler olarak yetiştirmeliyiz. Anneler, babalar Dünya' nın geleceği sizin ellerinizde...



-Alıntı-
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
Osman Dededen Nasihatler

Osman Dededen Nasihatler



Osman Dededen Nasihatler



Gönülleri Sevgi Dolu Yavrularım!
Her biriniz, cennet gibi güzel vatanımızın bir şehrinde, kasabasında veya köyünde bulunuyorsunuz. Birbirinizi göremeseniz de en içten sevgilerle, gülümseyen yüzlerle birbirinizle kaynaştığınızı görür gibiyim. Dünyanın her neresinde olursak olalım, kalplerimizi birbirimize açan; bizi, birbirimize bağlayan şeyin ne olduğunu biliyor musunuz? Bu, Allah Teâlâ’nın kalplerimize yerleştirmiş olduğu kardeşlik sevgisidir.
Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de “Müminler kardeştirler.” buyurarak birbirimizi çok sevmemizi istiyor. Her durumda birbirimize destekçi ve birbirimizden sorumlu olmamız gerektiğini bize bildiriyor. Sevgili Peygamberimiz ise: “Müminler, birbirlerini sevmekte, korumakta ve merhamet etmekte tek vücut gibidirler. Vücudun bir kısmı, bir organı rahatsız olduğunda diğer kısımların uykusuzluk ve rahatsızlık hissettiği gibi müminler de diğer müminlerin çektikleri sıkıntıdan dolayı acı çeker ve rahatsızlık duyarlar.” Zira “Siz birbirinizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş olmazsınız.” buyuruyor.
İslâm’daki bu kalp kardeşliğinin temelini bundan on dört asır önce Sevgili Efendimiz (sallallâhu aleyhi vesellem) kurmuştur. O, Müslümanların kendisi için canını verecek kadar çok sevdiği mükemmel bir örnek insan iken; düşmanlarını da kendisine hayran bırakacak bir şahsiyete sahipti. Meselâ, Bedir harbi başlamadan bir gün evvel, Müslümanların bulunduğu mevkideki sudan müşriklerden on beş kişi su içmek için izin istediler. Sahabeden bazıları, bu müşriklere su vermek istemedi. Ancak Efendimiz, kendilerine savaş açmaya gelmiş olan düşmanlarına bile merhamet göstermişti.
Güzeller güzeli Peygamberimiz, sahabeleri arasında dünyada bir benzeri daha olmayan muhteşem bir kardeşlik bağı oluşturdu. Onun önderliğinde ve örnekliğinde Medineli Ensar ve Mekkeli Muhacirler arasında öyle bir sevgi, fedakârlık, karşılıklı saygı ve hürmet meydana geldi ki, herkes kendisinden daha çok Mümin kardeşini düşünür oldu.
Muhacirler her şeyini Mekke’de bırakıp Medine’ye hicret ettiklerinde, evlerini, eşyalarını, bahçelerini, paralarını yani her şeyini kendileriyle paylaşan Ensar kardeşleriyle karşılaştılar. Medineli Müslümanlar, hem gönüllerini hem evlerini Mekkeli kardeşlerine sevgiyle, sonuna kadar açtılar.
Medineli bir Müslüman, hurma bahçesinin yarısını Mekkeli kardeşine veriyordu. Muhacir kardeşiyle birlikte bahçede çalışıyor ve hasat mevsimi gelip de hurmalar toplandığında, hurma öbeğini ikiye bölüyordu. Hatta Mekkeli kardeşine daha fazla düşmesi için, ikiye ayırdığı hurma öbeklerinin birine az diğerine fazla hurma koyup; az görünenin altına hurma dalları koyarak çok görünmesini sağlıyordu. Sonra Muhacir kardeşine: “Buyur kardeşim, dilediğini al.” dediğinde Muhacir, çok görüneni Ensar kardeşinin alması için az görünen öbeği tercih ediyordu; ama farkında olmadan fazla olanı kendisinin oluyordu.
Medineli Müslümanlar hem kalplerini hem evlerini ve mallarını Mekkeli kardeşlerine açarak cömertlikte yarıştılar:
—Kardeşim! İşte bütün malım! Dilediğinin yarısı senindir, dediler. Mekkeliler de aynı ince düşünce ve nezaketle:
—Malın, mülkün sana mübarek olsun kardeşim! Sen bana çarşının yolunu göster, yeter! dediler. Ensar ısrarla vermek istiyor, muhacirler ise gönüllerindeki kanaat zenginliği sebebiyle almak istemiyorlardı.
Böylece Muhacir ve Ensar arasında eşi görülmemiş bir kardeşlik, fedakârlık ve kanaatkârlık davranışları sergilendi.
Allah Teâlâ da onların bu güzel davranışlarından râzı oldu ve onları methederek şöyle buyurdu:
“Muhacirlerden önce Medine’yi yurt edinenler ve îmâna sarılan Ensar, kendilerine hicret edenleri severler. Onlara verdikleri şeylerden ötürü gönüllerinde bir sıkıntı ve rahatsızlık duymazlar. İhtiyaç içinde olsalar bile, Mümin kardeşlerini kendi menfaatlerine tercih ederler.”

Merhametli Evlatlarım!
Bütün bunlar bize gösteriyor ki, İslâm’da kalp kardeşliği vardır. Bu kardeşlik bağı aynı anne babadan dünyaya gelmekle olan kan kardeşliğinin de önüne geçmiştir. Peygamber Efendimiz’in amcalarına baktığımızda bunu açıkça görürüz.
Peygamber Efendimiz’in amcası Abbas (Allah ondan razı olsun) yeğenini çok severdi. Hiçbir şeyin O’nu üzmesine ve O’na zarar vermesine gönlü razı olmazdı. Efendimiz’in gençlik devrinde, Kâbe’nin inşaatı sırasında birlikte taş taşıyorlardı. Efendimiz taşları, çıplak omzunun üzerine koyarak taşıyordu. Hazreti Abbas buna dayanamadı ve:
—Elbisenin ucunu omzuna koy da canın yanmasın, dedi.
—Fakat diğer taraftan amcası Ebû Leheb, yeğeninin sıkıntı çekmesi için elinden gelen zulmü yapıyordu. Peygamber Efendimiz, insanların toplandığı panayırda:
—Ey insanlar! “Lâ ilâhe illallâh, deyiniz de kurtulunuz!” diyerek herkesi tek tek dolaşırken amcası Ebû Leheb de arkasından yürüyor:
—Ey insanlar! Sakın O’na inanmayın! O yalancıdır! diyerek bağırıyordu.
Elinde topladığı taşları da öz yeğeninin arkasından acımasızca savuruyordu. Öyle ki attığı taşlar Sevgili Peygamberimiz’in mübarek ayak bileklerini kanatıyordu.
Diğer taraftan Peygamberimizle hiçbir kan bağı olmadığı halde onun için, göğsünü oklara ve kılıçlara siper eden ve canını feda etmek için yarışan sahabeler de vardı. Demek ki mühim olan bu kalbî kardeşliktir. Din kardeşliği de bu kalp kardeşliğine dayanır. Bu cennet vatanımızda bizi birbirimize bağlayan da işte bu kalbî kardeşliktir.


Evlatlarım!
Yürekleri müslüman kardeşlerinin muhabbetiyle dolu Allah dostları, kalp kardeşliğinin nasıl olacağını, kendileri yaşayarak bize göstermişlerdir.
Onlardan biri olan Dâ¬vûd-i Taî Haz¬ret¬le¬ri’ne bir gün bir talebesi, sevgisini ve hürmetini göstermek için et yemeği ikram etmek ister. Dâ¬vûd-i Taî Haz¬ret¬le¬ri, talebesine ve önüne konulan yemeğe bakar ve ona der ki:
—Şu yakınımızdaki yetim çocukların durumları nedir, bilgin var mı? Talebesi:
—Durumları bildiğiniz gibi kötüdür efendim, diye cevap verince hocası:
—O hâl¬de bu eti on¬la¬ra gö¬tü¬rü¬ver, de¬r. Hocasına ikramda bulunmayı çok isteyen Talebe:
—Efendim, siz de uzun za¬man¬dır et ye¬me¬di¬niz! di¬ye ıs¬rar ede¬cek ol¬ur. Fakat yetim çocuklar ihtiyaç içindeyken Dâ¬vûd-i Taî Haz¬ret¬le¬ri’nin bu yemeği yemeye gönlü el vermez. Talebesine nazikçe der ki:
—Oğlum! Bu yemeği ben yersem bir süre sonra hazmedilip vücudumdan dışarı çıkıp gidecek. Eğer o yetim çocuklar yerse, Rabbimiz’in hoşuna giden bir sevap olarak Allah katına çıkacak.

Altın Kalpli Yavrularım!
İşte kalp kardeşliği böyledir. Mümin kardeşlerimizin neşesini de hüznünü de paylaşmaktır. Onları hiç unutmamak, onlar için dua etmektir. Ecdadımız bu inceliğe o kadar dikkat etmişlerdir ki, evinde hasta olan aile, penceresine kırmızı bir çiçek koyardı. Geçtikleri sokakta evin penceresinde bu çiçeği gören satıcılar alçak bir sesle mallarını satarlardı. Mahallenin çocukları ise hastayı rahatsız edecek davranışlardan uzak durur, oynamak için başka bir sokağı tercih ederlerdi.
Bundan yaklaşık on beş yıl önce Bosna’da Müslüman kardeşlerimize karşı büyük bir katliam yapıldı. Binlerce kardeşimiz burada öldürüldü. Binlercesi vatanından sürüldü; yiyeceksiz, giyeceksiz, ilaçsız kaldı. O zamanlar, bütün dünya Müslümanları arasında bir yardım seferberliği ve bir iyilik yarışı başladı. Henüz sizin yaşlarınızda hatta belki daha küçük bir öğrenci, Bosnalı kardeşlerine gönderilmek üzere öğretmeninin eline kâğıt parçaları sıkıştırıp uzaklaşır. Öğretmen elini açıp bakar ki; elindekiler, otobüs biletleridir. Başta buna bir mânâ veremez. Sonra aynı soğuk ve yağmurlu günün akşamında o öğrencisini yolda yürürken görür. Öğrencisini arabasına alır ve gerçeği o zaman öğrenir. Öğrenci bir gecekonduda oturan çok fakir bir ailenin çocuğudur. Verecek başka bir şeyi olmadığı için, sahip olduğu tek şeyi Bosnalı kardeşlerine göndermiş ve her gün uzun bir yolu ıslanarak ve üşüyerek yürümeye razı olmuştur. Öğretmen bu biletleri alır ve belediye başkanının da bulunduğu, yardım için yapılan açık artırmada satılığa çıkarır. Başta bir işe yaramayacağı düşünülen fakat çok içten kardeşlik duygularıyla yani ihlâsla verilen birkaç bilet, o gün toplanan bütün yardımların miktarına yakın bir paraya satılır.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, biz birbirimizi sevdikçe aramızdaki kardeşlik bağlarını sıkı tuttukça, Allah’ın yardımı ve rahmeti bizim üzerimize gelir. Tarihte bunun en güzel örneklerinden biri, İstiklal savaşında, Çanakkale’de kardeşlik ve birlik duygularıyla Rabbimiz’in bize zafer ihsan etmesidir.
Rabbimiz, bizleri bir ucu Peygamber Efendimiz’in yüreğine kadar uzanan kardeşlik bağından ayırmasın, yavrularım!
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
Osman Dede'den Nasihatler

Osman Dede'den Nasihatler



Osman Dede'den Nasihatler


Tertemiz Yürekli Evlatlarım!
Bundan 14 asır önceydi. Mübarek şehir Mekke’nin semaları kapkara bulutlarla kaplanmıştı. Gökyüzü sanki bir avuç Müslümanın çektiği acıları paylaşıyordu. Allah Rasûlü üzgündü. Yüreği yanıyordu. Ama en çok düşündüğü sahabeleri idi. Yıllardır müşriklerin zulmü altındaydılar, dayanacak güçleri kalmamıştı. İbadetlerini gönül huzuruyla yerine getiremiyorlardı. “Allah’a inandık.” dediklerinde zulüm görmeyecekleri; namaz kıldıklarında dövülmeyecekleri, “Peygamberimi seviyorum.” dediklerine hakaret ve alay edilmeyecekleri bir vatan lâzımdı!
Allah Rasûlü Taif’e gitmeye karar verdi. Orada akrabaları vardı. Ona yardım edebilirlerdi. Taif halkı da İslâm’ı kabul eder de kendisine kucak açarsa Mü’minleri buraya gönderebilirdi. Böylece Tâif İslâm’ın, Mekke’den bütün dünyaya yayıldığı bir şehir olabilirdi.
Yanına manevî evladı Zeyd’i aldı ve birlikte yola koyuldular. Taif’e vardıklarında Efendimiz önce akrabalarıyla görüştü. Onları İslâm’a davet etti. Onlara Mekke’deki durumlarını, Mü’minlerin, onların yardımına ne kadar muhtaç olduklarını anlattı. Fakat akrabalarının bir kısmı ona yardım etmek şöyle dursun, onu dinlemek bile istemediler. Bir kısmı da halkın tepkisinden korkup yardım etmeye yanaşmadı.
Efendimiz, bu sefer Taif’in ileri gelenleriyle konuşmaya çalıştı. Ancak onların tepkisi çok daha sert oldu. Derhal orayı terk etmesini istediler. Kısa zamanda bütün Taif halkının onların ziyaretinden haberi oldu. Ancak Efendimiz, ümitle ziyaretlere devam ediyor, Müslümanlara uzanacak bir yardım eli arıyordu.
Ne yazık ki Taif halkı, ayaklarına kadar gelen bu ilâhî nimetin farkına varamayacak kadar körleşmişti. Allah Rasûlü’nün kendilerine getirdiği teklifin, kendi dünya ve âhiret kurtuluşlarına vesile olacağını anlayan bir kişi bile çıkmadı. Aksine kendini bilmez kimselerin kışkırttığı halk galeyana geldi. Sevgili Efendimiz ve Hazreti Zeyd ile önce alay ettiler, daha sonra hakaretler etmeye ve bununla da kalmayarak onları taşlamaya başladılar.
Zeyd, neye uğradıklarını anlayamadı. Böyle bir şeyi nasıl yapabilirlerdi? Onlara bir zarar vermemişlerdi, onlardan dünyalık bir şey de istememişlerdi. Zeyd, bir taraftan atılan taşlar Efendimiz’e değmesin diye vücudunu siper etmeye çalışıyor, diğer taraftan da gözü dönmüş insanları uyarıyordu.
—Ey Taifliler! Siz ne yapıyorsunuz? Kimi taşladığınızın farkında mısınız? Taşladığınız kişinin Allah’ın bizim için gönderdiği Rahmet Peygamberi olduğunu biliyor musunuz?
Zeyd’in bu sözleri, gözü dönmüş topluluğu daha da azdırdı. Taşlar üzerlerine yağmur gibi yağmaya başladı. Allah’ın en sevgili kulunun, meleklerin bile kendisine hayran olduğu merhamet peygamberinin öpülesi elleri, ayakları kanlar içindeydi.
Kendilerini biraz ilerideki Mekkelilerden birine ait bir bahçeye, bir hurma ağacının altına güçlükle atabildiler.
Kâinatın Efendisi’nin içine düştüğü bu manzara karşısında sanki yerler ve gökler yas tutuyordu. Manzarayı gören bütün melekler büyük hüzün içindeydi. Melekler, kendilerine gelecek bir ilâhi helâk emrini derhal yerine getirmeye hazırdılar.
İşte o anda Allah Teâla, dağlar meleğini elçisine gönderdi. Bütün kâinat sessizliğe büründü. Melek:
−Ey Muhammed! Kavminin sana ne yaptığını Cenâb-ı Hak gördü! Ben dağlar, meleğiyim! Ne emredersen yapmam için Allah Teâlâ, beni gönderdi. Ne yapmamı istiyorsun? Eğer dilersen şu iki dağı birbirine çarpayım ve dağların arasında onları helâk edeyim, dedi.
Melek O’nun ağzından çıkacak sözü yerine getirmek için hazırdı. Efendimiz’in tertemiz kalbi ise şefkat ve merhamet duygularıyla doluydu. Gözlerini semaya kaldırdı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Duaya başladı. Kâinatın en merhametli kalbinden taşan ve gül dudaklardan dökülen bu sözleri Şâir Muhammed Ali Eşmeli şöyle ifade ediyor:

İltica etti : “Ya Rab, Habîbin Muhammed’i
Âleme rahmet diye gönderdin madem”dedi.

“Hor hakir görülmemi, şu çaresizliğimi,
Ancak sana arzeder Âmine’nin yetimi…

Ey merhametlilerin en merhametlisi, Sen
Eğer ki bana gazap etmiş değilsen,

Bu çektiğim mihnete aldırmam, şu belâya,
Kerem kıl, hidayet ver, Tâifli cühelâya


İltica etmek: Allah’a yalvarmak
Gazap etmek: Öfkelenmek
Cühelâ: Cahiller





Evlatlarım!
İşte Efendimiz, Tâif halkının helâkini değil dünya ve âhiret saadetini diliyordu. Her şeye rağmen onların kurtuluşu için dua ediyordu.
Bu arada girdikleri bağın sahipleri onun haline acıyarak, köleleri Addâs ile bir tabak üzüm gönderdiler. Addâs, salkımı Peygamberimiz’e uzattı ve “Buyrun yiyin” dedi. Addâs misafirin yüzüne dikkatlice bakıyordu. Çok değişik bir insandı. Hiç bu civarın insanına benzemiyordu. Allah Rasûlü “Bismillah” diyerek yemeye başladı. Bu söz de Addâs’ın çok dikkatini çekti. Hayret ve merakı gittikçe artan Addâs:
—Bu sözü buralarda ne bilirler ne de söylerler. Siz kimsiniz, çok farklı bir insansınız? dedi. Efendimiz:
—Sen nerelisin, hangi dindensin? diye sordu.
— Ninovalıyım, Hıristiyanım, dedi. Efendimiz:
—Demek sen, sâlih kul Mattâ oğlu Yûnus’un memleketindensin! dedi. Addâs’ın şaşkınlığı iyice artmıştı. Bu misafir sıradan bir insan olamazdı. O’na iyice hayran kalmıştı. Allah Rasûlü devam etti:
—Yûnus, benim kardeşimdir. O, bir peygamberdi. Ben de bir peygamberim!
Addâs o anda kalbinde, tarif edilemez bir heyecan hissetti. Adeta kalbi bir pınar olmuş Hazreti Peygamberin yüreğine akmıştı. O zamana kadar hissetmediği duygular hissediyordu. Nihayet Efendimiz’in kalbinden yüzüne akseden nûru, koskoca Tâif’te yalnız bir köle, Addâs görmüştü. Addâs, Kelime-i Şehâdet getirirken, kalbindeki iman pınarları gözyaşı olmuş, fışkırıyordu. Allah Rasûlü’nün ayaklarına kapandı, ellerini öptü öptü…
Addâs, böyle hüzünlü ve acı bir günde iman ederek Allah Rasûlü’nün gönlünü ferahlatan bir mü’min olma şerefine ermişti. Ne büyük saadetti. Âlemlerin Efendisi ise onun Müslüman olmasına o kadar sevinmişti ki o an çektiği çileleri unutuvermişti. Çünkü bir insanın Müslüman olup da cehennem ateşinden kurtulması, üzerine güneşin doğup battığı kâinattaki her şeyden daha hayırlıdır.
Efendimizin, kendisini taşlayarak kovan bu zalim kavme sonsuz merhametiyle yaptığı dua kabul oldu. Bu dua hürmetine yıllar sonra Taif halkı, Müslüman oldu ve kurtuluşa erdi.


Gül Yüzlü Yavrularım!

• Dedelerimizden bize miras olan vatanımızın kıymetini bilelim. Ancak vatanımız olduğu takdirde din, namus ve bayrak gibi manevi değerlerimizi koruyabiliriz.
• Bize iyilik yapanlar için de kötülük yapanlar için de hayır dua edelim. Belki böylece kötülük yapanlar bizim duamız sayesinde kötülüklerinden tamamen vazgeçerler.
• Biz, rahmet Peygamberinin ümmeti olduğumuz için Allah’ın bütün yarattıklarına merhamet edelim.
• Addâs’ın yüreğinde iman meşalesini yakan söz “Bismillah” idi. Biz de bütün hayırlı işlerimize “Bismillah” diyerek, Allah’ın adıyla başlayalım. Zira “Besmele her hayrın başıdır.”
• Peygamber Efendimiz’i, onun yaptıklarını yaptığımız zaman anlayabiliriz. Onu tanıyabildiğimiz kadar sevebiliriz. Sevdikçe de O’na hayran oluruz. Öyleyse davranışlarımızda O’nu örnek alalım.
• Seven kişi sevdiğiyle beraberdir. Bizim Efendimiz’e gönülden uymamız O’nu sevmemizin bir ölçüsüdür.
Sevgili Yavrularım! Rabbimiz, kalplerimizi Efendimiz’in sevgisiyle doldursun! Bütün davranışlarımızla O’nu memnun edebilmeyi nasip etsin! Âmin…
 

ayşe-rana

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Tem 2008
Mesajlar
1,732
Tepki puanı
46
Puanları
48
Yaş
51
Addâs o anda kalbinde, tarif edilemez bir heyecan hissetti. Adeta kalbi bir pınar olmuş Hazreti Peygamberin yüreğine akmıştı. O zamana kadar hissetmediği duygular hissediyordu. Nihayet Efendimiz’in kalbinden yüzüne akseden nûru, koskoca Tâif’te yalnız bir köle, Addâs görmüştü. Addâs, Kelime-i Şehâdet getirirken, kalbindeki iman pınarları gözyaşı olmuş, fışkırıyordu. ALLAH Rasûlü’nün ayaklarına kapandı, ellerini öptü öptü

Yağmur

Vareden'in adıyla insanlığa inen Nur
Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından
Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur
Kutlu bir zaferdir bu ebabil dudağından
Rahmet vadilerinden boşanır ab-ı hayat
En müstesna doğuşa hamiledir kainat

Yıllardır boz bulanık suları yudumladım
Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım

Hasretin alev alev içime bir an düştü
Değişti hayel köşküm, gözümde viran düştü
Sonsuzluk çiçeklerle donandı yüreğimde
Yağmalanmış ruhuma yeni bir devran düştü

İhtiyar cübbesinden kan süzülür Nebi'nin
Gökyüzü dalgalanır ipekten kanatlarla
Mehtabını düşlerken o mühür sahibinin
Sarsılır Ebu Kubeys kovulmuş feryatlarla
Evlerin arasına dikilir yesil bayrak
Yeryüzü avaredir, yapayalnız ve kurak

Zaman, ayaklarımda tükendi adım adım
Heyûla, bir ağ gibi ördü rüyalarımı
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydim

Yağmur, gülsenimize sensiz, baldiran düştü
Düşmanlik içimizde; dostluklar yaban düştü
Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe
Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü

Bir güzide mektuptur, çağlarin ötesinden
Ulaşır intizarın yaldızlı sabahına
Yayılır o en büyük mustu, pazartesinden
Beyazlik dokunmuştur gecenin siyahina
Susuzluktan dudağı çatlayan gönüllerin
Sükutu yar, sevinci dualar kadar derin

Çaresiz bir takvimden yalnızlığa gün saydım
Bir cezir yaşadım ki, yaşanmamiş, mazide
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydim

Sensiz, kaldırımlara nice güzel can düştü
Yarılan göğsümüzden umutlar bican düştü
Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin
En son, avucumuzdan inci ve mercan düştü

Melekler sağnak sağnak gülümser maveradan
Gümüş ibrik taşıyan zümrüt gagalı kuşlar
Mutluluk nağmeleri işitirler Hiradan
Bir devrim korkusuyla halkalanır yokuşlar
Bir bebeğin secdeye uzanırken elleri
Paramparça, ateşler sahinin hayalleri

Keşke bir gölge kadar yakınında dursaydım
O mücella çehreni izleseydim ebedi
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım

Sarardı yeşil yaprak; dal koptu; fidan düştü
Baykuşa çifte yalı; bülbüle zindan düştü
Katil sinekler deldi hicabın perdesini
İstiklal boşluğunda arılar nadan düştü
Dolaşan ben olsaydım Save'nin damarında
Tablosunu yapardim yıkılan her kulenin
Ebedi aşka giden esrarlı yollarında
Senden bir kıvılcımın, süreyya bir şulenin
Tarasaydım bengisu fışkıran kakülünü
On asırlık ocağın savururdum külünü

Bazen kendine aşık deli bir fırtınaydım
Fırtınalar önünde bazen bir kuru yaprak
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım

Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü
Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü
Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara
Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü

Badiye yaylasında koklasaydım izini
Kefenimi biçseydi Ebva'da esen rüzgar
Seninle yıkasaydım acılar dehlizini
Ne kaderi suçlamak kalırdı ne intihar
Üstüne pırıl pırıl damladığın bir kaya
Bir hurma çekirdeği tercihimdir dünyaya

Suskunluğa dönüştü sokaklarda feryadım
Tereddüt oymak oymak kemirdi gururumu
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım

Haritanın en beyaz noktasına kan düştü
Kırıldı adaletin kılıcı; kalkan düştü
Mahkumlar yargılıyor; hakimler mahkum şimdi
Hakların temeline sanki bir volkan düştü

Firakınla kavrulur çölde kum taneleri
Ahuların içinde sevdan akkor gibidir
Erdemin, bereketin doldurur haneleri
Sensiz hayat toprağın sırtında ur gibidir
Şemsiyesi altında yürürsün bulutların
Sensiz, yükü zehirdir en güzel imbatların

Devlerin esrarını aynalara sorsaydım
Çözülürdü zihnimde buzlanmış düşünceler
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım

Sensiz, tutunduğumuz dallardan yılan düştü
İlkin karardı yollar, sonra heyelan düştü
Güvenilen dağlara kar yağdi birer birer
Sensizlik diyarından püsküllü yalan düştü

Yağmur, duysam içimin göklerinden sesini
Yağarsın; taşlar bile yemyeşil filizlenir
Yıldırımlar parçalar çirkefin gövdesini
Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir
Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından
Alsam, ölümsüzlüğü billur dudaklarından

Madeni arzuların ardında seyre daldım
Küflü bir manzaranın çürüyen güllerini
Senin için görülen bir düş de ben olsaydim

Şehirler kabus dolu; köylere duman düştü
Tersine döndü her şey sanki; asuman düştü
Kırık bir kayık kaldı elimizde, hayali
Hazindir ki; dertleri asmaya umman düştü

Ayrılığın bağrımda büyüyen bir yaradır
Seni hissetmeyen kalp, kapısız zindan olur
Sensiz doğrular eğri; beyaz bile karadır
Sesini duymayanlar girdabında boğulur
Ana rahminde ölür sensizlikten bir cenin
Şaşkınlığa açılır gözleri, görmeyenin

Saatlerin ardında hep kendimi aradim
Bir melal zincirine takıldı parmaklarım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım

Sensiz, ufuklarıma yalancı bir tan düştü
Sensiz kıtalar boyu uzayan vatan düştü
Bir kölelik ruhuna mahkum olunca gönül
Yüzyıllardır dorukta bekleyen sultan düştü

Ay gibisin; güneşler parlıyor gözlerinde
Senin tutkunla mecnun geziyor güneş ve ay
Her damla bir yıldızı süslüyor göklerinde
Sümeyra'yı arıyor her damlada bir saray
Tohumlar ve iklimler senindir; mevsim senin
Mekanın fırçasında solmayan resim senin

Yağmur, birgün elimi ellerinde bulsaydım
Güzellik şahikası gülümserdi yüzüme
Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım

Tavanı çöktü aşkın; duvarlar üryan düştü
Toplumun gündemine koyu bir isyan düştü
İniltiler geliyor doğudan ve batıdan
Sensizlikten bozulan dengeye ziyan düştü

Islaklığı sanadır ahımın, efgahımın
İçimde hicranınla tutuşuyor nağmeler
Sendendir eskimeyen cevheri efkarımın
Nazarın ok misali karanlıkları deler
Bu değirmen seninle dönüyor; ahenk senin
Renkleri birbirinden ayıran mihenk senin

Bir hüzün ülkesine gömülüp kaldı adım
Kapanıyor yüzüme aralanan kapılar
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım

Yağmur, sayrılığıma seninle derman düştü
Beynimin merkezine ölümsüz ferman düştü
Silindi hayalimden bütün efsunu ömrün
Bir dönüm noktasında aklıma Rahman düştü

Nefsinle yeniden çizilecek desenler
Çehreler yepyeni bir degişim geçirecek
Aydınlığa nurunla kavuşacak mahzenler
Anneler çocuklara hep seni içirecek
Yağmur, seninle biter susuzluğu evrenin
Sana mü'mindir sema; sana muhtaçtır zemin

Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım

Kardeşler arasında heyhat, su-i zan düştü
Zedelendi sağduyu; körleşen iz'an düştü
Şarrkısıyla yaşadık yıllar yılı baharın
İnsanlık bahçemize sensizlik hazan düştü

Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım
Dokunduğun küçük bir nakiş da ben olsaydım
Sana sırılsıklam bir bakiş da ben olsaydım
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım
Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım
Damar damar seninle, hep seninle dKabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım
olsaydım
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın

Nurullah Gen
ç


.: Taner Yüncüoğlu - Serzeniş Yağmur :.




çok istifade ettiğim bir konu.Rabbim aliye ve damla kardeşimden razı olsun.evlatlarımızı layıkıyle yetiştirmeyi nasip eylesin inşaallah.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Çocuk..
Annesi gül koklasa, ağzı gül kokan çocuk;
Ağaç içinde ağaç geliştiren tomurcuk...

Çocukta, uçurtmayla göğe çıkmaya gayret;
Karıncaya göz atsa "niçin, nasıl?" ve hayret...

Fatihlik nimetinden yüzü bir nurlu mühür;
Biz akıl tutsağıyız, çocuktur ki asıl hür.


Allah diyor ki:"Geçti gazabımı rahmetim!"
Bir merhamet heykeli mahzun bakışlı yetim...

Bugün ağla çocuğum, yarın ağlayamazsın!
Şimdi anladığını, sonra anlayamazsın!

İnsanlık zincirinin ebediyet halkası;
Çocukların kalbinde işler zaman rakkası..

Necip Fazıl Kısakürek

__________________
Paylaşımlar için gönüldaşlarıma teşekkür ederim...BESMELE...SELAM...DUA...
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
502
Puanları
83
Yaş
44
Selamün aleyküm..
ne kadar da uzaklaşmaya çalışsakta günümüzün kanayan en büyük yarası
geleceğimiz diye nitelendirdiğimiz çocukları nasıl yetiştireceğiz nasıl topluma kazandıracağız..
aslında benim en büyük korkularımdan birisidir bu inşalllah Rabbim herşeyin en güzelini nasib eder faideli nesilleri nasip eder bizlere..

çok güzel faydalanılacak bir paylaşım ellerinize saqğlık..
Rabbim rızasına nail etsin sizleri
selam ve dua ile
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
ÇOCUK EĞİTİMİ VE TERBİYESİ HUTBELERİ-1

Muhterem Müslümanlar!

Her canlı varlık soyunun devamını ister ve bunun için gayret gösterir. Bu, canlının varlığını devam ettirebilmek arzusunun bir sonucudur. İnsan ise, canlı varlıklar içinde en mukaddes bir varlıktır ki; Allah Teala insan için “halifem” demiştir. İnsan da, neslinin devamı için üremek ihtiyacı olan, çoğalmak kendisine hoş gösterilen bir yapıda yaratılmıştır.

Allahü Teala Kuran-ı Kerimde: Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılmış altın ve gümüşten, salma atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük, insanlara süslü (câzip) gösterildi. Bunlar, sadece dünyâ hayâtının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allâh'ın yanındadır.(Ali İmran/14)” buyurdu.

İnsanoğlu, çoğalarak bununla gurur duyar. Lakin çocuğu hayırlı olmazsa evladıyla ilgili hayal ve arzuları anne ve baba için bir kabusa dönüşür. Hayatı zindan olur, üç günlük dünyada ağız tadıyla yiyeceği üç lokma zehir haline gelir.

Çocuğun hayırsız olması çocuğun kusuru mudur yoksa anne babanın kusuru mudur? Elbette anne ve babanın kusurudur.

Her fidan aşılandığında güzel meyve verir. Ama aşılanmayan fidanlar ormanları, bahçeleri, odun veya kereste olacakları günü bekleyerek gölgelendirirler.

Muhterem Müslümanlar!

Bu haftadan itibaren "çocuk terbiyesi ve eğitimi üzerine anne babaya düşen nedir?" Konulu bir kaç hafta sürecek hutbelerimiz olacaktır. Gönül ister ki bu hutbeleri bilhassa bayanlarımız da dinleyebilsinler veya bu hutbelerden haberdar olsunlar.

Buna neden ihtiyaç duydum?Almanya'ya geldikten sonra sayısını hatırlamıyorum ama, bir hayli nikah kıydım.

İtiraf edeyim ki, bunlar içinde yeni evlenecek olan çiftlere ait kıydığım nikah malesef iki adettir. Diğerlerinin tamamı başlarından bir iki evlilik geçmiş bay veya bayanların nikahı olmuştur.Yaşlarına bakıyorum; daha henüz evlenme çağında veya evlenme çağını biraz geçmiş. Bu kadar kısa ömür içinde bu kadar çok evlilik yapmak, her evliliği bir umut olarak görüp sonunda hüsrana uğramak, her seferinde tutunduğu dalın kopması, yaslandığı ağacın yıkılması bu gençleri çok kısa sürede tüketir, bunalıma sürükler. Çok ama çok tehlikeli bir gidişattır bu. Öyleyse ne yapmalıdır?

Meseleyi halletmek çocuklarımızı terbiye edecek metodları doğru bilmekten geçmektedir. Dünya elli yıl öncenin, yüz yıl öncenin dünyası değildir. Dünya, benim yaşımın, benden büyük yaşta olanların dünyası değildir. Dünya çocukların ve gençlerin dünyasıdır. Her şey onlara hitap etmektedir. Her şey ya onları çok iyi bir geleceğe hazırlamak için ya da yoldan saptırmak için icad edilmektedir.

Hz. ALİ R.A: “Çocuklarınızı içinde bulunduğunuz çağa göre değil gelecek çağa göre eğitiniz” buyurarak devrim niteliğinde bir söz söylemiştir. Mevlana Celaleddin de: “Eskiye ait ne varsa söylendi cancağızım, artık yeni şeyler söylemek lazım”diyerek çağını aşan bir altın öğütte bulunmaktadır.

Değerli Müslümanlar!

Anne babalar olarak zaman zaman meslek edindirme kurslarına çağırıldığımız ve gittiğimız olmuştur. Kadınların el işi beceri kurslarına, yemek kurslarına ilgi gösterdiği olmuştur. Ama çocuk eğitimi ve terbiyesi kurslarına katılmayı, veya böyle bir kursun açılmasını düşünüp istemeyi nedense hep lüzumsuz görmüşüzdür. Çünkü her anne baba eğitim ve terbiye konusunda kendisinin anne babasından gördüklerini aynen çocuğuna uygulaması durumunda meselenin hallolacağını düşünmektedir.. Lakin sonunda çoklarımızla hüsran yaşamışızdır.

Ancak aziz cemaat!

Hiçbir anne baba çocuğunun hayat yolunu çizemez... ANCAK ONA, KENDİ YOLUNU ÇİZECEĞİ BİR HARİTA VEREBİLİR iken bizler onun hayatını çizmeye kalkarız; bu yanlıştır.

Günümüzde insanlık, balığı, kuşu,köpeği, kazı, ördeği eğitirken kendi evladını terbiye edememekten şikayetçi ise bir yerlerde bir hata yaptığı muhakkaktır. Hata nerededir? Eğer telafi edilmezse vahim sonuçlar doğuracak olan, hatta sizlerin zaman zaman: “Neslimizi kaybediyoruz” diyerek yakındığınız bu tehlikenin telafisi var mıdır?

Büyük hükema Sadi Şirazi: “Çocuklarınızı kuzu gibi büyütmeyiniz ki, gelecekte koyun gibi güdülmesinler” diyor.Bir Batılı yazar ve düşünür de: “Çocuklar donmamış beton gibidirler;üzerlerine ne düşerse iz bırakır” demektedir. Peygamberimizin bu husustaki tavsiyesi şöyledir: “Anne babanın çocuğuna bırakacağı en iyi miras güzel terbiyedir.” Peki ama güzel terbiye nedir ve nasıl olmalıdır? Günümüzde terbiye ve eğitimin ruhu aynı kalmakla birlikte metodları çok gelişmiştir. Değişmemiştir ama gelişmiştir. Her birerlerimiz bunları öğrenmeli ve yeni bir başlangıç yapmalıyız. Buna mecburuz.

Alıntı

 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
ÇOCUK EĞİTİMİ VE TERBİYESİ HUTBELERİ-2


Muhterem Müslümanlar!


Çocuk terbiyesi ve eğitimi, daha baba adayının evleneceği kızı seçerken dürüst, namuslu, dindar bir kız seçmesi, anne adayının da dürüst, namuslu ve karakterli, aynı zamanda dindar bir koca adayının teklifini kabulüyle başlar. İleride dünyaya gelecek olan çocuk ne annesinden utanç duymalıdır ne de babasından. Her ikisi de ahlak ve karakter bakımından mükemmel olmalıdır ki çocuk anne babasıyla gurur duyabilmelidir.


Baştan yanlış atılacak adımın faturasını önce çocuklarımız sonra da kendimiz öderiz. Çünkü hayat reçete edilemez. Her insan kendi doğruları ile yaşar. “Bana göre böyle” der. “Ben böyle gördüm” der. Asrımız bilgi asrıdır. Binlerce uzman, çocuk psikolojisi ve eğitimi üzerinde harıl harıl çalışma yapmakta, klinik taramalarda bulunmaktadır. Elbette her konuda, nasıl ki bilimin dediğinden şaşmıyorsak bu hususta da bilimin söylediklerine kulak vermemiz gerekmektedir.


Bizim Müslüman olarak yapacağımız, bilimin bize öğreteceği eğitim ve terbiye metodlarını İslami motiflerle süslemek, Hz.Peygamberin ahlakıyla güzelleştirmektir.


Muhterem Müslümanlar!


Çocuklarımızı arkadaşlarımız kadar bile tanıyamıyoruz. Maalesef onları tanımak için gayret sarf etmiyoruz. Halbuki her insan ayrı bir kişiliktir. Onun kendine ait bir dünyası vardır. Çocuklarımıza hitap ederken ona hoş gelecek, onu ürkütmeyecek dili çok iyi tesbit etmeliyiz.


Psikologlar ve eğitim uzmanları ana babayı üç gruba ayırırlar: “Birinci gruptakiler her zaman haklı olduklarını söyleyip güç ve otoriteleriyle çocuğu kurallara uymaya zorlayanlar, gerekirse ceza vermekle korkutan ve ceza verenler; ikinci gruptakiler çocuklarına fazla özgürlük tanıyan ve çocuğun ihtiyaçlarının yerine getirilmemesinin zararlı olduğuna inananlar; üçüncü gruptakiler ise bocalayanlar...


Bunların üçü de yanlıştır kıymetli anne babalar. Ne haklı olduğumuzu diretip çocuğu susturmak doğrudur, ne de ona aşırı özgürlük vermek doğrudur. Susuturulan çocuk ikna olmamıştır. Arzusu, isteği, problemi, sorusu cevaplammadığı için onu ertelemiştir. İlk fırsatta o arzusunu ortaya çıkaracaktır.


Mesela çocuğumuz bizden yaşına uygun olmayan veya bizim imkanlarımızı zorlayan bir istekte bulunmuşsa ona isteğini yerine niçin getiremediğimizi izah etmeli ve onu ikna etmeliyiz. “Sus” diyerek susturmak hem çocuğun bize olan güvenini sarsar hem de o istekten onu vazgeçirmez sadece erteler.


Aşırı özgürlük tanıdığımız çocuğumuz ise daha fazlasını ister. Özgürlüğün sınırı vardır ama isteklerin sınırı yoktur.


Kuran-ı Kerimde Allahü zülcelal Lokman Hakim'in oğuluna nasıl hitap ettiğini bize sunmaktadır: Lokman oğluna: “Yavrucuğum!” diye hitap etmektedir. Bir kaç örnek verelim:


“Lokman, oğluna öğüt vererek:Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma!(NEDEN? İ.G) Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişti.”

Gördüğünüz gibi Lokman hem gayet yumuşak bir hitap ile çocuğuna sesleniyor, hem ona bir konuda yasak koyuyor hem de niçin yasak koyduğunun gerekçesini söylüyor. Allaha ortak koşma çünkü bu durum büyük bir şirktir”diyor. Birbaşka örnek: “Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret.(NEDEN?İ.G) Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.”
"Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme.(NEDEN?İ.G)Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt.(NEDEN?İ.G) Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.”

Çocuk eğitiminde genellikle şu yanlışlar yapılmaktadır:1) Emir vermek, yönlendirmek 2)Uyarmak. gözdağı vermek 3)Yargılamak ,eleştirmek, suçlamak; 4-Aşırı derecede övmek,5- Ad takmak, alay etmek 6- Soru sormak, sınamak, çapraz sorgulamak; 7-Sözünden dönmek oyalamak, konuyu saptırmak.

Konunun uzmanlarıKüçük çocuğunuza bir şey söylerken, diz çökerek onunla aynı hizaya gelmeye çalışın. Sizinle işbirliği yapmaya daha istekli olduğunu göreceksiniz.” Derler. “Küçük çocukların isteklerini küçük görmemeli”diye de bir söz vardır. Şimdi size bir annenin veya babanın çocuğuy lakonuşurken nasıl davranması gerektiği ile ilgili bir örnek sunmak istiyorum:
I-Çocuk:Bu yıl ki öğretmenimi hiç sevmedim. Anne baba: Öğretmeninden hoşlanmadığın için düş kırıklığına uğramışsın
Çocuk: Evet öyle..

2-Çocuk:Yemek ne zaman hazır olur?Anne: Acıkmışsın.Yemeğe kadar biraz yağlı ekmek ister misin? Baban gelmeden yemek yiyemeyiz. O da bir saati bulur.Çocuk: İyi olur, biraz atıştırayım.

Örneklerde görüldüğü gibi buyurgan, yasaklayıcı bir konuşma yerine ikna edici ve yumuşak bir konuşma üslubu kullanılmaktadır.Buyurgan ve yasak koyucu konuşma tarzları çocuğu hırçın yapar. Bu hırçınlık çocuğun bütün davranışlarına yansır ve günün birinde hem anne babaya hem de çocuğa zarar verecek noktaya gelir.
Çocuklarımızın her isteğini yerine getirmek, onları aşırı derecede sevmek ve yanlışlarını doğru kabul etmek de kendilerine güven sağlamalarını önler. “Sadi Şirazi: “Çocuklarınızı kuzu gibi büyütmeyiniz ki, ilerde koyun gibi güdülmesinler” der. Bu durum onları sevmek değildir.

Alıntı

 

ayşe-rana

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Tem 2008
Mesajlar
1,732
Tepki puanı
46
Puanları
48
Yaş
51
Hz. ALİ R.A:“Çocuklarınızı içinde bulunduğunuz çağa göre değil gelecek çağa göre eğitiniz” buyurarak devrim niteliğinde bir söz söylemiştir. Mevlana Celaleddin de: “Eskiye ait ne varsa söylendi cancağızım, artık yeni şeyler söylemek lazım”diyerek çağını aşan bir altın öğütte bulunmaktadır.
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
Addâs o anda kalbinde, tarif edilemez bir heyecan hissetti. Adeta kalbi bir pınar olmuş Hazreti Peygamberin yüreğine akmıştı. O zamana kadar hissetmediği duygular hissediyordu. Nihayet Efendimiz’in kalbinden yüzüne akseden nûru, koskoca Tâif’te yalnız bir köle, Addâs görmüştü. Addâs, Kelime-i Şehâdet getirirken, kalbindeki iman pınarları gözyaşı olmuş, fışkırıyordu. ALLAH Rasûlü’nün ayaklarına kapandı, ellerini öptü öptü

Yağmur

Vareden'in adıyla insanlığa inen Nur
Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından
Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur
Kutlu bir zaferdir bu ebabil dudağından
Rahmet vadilerinden boşanır ab-ı hayat
En müstesna doğuşa hamiledir kainat

Yıllardır boz bulanık suları yudumladım
Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım

Hasretin alev alev içime bir an düştü
Değişti hayel köşküm, gözümde viran düştü
Sonsuzluk çiçeklerle donandı yüreğimde
Yağmalanmış ruhuma yeni bir devran düştü

İhtiyar cübbesinden kan süzülür Nebi'nin
Gökyüzü dalgalanır ipekten kanatlarla
Mehtabını düşlerken o mühür sahibinin
Sarsılır Ebu Kubeys kovulmuş feryatlarla
Evlerin arasına dikilir yesil bayrak
Yeryüzü avaredir, yapayalnız ve kurak

Zaman, ayaklarımda tükendi adım adım
Heyûla, bir ağ gibi ördü rüyalarımı
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydim

Yağmur, gülsenimize sensiz, baldiran düştü
Düşmanlik içimizde; dostluklar yaban düştü
Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe
Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü

Bir güzide mektuptur, çağlarin ötesinden
Ulaşır intizarın yaldızlı sabahına
Yayılır o en büyük mustu, pazartesinden
Beyazlik dokunmuştur gecenin siyahina
Susuzluktan dudağı çatlayan gönüllerin
Sükutu yar, sevinci dualar kadar derin

Çaresiz bir takvimden yalnızlığa gün saydım
Bir cezir yaşadım ki, yaşanmamiş, mazide
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydim

Sensiz, kaldırımlara nice güzel can düştü
Yarılan göğsümüzden umutlar bican düştü
Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin
En son, avucumuzdan inci ve mercan düştü

Melekler sağnak sağnak gülümser maveradan
Gümüş ibrik taşıyan zümrüt gagalı kuşlar
Mutluluk nağmeleri işitirler Hiradan
Bir devrim korkusuyla halkalanır yokuşlar
Bir bebeğin secdeye uzanırken elleri
Paramparça, ateşler sahinin hayalleri

Keşke bir gölge kadar yakınında dursaydım
O mücella çehreni izleseydim ebedi
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım

Sarardı yeşil yaprak; dal koptu; fidan düştü
Baykuşa çifte yalı; bülbüle zindan düştü
Katil sinekler deldi hicabın perdesini
İstiklal boşluğunda arılar nadan düştü
Dolaşan ben olsaydım Save'nin damarında
Tablosunu yapardim yıkılan her kulenin
Ebedi aşka giden esrarlı yollarında
Senden bir kıvılcımın, süreyya bir şulenin
Tarasaydım bengisu fışkıran kakülünü
On asırlık ocağın savururdum külünü

Bazen kendine aşık deli bir fırtınaydım
Fırtınalar önünde bazen bir kuru yaprak
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım

Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü
Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü
Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara
Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü

Badiye yaylasında koklasaydım izini
Kefenimi biçseydi Ebva'da esen rüzgar
Seninle yıkasaydım acılar dehlizini
Ne kaderi suçlamak kalırdı ne intihar
Üstüne pırıl pırıl damladığın bir kaya
Bir hurma çekirdeği tercihimdir dünyaya

Suskunluğa dönüştü sokaklarda feryadım
Tereddüt oymak oymak kemirdi gururumu
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım

Haritanın en beyaz noktasına kan düştü
Kırıldı adaletin kılıcı; kalkan düştü
Mahkumlar yargılıyor; hakimler mahkum şimdi
Hakların temeline sanki bir volkan düştü

Firakınla kavrulur çölde kum taneleri
Ahuların içinde sevdan akkor gibidir
Erdemin, bereketin doldurur haneleri
Sensiz hayat toprağın sırtında ur gibidir
Şemsiyesi altında yürürsün bulutların
Sensiz, yükü zehirdir en güzel imbatların

Devlerin esrarını aynalara sorsaydım
Çözülürdü zihnimde buzlanmış düşünceler
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım

Sensiz, tutunduğumuz dallardan yılan düştü
İlkin karardı yollar, sonra heyelan düştü
Güvenilen dağlara kar yağdi birer birer
Sensizlik diyarından püsküllü yalan düştü

Yağmur, duysam içimin göklerinden sesini
Yağarsın; taşlar bile yemyeşil filizlenir
Yıldırımlar parçalar çirkefin gövdesini
Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir
Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından
Alsam, ölümsüzlüğü billur dudaklarından

Madeni arzuların ardında seyre daldım
Küflü bir manzaranın çürüyen güllerini
Senin için görülen bir düş de ben olsaydim

Şehirler kabus dolu; köylere duman düştü
Tersine döndü her şey sanki; asuman düştü
Kırık bir kayık kaldı elimizde, hayali
Hazindir ki; dertleri asmaya umman düştü

Ayrılığın bağrımda büyüyen bir yaradır
Seni hissetmeyen kalp, kapısız zindan olur
Sensiz doğrular eğri; beyaz bile karadır
Sesini duymayanlar girdabında boğulur
Ana rahminde ölür sensizlikten bir cenin
Şaşkınlığa açılır gözleri, görmeyenin

Saatlerin ardında hep kendimi aradim
Bir melal zincirine takıldı parmaklarım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım

Sensiz, ufuklarıma yalancı bir tan düştü
Sensiz kıtalar boyu uzayan vatan düştü
Bir kölelik ruhuna mahkum olunca gönül
Yüzyıllardır dorukta bekleyen sultan düştü

Ay gibisin; güneşler parlıyor gözlerinde
Senin tutkunla mecnun geziyor güneş ve ay
Her damla bir yıldızı süslüyor göklerinde
Sümeyra'yı arıyor her damlada bir saray
Tohumlar ve iklimler senindir; mevsim senin
Mekanın fırçasında solmayan resim senin

Yağmur, birgün elimi ellerinde bulsaydım
Güzellik şahikası gülümserdi yüzüme
Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım

Tavanı çöktü aşkın; duvarlar üryan düştü
Toplumun gündemine koyu bir isyan düştü
İniltiler geliyor doğudan ve batıdan
Sensizlikten bozulan dengeye ziyan düştü

Islaklığı sanadır ahımın, efgahımın
İçimde hicranınla tutuşuyor nağmeler
Sendendir eskimeyen cevheri efkarımın
Nazarın ok misali karanlıkları deler
Bu değirmen seninle dönüyor; ahenk senin
Renkleri birbirinden ayıran mihenk senin

Bir hüzün ülkesine gömülüp kaldı adım
Kapanıyor yüzüme aralanan kapılar
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım

Yağmur, sayrılığıma seninle derman düştü
Beynimin merkezine ölümsüz ferman düştü
Silindi hayalimden bütün efsunu ömrün
Bir dönüm noktasında aklıma Rahman düştü

Nefsinle yeniden çizilecek desenler
Çehreler yepyeni bir degişim geçirecek
Aydınlığa nurunla kavuşacak mahzenler
Anneler çocuklara hep seni içirecek
Yağmur, seninle biter susuzluğu evrenin
Sana mü'mindir sema; sana muhtaçtır zemin

Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım

Kardeşler arasında heyhat, su-i zan düştü
Zedelendi sağduyu; körleşen iz'an düştü
Şarrkısıyla yaşadık yıllar yılı baharın
İnsanlık bahçemize sensizlik hazan düştü

Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım
Dokunduğun küçük bir nakiş da ben olsaydım
Sana sırılsıklam bir bakiş da ben olsaydım
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım
Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım
Damar damar seninle, hep seninle dKabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım
olsaydım
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın

Nurullah Gen
ç


.: Taner Yüncüoğlu - Serzeniş Yağmur :.




çok istifade ettiğim bir konu.Rabbim aliye ve damla kardeşimden razı olsun.evlatlarımızı layıkıyle yetiştirmeyi nasip eylesin inşaallah.

Hz. ALİ R.A:“Çocuklarınızı içinde bulunduğunuz çağa göre değil gelecek çağa göre eğitiniz” buyurarak devrim niteliğinde bir söz söylemiştir. Mevlana Celaleddin de: “Eskiye ait ne varsa söylendi cancağızım, artık yeni şeyler söylemek lazım”diyerek çağını aşan bir altın öğütte bulunmaktadır.



Selamün Aleyküm değerli ablamız..
Rahman sizden de daimen razı olsun, istifadelenmenize sevindim..
Katkılarınızı beğeniyle okudum ve dinledim.. Çok teşekkür ederim..B)
Rabbimiz yar ve yardımcınız olsun.. En Güzel'e emanet olunuz.
Dua ile inşallah.
 

mavci

* ZİKİR * FİKİR * ŞÜKÜR *
Yönetici
Katılım
14 Eyl 2007
Mesajlar
33,120
Tepki puanı
8,195
Puanları
163
Yaş
53
Konum
Alanya
Selamünaleykum...

Selamünaleykum...

1169633634simonehertel4bt1.jpg


image002ru9.jpg


Allah C. razı olsun Aliye kardeşim...
Elinize, emeğinize sağlık...

Çocukları çok seviyorum...
Çünkü onlar günahsız...
Çünkü onlar samimi..
Çünkü onlar riyasız...
Çünkü onlar CENNET ÇİÇEKLERİ...

Allaha emanet olun kardeşim...
 

ayşe-rana

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Tem 2008
Mesajlar
1,732
Tepki puanı
46
Puanları
48
Yaş
51
ÇOCUK EĞİTİMİ VE TERBİYESİ HUTBELERİ-2


Muhterem Müslümanlar!


Çocuk terbiyesi ve eğitimi, daha baba adayının evleneceği kızı seçerken dürüst, namuslu, dindar bir kız seçmesi, anne adayının da dürüst, namuslu ve karakterli, aynı zamanda dindar bir koca adayının teklifini kabulüyle başlar. İleride dünyaya gelecek olan çocuk ne annesinden utanç duymalıdır ne de babasından. Her ikisi de ahlak ve karakter bakımından mükemmel olmalıdır ki çocuk anne babasıyla gurur duyabilmelidir.


Baştan yanlış atılacak adımın faturasını önce çocuklarımız sonra da kendimiz öderiz. Çünkü hayat reçete edilemez. Her insan kendi doğruları ile yaşar. “Bana göre böyle” der. “Ben böyle gördüm” der. Asrımız bilgi asrıdır. Binlerce uzman, çocuk psikolojisi ve eğitimi üzerinde harıl harıl çalışma yapmakta, klinik taramalarda bulunmaktadır. Elbette her konuda, nasıl ki bilimin dediğinden şaşmıyorsak bu hususta da bilimin söylediklerine kulak vermemiz gerekmektedir.


Bizim Müslüman olarak yapacağımız, bilimin bize öğreteceği eğitim ve terbiye metodlarını İslami motiflerle süslemek, Hz.Peygamberin ahlakıyla güzelleştirmektir.


Muhterem Müslümanlar!


Çocuklarımızı arkadaşlarımız kadar bile tanıyamıyoruz. Maalesef onları tanımak için gayret sarf etmiyoruz. Halbuki her insan ayrı bir kişiliktir. Onun kendine ait bir dünyası vardır. Çocuklarımıza hitap ederken ona hoş gelecek, onu ürkütmeyecek dili çok iyi tesbit etmeliyiz.


Psikologlar ve eğitim uzmanları ana babayı üç gruba ayırırlar: “Birinci gruptakiler her zaman haklı olduklarını söyleyip güç ve otoriteleriyle çocuğu kurallara uymaya zorlayanlar, gerekirse ceza vermekle korkutan ve ceza verenler; ikinci gruptakiler çocuklarına fazla özgürlük tanıyan ve çocuğun ihtiyaçlarının yerine getirilmemesinin zararlı olduğuna inananlar; üçüncü gruptakiler ise bocalayanlar...


Bunların üçü de yanlıştır kıymetli anne babalar. Ne haklı olduğumuzu diretip çocuğu susturmak doğrudur, ne de ona aşırı özgürlük vermek doğrudur. Susuturulan çocuk ikna olmamıştır. Arzusu, isteği, problemi, sorusu cevaplammadığı için onu ertelemiştir. İlk fırsatta o arzusunu ortaya çıkaracaktır.


Mesela çocuğumuz bizden yaşına uygun olmayan veya bizim imkanlarımızı zorlayan bir istekte bulunmuşsa ona isteğini yerine niçin getiremediğimizi izah etmeli ve onu ikna etmeliyiz. “Sus” diyerek susturmak hem çocuğun bize olan güvenini sarsar hem de o istekten onu vazgeçirmez sadece erteler.


Aşırı özgürlük tanıdığımız çocuğumuz ise daha fazlasını ister. Özgürlüğün sınırı vardır ama isteklerin sınırı yoktur.


Kuran-ı Kerimde Allahü zülcelal Lokman Hakim'in oğuluna nasıl hitap ettiğini bize sunmaktadır: Lokman oğluna: “Yavrucuğum!” diye hitap etmektedir. Bir kaç örnek verelim:


“Lokman, oğluna öğüt vererek:Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma!(NEDEN? İ.G) Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişti.”

Gördüğünüz gibi Lokman hem gayet yumuşak bir hitap ile çocuğuna sesleniyor, hem ona bir konuda yasak koyuyor hem de niçin yasak koyduğunun gerekçesini söylüyor. Allaha ortak koşma çünkü bu durum büyük bir şirktir”diyor. Birbaşka örnek: “Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret.(NEDEN?İ.G) Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.”
"Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme.(NEDEN?İ.G)Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt.(NEDEN?İ.G) Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.”

Çocuk eğitiminde genellikle şu yanlışlar yapılmaktadır:1) Emir vermek, yönlendirmek 2)Uyarmak. gözdağı vermek 3)Yargılamak ,eleştirmek, suçlamak; 4-Aşırı derecede övmek,5- Ad takmak, alay etmek 6- Soru sormak, sınamak, çapraz sorgulamak; 7-Sözünden dönmek oyalamak, konuyu saptırmak.

Konunun uzmanlarıKüçük çocuğunuza bir şey söylerken, diz çökerek onunla aynı hizaya gelmeye çalışın. Sizinle işbirliği yapmaya daha istekli olduğunu göreceksiniz.” Derler. “Küçük çocukların isteklerini küçük görmemeli”diye de bir söz vardır. Şimdi size bir annenin veya babanın çocuğuy lakonuşurken nasıl davranması gerektiği ile ilgili bir örnek sunmak istiyorum:
I-Çocuk:Bu yıl ki öğretmenimi hiç sevmedim. Anne baba: Öğretmeninden hoşlanmadığın için düş kırıklığına uğramışsın
Çocuk: Evet öyle..

2-Çocuk:Yemek ne zaman hazır olur?Anne: Acıkmışsın.Yemeğe kadar biraz yağlı ekmek ister misin? Baban gelmeden yemek yiyemeyiz. O da bir saati bulur.Çocuk: İyi olur, biraz atıştırayım.

Örneklerde görüldüğü gibi buyurgan, yasaklayıcı bir konuşma yerine ikna edici ve yumuşak bir konuşma üslubu kullanılmaktadır.Buyurgan ve yasak koyucu konuşma tarzları çocuğu hırçın yapar. Bu hırçınlık çocuğun bütün davranışlarına yansır ve günün birinde hem anne babaya hem de çocuğa zarar verecek noktaya gelir.
Çocuklarımızın her isteğini yerine getirmek, onları aşırı derecede sevmek ve yanlışlarını doğru kabul etmek de kendilerine güven sağlamalarını önler. “Sadi Şirazi: “Çocuklarınızı kuzu gibi büyütmeyiniz ki, ilerde koyun gibi güdülmesinler” der. Bu durum onları sevmek değildir.

Alıntı


aliye kardeşim bu kısmı anne babalar ve adayları çok dikkatli okumalı.otoritemizi ispatlama uğruna çocuklarımızı sindirmemeiyiz.ben de çok araştırdım ç.eğitimi konusunda.aslında o kadar kolay yöntmler var ki.hem biz hem yavrumuz mutlu olacaktır inşaallah.
 

Nevin_1982

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 Eyl 2006
Mesajlar
5,000
Tepki puanı
8
Puanları
38
Yaş
42
Konum
sakarya
Her milletin, her ümmetin kendi insanını yetiştirmesi hemen tabii hakkı hem de nesil ve değerlerini yaşatabilmek için en asil görevidir. Bu konuda İslam ümmetine fıtrat en büyük yardımcıdır. O halde bu büyük yardımcıya rağmen, müslümanlar, müslüman nesiller yetiştiremezlerse beyan edecekleri herhangi bir mazeretleri kalmamış demektir. Zira hadisimiz açıkça, İslam'ın en büyük gücünün ve gelişme imkanının, insan özüne uygun olmasından kaynaklandığını ifade etmektedir. Bunun için de "İslam, tabii ve fıtrî bir din" "sıbğatullah=(ALLAH boyası)" olarak tarif edile gelmiştir''4

Selamun aleykum kardeşim benim:).Bezm-i Elest alemindede bizler söz verdik.Ve bu fıtrak üzerinede doğduk.Ama yazıdada belirtildiği üzere sözümü unuttuk,fıtratımızı kaybettik.İnşallah gelecek bizimdir.Bunun için biz müslümanlara tebliğ konusunda çok iş düşüyor.
Tabii islamı yapısından üstünde birazda olsa kalmış kişiler bu çağrıyı ALLAH'ın izniyle görebilmekte,duyabilmektedir..
Bu güzel paylaşımın için mevlam razı olsun.Sevabını ziyadesiyle alırsınız inşallah;)dua ile kalın...B)
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
ÇOCUK TERBİYESİ VE EĞİTİMİ HUTBELERİ -3


Muhterem Müslümanlar!
Çocuklarımızın bizim ve onların geleceği için ne kadar önemli olduğunu geçen hutbelerimizde defaatle belirtmiştik. Ancak, çocuğumuzu sadece seviyor olmamız ona karşı ebeveynlik görevimizi yaptığımız anlamına gelmiyordu. Aksine çocuğunu seven bir ebeveyn’in sorumluluğu daha da artıyordu.
Küçük yaştan itibaren çocuklarımızın eğitimi ve terbiyesi ile ilgili yapmamız gerekenleri şöyle sıralayabiliriz:

1-Çocuklarınıza temizlik alışkanlığı kazandırın, tırnağını kesmesini,dişlerini fırçalamasını, başka insanların yanında burnunu karıştırmamasını öğretiniz.
2-Nimeti veren Allah'a şükür etmesini, getirene de teşekkür etmesini öğretiniz.
3-Derslerine düzenli çalışmasını, tertip ve düzenli yaşamasını öğretiniz.
4-Çocuklarımıza öğüt vermektense örnek olmalıyız.
5-Çocuğunuza ilk dini bilgileri verirken asla “Allah'ı cezalandırıcı,çarpıcı,ateşte yakıcı bir varlık olarak” öğretmeyiniz. Çocuk,küçük yaşında cezalandıran bir Allah kavramına ısınamaz. Bunun yerine Allahımızın çocuğa verdiği sayısız nimetleri hatırlatıp onu sevdiriniz.
6-Çocuğunuzun sahip olmadığı özelliklere üzülmek yerine sahip olduklarına sevinmelisiniz.
7-Çocuklarınızla beraber kitap okuyunuz, gazete okuyunuz, onlara okumayı sevdiriniz.
8-Çocuklarınızla oynayın. Onların oynayabileceği ev içi veya dışı oyunlar oynayın. Bu oyunlarda da mutlaka çocuklarınıza yenilin. Çocuk yenile yenile yenmesini öğrenmez. Yenile yenile oyundan ilgisini keser.
9-Çocuğunuzun her yaşta anlattığını sıkıntıdan patlasanız bile can kulağı ile mutlaka dinleyiniz.
10-Çocuğunuzla iddialaşmayın. Yumuşak bir sesle: “Ben böyle düşünüyorum”deyin ve susun. Dediğinizi kabul etme ihtimali artar. (Hemen olmasa biraz sonra)
11-İletişim kişiye değil, kişiyle yapılır. Siz konuşurken çocuğunuz susup dinliyorsa boşa konuşuyorsunuz demektir.
12-Çocuğunuza düşünce ve duygularını ifade fırsatı verin. Cevap veriyor diye kızmayınız.
13-Çocuklarınızı spor, tiyatro gösterisi, diploma töreni gibi özel günlerinde yalnız bırakmayınız.
14-Alkol, ilaç ve kumar bağımlılığının hayatı felakete sürüklediğini, küçükyaştan itibaren, ortaya çıkan her fırsattan yararlanarak çocuğunuza anlatın. Bu konudaki gazete haberlerini beraber okuyun, zarar gören insanları çocuğunuza gösteriniz.
15-Sigara içen anne-babanın çocuklarının sigara içmeye daha eğilimli oldukları tesbit edilmiştir. Çocuğunuz büyüdüğünde sigara içsin istemiyorsanız asla yanında,evde,arabada sigara içmeyiniz.
16-Çocuğunuza verdiğiniz ve kulak asmadığını düşündüğünüz bir öğüdün onu nasıl etkilediğini bilmek istiyorsanız, kardeşine verdiği öğütleri dinleyiniz.
17-Kardeşi ile aralarında mesele çıktığında hemen müdahale etmeyin.Çözebilmelerine veya çözemiyorlarsa çatışmalarına sabır gösterin. İkisi de birşeyler öğreneceklerdir.
18-Çocuğunuz ders çalışmaya veya ödevini yapmaya başlarken ona yüreklendirici sözler söyleyin.
19-Çocuğunuz 13 yaşını geçtikten sonra, tatillerde günde birkaç saat çalıştırın. Kendinize ait iş yeriniz olsa bile,çocuğunuzun başkaları yanında çalışmalarına imkan hazırlayınız.
20-Ergenlik döneminin ilk yıllarından itibaren çocuğunuzu para kazanmaya teşvik edin. Gerekirse ücretini haberi olmadan siz ödeyin. Kazandığı tecrübe bütün hayatı boyunca işine yarayacaktır.
21-Çocuğunuzun istediği mesleği seçmesine izin veriniz.
22- Gerektiğinde çocuğa ceza da verilebilir. Çocuğa anne bir ceza vermişse baba,baba bir ceza vermişse anne asla çocuğa sahip çıkıp verilen bu cezayı boşa çıkarmamalıdır.
23-Ceza neyin yapılmayacağını söyler, ödül ne yapılırsa daha iyi olacağını gösterir. Mümkün olan her durumda ödülü tercih edin. Çocuğunuzu ilgilendiren bütün konularda kararı onunla birlikte veriniz.
24-Hangi yaşta olursa olsun, her fırsatta çocuğunuzun fikrini sorun.Çocuklarınızın yanlışlarını değil doğrularını yakalayınız.
25-Çocuğunuza iyi sözler söylemekten ve onu övmekten korkmayın.Şımaran çocukları hayat hizaya sokar.
26-Atalarımız:”Taç giyen baş akıllanır” demişler. Çocuğunuza küçük başarıları karşısında olumlu sıfatlarla yaklaşırsanız ona en büyük hazine olan kendine güven duygusunu kazandırırsınız.
27-Çocuğunuzun hatasını asla başkalarının yanında konuşmayın. Asla başkalarının yanında eleştirmeyiniz.
28-Kızgın olduğunuz bir sırada hayat dersi vermeye kalkmayınız.

index.php


Muhterem Müslümanlar!
Efendisinin villasına su taşıyan bir hizmetçinin suyu getirdiği yolun hep bir tarafının yeşilliklerle, çiçeklerle dolu olduğunu görenler bunun sebebini sorduklarında şu cevabı almışlar:
"Kuyudan su getirdiğim kovanın birini deldim.
Gidip gelirken kovadan akan su yolun birtarafını gülistan haline getirirken diğer taraf çöl kaldı."

Büyük Kuran Tefsir alimi Fahrettin Razi ilim ve terbiyenin önemini şöyle vurguluyor: “Maliki Mezhebinin dışında kalan üç mezhep köpeği “necisü’layn pis” kabul eder.Evlerde bulundurulması doğru değildir. Ancak köpek “kelbimuallem” olursa yani kendisine av avlama ve çobanlık öğretilirse temiz sayılır; ağzına alıp getirdiği yenir, sürtünüp dolaştığı yerler temiz kabuledilir.
Fahreddin Razi:“Bir köpek bile ilim ve terbiyeden bir iki şey öğrenince pis olmaktan çıkıyor ve insanlar nezdindeki değeri ne kadar yükseliyorsa, insan iyi terbiye edilir ve eğitilirse artacak değerini varın siz düşünün”diyor. Demek oluyorki ; Şu evlerimizin sokaklarımızın, tüm İslam memleketlerinin temizlenebilmesi için daha çok eğitime ve terbiyeye muhtacız.

Hutbemizi yüce Allah'ın ayetinin anlamıyla bitirelim:
Onlar ki; Rabbımız, eşlerimiz ve çocuklarımız hususunda gözümüzü aydın kıl,bizi müttakilere imam yap, derler.(Furkan Suresi)


-SON-

 

ayşe-rana

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Tem 2008
Mesajlar
1,732
Tepki puanı
46
Puanları
48
Yaş
51
selamün aleyküm kardeşim,hutbe son diye bitmiş ama konu devam edecek inşALLAH.çok faydalı,eğitici,öğretici bilgiler içeriyor.devamını bekliyoruz...........
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt