ALİMLERİN GÖRÜŞÜYLE TASAVVUF - NASUH TEVBESİ, ZİKİR TELKİNİ VE VELİLERİN KONUMU
Abdülkadir Geylani Hz., "Sırrul Esrar" isimli eserinde buyuruyor ki:
1- ... Buraya kadar bazı meratib (manevi makamlar) izah edildi; onların hangisi olursa olsun, tevbe ile elde edilir. Bunu böylece Bilesin.
2- Tevbenin tam olması da şarttır.
3- Ayrıca ehli olandan da o yolların telkinini almak gerekir. Allahu Teala şöyle buyurdu:
- «Onları takva kelimesi ilzam etti» (Fetih, 26)
O takva kelimesi "La ilahe illallah" cümlesidir. İşte o kelimeye sahib olanı bulup almak icab eder. Sonra o kelimenin alındığı yerin; "Allah" lafza-i celalinden gayrı her şeyden pak ve temiz olması da icab eder. Bilhassa avam halkın ağzından duyulan bütün sözlerle, o kalb sahibi tarafından söylenen söz ayırd edilmeli.. Ayrıca söylenenlerin, söyleniş tarzına da dikkat etmeli. Zahirde aynı manayı taşısalar bile, batın itibarı ile tamamen değişiktir. O Zattan çıkan kelamla, diğerleri aynı olamaz.
Kalb; manen diri bir kalbden TEVHÎD tohumunu alınca hayata kavuşur. Ve o tohum tam olur. Kemale ermeyen tohumdan bir bitki bitmez. Kur'an-ı Kerim'in iki yerinde geçen: LA ÎLAHE İLLALLAH cümlesi, anlatmak istediğimizin esasına işaret eder.
Birinde: «LA ÎLAHE İLLALLAH cümlesi onlara okunduğu zaman büyüklenirler." (Saffat, 35)
Bu ayet zahirî duruma işaret eder yani avama dairdir. Diğer yerde ise, şöyle buyurulur:
«Şunu bil ki "LA ÎLAHE İLLALLAH", Allah'tan başka ilah yoktur, sonra senin ve kadın, erkek müminlerin günahına bağış talebinde bulun!» (Muhammed. 19)
Bahsettiğimiz telkin, bu ayetin delaleti ile olmaktadır. Ki bu havas kullar için buyurulur.
ZİKİR TELKİNİ:
Bu yolu, Resulullah S.A. Efendimizden ilk taleb eden Hz. Ali r.a. olmuştur. Peygamber S.A. Efendimizden en yakın, en değerli ve en kolay yolu belletmesini temenni etmişti. Bunun üzerine Peygamber S.A. Efendimiz Cibril'in gelmesini bekledi.. Geldi ve üç defa Peygamberimize S.A. yukarıda zikri geçen TEVHÎD kelimesini telkin etti. Sonra Peygamber S. A. Efendimiz aynı şekilde tekrar etti. Bundan sonra Hz. Ali'ye r.a. belletti. Daha sonra Ashaba geldi, aynı cümleyi onlara da öğretti.. Ve aynı manayı anlatmak için birgün, şöyle buyurdu:
«Biz küçük cihaddan döndük; büyük cihada geliyoruz.»
Bunu söylerken nefisle edilen cengi murad ediyordu. O büyük Peygamber S.A. birgün Ashabtan birine şöyle diyordu:
«En büyük düşmanın; iki kaburga kemiğin arasındaki düşmandır.»
İlahî sevgi, vücud düşmanı (nefs) ölmeyince ele gelmez. Vücudun, ilk defa emmare, levvame ve mülhime derecelerinde olan nefisten temizlenmesi lazımdır. Sonra, hayvani adetlerden de pak olmak icab eder. Özellikle; çok yemek, çok içmek, çok uyumak, boş şeylerle meşgul olmaktan..
Sonra, yırtıcı hayvani huylardan sayılan; öfkelenmek, kızmak, dövmek, saldırmak ve benzeri huyları da bırakmalıdır. Şeytanî huylardan sayılan, büyüklenmek, kendini beğenmek, hased etmek, kin ve benzeri huyları da bırakmak icab eder.
Bunların dışında kalan, kalbe ve bedene dair afetlerden de korunmak, temiz olmak icab eder.
Bunlardan arınan kimse; temiz, pak, tevbekar kullardan sayılır. Bir Ayet-i Kerimede şöyle buyurulur:
«Allah, tevbekarları sever; pak, temizleri sever.» (Bakara 222).
Zahirde mücerret günahlardan tevbe eden için gereken şudur ki şu cümlenin tehdidi altına girmeye:
"Her ne kadar tevbe ettiyse de, tevbekar olmamıştır."
«Tevbekar olmamıştır.» cümlesi biraz mübalağa ile zikrediliyor. Bundan çıkan mana şudur: Havas kullara has olan tevbe ile tevbe etmiyor... Dıştan tevbe edip işin özüne geçmeyen kimse odur ki Otu keserken, kökünü kesmiyor; yalnız dışta görünen kısmını koparıyor. Bu hale göre, o ot son halde öncesinden daha çok dal salacaktır. Hataları, bilhassa kötü huyları tam bırakan kimse, kopardığı otu kökten keser. Şüphesiz o bir daha dallanmaz; dallanması nadir olur ki onu kurutmak kolaydır.
Bu sökülme ameliyesi yapılırken, diğer bir büyük zattan gelen manevî telkin de bir alet sayılır. Yapılan telkin kime ise, onda mevcut olan Hakkın zatından gayrı şeyleri keser atar. Acı ağacı, kökünden kesip geçmeyen kimse, tatlı ağaca eremez.
«Ey basiret sahipleri ibret alınız; iflahınız ve vuslatınız, bu yolda umulur» (Haşr, 21)
Bir Ayet-i Kerime'de şöyle buyurulur:
«O öyle bir Allah'tır ki kullanndan tevbeyi kabul eder, hatalardan geçer» (Şura, 25)
Yine buyuruyor:
«Kim tevbe ve iman eder, iyi işi yaparsa.. Allah böyle bir zümrenin kötülüklerim iyiliğe çevirir» (Furkan, 70)
Tevbe iki kısımdır. Avam halkın tevbesi bir de, has kulların tevbesi... Avam halkın tevbesi; Zikirle, ciddî çalışma ile; olur. Böylece isyandan taate, kötülükten iyiliğe geçilir ve Cehennem'den Cennet'e gidilir. Sonra tevbenin aslına, bedenin rahatından geçip, nefsin güç işlere sokulması neticesinde varılır..
Has kulların tevbesine gelince.. O, bir başka durum arz eder. Onlar, iyi görünen kimselerin iyi hallerinden daha ileride bir marifet makamındadırlar. Dereceler onlar için yok olur, tam yakınlığa varmışlardır. Cismanî tadları bırakıp ruhanî lezzete ererler. Bu lezzet Allahu Teala'nın Zatından gayrı her şeyi bir yana atıp, O'nunla ünsiyet etmek ve O'na yakin gözü ile nazar eylemektir.
Şöyle bir büyük kelam vardır:
«Vücudun öyle bir günahtır ki onunla hiç bir günah kıyas edilemez.»
Bazı büyükler, Allah onlara rahmet eylesin, şöyle derler:
"Yakınlık makamına varamayan iyilerin yaptığı iyi iş, yakınlık makamına varanlara nazaran, hata sayılır. İşte bundandır ki Peygamber S.A. Efendimiz günde yüz defa istiğfar ederdi. Bunu Allahu Teala, bize talim için Peygamber S.A. Efendimize buyurmuştur:
«Günahına bağış talebinde bulun.» (Muhammed, 19)
Yani, "Varlığını silmeyi Allah'tan dile.. Bu hale, tevbeden daha çok ÎNABE tabir edilir. ÎNABE, Allah'ın Zatından gayrı her şeyden geçip O'na dönmektir. Ve onun yakınlık evine girip, ilahî yüze nazar eylemektir. Bu aziz kulları Peygamber S.A. Efendimiz anlatırken, şöyle buyurur:
«Allah'ın bir takım kulları vardır ki onların bedeni dünyadadır, ama kalbleri arş altında.»
Kalb aynasında ilahî sıfatlann tecellisi görülür. Ki Hz. Ömer R.A. bu hususta dedi:
«Kalbim Rabbımı, Rabbımın nuru ile gördü.»
Kalb, CEMAL sıfatının tecellisine bir aynadır. Bu anlatılan alemin bir ismi de müşahededir. Bunun hasıl olması için: Ergin, vuslat alemini bulmuş, geçmiş zatlar tarafından makbul olan bir Zatın (Kamil Mükemmil bir Mürşidin) telkini lazımdır. Bu Zat, o aleme erdikten sonra Allah'ın emri ile, noksan kişilerin eksiğini tamamlamak için, bu aleme gönderilmiş olmalıdır. Bu gelişte vasıta bizzat Peygamber S.A. Efendimiz olmalıdır.
Velî zatların kullara gönderilişi özel bir durum arz eder. Bunların daveti umuma şamil değildir. Bu yüzden peygamberlerle tefrik edilirler. Çünkü peygamberler hem havas kullara hem de avama gönderilmiştir. Sonra, bunlar yani peygamberler, kendi işlerinde tam istiklale sahiptir. Velîler müstakil değildir; peygambere uymak zorundadırlar. Derler ki:
"Kendi istiklalini ilan etmeye yeltenen bir velî, kendisini peygambere benzetmek ister ki bu isteği onu küfre götürür.. "
Peygamber S.A. Efendimizin, ümmetinden ulema güruhunu Îsrail devri peygamberlerine benzetmiş olması başka mana taşır. Musa a.s.'dan sonra gelen nebi onun kurduğu dini esas üzerine yürümekte idi. Yeni bir şeriatle değil, aynı şeriatı takip edip gelmekte idi. Bu ümmetin uleması ise, havas kullara gönderilmiştir, emri ve yasağı yeniden sunarlar. Açık bir şekilde, amelleri talim eyler, din temelindeki güzelliğe halkı devam ettirmeye bakarlar. Marifet için bir temel yeri olan kalbi temizletirler. Bunlar, Ashab-ı Suffe gibi, Peygamberin S.A. verdiği bilgiye göre haberler verirler. Ashab-ı suffe öyle bir hale ermişti ki Peygamber S.A. Efendimiz, mir'ac hadisesini anlatmadan önce; onlar, mir'acın sırlarından bahsederdi..
Velî, Peygamberin S.A. velayet haline de sahiptir. Çünkü taşıdığı hal, peygamberliğin bir cüzüdür, iç alemi Peygamberin S.A. emanetindedir.
Bu anlatılanları dinlerken: Zahiri ilme sahib olan herkesin, bu hale ereceği akla gelmesin. Bizim anlattığımız peygamber varisleri, neseb itibarı ile ona yakın olanlardan da ileridir. Peygambere tam varis olan, bir oğul derecesindedir ki o manevî neseb itibarı ile en yakındadır. Zahiri neseb, bu nesebe göre sönük kalır...
Zahirî bilgi sahipleri, cevizin özünü saklayan sert kabuğuna benzer. Batın alimlerine gelince onlar da öz sayılır. Peygamber S.A. Efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurur:
«Ulema meclisinde oturmalısınız. Hakimlerin sözünü dinlemelisiniz. Allahu Teala, yağmur suyu ile yeri yeşerttiği gibi, hikmetle de ölü kalbleri ihya eder.»
Farz olan ilimden murad, Marifet ve Hak yakınlığı ilmidir. Geri kalan bilgilerin, ancak lüzumu kadarı farzdır. Farz ibadetlerin edası için gereken fıkıh ilmi gibi..