Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

büyüklerimiz...FOTOĞRAF TOPLU HALDE... (1 Kullanıcı)

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
ALİMLERİN GÖRÜŞÜYLE TASAVVUF - ALLAH'I GÖRMEK ..

Salâhuddin ibnü Mevlâna Sirâcüddîn Hazretleri buyurdular ki:

"Eğer bir kimse bu âlemde Allâh’ı görmenin hakikatini anlamak isterse, rûhunu bu makama çıkarmalıdır. Aksi takdirde Kitap ve sünnet ile sâbit olan ru’yete, bildirilen şekliyle iman ederek bu işin nasıl olduğunu araştırmamalıdır. (Yani, Allah, dünyada değil ahirette keyfiyetsiz görülecektir şeklinde olan Ehli Sünnet inancına kail olmak) Çünkü bu hakikati münâsip olan tarzda anlamak, ancak bu sûretle mümkündür... En sağlam yol budur."

Salâhuddin ibnü Mevlâna Sirâcüddîn, Mektuplar ve Bazi Mesâil-i Mühimme, s. 102.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Fıkıh ve Tasavvuf İlişkisi
Tasavvuf çevrelerinde yaygın olan uzlaşmacı bir yoruma göre; "Cibril hadisi"(1) olarak da bilinen hadisin belirlediği çerçeve içinde "İman nedir?" sorusuyla alâkalı olarak Kelâm ilmi, "İslâm nedir?" sorusuyla ilgili olarak fıkıh ilmi, "İhsan nedir?" sorusuyla ilgili olarak da tasavvuf ilmi ortaya çıkmıştır.(2)
İslâm ilimleri tarihinden anladığımıza göre İslâm'ın ilk devirlerinde, İslâm'ın hükümleri yazılı değildi ve ilmî bir tarzda düzenlenmemişti. Bu hükümlerin ibadete, itikada ve muamelata ait olanları hatırda tutuluyor ve ezberleniyordu. Fakat çok geçmeden din işleri ile, onlara ait şer'i hükümler bir ilmî metot dairesinde toplanmıştı. Tedvin işinin başlaması üzerine ilim adamları önce amelî ilimle, yani zâhiri hükümlerle alâkalı olanlarla uğraşmış, bu sebepten fakihler, İslâm Hukuku ve fıkıh usulü hakkında eserler ve risaleler yazmışlar, sonra Kelâm İlmiyle ilgilenmişler ve onun meselelerine dair eserler vermişlerdi. Velhasıl Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şerife bağlı olan ilimlere ehemmiyet vermişlerdi. Fakat bu ilmî durumu ele alanlar, yalnız fakihler değillerdi. Mutasavvıflar da, şer'i hükümlerin fıkıh gibi zâhiri ile değil, bu hükümlerin bâtını ile ilgilenerek aynı şekilde hareket etmişler, fukahanın yazdıkları eserlere, söyledikleri sözlere ve tuttukları mezheplere bakarak, kendi riyazetlerini, zevklerini, ruhî hayatlarını, kalbi tasfiye ve nefsi tezkiyeyi, velhasıl dinî bütünleştirmeyi gözeten hâllerini tanzim eden bir ilme muhtaç olduklarını anlamışlardı. Bu yüzden zahidlerin zühdü, âbidlerin ibadeti, fakirlerin fakrı gibi amelî esaslara dayanan İslâm ruh hayatı, ilmî bir mahiyet almıştı. Bunun sonucunda kendine göre metodu, meslek ve meşrebi, konuları ve kaideleri, ıstılahları ve mezhepleri bulunan tasavvuf ilmi ortaya çıkmıştı. Bu ilmin erbabı mutasavvıflardı ve bu yolda söz söylemek onların hakkıydı.(3)
Böylece şeriat ilmi birbirinden ayrı iki ilme ayrılmıştı: Biri ibadetlerden, muamelelerden bahseder, umumi hükümler verir ve fukaha ve müftüler tarafından idare olunurdu. Diğeri murakabe, muhasebe, riyazet, mücahede, hâl ve makam ve bunlara ait her şeyden bahseden ilimdi. Bu da bâtın ilmi ya da tasavvuftu.(4)
Fakihler, kitaplar yazarak Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden çıkardıkları hükümleri kaydetmişler, mutasavvıflar da eser yazarak yaşadıkları vecd ve keşfettikleri hakikatleri kaydetmişlerdi. Fakat fukahanın fıkhı ile mutasavvıfların tasavvufu metod ve konuları bakımından birbirinden ayrıydı. Ayrılığın sebebi, fıkhın ibadetlere, âdetlere ve muamelelere ait zâhirî hükümlerle meşgul olması, yani insanın dış hayatını düzenleyen ilim olması, buna karşılık, tasavvufun ruhu terbiye etmek, kâlbi tatmin etmek, kısaca içe ait yönü düzenleme ilmi olmasıdır. Elhasıl şeriat ilmi iki ilim olmuştu. Biri insanın ibadetler için nasıl temizleneceğini, namazı nasıl kılacağını, zekatı nasıl vereceğini, sonra muamelatta hangi esaslara riayet edeceğini, alışveriş, feraiz, kısas meselelerini nasıl halledeceğini ve bütün bu işleri nasıl düzenleyeceğini anlatıyor; diğeri kâlp ve nefsle, bâtın işleriyle meşgûl oluyor, bâtınî amellerin mahiyetini anlatıyor ve bu bakımdan kemâle ermenin yolunu gösteriyordu. Onun için mutasavvıflar kendilerini hakikat erbabı, başkalarını da zâhir erbabı veya rüsûm ulemâsı olarak tanımışlardır. Böylece tasavvuf; konusu, metodu ve hedefi olan bir ilim olarak ortaya çıkmış ve mutasavvıflar onun hususiyetlerini izah eden eserler yazmışlardır. Muhasibi (243/857) Vesaya'yı, Riâye'yi ve Muhabbet Üzerinde Bir Fasıl'ı; Kelâbâzi et-Taarruf li-Mezhebi Ehli't-Tasavvuf'u, Tûsi el-Lüma'ı; Ebu Talib Mekkî Kutü'l-Kulûb'u; Kuşeyri (465/1072) ise Risale'yi yazmıştır. Bunların içinde nefsi hesaba çekmek ve terbiye etmek gibi tek mevzular üzerinde eserler verenler de bulunduğu gibi, çeşitli konular üzerinde yazanlar da bulunuyordu. Sonunda İmam Gazalî (505/1111) gelip muazzam eseri İhyâu Ulumi'd-din'i yazarak tasavvuf yolunun bütün edep ve erkânını anlatmış, ıstılahlarını ve işaretlerini izah etmiş ve böylece tasavvuf bir ibadet yolu olmakla kalmayarak muntazam ve bağımsız bir ilmî disiplin olmuş, daha önce bu ilim; tefsir, hadis, fıkıh, usul ve Kelâm çerçevesi içinde kaldığı hâlde artık o da bunların yanında varlığını kabul ettirmişti.(5)
Mutasavvıfların, ilmi, fakihlerinkinden ayrı olmakla ve fakihleri zâhir ehli sayarak onların ilmini tasavvufa göre ikinci plânda görmekle birlikte, onların ilminden tam manasıyla faydalanıyorlardı. Onun için Sühreverdî Avarifü'l-Maarif adlı eserinde tasavvuf ilimlerinin doğuşunu, mutasavvıfların takva esasını gönüllerine yerleştirmelerine ve dünyanın gelip geçici alayişlerinden yüz çevirmelerine atfederek, gönülleri için ilim çağlayanlarının çağladığını ve onların nakil ve akıla istinat eden her ilimden hisse sahibi olduklarını, ibadetlere ait zâhir hükümleri öğrenerek bunlarla amel ettiklerini, sonra diğer din âlimlerinden ayrılarak kendilerine mahsus bir ilimle temayüz ettiklerini, bu ilmin tasavvuf ilmi olduğunu, dinin kaidelerini ve esaslarını araştırmakta derinleşerek dinin hakiki manasını anlayan zâhid ve müttaki âlimlerin bu manaya erdiklerini ve bununla tam itikat ve teslimiyete kavuştuklarını, esasen dinin de, insanın Rabb'ine sahih itikat içinde yaşamak olduğunu anlatır.(6)

Fıkıh
Fıkıh, kişinin hak yetki ve yükümlülüklerini bilmesinin ilmidir.(7) İslâm dininin dünya yönetimi ve kişiler arası ilişkileri düzenleyen, devlet yönetimine dair temel ilkeleri içeren kaidelerinin tümüdür. Şeriat ve şeriat hukuku da denir.(8) Genel olarak ibadet, muamelât ve ukubâttan bahseder.(9)

Tasavvuf
Tasavvuf arapça yün giymek anlamında bir kelimedir. Kul ile Allah (c) arasında ihsan olayının gerçekleşmesi veya kulun ihsan vasfını kazanmasının yollarını gösteren bir ilimdir. Bâtınî fıkıh da denir. Tasavvufun binden fazla tarifi yapılmıştır. Her sûfî içinde bulunduğu hâle göre tasavvufu tarif etmiştir. Biz, "Kur'ân-ı Kerim'i Hz. Peygamber (s) gibi yaşamaya çalışmak" şeklinde tanımlayabiliriz.(10) Erzurumlu İbrahim Hakkı'ya göre ise Tasavvuf bir ilimdir ki Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarından ve ona nasıl erişileceğinden bahseder. Kulu, bu ilmi öğrenmeye sevkeden Allah sevgisidir. Kâlbinden Allah'dan gayrısını temizleyen sûfî(11) bu ilmi öğrenir. Kişinin Allah'tan başkasına olan sevgiyi kâlbinden atması ve gönlünü yalnız Cenab-ı Hakk'ın muhabbetine bağlamasıdır. Ehl-i Sünnet ve Cemaat üzere itikadını tashih edip Hz. Peygamber'in (s) sözlerine, hareketlerine ve ahlâkına uyup izinden gitmektir. Bir başka tanımla kötü ahlâkını değiştirip en güzel ahlâkı benimsemek(12), daimi ve içten gelen bir duygu ile Allah'ın zikrine devam etmek ve bu yolla onun huzuruna varmaktır.(13) Tasavvuf, İslâm dininin, daha çok ahlâkî kurallarından bahseden, kişinin insan-ı kamil olmasını ve dolayısıyla toplumun olgun bir toplum olmasını amaçlayan bir sistemdir.(14) Daha çok takip edilecek ve uygulanacak yöntem manasındadır.(15) Yapılan tariflerde, sûfînin mizaç ve meşrebi, sosyal durumu, aynı zamanda önceki hayatı da etkili olmuştur.(16)
Tasavvuf ilmi, Müslümanlar arasında sonradan vücuda gelen şer'i ilimlerdendir. Bu ilmin esası şudur: Sûfîler tarafından tutulan yol (tarikat) bu ümmetin selefi, yani Sahabe ve Tabiin'in büyükleri ve bunlardan sonra gelenler tarafından espirisi ve özü itibarıyle bir hak ve hidayet yolu olarak daimi sûrette kabul edilegelmiştir. Tasavvuf ilminin İslâm'daki kökü de şudur: Devamlı ibadet etmek, her şeyden alâkayı keserek Allah'a yönelmek, dünyanın süs ve âlâyişinden yüz çevirmek, herkesin itibar ettiği mal, mevki ve şehvet gibi maddî menfaatlere sırt çevirmek (zühd), ibadet etmek için halktan ayrılarak tenha bir yere çekilmek (halvet). Sahabe ve ilk çağlardaki Müslümanlar genelde bu şekilde ibadet ederlerdi.(17)
Bu sebepten Horasan'ın Nişabur şehrinden olan büyük mutasavvıf İbrahim Nasrabadî (367/984) şöyle der: "Tasavvufun aslı kitap ve sünnete yapışmak, heva ve bid'atleri terketmek, meşayihe hürmet, halkın kusurunu bağışlamak, dostlarla iyi geçinmek ve hizmetlerini görmek, güzel ve ahlâklı olmak, evrâd ü ezkâra devam etmek, ruhsat ve tevilleri terketmektir."(18)
Tasavvufa göre "Umulur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır,"(19) âyeti gereği belâlar sabırla karşılanmalı ve kadere rıza gösterilmelidir. Nitekim Mevlâna Celâleddin-i Rumi'ye "Tasavvuf nedir?" diye sorulunca; "Üzüntü geldiğinde kâlpte sevinç bulmaktır," diye cevap vermiştir.(20)


 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Devamı...
Fıkıh-Tasavvuf İrtibatı
İslâm Hukuku'na fıkıh veya fıkh-ı amelî, akaid ve kelâma fıkh-ı itikadî, tasavvufa da fıkh-ı bâtınî veya vicdanî denir.(21) Fıkıh kitapları, genelde maddî temizlik konusuyla başlar, çok nadir olarak temizliğe eşlik etmesi gereken kâlbi duyguların tanzimini ve sonra namaza başlanılmasını ele alır. Namazın şartları, erkânı, farzları, vacipleri, mekruhları ve müfsidleri gibi konuları ele alırken, bu konulara paralel takdim edilmesi gereken huşu ve onu kazanma yolu ve faktörlerine değinilmez. Hâlbuki fıkıh temel İslâmî ilimlerden birisidir.
Bu konuda fıkhı tamamlayan ilim hangisidir? Şüphesiz bu tasavvuftur. Çünkü manevî konular onun sahasına girer ve böylece ihlas, onu kazanmanın yolu ve benzeri gibi bâtınî konularda fıkha yardım eder. Hatta fıkhî ahkâmı terketmeme kabiliyetini insana o verir. Bu ahkâm da tatbik edilmeyince insan kemâle eremez. Allah'da, fiilerinde, sıfatlarında ve nihayet ahkâmında fani olma, mutasavvıfların bahsettiği konulardandır. Marifetullahdaki zevkin en normal sonucu, ahkâm-ı ilâhiyyeye tam sarılmaktır.(22) Fıkıh İslâm'ı bilmek ve anlamaksa, tasavvuf da bunu yaşamak va bazan da anlatmaktır.(23) Bu noktada tasavvufa karşı çıkanların ne kadar yanıldıkları ortaya çıkmaktadır. Sanıyorlar ki, seyr u sülûk ahkâm-ı ilâhideki tatbikatı sekteye uğratır ve hâlel getirir. Hâlbuki bu imkânsızdır. Çünkü Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (s)'e "Biz sana şeriati verdik, ona tam ittiba et ve cahillerin yoluna uyma"(24), buyurmaktadır. Bu sebepten Cüneyd şeriatin hükümlerinde aksaklık göstererek Allah'a vasıl olmaya çalışan bir grub hakkında, "Evet vasıl oldular, yalnız Allah'a değil cehenneme." demiştir. Aynı nedenle fukaha eskiden "kim ki fıkıh öğrenir de tasavvufu bilmezse fasık olur, kim tasavvufu öğrenir de fıkhı bilmezse zındık olur ve kim de her ikisini birleştirirse ehl-i tahkik olur."(25) demişlerdir. Tasavvuf fıkhın bir mükemmili olarak gereklidir. Fıkıh ise tasavvufa bir yol gösterici ve kontrol makamında her zaman lâzımdır. Her ikisi de tek başına yarım kalır.
Fıkıh ve tasavvuf, birbirlerini tamamlayan iki ilimdir. Eğer ikisi çatışırsa, yanlış olur. Çatışmadan maksad, sûfînin fıkhın tasavvuf üzerindeki kontrolörlüğü rağmına, ondan uzak olmasıdır. Bunun yanında fakihin de ahkâm-ı ilâhiyi tatbik etmemesidir ki fasıklık alâmetidir. Şeyh Ahmet Zerruk, Tasavvufun Kaideleri isimli kitabında şöyle der: "Fakih mutasavvıfa hükmedebilir, fakat mutasavvıf fakihe hükmedemez."(26) Konu açıktır. Biz bir fakihin tasavvuf veya bir sûfînin fıkıh öğrenmesi gerektiğini söylediğimizde kasdımız; fakihin ahkâm ve onun tatbikiyle alâkalı yolları öğrenmesi, sûfînin de kendine lâzım olan ahkâm-ı şer'iyyeyi öğrenmesi ve yaptığı her hareketi doğru ilme bina etmesidir. Bu sebepten Şeyh Rufaî gibi büyük mutasavvıflar "Ulemâ ve sûfîlerin vardıkları sonuç birdir." demiştir. Bunu burada söylüyoruz. Çünkü bazı cahil sûfîler hemen herkese "şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır" sözünü söylüyorlar ve cahil şeyhine ittibaya çağırıyorlar. Bazen sûfî cahil, şeyh ise âlim olabilir. Yalnız cahil sûfî bu sözü nerede kullanacağını bilmiyor. "Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır" sözündeki şeyhten maksat ulûm-ı şer'iyyeyi öğretecek âlimdir. Yani öğrenmeyen ve öğrenmeyi reddeden bir insanın, elbette şeyhi şeytandır, manasına gelir. Fakat ilim üzere hareket eden bir adamın şeyhi şeytan olamaz, aksine ilim ve şeriattir.
Şeyh Zerruk'un Tasavvufun Kaideleri isimli kitabında anlattığı konulardan birisi de müridin şeyhe olan ihtiyacıdır. Der ki: "Takva, bir şeyhe muhtaç değildir. Öz olarak kitap akıllı bir insana yeter. Fakat kendine itimadı olmayabilir."(27) Öyleyse asıl olan kişinin öğrenme kabiliyetidir. Öğrendikçe gereği üzere amel eder. Bu, insanları Allah'ın mükellef kıldığı asgarî durumdur. Kendinde öğrenme ve anlama kudreti olan herkes mevsuk kitaplardan kendine lâzım olanı öğrenebilir. Aynı zamanda, güvenilir âlimlerden de ilim alabilir ve bunların sûfîlerden olması şart değildir. Bütün bunlardan anlaşılan, fıkıh ve tasavvufun birbirini tamamlayan iki ilim olduğudur. Her insanın kabiliyeti diğerinden farklı olabileceği gerçeğinden hareketle, herbiri istediği dalda derinleşebilir.
Tasavvufî hayat tarzının İslâmî hükümlerin sınırları dahilinde olması, bu sınırların dışına çıkılmaması ve İslâmî esaslara muhalefet edilmemesi gereği konusunda ilk sûfîler kanaatlarını şöyle ifade etmişlerdir: "Tasavvufun esası âyet ve hadislerin hükümlerine sımsıkı bir şekilde yapışmak, bid'atları, heva ve hevesi bırakmak, tevil yapma ve ruhsat arama teşebbüsünden uzak kalmaktır. Ruhsat aramakla uğraşan bir mürid gördün mü, bil ki ondan hayır gelmez. Tasavvuf, emir ve yasakların altında sabretmektir. Bir kimse Rasulullah (sav)'in sünnetine uymadan amel ederse, amelî batıldır.
Cüneyd diyor ki: Bizim bu yolumuz Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şerifin esaslarıyla kayıtlıdır. Rasulullah (s)'in izinden giden, sünnetine tabi olan ve onun yolunu takip edenler müstesna, bütün insanlar için Allah'a giden yollar kapalıdır. Hz. Peygamber (s)'e uyanlar için ise bütün yollar açıktır. Ârif-i billah kimse O'nun emrine uymak ve Peygamber (s)'in sünnetine tâbi olmak konusunda en çok gayret gösteren kimsedir. Bir kimse düşünce ve arzularını itham ederek fiilerini, sözlerini ve hâllerini Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şerifle ölçmezse defterin hanesine "ricalullah" diye yazılmaz. Bir kimsenin Cenab-ı Allah ile özel bir hâli olduğunu iddia ederken görürsen, şayet bu hâl onu şeriatın dışarısına çıkarıyorsa, sakın ona yaklaşma. Zâhire uymayan ve doğruluğu bir delille sabit olmayan bir hâl iddia eden birisini görürsen, din konusunda onu ittiham et. Sûfînin sıfatından birisi, Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şerifin zâhiri ile çatışan bâtınî bir hükümden bahsetmemesidir. İş, ahlâk ve davranışlarda Habibullah'a (s) tabi olmaktan daha şerefli bir makam yoktur".(28)
Sûfîler bu noktada haddi, hesabı olmayan çok söz söylemişlerdir. Naklettiğimiz sözler sûfîlerin İslâm doktrini karşısında takındıkları tavrı belirtmeye, İslâm'ın hükümlerinin dışına çıkanların kimler olduğunu anlatmaya ve bu konuda kimlerin ihmalkâr davrandığını tayin etmeye kafidir.
Bu şekilde tasavvuf yoluna girmek, İslâm'ın hakikatini ve esasını anlayıp, Kur'ân ve hadise sıkı bir şekilde sarıldıktan sonra, İslâm doktrinine uygun düşmekte idi. Bu sebepten büyük sûfîler, Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şerife uymak için teşvikte bulunmuşlardı. Zira onlara göre bu iki kaynağı iyice belleyip manasını kavramadan sülûk etmek mümkün değildi. Tasavvuf yoluna girmek isteyenlerin ilim tahsil etmeleri farz olarak telâkki edilirdi. O hâlde bir kişi önce ilim, sonra amel sayesinde sûfî oluyor ve böylece tasavvufta tuttuğu yolun İslâm ahkâmına uygun olmasını temin ediyordu.
Abdülvahid b. Zeyd şöyle der: "Düşünceleri ile sünnetin manasını anlamaya çalışanlar, kâlpleri ile bu husus üzerinde duranlar ve nefislerinin şerrinden Allah'a sığınanlar gerçek sûfîlerdir." (29)
Sûfî, İslâm cemiyetinde örnek insan demektir. Şeriatı ve âdâbını bilmeyenlerin, örnek insan kabul edilmeleri uygun ve mümkün değildir. Nitekim bu konuda, Cüneyd şöyle der: "Kur'ân ezberlemeyen, hadis yazmayan ve fıkıh öğrenmeyen bir kimseye bu yolda tâbi olunamaz." Haris el-Muhasibi'nin (243/857) "Allah seni muhaddis mutasavvıf kılsın, mutasavvıf muhaddis kılmasın." sözünün manasını Ebu Talib Mekkî (386/1005) şöyle izah ediyor: "Sen önce hadis ve eser öğrenir, sünnet ve fıkıh hakkında bilgi sahibi olur, sonra zühd ve ibadet yolunu tutarsan yükselir ve ârif bir sûfî olursun. Tersine önce ibadet, takva ve manevî hallerle meşgul olur, sonra ilim ve hadis öğrenmeye çalışırsan, hadisi ve dinin esaslarını bilmediğin için; ya galat, ya şatah veya şeriata muhalif söz söylersin. Onun için zâhirî ilimlere ve hadis yazma işine müracat ederek halini düzelt. Çünkü esas olan budur."(30) Seriyy-i Sakatî (251/857) diyor ki: "Bir insan önce zühd ile meşgul olur, sonra hadis yazarsa ayağı sürçer, fakat önce hadis öğrenir sonra zühd ile meşgul olursa durumunu sağlamlaştırmış olur."(31)
Tasavvufun parmakla gösterilen meşayihinden her biri, dinî ve zâhirî ilimler alanında yüsek bir mevkide bulunuyordu. Ebu'l-Kasım İbrahim b. Muhammed en-Nasrabadî (367/984) kesirürrivaye bir hadis âlimiydi. Ebu Hamza el-Bağdadî (289/904) İmam Ahmed b. Hanbel'in kendisine fıkıh ve kıraat sorduğu bir âlimdi. Amr b. Osman el-Mekkî (291/906) hadis rivayet eden bir usul âlimiydi. Ruveym b. Ahmed el-Bağdadî (303/919) Davud Isfehanî'nin kurduğu Zâhiriye Mezhebi'nin fıkıh âlimlerindendi, hem kadılık yaptı, hem de kıraatı bilirdi. Hamdun b. Ahmed el-Kassar (271/886) Sevrî mezhebinin fıkıh âlimlerindendi, hadisi senediyle rivayet edebilirdi. Muhammed b. Fadıl el-Belhî (319/935) çok miktarda hadis öğrenmişti ve İşrâkiyye felsefesini de bilen bir filozoftu. Malikî mezhebine mensup olan Şiblî (334/951) ilim, zerâfet ve hâl yönünden zamanının şeyhiydi. Ebu Ali er-Ruzbarî fıkıh, hadis ve edebiyat âlimi olan bir sûfîydi. Fıkıhta hocası Ebu'l-Abbas b. Cüreyc, tasavvufta hocası Cüneyd'di. Ebu Sevr mezhebinin fıkıh âlimlerinden olan Cüneyd, hocası Ebu Sevr'in yanında halka da fetva verirdi.(32)
Bunlar ve tasavvufun ilk büyük temsilcilerinden olan diğer büyük isimler hadis ezberlemişler, fıkıh, kelâm, lügat ve Kur'ân ilimlerini tahsil etmişler ve ferâizî öğrenmişlerdi.

Sûfîler ilme büyük önem vermeleri, bu konuda şöhret sahibi olmaları, hadis ve fıkıh ilimlerini rehber görmeleri sonucu olarak, beş kişiyi her bakımdan kendilerine tabi olunması gereken örnek insanlar olarak tanımışlardı. İlhamla öğrenilen ulûma ek olarak şeriata vakıf olan bu beş zat hakkında İbn Hafif: "Ruveym b. Ahmed (291/906), Haris b. Esed el-Muhasibî (243/857), Cüneyd b. Muhammed (297/913), Ebu'l-Abbas b. Ata (309/925) ve Amr b. Osman el-Mekkî'ye (291/906) uyunuz. Zira bunlar ilimle hakikati telif etmişlerdir."(33) der.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Devamı...
Fıkıh ve Tasavvufun Birbirini Destekleyen Yönleri
Cemiyet hayatını ve insanlar arasındaki karşılıklı ilişkileri tanzim eden iki çeşit kaide ve müeyyide vardır. Bunlardan biri maddî ve hukukî müeyyideler, diğeri ise manevî ve ahlâkî müeyyidelerdir. Ahlâk hemen her din ve toplumun ortaklaşa güzel kabul ettiği duygu ve davranışlardır. Ahlâksız dinler bulunduğu gibi, dinsiz ahlâklar da mevcuttur. İslâm'da ahlâk, dinin prensipleriyle uygunluk arzeder ve beraber bulunur. Ahlâkın konusu insanî davranışlar olduğundan, davranışlar din ve dünya üzerindeki bir mutluluğu sağlama amacına yönelik tarzda gerçekleştirilmektedir.
Gerek fert ve gerekse cemiyet hayatının huzur ve saadeti için yukarıda zikredilen iki çeşit müeyyidenin sağlıklı bir şekilde tatbik edilmesi gerekir. Ancak cemiyetteki insanları yalnızca maddî ve hukukî müeyyidelerle idare etmek mümkün değildir. Bunun yanısıra ahlâkî değerlere gerekli önemin verilmesi şarttır. Zaten manevî ve ahlâkî değerlerden yoksun bir ictimaî yapıda, maddî ve hukukî değerlerin uygulanması mümkün değildir.(34)
Bu noktada İslâm Hukuku (şeriat-fıkıh), ahkâmıyla amelî emrederken, tasavvuf da aynı şeyi yapar. İmam-ı Rabbani, sünnete uymanın Nakşibendiliğin en önemli şartı olduğunu söylerken, aynı zamanda ruhsatla değil de azimetle amelî teşvik etmiştir.(35) Yine "Şeriat da, tasavvuf da, Allah'a yaklaşmayı emreder. Kerametler tasavvuf ve velâyetin bir şartı değildir." der.(36) Bütün bunlar "başlangıcı ilim, ortası amel ve sonu da ilâhî bir mevhibe olan tasavvuf"(37)un İslâm Hukuku ile beraber olduğunu, aynı gayeye hizmet ettiğini ve birbirlerini desteklediğini gösterir.
Gazzali İhya isimli eserinde fıkıh ve tasavvuf yolunu (zâhir-bâtın) birleştirdi. Önce, takva ve şeriata uyma konusunu sistemleştirdi. Sonra sûfîlerin riayet ettikleri âdâb ve gelenekleri açıklayarak, mutasavvıfların ibarelerinde geçen ıstılahları izah etti. Başlangıçta tasavvuf, sadece ibadetten ibaret olup şeyhlerin hâllerinden ve ağızlarından öğrenilen bir bilgi hâlinde iken, bu çalışmalar neticesinde; Müslümanlar arasında tefsir, hadis, fıkıh ve usul gibi tedvin edilmiş bir ilim hâline geldi.(38)
Büyük İslâm Hukukçusu Şatıbî (790/1304), tasavvufta seyr ü sülûkün aslının, azimetle amel olduğunu söyler.(39) Şeriatin namaz, oruç, hac... gibi ahkâmı zaten yapılıyor. Bunlar zaten ruhsat kısmındandır. Azimetle amel ise Nakşibendilik veya bir başka tarikatin kaide ve vazifelerini tatbikle mümkündür. Bu vazifelerin tamamı ise kitap, sünnet, icma ve kıyastan alınmıştır(40) ki, bunlar aynı zamanda, fıkhın kaynaklarıdır. Bu konuda İmam Rabbani şöyle söylemektedir: "Bu konuda esas olan zikr-i ilâhi, şeriatin emridir. Yasaklardan sakınmak ise bu yolun zaruriyatıdır. Farzları îfâ ise mukarribattandır. Kul ve Mevlâ arasında vesile ve vasıta olmaya müstehak olmuş, manevî yolu iyi bilen ve ona ulaştırabilen bir şeyh aramak da yine şeriatin emridir. Çünkü Cenab-ı Allah kendisine yaklaştıracak vesîle aramayı emrediyor."(41)

Fıkıh ve Tasavvufun Birbirinden Farklı Yönleri
Şeriatın ahkâm olarak bir insanın dışına, yani organlarına taalluk eden tarafı, bir de sadece kâlbe mütallık tarafı vardır. Kâlbe ilişkin ahkâm, bâtın konusunu, organlara ait olanlar da zâhir konusunu teşkil eder. Ayrıca, yine şeriatın, âyet ve hadislerden hemen doğrudan anlaşılan bir tarafı vardır. Buna zâhir denir. Bir de anlaşılması bir tetebbû isteyen, diri bir gönül ve ilhama bağlı bulunan ve zâhirin anlamlarla çakışmayan bir manası daha var ki, buna da bâtın denir. Tasavvufta, şeriâtın zâhir ve bâtın boyutunun her ikisi de çok önemlidir. Zâhir önemlidir, ondan vazgeçilmesi mümkün değildir, hatta esastır. Zâhir ulemâsını bâtınî manalar konusunda telaşlandıran, zâhiri hiç kabul etmeyen ve kendi görüşlerini zâhiri düşüncenin alternatifi sayan Bâtınîlik cereyanı mensuplarıdır. Sûfîlerin batın anlayışının, mezkur cereyanla bir ilgisi yoktur. Zaten ehl-i tasavvuf kendini zâhirin alternatifi de görmez. Cenab-ı Hakk'ın "Allah nimetlerini zâhiri ve bâtınî (zâhiraten ve bâtıneten) olarak size bolca ihsan etmektedir."(42) beyanı da şeriatın bu iki tarafına işaret etmektedir.(43)
Şeriat ve tasavvuf arasında fark yoktur. Şeriat ve tasavvuf ilmi arasında da fark yoktur. Fark ulemânın bilgisinin istidlal ve ilme, meşayihin bilgisinin keşf ve zevke bağlı olmasıdır.(44) Yani arada metod farkı vardır.
Fıkıh, kişiye göre uygun olanı kendisine bırakırken (ruhsat), tasavvuf azimeti tercihi söyler.(45) Sadece ahkâm-ı şer'iyyeyi tatbikle yetinen fukahaya karşın mutasavvıflar daha derûnî bir İslâm anlamışlar ve buna hakikat demişlerdir. Şeriat, ilk insandan kıyamete kadar değişebilirken, hakikat değişmez.(46) Tasavvuf emirden ziyade, teşrî' hikmetine bakarak gerçek gayeyi hedeflerler. Dolayısıyla teklif zâhire değil kâlbe hitap eder. Kulun kurtuluşu sadece amelleri ifasında değil, aynı zamanda niyetindeki ihlastadır.(47)
Fıkıh, ahkâmı farz, vacip, sünnet, mendup, mübah, mekruh ve haram gibi sınıflara ayırırken; tasavvuf güzel kulluğun gerçekleşmesi için sürekli alt yapı hazırlar(48) ve ahkâmın tatbik edilip edildiğine bakar. Eğer yapılması isteniyorsa, farz, vacip ve mendubu ayırmaz. Yapılması istenmiyorsa, mekruh ve haramı ayırmaz. Dolayısıyla tasavvufta, her mendup, vacip ve farzın yapılması söz konusudur. Yine ahiret yolunda her mekruh ve haramı terk etmek esastır. Bu sebepten mutasavvıflar içinde menduba farz, mekruha da haram diyenler olmuştur. Onlara göre ruhsatlar mübah dairesindedir.(49) Bu tasavvufun azimet anlayışının sınırıdır.
Şeriat motamot açıklamalar yaparken, tasavvuf (bâtınî fıkıh) âdetleri ibadetlere çevirme ve her nefese varıncaya kadar ibadet şuurunu geliştirmeyi amaçlar. İmam-ı Rabbani bunu örneklendirirken der ki: "Yemek, ibadet gücü olsun diye nefsi kuvvetlendirmek için olmalı ve insan bu mertebeye çıkmaya çalışmalı. Giymede maksat, ibadet için güzelleşmek olmalı. Gösteriş için olsa haramdır. Yine bütün hareketler Hak rızası için olmalı. Mesela uyumak isteyen ibadetteki yorgunluğunu atmak için uyumalı, ki böyle uyku da ibadettir. Aksi hâlde normal uyku bir gaflettir. Bu sırdan dolayı "âlimin uykusu ibadettir" diye haberde varid olmuştur. Tabi ki bu seviyeye namazı gereği gibi kılmak ve kâlbî zikre devamla varılır."(50)
Fıkıh âlimleri ve müftüler, sonraki mutasavvıfların bazı şatahatlı sözlerini ve o neviden görüşlerini reddetmeye koyuldular. Bu konuda daha ileri giderek tasavvuf mesleğinin diğer esaslarını da, reddiyelerinin sınırı içine aldılar. Bu ulemânın mutasavvıflarla olan münakaşaları üzerinde biraz etraflıca durmak doğru olacaktır. Zâhir ulemâsı mutasavvıflarla şu dört meseleyi münakaşa etmiştir:
1- Mücahede ve mücadeheden meydana gelen manevî zevk ve vecd halleri üzerine konuşmak, işlenen fiiler konusunda nefis muhasebesi yapmak, böylece bu hâlleri birinden daha üstün olan diğerine geçilen makamlar vaziyetine getirmek.
2- İlâhî sıfatlar, arş, kürsi, melekler, vahiy, nübüvvet, ruh, gördüğümüz ve görmediğimiz bütün varlıkların hakikatleri, yaratıcısından sudur eden âlemin terkibi ve tekevvünü gibi gayba ait olan, fakat keşf ve hakikat ile idrak edilen konular üzerinde konuşmak.
3- Mutasavvıfların keramet nevinden olmak üzere kainatta ve âlemde tasarrufta bulunmaları konusunda konuşmaları.
4- Mutasavvıf imamların bir çoğundan zuhur eden ve "maksat zâhiri manadır." gibi sözler üzerinde konuşmaları.(51) Bu türden "Ene'l-Hak" gibi mevhum sözlere tasavvuf dilinde şatahat denir. Bunların zâhirî manasını anlamak güçtür. Bu sebepten bu nevi sözlerin bazıları red, bazıları tasvip ve bazıları da tevil görmüştür.(52)
Burada tasavvufun, bâtın ilmi ve ibadet yolu olmak dolayısıyla şer'i hükümleri ruhî manalarıyla ve kâlpler üzerindeki tesiriyle telakki ettiğini ve bu bakımdan ibadetleri ve muameleleri dış yüzü ile ve dış şekilleriyle anlatan fıkıhtan ayrıldığını söylemek mümkünse de(53) tasavvufun daha başka bir cephesi vardır.(54) O da, yakînî marifeti ve hakiki bahtiyarlığı araştırarak tasavvuf yoluyla bulmaktır. Onun için tasavvuf, marifete erdiren ve bahtiyarlığa kavuşturan yol sayılmış(55) ve böylece kelâm erbabı içindeki görüş sahiplerinin yoluna tekabül eden bir yol tutmuştur. Bu yüzden, tasavvufa verilen isimler çoğalmış ve herkes ona ayrı bir isim vermiştir. Fıkıh ilminin mukabili olarak onu bâtından bahseden bir ilim olarak telakki edenler ona bâtın ilmi, esrar ilmi, ahvâl ve makamat ilmi, süluk ilmi, tarikat ilmi demişler; onu kelâm ilminin mukabili olarak nazarî ve aklî marifetten değil, fakat zevkî marifetten bahseden bir ilim sayanlar ona maarif ilmi, mükâşefe ilmi ve hakikat ilmi demişlerdir. Ona bâtın ilmi diyenler daha çok hicri 3. ve 4. asırlarda; ona marifet ve bahtiyarlık ilmi diyenlerse, hicretin 5. ve 6. asırlarında göze çarpıyorlar.(56)
Fıkhın incelediği konulardan biri hikmet-i teşrîdir. Tasavvuf da ibadet ve tâatlerdeki hikmetleri genelde manevî incelikler olarak ele alır. Tasavvuf kitaplarında esrâru's-salat ve esrâru's-savm gibi konular buna dahildir. Zâhirî fıkhın üstadları, şeriatın zâhirî ahkâmını delillerinden istinbat ettiği gibi, sûfîler de kâlp ve iç âleme ait hükümleri delillerinden öylece çıkarmışlardır. Fukahanın dışardan incelediği konuları, mutasavvıflar içerden anlamak ve anlatmak istemiştir. Nasıl ibadetlerin zâhiri bir şekli varsa ve bunlarla ilgili hükümler fıkıh ilminin konusunu teşkil ediyorsa; ibadetlerdeki kâlp huzuru, hudu ve huşu'un da öylece bâtınî şartları vardırki, o da tasavvuf ilminin konusunu teşkil eder. Bedenin zâhiri olan fiil ve hareketinde, iyilik veya kötülüğe meyletmesi, kâlbin salah ve fesadına bağlıdır. Çünkü kâlpteki salah ve fesad, Hz. Peygamber (s)'in buyurduğu gibi vücudun her tarafına tesir eder.(57)
Yine fıkıh ve tasavvufun irtibat ve farklılığı konusunda Ebu Nasr es-Serrac Tusî diyor ki: "Tasavvufî makamlar ile hallere ait ahkâmı anlayıp kavramanın faydası; boşama, köle azad etme, zıhar, kısas, şer'i hudud ve miras taksimi gibi konuları öğrenmekten daha az önemli değildir. Çünkü bu tür ahkâma insan, belki ömründe bir kere ihtiyaç duyar. Böyle bir hadise başına geldiğinde herhangi bir âlimden alacağı cevapla amel ederek bir başka mesele ile karşılaşıncaya kadar kendisinden bu ilim sakıt olur. Sûfîlerin inceden inceye üzerinde durduğu hâl, makam ve mücahede gibi konular ise, bütün müminlerin her an ihtiyaç duyduğu konular olduğundan, herkesin bunları öğrenmesi gerekir. Sıdk, ihlas, zikir gafletten kaçınmak gibi makam ve hâllerin belli bir zamanı olmaz. Bilakis kul, her an kast ve muradının ne olduğunu, gönlünün neyi arzuladığını bilmek zorundadır. Yerine getirilmesi gereken bir hak söz konusu olduğunda onu yapmak, nefsin bir hazzı söz konusu olduğunda ondan kaçınmak gerekir. Cenab-ı Allah Peygamber (sav)'e 'Kâlbine bizi anmaktan gaflet verdiğimiz, heva ve hevesine uymuş, işinde haddi aşmış kimselere boyun eğme'(58), buyurmaktadır." Tusî devam ediyor; "Sûfîlerin, manevî hâllere ait ilim ve inceliklerin kavranması konusundaki çalışmaları, fakihlerin zâhir ahkâma ait istinbatlarından daha çoktur. Çünkü maneviyat ilminin nihayeti yoktur. Tasavvuf ilmi, Hakk'ın lütuf denizlerindan gelen ve ancak ehli tarafından anlaşılabilen bir takım manevî işaret, ilham ve mevhibelerden oluşur. Diğer ilimlerin bir sınırı vardır. Tasavvufun ise sınırı yoktur. Çünkü maksudun sonu yoktur. Tasavvuf, Allah'ın dostlarının gönlüne Kelâm-ı ilâhisini anlamak, hitab-ı ilâhisinden hüküm çıkarmak üzere açtığı bir keşf ü ilham ilmidir. Bütün ilimler neticede tasavvufa ulaşır."(59)
Bazı fakihlerin, sûfîleri, dinde bid'at çıkarmakla, bazı sûfîlerin de onları katılık ve ruhsuzlukla itham etmeleri kaçınılmaz bir durumdur. Sûfîlerin, dini, şekil ve kurallarla dolu cansız kaideler haline getiren fakihlere karşı çıkmaları bir gereklilikti. Kendilerini dinin hâmisi olarak gören fakihlerin de, sûfî yaklaşıma muhalefet etmeleri kaçınılmaz bir olaydı. Gerçekte sûfîler dini, Rab ile kul arasında ferdi bir ilişki olarak görmüşler, kulun taatını sadece şeriatın zâhirine uygunluk açısından değil, aynı zamanda şeriatın ruh ve hakikatına uygunluğuna, dolayısıyla ihlâs ve samimiyete bakmışlardır. Bu sebepten onlara göre gerçek fakih, sadece şeriatın zâhirî hükümlerini bilen değil, dinî işinde basiret sahibi ve şeriatın hakikatını anlayan kimsedir.(60)
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Devamı...
Şeriat-Tarikat-Marifet ve Hakikat Değerlendirmesi
Şeriat sözlükte yol ve su kanalı anlamına gelir. Istılahta ise dinin zâhirî yönüne ait kaideler veya dinin hukuk kuralları manasına kullanılır. Tasavvufa da bâtınî hukuk veya bâtınî fıkıh denir(61). Tasavvufta şeriat, tarikat-ı ilâhiye manasına kullanılır.(62) Tarikat; sâliklerin Allah'a vasıl olmak için makamat üzere gerekli menzilleri katetmesidir.(63) Marifet; keşf ve ilhamla hâsıl olan vasıtasız bilgi, manevî ve iç tecrübe ile öğrenilen ilim, tasavvufî irfan(64) demektir.
Yakîn anlayışı da marifetle irtibatlıdır. Buna göre yakîn üçe ayrılır: İlme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn. Birincisi öğrenilen, ikincisi görülen, üçüncüsü de yaşanılan bilgidir. İlme'l-yakîn akıl sahibi olanlara, aynel-yakîn ihsan sahibi olanlara, hakka'l-yakîn ise marifet sahibi olanlara mahsustur. Hakikata ayan beyan olarak ancak marifet sahibi olanlar erebilir.(65)
Hakikat ise; kâlbin daimi surette Allah'ın huzurunda bulunması, bir ân bile şüpheye düşmemesi, ilâhî âlemde müşahede edilen fakat ifade edilemeyen manevî gerçekler66 veya şeriatın örtüsüyle gizlenmiş bâtınî mana67 anlamına gelir.68 Bu sebepten Sülemî; "Şeriat emir, hakikat da Hakk'ın o emirdeki muradıdır", der.(69) Hakikatin gizliliği, avamın anlamada güçlük çekmesi manasınadır. Yoksa şeriata muhalefeti manasına değildir.(70)
Tarikat, şeriat çerçevesinde kişiyi Hakk'a götüren daha hassas ve özel yollardır. Tarikat ehli Allah'a giden yolda dört mertebe kabul etmiştir. Bunlar şeriat, tarikat, marifet ve hakikattir. Bunlar dört katlı bir ev gibidir. En alt katta şeriat vardır. Alt kat yıkılırsa, üst katlar da yıkılır. Bu dört mertebe kırk tane makam ihtiva eder. Kul Cenab-ı Allah'a ancak bu mertebeleri geçerek vasıl olur. Bunlardan onu şeriata, onu tarikata, onu marifete ve onu da hakikate aittir.
Hacı Bektaş-ı Velî Makâlât'ında diyor ki; şeriata bağlılığı mükemmel olmayan kimseye tarikat, marifet ve hakikat mertebeleri de kapanık olur. Bu mertebeleri usulüne uygun olarak tamamlayan kimse sonradan şeriata bağlılığını bozarsa; tarikat, marifet ve hakikati de bozmuş olur. Nitekim Hz. Peygamber (s) buyurur ki: Şeriat bir ağaçtır; tarikat onun dalları, marifet yaprakları ve hakikat de onun meyvalarıdır. Ağaç mevcut olmazsa dalları, yaprakları ve meyvaları da olmaz. Bu suretle anlaşılır ki şeriat asıl, diğerleri teferruattır. Teferruatın varlığı ancak aslın varlığıyla mümkündür. Asıl olmayınca teferruat da olmaz.(71)
Dörtlü sıralamada hakikatı marifetin önüne koyanlar da vardır. Bu durumda, avamın normal olarak kurallara uygun yaşadığı İslâm'a şeriat; dinde biraz takva cihetine ağırlık verenlerin yaşadığı ve ulaştığı inceliğe tarikat; takva ve verâda titizlikle varılan sonuca hakikat ve nihayet bu yaşamanın mana açısından kişide ifade ettiği bilgi plânındaki sonuca da marifet denir ki meydana gelişi yaşamakla sıkı sıkıya irtibatlıdır. Hacı Şaban-ı Velî bu dört mertebeyi şu şekilde anlatır: "Şeriat beden için, tarikat kâlp için, hakikat ruh için ve marifet Hakk içindir. İlim ile marifet, birmiş gibi görünmesine rağmen aralarında ince bir fark vardır. İlmin zıddı cehl iken, marifetin zıttı inkardır. İlim kesbî iken marifet vehbidir."(72)
İmam-ı Rabbani Mektubat'ında şöyle der: "Bazıları ilhad ve zındıkaya meylederek maksud-ı asli şeriatın mâverasında olduğunu tahayyül etmişlerdir. Haşa ve kella, sümme haşa ve kella. Böyle bir itikattan Allah'a sığınırız. Tarikat ve şeriat birbirinin aynıdır. Aralarında kıl ucu kadar muhalefet yoktur. Şeriata her muhalif olan merduttur ve şeriatın reddettiği her hakikat davası zındıklıktır."(73)
Yine İmam-ı Rabbani şeriat, tarikat ve hakikat bahsinde: "Meselâ dilin yalan söylememesi şeriat, kâlpten yalan hatırasını nefyetmek eğer tekellüf ve teamül ile olursa tarikat ve eğer bila tekellüf olursa hakikattir. Velhasıl bâtın olan tarikat ve hakikat, zâhir olan şeriatın mükemmilidir. Binaenaleyh tarikat ve hakikat yoluna sülûk edenlerden esna-yı tarikatta zâhiren şeriata muhalif ve münafi umur zuhur eylerse, hep bunlar sekr-i vakitten ve galebe-yi hâldendir. O makamı geçip ayıldıkları vakit, o münafat bilkülliye kalkar ve o zıt ilimler tamamıyla hebâen mensura olur."(74) demektedir. Zaten bu mektup tarikat ve hakikatin şeriatın tamamlayıcısı olduğunu belirtmek için yazılmıştır.(75)
Kuşeyrî ise şeriat ve hakikat hakkında şöyle der: "Şeriat ubudiyetin gereğini yapmaktır. Hakikat ise rububiyeti müşahede etmektir. Hakikatla desteklenmeyen şeriat makbul olmadığı gibi, şeriatla kayıtlı olmayan hakikat da aynı durumdadır. Şeriat mükellefiyet getirir. Hakikat ise, Hakk'ın tasarrufatını haber vermektir. Şeriat ibadet etmek, hakikat ise müşahede etmektir. Şeriat emredileni yapmak, hakikat ise olanı, gizli ve açığı müşahede etmektir. Bu sebepten Üstad Ebu Ali Dekkak şöyle der: "Fatiha'daki "İyyake na'büdü" şeriatı özetler, "Ve iyyake nestain" ise hakikati ıkrar eder. Allah'ın emri olması itibarıyla şeriat hakikattir. Marifet de Allah'ın emriyle olması itibarıyla, hakikatte şeriat olur."76
İmam-ı Rabbani, tarikat ve hakikatin şeriata hadim olduğunu belirten 36. Mektup'ta şöyle der: "Gerçek şeriata sarılmak gerekir. Bil ki şeriat üç parçadan oluşur: İlim, amel, ihlas. Bu üç parça gerçekleşmeden şeriat gerçekleşmez. Ne zaman şeriat gerçekleşirse Hakk'ın rızası da gerçekleşmiş olur. Ki bu makam, dünya ve ahiret saadetlerinin hepsinin üstündedir. Zaten şeriat dünya ve ahiret mutluluğunu temin için vardır. Tasavvufun temayüz ettiği tarikat ve hakikat, şeriatın üçüncü parçası olan ihlasa hizmet için vardır. Tarikat ve hakikat şeriatı tekmil için vardır, başka bir sebepten dolayı değil. Tarikattaki sûfîlere arız olan hal, vecd, özel ilim ve irfan gibi şeyler, tarikat çocuklarının terbiye edildiği bir takım vehim ve hayallerdir. Bütün bunlar aşılmalı, sülûk ve cezbe makamlarının sonuncusu olan makam-ı rızaya ulaşılmalıdır. Öyleyse tarikat ve hakikat menzillerini katetmekten maksat, makam-ı rızayı gerektiren ihlâsı elde etmekten başka bir şey değildir. Hâl ve vecdleri maksat yapıp müşahede ve tecellilere talip olanlar, vehim ve hayal hapsinde kalıp şeriatın kemâlâtından mahrum olurlar. İhlâs makamına ulaşıp rıza mertebesine vasıl olmak bu hâl ve vecdleri geçmeye, tarikat ilim ve irfanını almaya bağlıdır. Bütün bunlar gerçek maksut için başlangıç ve hazırlayıcı edevattır. Bu fakire, bu mana tarikatla on sene uğraştıktan sonra ortaya çıktı."(77)
Şeriat, tarikat ve hakikat üçlemini kısaca şöyle anlatmak mümkündür: Şeriatta "şu senin, bu benim", tarikatta "bu hem senin hem de benim" ve hakikatta "şu ve bu, ne senin ne de benim, her ikisi de Allah'ın."(78)
Bu üçlüye marifeti de ekleyecek olursak Mehmet Ali Hilmi Dede Baba'nın şu dörtlüğü ortaya çıkar:
Şeriattır tarikatın kapısı, Tarikattır hakikatın yapısı,
Hakikattır marifetin tapısı, Marifet gevheri hazinetullah.(79)
Bu noktada Bediüzzaman Said Nursi'nin konuyla ilgili veciz iki değerlendirmesini zikretmek istiyorum:
1- Şeriat doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, ehadiyet sırrı ile mutlak rububiyet noktasında ilâhî hitabın sonucudur. Tarikat ve hakikatın en yüksek mertebeleri şeriatın parçaları hükmüne geçer. Yoksa daima vesîle, başlangıç ve hizmetçi hükmündedirler. Neticeleri şeriatın muhkemâtıdır. Yani; hakaik-ı şeriata yetişmek için tarikat ve hakikat meslekleri, vesile, hadim ve basamaklar hükmündedir. Gitgide en yüksek mertebede, şeriatın kendinde bulunan mana-yı hakikat ve sırr-ı tarikata inkılap ederler. O vakit, şeriat-ı kübrânın cüzleri oluyorlar. Yoksa bazı tasavvuf ehlinin zannetikleri gibi; şeriatı zâhirî bir kışır, hakikatı onun içi, neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir. Evet, şeriatın insanların derecelerine göre inkişafları ayrı ayrıdır. Avam tabakaya göre olan şeriatın zâhirini gerçek şeriat zannedip, havassa münkeşif olan şeriatın mertebesine "hakikat ve tarikat" ismini vermek yanlıştır. Şeriatın bütün tabakalara bakacak mertebeleri vardır.
İşte bundan dolayıdır ki tarikat ehli ve ashab-ı hakikat ileri gittikçe hakâik-ı şeriata karşı incizapları, iştiyakları ve ittibaları artıyor. En küçük bir sünneti en büyük bir maksat gibi telakki edip ona uymaya çalışıyorlar ve onu taklit ediyorlar. Çünkü vahiy ne kadar ilhamdan yüksek ise, vahyin meyvesi olan âdâb-ı şer'iyye de o derece ilhamın meyvesi olan âdâb-ı tarikattan yüksek ve önemlidir. Onun için tarikatın en mühim prensibi, sünnet-i seniyyeye uymaktır.
2- Tarikat ve hakikatın vesîlelikten çıkmaması gerekir. Eğer gerçek gaye hükmüne geçseler, o vakit şeriatın muhkematı ve pratiği ve sünnet-i seniyyeye ittiba şekli hükümde kalır, kâlp öteki tarafa yönelir. Yani; namazdan çok zikir halkasını düşünür, farzlardan çok evrâdına müncezip olur, büyük günahlardan kaçınmaktan çok tarikat âdâbına muhalefetten kaçar. Hâlbuki muhkemât-ı şeriat olan farzların bir tanesine bütün tarikat virdleri karşılık gelemez ve yerini dolduramaz. Âdâb-ı tarikat ve evrad-ı tasavvuf o ferâizin içindeki gerçek zevke medâr-ı teselli olmalı, kaynak olmamalı. Yani; tekkesi camideki namazın zevkine ve tadil-i erkanına vesile olmalı, yoksa camideki namazı çabucak şeklen kılıp da gerçek zevkini ve kemâlini tekkede bulmayı düşünen hakikatten uzaklaşıyor!...(80)
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Devamı...
Sonuç
Fıkıhla tasavvuf birbiriyle çatışmaz. Fıkıh bir insan bedeninin iskelet ve organları gibidir. Tasavvuf ise o insanın kâlp hayatı, ibadet, aşk ve şevki, haramlardan korunma duygusu ve iman kuvvetini ateşleyen bir iksir gibidir. Bu sebepten tarikat hep azimeti teşvik eder ve evâmir-i ilâhiyyeye ittibaı artırır. Dolayısıyla şeriatın (fıkıh-İslâm Hukuku) tatbikini netice verir. Bu sebepten tasavvufun insana kazandırdığı meziyetlerden mahrum bir fakih aldanabilir. Bunu Muhasibî Riaye'sinde şöyle anlatır81)
Helâl ve haram konularını öğrenip fetva ve kaza işlerine bakanlar, fıkıhla aldanabilirler. Bu da ilim öğrenen kişinin aldanması gibi, hatta daha büyüktür. Kendinden daha fazla Allah'ı bilen yok sanır. Çünkü helâlı ve haramı, fetva ve kazayı kendisi bilmektedir. Ümmetin din işlerini o yürütmektedir. Bir ihtiyaç anında ona koşarlar. Eğer o ve benzerleri olmasa din kaybolup, şeriat ortadan kalkıp, helâl ve haram bilinmeyebilir! Rivayet ehlini küçük görür. Çünkü onlar helâl ve haramdan, kaza ve fetvadan anlamazlar.
Ona göre, din işlerini sadece o yürütmektedir. Allah onun gibisine azap etmez. Onun gibisi Allah'ın hoşuna gitmeyen şeye inanmaz, sevmediğine bel bağlamaz. Şeytan onun gibisinden ümidini kesmiştir. Çünkü şeytan, Allah'ın helâl ve haram kıldığı şeyleri bilmeyenleri yoldan çıkarır. İşte bu duygularla aldanır. Sonra Allah'tan sakınma ve korkusu azalır. Kendisi hakkındaki helâl ve haramlarda Allah'ın emirlerini tam olarak anlayamadığından bir çok günahı kendisine gizli kalır.
Bundan nasıl kurtulunabilir?
Allah'ın büyüklüğünü, celâl ve heybetini, kudretini, vadettiği sevabı ve tehdit ettiği ikabı bildiren fıkhın daha büyük, daha şerefli ve ancak bu fıkıhla helâl ve haram konusundaki fıkhın bir şey ifade edeceğini bilmekle kurtulunabilir. Çünkü, O'nun büyüklüğünü, celâl ve heybetini, kudretinin gücünü, sadece O'nun zarar ve fayda vermeye malik olduğunu, vadettiği sevabı ve tehdit ettiği ikabı anlayan O'ndan korkar, O'nu büyük görür, O'ndan utanır, O'nu görür gibi ibadet eder. Çükü O'nun azamet, celâl ve rububiyetini, vaat ve vaîdini, cennet ve cehennemi kâlbiyle müşahede ediyor gibi anlamıştır. Kâlbiyle azabın dehşetini müşahede edince, havfı şiddetlenir, kâlbine yerleşen büyük sevap ve nimetlerden ötürü de O'nun yakınında olmaya şevki artar.
İşte o zaman Allah'tan korkar. O'ndan heybet duyar, öğrendiği bütün haramlardan kaçınır, O'nu ümit eder, O'na yakın olmaya müştak olur, vaat ettiği sevaba nail olmak için, yerine getirilmesi gereken vecibeler eda edilirken ortaya çıkan bütün güçlüklere katlanır. Kâlbini etkilemiş olan bu anlayıştan dolayı Allah'ın hoşuna gitmeyen şeyleri terkeder, emirlerini yerine getirir. Çünkü bu anlayış onu hoş olmayan şeylerden alıkoyar, vecibeleri de yerine getirmeye sevkeder.
Bunu anlayınca asıl fıkhı terkettiğini, sadece aleyhinde delil olan fıkhı öğrendiğini ve şu âyetten ötürü gerçek fakihlerden olmadığını anlar: "Allah'dan ancak âlim kulları korkar."(82) Bu âyette bildirilen havf sahibi fakihlerden olmadığını da anlar. Hz. Peygamber (sav) de şöyle buyuruyor: "Allah kime iyilik dilerse onu dinde fakih kılar."(83) Allah kime iyilik dilerse, kendi hakkında ve helâl-haram konusunda onu fakih kılar. O zaman da O'ndan korkar, O'na ümit bağlar, bildiği haramlardan kaçınır, Allah'ın emrettiği vecibeleri yerine getirir.
Allah'ın hakkını zayi eden ve öğrendikten sonra nehyettiklerini yapan hayra muvaffak olmamış, aleyhindeki hüccetlerin büyüklüğünden ötürü imtihana maruz kalmış ve imtihanı şiddetlenmiş, Allah'ın azabına maruz kalmış, fetva ve hükmü bilse de fâcir âlimlerden olmuştur.
Bazen Allah'ın dininden öğrenilen fıkıhla ahiret değil de dünya istenir. Bunu bilince, Allah korkusu ve haşyet olmadıktan sonra kendini âlim saymaz. Nitekim halk onun, fetva bilen bir âlim olduğunu düşünerek Şa'bi'ye (103/712), "Ey âlim bize fetva ver!" deyince onlara şu cevabı vermiştir.: "Âlim, Allah'ın kendisini onunla tehdit ettiği şeyleri anlayan ve O'ndan korkan kimsedir. Âlim, Allah'tan haşyet içinde olan kimsedir."
Hasan Basri'ye, "Bizim âlimlerimiz fetva verdiği hiçbir konuda böyle demiyorlar." diyen adama şöyle cevap verdi: "Sen hiç fakih gördün mü? Fakih dediğin, gece kaim, gündüz saim ve dünyaya karşı zahid kimsedir. Dinî emirlere karşı basiretlidir. Allah Teâlâ'nın 'Din ilimlerini inceden inceye öğrenmeleri için...'(84) diye bahsettiği âyetteki zâhir ve bâtın bütün ahkâmı bilirler.(85)
Bunlar fakihin Allah'ı bilen, anlayan kimse olduğunu ve bu anlayışın onu Allah'ın sevdiği şeylere sevk ettiğini sana haber veriyor. Neticede dünyaya karşı zahid davranır ve Allah'ın ona bildirdiği faniliği, ondan ötürü çekilecek şiddetli hesap, ona dayananların sevaplarının azlığı ve çekeceği azaptan dolayı ondan kaçınır. Ayrıca O'ndan öğrendiği nimetlerinin devamı ve sevabının çokluğu, onu sabahlara kadar ibadet etmeye, gündüzleri oruçlu geçirmeye ve bunları elde etmek için dünyayı kenara atmaya sevk eder.
Yine Hasan Basrî'den birisi bir fetva sorar. Aldığı cevaba karşılık, "Bizim fakihlerimiz böyle demiyor" deyince, "Sen hiç fakih gördün mü? Fakih durumu göz önüne alarak, görüşünü net söyler, şüpheli konuşmaz. Allah'ın hikmetini tefsir eder. Kabul edilirse Allah'a hamd eder, reddedilirse yine Allah'a hamd eder."(86)
Bu gerçekler, fakihin Allah'ı anlayan ve O'nu kâlpten büyük gören kişi olduğunu haber vermektedir. O'nun dışında ne zarar ne de fayda verebilecek kimsenin olduğuna inandığı için, halkın tavrı ona hafif gelmektedir. Onlardan gizlediği bir şey olmadığı için riyakârlık yapmaz, Allah'ın bildiği hikmeti gizlemez, aksine onu ızhar eder. Kabul ederlerse Allah'a hamd eder. Çünkü ondan aldıkları şeyle sevap almış, halkı Hakkı kabule yöneltmiş olmaktadır. Yanlarında değerinin arttığına sevinmiş değildir. Şayet reddederlerse yine Allah'a hamd eder. Çünkü halk reddetse bile, Allah onu, hakkı neşre muvaffak kılmış ve sevap vermiştir. Onların nazarında değerinin düşmesine ve tenkit etmelerine üzülmemektedir. Yaptığını bilen, onlardan değil Allah'tan korkar. Her hâlde O'na hamd eder, halka değil O'na tevekkül eder.
Kul bu durumu anlayıp kâlbine yerleştirince, bildiği ve anladığı konularda Allah'tan korkmaya ihtimam gösterir. Bunun sonucunda da bildikleriyle amel etmeye dikkat eder. Allah için korkmaya ve amel etmeye kendini kilitleyince, O'nu tanıma ve anlamaya önem verir.
İşte o zaman kendini, Allah hakkını zayi eden cahillerden sayar. Nefsini ümit ve korku arasında bir hale getirinceye kadar, gerek kendi nefsinde gerekse halk arasında, Allah'ın emrine riayet eder. Çünkü fakihlerin yükü, cahillerden daha ağırdır. Çünkü Allah, bildiklerini yaşamalarını ve halka da anlatmalarını emretmiştir. Zira bildiklerini gizlemeyip halka açıklayacaklarına dair onlardan söz almıştır.
Bunları bilince, Allah'la aldanma zail olur, bildikleriyle amel etme, gizlisiyle açığıyla Allah hakkını gözetme konusunda, kâlbini endişe ve korku kaplar. Bunları nefsinde bilmeye, O'nun marifetine engel olacak günahlarının, onu kuşatmamasına önem gösterir. Haşyet vermeyen marifete kani olmaz. O öğrendiği ve anladığı konularla amel etme endişesi içindedir. Allah'ın bu konuları soracağından endişe eder, aleyhine hüccet olacağından korkar.
Ebu'd-Derda'nın şöyle dediği rivayet edilir: "Ya Uveymir, ne öğrendin?" denilmekten değil, "Ya Uveymir, öğrendiklerinden hangisiyle amel ettin?" denilmekten korkuyorum. Allah dünyada kime ilim vermişse mutlaka ona bu ilimle amel edip etmediğini soracaktır. Eğer "biliyorum" desem, "bildiklerinden hangisiyle amel ettin?" denilecektir. Bir de bakacağım ki hiçbir delilim yoktur."(87)
İşte bu şekilde fakihler, fıkıhla aldanmaktan kurtulabilirler.
Bu sebepten büyük fukaha tasavvufun amacı olan ideal hayatı yaşıyordu. Bu noktada İmam-ı Gazalî'nin onlarla ilgili bu konuda verdiği misallerden birer tane zikretmek istiyorum. Zaten İmam-ı Gazalî kendisi de fıkıh ve tasavvufu birleştiren(88) bir âlim olarak bu noktada gerçek bir fakih olmuştur. Bu seviye için beş özellik söyler: Abid olmak, zahid olmak, âlim olmak, dünya adına insanların maslahatını gözetmek ve fıkıhla rızay-ı ilâhiyi istemek.
Ebu Hanife (150/767), az konuşan, çok düşünen ve dünyaya kâlben çok önem vermeyen birisiydi. Kuşeyrî, Şafiî bir mutasavvıf olmasına rağmen, hem ilmi, hem de tarikatı Ebu Hanife'den aldığını söyler.(89)
İmam Malik (179/795) der ki: "İlmiyle rızay-ı ilâhîden başkasını isteyen birisi, anlamadığı şeyi sırtına yüklemekle kendine yazık etmiştir."
İmam-ı Şafi (204/820) der ki: "Kendisini kötülüklerden koruyamayana ilmi fayda vermemiştir. Fıkıhta maksat sadece rızay-ı Bâri olmalıdır. İmam-ı Şafii'nin sûfîlerin sohbetine on yıl devam ettiği rivayet edilir."(90)
İbn Hanbel (241/855) ve Süfyan-ı Sevrî (161/778) de zühd ve vera konusunda çok hassastılar.(91) İbn Hanbel'in sûfî sohbetlerine gittiği ve oğluna da tavsiye ettiği rivayet edilir.(92)
Bütün bunlar; fıkhı, Allah'a yaklaşmak için öğrenmek, kullukta ihsan sırrını yakalamaya bir basamak yapmak ve Allah ve Rasülü'nün sevgisiyle dopdolu, kâlben itminana kavuşmak için öğrenilip öğretilebileceğini ortaya koymaktadır. Ki, bu noktada aynı gayeye hizmet eden tasavvufla birleştiği açıktır. Zaten İslâmî ilimlerin birbiriyle çatışması da söz konusu olamaz.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Devamı...
Dipnot
1 İmam-ı Buhari, Câmiu's-Sahih, İman 1, c. 1, s. 30.
2 Konur, Himmet, "Şeriat ve Tasavvuf", İslâmiyat Dergisi, Sayı: 4, Ankara 1998, s. 119.
3 Doğrul, Ömer Rıza, Tasavvuf, İstanbul 1948, s. 68.
4 Ensari, Abdülhak, Şeriat ve Tasavvuf, çev.:Yusuf Yazar, Ankara 1991, ss. 50-51.
5 İbn Haldun, Abdurrahman, Mukaddime, çev.: Zakir Kadiri Ugan, İstanbul 1989, c. 2, s. 545.
6 Doğrul, Tasavvuf, s. 69.
7 Dağcı, Şamil, İslâm Ceza Hukukunda Şahıslara Karşı Müessir Fiiller, Ankara 1996; Şafak, Ali, Hukuk Terimleri Sözlüğü, Ankara 1992, s. 136.
8 Şafak, a.g.e., s. 223; Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-ı İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu, İstanbul, c. I, ss. 13-14.
9 Atar, Fahrettin, Fıkıh Usulü, İstanbul trz., s. 2.
10 Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara 1997, s. 689-696.
11 Büyük ihtimalle nefsi terbiyede zühd ve mütevazi bir hayat yaşamak için yün ve benzeri kaba elbise giydikleri için bu isim onlara verilmiştir. Bkz.: İbn Haldun, Mukaddime, c. 2 s. 541; Doğrul, Tasavvuf, ss. 60-61; Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1990, ss. 24-27; Aynî, Mehmet Ali, İslâm Tasavvuf Tarihi, İstanbul 1985, ss.36-37.
12 Hz. Peygamber (s)'in "Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim." (İmam Mâlik, Muvatta, Hüsn-i Huluk, 8, s. 904) hadis-i şerifleri de bunu gösterir. Bkz.: Sunar, Cavit, Tasavvuf Tarihi, Ankara 1975, s. 164; Aynî, İslâm Tasavvuf Tarihi, ss. 41-42,49 vd.
13 Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetname, sadeleştiren: Turgut Ulusoy, c. 2, s. 35; İbn Haldun, Mukaddime, c. 2 s. 540-1; Burckhardt, Titus, İslâm Tasavvuf Doktrinine Giriş, çev.: Fahrettin Arslan, İstanbul 1982, s. 15 vd.; Afifi, Ebu'l-Ala, Tasavvuf, çev.: Ekrem Demirci-Abdullah Kartal, İstanbul 1997, s. 39; Kotku, M. Zahit, Tasavvufî Ahlâk, İstanbul 1975, c. 2, s. 25; Küçük, Hasan, Tarikatlar, İstanbul 1976, s. 43; Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 43.
14 Temren, Belkıs, Tasavvuf Düşüncesinde Demokrasi, Ankara 1995, s. 17.
15 Altıntaş, Hayrani, Tasavvuf Tarihi, Ankara 1986, s. 2.
16 Öztürk, Yaşar Nuri, Kur'ân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, İstanbul 1979, ss. 13-14.
17 İbn Haldun, Abdurrahman, Şifaü's-Sail, hazırlayan: Süleyman Uludağ, İstanbul 1977, s. 237; Cürcani, Ali b. Muhammed, et-Ta'rifat, ss. 59-60.
18 Necatioğlu, Halil, "Tasavvufun Aslı", İslâm Dergisi, Aralık 1983, ss. 2-3.
19 Bakara/216.
20 Ustaosmanoğlu, Mahmut, Ruhu'l-Furkan, İstanbul 1991, c. 2, s. 529.
21 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 275.
22 Bu sebepten Bediüzzaman Said Nursi 5. Mektup'ta Nakşî tarikatının üç perdesini anlatırken, ikinci perde olarak; "Feraiz-i diniyyeye ve sünnet-i seniyyeye, tarikat perdesi altında hizmettir." diyor. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, İstanbul 1994, s. 20.
23 Tabakoğlu, Ahmet, "Tasavvuf ve İktisat", Vefatının 10. Yılı Sebebiyle M. Zahit Kotku ve Tasavvuf Sempozyumu, İstanbul 1991, s. 184.
24 Casiye/18.
25 Necatioğlu, Halil, "Şeriat ve Tarikat Üzerine", İslâm Dergisi, Eylül 1983, Sayı 1, s. 31.
Bu sözü İmam Malik'e nisbet edenler de vardır. Bkz.: Ebu Medyen, Tasavvufun İncisi, şerh: İbn Atâullah el-İskenderânî, çev.: Halit Sevimli, Konya 1974, s. 65; İnce, Ahmet, Tasavvufun Hakikatları, Bursa 1405/1984, s. 33.
26 Havva, Said, Terbiyetüne'r-Ruhîyye, Beyrut/Dimeşk 1399/1979, s. 68.
27 Aynı eser, ss. 67-70.
28 İbn Haldun, Şifaü's-Sail, s. 292.
29 Aynı eser, s. 293.
30 İbn Haldun, Şifaü's-Sail, ss. 293-294.
31 Aynı yer.
32 Aynı eser, ss. 294-295.
33 Aynı eser, ss. 295-296.
34 Kılıç, Cevdet, Muhammet İkbal (Hayatı-şahsiyeti-fikirleri), Ankara 1994, ss. 196-197.
35 İmam-ı Rabbani, Mektubat, İstanbul trz., 22. Mektup, c. 2, s. 34.
36 A.g.e., 92. Mektup, c. 2, s. 138.
37 Sühreverdî, Abdü'l-Kahir b. Abdullah, Avarifü'l-Ma'ârif, Beyrut 1403/1983, s. 57.
38 İbn Haldun, Şifaü's-Sail, ss. 241-242.
39 Ebu İshak İbrahim b. Musa b. Muhammed el-Haymi el-Ğarnati, el-Muvafakat fi-Usuli'ş-Şeria, şerh ve tahriç: Abdullah Draz, Beyrut trsz., c. 3, ss. 179-180.
40 Ustaosmanoğlu, Ruhu'l-Furkan, c. 1, ss. 94-95.
41 "Ona (Allah'a) ulaştıracak vesile arayın." (Maide/35); "Bilmiyorsanız ehl-i zikre (âlimlere) sorunuz." (Nahl/43, Enbiya/8); "Rahman'ı bilene sor." (Furkan/59); "Bana yönelen insanın yoluna uy." (Lokman/15) âyetleri de şeriatı iyi bilen bir manevî öndere (şeyh) bağlanmaya şer'i delildir. Zeki İbrahim, Muhammed, Ebcediyyetü't-Tasavvufi'l-İslâmi, s. 34; Ustaosmanoğlu, a.g.e., c. 2, s. 63.
42 Lokman/20.
43 Tûsî, Ebu Nasr Serrac, el-Lüm'a, Hazırlayan: H. Kamil Yılmaz, İstanbul 1417/1996, s. 549-550.
44 İmam-ı Rabbani, Mektubat, 15. Mektup, c. 1, s. 21; Yılmaz, Hasan Kamil, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1994, s. 66.
45 İmam-ı Rabbani, a.g.e., 23. Mektup, c. 2, s. 234.
Azimetin faziletine dair âyetler vardır. Bu konuda üç örnek verebiliriz:
1- Mükrehin Allah'ı inkarına Kur'ân, takıyye yollu cevaz verirken, sabredip ölümü tercih edenlere ecr-i azim var, der.
2- Borçlunun, borcunu geciktirmesine izin vermek iyidir. Ama aynı 'deyn' âyetine göre tamamını bağışlamak daha hayırlıdır.
3- Kaza orucu için fidye verip borçtan kurtulunabilir. Ama Bakara sûresi 157. âyete göre oruç olarak kazası daha hayırlıdır.
Bu sebepten Şeyban er-Râî "Size göre beş devenin zekatı bir koyundur. Bize göre ise develerinin hepsini fukaraya vermek gerekir." der. Yine Abdülkadir Geylani ve İbn Arabi gibi tasavvuf erbabı visal orucu tutmuş, bu konudaki yasaklayıcı hadisleri de, "Biz de Rasulüllah gibi Allah katından rızıklanıyoruz." diyerek açıklamışlardır. Böylece hadisteki derin hikmeti yansıtmışlardır.
46 Konur, Şeriat ve Tasavvuf, s. 120.
47 Afifi, Tasavvuf, ss. 108-109.
48 Mutasavvıflar zühd, takva ve ihlas gibi bâtınî ahkâmı halka sunmakla, fukahanın boş bıraktığı alanı doldurmaya çalışmışlardır. Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 65.
49 Şatıbi, el-Muvafakat fi-Usuli'ş-Şeria, c.3, ss. 179-180.
50 İmam-ı Rabbani, Mektubat, 17. Mektup, c. 3, ss. 25-26; en-Nedevî, Abdülbari, Tasavvuf ve Hayat, çev.: Mustafa Ateş, İstanbul 1967, ss. 28-30.
51 Râzî, şeriatın zâhir ve bâtını olduğunu kabul eder ve Âl-i İmran suresi 164. âyeti delil gösterir. Bu âyette geçen "kitap" kelimesi şeriatın zâhirine, "hikmet" kelimesi de şeriatın bâtınına işaret eder, der. Yüce, Abdülhakim, Razi'nin Tefsirinde Tasavvuf, İzmir 1996, s. 128.
52 İbn Haldun, Şifaü's-Sail, s. 254; aynı müellif, Mukaddime, c. 2, s. 558; Doğrul, Tasavvuf, ss. 79-80; Cebecioğlu, Ethem, "Alandışı/Laymanlerin Tasavvufu Anlayamamalarının Nedenleri", İslâm, Mayıs 1997, ss. 12-16.
Ebu's-suud Efendi (982/1574) Yunus'un;
Cennet dedikleri bir ev ile birkaç huri,
İsteyene vergil anı, bana seni gerek seni.
beyti sebebiyle küfre girdiğini söylemiş ve böyle diyenlerin sarih küfürleri sebebiyle öldürülmelerini mübah görmüştür. Fakat bu, Yunus'a göre gerçek dindarlığın ifadesiydi. Konur, Tasavvuf ve Şeriat, s. 120.
53 Küçük, Tarikatlar, s. 218; Çiçek, Yakup, "Peygamberimiz Devrinde Tasavvuf", Mavera Dergisi Tasavvuf Özel Sayısı, 1984, s. 15.
54 Bu anlayışa göre; dinin zâhirî yönü, Hz. Peygamber (s)'in nübüvvet göreviyle, bâtınî yönü de velâyet göreviyle alâkalıdır. İkinci yön, dar-ı bekaya irtihallerinden sonra velilere kalmış ve tebliğ edilmeyi beklemektedir. Bu derûni yön, yazıya geçirilmemiştir, geçirilememiştir ve geçirilemez de. İbn Arabi bu velâyet yönünü, "Nebilerin teşrî dışındaki sözleri", olarak tanımlar. Konur, Şeriat ve Tasavvuf, ss. 123-125.
55 Bu noktada mutasavvıflar sürekli düz ahkâmdan bahseden fıkıhçıları beğenmese sezadır. Çünkü insanı kemalata yükseltmek bir esastır. Bu şekliyle Erol Güngör'ün mutasavvıfların fıkıhçıları beğenmediğine dair sözü, haklılık kazanır. Bkz.: Güngör, Erol,İslâm Tasavvufunun Meseleleri, İstanbul 1982, s. 74.
56 Doğrul, Tasavvuf, s. 70.
57 Nedevi, Tasavvuf ve Hayat, s. 41; Yılmaz, Tasavvuf, ss. 66-67.
58 Kehf/28.
59 Tûsî, El-Lüm'a, ss. 19-20.
60 Afifi, Tasavvuf, ss. 113-114.
61 Aynı eser, s. 105; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 671.
62 Rağıb el-Isfehani, el-Müfredat, tahkik: Safvan Adnan Davudi, Dimeşk/Beyrut 1412/1992, s. 450.
63 Cürcanî, Ta'rifat, s.141; Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, mektup no: 28, s. 426; Küçük, Tarikatlar, s. 62; Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, ss. 359-360.
64 İbn Haldun, Şifaü's-Sail, s. 344.
Tasavvuf tarihinde akıl ile keşf arasında uzlaşma arayışlarının tezahürlerine de rastlanmaktadır. Nakle göre, aklı ön plânda tutan İbn Sina ile sûfî Ebu Said bir odaya çekilerek üç gün üst üste çeşitli konuları görüşür ve tartışırlar. Toplantıdan çıkan Ebu Said'e, İbn Sina'yı nasıl bulduğu sorulunca, "Benim gördüğümü o biliyor." der. İbn Sina'ya, Ebu Said sorulunca, "Benim bildiğimi o görüyor." diye cevap verir. Konur, Şeriat ve Tasavvuf, s. 126.
65 Konur, a.g.e., s. 123.
66 İbn Haldun, Şifaü's-Sail, s. 338.
67 Afifi, Tasavvuf, s. 105.
68 En-Nedevi, Tasavvuf ve Hayat, ss. 215-216.
69 Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1985, s. 305.
70 Ayni, İslâm Tasavvuf Tarihi, s. 168.
71 Sezgin, Abdülkadir, Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik, İstanbul 1998, ss. 70, 144-145; Oğuz, Muhammed İhsan, Kastamonu 1976, ss. 188-193.
72 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, ss. 486-487.
73 İmam-ı Rabbani, Mektubat, c. 1, s. 58; yine bkz.: Ensari, Abdü'l-Hak, Şeriat ve Tasavvuf, çev.: Yusuf Yazar, Ankara 1991, s. 122.
74 İmam-ı Rabbani, a.g.e., c. 1, ss. 20-21.
75 Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1979, c. 5, s. 3271.
76 el-Kuşeyri, Ebu'l-Kasım Abdü'l-Kerim, er-Risâle, thk.: Abdü'l-Halim Mahmud-Mahmud b.eş-Şerif, Kahire 1972, c. 1, s. 261. Bu noktada Razi biraz farklı düşünür. "Ve iyyake nesteîn" in tarikatı ifade ettiğini, zira gayb âlemine giren salikin her şeyi Allah'ın kudretinde görüp O'ndan medet isteyeceğini, söyler. Ki, bu noktada hakikate intikal ederek "İhdine's-Sırata'l-Müstekim" diyeceği kanaatindedir. Yüce, Razi'nin Tefsirinde Tasavvuf, s. 127; Arvasi, Abdülhakim, Tasavvuf Bahçesi, sad.: Necip Fazıl, İstanbul 1996, ss. 63-64.
77 İmam-ı Rabbânî, Mektubat, c. 1, s. 50.
78 Bu söz "Yer ve göklerin mirası Allah'ındır." âyet-i kerimesindeki vahdeti anlatmak için kullanılır. Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 671.
79 Aynı eser, ss. 687-688.
80 Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, (29), ss. 434-435.
Bu sebepten Cenab-ı Allah Taha suresinde namazı kendine ulaştırıcı bir sebep olarak görüyor ve "Beni anmak için namaz kıl" buyuruyor. Bu gerçeğe sûfîler "Allah'ı anmak her şeyden büyüktür" âyetini de eklemiş, gece murakabe ve zikrine çok önem vermişlerdir. Ve "Zikir namazda, namaz zikirde" gibi bir kolerasyon oluşmuştur.
81 El-Muhasibi, Ebu Abdillah el-Haris b. Esed, er-Riaye, çev.: Abdülhakim Yüce, İzmir 1997, s. 449 vd.
82 Fatır/28.
83 Buhari, Sahih, İlim 10, c. 1, s. 25.
84 Tevbe/122.
85 Tusi, el-Lüm'a, s. 19.
86-Muhasibi, er-Riaye, ss. 451-452.
87 Muhasibi, er-Riâye, ss. 449-453.
88 Güngör, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, s. 79.
89 İnce, Ahmet, Tasavvufun Hakikatleri, s. 32.
90 Aynı eser, s. 34.
91 Gazzâli, İhya, c. 1, ss. 28 vd.
92 İnce, a.g.e., ss. 34-35.


 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
ALİMLERİN GÖRÜŞÜYLE TASAVVUF - Mevlana Celaleddin Rumi Hz. "Fihi Ma Fih'den" kısa kısa:

1- Güneş, taşları lâl, yakut, inci, mercan haline getirir; dağları bakır, altın, gümüş madeni yapar; toprakları yeşertir, tazeleştirir; ağaçlara çeşit-çeşit meyveler bağışlar. Onun işi, sanatı vermektir, bağışlamaktır.

2- Cenab-ı Hak buyurdu: “Korkuya düşünce benden umut kesmeyin ki sizi bu korkudan kurtarmaya, emin etmeye gücüm yeter.”

3- Peygamber Efendimiz buyurdu: “Canımın ta içinde gizli bir kulağım vardır, kim şüphe ve kâfirlik zünnârını koparırsa o gizli kulakla o koparma sesini duyarım, can kulağıma gelir.

4- Suçta da umut kesme O’ndan; yalvar-yakar, o ibadetten suçu meydana getirenin, şu suçtan bir ibadet meydana getirmeye de gücü yeter. Sana bundan bir pişmanlık verir önüne sebepler çıkarır..

5- Bize her şeyi, nasılsa öyle göster de tuzağa düşmeyelim, biteviye yol azıtmayalım. Peygamber o kadar keskin, o kadar aydın, o kadar aydınlatıcı görüşüyle gene de "Her şey nasılsa öyle göster bana" der miydi?

6- Birisi yüz binlerce mucize görse, söz duysa, kerametler seyretse kendisinde o peygamberle yahut o erenle bir can bağdaşması yoksa fayda etmez.

7- Her şeyin hayali, insanı o şeye çeker. Bağ-bahçe hayali, insanı bağa-bahçeye çeker, dükkân hayali dükkâna. (Rabıtanın izahıdır)

8- Tutmaç isterim, börek isterim, helva isterim, kalya isterim, meyve isterim, hurma isterim; İstek, sayı gösterir, sayıyı dile getirir amma temeli birdir, temeli açlıktır, o da birdir.. Erene bir derler, şu çokluk halkaysa yüz derler, bin derler..

9- Doğruluk, Musa'nın sopasına benzer, o eğrilikler ise büyüler gibidir. Doğruluk geldi mi hepsini yer gider.

10- Kötülük ettiysen kendine ettin.

11- Allah, madem ki bir hayırlı işe meyil vermiş, ona aşırı rağbet göstermeniz Allah yardımına mazhar oluşunuza delildir. Fakat bu meyilde bir gevşeklik, bir usanç hâsıl oldu mu bu, Allah yardımından mahrum oluşunuza delildir.

12- Şeyh, bizden-benden geçmiştir, onun, o oluşu yok olmuş-gitmiştir; varlığı kalmamıştır; Allah ışığında helâk olmuştur; "ölmeden önce ölün" sırrına ermiştir. Artık o Allah ışığı haline gelmiştir. Kim Allah ışığından yüz çevirir de yüzünü duvara tutarsa kesin olarak kıbleyi arkasına almıştır; çünkü o şeyh, kıblenin de canı kesilmiştir.

13- Peygamberimiz buyurdu: “Her vakit kendini çaresiz görürsen iyidir. Çünkü senin gücünün- kuvvetinin üstünde bir güç-kuvvet var ve sen, her halde Hakka karşı yok olmuş-gitmişsin. Onun gücünü-kuvvetini gör de kendini her zaman çaresiz, elsiz-ayaksız, bunalmış yoksul olmuş bil.”

14- Allah, bir kulu seçti de kendisinden geçirdi mi, kim onun eteğini tutarsa, kim ondan muhtaç olduğu bir şeyi isterse, o ulu kişi, Allah katında onu anmasa, istemese de Hak, o istekleri ziyadesiyle yerine getirir.

15- insan dünyaya bir tek iş için gelmiştir, maksat odur. Onu başarmadı mı, hiçbir iş başarmamış demektir. İsterse diğer bütün işleri yapmış olsun.. O işi de gördü mü, onda ne zalimlik kalıyor, ne bilgisizlik.

16- Sonucu şu beden, atındır senin, bu dünya da o atın ahırı. Atın gıdası, ata binene gıda olamaz; onun da kendisine göre gizli bir uykusu, gizli bir gıdası, gizli bir beslenmesi var.

17- Mecnun, Leylâ'nın bulunduğu yere giderken aklı başında olunca deveyi Leyla’nın köyüne doğru sürerdi. Fakat bir soluk da Leylâ'ya daldı mı kendisini de unuturdu, deveyi de. Devenin de arkadaki köyde bir köşesi vardı. Fırsat buldu mu geri dönerdi. Mecnun kendine geldi mi bir de bakar, görürdü ki iki günlük yolu gerisin geriye dönmüş. Böylece üç ay yollarda kaldı da “bu deve, başıma belâ oldu” diye bağırıp deveden yere atladı, yaya olarak yürümeye koyuldu.

18- Birisi kuşların ötüşünü taklit eder, onlar gibi öter, fakat kuş değildir, kuşların düşmanıdır, avcısıdır o. Öter, şakır; maksadı, kuşların kendisini kuş sanmalarını sağlamaktır.

19- Özsüz beden, nasıl bir işe yaramazsa bedensiz öz de bir işe yaramaz. Hani tohumu, kabuksuz olarak yere ekersen baş vermez, tutmaz; fakat kabuğuyla ekersen tutar, büyük bir ağaç olur.

20- İnsana yolu gösteren derttir, hem de her işte.

Meryem de doğum ağrısı başlamadan baht ağacının yanına gitmedi. "Doğum ağrısı, onu hurma ağacının dibine sevk etti." Onu, ağaca götüren o dertti de kuru ağaç meyve verdi. Beden Meryem'e benzer. Her birimizin bir Îsâ'sı var. Bizde dert meydana gelirse Îsâ'mız doğar; fakat dert olmazsa Îsâ, geldiği o gizli yoldan gider, gene aslına kavuşur; ancak biz mahrum kalırız; faydalanamayız ondan.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Hüccet-ül İslâm olduğu halde, İmam-ı Gazali Hazretleri tasavvufa yönelmiş seyr-ü sülûk yolundaki zevki tatdıktan sonra durumunu şu şekilde dile getirmiştir:

“... Sonra kendi durumuma baktım. Bir de ne göreyim! Dünyevî alâkalar içine dalmış batmışım. Bu alâkalar beni her taraftan sarmışlar. Yaptığım işlerimi gözden geçirdim. Onların en güzeli tedris ve tâlim idi. Fakat bu sahada da ehemmiyetsiz, âhiret yoluna faydası olmayan ilimlerle meşgul olduğumu anladım. Tedris hakkındaki niyetimi yokladım. Onun da Allah rızası için değil, mevki ve şöhret kazanmak gayesi ile olduğuna kanaat getirdim. Bu hâlimle uçurumun kenarında bulunduğuma, eğer durumumu düzeltmek için harekete geçmezsem ateşe yuvarlanacağıma kanaat getirdim.

Yakînen anladım ki, sufiler hakikaten Allah yolunu bulan kimselerdir. Onların gidişleri, gidişlerin en güzelidir. Gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir.

Dünyadaki bütün akıllı insanların akılları, hikmet sahiplerinin hikmetleri, şeriatın bütün teferruatını bilen zâhir ulemâsının ilimleri, onların gidişat ve ahlakından bir şey değiştirmek ve yerine daha iyisini koymak üzere bir araya gelseler, buna muvaffak olamazlar.

Onların zâhir ve bâtınlarındaki hareket ve duyguların hepsi, nübüvvet kandilinin nûrundan alınmıştır. Yeryüzünde ise nübüvvet nurundan başka hidâyet rehberi, nûr kaynağı yoktur.”
(El-munkizu min’ed-dalâl)
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com


CEZBE, SEKR, VECD, İSTİĞRAK NEDİR? DELİLLERİ NELERDİR? İSLAM KAYNAKLARINDA YERİ VAR MIDIR?

CEZBE: Birinci türü; Kalbin Titremesidir, ulvi duygulara kapılmadır, İrade dışı seslenme ve hareketlerdir; bir türü de "Hakk'ın kulu kendine çekmesi ve aniden huzuruna yükseltmesidir."

SEKR: Kendinden geçme, aşk neticesi manevi sarhoşluk

VECD: Yoğun bir aşk, muhabbet. Kendinden geçecek, kendini unutacak kadar İlâhî bir aşk hali. Yüksek heyecan. İştiyakın galebesi.

İSTİĞRAK: Bir şeyi baştan aşağı kaplamak. Tasavvuf erbabının vecde gelip kendinden geçmesi. Hak sevgisi ve duygusunun insanı her zerresine kadar kaplaması.


------------------------------------------

Bazı İslam büyükleri şöyle derler: "Cezbe bir ikramı ilahidir."

Bu ilahi ikrama sahib olan kul, Rabbinin rızasını ve yakınlığını daha çabuk kazanır. Şöyle ki; cezbe kulda bir muhabbet ve aşk ateşi meydana getirir. Bu aşk ateşi sayesinde insan Allah'tan gayrı her şeyi unutur. Kendinden geçerek istiğrak haline düşer. Yani cezbe, ruhun Allah'a çekilmesi ve bu sebeble vuku bulan nefsin ıslahı ve kalbin tasfiyesinde manevi bir ilaçtır.

Şah-ı Nakşibend (k.s.) şöyle buyuruyor:

"Bizim yolumuz cezbe ve sohbet yoludur. Biz müridleri cezbe ile terbiye ederiz. Yolumuzun evveli cezbe, ahiri ise kalb huzuru, sekinet ve vakardır. Yolumuzun başlangıcında müntesiblerde vuku bulan cezbe hali, onları dünya muhabbetinden koparır ve feyz alır bir şekilde kalbin Rabbine yönelmesine vesile olur."

Bir kalb ki cilalanıp feyiz alır hale gelirse o zaman nefs ıslah olma yoluna girmiş demektir. Bu yol cezbe ile başlar, rabıta ve zikir ile devam eder. Şah-ı Nakşibend (k.s.) buyurur:

"Rahman'dan gelen bir cezbe ile yapılan amel, ins ve cinnin (aşksız ve hususuz) ameline denk olur."

AYETLERDE CEZBE

1- "Muhakkak mü'minler o kimselerdir ki Allah'ı zikrettikleri zaman kalpleri titrer." (Enfal/2)

2- "Onlar ki Allah anıldığı zaman kalbleri titrer." (Hac, 35)

3- "Rablerinden korkanların, ondan (bu kitaptan) derileri ürperir. (Ondaki müjde ve tehdidi duyunca tüyleri diken diken olur, sonra Allah'ın feyzi içlerine dolar, huzura ererler), derileri ve kalbleri Allah'ın zikrine yumuşar."(Zümer/23)

Elmalılı Tefsirinde CEZBE

Allah Teala şöyle buyuruyor:

" Musa, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmağa gelip de Rabbi onunla konuşunca:

'Rabbim bana kendini göster, sana bakayım!' dedi. Rabbi buyurdu ki: 'Sen beni göremezsin; fakat dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni göreceksin!'

Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir ediverdi, Musa da baygın düştü. Ayılınca: 'Sen yücesin, sana tevbe ettim, ben inananların ilkiyim" dedi
. (Araf, 143),

Elmalılı Hamdi Yazır "Hak Dini Kur'an Dili" adlı tefsirinde bu ayeti tefsir ederken şöyle der:

"Rabbi Hz. Musa'yı (a.s) doğrudan doğruya fakat perde arkasından kelamıyla mutlu edince bu kelamın şevk ve neşesiyle Allah'ı (c.c.) görme arzusu onda uyandı ve heyecana gelerek "Ey Rabbim bana göster kendini, bakıp göreyim seni", dedi. Yani perdeyi kaldır bana bizzat tecelli et de didarını göreyim diye yalvardı.

Bunun üzerine Allah Zatındaki bütün azamet ve kudreti ile değil, emir ve iradesinden bir parçasının dağa çarpması ile dağ dümdüz oluverdi ve Musa (a.s) baygın düştü." (Hak Dini Kur'an Dili, Cild 4, sn. 129)

PEYGAMBER EFENDİMİZİN ŞAHSINDA CEZBE

Peygamber Efendimizin şahsında cezbenin başlangıcı, Hira dağındaki mağarada itikaf yaptığı günlere rastlar. Peygamber Efendimiz o sıralarda her sene belirli bir ayda, yanına bir miktar azık alarak bu mağarada inzivaya çekilirdi. Her yıl tekrarlanan bu ibadet zinciri içerisinde 40 yaşına bastığı yıl, yine Hira dağındaki mağarasında ibadet yaptığı sırada, aniden Cebrail (a.s) kendine göründü. Cebrail (a.s) Peygamber Efendimize yaklaşarak: "Oku" dedi. Peygamber Efendimiz de: "Ben okuma bilmem!", cevabını verdi. Bu üç defa tekrarlandı. Üçüncü defada Cebrail (a.s) Peygamber Efendimizi iyice kucaklayıp sıkarak "Yaratan Rabbinin adıyla oku..." dedi. O da okudu. Bu kucaklaşma neticesinde Cebrail (a.s) ile Peygamber Efendimiz arasında manevi bir etkileşim oldu, titremeye başladı ve bundan dolayı müşrikler O'na "saralı, hasta" gibi yakışıksız sözler söylemişlerdi.

Burada Peygamber Efendimizin titremesi vecd ve istiğrak halinden dolayıdır. Demek ki bunlar Hz. Peygamber'in (s.a) ruhi hayatında mevcuttur.

Sevgili Peygamberimiz Kur'an'ı okunurken duyduklarında kendilerinden geçer, vecde gelirlerdi. Konu ile ilgili olarak rivayetlerin biri şöyledir:

Resul-i Ekrem (s.a) şöyle buyurmaktadır:

"Hud ve benzeri sûreler beni kocattı." (Tirmizî, Tefsir, 56)

Bu hadis vecd'den haber vermektedir. Zira kocamak, hüzün ve korkudan gelir. Hüzün ve korku ise, vecd demektir.

Rivayete göre: İbn Mesud (r.a.) Resul-i Ekrem'e Nisa süresini okudu da:

"Her ümmetten peygamberlerini şahid getirdiğimiz zaman ve seni de o peygamberlerin sıdkına şahid getirdiğimiz zaman onların halleri nice olur?" (Nisa: 41) ayet-i celilesini okuduğu zaman, Resul-i Ekrem'in gözleri yaş ile doldu ve "Yeter" buyurdu. (Buhari, cihad, 7; Müslim, Salatu'l-Musafirin, 2)

ASR-I SAADETTE CEZBE

Sahabe ve Tabiin de Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini dinlerken vecd'e gelirlerdi. Bu hali yaşayan Sahabe ve Tabiin'den pek çok kimse vardır. Bu halde iken kimi sayha eder (nara atar), kimi ağlar, kimi bayılır, hatta ölenler bile olurdu.

Rivayete göre: Zuhare b. Ebi Evfa Tabiin'in sikalarından idi. İmamlık yapar, Kur'an-ı rikkatle okurdu. Bir gün namaz kıldırırken: "Sur'a üfürüldüğü zaman" (Müddesir/8) ayet-i celilesini okuyunca öyle bir sayha etti ki mihrabta iken hemen düşerek can verdi.

Hz. Ömer (r.a.), bir adamın: "Rabbinin azabı elbette vakidir. Onu defedecek (hiç bir şey de) yoktur." (Tur, 7-8) ayet-i celilesini okuduğunu duyunca olduğu yerde düştü eve götürdüler, bir ay kadar hasta yattı.

İmam Ahmed b. Hanbel (r.a.) Hz. Ali 'den (r.a) şöyle rivayet eder:

"Ben, Zeyd ve kardeşim Cafer (r.anhum) Peygamber'in (a.s.) yanına gittik. Aleyhissalatü vesselam Zeyd'e (r.a.):

'Sen benim kölem ve azadlımsın', dedi.

Bu iltifata mazhar olan Zeyd (r.a.) bir ayağının üzerinde dönüp durdu. Cafer'e de:

"Sen ahlaken ve fıtraten bana benzersin", dedi. O da raksa gelip bir ayak üzerinde dönüp durdu. Bana da:

"Sen bendensin", dedi. Ben de bir ayak üzerinde dönüp durdum.


 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Ömer bin Hattab'dan (r.a.) şöyle rivayet olundu:

Cibril (a.s.) her zaman geldiği vaktin dışında Resulullah'ın yanına geldi. Bunu gören Resulullah (s.a.v.) kalktı:

Ya Cibril! Neden rengini değişmiş ve solgun görüyorum” dedi. O da;

Allahu Teala cehennem ateşinin körüklenmesini şiddetli yandırılmasını emretti. Onun heyecanı ile geldim” dedi. Resulullah (a.s.):

Ya Cibril bana cehennem ateşini anlat” deyince Cibril cehennemi şöyle anlattı:

Yüce Allah cehennemin yakılmasını emretti. Bin yıl yakıldı bembeyaz oldu. Sonra yine yakılmasını emretti, bin yıl daha yakıldı kıpkırmızı oldu. Tekrar emretti bin yıl daha yakıldı. Simsiyah oldu. O şimdi kapkara ve karanlıktır. Kıvılcımlarının parıltısı gözükmez. Alevi sönmez. Seni hak dini ile gönderen Allah´a yemin ederim ki cehennemden dünyaya iğne deliği kadar bir delik açılsa sıcaklığından yeryüzündeki bütün canlılar ölür. Seni hak din ile gönderen Allah´a yemin ederim ki eğer cehennem zebanisi dünyadaki insanlara gözükse bütün insanlar ölür. Allah´ın kitabında vasfettiği cehennem zincirinin bir halkası dağların üzerine konulsa dağlar ezilir, yere batardı.

Bunları dinleyen Peygamberimiz (s.a.v.) “Yeter ya Cibril, daha fazla dinlemeye dayanamayacağım. Korkudan kalbim durup öleceğim” dedi. Cibril´e bakıp onun da ağladığını görünce;

Ya Cibril Allah katında yüce makam ve şerefin varken sende mi ağlıyorsun?” dedi. Cibril de şu cevabı verdi:

Neden ağlamayım. Ben daha çok ağlamalıyım. Allah´ın ilminde, göründüğüm halden daha kötü bir halde olabilirim. İblis gibi korkunç imtihana çekilmeyeceğimi ne bileyim. O da meleklerdendi... Ne bileyim. Belki Harut ve Marut´un düştüğü akıbete düşerim” deyince Peygamberimiz (s.a.v.) uzun süre ağladı. Cibril ağladı, nihayet onlara şöyle bir ses geldi:

Ya Cibril, Ya Muhammed (s.a.v.), Allah sizi günah işlemekten ve asi olmaktan emin kıldı.

Bunun üzerine Cibril yükseldi gitti. Resulullah (s.a.v.) da çıktı. Ensardan bir cemaate uğradı. Gülüyorlar, eğleniyorlardı. Bu hali görünce onlara;

"Arkanızda cehennem olduğu halde nasıl gülüp eğleniyorsunuz. Eğer benim bildiklerimi bilseniz az güler, çok ağlardınız, boğazınızdan yemek ve su geçmezdi. Yollara çıkar Allah´a yalvarırdınız." buyurdu.

(Teberani)
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
"Rahman cezbelerinden bir cezbe, ins ve cinnin amellerine müsavidir."
Cezbe, Allah-u Zülcelal tarafından, kuluna bir ikramdır.

Sa’d bin Ebu Vakkas (r.a)’dan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (a.s.v);

"Eğer ağlayabilirseniz, ağlayınız. Eğer ağlayamıyorsanız, ağlamaklı (ağlar gibi) olunuz." (İbn-i Mace)

Bu cezbe, ister namazda ister namaz haricinde olsun; gücü nisbetinde, kişinin, cezbesini tutması lazımdır. Şayet takatinin dışında olan ses ve hareketlere hiç kimse bir şey söyleyemez. Allah-u Zülcelal’in rahmetinin ağırlığına kim dayanabilir ki...

İmam Ahmed bin Hanbel'in "Müsnedi'nde", Hz. Ali (KerremAllahu Veche)'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz (SallAllahu Aleyhi Ve Sellem); Hz. Ali (r.a)'e;

"Sen bendensin." Hz. Cafer'e;

"Senin ahlakın ve yaratılışın, benim ahlakım ve yaradılışım gibi." Hz. Zeyd (r.a)’e de;

"Sen benim azadlığımsın (azad olmuş kölemsin)." (Ahmed b. Hanbel) demiştir.

Bu şekilde söylemesi üzerine, vecd'e (cezbeye) gelip, tek ayak üzerinde dolaşmaya başlamışlardır.

Bu sahabelerin Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in huzurunda, böyle bir harekette bulunmaları mümkün değildir. Fakat takatlerini aştığı için, kalkıp semaya başlamışlardır.

Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in huzurunda, takatin dışında böyle bir olay zuhur ediyorsa, zamanımızda da böyle şeyler zuhur edebilir. Onun için, bu gibi durumlara dil uzatmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Ama özellikle namazda kendini tutması lazımdır. Çünkü namazda iki harf çıkması ya da üç hareket olması halinde namazı ifsad edeceği için, çok dikkatli olunmalıdır.

Namaz dışında gelen rahmet ve feyzin gelmesi halinde, kendini serbest bırakması ve ses çıkacak diye rahmet ve feyzi nehy etmeye çalışmamalıdır. Çıkacaksa ses, o feyz ve nisbetten çıksın.

Kişi kendini sıkıp, Allahu Zülcelal’dan gelen feyz ve berekete engel olmasın...

Kaynak: Seyda Muhammed el-Konyevi kuddisesirruh
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Tasavvufun Önemi

Tasavvufun insan için önemini ve İslam dininin bir rüknu olduğunu şöyle ifade etmek mümkündür:
Ashab-ı Kiram, tabiîn ve Tebe-i Tabiîn İslam aleminin en hayırlı insanları olarak kabul edilmiş, bunun böyle olduğunu, bizzat Peygamber Efendimiz (s.a.v) açık olarak bildirmiştir:

"İnsanların hayırlısı benim devrimdekilerdir. Sonra bunların arkasından gelenler ve onların arkasından gelenlerdir. Ondan sonra yalan yayılacak, onların sözlerine ve fiillerine itimat etmeyin" (Buhari Kitâb'us-Şehadet Muslim Kitab'ul Fedailis Sahabe)

Bu konu da Abdülaziz Debbağ Hazretleri (ks) de Şöyle buyurmuştur. "Bu insanlar (Ashab-ı Kiram ve Tabiîn) hep Hakk'a bağlı, daima Hak'tan bahseden, uyandıkları zaman zikirle uyanan ve hareketleri ile Hakk'la beraber olan insanlardı. Müstesnası pek nadirdir."

Ashab-i Kiram ve Tabiîn esasen özlerinde saf oldukları için onlarda hayır da çoktu. Vücütlarında, alınlarında, Hakk'ın nuru parlardı. Onlarda ilim zahir olmuş, görünür hale gelmişti. İçtihad derecesine ulaşmışlardı. Bu insanlardan sonra zulmet, Ümmet-i Muhammed'i boğmaya başladı. Niyetler bozuldu ve arzulara fesat karıştı. İşte, bu Selef'in adet ve yaşayışlarından uzaklaşılmaya başlandığı için tasavvuf ve tarikat insanlar için zorunlu hale gelmiştir.

Şer'i sorumluluk iki kısımdır
1-Zâhiri amel,
2-Bâtınî amel,

Zâhirî amel; kişinin cismi ve azalarının yerine getirmesi gerekli emirler ve nehiylerdir. Bunlar, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, zina yapmamak, hırsızlık yapmamak, içki içmemek gibi sorumluluklardır.

Bâtınî amel denilen; Kalbe yönelik olan emir ve nehiyler, birinci kısma binaen daha önemlidir. Çünkü insanın maneviyatı, zâhirî amellerine temel oluşturur. İmansız olarak yapılan ibadetin yerini bulması beklenebilir mi? Bunun için manevi amel, zâhirî amelden daha önemlidir. Nitekim Allah-u Zülcelâl, âyet-i kerimede şöyle buyurmuştur;

"... Kim Allah'ın Rahmetine müstehak olmak için Rabbiyle karşılaşmayı temenni ediyorsa salih amel yapsın, Allah'a ibadette şirk koşmasın." (Kehf:110)

Allah-u Zülcelâl bu ayet-i kerimede kalbi halis tutmayı emretmektedir. Peygamber Efendimiz (s.a.v)’de Ashab-ı Kiram'a kalbin ıslahını emretmiş ve kalplerini o cihete "teveccüh" ettirmiş, yönlendirmiştir. Bunun için kalbin gizli olan hastalıklardan temiz-lenmesinin gerekliliğini bildirerek şöyle buyurmuştur:

"Uyanık olun, insanın cesedinde bir et parçası vardır. Eğer o et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o fesada uğrarsa bütün vücutta fesada (bozulmaya) uğrar. Dikkat edin o da kalptir." (Buhari; Kitab'ul İman, Müslim; Kitabu'ul Miseka)

Allah-u Zülcelâl'in nazargâhı, yani insanları değerlendirmeye tabi tutarken baktığı yer insanların kalbidir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Muhakkak Allah sizin cesetlerinize, suretlerinize bakmaz. Tam tersine, kalplerinize bakar." ( Muslim; Kitabu'l Ber ve Sıla)

Bu hadis-i şerifte kalbin ıslahı için teşvik, kalbin temizliği için emir vardır. Öyle ise bizlere düşen görev, kalbimizdeki kötü sıfatları izale edip, yerine güzel ahlak ve Allah-u Zülcelâl'in hoşuna gidecek sıfatları yerleştirmektir. Çünkü insanın Allah'a karşı salih olabilmesi için kalbinin ıslah olması şarttır.

Allah-u Zülcelâl bir âyet-i kerimede; "0 gün ne mal, ne de oğullar fayda vermez; Ancak Allah'a selim bir kalble gelen (fayda görür)." ( Şûara: 88-89 )

Başka bir âyet-i kerimede ise; "İnsanların kalplerinin Allah'ı anması ve O'ndan inen gerçeğe, içten bağlanması zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar; onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı, çoğu yoldan çıkmış kimselerdir." (Hadid; 6)

Bunun için insan kalbini kötü sıfatlardan, manevi hastalıklardan temizlemelidir. Bu kalb temizliği de ancak tasavvufu yaşamakla mümkündür.

Tasavvufun ilk şartı, kalbi Allah'ın zatından başka her şeyden temizlemektir. Bunun anahtarı ise kalbi, Allah'ın zikrinde istiğrak (zikir nurunun kalbi kaplaması) haline vardırmaktır.

Evet, şânı anlatıldığı gibi olan bu tasavvuf yolunda, nasıl şüphe izi aranır. Bütün mümin kardeşlerimizi akılları ile şuurlu olarak düşünmeye davet ediyoruz. İslamın temel rükunlarından biri olan "ihsan makamını" yakalamak, ancak onun alameti olan tasavvufla mümkündür.

Tasavvuf, emir ve nehiy tahtında sabretmektir.
Tasavvuf, isterse kovsun, sevgilinin kapısına baş koymaktır.


İhsan: Allah'a sanki görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Zira sen onu görmüyorsan o seni görüyor

Hz. Ömer (r.a.)'in rivayet etmiş olduğu bu hadis-i serifte, Peygamber Efendimiz (s.a.v) bize İslam Dininin üç rükun üzerine olduğunu bildirmiştir:
1. İslam: Zâhirî azalara taalluk eden amellerdir. (namaz, oruç, hac, zekât)

2. İman: Allah'a meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, kaza ve kadere iman etmek gibi kişinin itikadına taalluk eden amellerdir.

3. İhsan: Bu da murakabe ve müşahede'ye taalluk eden amellerdir. Bu ihsan makamı, manevi huşu ve huzur içerisinde Allah'u Zülcelâl'e ibadet ederek kalbin temizlenmesine işaret etmektedir. Bundan dolayı ihsan makamı olmazsa dinin bir kısmını eksik bırakılmış olur.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
TARİKATLARDA İNTİSAB VE KEMALİYETLERİ ELDE ETMEK USULÜ
am-corner103.jpg

Nisbet ve huzuru yani kemaliyetleri elde etmenin dört usulu vardır.

Birinci yol musafaha ve beyat etmekle mümin teslim olduğu şeyhinin emrine girmesiyledir. Giren onun emrinde zikir ve rabıtaya devam eder. Sarık cübbe giymek yani İslami kıyafete girmesi de faydalıdır. Bu yol yalnız nisbet almak içindir. Bilahare şeyhinin emri ile suluka başlar, halini Cenab ı Hakk’a havale eder. Artık bir taraftan Allah’a tevekkül etmekle, diğer taraftan da şeyhinin emri ile azami tedbir alır. Bütün hallerini hatta rüyalarını şeyhine arz eder. Şeyhi de münasib gördüğü en kolay yolla onu yetiştirmeye çalışır.

İkinci yol, ümmet hakkında ittifak etmiş olduğu zevatların kitaplarını okumak nisbet veyahud bereketleriyle şereflenmek yoludur. Buna yalnız nisbet ve bereketlenmek için kitaplarırının ince manalarını tetkik etmeden, mücerred okumakla devam edilir. Tarikat usullerinden haberdar olsun olmasın bu yolla da kemaliyetleri elde etmek mümkündür. Hadis i şerifte ‘ İlme riayetçi olun, ilmi rivayetçilerden olmayın’ buyrulmuştur. Bu yolda başkaları için değil, kendilerine faydalı olanlar yetişir.

Üçüncü yol, dirayetle kitaplarını okumak, kitapların içindekileri inceden inceye düşünmek ile devam edilen yoldur. Bu yolda ikinci yol gibi beyat olmaksızın nisbeti elde etme imkanı vardır. Her iki yolu da Kadiri, Şazeli ve bazı Sıddıkiyye yolundakiler tercih ettiler. Bu iki yolda yetişene ‘ Üveysiyü’l meşreb’ denilir. Şu kadar ki bazı Sıddikiler bu iki yol zor olduğu için tercih etmediler, tercih etmeyenler bu yoldaki tehlikeleri nazarı itibara almışlardır. Bu Abdi Fakirin itikadı da şudur: İntisab ve kemaliyeti elde etmek için birinci yolun tercihi şart değildir deriz. Ekmelü’l alimin Bediüzzaman Hazretleri de ikinci ve üçüncü yolu tercih etmiştir.

Binaenlayh üçüncü yolla devam eden her Müslim, İhyau Ulumi d Din, Kutü’l Kulub, Reşehat, Mektubat-ı Rabbani gibi kitaplara dalıp incelemek ve içindekileriyle amel etmek sayesinde yetişmesi mümkündür.

Şu kadar ki bu yolla sülük edene yedi şart vardır. Bu şartları yerine getirenin ehl i tasavvuftan sayılmasında şüphe olmadığı gibi nisbeti de alırlar. Gavzi Hizani, Şeyh Abdulaziz Mağrabi’nin müşahadesini tevil etmekle şöyle demiştir:


Muşarun ileyh hayattaki kutba beyat etmeyen vefat etmiş zevatlardan faidelenmez demiştir. Fakat iş öyle değil, kemali samimiyetle vefat eden bir zata bağlanan mürid, hayatta olan Gavsın vasıtası olmaksızın vefat eden zatlardan faydalanır ve saliklerin imdadına yetişirler.

1-Okuduğu kitapta anlayamadığı cümle veya kelimeyi işaretleyip bilen bir zata müracaat etmekle tahlil etmektir
2-Kemali muhabbetle virdlerine yagud hizblerine devam etmektir
3-Kemali ihlasla anladığı miktarca okuduğu kitapla amel etmektir. Burada ençok sakınacağı evham, hayal ve rüyadır
4-Kemali zillet ve nefsin kırılmasıyla ruhaniyetlerinden istimdat ederek suluka devam etmektir.
5-Salik hangi velinin tarikatına göre amel ederse o tarikatın edebine, usul ve temel kaidelerine riayet etmesi şarttır. Yani her bir evliyanın meşrebinden bir parça alarak, sonra almış olduğu parçalardan kendine bir yön tayin ederek faydalanamaz. Bu hata bilnetice saliki yoldan çevirip münkir de edebilir.
6-Kat’i bir itikalda okumuş olduğu kitabı, prensip etmiş olduğu tarikatı Cenab ı Hakk’ın rahmet kapılarından birisi olduğuna inanmaktır. Çünkü mürşid olan veli, hayatında Allah’ın halifesidir. Vefatından sonra ise Allah teala onun vekili ve kefilidir. Onun kefili Allah olunca Feyyad ı Mutlak Teala o veli mürşidinyerinde melekler yaratır. Melekler de o velinin yerinde, mezkur velinin tarıkatıyla amel edeni irşad ederler. Yeter ki teslim ve ihlas olsun.
7-İntisab ettiği tarikat meşhur ve mağruf olmasıdır. Yani ümmetçe meşhur olmayanların yolu hak ise de ona suluk edilmez. Mesela , Bazı Geylani Şeyh Abdulkadir, Şahı Nakşibend, Eba Hasan Şazeli, İmam Rabbani ve İmam Gazali (kaddasallahu esrarahum) hazretlerinin kitapları var, meşrebleri meşhur olan bu gibi zatlar hepsi vasıta olurlar. Bu zevatların ittifakıyla tarikatı tevatür derecesini bulan zatı görmemek ve onunla buluşmamak, ittiba etmeye ve nisbeti almaya zarar vermez ednilmiştir.

Şeyh Ahmed Gümüşhanevi kuddise sırruh büyüklerin himmetine sarılan kimsede üç şart varsa o büyüğün ona şefaat etmesi farzdır, demiştir:

a)Emrini yerine getirmek ve amel etmek
b)B) Meşrebini gizlemek ve evhamı sarf ı nazar etmek
c)Nefsini koruduğu gibi büyüğünün de şerefini korumaktır.

Bu üç haslet müridin üzerine farz olduğu gibi bunun mukabilinde şeyhinin üzerinde de üç haslet vacib olur. Bidayette müridini en kolay yolda yürütmek, yahud celb etmek, tebliğde son derece izah etmek ve himmetiyle onu korumaktır. Ancak vefat eden zata intisab eden Allah’a ve Rasulullah’a ve bağlı olduğu ruhaniyete karşı edebi bilmek şarttır. Aksi takdirde fayda elde edilemez buyrulmuştur.

Nisbet almanın dördüncü yolu; diri bir şeyhe intisab etmekle tezhibi ahlak, tevhide fena bulmak için diri şeyhin sohbetine gitmektir. Ümmetten bu yolda tehlike gören hiçbir zat olmamıştır. Sohbet ve mücahede intisab edilen şeyhe hizmet etmekten ibarettir. Sohbet kemal bulunca salik Ceban ı Hakk’ın izin ve iradesiyle kendini kemalata erdirmiş olduğundan, başkaları da hakka davet etmeye hak kazanır.

Bu yol her zamanda revaç bulmuş, Sıddıkiye ve Şazeli meşayıhı tarafından tecrübe edilmiştir. Şazelilerden asrının müceddidi İmam Şerani, ikinci binin müceddidi İmam Rabbani rahimehullah her zamanda bu yolun açık olduğunu ve kıyamete kadar devam edeceğini beyan etmişlerdir.

İmam Rabbani diri bir kediye intisab, vefat etmiş bir arslana intisabdan daha hayrlıdır demekle bu yol ashabı kiramın yoludur, şüphe ve tehlikelerden aridir buyurmuştur.

İmam Şerani de, bir insan 600 kanatla tek başına amel etse bile kemalatı elde etmeye yol bulamaz ve mürşidsiz yola çıkanın evham ve hayal tuzaklarında boğulmasından korkulur. Onun için diri bir şeyhe intisab etmek vaciblerden sayılmıştır. Ben de en son bütün ilim ve bilgilerimi terk etmekle Hace Ali el Havvas’ın kuddise sırruh sohbetine girdim, ondan sonra bu kavmin hakiki olan meşreblerine vakıf oldum. Hatta ilimde tekamül etmeme rağmen Hace’nin sohbetine devam ettikten sonra hiçbir şey bilmediğimi idrak ettim, buyurmuştur.

İmamın sözünden anlaşılıyor ki: Şazeli tarikatının esası Sıddıkiye gibi zahiri ilimleri tahsilden sonra acz ve fakrini idrak etmekle aşka dönmek ve ilmi terk etmektir. Bu yolla birinci yolun arasındaki fark şudur: Bu yolda suluk eden hem kendini yetiştiri, hem de başkasını kemale erdirir. Dördüncü yoldan kemal bulan sadreddi i Konevi ve Şehy ul Ekber şöyle dediler: Herhangi bir şeyh kemalden sonra, kendilerinden daha mükemmel bir şeyhi bulursa kendisi ve müridleri ile beraber, mükemmel olan şeyhe teslim olması vacibdir. Mevlana Halid, halifelerine şu tavsiyede bulunmuştur. Sizden iki halife bir beldede bulunduğunuzda, sizden kamil olan, mükemmel olana teslim olsun. Bu hususta mektubları meşhurdur.

Gavsi Hizani, bir müslümana beyat ve nisbet almaksızın tüm kamil şeyhleri dolaşıp ziyaretlerinde bulunsa bile fayda föremez, intisab ettiği zattan başkasına göz diktin mi o zatın feyz ve nisbet kapısı sana kapatılır diye tasrih etmiştir.

Birgün Hazne’de bulunduğum sırada arap kentli Şeyh Muhammed, Şeyh Masumun sohbetindeydi. Muşarun ileyh Molla Muhammed, sen kubbeye gitmiyor musun diye sordu. O da ona şu cevabı verdi: Ruhum sana feda olsun. Ben kubbe için buraya gelmedim, dedi. Şeyh Masum kuddise sırruh onu da ihmal etme diye emretti. Bu fakirin itikadı da Şeyh Muhammed’in itikadı gibidir.



Edeble Varış Lütüfla Dönüş Dilara Yayınları Üstaz Fakih İsmail Çetin kuddise sırruh.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Harputlu Osman Bedrettin Hazretlerinin Mürşidi Mardinli es-Seyyid Mahmud Samini Hazretleri buyurmuştur:

Tarikimizin hasılı (özeti), ehl-i sünnet mezhebine mutabık (uygun), akideyi iltizam (gerekli görür), sünnet-i seniyyey-i Ahmediye’ye tabi ve kalbi masivadan pak eyleyüp, maksud-i hakikiye ikbal eylemektir (yönelmektir). Evamiri (emirleri) ciddiyetle tutup, menahiyi (Men edilmiş şeyler, yasakları) terkle tenbih eylerim.

Bir kimse şeriat ile amil olmazsa, tarikata yol bulamaz. Tarikat ile amil olmazsa, hakikata yol bulamaz. Bu derecey-i sülaseyi (üç dereceyi; şeriat, tarikat, hakikat'ı) cem eylemeye marifet-i kamil lazım. Marifet resail mütelaa ile (kitap okuma ile) ele girmez.

am-corner56.jpg
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî Hz. buyurmuştur:

Gün boyu kendi nefsini terbiye ile riyazete alıştırmaya çaba sarfetmeyen ve her gece tesbihat vazifesini yapmak için uyanmayan ve kardeşlerine hizmet etmeyen hiçbir talib bu yolda hiçbir dereceye erişemez.”

(Şeyh Şerafeddin Dağıstani olarak tanınan bu mübareğin büyüklüğüne ve Kurtuluş savaşındaki hizmetlerine ilişkin çok şeyler nakledilmiştir. Şeyh Şerâfeddin Hazretleri, sırtında Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in elinin işaretini taşırdı. Bu doğum lekesini uzak atası Ashab efendilerimizden Mikdat ibn el-Esved’den miras olarak almıştı. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz elini Mikdat ibn el-Esved’in sırtına koymuş ve O’na soyundan geleceklere dua etmişti.)

Şeyh Efendi, bizzat davet edilmek suretiyle Osmanlı sarayına Sultan Reşad'a çok giderdi. Sultan Reşad dini konularda bir çok sualler sorar; Şeyh Efendi de cevaplandırırdı. Mesela, bir keresinde Sultan, "Hızır (a.s.) halen hayatta mıdır?" diye sormuş ve Şeyh Şerafedin’den 'Evet’ cevabını almıştır.

Yazdığı hatıralarıyla, mürşidi Şeyh Şerafeddin'i dünyaya tanıtan Ali Usta'dan nakildir:

Şeyh Şerafeddin efendi "Kötü söz ancak, müşrik ve münafıkın kalbine konar, orada yer eder" dedi
495m98apwxdih33xp3_1253131512.gif
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Şeyh Şerafeddin Dağıstani Hz.nin halifesi Abdullah Dağıstani Hz. buyurmuştur:

" Şu anda sadece bazı insanların bütün ilahi isim ve sıfatları kuşatan 'Allah' isminin nurunun keşfi mertebesine ulaşmalarına izin verilmektedir. Eğer ilahi esrara talib olan talihli arayıcı, en kutsal olan isim olan “Allah” adı ile zikre devam ederse bu zikrin yedi merhalesinde yürümeğe başlayacaktır ve mutlaka kemal, itminan haline erer ve zikri de kusursuz hale gelir.

Zikr insanın kalbine girip yerleşince ve kalbinde dal budak sardıkça kişi, kainattaki herşeyin zikrini algılama seviyesine ulaşana kadar yükselir. O zaman kainattaki her şey ama herşeyin Allah’ın takdir ettiği tarzda zikrettiğini duyacaktır. (Bu fenanın birinci makamıdır)

Eğer talib, zikre devamla bu hali de geçerse Allah’ın yarattığı herşeyin kendisiyle beraber Allah’ı zikrettiğini müşahede edecek ve işte o zaman muhteşem vahdet-i vücud deryasına ulaştığını apaçık anlayacaktır: Kainattaki herşey aynı kelimeyi kullanarak, aynı zikri yapmaktadır.


(Fena, Beka ve sonrasını mücmel olarak anlattıktan sonra) Seyr ü sülukdaki fetihler ile yedinci makamı da geçtikten sonra talibin derununda Nur’un şafağı zuhur eder ve ‘kemal güneşi’ tıpkı zikir esnasında kalbinde ve ruhunda olduğu gibi bedeninde ve varlığında da kendisini gösterir. Bu noktada Rasûlullah’ın ünlü hadisindeki ilahi zuhur hali ortaya çıkacak ve Hakk 'O’nunla işittiği kulağı, O’nunla gördüğü gözü, O’nunla konuştuğu dili, O’nunla tuttuğu eli, O’nunla yürüdüğü ayağı' olacaktır.

Bütün bunlardan sonra talib kendine gelir ve kendi aczini itiraf eder: 'Ben yardıma muhtaç, çaresiz, güçsüz bir kulum'. İşte talib, o anda ‘İlahi Kudret’i kavramıştır."

pensil.jpg
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Yine Şeyh Şerafeddin Dağıstani Hz.:

“Kudsiyye-i Peygamberiyye’ye Allah tarafından cârî ve vâsıl olan, bilumum esrâr, ulûm ve hakâyık-ı külliye noksansız olarak taraf-ı Celîl-i Resûlullah’tan Ebû Bekir’in kalbine irsâl buyurulmuş.” “Akıl, idrâk ve irfândan müstağni (uzak) olan bu vâridat ve esrâr-ı hakîkat, Sıddîk-ı Ekber tarafından müteselsilen (sırasıyla) bütün kulûb-u eimme-i Sâdât-ı Nakşbendiyye’ye de olunmuştur.” (S.4-5)

Bugünkü dille anlamı:

"Peygamberimize ihsan edilen bütün ilimler, sırlar ve hakikatlerin tamamı; Resulullah Efendimizden Ebu Bekir Sıddık Efendimizin kalbine eksiksiz olarak aktarılmış; Ebu Bekir Sıddık efendimizin kalbinden de bütün Nakşibendi silsilesinin büyüklerinin kalblerinden birbirlerine aktarılarak günümüze kadar gelmiştir.."

---------------------------

“Her bir asrın içinde 124.000 evliyâ-i kirâm ve 313 mürselîn-i kirâm makâmına kâim olan mürşidîn-i izâm hazerâtını eksik etmedi.”

Bugünkü dille anlamı:

"Her asırda 124.000 Evliyaullah ile Resullerin makamlarında varis bulunan 313 büyük Mürşid-i Kamil yeryüzünde mevcud bulunur"

---------------------------

“Cenâb-ı Hakk, İzz ü Celle ve Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm’ın kendisine emanet etmiş olduğu itbâ ve müridânını bilmeyen ve onları görmeyen ve onları görecek olan basîret gözü kör olan kimse ve o itbâlar kaç kişidir ve herkesin dert ve hastalığı nedir ve ne suretle onları irşâd etmek lâzım geleceğini bilmeyen bir kimse, o Yevm-ül ahd vel misâk’daki uhûdun (ahidlerin) muktezâsı ile hareket edebilir mi?” (S.26)

Bugünkü dille anlamı:

"Mürşid-i Kamillere müridanı emanet eden Resulullah Efendimizdir. Müridanının hallerinden, hastalıklarından, derdlerinden, sayılarından basiret gözü ile haberdar olmayan ve onları hangi yöntemlerle iyileştirebileceğini bilmeyen bir kimse nasıl Mürşidlik yapsın ki? Ahd-i Misakına nasıl sadık kalsın ki?"

---------------------------

“Lâkin, zamanımızda bir takım mukallit mürşid tâifesi zuhûr etti. Makâm-ı irşâd’tan bî-haber ve uzak oldukları halde mürşidlik davasında bulundular ve başlarına müridân toplayıp güya irşâd ve tarîkat intişâr etmeğe başladılar. Makâm-ı Kutbânîyet, ancak Resûl-ü Ekrem Hazretleri’nin emirleriyle olur. Onu tevcih etmek, Seyyid-i Kâinât Aleyhisselâm’a mahsustur.”(S.27)

“Kendi mürşid-i hakikîsine tesâdüf ve mülâkât ettiği takdirde hidâyete ve saâdete nâil olacak kimseyi alakoyarak hakikî saâdetden mahrum kalmasına sebep olur.Böylece yol kesici olur.”

“Bir kimse mürşid-i kâmil makâmına nâil olmak için tarîkatın ıslâhâtına muvâfık surette bir mürşid-i kâmil’in terbiye ve tedbiri altında ahlâk-ı zemîme’den pâk oluncaya kadar mücâhede ederek fâtih-i hakîkî olması gerekir.”(S.28)


Bugünkü dille anlamı:

"İrşad makamında olmadığı ve Resulullah Efendimizden görev almadığı halde Mürşidlik yapmaya kalkışanlar, etrafına toplananların ancak yollarını keserler.. (Yüksek makamlara ulaştıramazlar, nimetlerine mani, felaketlerine sebeb olurlar)"

"Mürşid-i Kamil olmak için, bir Mürşid-i Kamilin tarikini adım adım izleyip hakikaten yetişmek gerekir"
0_35dfb_fbd61846_M.jpg

 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt