Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Alim, Evliya ve Islam Büyükleri (2 Kullanıcı)

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Selamün aleyküm...Osmanlı padişahları,Peygamberlerimiz, serisinden sonra inşallah İslam büyüklerimizi tek tek buraya ekleyeceğim...

Umarım faydalı olacaktır..
Hayırlı günler..
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Dört büyük Mezhep Imamlari
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
pic21.gif


EBU HANIFE

(80/150 - 700/767)


Imam Âzam (büyük Imam) lâkabiyla bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meshur Numân b. Sâbit b. Zevta (Zûta) mutlak müctehid ve fikihta Hanefi mezhebinin imami.
Ebû Hanife, Kûfe'de hicrî 80 yilinda dogdu. Numân ve ailesinin Arap olmadigi kesindir; onun Farisi veya Türk oldugu seklinde degisik görüsler vardir. Dedesi Zûta, Teym b. Sa'lebeogullari kabilesinin âzatlisi olup, Hz. Ali zamaninda Kâbil'den Kûfe'ye gelerek; orada yerlesti. Zûta'nin oglu Sâbit de Kûfe'de ipek ve yün kumas ticaretiyle ugrasti. Islâm'in hâkim oldugu bir ortamda yetisen Numân b. Sâbit küçük yasta Kur'ân-i Kerîm'i hifzetti. Kirâati, yedi kurrâdan biri olarak taninan Imam Âsim'dan aldigi rivâyet edilir (Ibn Hacer Heytemî, Hayratu'l Hisan, 265) Numân gençligini ticaretle geçirdikten sonra Imam Sa'bî (20/104)'nin tavsiye ve destegiyle ögrenimine devam etti. Arapça, edebiyat, sarf ve nahiv, siir ögrendi. Yetistigi Kûfe sehri ve bütün Irak bölgesi müslim-gayrimüslim birçok düsüncenin, itikâdi firkalarin bulundugu, itikadla ilgili atesli tartismalarin yapildigi rey ehlinin yerlestigi bir sehirdi. Dindar bir ailede yetisen Ebû Hanife'nin de bu itikâdi tartismalara zaman zaman katildigi kuvvetle muhtemeldir. Ebû Hanife, Sa'bî'nin kendisini ilme tesvikini söyle anlatmaktadir: "Günün birinde Sa'bî'nin yanindan geçiyordum. Beni çagirdi ve bana, 'Nereye devam ediyorsun?' dedi. Ben de, 'Çarsi pazara' dedim. O, 'Maksadim o degil, ulemâdan kimin dersine devam ediyorsun?' dedi. Ben, 'Hiçbirinin' diye cevap verince Sa'bî, 'Ilmi ve ulemâ ile görüsmeyi sakin ihmal etme. Ben senin uyanik ve aktif bir genç oldugunu görüyorum' dedi. Onun bu sözü benim içimde iyi bir etki yapti. Ticareti biraktim, ilim yolunu tuttum. Allah'in inâyetiyle Sa'bî'nin sözünün bana çok faydasi oldu." Kendisinin de belirttigi gibi Sa'bî'nin bu tavsiyesi onun için bir dönüm noktasi olmustur. Bundan böyle ticaret isini ortagi Hafs b. Abdurrahman'a devredecek, ara-sira dükkânina ugrayacak, asil isi ilim meclislerine devam etmek olacaktir. O zaman Numan henüz yirmiiki yasindadir (Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, Çev.: Osman Keskioglu. Istanbul 1970. 43).
Ebû Hanife'nin yasadigi yer ve çagda itikâdi firkalar çogalmis, bir sürü sapik firkalar ortaya çikmis, Emevi hükümdarlarinin Ehl-i Beyt'e zulmü devam etmistir. Mantigi çok kuvvetli olan Numân b. Sâbit hiçbir firkaya baglanmadan ilim tahsilini ilerletti ve kelâm ilmine yöneldi. Tartismak (cedel) için sik sik Basra'ya gitti, ancak kelâm ve cedel'in din disi oldugunu görerek fikh'a yöneldi. "Arkadasini tekfir etmek isteyen ondan önce küfre düser" diyordu (Hatib el-Bagdâdî, Târihu Bagdâd, XIII, 333). Kendisi bunu söyle anlatir: "Sahâbi ve tâbiin, bize gelen konulari bizden iyi anladilar. Aralarinda sert münâkasa ve mücâdele olmadi ve onlar fikih meclisleri ile halki fikha tesvik ettiler; fetvâ verdiler, birbirinden fetvâ sordular. Bunu anlayinca ben de münakâsa, cedel ve kelâmi biraktim; selefin yoluna döndüm. Kelâmcilarin selefin yolunda olmadigini; cedelcilerin kalpleri kati, ruhlari kaba, nasslara muhâlefetten çekinmeyen, verâ ve takvâdan uzak kimseler olduklarini gördüm" (Ibnü'l Bezzâzi, Menâkîbu Ebî Hanife, I, 111).
Numân, babasiyla onalti yasinda hacca gittiginde ortada tâbiînden Atâ b. Ebî Rebâh, Abdullah Ibn Ömer ile tanisarak onlardan hadis dinledigi, rivâyet edilir (Abnü'l Esir, Üsdü'l-Gâbe, III, 133). Kendisi, tâbiînden sayilir ve etbau 't-tâbiînin büyüklerindendir. Onun, gençliginde çaginin bütün düsünce akimlarini izledigi, ihtilâflari çok iyi tesbit ettigi zikredilmektedir (Sa'râni, Tabakatü'l-Kübrâ, I, 52-53). Fikihta karar kilip selefin yolunu izlemeye basladiktan sonra gelenege uyarak kendisine bir üstad âlim seçti. Onsekiz yil Irak'in büyük fakihi Hammâd b. Ebî Süleyman (ö.120/737)'in derslerine devam etti. Onun vekîli oldu ve on yillik ögrencilikten sonra kendi kürsüsünü açmak istediyse de, altmis kadar fetvasinin kirkinin Hammâd tarafindan tasvib edildigi ve yirmisinin düzeltildigini görünce bundan vazgeçerek onun ölümüne kadar vekâletinde bulundu. Özellikle o sirada varolan su dört fikhi ögrendi: Istinbat, Hz. Ömer fikhi, Abdullah b. Mes'ud fikhi, Abdullah b. Abbâs fikhi. Birincisi ser'i hakikatleri arastirip ortaya koymaya, ikincisi maslahata, üçüncüsü tahrice, dördüncüsü Kur'ân ilmine dayanan okuldu (Muhammed Ebû Zehra, Islâm'da Fikhi Mezhepler Târihi, Çev: Abdulkadir Sener, II, i32).

Hocasi Hammâd b. Ebî Süleyman, Ibrahim en-Nehaî ve Sa'bî gibi iki büyük âlimden fikih okudu. Abdullah b. Mes'ud ve Hz. Ali'nin fikhina sahip Kadi Sureyh, Alkame b. Kays, Mesruk b. el-Ecda'in fikhindan faydalandi. Ebû Hanife'nin fikhinda daha ziyâde Ibrahim en-Nehaî okulunun tesiri görülür. Dehlevî, "Hanefi fikhinin kaynagi, Ibrahim Nehaî'nin kavilleridir" der (Sah Veliyullah Dehlevî, Huccetullah'il Bâliga, i, 146). Ayrica Ebû Hanife, "istihsan" kullanmada tartisilmaz bir ilim elde etmistir. Onun tâcir olarak halkin günlük hayatiyla iç içe olusu ve sik sik ilim merkezlerine seyahat edip birçok âlim ile düsünce alisverisinde bulunmasi, bu alanda sayginligina sebep olmustur. Hac seyahatlerinde tâbiîn âlimlerinin ileri gelenleriyle görüsmüs, ilmî sohbetlerde bulunmus, onlardan hadis dinlemistir. Atâ b. Ebî Rebâh, Atiyye el-Avfi, Abdurrahman b. Hürmüz el-A'rec, Ikrime, Nâfi', Katâde bunlardan bazilaridir (Zehebî, Menâkibu'l-Imâm Ebi Hanife ve Sahiheyni Ebi Yûsuf ve Muhammed b. el-Hasen, Misir). Kendisi söyle der: "Hz. Ömer'in fikhini, Hz. Ali'nin fikhini, Abdullah b. Mes'ud'un ve Abdullah Ibn Abbâs'in fikhini onlarin ashâbindan aldim" (M. Ebû Zehra, Ebû Hanife, 44).
Ebû Hanife ilimle ugrasirken ticareti de bütünüyle birakmadi. Bu, onun helâl rizik kazanmasini sagladigi gibi, ticarî kazancini ve talebelerinin ihtiyaçlarinin karsilanmasini, bagimsiz bir ilim meclisi kurmasini da sagladi. Ebû Yûsuf'un parasinin bittigini söylemesine ihtiyaç birakmadan o Ebû Yusuf'u murâkabe eder, yardimda bulunurdu. Gücü yetmeyen talebelerinin de evlenmesini saglardi (Zehebî, a.g.e, 39). Birçoklari ticarette Ebû Hanife'yi Ebû Bekir'e benzetirdi; çünkü o bir mali satin alirken, sattigi zamanki gibi emânet kâidesine uyar, kötü mali üste, iyisini alta koyardi, muhtaç saticiyi sömürmezdi. Bir defasinda bir kadin, satmak üzere ona bir ipek elbise getirdi. O, fiyatini sordu. Kadin yüz dirhem istedi. Ebû Hanife, degerinin yüz dirhemden fazla ettigini söyledi. Kadin yüzer yüzer artirarak dört yüze çiktiginda Ebû Hanife, daha fazla edecegini söyleyince kadin, "Benimle egleniyor musun?" demisti. Ebû Hanife de, "Ne münasebet, bir adam getirin de fiyat takdir ettirelim" dedi. Adam çagrildi ve fiyati takdir etti: Ebu Hanife o mali bes yüz dirheme satin aldi. Bu olay o zamandan beri halk arasinda günümüze kadar anlatilarak, ticarette dürüstlüge dâir bir darb-i mesel haline gelmistir.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
MUHAMMED B. IDRÎS ES-SAFIÎ


(150-204 H.)
welt2.gif
Safiî mezhebinin öncüsü ve müctehid imamlardan biri.

Hicrî 150/Miladî 767 yilinda Filistin'in Gazze sehrinde dogdu. Babasi Idris bir is için Gazze'ye gitmis, orada iken vefat etmisti. Dedelerinden biri olan Safiî Ibn es-Sâib'e nisbeten Safiî olarak bilinir. Soyu Abd-i Menâf'ta Hz. Peygamber'in soyuyla birlesir.

Henüz küçük yasta iken babasini kaybeder. Fakir bir sekilde yasayan annesi, oglunu alip Mekke'ye gitmege karar verir. Mekke'de, daha küçük yasta kendisini ilme veren Imam Safiî, yedi yasinda Kur'ân-i Kerim'i; on yasinda da Imam Mâlik'in el-Muvatta' adli hadis kitabini ezberlemis ve on bes yasina geldiginde, fetva verebilecek bir seviyeye ulasmisti.
Bundan sonra yirmi yila yakin bir süre çölde, Huzeyl kabilesi içinde yasayarak fasih Arapça'yi ve câhiliye siirlerini ögrendi. Hatta Asmaî, onun hakkinda; "Huzayl'in siirlerini Kureys'ten Muhammed b. Idris denen bir genç ile düzelttim" demistir. Böylece edip ve Arapçada söz sahibi olmustur.

Akabinde birçok alimden hadis okudu. Mekke valisinin bir tavsiye mektubu ile Medine'ye gitti. Burada Imam Mâlik'e el-Muvatta adli eserinin tamamini arzetti. Daha sonra tamamen fikha yönelerek Imam Mâlik'ten Hicaz fikhini ögrendi. Safiî'nin essiz kavrayis ve üstün zekâsini müsahededen Imam Mâlik, ona su anlamli tavsiyede bulundu: "Muhammed! Allah'tan kork, günahtan sakin; çünkü ben senin büyük bir sahsiyet olacagini ümid ediyorum. Gönlüne Allah'in koymus oldugu bu nuru günahla söndürme."
Medine'de Imam Mâlik'ten fikih ve hadis ilmi aldi. Süfyan b. Uyeyne'den, Fudayl b. Iyâz ve amcasi Muhammed b. Sâfi' ve digerlerinden hadis rivayet etti.
Imam Sâfiî, bu arada çalismak zorunda oldugu için bir süre Yemen'e gitti. Yemen kâdisi Mus'ab b. Abdillah el-Kuresî orada kendisine resmî bir is bulmustu. Bu arada, Halîfe Hârun er-Rasîd Hz. Ali taraftarlarinin bir harekâtindan korkuyordu. Yemen tarafindan yakalanip getirilen Siîler arasinda -Siî olmadigi halde- Sâfiî de Medîne'de Halîfe'nin huzuruna çikarildi. Suçsuzlugu anlasilinca Halife onu serbest biraktirdi ve maddî yardimda bulundu. Sonra H.183 ve 195'te Bagdat'a gitti. Orada Muhammed b. Hasan es-Seybânî'den Irak fakihlerinin kitaplarini okudu. Onunla fikir alis verisinde bulundu.

Imam Sâfiî bundan sonra H. i87'de Mekke'de ve i95'te Bagdat'ta Imam Ahmed b. Hanbel (Ö. 241/855) ile bulustu. Ondan Hanbelî fikhini ve usulünü, Kur'an'in nâsih ve mensuhunu ögrendi. Bagdad'ta onun eski mezhebinin esaslarini ihtiva eden "el-Hucce" adli eserini yazdi. Sonra H. 200'de görüslerinin en çok yayginlasacagi Misir'a gitti. 204/819'da Receb'in son cuma günü Misir'da vefat etti ve orada defnedildi (el-Hudarî, Tarihu't-Tesrîi'l-Islâmî, Kahire 1358/1939, s. 254 vd.; Muhammed Ebû Zehra, Usulü'l-Fikh, Kahire, t.y., s.12 vd.; ez-Zühaylî, el-Fikhu'l Islâmî ve Edilletüh, Dimask 1405/1985, I, 35, 36; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, 9, 78 vd).

Imam Sâfiî'nin "er-Risâle" adli eseri fikih usulünde ilk kaleme alinan usul kitabidir. Hanefilerde, usul müctehid imamlar devrinde yazili bir eser haline getirilmemis daha sonra fürûdan hareket edilerek usûl kaideleri belirlenmistir. Imam Sâfî, isin basinda er-Risâle'yi yazarak sonraki Sâfiî bilginlerini bu külfetten kurtarmistir. Imam Sâfii'nin "el-Ümm" adli eseri ise Misir'da mezhep görüslerini kapsayan bir fikih eseridir.
Onun ilmî ve edebî sahsiyeti yaninda, takvâsi, olgun karakteri ve güzel ahlâki da zikredilmesi gereken hususlardandir. Kendisine Siffin meselesi, sorulunca su anlamli cevabi vermisti: "Ömer b. Abdülazîz'e Siffîn'da ölenler sorulunca o; "Allah'in elimi bulasmaktan korudugu kanlardir" demisti. Simdi ben de dilimi bu kana bulastirmak istemiyorum."
Ögrencileri onun hakkinda, "Safiî Hz'leri bir âyeti tefsir etmeye baslayinca, sanki o âyetin indirilisini görmüs gibi büyük bir vukufla konusurdu" derler.

Imam Sâfiî, müstakil mutlak müctehid idi. Hicazlilar'in ve Iraklilarin fikhini kendinde toplamisti. Ahmed b. Hanbel onun için; "Allah'in kitabi ve Rasûlünün sünnetinde insanlarin en fakîhi idi"; "Eli hokka ve kalem tutup da, boynunda Sâfi'nin minneti olmayan kimse yoktur" demistir. Tasköprülüzâde, Miftahu's-Saâde'sinde onun için söyle der: "Ehli fikih usûl, hadîs, dil ve nahiv âlimleri, Imam Sâfiî'nin; emânet, adâlet ve zühdünde, vera, takvâ ve cömertliginde, güzel ahlâkinda, kiymetinin yüceliginde birlesmistir. Onu gerektigi sekilde anlatmak zordur" (ez-Zühaylî, a.g.e., I, 26).

Sâfiî mezhebinin usûlü kitap, Sünnet, icma ve kiyasa dayanmaktadir.
Hanefî ve Mâlikîlerin kabul ettigi istihsanla ameli terketti ve "istihsani kullanan kendisi seriat koymustur" görüsünü ileri sürdü. Istihsani geçersiz kilmak ve tenkid etmek için "Ibtalü'l-Istihsân"isimli risâlesini kaleme almistir (bk. "Istihsan" mad.).
Imam Sâfiî, râvisi sikâ, zabt ve hadis muttasil olunca âhâd haberle amel etmenin gerekli oldugunu savunur. O, Imam Mâlik'in sart kostugu gibi, âhâd haberin amelle desteklenmesini, Irak ekolünün gerekli gördügü râvinin fakih ve ameli haber-i vâhide uygun olma gibi sartlari aramaz (Ebû Zehra, a.g.e., s.i2 vd.). O'nun haberi vâhidin delil olmasiyla ilgili, dayandigi çesitli deliller vardir. Bunlardan birinde Hz. Peygamber (s.a.s)'in söyle buyurdugunu rivayet eder: "Benim sözümü dinleyip belleyerek ezberleyen ve oldugu gibi baskasina duyuran kimsenin Allah yüzünü agartsin. Bazan fikih hâmili, fakih olmayana nakleder, iceleri de kendisinden daha fakih olan kimseye nakleder..." (Ebû Dâvud, Ilm, i0; Tirmizî, Ilm, 7; Ibn Mâce, Mukaddime,i8). Bu hadisi aktardiktan sonra Imam Sâfiî görüsünü söyle açiklar: "Madem ki Hz. Peygamber, sözlerini dinleyip bellemege ve onlari baskalarina duyurmaga davet etmistir. Bunu yerine getiren kimse ister bir kisi olsun, ister cemaat olsun, O'nun davetine icabet etmis sayilir. Hz. Peygamber'den rivayet eden kimse bir kisi de olsa güvenilir ve âdil olmak sartiyla rivayeti makbuldür."
Diger yandan Imam Sâfiî istihsani ve Mâlikîlerin mesâlih-i mürsele delilini reddederken, kendisi bunlara benzer "istidlâl" adini verdigi bir aklî delil kullanir.

Sâfiîlerde, çesitli konularda fetvâ, Imam Sâfiî'nin yeni mezhebine göredir, Imam Safiî, eski mezhebini temsil eden el-Hucce'den dönmüs ve; "Onu benden rivayet edene hakkimi helâl etmiyorum" demistir. Ancak on yedi kadar meselede eskiye göre fetva verilmistir. Meselâ; eski görüsü, muarizi olmayan bir hadisle desteklenirse onunla fetva verilir. Onun söyle dedigi nakledilir: "Hadis sahih olunca, o benim görüsümdür. Benim böyle bir hadisle çelisen sözümü de duvara çarpin".
Imam Sâfiî Hicaz, Irak, Misir ve diger Islam beldelerinde çesitli talebeler yetistirmistir. Yeni mezhebini Sâfiî'den alan Misirli bes ögrencisi sunlardir:
i) Ebû Ya'kub Yûsuf b. Yahyâ el-Büveydî (Ö. H. 231). Halîfe Me'mun'un çikardigi "Halku'l-Kur'an" fitnesi yüzünden Bagdat'ta bir süre hapsedildi (bk. "Halku'l-Kur'an" mad.). Sâfiî, onu ders halkasina vekil olarak birakmistir. Sâfiî'nin sözlerinden derledigi ünlü bir özet eseri vardir.
2) Ebû Ibrahim Ismail b. Yahyâ el-Müzenî (Ö. H. 266): Sâfiî mezhebine göre yazilmis çesitli eserleri vardir. Mebsût adi verilen "el-Muhtasaru'l Kebîr" ve "el-Muhtasaru's-Sagîr" bunlardandir. Irak, Sam ve Horasan'dan pek çok ilim talibi ondan yararlanmistir.
3) Ebû Muhammed er-Rabî' b. Süleyman b. Abdilcebbâr el-Murâdî (Ö.H. 270): Imam Sâfiî'nin kitaplarinin ravisidir. Amr b. el-Âs Câmiinde (Fustat Câmii) müezzindi. Safiî'nin er-Risâle, el-Ümm ve diger kitaplari, el-Murâdî kanaliyla bize ulasmistir.
4) Harmele b. Yahya b. Harmele (Ö.H. 266): Imam Sâfiî'den er-Rabî'in rivayet etmedigi kitaplari nakletti. Kitabü's-Surût, Kitabü's-Sünen, Kitabü'n-Nikâh ve Kitâbü'l-Ibil ve'l-Ganem ve Sifatühâ ve Esnânühâ bunlar arasinda sayilabilir.
5) Muhammed b. Abdillah b. Abdilhakem (Ö.H. 268): Imam Mâlik'in de ögrencilerinden idi. Misirlilar onu diger fakihlerden üstün kabul ediyordu. Daha sonra Sâfiî'nin görüslerini birakarak Imam Mâlik'in ictihadlariyla amel etmeye basladi.

Sâfiî'nin mezhebi; Misir, Güney Arabistan, Dogu Afrika, Dogu Anadolu, Seylan, Endonezya, Cava, Filipinler, Malaya, Mâveraü'n-Nehir ve Horasan gibi yerlerde yayilmistir (ez-Zühaylî, a.g.e., I, 37 vd.; Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 78 vd.).

Imam Sâfiî Ictihad'da izledigi usûl:

Delillerden hüküm çikarma ve ictihad'ta izledigi usulü "Ihtilâfü'l-Hadis", "Cimâu'l-Ilm" ve "er-Risâle" isimli eserlerinin çesitli yerlerinde açiklamistir. Özetle söyle der: "Kitap ve ihtilafsiz mütevatir sünnetle hükmolunur. Bu hüküm için "görünüste ve gerçekte (zahir ve batinda) hak ile hükmettik" deriz. Üzerinde ittifak edilmeyen ve âhâd yoldan gelen sünnetle hükmolunur. Bunun için, "görünüste hak ile hükmettik", deriz. Fakat "gerçekte..." diyemeyiz. Çünkü hadisi rivayet eden yanilmis olabilir. Icma, daha sonra da kiyas ile hükmederiz. Bu, ondan da zayiftir, fakat zaruret bulundugu yerde kullanilir. Çünkü haber varken kiyasi kullanmak helal degildir. Nitekim teyemmüm de, seferde su bulunmayinca temizligi saglar, fakat su bulununca teyemmüm bozulur (es-Safiî, er-Risâle, s. 512, 599, 600).

Safiî, Kitap ve Sünnet'in te'vile muhtaç kisimlarini dogru tevil etmek için Arapçanin, yapilan te'vile müsait bulunmasini ve Kitap, Sünnet ve Icma kaynaklarinda, anlasilan manâyi takviye eden bir delilin bulunmasini sart kosar. Te'vilini de bu dogrultuda yapar. Sünnete göre hüküm vermesi için, mütevatir olmayan hadiste sika, dogru, ne dedigini ve hadisin anlamini degistirecek sözleri bilen; hadisin anlamini tam olarak bilmiyorsa, onu manâ yoluyla degil, asil lafizlariyla rivayet eden; rivayetini hifzetmis, kitabini muhafaza etmis, sika ravilere muhalefetten uzak ve hadisin ilk kaynagina kadar ayni sartlari tasiyan raviler tarafindan rivayet edilmis bulunmasi sartini arar.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
pinkaba.gif


Ahmed b. Hanbel

(164/780 - 241/855)

Islâm'da dört büyük fikih mezhebin birisi olan Ahmed b. Hanbel 164/780 yilinda Bagdad'ta dogdu. 241/855'te yine orada vefat etti. Büyük babasi Hanbel Horasan bölgesinde bulunan Serahs Vilâyeti'nin valisi idi. Babasi Muhammed b. Hanbel de komutanlik görevi üstlenmis bir askerdi. Hanbel ailesi, Ahmed'in dogumuna yakin bir sirada Bagdad'a gelmis ve orada yerlesmisti.
Ahmed b. Hanbel önce Kur'ân'i hifzetmis, daha sonra arapça, hadis gibi ilimleri, sahâbe ve tabiîlere ait rivâyetleri, Hz. Peygamber'in, sahabe ve tabiîlerin hayatlarini incelemekle ilim çalismalarina baslamistir. Özellikle hadis ilmi için Basra, Kûfe, Mekke, Medîne, Sam, Yemen ve el-Cezîre'yi dolasmis, uzun bir süre Imam Sâfiî'ye (ö. 204/819) talebelik etmistir. Hatta bu yüzden O'nu Sâfiî mezhebinden sayanlar bile olmustur. Böylece O'nun baslica fikih üstadi Imam Sâfiî'dir. Sâfiî, O'nun hakkinda söyle demistir: "Ben Bagdad'tan ayrildim ve orada Ahmed b. Hanbel'den daha âlim ve daha faziletli kimse birakmadim"(el-Hudarî, Târihu't-Tesrîi'l-Islâmî, terc. Haydar Hatipoglu, s. 260, 26i).

Ahmed b. Hanbel, Ebû Hanîfe'nin (ö.150/767) ögrencisi ve devrin ünlü bas kadisi Ebû Yûsuf'tan (ö.182/798) fikih ilmi aldi. Rivâyetle dirayeti birlestiren bir yol izledi. O, hükmü hadisten çikarir, bu hükme yeni bir takim meseleleri kiyas ederdi. Bu arada Yemen'e giderek, San'a'da Abdurrezzâk b. Hemmâm'la (ö. 211/826) görüstü. Orada iki yil kadar kalarak O'ndan ez-Zuhrî ve Ibnü'l-Müseyyeb yoluyla gelen birçok hadisleri aldi(Muhammed EbûZehra, Islâm'da Fikhî Mezhepler Tarihi, Terc. Abdulkadir Sener, Istanbul i976, s. 423 vd.)
Adinin ilim, zühd ve takvâ ile birlikte yayilisi toplumu onun ilmine yöneltti. Mescid'eki derslerini izleyenlerin sayisinin bes bine kadar ulastigi nakledilir. Derslerinde dikkati çeken üç husus sudur.
a) Onun meclisine ciddiyet, vakar, tevazu ve ruhî huzur hâkimdi. Kendisi saka ve alay etmeyi sevmezdi.

b) Dersinde, ancâk hadisleri rivayet etmesi istendigi zaman anlatirdi. Hadis rivayetinde hafizasina güvenmez, Hz. Peygamber'e söylemedigi seyi isnad etmemek için yazili metne bakarak nakiller yapardi. Kendisine sorulmadikça konusmazdi.
c) Verdigi fetvalarin yazilip nakledilmesini menederdi. Ona göre yazilmasi gereken ilim, ancak Kitap ve Sünnet'ten ibaret idi. Ahmed b. Hanbel'in görüsü bu olmakla birlikte ögrencileri kendisinden ciltler dolusu kitaplar rivayet etmislerdir(Zehebî, Tercemetü Ahmed b. Hanbel, Müsned'in bastarafi, Mektebetü'l-Maarif tab'i, Misir, t.y.); Ebû Zehra, a.g.e., s. 437).

Hâlife Me'mûn'un ortaya attigi Kur'ân'in mahlûk (sonradan yaratilmis) oldugu fikrini Ibn Hanbel kabul etmedi, muhakeme edilerek zindana atildi. Dayak yedi, kendisine iskence yapildi, fakat yine inancindan taviz vermedi. (Ahmed b. Hanbel'in hal tercemesi için bk. el-Hatîbü'l-Bagdâdî, Târihû Bagdâd, Misir 1394/ 1931, IV, 412-423; Ebû Nuaym, Hilye, Misir 1352/15, IX,161-233; el-Buhârî, et-Tarihu'l-Kebîr, Haydarâbâd. 1360, I, 2, 5; Ibn Hallikân, Vefeyâtü'l-Ayân, Kahire 1367/1948, I, 47-49; Ibn Ebî Ya'lâ, Tabakâlü'l-Hanâbile, Kahire 1378/1952, I, 4-20: Ibnü'l-Cevzî; Menâkibu'l-Imam Ahmed, Misir 1349; ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, Haydarâbâd 1375/1955, I, 43i-432; Târihu'l-Islâm, I, 58-131 (Ahmed Muhammed Sâkir'in Müsned nesri mukaddimesi); Ebû Zehra, Ahmed b. Hanbel, Kahire 1949; Fuat Sezgin, GAS, I, 502-509).
Ahmed b. Hanbel'in Ictihad Usulü:

Dört mezhep imami içinde usul ve fetvalarini yazmaktan en çok çekinen zât Ahmed b. Hanbel'dir. O, daha çok hadisleri toplayip tasnif etmeyi gaye edinmistir. Sâfiî gibi O da senedi sahih olunca baska hiçbir sart ileri sürmeksizin haber-i vâhidle amel eden hadis ehli müctehidlerindendir. Ebû Hanîfe ise bu konuda râvinin güvenilir (sika) ve adaletli olmasi yaninda rivayet ettigi seye aykiri bir amelde bulunmamasini sart kosar. Sahabe adi zikredilmeyen "mürsel hadis"i, Ahmed b. Hanbel zayif sayar ve konu ile ilgili baska bir hadis bulunmazsa, yani zarûret karsisinda kalirsa bunu delil. olarak kabul ederdi (Muhammed Ebû Zehra Usûlü'l-Fikh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî tab'i, y. ve t.y., s. 108 vd.) Böylece O, mür" sel ve zayif hadisleri daha kuvvetli bir delil bulunmazsa kiyasa tercih ederdi. Ancak O'nun devrinde henüz hadis için "sahih, hasen, zayif" seklinde üçlü taksim yapilmamis, hadisler genellikle sahih ve zayif kisimlarina aynlmistir. Bu yüzden Ibn Hanbel'in kiyasa tercih ettigi hadisler, bâtil ve münker olmayan "hasen" nevinden hadisler olmalidir (Ibnti'l-Kayyim, I'lâmil'l-Muvakkiîn, Misir 1955, I, 29, 30).
Ibn Hanbel'e göre, ayni konuda aksi bir görüsün bulundugu bilinmeyen sahabe kavlî "icmâ"' niteligindedir. Eger sahabe görüsleri arasinda ihtilaf varsa, ya bunlardan Kitap veya Sünnete yakin olani tercih eder veya böyle bir tercih yapmaksizin sadece görüsleri nakletmekle yetinir. konu hakkinda sahabe görüsü nakledilmemisse, büyük tâbiî'lerin re'ylerini kendi re'yine tercih eder. Mesele hakkinda âyet, sahih hadis, sahabe kavli, zayif ve mûrsel eser gibi deliller bulamazsa kiyas yoluna basvurur (Ibnü'l kayyim, a.g.e., I, 32). "
Hanbeliler, hakkinda Kitap, Sünnet ve Icmâ'a dayali bir delil bulunmayan maslahati (kamu yarari) kiyastan sayarlar. Çünkü bunlar Kitap ve Sünnet nass'larinin toplamindan elde edilen genel maslahatlardir. Diger yandan Ibn Hanbel "Siyaset-i ser'iyye" de de maslahadi esas almistir. Siyaset-i ser'iyye, Islâm Devlet baskasinin, toplumu islah amaciyla, insanlari yararli islere tesvik etmek ve zararli islerden uzaklastirmak için izlemis oldugu yoldur. Nass olmasa bile bu konuda bazi cezalarin uygulanmasi mümkün ve caizdir. Ibn Hanbel'in konu ile ilgili bazi fetvalari söyledir: Fesat ve kötülük çikaranlar, serlerinden,güvende olunabilecek bir ülkeye sürgün edilirler. Ramazan ayinda gündüz sarap içenlerin cezasi arttirilir. Sahabeye dil uzatan cezalandirilir ve tevbeye davet edilir. Hanbelî mezhebine bagli bazi bilginler de kamu yararina dayali fetvalari sürdürmüslerdir. Meselâ; bir ev sahibi, eger evi elverisli ise, kalacak yeri olmayan bir kimseyi evinde oturtmasi için zorlanabilir. Bu konuda Ibnü'l-Kayyim (ö. 751/1350) söyle der: "Bir topluluk, herhangi bir sahsin ovinde oturmak zorunda kalsa, bundan baska bir ev veya otel (han) bulamasa, O kimsenin anlasmazliga düsmeksizin evini bunlara vermesi gerekir. Bazi Hanbefîlere göre ev sahibi bunlardan ecr-i misil kadar kira bedeli alabilir (Ebû Zehra, Islâm'da Fikhî Mezhepler Tarihi, s. 493, 494).n

Hanbefîler istihsan delilini de kabul ederler. Çünkü istihsan; ya nass veya icmâ' gibi bir delile dayanmakta yahut da zaruret prensibine göre kabul edilmektedir.
Sedd-i Zerâyi, prensibini en siddetli uygulayan mezhep hanefîlerdir. Bu konuda Ibnü'l-Kayyim el-Cevziyye söyle der: "Maksatlara, ancak onlara götüren vâsita ve yollarla ulasildigina göre, bu vâsita ve yollar da onlara tabi olur ve ayni hükmü alirlar. Allah bir seyi haram kilmissa, bu harama götüren yol ve usulleri de yasaklamis demektir. Aksi halde haram kilmanin hikmeti kalmazdi. Meselâ; doktorlar, hastaligi önlemek için, hastayi buna sebep olan seylerden menederler. Aksi halde hasta daha kötü duruma düsebilir (Ibnü'l Kayyim, a.g.e., I, 119).
Hanbelîlerin çokça kullandigi baska bir metot "istishâb" adini alir. Bu manasi sabit olan bir hükmün, onu degistiren bir delil bulununcaya kadar devam etmesidir. Onlarin istishâb metoduna göre verdikleri ban fetvalar sunlardir:
a) Yasaklandigina dair bir delil bulununcaya kadar esyada aslolan mübahliktir.

b) Pis oldugunu gösteren bir delil bulununcaya kadar suda aslolan temizliktir.

c) Esini bosayan bir koca, daha sonra bir defa mi yoksa üç talakla mi bosadiginda süphe etse, bir talakla bosadigi esasi kabul edilir. Çünkü tek talakla bosama kesindir (Ebû Zehra, a.g.e., s. 497, 498).

Ibn Hanbel istishabi; "daha önce var olani sabit görme, önceden yok olani yok sayma" seklinde uygularken, ayni metodu bazi hanefîler, sâbit kilmada degil, sadece def'ide geçerli görürler. Meselâ; kaybolan (mefkud) ve kendisinden haber alinamayan kimsenin hayati, aksi sabit oluncaya kadar devam eder. Hanefî ve mâlikîlere göre, kendi mallari bakimindan sag kimseler gibi muamele görür, mülkiyet hakki devam ettigi gibi, karisi da, onun ölümüne dair bir delil bulununcaya veya mahkeme tarafindan ölümüne hüküm verilinceye kadar evlilik sifati devam eder; fakat bu kayip kimse, kayipligi süresince bir takim yeni haklar elde edemez. Bu süre içinde ona, miras veya vasiyet yoluyla bir sey intikal etmez. Bir yakini ölürse, kayip kisinin payi bekletilir, sag olarak döner gelirse bu pay ona verilir. Hâkim onun ölümüne hükmederse, miras birakan öldügü vakit o da ölmüs sayilarak onun miras payi mûrise geri döner ve onun öteki varisleri arasinda paylastirilir. Hanbelî ve Sâfiîlerin istihbab anlayisi ise "hem isbat hem de def etme" esasina dayandigi için, ölümüne hüküm verilinceye kadar, onu kayiplik sûresince sag olarak kabul ederler. Onlara göre, bu süre içerisinde o, kendisine ait mallarin mülkiyet hakkina sahip oldugu gibi kendisine miras, vasiyet ve benzeri yollarla mal da intikal eder (Ibnü'l-Kayyim, a.g.e., Delhi tab'i, I, i25; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fikh, s. 299, 300). Istishâb delilinin re'y ve kiyas ictihadiyla yakin ilgisi vardir. Kiyasi tamamen inkâr eden Zahirîlerle, Ibn Hanbel gibi çok az kullanan müctehidler, âyet ve hadislerin temas etmedigi meseleleri Istishâba birakarak; Allah'in haram kildigi haram, helal kildigini helal, bunlarin disinda kalanlari ise Istishâb esasina göre mübah kabul eder ve bu metodun alanini çok genis tutarlar.

Hanbelî Mezhebinin Bazi Görüsleri:
Ahmed b. Hanbel'e göre; iman, kesin olarak inanmaktan ve amelden ibarettir. Artar ve eksilir, yani iman, iyi amelle artar, kötü amelle de eksilir. Kisi imandan çikabilir, Islam'dan çikmaz. Tevbe edince yeniden imana döner. Insani ancak Allah'a sirk kosmak veya farzlardan birini inkâr ederek yapmamak imandan disari çikarir. Insan herhangi bir farz tembellik veya gevseklik yüzünden terkederse, onun durumu Allah'a havale edilir. Dilerse ona azap eder, dilerse onu affeder.

Hz. Ali'nin hilâfetinden itibaren büyük günah (kebîre) isleyenlerin durumu bilginler arasinda tartisilmistir. Hâriciler bu konuda sert bir yol izleyerek, büyük günah isleyenin dinden çikacagi görüsünü benimsemistir.
Hasan el-Basri bunlarin münafik olacagini söylerken Mürcie firkasinin sapiklari, iman olduktan sonra, günahin hiçbir zarari olmadigini savunmuslardir. Ebû Hanîfe ve çogunluk Islâm hukukçularina göre büyük günah isleyen kimse, kesin tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul eder. Eger tevbe etmeden ölürse durumu Allah'a havale edilir. O, dilerse azap eder, dilerse kulunu affeder. Ahmed b. Hanbel'in görüsü de, diger fakihlerin görüsü gibidir. O, söyle demistir: "Mü'min kendisine gizli olan seyleri Allah'a havale eder, kendi durumunu da O'na birakir. Günahlarla Allah'in magfiret kapisini kapatmaz. Herseyin, hayir ve serrin Allah'in kaza ve kaderiyle oldugunu bilir. Iyilik yapan için Allah'tan ümidini kesmez, kötülük yapanin da âkibetinden korkar. Muhammed ümmetinden hiçbir kimse yaptigi iyilik sebebiyle cennete ve kazandigi günah sebebiyle cehenneme girmez. Bu konuda Allah'in diledigi olur" (Ibnu'l-Cevzî, Menâkibu'l Imam Ahmed b. Hanbel, s. 168).
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
kalig008.jpg


MÂLIK B. ENES



Mâlik b. Enes b. Mâlik b. Ebi Âmir el-Asbahî. Mâliki Mezhebinin imami, Muhaddis ve mutlak müctehid.
Imam Mâlik, Medine'de dogmustur. Onun dogum tarihi hakkinda, Hicrî 90'dan 98'e kadar degisen farkli rivayetler vardir. Ancak, yayginlikla kabul edileni 93 (711-712) tarihinde dogmus oldugudur (Ömer Riza Kehhale, Mu'cemü'l-Müellifîn, Beyrut (t.y.), VIII, 168; ayrica bk. Suyutî, rezyinü'l-memalik, 7)..

Imam Mâlik'in ailesi aslen Yemenli olup, dedesi Zû Asbah kabilesine mensup olan Mâlik b. Ebu Amir el-Asbahî, Yemen valisinden gördügü zulüm üzerine Medine'ye gelip yerlesmistir. Annesi de, yine Yemenli Ezd kabilesinden, Aliye binti Süreyk el-Ezdî'dir.
Imam Mâlik'in dedesi Medine'ye yerlestikten sonra, Kureyse mensup Benû Teym b. Murra kabilesi ile hisimlik kurarak, bu kabile mensuplariyla dostluk (velâ) akdetmis ve gerektiginde onlardan yardim görmüstür.
Imam Mâlik'in ailesi, Medine'ye yerlestikten sonra ilimle mesgul olmus, özellikle hadisleri toplamaya ve Ashab'in fetvalarini ögrenmeye büyük önem vermislerdi. Dedesi Mâlik b. Ebu Amir, Tâbiînin büyüklerinden olup, Hz. Ömer (r.a), Osman (r.a), Talha (r.a) ve Aise (r.anh)'dan hadis rivayet etmistir.

Imam Mâlik, babasindan sadece bir hadis rivayet etmistir. Bu da, babasinin hadisle fazlaca mesgul olmadigini göstermektedir. Ancak amcasi Süheyl hadis âlimlerinden olup, Ismail b. Cafer'in hocasidir. Ayrica, ez-Zuhrî de ondan ders okumustur. Onun Nadr ismindeki kardesi de hadis tahsil etmisti. Imam Mâlik, hadis derslerine basladigi zaman, bu kardesinin söhretine binaen Ahu'n-Nadr (Nadr'in kardesi) diye çagrilmakta idi. Daha sonra, Imam Mâlik, hadiste onu geçmis ve kardesi ona nisbet edilmeye baslanmistir.
Hulefâ-i Râsidîn devrinde Medine, Ashab'in ileri gelen âlimlerinin bir arada bulundugu ve ilim tahsilinin zirvesine ulastigi bir merkez konumundaydi. Emevîler devrinde ise Medine, çogalan fitnelerden ve idarecilerin zulmünden kaçan bir takim âlimlere siginilacak bir yer görevi görmeye baslamisti. Ayrica, Tabii'nin çogu Medine'de oturmakta, Ashab'in rivayet ve fikhini, etraflarini halkalayan ilme susamis talebelere aktarmakta idiler.
Imam Mâlik, kendini tamamen ilme vermis bir aile muhitinde büyümüs ve çok canli bir ilmî hareketliligin yasandigi Medine'de ilim tahsil etmeye baslamisti. Böyle bir çevrede bulunmasi ona, çagin en ileri seviyesindeki alimlerden ders okuma imkânini vermisti.
Imam Mâlik önce, Kur'an-i Kerîm'i hifz etmis, pesinden de hadisleri ezberlemeye baslamis ve bilhassa annesinin tesvik ve yönlendirmeleri ile Medine'nin büyük ve meshur âlimlerinden Rabia b. Abdurrahman'in ders halkalarina katilmisti (Muhammed Ebu Zehra, Imam Mâlik, Terc. Osman Keskioglu, Ankara 1984, 30).
Daha sonra o, bir seyler ögrenebilecegi bütün âlimlerin yanina gitmeye ve onlardan hadis, sahabelerin fetvalari ve fikih konularinda istifade etmeye baslamisti.
Yüze yakin âlimden yararlanan Imam Mâlik'in yetismesinde, fikrî ve ilmî yapisinin oturmasinda, basta Abdurrahman ibn Hürmüz, Rabîa, Sihab ez-Zührî, Ebu Zinad, Yahya b. Sa'id el-Ensârî ve Hz. Ömer (r.a)'in azadlisi Nâfi'in büyük katkilari olmustur.
Ibn Hürmüz, hadis ve ser'î ilimlerde söz sahibi bir âlim olup, ayrica zamanin bütün fikrî, siyasî gelismelerini takip eden ve onlarin iç gerçeklerine nüfûz eden bir kültür genisligine sahipti. O, Imam Mâlik'e çok sey ögretir ancak, maslahata uygun görmedigi için bunlardan çok azini açiklamasina müsaade ederdi. Ibn Hürmüz, sorumlulugundan korktugu için, Mâlik'ten, hadislerin senedinde kendi adini zikretmemesini istemisti.
Imam Mâlik, Hz. Ömer (r.a) ile Abdullah b. Ömer'in fikhini ve fetvalarini, Nafi'den ögrenmisti. Ebu Davud, Malik'in Nâfi'den, onun da Ibn Ömer'den rivayetini senet yönünden en saglam olani kabul eder.
Imam Mâlik, yetisip olgunlastiktan sonra, fikihta hocasi olan Rabianin bazi görüslerini tenkit etmeye basladi. Bundan sonra o, Rabianin derslerini birakip, Zührî'nin hadis derslerine devam etti. Ancak, onun fikhî görüslerinde, Rabia'nin büyük tesiri vardir.
Bundan sonra o, Zühri'nin dersi disinda evine kapaniyor, o zamana kadar kagitlara kaydettiklerini derleyip toparlamaya çalisiyordu.
Ayrica Imam Mâlik, Cafer-i Sadik'in derslerini hiç bir zaman kaçirmazdi. Onun ilmine, zühd ve takvasina hayranlik duymakta idi. Imam Mâlik onun hakkinda; "Abdesti olmadan hadis rivayet etmez, Hz. Peygamberin adi anilinca yüzü sararirdi" demektedir.
O, Medine'nin ilmini tamamen ögrendigine iyice kanaat getirmeden ders vermeye baslamadi. Medine'de bulunan âlimlerin çogunun kendisini ders verme hususunda yeterli görmesini açiklamalarindan sonra güvenilir ravilerden aldigi hadisleri insanlara ögretmek, fetva soranlarin problemlerini halletmek ve etrafinda toplasan ögrencilere dersler vermek zorunlulugunu hissetmistir. Imam Mâlik bu konuda söyle söylemektedir: "Her aklina esen mescitte oturup ders veremez. Âlimlerden yetmis kisinin beni yeterli görmesine kadar ben, ders ve fetva vermekten kaçindim". Imam Mâlik ayrica, hocalari Zührî ve Rabia'ya, ders verip veremeyecegini sorup olumlu cevap aldiktan sonra bu ise baslamistir.
Imam Mâlik, derslerini Mescid-i Nebî'de vermeye baslamisti. Ancak sonralari idrarini tutamama (prostat) hastaligina yakalaninca mescite gelmez olmus ve derslerine evinde devam etmeye baslamistir. O, Mescid-i Nebî'de ders okuttugu zaman, Hz. Ömer (r.a)'in ders okuturken oturdugu yere oturmaya özen göstermistir. Burasi Resulullah (s.a.s)'in mescitte oturdugu yerdir. Ayrica Medine'de Abdullah b. Mesud'un oturdugu evde ikamet ederek, onlarin hatirasini zihninde canli tutmayi arzulamis ve Ashab'in yasadigi manevî atmosferi hissetmeye çalismistir.

Imam Mâlik'in dersleri, hadis ve fikhî meselelerle verdigi fetvalar seklinde cereyan ederdi. O, vuku bulmus olaylara fetva verir ve degerlendirmelerde bulunurdu. Vuku bulmamis, farazî olaylar için kesinlikle bir görüs beyan etmezdi. Bu da Islâm hukukunun en önemli özelligidir.
Hastaliginin ilk dönemlerinde, mescite namaza gelir, sonra evine dönerdi. Bir zaman sonra namazlara gelemez olmus, daha sonra cuma namazi için de evinden çikamaz hale gelmisti. Bu durumunu soranlara hastaligini, ta ölüm dösegine yatana kadar söylememistir.

Imam Mâlik, ilimde olgunlasip dersler vermeye basladiktan sonra, bilgilerini daha da derinlestirmek ve farkli fikhî görüsleri, incelikleriyle kavrayabilmek için âlimler ile iliskisini yogun bir sekilde sürdürmüstür. Hacca gelen âlimlerle görüsüp, onlarla ilim alisverisinde bulunurdu. O, büyük fakih Ebu Hanife ile de görüsür, onunla münazaralarda bulunurdu. Onlarin bu görüsmeleri gayet nezih bir sekilde cereyan eder ve herbiri digerinin fikihtaki üstünlügünü överdi. Bunun gibi o, Keys, Evza'î, Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan, Hammad vb. çagin seçkin âlimleri ile ilmî sohbetlerde birlikte olur, onlarla bir araya gelme firsati buldugunda bunu hiç bir zaman kaçirmazdi. Imam Mâlikin yasadigi dönem, Medine'nin ilim, inceleme ve arastirmalarin odagi oldugu bir dönemdi. Bunun sebebi, Resulullah (s.a.s)'in mescidinin ve kabrinin burada bulunmasi dolayisiyla Islam cografyasinin her tarafindan, farkli fikhî ekollere mensup âlimlerin, her hac mevsiminde buraya akin akin gelmeleri idi.
Imam Mâlik ayrica, ilmini yenilemek ve asrinin diger fakihlerinin görüslerini ögrenmek için mektuplasma yolunu da kullaniyordu. O, görüsme imkâni olmayan uzak sehirlerdeki âlimlere mektuplar yazar, degisik konulardaki görüslerini sorar ve kendi degerlendirmelerini onlara iletirdi.

Imam Mâlik keskin bir zekâ ve kuvvetli bir hafizaya sahipti. Bu da ona, dinledigi hadisleri kolayca ezberleme ve fikhî konulara rahatça nüfuz edebilme imkanini sagliyordu. Hadisleri saglam ravilerden kusursuz olarak bellemis oldugu halde, bir maslahat görmedikçe hadis rivayet etmezdi. Hadis nakletmenin sorumlulugu onu sikintiya sokar ve naklettigi her hadisi için; "Onlari nakletmektense herbiri için bir kirbaç yemeyi yeglerdim" demekte idi.
Sadece Allah Teâlâ'nin rizasini kazanmak için ilim tahsil etmis, hayati boyunca takva yolunu terketmemistir. Ona göre ilim bir nurdur ve ancak husu ve takva sahibi bir kalpte yerlesebilir. Fetva verirken yavas hareket eder, iyice düsünür, soran kimseyi göndererek meseleyi tetkik ve tesbit ettikten sonra cevap verirdi. O fetva konusunda hiç bir seyin kolay olamayacagi görüsünde olup, helâl ve haram ile ilgili her meselenin zor oldugunu söylerdi. Din konusunda kimseyle tartismaya girmez, insanlar arasinda kin tohumlari ekecegi için bunu çok kötü bir davranis olarak degerlendirirdi.

Imam Mâlik, bedenen heybetli bir yapiya sahipti. Ilim ve büründügü takva elbisesi onun bu heybetine manevî bir yön katiyordu. Onun bakislarindan herkes etkilenir, insanlara büyüklük taslayan idareciler, valiler onun yaninda küçülür ve ona saygi gösterirlerdi.

Imam Mâlik'in babasi ok imalatçisi idi. Ancak, Imam Mâlik'in bu meslegi isra ettigine dair herhangi bir bilgi mevcut degildir. Kardesi hem hadis okur, hem de ticaretle ugrasirdi. Imam Mâlik'in de bir miktar sermayesi kardesi tarafindan çalistirilmakta idi. Buna ragmen onun, ögrencilik yillarinda biraz maddî sikinti çektigi anlasilmaktadir.
Imam Mâlik'in yasadigi dönem fikrî ve siyasî fitnelerin zirvesine ulastigi bir dönemdir. O, hem Emeviler, hem de Abbasiler döneminde yasamistir. Ömer b. Abdülaziz'i takdir eder ve onu ümmetin islerini hakkiyla yerine getirmeye çalisan adil bir halife olarak görürdü. Ancak o, ne tahtlarini korumak isteyen hükümdarlara taraf olmus, ne de ayaklanmalarina mesru zemin olusturmak isteyen isyanci gruplara destek vermistir. Her zaman gerçekleri yaymaya gayret göstermekle birlikte, anarsinin, müslüman kitleleri perisan ederek fitne ve fesadin yayginlasmasina sebeb olacagini düsündügü için o, isyanlari tasvip etmemistir. Bununla birlikte gayrimesru bir sekilde ümmetin basina gelen yöneticileri de onaylamamistir. Bu yüzdendir ki o, bir defasinda takibata ugramis ve Abbasiler'in ikinci halifesi Ebu Cafer el-Mansur'un Medine valisi tarafindan kendisine iskence yapilmistir. Buna sebeb olarak da, zorlama ile yapilan bey'atin geçersizligine fetva vermis olmasi gösterilir (Ebu Zehra, a.g.e., 77). Bu iskenceler sirasinda, o kirbaçlanmis ve kolu çekilmek sûretiyle sakatlanmistir.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
buhari.jpg
Imam BUHÂRÎ

(194-256/810-869)

Hadis bilginlerinin ileri gelenlerinden biri
Ebû Abdullah Muhammed b. Ismâil b. Ibrâhim b. el-Mugîre b. Berdizbeh el-Cûfî el-Buhârî.
Mugire b. Berdizbeh, Buhara Valisi Yemân el-Cûfi'nin araciligiyla müslüman olmustur. Bu nedenle Cûfi'ye nisbet edilmistir. Buhârî'nin babasi ve dedesi hakkinda pek bilgimiz yoktur.
Muhammed el-Buhârî, 13 sevvâl 194 h./21 Temmuz 810 tarihinde Cuma günü Buhara'da dogmustur. Bundan dolayi da Buhârî nisbetiyle anilmasina sebep olmustur. Buhârî, henüz bebek iken babasi vefat etmis, kardesi Ahmed'le birlikte yetim kalmistir. Annesinin terbiyesi altinda büyümüs, küçük yasta Kur'an'i ezberlemis ve Arapça ögrenmistir. Babasindan kalan servet onun hiç kimseye muhtaç olmadan ilim ögrenmesinde yararli oldu. On bir yasinda hadis ögrenmeye basladi. Onalti yasinda annesi ve kardesi Ahmed'le birlikte hacca gitti. Annesi ve kardesi Buhârâ'ya dönerken, kendisi ilim ögrenmek istegiyle Mekke'de kaldi. (210 h./825).
Onsekiz yasinda "Kitâbu Kadâya's-Sahabe ve't-Tâbiin" ile "et-Târîhü'l-Kebîr" adli eserlerini yazdi. ilim ögrenmek için sam'a, Misir'a, Basra'ya, Bagdat'a gitti. Bu amaçla alti yil Hicâz'da kaldi. Buhârî, hadis ögrenmek ve nakletmekle kalmadi. siirle de ilgilendi. Ancak fazla siir yazmadi. Savas sporlarina ilgi duydu, ata bindi, ok atti.
Akranlari Buhârî'den övgüyle bahsederler. Onu övenler arasinda büyük muhaddis imam Müslim'de vardir. Buna ragmen, Buhârî'nin üstünlügünü çekemeyenler fitne çikarmaktan geri kalmadilar. Buhârî'nin "Kur'an mahluktur" düsüncesini savundugunu yaydilar. Bu dedikodulardan rahatsiz olan Buhârî, memleketi Buhâra'ya gitti. Burada da rahat edemedi. Buhârâ emiri ile arasi açildi. Buhara Emiri Halid Ibn Ahmed, çocuklarina Câmiu's-Sahîh'i ve et-Tarih'i okutmasi için Buharî'yi konagina çagirir fakat Buharî, bu teklifi kabul etmez. ilim meclIslerinin herkese açik oldugunu,isteyenin gelerek yararlanabilecegini, ilmi valinin konaginin duvarlari arasina hapsedemeyecegini bildirir. Bu olay üzerine Ahmed Ibn Hâlid, onu Buhara'dan sürer. Buhârî, Buhara'dan ayrildiktan sonra Semerkand'a gider. Hartenk köyünde bulunan akrabalarinin arasina yerlesir. Semerkand'lilar, Buhârî'den yararlanmak isterler. Bir heyet gönderip Semerkand'a gelmesi ricasinda bulunurlar. Buhârî, Semerkand'a gitmek için hazirlik yapmaya baslar ancak bu arada hastalanir ve Ramazan Bayrami gecesi vefat eder (30 Ramazan 256 h./31 Agustos 869). Cenazesi, bayram günü ögleden sonra kilinarak Hartenk'e defnedilir.
Imam Buhârî keskin bir zekâ ve ezberleme yetenegine sahipti. Herhangi bir seyi ezberlemesi için ona bir defa bakmasi veya onu bir defa dinlemesi yeterliydi. Bagdatlilarin ve Semerkandlilar'in O'nun zekâ seviyesini denemek için sorduklari sorular bunu göstermesi bakimindan önemlidir. Gezileri sirasinda dinlediklerini yazmamasi ve kendisine takilanlara, dinledigi bütün hadIsleri ezberden okumasi da dikkat çekicidir. O ayni zamanda çok hadis ezberlemekle de söhret bulmustu.
Ince yapiti uzun boylu idi. ihtiyarliginda çok halim selim görünüslü olmustu. Sert yaratilIsli degildi. Yumusak huyluydu. ilim konusunda çok dikkatli idi. Dayanaksiz konusmak istemezdi. Baskalari hakkinda gayet yumusak bir dil kullanirdi. Derdi ki, "Hiçbir kimseyi giybet etmemis olarak Allah (c.c)'a kavusmayi arzu ediyorum." Rical bilgisi herkesten çok olmasina ragmen cerh ettigi (zayifligini ortaya koydugu) raviler hakkinda bile asagilayici tabirler kullanmazdi. Yalanciligi bilinen birisi için "fîhi nazar (bunda ihtilaf vardir)", "seketû anhu (sikaligi konusunda âlimler sustular)" derdi. O'nun bir adam hakkinda en agir sözü "münkerü'l-hadis (hadisi alinmaz)" terimidir.
Kütübü sitte müelliflerinden en-Nesâî, Buhârî'yi bizzat görüstügü seyhler arasinda saydiktan sonra söyle demistir: "O, sika, inanilir, akilli bir muhaddistir. Islâm tarihinde ilk defa sahih kitap yazan odur." Bazi âlimler onun için söyle derler: "Buhârî, Allah (c.c)'nun yeryüzünde yürüyen ayetlerindendir." Necm b. el-Fazl diyor ki: "Rüyamda Rasûlullah (s.a.s.) efendimizi gördüm. Bir köyden çikmis gidiyordu ve arkasindan imam-i Buhârî de onu takip etmekteydi. O bir adim atinca Buhârî de bir adim atiyor ve ayagini Rasûlullah (s.a.s.)'in ayagini bastigi yere basiyordu. Kitabini da her bakimdan ona nisbet ediyordu."
Buhârî ilmiyle amel eden bir insandi. Islâmî sinirlara uymada asiri derecede titizdi. Helâl ve haram konusunda duyarli idi. Hadis ilmine hizmet, bu yolla Allah (c.c.)'in rizasini, Rasûlullah (s.a.s.)'in sefaatini kazanmaktan öte bir amaç tasimiyordu. Babasindan kalan mirasi bile bu yolda harcamisti. Cömertligiyle söhret bulmustu, yardim ettiklerine Allah rizasi için elini uzatiyordu. Çok Kur'an okur, çok nafile namaz kilardi. Rivayete göre her üç günde bir Kur'an'i Kerîm'i hatmederdi. Gecenin bir kismini uykuyla geçirirdi. Sürekli geceleri uykusundan kalkip, kandilini yakar, hadis tahric ederdi. Yahut yazdiklarina isaretler koyar, üzerinde düsünürdü. Seherden önce uyanir, gece namazi kilar; sonra Kur'an'in üçte birini okurdu. Ramazanda ise terâvihten sonra Kur'an'in üçte birini okumaya devam ederdi.
Buhârî'nin kendi ifadesine göre hadis aldigi hocalarinin sayisi binden fazladir. Hadis yazdigi seyhlerine ait senetleri de bildigini, senedi zayif rivayetlere itibar etmedigini belirtir. Hocalarinin baslicalari sunlardir:
  • Ahmed b. Hanbel
  • Ali b. el-Medinî
  • Yahya b. Maîn
  • Ismail b. idris el-Medînî
  • Ishak b. Rahuyeh.
Bunlarin disinda su isimleri de görüyoruz;
  • Mekkî b. ibrahim el-Belhî
  • Muhammed b. Selam el-Bikendi
  • Ibrahim b. el-Es'as
  • Ali b. el-Hasan b. Sekîk
  • Yahya b. Yahya
  • Ibrahim b. Musa el-Hafiz
  • Süreyc b. en-Numan
  • Ebu Asim en-Nebil es-Seybânî
  • Muhammed b. Abdullah el-Ensârî
  • Abdullah b. Zübeyr el-Hamidî
  • El Mekrî, Abdülaziz el-Üveysî.
Ögrencileri arasinda da en meshurlari sunlardir;
  • Ebu isa et-Tirmîzî
  • Muhammed b. Nasru'l Mervezî
  • Ibni Ebi Dâvud
  • Müslim b. Haccac ve en-Nesâi.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
IBN MACE
calig38.jpg


Kutub-i Sitte'den kabul edilen "es-Sünen" isimli eserin müellifi. Hicri üçüncü yüzyilin önde gelen hadis hafizlarindandir. Ismi; Ebû Abdullah Muhammed b. Yezid b. Mâce el-Kazvim, Mevla Rabîa.
Ibn Mâce adiyla meshur olan müellifin adinin menseî ihtilaflidir. Bir rivayete göre Mâce dedesinin ismidir. Tercih edilen görüse göre Mâce babasinin ismidir. Kelime farsça kökenlidir. Firûzâbâdî Kamusunda Mâce'nin babasina ait bir lakap oldugunu söylemistir.
Ibn Mâce'nin isminin okunusu hadisçiler arasinda ihtilafli bir konudur. Bazilari Ibn Mâceh seklinde okumuslar. Bazi hadisçiler de Ibn Mâcete sekliyle söylemislerdir. Türkçe'de kelimenin sonundaki yuvarlak te harfi okunmadigindan dilimizde bu hadisçinin ismi Ibn Mâce olarak meshur olmustur.
Ibn Mâce Kazvîn sehrinde H. 209 yilinda dünyaya gelmistir. H. 273 yilinda Ramazan'in bitimine sekiz gün kala Pazartesi günü vefat etmistir.
Ibn Mâce dönemin önde gelen hadisçilerinden ders okumus ve hadis dinlemistir. O'nun hocalari arasinda sunlari sayabiliriz: Muhammed b. Abdillah b. Numeyr, Abdullah b. El-Muaviye, Hisa m b. Ammâr, Dâvud b. Ruseyd, Ebûbekir b. Ebi Seybe, Ibrahim b. el-Münzir el-Hazâmî. Bu saydigimiz âlimler dönemin meshur hadisçileri Ibn Mâce'nin önemli hocalaridir. Ibn Mâce'nin hadis aldigi seyhlerin sayisi ise daha fazladir. Talebeleri arasinda su hadisçileri sayabiliriz: Muhammed b. Isa el-Ebherî, Ebû'l-Hasan el-Kattân, Süleyman b. Yezîd el-Kazvînî, Ahmed b. Ibrahim el-Kazvînî, Ishâk b. Muhammed el-Kazvinî. Bu talebeler Ibn Mâce'nin yüzlerce talebesinden birkaç tanesidir (Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, II, 183).
Dönemin Ilmî gelenegine uygun olarak Ibn Mâce çesitli beldelere ilim seyahatlari (rihle) yapmistir. Irak, Basra, Kûfe, Bagdad, Mekke, Sam, Misir ve Rey beldelerini hadis Ilmini ögrenmek ve hadis yazmak için dolasmistir. Bu sehirlerdeki meshur hadisçilerle ve büyük âlimlerle görüsmüs, onlardan ilim almistir. Ibn Hallikân O'nun hakkinda "hadis Ilminde imâm ve hadis ilimleri ile ilgili bütün disiplinlerde otorite sahibiydi" demistir (Ibn Hallikân, Vefâyâtu'l-A'yân, III, 407).
Ibn Mâce'nin tefsir ve tarih ilimlerinde de genis bilgisi vardir. Kur'ân tefsiri ile ilgili bir eseri ve güzel bir tarih kitabi vardir (Ebü'l-Ferec Ibnu'l Cevzî, el-Muntazam, V, 90).
Sünen-i Ibn Mâce
Ibn Mâce'nin Sünen'i diger sünenler arasinda tertibinin güzelligi ve zevâidinin çoklugu ile temâyuz etmistir. Ibn Mâce'nin en önemli meshur eseridir. Bu eserde hadisler fikih bablarina göre tertip edilmistir. Eserin mukaddime bölümünde ise sünnete ittibanin önemi bidat'tan sakinmanin geregi ve bu meselelere tealluk eden konularla ilgili hadisler bir araya getirIlmistir. Bundan dolayi da "Sünen" grubundan kabul edIlmistir.
Ibn Mâce bu eserini telif ettiginde dönemin büyük hadis tenkitçisi Ebû Zur'a er-Razî'ye sunmustur. Ebû Zur'a Sünen hakkinda sunlari söylemistir: "Bu kitap halkin eline geçerse mevcut hadis kitaplarinin çogunun yerini alacagini zannediyorum" Ibn Mâce'nin eserindeki zayif hadisler için Ebû Zur'a "isnadi zayif olan hadIsleri n otuzu geçmeyecegini ümit ediyorum" demistir.
Ibn Mâce'nin Sünen'inde 37 kitap, 1515 bab ve 4341 hadis vardir. Bu rakam Sünen'in M. Fuâd Abdulbakî'nin tahkîki ile basilan baskisindaki rakamlamaya göredir. Sünen'de bulunan hadIsleri n 3002 tanesi Kütüb-i Sitte'nin diger bes kitabinda mevcuttur. Bu bes eserde bulunmayip yalniz Ibn Mâce'nin eserinde bulunan zevâid'in miktari 1339'dur. Bu hadIsleri n sihhat derecesi de söyle tesbit edIlmistir. Ricali sika ve isnâdi hasen olanlar 199 tane, isnadi zayif olanlar 613 tanedir. Münker, mekzûb veya isnadi çok fazla olmasi Sünen'in degerini artirmaktadir. Belki de Dârimî (ö. 255)'nin eserinin yerine Kütüb-i Sitte'nin altinci kitabi olmasinin en büyük sebebi Ibn Mâce'nin Sünen'indeki bu diger bes hadis kitabinda bulunmayan hadIsleri n sayisinin çoklugudur.
Ibn Mâce'nin eserini Kütüb-i Sitte'den Ilk kabul eden Imam Muhammed b. Tâhir el-Makdisîdir. Makdisî "Surutu'l-Eimmeti's-Sitte" isimli eserinde altinci eser olarak Ibn Mâce'nin eserini almis ve bu dönemden sonra bu sekilde yayginlasmistir. Zehebî Ibn Mâce'nin eseri hakkinda "güzel bir kitaptir. Vâhi hadIsleri onun güzelligini gidermese daha iyi olurdu. Ancak bunlar da fazla degildir" (Zehebî, a.g.e, II, 189).
Sünen'in meshur ravileri sunlardir: Ebu'l-Hasan el-Kattân, Süleyman b. Yezid, Ebû Ca'fer Muhammed b. Isa ve Ebû Bekr Hâmid el-Eherî'dir.
Kaynak: Samil Islam absiklopedisi
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
EBU DÂVUD
(202/817-275/888)


besmel.gif


Kütüb-i Sitte adi verilen büyük hadis mecmuâlarinin Buhâri ve Müslim'den sonra gelen Sünen'in müellifi olan büyük muhaddis.
"Imam", "Seyhu's-Sünne", "Mukaddemu'l-Huffâz" ve "Muhaddisu'l-Basra" gibi ünvanlara sahip olan Ebû Dâvûd, 817'de Sicistan'da dogdu. Tam adi, Ebû Dâvûd Süleyman b. El-Es'as b. Ishak b. Besir b. Seddad b. Amr b. Imrân el-Ezdi es-Sicistâni'dir. Büyük dedelerinden Imrân, Siffin'de Hz. Ali'nin yaninda sehid düsmüstür. Oglu Ebû Bekr Abdullah da meshur bir muhaddistir.
Ebû Dâvûd, hadis ilimlerinin altin çaginda, III. asirda yasadi. Ilim tahsilinde Irak, Sam, Misir, Cezretü'l-Arap okullari, Horasan, Rey, Herat, Kûfe, Bagdad, Tarsus, Basra gibi yerleri dolasmistir. Hocalari arasinda Ahmed b. Hanbel (241/855), Kuteybe b. Saîd (240/854), Yahyâ b. Maîn (233/847), Halef b. Hisâm (227/841) gibi büyük ilim sahibi kimseler görülmektedir. O günün ilim çevrelerinin en mûteber kisileri Ebû Dâvûd'un bu saydigimiz hocalari idi. Ebû Dâvûd hadis ilminde taklide karsi olmus, tahkike yönelmistir. Islâm dünyasinda yüzyillarca okutulan "Kitâbü's-Sünen" onun arastirmaciligina, münekkidligine en güzel örnektir. Kitâbü's-Sünen, hadis ilimlerinde en çok sözü edilen Kütüb-i Sitte'nin üçüncüsüdür. Tirmizî ve Nesâî onun talebeleri arasinda yer alir. Ebû Dâvûd'u, Sâfii veya Hanbeli mezhebine tâbi gösterilmesine ragmen, müstakil bir muhaddis olarak görmek daha dogru olur (Mübârekruri, Mukaddimetu Tuhfetu'l-Ahvezî, I, 352), Sünen'ini gerçekte Ahmed b. Hanbel okumus ve onaylamistir; ama bu onun Hanbeli oldugunu göstermez. Ebû Dâvud dâima hadisle ugrasmis, mezhebî bir mensubiyeti îmâ eden beyânina rastlanmamistir. Sünen'i, besyüzbin hadis arasindan seçtigi dörtbinsekizyüz hadisi ihtiva eder. Eserini takdim ederken, "müslümanin din; hayati için dört hadisin yeterli oldugunu" söyleyebilmistir. O dört hadis sunlardir:
1. "Ameller, niyetlere göredir. "
2. "Mâlâyâniyi (bos, gereksiz seyler) terketmesi kisinin olgun mü'min oldugunu gösterir".
3. "Kendisi için istedigini mü'min kardesi için de istemedikçe kisi kâmil mü'min olamaz."
4. "Helâl belli, haram bellidir. Aralarinda süpheli bazi isler de vardir..."
Gerçekten tam bir Islâmî hayat için temel ilke olabilecek ve bir toplumu ayakta tutabilecek özelliklere sahip olan bu hadis ölçüsü daha sonralari "Islâm ahkâminin üzerinde dönüp durdugu" baslica esaslari teskil etmistir (Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, XIII, 210).
Ebû Dâvûd 275/888 tarihinde, arkasinda on dokuz eser birakarak Basra'da yetmisüç yasinda vefât etmistir. Eserlerinden dördü basilmistir (Sünen, 1, I-3; es-Semseddin Sâmî, Kâmûsü'l-A'lâm. I. 714).
Eserleri:
1. Kitâbü's-Sünen: III. asirda muhaddisler, Sünenleri yazarak, sadece ahkâm hadislerini ortaya çikardilar. Sünen, fikih bâblarina göre düzenlenmis ahkâm hadislerini toplamaktadir. Ebû Dâvûd'a kadar, Câmi' ve Müsned diye isimlendirilen hadis kitaplari, hadisleri; ahbâr, kissalar, mevâiz, âdâb, ahkâm konularinda topluca veriyorlardi. Sünenin ilk kez ahkâm hadislerini toplamasi ve kirk yil Ebû Dâvûd'un onu okutmasi, nüshalarinin arasinda görülen farklarin bu fikhî özelligi dolayisiyla zaman içinde çikarma-eklemelerin yapildigini göstermektedir. Ebû Dâvûd eseri için mukaddime yazmamasina ragmen, Mekkelilere yazdigi "Risâletün ilâ ehli Mekke" adli mektubunda eserinden söyle söz etmektedir: "Eserin tamaminin bildigim en sahih hadislerden mütesekkil olduguna emin olabilirsiniz. Kitabin hacmi büyümesin diye bir konudaki birçok sahih hadisten bir veya iki hadis verdim. Kitapta bir hadisi iki veya üç degisik senedle tekrar etmissem, sebebi, farkli ve fazla bilgi ihtivâ etmesindendir. Çogu kez uzun hadisleri kisalttim. Bir mevzûda mürsel hadisin ziddina bir müsned hadisin mevcud olmadigi veya müsned hadis olmadigi yerde, her ne kadar kuvvet bakimindan müsned hadis gibi olmasa da mürsel hadisle ihticâc olunur. Kitabimda, hadisi terkedilmis râviden alinma herhangi bir rivâyet yoktur. Ayni konuda kendisinden baska ona benzer herhangi bir hadis bulamadigimdan dolayi münker bir hadise yer vermissem onun münker oldugunu mutlaka açikladim. Kili kirk yararcasina hadis toplayan benden baska biri yoktur herhalde. Bu öyle bir kitaptir ki, Nebi (s.a.s.)'den sahih isnadla vârid olan her sünnet onda mevcuttur. Kur'ân-i Kerîm'in disinda insanlarin ögrenimine bundan daha çok ihtiyaç duyacaklari bir baska kitap bilemiyorum. Fikhi meseleler, Süfyân es-Sevrî, Mâlik ve Safii'nin meseleleridir. Topladigim hadisler de bu meselelerin nassini teskil etmektedir. Sünen'e aldigim hadislerin büyük çogunlugu meshur hadislerdir. Meshur, muttasil ve sahîh olan hadîsi reddetmek kimsenin haddi ve hakki degildir. Sünen'e sadece ahkâm hadislerini aldim. Eserde mevcut dört bin sekiz yüz, hadisin tamami ahkâma âittir" (Adva'us-Seria, V. 1394). Concordance'd a Sünen, kirk kitap ve bin sekiz yüz seksen dokuz babtan meydana gelmektedir. Bu bölümler söyledir: et-Tahâre, es-Salât, Salâtu'l Istiska, Salâtü's-Sefer, Salâtu't-Tatavvu, Sehru Ramazan, Sucûdu'l Kur'ân, Vitr, ez-Zekât, el-Lukata, el-Menâsik, en-Nikâh, et-Talâk, es-Savm, el-Cihad, el-Edâhî, es-Sayd, el-Vasâya, el-Ferâiz, el-Harac ve'l Imâre ve'l Fev. el-Cenâiz, el-Eymân ve'n-Nuzûr, el-Büyû', el-Buyû' ve'l-Icâre, el-Akdiye, el-Ilm, el-Esribe, el-Et'ime, et-Tibb, el-Itâk, el-Hurûf ve'l-Kirâe, el-Hammâm, el-Libâs, et-Tereccül, el-Hâtem, el-Fiten, el-Mehdî, el-Melâhim, el-Hudûd, ed-Diyât, es-Sünne, el-Edeb.
Sünen'de sülâsi rivâyet yeralmaz. Onalti tane kutsî hadis bulunmaktadir. Hadisleri alti gruptur: Sahih lizâtihi, sahihe benzer, sahihe yakin, siddetli vehn olan hadisler, 'hakkinda birsey söylemediklerim sahihtir' dedikleri, hasen li gayrihi olabilecek hadisler (Kâtip Çelebi, Kesfü'z-Zunûn, II, 1005). Buhâri ve Müslim'in birlikte tahric ettigi hadisler kitabin yarisini teskil eder. Ebû Dâvûd kitabina sahih, hasen, leyyin ve amel edilebilir hadisleri almistir. Ona göre asiri derecede zayif olmayan hadis rey ve kiyastan evlâdir.
Sünen'de yeralan bazi sahih hadisler Sahihayn'da bulunmaz. Süpheli hadisleri ise, illetlerini açiklayarak almistir. Sünen, hadis kitaplarinin ikinci tabakasina dahildir (ed-Dihlevî, Hüccetullahi'l-Bâliga, I, 283). Talebelerinden yedisi tarafindan rivâyet edilmistir ki, en sahih ve yaygin rivâyet el-Lu'luî'nin eseridir (J.Robson, Sünen-i Ebû Dâvud Nüshalarinin Rivâyeti, Trc: Talat Koçyigit, A ÜIFD, 1956, V, 1-4, 175)
Sünen-i Ebû Dâvûd Kahire (1280), Delhi (1283), Luknov (1840-1888). Haydarabad (1321) Misir (1935-1950), gibi merkezlerde bir kaç kez basilmistir. Türkçe'de Ebû Dâvûd'un Sünen'i 1983'de yayinlanmistir. 1987 yilinda eserin, tercüme ve serhi yayinlanmaya baslanmistir. Sünen'in ilk serhini "Meâlim Es-Sünen" adiyla Ebû Süleyman Hattâbî (388/998) yapmistir.
Ebû Dâvûd'un diger eserleri sunlardir:
2. Risâletuhu fi Vasfi Kitâbü's-Sünen: Eseri Kitâbu's-Sünen ile ilgili olarak yazdigi ve yukarida sözkonusu ettigimiz mektuptur.
3. el-Merâsil: Mürsel hadislerle ilgili eseri.
4. Mesâiiu'l-Imam Ahmed: Fikih konularina göre tasnif edilen ve Ahmed b. Hanbel'e sorulan soru ve cevaplari kapsar. Diger önemli eserleri de sunlardir: el-Mesâil, en-Nâsih ve'l-Mensuh, Kitâbu'z-Zühd, Kitâbu'l-Kader, Kitâbu'l-Ba's ve'n-Nüsûr, Delâilu'n-Nübüvve, et-Teferrüd fi's-Sünen, Fedâilu'l-Ensâr, Müsned-u Mâlik, ed-Dua, Ibtidâu 'l- Vahy, Ahbâru'l-Havâric.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
imâm Müslim Hazretleri
Altý meþhûr hadis-i þerif kitâbý, kütüb-i sitte'nin ikincisi, Sahih-i Müslim'dir. Bu kýymetli eserin müellifi de, Müslim b. Müslim el-Kuþeyri en-Niþâbûri hazretleridir.Arablarýn ''Beni Kuþeyr'' kabilesine mensûb olmasýna raðmen, Niþâbûr'da doðmuþtur.Bu sebeble, NiþÂbûri olarak anýlýr. Künyesi: Ebü'l-Hüseyn'dir. En büyük, hadis-i þerif imâmlarýndan biridir! Ýlim öðrenmek ve hadis dinlemek üzere hicâz Irak, Þam ve Mýsýr diyârlarýný dolaþtý.
Oralarda Ahmed b. Hanbel, Kureybe b. Sâid, Ebû Bekr b. Ebi þeybe ve Ýmâm Þafii hazretlerinin talebelerinden ve daha bir çok âlimden hadis dinleyip, rivayette bulunmuþtur. :Büyük muhaddis Ýmâm Muhammed Buhari hazretleriyle, Niþâbûr'da görüþmüþtür. Bir sohbet esnâsýnda, kendisinin bilmediði bir hususu Buhâri hazretleri gösterince ayaða kalkarak onu alnýndan öpmüþ ve: ''Ey Muhammed Buhâri! senin dönyada bir benzerin olmadýðýna, þehâdet ederim! sana buðz edenler ancak, hasedlerinden buðz ederler.'' demiþ ve çok iltifat etmiþtir.Ömrünün son yýllarýný, doðduðu yerde (Niþâbûr'da) geçirdi.
Bütün zamanýný, hadis-i þerif dersi vermekle geçiriyordu. Nafakasýný çýkaracak kadar, ticâret de yapýyordu. Ancak 55 sene yaþamýþ ve 875 (261h.) yýlýnda, Niþâbûr'da vefât etmiþtir. Sahia-i Müslim'de bildirilen bir hadis-i kudside Resûlullah Efendimiz, Allahü teâlânýn þöyle buyurduðunu naklederdi: ''Ey kullarým! Zulm etmeyi kendime haram kýldýðým gibi, sizin aranýzda da haram kýldým! Binâenaleyh, birbirinize zulmetmeyiniz;'' ''Ey kullarým! sizden öncekiler ve sonrakiler, bütün insanlar ve cinler bir yere toplanýp; benden ihtiyaçlarýný dileyecek olsalar. ve hepsinin dilekerini, yerine getirsem. Benim mülkümden ancak, iðne denize batýrýldýðýnda, onun denizden noksanlaþtýrdýðý kadar azalýr. Allahü teâlâ "Sahih" hadisleri; bize ulaþtýranlardan râzý olsun âmin.
Sahih-i Müslim
Sahih-i Müslim adlý büyük eserinde; 4.000 kadar hadis-i þerif meccuttur. Bunlarý b,zzat kendisinin topladýðý, 300.000 hadis arasýndan seçtiðini bildirir. Bu büyük eserini, 52 kitaba ayýrmýþtýr. Buhâri gibi ayrýca, bâblara (bölümlere) bölmemiþtir. Eserin baþ tarafýnda; hadis ilmiyle alâkalý mühim açýklamalar mevcuttur. Bilhassa, isnâd üzerinde, önemle durmuþtur. Çünkü kitabýna koyduðu farklý metinler için; deðiþik isnâdlarda bulunur. Deðiþik verilen metinlerÝ (hâ) harfiyle gösterilmiþtir. Ýmâm Müslim hazretlerinin Sahih'inden baþka; 12 kadar orijinal eseri mevcuttur.Müslim'deki hadis-i þeriflerden bazýlarý, þunlardýr:
''Herhangi bir müslümanýn baþýna yorgunluk, hastalýk, düþünce, keder, acý, diken batmasýna kadar, her ne gelirse. Allahü teâlâ bunlarý, o müslümanýn hatâlarýna keffâret kýlar!'' ''Bir kimse; hanýmýna buðz etmesin. Öünkü hoþlanmadýðý huylarý varsa (bile) bunlara karþýlýk, memnûn olacaðý huylarý da vardýr.
''Yarým hurma bile olsa, sadaka vermek sûretiyle! Cehennemden korunmaya çalýþýnýz!''
''Bir kimseye, þer olarak, müslüman kardeþine,hakâret etmesi yeter!''
''Kendi aleyhinizi, evlâd ve mallarýnýz aleyhine; sakýn bedduâetmeyiniz! ki, duÂlarýn kabul olunacaðý bir saate rastlar da; bedduânýz kabul olunur.''
''Cennet ehlinin kimler olduðunu, size bildireyim mi? Herkes tarafýndan hor görülüp, hiçe sayýlan, zaif vemütevazi bir mü'mindir ki; Allahü teâlâya yemin ederse muhakkak Allahü teâlâ onun yeminini yerine getirir!''
''Ýki kimse arasýnda, adâlet etmek; sadakadýr! Güzel söz; sadakadýr!''
''Kolaylaþtýrýn, zorlaþtýrmayýn! Müjdeleyin, nefret ettirmeyin!''
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Imam-i TIRMIZÎ (H. 200-279) 824-892


bes.jpg


Islâm dünyasinin sekiz büyük hadis bilgininden birisi. Tam adi, Ebu Isa Muhammed bin Isa bin Sevre bin Musa bir Dahhak el-Tirmizî'dir. Kütüb-i sitte olarak anilan en güvenilir alti hadis derlemesinden birinin sahibidir. Dördüncü Müslüman kusak (etbau etbau't-tabiin), içinde yer alir. Hadis ilminde en yüksek dereceye ulasanlara özgü olan "Hafiz" ünvanina sahip ender kisilerdendir.
Tirmizî'nin dogum yeri ve yili konusunda farkli rivayetler vardir. Buna göre Tirmizî ya da Mekke'de 200 (815), 206 (821) veya 209 (824) yilinda dogdu; Tirmizî'de 270 (883), 275 (888) ya da büyük ihtimalle 279 (892) yilinda öldü.
Kor olarak dogan ya da sonradan gözlerini yitiren Tirmizî, ilk ögreniminden sonra çalismalarini hadis ilmi üzerinde yogunlastirdi. Hadis derlemek amaciyla Horasan, Irak ve Hicaz'da geziler yapti. Basta Buharî, Müslim ve Ebû Dâvud olmak üzere birçok bilginden hadis aldi. Kendisinden de Heysem bin Kulab el-Sasî, Mekhul bin el-Fald, Muhammed bin Mahbub el-Mahbubî el-Mervezi gibi bilginler hadis rivayet ettiler.
Tirmizî Kitabu'l-Ilel, Kitabu's-Semail, Kitabu Esmai's-Sahabe, Kitabu'l-Esma ve'l-Küna gibi eserler birakmissa da büyük ününü es-Sünen de denilen el-Camiu's-Sahih adli eseriyle kazandi. Tirmizî, câmi' türündeki bu eserde yalniz hadisleri derlemekle kalmamis, her hadisten sonra "Ebu isa der ki" diyerek hadise iliskin düsüncelerini açiklamis, degerlendirmeler yapmistir. Hadisleri Islam hukukunun konularina uygun bir düzen içinde siniflamasi ve tekrarlardan sakinmasi, eserine yararlanma kolayligi kazandirir. Hadis bilginlerine göre es-Sünen'in diger hadis derlemelerine üstünlük saglayan baslica özellikleri sunlardir: Hadislerin güvenilirlik derecelerini belirtmesi, tasidigi zaaflara dikkat çekmesi, ravilere iliskin bilgi vermesi, hukukçularin hadislerden çikardigi sonuçlara deginmesi ve mezheplerin görüslerine yer vermesi.
Tirmizi eseri hakkinda söyle der: "Ben bu Cami-i Kebir'i yazip bitirince, onu ilkin Hicaz alimlerine gösterdim. Hepsi de begendiler. Daha sonra alip Irak alimlerine götürdüm. Onlar da agiz birligiyle eseri övdüler. Nihayet Horasan diyari alimlerine takdim ettim. Onlar da memnun oldular, bilahare eseri ilim alemine sundum. Bu eser kimin evinde bulunursa, orada konusan bir Peygamber vardir" (Abdulaziz bin Sah Veliyyullah Dehlevi, Büstanu'l-Muhaddisin, çev. Ali Osman Koçkuzu, Ankara 1986, 197).
Endülüs bilginlerinden birisi, Tirmizî'nin eserinin özelliklerini ve degerini, yazdigi bir siirle söyle anlatir:
"Tirmizî'nin kitabi bir ilim bahçesidir. Çiçekleri adeta gökteki yildizlarin parlakligini aksettiriyor. O eser sayesinde hadisler vuzuha kavusur. Güzel lafizlara meydana konulmus, adeta resim gibi yerli yerince tanzim edilmistir. "
"Hadislerin en yüksek nevi sahihlerdir. Onlar nurlu yildizlar halinde, her yani aydinlatirlar. Hadislerin sahihini hasenleri takip eder. Sonra garibler gelir. Hadislerin sahihi sakiminden ayrilmistir. Tirmizî onlari tek, tek isaretleriyle ilim erbabina açiklamistir. Bu hadisleri, sahih eserler halinde siraya dizmis, onlari ciddi akil sahipleri de begenip seçmislerdir. Onu begenenler; fakihlerin ve bilginlerin en önde gelenleri fazilet erbabinin, dogru yola gidenlerin en üstünleridir."
"Tirmizî'nin kitabi böylece enfes bir eser; ilim erbabinin takdir ettigi, okuyup konustugu bir çalisma olmustur. Onlar, ruhlarina en yüksek faydayi bahseden en kiymetli bilgileri, Tirmizî'nin kitabindan iltibas etmislerdir"
"Ondan, biz de hadisler yazdik; eseri biz de rivayet ettik. Bu isi, cennet irmaginin suyundan kana kana içmek niyetiyle gerçeklestirdik"
"Düsünce, mana denizine daldi. Oradan en dogru manalara ulasti. Rahman olan Allah, Ebu Isa et-Tirmizî'yi bu serefli isinden dolayi hayir üstüne hayir vererek mükâfatlandirsin" (Abdulaziz bin Sah Veliyyullah Dehlevi, a.g.e., 198.)
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Imam-i NESÂÎ (H. 214-303) 826-915


besme.gif

Kütüb-ü sitte adi verilen hadis mecmualarinin besincisinin müellifi. Ahmed b. Suayb b. Ali b. Bahr b.
Sinân b. Dinar (Ebu Abdi'r-Rahman) Horasan'da Nesâ denilen sehirde dünyaya gelmistir (el-Cezerî, el-Lübâb fi Tehzîbil-Ensâb, III, 306).
Dogum tarihinin 214 veya 215 Hicri yilinda oldugu konusunda ihtilâf vardir. Imam Suyûtî, Hüsnül-Muhadara isimli eserinde (I,197) dogum tarihini Hicri 225 olarak gösterir.
Nesâî on bes yasinda iken, küçük yasinda basladigi tahsilini, hadis ögrenmeye yöneltmistir. Ilk hadis derslerini, muammerinden olan, Enes b. Malik (r.a) de dahil pek çok Hadis otoritesine talebelik yapmis olan büyük muhaddis Kuteybe b. Saîd'den aldi. Bu zatin yaninda kaldigi bir yil iki aylik sürenin feyzini ömrü boyunca tasidi.
Nesâi'nin asri büyük muhaddislerin var oldugu ve Hadis ögrenmek için uzun seyahatlerin yapildigi bir dönemdir. Nesâî de bu seyahatlere katildi. Büyük muhaddislerden ilim aldi, ilim verdi. Istisarelerde bulundu. Ilmi ve fazileti ile tanindi. Hadisteki yetkisiyle söhret buldu. Hadis ögrenme ve ögretme yolunda yaptigi yolculuklar, ölümüne kadar kesintisiz devam etti. Parmakla gösterilir hale geldi. Yerine göre bir ögrenci, yerine göre Allah yolunda gazaya çikmis bir mücahid, yerine göre mücahidlerin ögretmenligini yapti. Hadis alimlerinden Me'mûn el-Misrî söyle anlatir:
"Nesâî ile beraber Tarsus'a gittik. Imamlardan Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, Muhammed b. Ibrahim, Ebül-Âzân ve Keylece gibi zevat toplandi. Kendileri adina, hadis seyhlerine karsi ilmî münazarada bulunacak birini seçme konusunda istisarede bulundular ve bu is için Ebû Abdurrahman en-Nesâî'yi seçme konusunda ittifak ettiler" (ez-Zehebî, Tarihul-Islâm, II, 179).
Nesâî bir taraftan seyahat ederken, bir taraftan da buldugu muhaddisden hadis aliyor. Isteklisine de bunlari ögretiyordu.
Nesâî'nin kendilerinden hadis ve ilim aldigi hocalarindan bazilari sunlardir: Kuteybe b. Saîd, Ishak b. Râhûye, Yûnus b. Abdül-A'lâ, Muhammed b. Bessâr, Mahmûd b. Gaylân, Hisâm b. Ammâr, Ebû Davûd, Süleyman b. el-Es'as, Osman b. Ebî Seybe, Isâ b. Hammad...
Nesâî, ehil ise kendi akranindan ilim ve hadis almaktan çekinmezdi. Ebû, Davûd es-Sicistani, Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, Süleyman b. Seyf el-Harrânî ve Süleyman Eyyüb el-Esedi, kendilerinden hadis alip rivayet ettigi akranidir.
Nesâî ayrica bir çok ögrenci yetistirmistir. Basta Sünen isimli eserini rivayet edenler içerisinde bulunan oglu Abdül-Kerim olmak üzere ileri gelen talebelerinden bazilari da sunlardir: Ali b. Ebû Câfer et-Tahavî, Ebû Bisr ed-Dûlâbî, Ebû Avane, tbni Hibbân el-Büstî, Ebû Bekir b. el-Haddâd, Ebû Câfer el-Akilî, Ebû Ali en-Nisâburî, Ebül-Kasim et-Taberânî, Kasim b. Sâbit es-Serkastî.
Imam Nesâî, Safiî mezhebine bagli olmasina ragmen mutlak müctehid mertebesinde idi. Hadisçiler arasinda üçüncü yüz yilin müceddidi sayilmistir. Ibni Kesir bu konuda söyle der: "Yazmis oldugu eserlerden anlasiliyor ki hifzi saglam, dogrulugu kesin, imani güçlü, ilim ve irfani genis birisi idi" (Ibni Kesir, el-Bidâ ye ve'n-Nihâye, XI, 123).
Hadis rivayetinde çok titizdi. Hattâ bu konuda Müslim'den daha saglam oldugunu söyleyenler vardir. Nakd-i Ricâl ilminde asiri titiz olan Zehebi bile onu Müslim, Ebû Davûd, Tirmizi gibi Hadis otoritelerinden önde sayar ve söyle derdi:
"Nesâî, Buhârî ve Ebû Zür'a ayarindadir."
Tâcüd-Din es-Sübkide su nakilde bulunur.
"Üstadimiz Zehebîye, Imam Müslim'in mi, yoksa Neseâî'nin mi, daha titiz oldugunu sordum. "Nesâî'dir" dedi" (es-Sübki, Tabakâtüs-Safiiyye, II, 83).
Sa'd b. Ali ez-Zencânî, Imam Nesâî'nin hadis kabul ve rivayetindeki sartlarinin Buhari ve Müslim'den daha da agir oldugunu söyler.
Nesâî'nin eserlerinden bazilari sunlardir:
1- es-Sünen: Meshur hadis kitabidir. Buna "el-Mücteba" da denir.
2- el-Künâ: Ravileri künyelerine göre ve harf sirasiyla yazan bir eserdir.
3- ed-Duafâ vel-Metrûkîn: Zayif ve terkedilmesi gereken ravileri yazan bir eserdir.
4- et-Temyiz: Suyûtî'nin ifadesine göre ravîleri birbirinden ayiran özellikleri zikreder.
5- el-Mu'cem: Nesâî'nin hocalarini yazar.
6-Kitabü't-Tabakât: Nesâî'nin zamanina kadar geçen ravileri, rivayetlerini, hallerini, tabaka tabaka anlatan bir eserdir.
7- el-Cerh ve't-Ta'dil: Hadis tenkidinin esaslarini yazar.
8- Tefsirul-Kur'an'il- Kerim
9- el-Cum'a
10- Müsned-i Ali b. Ebi Talib
11- Amelül-Yevm vel-Leyle
Imam Nesâî heybetli yapili, güzel ve nurlu yüzlü, sihhatli bir sahisti. Cihada istiraki severdi. Savm-i Davûd'a devam ederdi. Gece ibadetinden, teheccüdden hiç geri kalmazdi. Humus'ta yaptigi kadiliktan herkes hosnut kalmisti.
Ömrünün son zamanlarini Misir'da, Hadis ve ilim ögreterek geçirmisti. Hacc için oradan çikti. Sam'a ugradi. Sam Ümeyye Camünde münazaralara katildi. Kendisine Ümeyye hanedani ile ilgili sorular soruldu. Imam Dârakutni'nin ifadesine göre, orada rahatsizlandi. Kendisini deve sirtinda Hicâz topragina yetistirmelerini istedi. Istegini yerine getirdiler. 303 (915-916) yilinin Sa'ban ayinda Mekke'de vefat etti ve Safa ile Merve arasina gömüldü (ez-Zehebi, Tezkiratül-Huffâz, II, 698).
Bazi müellifler Filistin'deki Remle'de vefat edip Beytü'l-Makdis'e gömüldügünü yazarlar (Ibni Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, XI, 124). Ancak onun Mekke'de medfun oldugu görüsü daha kuvvetlidir.
Nesâî'nin "es-Sünen"i ellibir kitab'a ayrilmis olup her kitap çesitli bablardan meydana gelmistir. Diger hadis mecmualarinda bulunmayan Kitabul-Ihbâs, Kitabu'n-Nuhl, Kitabu'r-Rukba ve Kitabu'l-Umra gibi konulari içeren bölümler Nesâî'nin süneninde mevcuttur. Ayrica diger hadis mecmualarinda bulunan Kitabul-Fiten, Kitabul-Kiyame, Kitabul-Merakib ve Kitabü' t-Tefsîr de Nesâî'de mevcut degildir.
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
İbn Hacer el-Askalanî


(1372-1449m.)


R.Nur Enstitüsü

Meşhur hadis alimlerindendir. Tesirli vaazları ve hutbeleriyle tanındı. Hayatının büyük bölümünü hadis ilmine verdi. Devrinin en ünlü ve yetkili alimlerinden biri oldu. İstifade ettiği eser ve şahısların isimlerini belirtmede büyük titizlik gösterdi. Fıkıh sahasında da kendini yetiştirdi. Çok sayıda eser kaleme aldı.

Asıl adı Şihabüddin'dir. Filistinli olup memleketi olan Askalan'dan ötürü Askalani, yedinci dedesine nispetle İbn Hacer olarak anıldı. Ebü'l-Fazl künyesinin yanında soyunun dayanağından dolayı Kinani ünvanlarıyla da anıldı. İbn Hacer lakabıyla meşhur oldu. Künyesi Ebü'l-Fazl Şihabüddin Ahmed bin Ali bin Muhammed el-Askalani şeklindedir.

Şubat 1372'de (H. 773) eski Mısır'da doğdu. Dört yaşında iken babası bir süre sonra da annesi vefat edince ablası ile yalnız kaldı. Ancak, babası vefatından önce hem kendilerine yetecek kadar servet bıraktı hem de biri ticaretle, diğeri ilimle uğraşan iki dostuna onları emanet etti. Her ikisinin de ilimle uğraşmaları ve eğitimlerini tamamlamaları sağlandı.

İbn Hacer, dokuz yaşında hafız oldu. On iki yaşında babasının dostu Harrubi ile Mekke'ye gitti ve burada dersler aldı. Bir çok önemli eseri hıfzetti. Başta hadis olmak üzere fıkıh, Arapça ve matematik derslerini aldı. Edebi ilimlerle meşgul olup meşhur şair ve ediplerin eserlerini okuyarak kendini geliştirdi. Bu arada Peygamber Efendimiz (asm) hakkında şiirler yazmaya başladı.

Çok sayıda alimden ders aldığı halde yirmi yaşından itibaren ilmi seyahatlere başladı. İskenderiye, Hicaz, Yemen, Taiz, Aden, Zebid, Vadilhasib gibi şehirleri dolaştı. Buradaki alimlerden istifade etti. Birkaç kez daha Hicaz'a gidip ilimle uğraşmaya devam etti. Seyahatlerinden sonra Mısır'a döndü. Memluk Sultanı Seyfeddin Barsbay ile birlikte Amid'e (Diyarbakır) Şafii kadısı sıfatıyla gitti. Yol güzergâhı boyunca uğradığı yerlerde ilim meclislerini teşkil ederek hadis konusunda bildiklerini öğretmeye çalıştı.

İbn Hacer, 1403 yılından itibaren vefatına kadar yaklaşık 46 yıl muhtelif okullarda hocalık yaptı. Bir çok medresede özellikle hadis derslerini okuttu. İlim meclislerine ayrı bir önem verdi. Vefatına kadar evinde ve diğer yerlerde alimleri bir araya getirerek bu meclisleri canlı tuttu. Bu meclisler esnasında ezberinde tuttuğu hadisleri yazdırttı. Böylece on ciltlik hadis eseri vücuda geldi. Yirmi yedi yıl boyunca ısrarla reddettiği Mısır Şafii başkadılığına Sultan tarafından tayin edildi (1423). Vefatına yakın bir zamana kadar bu görevi devam ettirdi. Bu arada hakkındaki şikayetlerden dolayı yedi kez görevden alındı. Yapılan tahkik sonucu her seferinde haklılığı anlaşılınca tekrar görevine iade edildi.

Bir çok camide vaizlik yaptı. Tesirli vaaz ve hutbeleriyle tanındı. Çok yönlü ve aktif bir kişiliğe sahipti. Bir ara Mahmudiye Medresesi kütüphanesinin idaresini de üstlendi. Kütüphanede bulunan kitapların fihristini hazırladı. Kaybolan kitapları istinsah ederek veya kendi kitaplarını kaybolanların yerine koyarak eksikleri tamamlıyordu.

Ömrünü ilme adayan İbn Hacer, sadece hadis alanında yüz yetmişe yakın eser kaleme aldı. Eserlerini kaleme alırken çok sayıda kaynaktan istifade etti. Kaynaklarını bir bir naklederek bu konudaki titizliğini gösterdi. Yaptığı hizmet ve özverili çalışmasından ötürü "Emirü'l-mü'minin fi'l-hadis" ünvanına layık görülen ender alimlerdendir. (M. Yaşar Kandemir, "İbn Hacer el-Asalânî", TDVİA., C. XIX., s. 517) Fıkıh alanında da otuza yakın eser yazdı. Bir taraftan fıkıh derslerini okuturken diğer taraftan da çeşitli konularda fetvalar verdi. Çalıştığı konuda, ilgili bütün kaynaklara ulaşmaya çalışarak muhtelif fikirleri bir araya topladı. Farklı fikirleri verdikten sonra görüş bildirme yoluna gitti.

Zamanının büyük kısmını okuyarak veya okutarak geçirdi. Yiyip içmeye önem vermezdi. Çok güçlü bir hafızaya sahipti. Önemli özelliklerinden bir tanesi; bir şeyi yazmakla meşgul olduğu zamanlarda bile kendisine okunan metni takip ederek düzeltmeleri yapabilmekti. Hem süratli okur hem de süratli yazardı. Eser yazma, okuma, ders ve fetva vermeden arta kalan zamanını ibadetle geçirirdi. Talebelerine karşı çok şefkatli davranır isteklerini geri çevirmemeye dikkat ederdi. Az konuşarak, kimseyi kırmamaya gayret gösterirdi. Aldığı maaşı hayır hizmetlerinde kullanırdı. Görevli gittiği yerlerde devlet parasıyla hazırlanan yemekleri yemezdi.

Bediüzzaman, istiğna düsturunu anlattığı İkinci Mektup'ta bu kaidesinin sebeplerinden altıncısını İbn Hacer'in, "Salâhat niyetiyle sana verilen bir şey, sâlih olmazsan, kabul etmek haramdır" şeklindeki ifadelerine dayandırır. Bu mektupta Bediüzzaman, hırs ve cimriliğin ön plana çıktığı günümüzde, insanların hediyelerini çok pahalıya sattığını belirttikten sonra, bu yolla meydana gelebilecek sakıncalara işaret etmektedir. (Mektubat, s. 18-19)

Risale-i Nur'da, İbn Hacer'in anıldığı bahiste tefsir kitapları, bunların şerhleri ve Kur'an-ı Kerim hakkında önemli izahatlarda bulunulmaktadır. Yazılan eserlerin şeffaf cam gibi Kur'an-ı Kerim'i göstermeleri gerektiğine işaret edilmektedir. Ancak, zamanla hayati önem taşıyan bu durum göz ardı edilmiş veya ikinci planda kalmıştır. Oysaki dini konularda nazarların direk Kur'an'a yönelmesi gerekir. Bunun için de tefsirler okunurken ve incelenirken şahısların sözleri değil, Kur'an'ın ne dediğine bakılması icap eder. Mesela, "İbni Hacer'e nazar ettiği vakit, Kur'ân'ı anlamak ve Kur'ân'ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer'in ne dediğini anlamak maksadıyla değil." (Sünühat, s. 45)

Örnek bir ömür yaşayan İbn Hacer, 1449 yılında Kahire'de Hakk'ın rahmetine kavuştu. Cenaze namazı Halife tarafından kıldırıldı. Çok büyük bir kalabalık cenaze merasimine iştirak etti. Mekke dahil bir çok yerde kendisi için gıyabi cenaze namazı kılındı. Naaşı Karafetüssuğra Kabristanına defnedildi.

Eserleri

İbn Hacer değişik alanlarda yüzlerce eser yazdı. Yazdığı eserlerin sayısı hakkındaki kayıtlar ve rakamlar muhteliftir. Verilen rakamlar 150-300 arasındadır. En önemli hadis çalışmalarından bir tanesi Sahih-i Buhari ile ilgili şerh çalışmasıdır. Şerh ve muhtasar olarak yazdığı iki eserle çok önemli bilgiler vermektedir. Et-Tezkiretü'l-hadisiyye adlı eseri on ciltten müteşekkildir. Bu eserinde hadis metinlerini bir araya getirdi. Tağlikü't-ta'lik eserini yazarken 350 kaynaktan istifade etti.

Yaptığı "Kırk Hadis" çalışmasında, derlediği hadislerin Kütüb-ü Sitte ile dört mezhep imamının eserlerinde bulunma şartından hareket etti. Böylece hadislerin sağlamlık derecelerine özel önem verdiğini ortaya koydu. El-Mu'cemü'l-müfehres adlı eserinde, okuttuğu kitapların dayanaklarını, senetlerini, kaynaklarını ortaya koymaktadır.

İbn Hacer sözü edilen eserler dışında; Kur'an ilimleri, fıkıh, akaid, tarih, biyografi, tertip çalışması, dil ve edebiyat gibi muhtelif konularda eserler yazdı..
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
[SIZE=+2]HAZRET-I MEVLANA
MUHAMMED CELALEDDIN-I RUMI[/SIZE]
(30 Eylül 1207- 17 Aralik 1273)
mvlana-a.gif

Mevlana'nin asil adi Muhammed Celaleddin'dir. Mevlana ve Rumi de, kendisine sonradan verilen isimlerdendir. Efendimiz manasina gelen Mevlana ismi, ona, daha pek genç iken Konya'da ders okutmaya basladigi tarihlerde verilir. Bu isim sems-i Tebrizi ve Sultan Veled'den itibaren Mevlana'yi sevenlerce kullanilmis; Adeta adi yerine sembol olmustur.
Rumi, Anadolu demektir.
Mevlana'nin, Rumi diye taninmasi, geçmis yüzyillarda Diyari Rum denilen Anadolu ülkesinin vilayeti olan Konya'da uzun müddet oturmasi, ömrünün büyük bir kisminin orada geçmesi ve nihayet türbesinin orada olmasindandir.
Mevlana'nin dogum yeri, bugünkü Afganistan'da bulunan, eski büyük Türk kültür beldesi Belh'tir
Mevlana'nin Dogum tarihi ise (6 Rebiu'l Evvel, 604) 30 Eylül 1207'dir. Bazi arastirmacilarin tespitine göre, O'nun dogum tarihi 1182'dir.
Asil bir aileye mensup olan Mevlana'nin annesi, Belh Emiri Rükneddin'in kizi Mümine Hatun; babaannesi, Harezmsahlar (1157 Dogu Türk Hakanligi) hanedanindan Türk prensesi, Melike-i Cihan Emetullah Sultan'dir.
Babasi, Sultanü'l-Ulema (Alimlerin Sultani) ünvani ile taninmis, Muhammed Bahaeddin Veled; büyükbabasi, Ahmet Hatibi oglu Hüseyin Hatibi'dir.
Eflaki ye göre Hüseyin Hatibi, ilmi deniz gibi engin ve genis olan bir alim idi. Din ilminin üstadi ve alimlerin büyüklerinden sayilan, güzel siirler söyleyen Nisaburlu Raziyuddin gibi bir zat da talebelerindendi.
Kaynaklar ve Mevlana'nin sevgi yolunda gidenler eserinde Sultanü'l-Ulema Bahaeddin Veled'in nesebinin, anne cihetiyle ondördüncü göbekte Hz. Muhammed (SAV)'in torunu Hz. Hüseyin'e; baba cihetiyle de onuncu göbekte Hz. Muhamed (SAV)'in seçilmis dört dostundan ilki Hz. Ebu Bekir Siddik'a ulastigini kaydediyorlar.
Babasi Bahaeddin Veled Hazretleri'nin sahsiyeti
Bahaeddin Veled, 1150'de Belh'de dogmus, babasi ve dedesinin manevi ilimleriyle yetismis; ayrica
Necmeddin Kübra (?-1221)'dan da feyz almistir.
Bahaeddin Veled bütün ilimlerde esi olmayan, olgun mana sultani idi. ilahi hakikatler ve Rabbani ilimlerden meydana gelen uçsuz bucaksiz bir deniz gibi olan Bahaeddin Veled, Horasan diyarinin, en güç fetvalari halletmede, tek üstadi idi ve vakiftan hiçbir sey almazdi, devlet hazinesinden kendisine tahsis edilen maasla geçinirdi
Kaynaklarin ittifakla rivayetine göre, devrinin alimleri ve ulu müftüleri, Hz. Muhammed (SAV)'in manevi isaretiyle, Bahaeddin Veled'e Sultanü'l-Ulema ünvanini vermislerdir. Bundan sonra da Bahaeddin Veled bu ünvanla yad edilmistir.
Bu ünvanin verilisi Türklerin adetiyle de izah edilebilir.
Türklerin güzel karakterlerini gösteren birçok adetleri vardi. Türkler, yüksek kabiliyet ve fazilet sahiplerinin taninmadan kaybolup gitmesine, unutulmasina razi olmazlardi. Onlari halkin gözünde belirtmek, halki ilim ve irfana yöneltmek için o gibi büyüklere layik olduklari birer ünvan verilirdi. Bu anane, Türklerin ilme, fazilete karsi saygi duygularini gösteren parlak bir delildir. Hatta anane geregince imzalarin üstünde bu ünvanlari kullanmaya mecburdurlar. Onlar kazandiklari bu ünvanlari kendileri için manevi bir rütbe sayarlar, nefisleri için bundan asla gurur duymazlardi.
Alimler gibi giyinen Bahaeddin Veled, adeti üzre, sabah namazindan sonra, halka ders okutur; ögle namazindan sonra dostlarina sohbette bulunur; Pazartesi günleri de bütün halka va'z ederdi.
Va'zi esnasinda umumuyetle, Yunan filozorlarinin fikirlerini benimseyenlerin görüslerini reddeder ve: "Semavi (Allah'dan olan, ilahi) kitaplarini arkalarina atip, filozoflarin silik sözlerini önlerine alip itibar edenlerin nasil kurtulma ümidi olur." "Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellem`in yürüyüsünden daha iyi yürüyüs; yolundan daha dogru yol görmedim" derdi.
Hz. Mevlana`nin Babasi ile Belh`ten Çikislari ve Konya`ya Gelisleri.
Arastirmacilar, Bahaeddin Veled'in Belh'ten göç etmesine sebep olarak, Mogol istilasini göstermektedirler.
Sultanü'l-Ulema, aile ve dostlariyla, Belh sehrini 1212, 1213 tarihlerinde terk ettikten sonra Hacca gitmeye niyet etmisti. Nisabur'a ugradi. Göç kervaniyla Bagdat'a yaklastiginda, kendisine hangi kavimden olduklarini ve nereden gelip nereye gittiklerini soran muhafizlara Sultanü'l-Ulema seyh Bahaeddin Veled su manidar cevabi verir.
"Allah'tan geldik, Allah'a gidiyoruz. Allah'tan baska kimsede kuvvet ve kudret yoktur."
Bu söz, seyh sehabeddin Sühreverdi (1145-1235)'ye ulastiginda: "Bu sözü Belh'li Bahaeddin Veled'den baskasi söyleyemez."dedi. Samimiyetle ve muhabbetle karsilamaya kostu. Birbirleriyle karsilasinca seyh Sühreverdi, katirindan inip nezaketle Bahaeddin Veled'in dizini öptü, gönülden hürmetlerini sundu.
Bahaeddin Veled, Bagdat'ta üç günden fazla kalmadi ve Küfe yolundan Ka'be'ye hareket etti. Hac farizasini yerine getirdikten sonra, dönüste sam'a ugradi.
Bahaeddin Veled, yaninda biricik oglu Mevlana oldugu halde, göç kervaniyla sam'dan Malatya'ya, oradan Erzincan'a oradan Karaman'a ugradilar. Karaman'da bir müddet kaldiktan sonra, nihayet Konya'yi seçip oraya yerlestiler.
Göç Yolunda Hz. Mevlana'ya Teveccühte Bulunan Mutasavviflar
Belh'i terk ettikten sonra Bagdat'a dogru yola çikan Bahaeddin Veled, Nisabur'a vardiginda ziyaretine gelen seyh Feridüddin Attar (1119-1221,1230) ile görüsüp sohbet eder.
Sohbet esnasinda seyh Attar, Mevlana'nin nasiyesindeki (alnindaki) kemali görür ve ona Esrar-Name adli eserini hediye eder ve babasina da "çok geçmeyecek ki, bu senin oglun alemin yüregi yaniklarinin yüreklerine atesler salacaktir." der.
Sultanü'l-Ulema, Hac farizasini yerine getirdikten sonra dönüste sam'a ugradi. Orada seyh-i Ekber Muhyiddin ibnü'l Arabi (1165-1240) ile görüstü. seyh-i Ekber, Sultanü'l-Ulema'nin arkasinda yürüyen Mevlana'ya bakarak:
"Sübhanallah! Bir okyanus bir denizin arkasinda gidiyor!" demistir.
Hz. Mevlana'nin Evlenmesi
Karaman'da bulunduklari 1225 tarihinde Mevlana, babasinin buyrugu ile, itibarli, asil bir zat olan Semerkantli Hoca serafeddin Lala'nin, huyu güzel, yüzü güzel kizi Gevher Banu ile evlendi.
Hz. Mevlana'nin, Konya'ya Yerlesmeleriyle ilgili Yorumu
Hak Teala'nin Anadolu halki hakkinda büyük inayeti vardir ve Siddik-i Ekber Hazretlerinin duasiyla da bu halk, bütün ümmetin en merhamete layik olanidir. En iyi ülke Anadolu ülkesidir; fakat bu ülkenin insanlari mülk sahibi Allah'in ask aleminden ve deruni zevkten çok habersizdirler. Sebeblerin hakiki yaraticisi Allahi hos bir lütufta bulundu. Sebepsizlik aleminden bir sebep yaratarak bizi Horasan ülkesinden Anadolu vilayetine çekip getirdi.
Haleflerimize de bu temiz toprakta konacak yer verdi ki, ledünni (Allah bilgisine ve sirlarina ait) iksirimizden (Altin yapma hassamizdan) onlarin bakir gibi vücutlarina saçalim da onlar tamamiyle kimya (bakisiyla, baktigi kimseyi manen yücelten olgun insan); irfan aleminin mahremi ve dünya ariflerinin hemdemi (canciger arkadasi) olsunlar.
Hz. Mevlana'nin Konya'daki Hayati
Önceki bahislerde sahsiyetini belirtmeye çalistigimiz Bahaeddin Veled, Mevlana'nin ilk mürsididir. Yani Mevlana,ya Allah yolunu ögretip, tasavvuf usulünce hakikatleri ve sirlari gösteren tarikat seyhidir. Bütün islam aleminde yüksek bir itibar ve söhrete sahip olan Bahaeddin Veled, Selçuklularin Sultani Alaaddin Keykubat'tan yakin alaka ve sonsuz hürmet görür. Bahaeddin Veled ,3 Mayis 1228 tarihinde Selçuklularin bas sehri Konya'yi sereflendirip yerlestikten kisa bir süre sonra, son derece samimi dindar olan Sultan Alaaddin Keykubat (saltanat müddeti: 1219-1236), sarayinda Bahaeddin Veled'in serefine büyük bir toplanti tertip etti ve bütün ileri gelenleriyle birlikte onun manevi terbiyesi altina girdi. Sultanu'l-Ulema'ya gönülden bagli olan Sultan Alaaddin onu hayranlikla söyle över: "Heybetinden gönlüm tir tir titriyor; yüzüne bakmaktan korkuyorum. Bu eri gördükçe gerçekligim, dinim artiyor. Bu alem, benden korkup titrerken ben , bu adamdan korkuyorum; ya Rabbi bu ne hal? iyice inandim ki O, nadir bulunan ve esi benzeri olmayan bir Allah dostudur." Dünya sultanina hükmeden, essiz Allah dostu mana ve gönül sultani Bahaeddin Veled, 24 subat 1231 tarihinde Cuma günü kusluk vaktinde ebedi aleme göçtü. Geriye Muhammed Celaleddin gibi bir hayirli ogul ile Maarif gibi bir eser birakti. Sultanu'l-Ulema,sadece duygu ve düsüncelerini açikladi, söhret pesinde kosmadi. Etrafindakilerini yetistirdi ve onlari daima aydinlatti. Maarif, Bahaeddin Veled meclislerindeki anlattiklarindan va'z ve nasihatlarinin bizzat kendisi tarafindan yazilarak bir araya getirilmesiyle meydana gelmis tasavvufi, ahlaki bir eserdir. Konusu, muhtevasi ve üslubu ile birinci derecede tasavvufi bir eser olan Maarif, hem kitabin kendi açisindan , hem de Mevlana üzerindeki tesiri bakimindan büyük bir önem tasir. Bahaeddin Veled,in irtihalinde Mevlana yirmi dört yasinda idi. Babasinin vasiyeti, dostlarinin ve bütün halkin yalvarm alari ile babasinin makamina geçti. Mevlana, babasindan sonra, Seyyid Burhaneddin ile bulusuncaya kadar, bir yil mürsidsiz kaldi. 1232 tarihinde babasinin degerli halifesi Seyyid Burhaneddin Konya'ya geldi. Mevlana onun manevi terbiyesi altina girdi.
Seyyid Burhaneddin, mertebesi çok yüksek, bir kamil mürsid idi. Kendisine daima kalplerde bulunan sirlari bilmesinden dolayi, Seyyid Sirdan denirdi. Seyyid Burhaneddin, ta çocukluk yillarinda bir lala gibi omuzlarinda tasiyip dolastirdigi, Mevlanaya dedi ki ."Bilginde esin yok, seçkinsin Ama baban hal (manevi makam) sahibiydi; sen de onu ara, kalden (sözden) geç onun sözlerini iki elinde kavramissin; fakat benim gibi onun haliylede sarhos ol. Böylece de ona tam mirasci kesil; cihadina isik saçmada günese benze. Sen zahiren babanin mirascisisin; ama özü ben almisim; bu dosta bak bana uy."
Mevlana babasinin halifesinden bu sözleri duyunca samimiyetle onun terbiyesine teslim oldu. Mevlana candan, samimiyetle, Seyyid Burhaneddin'i babasinin yerine koydu ve gerçek bir mürsid bilerek gönülden, tam dokuz yil ona hizmet etti. Bu zaman zarfinda, o kamil mürsid'in kilavuzlugu ile mücahede (nefsi yenmek için gayret sarfederek) ve riyazetle (dünya lezzetlerinden ve rahatindan sakinarak perhizle) mesgul olup, o kamil arifin feyizli sohbet ve nefesleriyle pisti, olgunlasti, bastan ayaga nur oldu; kendinden kurtuldu, mana sultani oldu. Nitekim, Mesnevi'sindeki su iki beyit, pistiginin, kamil insan mertebesine ulastiginin ifadesidir:
"Pis ol da bozulmaktan kurtul... Yürü, Burhan-i Muhakkik gibi nur ol."
Kendinden kurtuldun mu, tamamiyle burhan olursun. Kul olup yok oldun mu, sultan kesilirsin.
Hz. Mevlana'nin Konya Disina Seyahati
Mevlana, yüksek ilimlerde daha çok derinlesmek için, Seyyid Burhaneddin'in izniyle Halep'e gitti. Haleviyye
Medresesi'nde, fikih, tefsir ve usul ilimlerinde üstün bir alim olan Adim oglu Kemaleddin'den ders aldi.
Mevlana, Helep'teki tahsilini bitirdikten sonra sam'a geçti. Burada, ilmi incelemeler yapmak için dört yil kaldi. Bu zaman zarfinda sam'daki alimlerle tanisip, onlarla sohbet etti.
Eflaki'ye göre Mevlana, sam'da Sems-i Tebrizi ile görüsmüstür; fakat bu görüsme kisa bir müddettir ve söyle cerayan etmistir:
Sems-i Tebrizi, bir gün halk arasinda, Mevlana'nin elini yakalayip öper ve ona:
"Dünyanin sarrafi beni anla!" diye hitap eder ve kaybolur.
iste bu sohbet veya bir anlik görüsme tarihinden takriben sekiz sene sonra sems, Konya'ya gelecek ve Mevlana ile içli disli sohbet edecektir.
Yedi yil süren Halep ve sam seyahatinden sonra Konya'ya dönen Mevlana, Seyyid Burhaneddin'in arzusu üzerine birbiri arkasina, candan istekle ve samimiyetle, üç çile çikardi. Yani üç defa kirkar gün (yüzyirmi gün) az yemek, az içmek, az uyumak ve vaktinin tamamini ibadetle geçirmek suretiyle nefsini aritti. Üçüncü çilenin sonunda Seyyid Burhaneddin, Mevlana'yi kucaklayip öptü; takdir ve tebrikle:
"Bütün ilimlerde esi benzeri olmayan bir insan; nebilerin ve velilerin parmakla gösterdigi bir kisi olmussun... Bismillah de yürü, insanlarin ruhunu taze bir hayat ve ölçülemeyecek bir rahmete bog; bu suret aleminin ölülerini kendi mana askinla dirilt."dedi ve onu irsad ile görevlendirdi.
Seyyid Burhaneddin, daha sonra, Mevlana'dan izin alip Kayseri'ye gitmis ve orada ebedi aleme göçmüstür. (1241, 1242). Türbesi Kayseri'dedir.
Mevlana, Seyyid Burhaneddin'in Konya'dan ayrilisindan sonra, irsad (Allah yolunu gösterme) ve tedris makamina geçti. Babasinin ve dedelerinin usullerine uyarak bes yil bu vazifeyi basari ile yapti. Rivayete göre dini ilimleri tahsil eden dörtyüz talebesi ve onbinden çok müridi vardi.

 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
kocatepe.jpg

[SIZE=+4]Haci Bektas-i Veli[/SIZE]​
Prof. Dr. M. Es'ad Cosan
( Son Mesaj, sayi: 3, Mart 1995)
Simdi Haci Bektâs-i Velî'nin hayati hakkinda bazi bilgiler vereyim size... Ondan sonra, eserleri hakkinda bilgi verecegim. Ondan sonra, görüsleri ve Makalât içindeki fikirleri hakkinda iddiali seyler söyleyecegim. Mevcut bilgileri degistirecek, alti kirmizi kalemle çizilecek seyler söyleyecegim. Ondan sonra da sorulariniz olursa, onlari cevaplandirmak için bir zaman ayirmayi düsünüyorum.
Haci Bektâs-i Velî'nin zamani ile ilgili dökümanlar, belgeler çok azdir. Haci Bektâs-i Velî Horasan'lidir. Horasan bugün Iran'in kuzey dogusuna, Hazar Denizi'nin güney dogusuna rastlayan mintika... Özbekistan'in, Türkmenistan'in, Afganistan'in bir kismini içine alan bir bölge... Bu bölgede, Nisâpur sehrinde dogdugu rivayet ediliyor. Dogru olabilir. Bunun dogrulugunu eserin içindeki fikirlerin tahlilinden, Haci Bektas'in kültürel yapisinin incelenmesinden de te'yid ediyoruz. Böyle oldugu mümkün...
Haci Bektâs-i Velî, onu sevenlerin söyledigine göre Arap soyundan, hattâ Peygamber Efendimiz'in evlâdindan... Yâni seyyid... Kendileri seyyid diyorlar, çok net olarak... O zaman tabii bir Arab'in kalkip da Türkçülük yapmasi olamaz.
Sonra Arap kültürüne reaksiyon olarak Kirsehir'de Türkçü bir cereyan baslatmis!?.. Bu masal, böyle sey olamaz. Mümkün degil böyle sey olmasi... Zâten, milliyetçilik cereyanlari 19. Asir'da çikmis. O asirda böyle bir miliyetçilik cereyani yok... Kavmiyetçilik çok günah, ayip diye düsünüyor herkes... Birçok kavimler bir potada erimis, birbirlerini kardes biliyorlar. Böyle bir sey bahis konusu degil... Simdiki az düsünen düsünürlerin fantazileri... Mümkün degil...
--Seyyid olmasi mümkün mü?..
--Mümkündür. Çünkü, Nisâpur Arap ordugâh merkezi idi zâten... Araplarin fütühat ordularinin karargâhi idi. Nisâpur'dan Arap oldugunu bildigimiz çok alim yetismistir. Meselâ, Hâce Abdullah-i Ensârî; yâni ensardan, Medine'den, Medine kabilesinden... Çok net olarak sülâlesini, seceresini biliyoruz Arap kavminden... Nisâpur'a yakin bir sehirden... Daha pek çok isimler verilebilir. Mümkündür, Haci Bektâs-i Velî de seyyid olabilir.
Zâten Makalât isimli eserini Farsça degil, Türkçe degil Arapça olarak yazmistir. O devirde Farsça çok yaygin ve Haci Bektâs'in yasadigi zamanda bir çok kimse Farsça yaziyor. Divanda, devletin kademelerinde Farsça konusuluyor. Sonra Karamanoglu Mehmed Bey, ''Bundan sonra bargâhta, dergâhta Türkçe konusulsun!'' demis de, Farsça'dan öyle vaz geçilmis. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Konya'da - -biliyorsunuz-- Mesnevî'yi Farsça söylüyor. Böyle bir durumda Arapça eser yaziyor. Dogru... Demek ki, Arap irkindan ki, Arapça yazmayi uygun görmüs.
Ne zaman yasamis?.. Çesitli rivayetler var, onlari inceliyoruz. Burda detayi var, o detaya sizi sokmak istemem, yormak istemem. Mevlânâ ile çagdas...
Tarikatlarin tekkelerinde tomarlar vardir. Böyle tomar halinde dürülmüs, deri veya çok saglam kâgit üzerine yazilmis secereler vardir. Yâni, bu makama kim geldi, ondan sonra kim geldi, ondan sonra kim geldi?.. Böyle sira ile yazilir ve intikal eder. Seyhinden halifesine, ondan ötekine intikal eder. Iste o tomar denilen bu secere kâgitlarinda verilen bazi rakamlar var.... O rakamlarin dogru olmasi mümkündür. Çünkü, o gibi evrak muhafaza edilmistir, korunmustur ve ordan alinmis olmasi mümkündür.
Altmisüç yil yasamis; milâdî 1209'da dogup, 1270'de vefat etmistir o kayitlara göre... Biz bunu birtakim vakfiye kayitlarindan da tesbit ettik, yanlislari düzelttik. Baska tarihler söyleyenler var... 738'de ölmüstür diyenler var... Mümkün degil; çünkü, ondan kirk elli yil önce yazilmis vakfiye kayitlarinda merhum gibi ifadelerle bahsedildigine göre, demek ki ondan evvel ölmüs diye çikartiyoruz.
Yakin devirde onunla ilgili bilgi veren kitaplara bakiyoruz ve bu verdigimiz rakamlarin dogru oldugunu tahmin ediyoruz. Hicrî 606 - 669, milâdî 1209 - 1270 yillari arasinda yasamis ki, bu Mevlânâ ile akran demektir, çagdas demektir. Zâten menâkibnâmelerde de onunla çagdas olduguna dair, birbirleriyle münâsebetleri olduguna dair rivayetler var...
Konusmayi canlandirmak için, o rivayeti anlatayim. Eflâkî diye Menâkibül Arifîn'i Maarif Klasikleri arasinda nesredilmis olan, Mevlânâ'dan sonra yasamis, onun torunuyla çagdas bir yazar var... O Mevlânâ ile ilgili rivayetleri duyarak, çevreden toplayarak o eseri meydana getirmis.
Diyor ki: Kirsehir'de bir Sulucakarahöyük denilen yerde --simdiki Hacibektas kasabasi-- bir sahis varmis ve Mevlânâ'ya muhalif imis. Bir müridini, halifesini oraya göndermis. Demis ki: ''Git o Mevlânâ denilen adama, sor ki: Eger aradigini bulduysa, Rabbine kavustuysa, erdiyse, erenlerden olduysa; bu velveleyi, bu gürültüyü kessin!.. Bu gürültü ne?.. Bulmus, muradina ermis. Eger aradigini bulamamissa, bu gürültü niye?.. Bulamayan insanin bu gürültüsü iddia oluyor, palavra oluyor, gösteris oluyor, tantana oluyor. O da tasavvufta makbul bir sey degil... Git bunlari o zata söyle!'' demis Haci Bektas-i Velî, Eflâkî'ye göre...
Eflâkî tabii, Mevlevî dervisi... Söyle anlatiyor: Haci Bektas-i Velî'nin gönderdigi sahis Konya'ya gelmis. sormus:
''--Bu Mevlânâ nerdedir?..''
''--Falanca medresededir.''
O medreseye gitmis, kapisindan içeriye girmis. Mevlânâ o anda semâ' halinde...
Semâ' dedigimiz sey, artik radyodan, televizyondan hepiniz duydunuz, gördünüz, biliyorsunuz ki vecde gelerek dönmek... Tabii, vecdsiz dönüp de sonra vecde ulasmak tarzinda kullaniliyor simdi... Eskiden tabii olan sekli, vecde geldi mi dönerdi insan... Simdi döne döne vecde gelmeyi deniyorlar. Tersine bir çalisma...

Mevlânâ meselâ, kuyumcular çarsisinda dolasiyormus. Selâheddin-i Zertûb'un --altin isçiligi isleyen kuyumcu Selâhaddin'in-- dükkâninin önüne gelince... Içerden çekiç sesleri geliyor. Yüzük yapacak, bilezik yapacak altini... ''Takka tiki tiki... Takka tiki tiki... Takka tiki tiki...'' bir çalisma var. O seslerden Mevlânâ vecde gelmis, baslamis semâ' etmege; yâni, pervâneler gibi dönmege...
Pervâne de aslinda kelebek adidir; sonradan yapilan bu elektrikli döner alet degil... Ve söyle diyor:
Yeki gencî pedîd âmed, der in dükkân-i zer kûbî,
Zihî sûret, zihî ma'nî, zihî hubî, zihî hubî.
''Su kuyumcu dükkânindan bir hazine gözüme göründü. Su kuyumcu dükkânindan içeriye baktim; bir hazine gözüme eristi. Zuhura geldi ki, ne güzel sûret, --yâni görünüm-- ne güzel mânâ --yâni sîret, iç hali- - Disi güzel, içi güzel... Ne güzellik, ne güzellik... Yâni orda o Selâhaddin-i Zerkûb'un dükkânina bakmis. Evet, esnaf... Kuyumculuk isi yapiyor, imalâtla mesgul...
Mevlânâ onu kapidan görünce... Yüzü güzel, nurlu... Içi güzel; kalbinin, sîretinin, mânevî halinin güzelligini görmüs Mevlânâ... ''Ne güzel yüz, ne güzel iç alemi; ne güzellikler, ne güzellikler...'' diye cosmus, semâa geliyor. Semâ' bu... Yâni böyle vecde gelip, kendinden geçip, aska gelip dönmek...

Simdi vecde gelmis dönüyor Mevlânâ... Bir taraftan da bir rubâî söylüyor. Ama rubâîyi onlar bizim gibi düz okumazlardi. Yâni gazel demek, rubâî demek, o zaman için ses esliginde, makamla, bir ahenkle söylemek demek... Düz siir okur gibi, böyle kas çatarak söylemek degil...
Bir taraftan dönüyormus, bir taraftan da bir ilâhî söylüyormus ki, Türkçe'si söyle:
''Eger senin yârin, dostun, sevgilin yoksa, neden taleb etmiyorsun?.. Eger yârini, sevdigini, dostunu bulup ona kavustuysan niçin tarab etmiyorsun?..''
Tarab etmek, sevinmek demek... Tarabya, Bogazda sevinçli islerin oldugu yermis demek ki... ''Niçin o zaman da sevinç izhar etmiyorsun?.. Tenbel tenbel oturmussun da, kendi acâip halinin farkinda degilsin de, bizim halimize ne kadar acâip hal diyorsun. Halbuki, senin halin acaip... Yoksa kalk talep et, gayrete gel; varsa, sevincinden sikir sikir oyna!'' demek istiyor Mevlânâ... O zaman Haci Bektâs-i Velî'nin tenkidine cevap vermis oluyor.
Yâni, ''Bulduysa otursun yerine!'' demisti; ''Buldumsa, sevincimden oynayacagim.'' diyor. ''Bulmadiysa, yine otursun yerine!'' demisti; ''Bulmadiysam, aramak için bir coskunluk içine girecegim.'' demis oluyor. Tabii bunlar bir meseleye iki ayri bakistir; ictihad farki... Birisi o zihniyette, birisi baska zihniyette... Ikisi de hakli olabilir, mümkündür; çünkü, niyetleri temizdir.
Iste böyle münâsebetleri oldugu düsünülüyor. Sizin hatirinizda çok rahat kalabilir ki, biz bir profesörden duyduk diyebilirsiniz, Mevlâna ile çagdastir Haci Bektas-i Velî... Öyle Orhan Gazi'yi görmüslügü, yeniçerilerinin kurulusunda dua ettigi, kiliç kusattigi filân yok... Olsa olsa, o isi torunlari yapmistir. Ondan sonra Haci Bektas'in kendisi sanilmistir. Aslinda öyle olmadigi muhakkak...

Mentes adinda bir kardesi oldugu muhakkak... Asikpasazâde diye bir kimse var... Kirsehir'den Kayseri'ye dogru geçerken sol tarafta görmüssünüzdür; bembeyaz, sahâne, güzel, sevimli bir sanat eseri var... Asik Pasa'nin türbesi... Iste onun torunu olan bir Asikpasazâde var ki, Osmanli tarihi yazmistir. Tarihçilerimiz bilir. Içinizde o bölümde olan var...
Asikpasazâde diyor ki, ''Be bu Haci Bektas-i Velî'nin ve çocuklarinin ahvâlini bütün detayi ile biliyorum.'' diyor kitabinda... Biliyormus ama, söylememis mübârek... Bildigini yazsaydin ya... ''Tevâtür-ü sahih ile hepsini bilirim.'' diyor. Kirsehir'lidir, bilebilir, dogrudur. Zaman bakimindan arada uzun bir zaman farki var ama, bilebilir. Diyor ki, ''O seyhlikten, müridlikten uzak, kendi halinde bir büdelâ aziz idi.''
Büdelâ demek, evliyânin birisi gidince yeri otomatik doldurulan, sayisi belli, üçler, kirklar, yediler gibi birisi demek... Mânevî makami vardi demek istiyor. ''Kendi basinda bir insandi. Öyle seyhlik, müridlik, silsile, tarikat meselesi yoktu.'' diyor Asikpasazâde...
Biz simdi ilim adami olarak, her tarih kitabinda yazilani kabul etmiyoruz. Müskülpesendiz, talebeyi terletir gibi böyle yazarlari da, eserlerini de terletiriz biz... Inceliyoruz, dogru degil...
--Niye dogru degil, nerden çikariyorsun?.. Asikpasazâde Kirsehir'li... Hem ona da yakin bir zamanda yasamis, sen yirminci yüzyilda yasamissin.
--Eseri var elimizde... Haci Bektas eserinde seyhlikten, müridlikten, tasavvuftan bahsediyor. Sen de ilgisi yok diyorsun; dogru degil... Eseri, tekzib ediyor yâni... Biz delilleriyle onun ilgisi oldugunu göstermis oluyoruz.

Özel hayatiyla ilgili çesitli rivâyetler var... Adi bile münâkasali... Bazi rivayetlerde adi Bektas... Bazilarinda Bektas isim degil lakab; adi Muhammed... Olabilir. Bektas çünkü, Türkçe bir isim... Kendisi Arap asilliysa, Muhammed diye ismi olabilir.
Horasan'dan geldigi kesin... Hacca gittigi kesin...
--Nerden kesin hacca gittigi?..
--Menâkibnâmeye bakarsaniz, inanmaya-bilirsiniz. Menâkibnâme'de yazdigina göre, seyhi Lokmân-i Perende denilen mübârek zât hacca gitmis. Hacda Arafat'a çikmislar. Arafat'ta müridlerine demis ki, ''Ah, simdi bizim Nisâpur'da arafe günü... Her evde bir faaliyet vardir. Tavalarda pisi pisirilir.'' Hanimlar bilirler bu isi... Hamur yapiliyor. Kizgin yagin içinde pisiriliyor. Zeytin yaginda piser, peynirle güzel olur. Lokmân-i Perende, ''Nisâpur'da bugün ne güzel pisi pismistir, arafe günü bayram için hazirlik yapilmistir.'' filân deyince; Haci Bektâs-i Velî evliyalik yoluyla seyhinin Arafat'ta böyle dedigini duymus. Horasan'dan almis eline bir tabagi, hoop gelmis Arafat'a, pisileri getirmis seyhine... Tabii bu menkabe, böyle yaziyor Menâkibnâme... Ondan dolayi adina haci demisler.
Ama biz eserini inceledigimiz zaman, hac yapilan yerlerle ilgili o kadar canli tasvirlerde bulunuyor ki, o diyarlari gezmis oldugu anlasiliyor. Bir kaç defa da hac yapmistir hattâ... Hem de sunu söyleyeyim, su zamanda hacilik kolaydir amma, o devirde hacilik çok zor oldugundan, çok kiymetli bir unvandir. Herkes hacca gidemez. Osmanli padisahlarindan hacca giden bir tek fert yoktur. Belki vekil göndermislerdir amma, kendisi gidememis. Herkesin gitmesi kolay degil...
Su bizim bir asir öncesine, vapurun ve otomobilin olmadigi devreye gittiginiz zaman, birisinin adinin basinda haci ünvanini gördügünüz mü, gözünüzde büyüsün o... Yâni, kolay bir is degil... Hem parasi çok demektir, hem de çok zor bir isi basarmis bir insan demektir. Çünkü, yollar tehlikeli, çöller büyük, bata çika gitmek zor... Sicaktan ölmek kaderde var... Hacilarin çogu telef oluyor. Haci Bektas-i Velî bu isi basarmis bir kimse...
Nesli var mi, yok mu?.. Bazilari diyor ki: ''Evlenmedi. Yol evlâdidir, Haci Bektas'in evlâdiyim diyenler...'' Tabii bu bir söz, laf... Evlenmesi normaldir. Bazilari da diyorlar ki: ''Evlendi ve çoluk çocugu oldu. Iste o sülâle, onlardan gelenlerdir.'' Onun evlâdindan oldugunu söyleyen bazi kimselerle de görüstük.

Seyh oldugu da, mürid yetistirdigi de, tasavvufu bildigi de kesin olarak ortada... Haci Bektas-i Velî'nin bagli oldugu tarikat Yeseviye Tarikati'dir. Altini kirmizi ile üç defa, bes defa çizerek kesin olarak söyleyebilirsiniz. Bütün münakasalarin ötesinde kesin bir gerçektir. Neden?.. Ahmed-i Yesevî'nin Fakirnâme'sini bulduk. Ahmed-i Yesevî'nin Fakirnâme'si ile Haci Bektâs-i Velî'nin Makalât'inin bir bölümü tamamen ayni. Bin kelimeden sekiz on kelime farkli; o kadar ayni... Ötekiler de nüsha farkidir, kâtibin hatasidir filân. Ufak tefek degisiklikler...
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Yunus Emre

Yunus Emre'nin 13. yüzyilin ortalarinda, Anadolu Sakarya irmagi cevresinde bir köyde dogdugu ve 14. yüzyilin ilk yarilarinda yine o civarda öldügü saniliyor. Bazi kaynaklara göre egitimden yoksun (ummi), okuma yazma bilmeyen biriydi. Kesinlikle bildigimiz; onun köy kökenli olusudur. Yunus'un Türk dilini kullanmasi da bunu gösteriyor. Cünkü:
O zamanlarda Anadolu sehir hayatinda ilim ve edebiyat dili olarak Arapca ve Farsca etkinligini sürdürüyordu....
Yunus Emre, Anadoluda, Türk dilini harika bir sekilde kullanan ilk sair olmustur. Siirlerinden anlasildigina göre;caginin din ve dünya bilgilerine hic de yabanci degildir. Hatta, biraz Farsca ve Arapca bildigi ve böylece Islam kaynaklarindan uzak kalmadigi, büyük Mutasavvif Mevlana Celaleddin Rumi ile iliskisi bulundugu, dervis olarak tüm Önasyayi gezip dolastigi anlasilmaktadir.
Yunus Emre, Islam aydinlik caglarinin bir harikasidir. Eger, tek basina düsünülmezse; kendinden önceki veya cagdasi büyük düsünürler ile mutasavvif sairler zincirininkendine özgü son halkasi oldugu kolayca anlasilir.



Prof. Dr. M. Es'ad Cosan:

Yunus Emre gerçekten, baska edebiyatlari bilen kimselerin sözleriyle, --benim kanaatim de çok net olarak öyle-- emsalsiz bir sairdir. Türk diliyle dinî siir yazan sairlerin en büyüklerinden, en basta gelenlerindendir Yunus Emre.... Sadece bizim malimiz degildir, dünya kendisinin hayranidir. Biliyorsunuz evvelki sene de Yunus Emre yili idi.

Yunus Emre, çok derin fikirleri çok sade kaliplarla ifade edebilme kabiliyetine sahib bir kimsedir. Emsalsiz bir lirizm ile, çok muazzam fikirleri çok kisa cümleler halinde, misralar halinde anlatabilen bir kimse... Iftihar edecegimiz bir kimse...

Ben Azerbaycan'a gittigim zaman, bana dediler ki: ''Bu Azerbaycan'in bir kasabasi var; istersen seni götürelim. Oranin ahalisi Fuzûlî'nin hayranidir. Hepsi Fuzûlî'nin divanini bastan sona ezbere bilir, ezbere okur.'' Bizim de saniyorum Yunus Emre'yi ezbere bilmemiz lâzim!.. Çünkü, her siiri ayri harikadir.

Yunus Emre, çok meshurdur ama çok da mechuldür; hayati hakkinda çok sey bilinmiyor, kaynak yok... Mezarinin bile nerde oldugu hakkinda millet hâlâ münakasa ediyor.

Iki tane eseri var elimizde: Birisi Yunus Emre Divani; ötekisi de Er-Risâletün Nushiyye... Iki eserini biliyoruz. Bu iki eserinden birincisi divani; o da bilimsel olarak nesri yapilamamis bir eserdir. Ama, Kültür Bakanligi'nin nesrettigi Dr. Mustafa Tatçi'nin Yunus Emre Divani, daha ileri bir çalisma; güzel... Ondan önce de Yunus Emre ile ilgili çok nesirler yapildi, divan nesredildi. Bu nisbeten onlarin hepsinden daha öteye, ileri bir çizgiye gitmis; güzel, hosuma gitti.

Yunus Emre'nin kendi elinden yazilmis bir divan bize gelmemis. Yunus Emre Divani denilen eserler de karsilastirildigi zaman, birbirlerinden çok farklari var... Bunda olan onda yok, onda olan bunda yok... E hangisi Yunus'un bu siirlerin?.. Belli degil...

Hangi siir gerçekten Yunus'un diye bir meselemiz var; bunu tesbit etmemiz lâzim!.. Sizin bugün Yunus'un diye sevdiginiz, ezberlediginiz, dinlediginiz ilâhilerin bir kismi onun degildir meselâ... Çünkü, bir kaç tane Yunus var... Çok net, çok kesin, bütün ilim adamlarinca bilinen bir gerçek...

Bir kere iki tane kesin Yunus var: Birisi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi yetismis Yunus; ötekisi, Bursa'da Emir Sultan'a yetismis Yunus... Birisi Mevlânâ'dan biraz genç; ötekisi Emir Sultan'dan biraz genç... Emir Sultan'dan feyz almis, Emir Sultan'a bagli... Bu ikinci Yunus daha ziyade, ''Sol cennetin irmaklari'' ''Kâbenin yollari bölük bölüktür'' gibi ilâhileri söyleyen... Yâni bizim Yunus'un diye sevdigimiz siirlerin yüzde altmisi - yetmisi Bursali Yunus'undur.

Bursali Yunus'un Bursa'da kabri vardir ve çok magdur durumdadir. Mahalle arasinda bir evin bahçesi arasinda kalmistir. Ben Bursali arkadaslarimiza rica etmistim, ''Bulun, arayin!'' diye... Buldular, resmini gönderdiler. Söyle bir araliktan geçiliyor. Kimse de, o Sol Cennetin Irmaklari'ni yazan Yunus'un orda yattiginin farkinda degil... Bilseler, yigilacaklar oraya; ama, bilmiyorlar.

Tabii, bu bizim vazifemiz... Ilim, Kültür ve Sanat Vakfi olarak vazife ediniyoruz. Bursa'ya gidecegiz. Belediye baskani eger Çesme belediye baskani kadar yakinlik gösterirse bize; anlatacagiz, diyecegiz ki: ''Bu Yunus, çok büyük Yunus'lardan bir tanesidir. Bunun etrafinin istimlâk edilmesi lâzim, türbesinin güzellestirilmesi lâzim!..''

Bir Yunus o, Bursali Yunus... Bir Yunus da, --simdi belki Aksaray'a baglidir, idârî taksimati bilmiyorum-- Sivrihisar'li... O Sivrihisar, --Eskisehirliler üzülse de söylemek zorundayim-- Eskisehir'in Sivrihisar'i degil... Kizilirmagin kenarinda ama, Eskisehir'deki Sivrihisar degil... Hacibektas kasabasina çok yakin, Sivrihisar diye bir yer var Kizilirmagin kenarinda... Kizilirmak, biliyorsunuz nerelerden dönüp, dolasip öyle gidiyor Karadeniz'e... Bunu bir yazi ile, kitapla Refik Saygun anlatti. Incelemeler yapti, oranin fotograflarini çekti. ''Bu Sivrihisar'dadir Yunus!'' dedi. ''Iste, Tapduk Emre'nin kabri var burda... Iste Yunus'un kabri var burda...'' dedi. Kimse bunu dinlemedi ama, aslinda Yunus'un yeri orasi, kabri orada... Onu da tabii, ihyâ etmek lâzim!..

Ne zaman yasamis; belli degil... Hangi tarihlerde ölmüs; belli degil... Çünkü, bizim vakif kayitlarini, sicilleri; depolarda, koridorlarda ne ariyor diye vagonlarla Bulgaristan'a göndermisler. Gelmisler Istanbulda ilgisiz ilgililer... Koridorlarda bir takim evraki çok kalabalik görünce:

''--Ne bunlar burda?..''

''--Efendim, bunlar arsiv belgeleri...''

''--Ne ise yarar?..''

''--Eski yazi...''

''--E, biz devrim yaptik, harfleri degistirdik. Kim bunlari okuyacak?..'' demisler. Vagonlara yüklemisler.

Ismail Hakki Konyali feryad etti, yazilar yazdi: ''Bunlar arsiv belgesidir, bunlar gönderilmez; çok kiymetli evraktir!'' diye ama, giti hepsi... Avrupa'ya gitti, ve sâireye gitti. Yâni kendi mâzîmizi koruyamiyoruz. Yanginlar tahrib ediyor, kendimiz tahrib ediyoruz.

Çanakkale'nin, Fatih Sultan Mehmed Han tarafindan yapilan kalesinin giris kapisindaki kitabeyi, oradaki askerî birligin basindaki bir üstegmen veya yüzbasi kazitmis. Ne istedin o kitabeden, niye kazitiyorsun?.. Fatih'in kitabesi bu... Hapsetmek lâzim!.. Kazitmis; simdi ara da bul, kitabe yok...

Mezar taslari Londra'da satiliyormus... Bizim mezarliklardan çalinan mezar taslari, kavuk sekli, tas sekli, yazisi itibariyle antika oldugu için Londra'da haraç mezat satiliyormus. Müsteri buluyormus, oralara kaçiriliyormus. Nasil ediyorlar artik, bilmiyorum.

Onun için Yunus'un mezartasi yok... Arsivler yok, belgeler yok... Gölpinarli söylüyor, ben de gördüm: Haci Bektas kütüphanesinde bir yazmanin üst tarafinda, dogumu su, yasi su kadar, vefati su diye bir kayit var... Ama kim yazmis oraya, nereye dayanarak yazmis, belli degil... Diyorlar ki, iste 1320 yillarinda ölmüstür. Belki dogru olabilir ama, kuvvetli bir belge degil...

Bir tek kuvvetli belge var: Risâle-i Nushiyye isimli eserini yazmis, sonunda tarih atmis. Hicrî 707 tarihinde yazilmis; milâdî 1306/1307 ediyor. Demek ki Osmanlilardan önce o sagmis. Ötekiler, ilim adami olarak bizim yüzdeyüz kabul edecegimiz seyler degil...

Yunus'un divaninda incelemize göre; Yunus Emre evlenmis, çolugu çocugu var... ''Allah bize de çoluk çocuk verdi.'' diyor bir siirinde... Anliyoruz ki, Yunus bekâr göçmemis; evli çoluk çocuk sahibi bir insan...

Bir sair koca olmus. Yâni yaslanmis. Genç yasta degil, bayagi bir ihtiyarlamis oldugu belli...

Seyh efendi diye çok hürmet etmisler kendisine, siirinden biliyoruz. O kendisinden bahsederken, kendisini çok kötüleyerek söylüyor ama, biz anliyoruz. ''Bana seyh diyorlar; nerde ben?.. Mertebem, çok fenayim.'' diye söylüyor; ama ordan anliyoruz ki, seyh demisler. Herkes hürmet ediyor, herkes elini öpüyor. Hayatinda bu hürmeti görmüs.

Ilim bakimindan; yüksek derecede dînî bilgileri kazanmis, usta bir âlim... Öyle oduncu filân degil... Ümmî, elifi ve sâireyi okumamis bir insan degil; çok büyük bir alim... Eserlerinden de belli, kendisi de söylüyor. Muhtemelen Konya'da tahsil etmis ve Sadreddin-i Konevî'nin fikirleri var, Abdülkerim-i Ciylî'nin fikirleri var siirlerinde... Onlar ayri bir konferans konusu, ince tasavvufî meseleler... Çok büyük bilgisi var...

Simdi, bu eski Yunus ile, Mevlânâ zamanina yakin Yunus ile, öteki Bursali Yunus arasinda yüz küsur yil zaman farki var... Üslûb farki var... Bu Yunus'un dili baska, Bursali Yunus'un dili baska... Sip diye anlasilir; kullandigi kelimelerden ve üslûbundan hemen farkedilir. Mevlânâ'ya çagdas Yunus baska, Bursali Yunus baska... Ikisi ayri sahsiyet...

Bursali Yunus, hiç falso yapmamis olan, siirlerinde kimseyi tedirgin edecek bir söz söylememis olan, müteserrî, müeddeb, âsik bir sâir... Tam dört dörtlük potada bir insan...

Gelelim eski Yunus'a... Eski Yunus, cür'etli bir insan, iddiali söz söyleyen bir insan... Nasil iddiali söz söylüyor?..

Bir kez gönül yiktin ise,

O kildigin namaz degil!..

''Bir kere bir kalb yiktiysan; senin kildigin namaz, namaz degil!'' diyor. Seriat bu kadar siki degil... Seriat biraz müsamahalidir. ''O kusurdur, tamam kalb kirmasi bir kusurdur ama; öbür taraftaki namazi da, namazdir. Ne yapalim, kusurlu bir müslüman... Kusursuz insan olmaz.'' diye düsünülür. Ama, Yunus sert bir insan; öyle seylere pek razi gelemiyor, sapasaglam olsun istiyor. ''Bir kez gönül yiktin ise; o kildigin namaz degil!'' diyor, defterden siliyor. Eski Yunus sert, sertligiyle taniniyor.

Sonra, biraz da Allah'a olan sevgisinden dolayi, bizim hürmet ettigimiz bazi seyleri de küçümser gibi bazi ifadeler kullaniyor; insanin yüregi agzina geliyor.

Cennet cennet dedikleri,

Birkaç köskle birkaç hûri;

Isteyene var anlari,

Bana seni gerek seni!..
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
AZIZ MAHMUD HÜDÂÎ HAZRETLERI (.... - 1628)

Celveti târîkatinin feyiz, ilim ve ask ehli büyük pîri olup Sivrihisar’lidir. Bir müddet seyahat ettikten sonra Bursa’ya gelisinde Seyh Üftade Hazretlerinin velâyet tuzagina yakalanarak, kisa zamanda hakikate erismis, irsada memur edilerek Üsküdar’a gönderilmis ve burada vefatina kadar irsâd ve hilafet vazifesi görmüstür. 48 zevattan ibaret olan halifelerinin isimleri bir risalede kayitlidir. Kabr-i Serîfleri Üsküdar’daki meshur tekkelerindedir. Tekkesi, ziyaretçisi eksik olmayan bir mübârek yerdir. Gül gibi kokar. (Rahmetullahi aleyh)
Dergâh kapisi üzerine su beyit yazilmistir:

"Eger vasil olam dersen dilâ sen sirri maksûda
Gel âdâb ile yüz sür âsitân-i Seyh Mahmud’a"

Divaninda mürsidâne ve âsikâne ilâhî, gazel ve siirleri mevcuttur. Bir kismi Arapça olan 29 adet eseri bilinmekte olup bunlardan Târîkatname, Divan-i Ilâhiyyat, Necatül Gârik isimli eserleri eskiden basilmistir. Divan-i Ilâhiyyati yeni harflerle de nesredilmistir. Cem ve fark makamlarini beyân eden, Türkçe manzum bir risale olan Necatül Gârik’in matla’i (ilk beyti) söyledir:
Hüdâ’ya hamd-ü minnet evvel ve âhir
Ki oldur zâhir ve bâtinda zâhir
Zuhûru perde olmustur zuhûra
Gözü olan delil ister mi nûra
Günes zâhir degil midir karindas
Ne var görmezse ani çesm-i huffas*


Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin ilâhî olarak bestelenmis meshur bir siiri ise, asagidaki "Bana Allah'im Gerek" isimli siiridir:

Bana Allah'im Gerek

Neyleyim ben dünyayi, bana Allah'im gerek
Gerekmez mâsivâsi, bana Allah'im gerek
Ehli dünya dünyada, ehli ukbâ ukbâda
Her biri bir sevdada, bana Allah'im gerek
Dertli dermanin ister, kullar sultanin ister
Âsik cananin ister, bana Allah'im gerek
Fâni devlet gerekmez, türlü ziynet gerekmez
Haksiz Cennet gerekmez, bana Allah'im gerek
Mecnûn ister Leylâ’yi, Vâmik özler Azrâ’yi
Nidem gayri sevdayi, bana Allah’im gerek
Bülbül güle eder zâr, pervâneyi yakmis nâr
Her kulun bir derdi var, bana Allah'im gerek
Beyhude hevâyi ko, Hak’ki bulagör yâhu
Hüdâî’nin sözü bu, bana Allah'im gerek

cami.jpg

allah2.gif
 

_Resul_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
8,169
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
sELAMÜN ALEYKÜM..gERİSİ GELECEKTİR İNŞALLAH....
Allah(c.c)'ya emanet olun..
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt