_YUSUF_
Yönetici
- Katılım
- 26 Haz 2008
- Mesajlar
- 4,070
- Tepki puanı
- 1,043
- Puanları
- 113
- Yaş
- 43
TEVBE KURTARICI HALLER
Burada kurtarıcı ameller anlatılacak. Bu amellerin başında tevbe gelir. Bunu da birkaç fasılda anlatmaya çalışacağız...
Bilesin ki, tövbe üç şeyden meydana gelir: İlim, hal ve fiil.
Yapılan bir hatanın birçok zararı vardır. Ve o hata, kula bir perdedir. Gerçeklere kapanan bütün kapılar günah yüzünden kapanırlar. Bu, birinci bölüme girer, yani ilim...
Bu anlayışı bulduktan sonra, kalbde bir üzüntü meydana gelir. Buna da hal tabir edilir. Bunun mânâsı, yapılan hata yüzünden üzüntüye düşmek ve sevgiliyi yitirme korkusudur. Bu hal'in daha açık tabiri, pişmanlık demektir.
Tövbe arzusu böylece insanı istilâ ettikten sonra, yapılan hatalar tamir edilir. Eksikler tamamlanır. Buna da fiil tabiri kullanılır...
Tövbe: Derhal hatayı bırakmak," bîr daha ona dönmemeye azmetmek, yapılmış hataların yerine iyisini yapmaktır... Hiç olmazsa pişman olmak... Çünkü Peygamber s.a. efendimiz bir hadis-i şerifinde bunu belirtir: «Pişmanlık, tövbe sayılır...». Pişmanlık, büyük şeydir... Bu duygu, daha önce anlattığımız gibi, hataların ne gibi yıkıntılara sebep olduğunu bildikten sonra hasıl olur...
TEVBENİN GEREKLİ OLUŞU
Yukarıda da anlattığımız gibi, akıl tövbenin gerekli olduğuna işaret eder ve değerini anlatır...
Bütün âyet-i kerime ve hadîs-i şerifler, tövbenin gerekli olduğunu bize anlatmaktadır. Birkaçını yazalım:
Âyet-i kerimeler:
«Toplu halde tövbe edip Allah'a yönelin, ey iman sahipleri... İflahınız bu yolda umulur...» (Nur, 31).
«Ey iman sahipleri, nasuh tövbesi İle —bir daha dönmemek üzere— tövbe ediniz.» (Tahrim, 8).
«Allahü Teâlâ'nın, bol bol tövbe edenleri seveceği muhakkaktır.» (Bakara, 222).
Zikredeceğimiz hadîs-i şerifler de tövbenin önemini anlatmaktadır:
«Tevbekâr Allah'ın sevdiğidir.»
«Hatasını anlayıp, tövbe eden, hata işlememiş gibidir.»
«Allahü Teâlâ mümin kulunun tövbe edip, kendisine dönmesinden o kadar ferah duyar ki: Suyu, yemeği ve diğer zaruri ihtiyacı yüklü bineği ile yola çıkan; susuz, kurak ve tehlikeli bir yerde yatıp uyuya kalan, uyandığı zaman, her şeyini kaybolmuş gören ve onları aramaktan bitab düşüp Allah'ın dilediği kadar susuzluktan ve hararetten perişan olduktan sonra, kendi kendine, artık bulmam mümkün değil... Önce yatıp uyuduğum yere gideyim. Orada ölümü bekleyeyim, der... Ve gider. Başım kolunun üzerine kor, Ölmek için uyumak ister... Bîr aralık gözlerini açınca, yiyeceği, içeceği üzerinde bulunan bineğini yanında görür. Dolayısı ile çok sevinir. Allahü Teâlâ bu adamın duyduğu ferahtan çok fazlasını mümin kulunun tevbe edip kendine dönmesinde duyar...»
İmamlar, tevbenin vacib olduğuna ittifak etmişlerdir. Bize şöyle bir şey diyecek olursanız:
— Tövbe kalbde hasıl olan, pişmanlık duygusunun bir meyvesidir. Bu duyguyu meydana getirebilmek, insanın elinde değildir. Bu sebeble onun vacib olması nasıl olacak?..
Deriz ki:
— Tövbenin sebepleri, insanın iradesine girebilir. Buda tövbe yolunu Öğrenmektir. Bu sebepledir ki, ilmin de vacib olduğunu söylüyoruz... Kul için sadece bir talep
olabilir. Yoksa kul, ilmin veya tövbenin kendisini yaratamaz. Kul, arzuyu yaratma kudretine sahib değildir. İlimde, fiil de, bunların elde edilmesi için gereken kudret de
kaadir olan Allah'tandır. «Sizi de, yaptığınız işleri de Allah yarattı...» (Saffat, 96) âyet-i kerimesi bu mânâyadır.
Basiret ehline göre, gerçek olan açıkça budur. Ötesi şaşkınlıktan başka bir şey değildir ve dalâlettir...
Kulun, bir işi yapmakta ya da terkte bir iradesi, seçme kabiliyeti yok mudur?., diyecek olursan, buna şu cevabı veririz:
— Vardır. Fakat bu bizim sözümüze' aykırı değildir.Çünkü hepsi Allah'tandır. İhtiyar ve arzu da Allah tarafından yaratılmıştır. Kul seçme kabiliyetini kullanmaya
mecburdur. Allahü Teâlâ sağlam bir el yarattığı zaman, tatlı yemek de yarattı; o yemeği yemek için mideye iştihada verdi... O yemekte, bulunan istinasını söndürecek kuvvetin varlığına dair bilgiyi kalbde yarattı. Sonra, akılda çekişmeli bir ilim yarattı. Akıl bununla, yenen şeyin zararlı veya faydalı olacağı sonucunu çıkarıyor. Eğer faydalı olacağı sonucuna varıyorsa yiyor. Böylece yenen şeyin yalnız isteği söndürmesini kâfi görmüyor. Bu düşüncelerden sonra, bir mani ve zarar olmadığına dair bilgiyi de
kalbde yine Allah yarattı... İşte bu sebepler bir araya geldikten sonradır ki, yemek yemeği gerektiren irade meydana geliyor.
Bu sayılan işler ilâhî âdetlerin gerektirdiği işlerdir. Allahü Teâlâ her şeyi bir düzende yaratmıştır.
Meselâ: Allahü Teâlâ kudret adı verilen sıfatı yaratmadan, hayat vermeden, irade vermeden bir eli yazı yazacak duruma getirmez... İçte bir istek, bir meyil yaratmadan, bir işi yapmak için arzuyu yaratmaz. Sonra, içte bir işe dair şimdiki halde veya gelecekte bir uygunluk bilgisini yaratmadan, bir meyil ve istek de yaratmaz. Gerek bilgi, gerekse bir işe tabiî meyil, daima kararlı bir iradenin peşinden gider. Gerek irade, gerekse kudret, daima hareketin ardından gitmek ister. Bütün işlerde usul budur. Hepsi Allahü Teâlâ'nın yarattığıdır. Usulsüz de olabilir, ama Allahü Teâlâ bazı işin yerine gelmesi için bazı şeyi ona gerekli kılmıştır.
Allahü Teâlâ'nın kullarında olagelen işleri bu minval üzere devam etmekte ve bir göz kırpımından fazla zaman almamaktadır. Verilen ilâhî hükümler bu tertib üzere meydana gelmektedir, katiyen kimse değiştiremez. «Biz, her şeyi kadere göre yarattık...» (Kamer, 49).
İşte bu kader icabıdır ki, gücü, kasdı, bilgiyi ve iradeyi yarattıktan sonra, kâtibin elindeki hareketi yarattı... Bir kimsede sayılan dört şey kendini gösterince, takdir edilen şeyi yapmak zorundadır.
Bu hal karşısında, mülk ve şehadet âleminin, gayb ve melekût âleminden perdeli kimseler meydana atılır. Ve. diyecek olursa:
— Ey kimse, sen hareket ettin, sen yazdın ve sen attın...
Buna karşılık ötelerden gelen ses şöyle hitah eder:
— «Attığın zaman sen atmadın, Allah attı...» (Enfal, 17). «Onlarla kıtal ediniz, Allah elinizle onlara azab edecektir.» (Tevbe, 14).
İleri gidemeyen, şehadet âleminin ortasında duranların aklı burada şaşkınlığa düşer.
Bu makamda bir kısım zatlar, bu hal cebr'dir, der. Bir kısım zatlar da, benzeri olmayan acaib bir hal der... Bir kısım orta yolu tutanlar da, yalnız çalışmak var, der... Bu tahminî kelâm eden zatlara, semâ kapıları açılsa da, gayb ve melekût âlemine bir baksalar, elbet herbiri bir başka yüzden hakikat zahir olur... Aslında kusur hepsine şamildir. O çeşit çeşit fikirler beyan edenlerin hiç biri, bu işin Özüne ermiş değildir. Bu âlemin zevkini o tadar ki, kendisine gayb âlemi penceresinden bir nur kırıntısı gelmiştir...
Gayb ve şehadet âlemini Allahü Teâlâ bilir. Onun gizlediği âleme kimse vâkıf olamaz. Ancak, razı olduğu peygamberlerine dilediği kadar bildirir.
Burada kurtarıcı ameller anlatılacak. Bu amellerin başında tevbe gelir. Bunu da birkaç fasılda anlatmaya çalışacağız...
Bilesin ki, tövbe üç şeyden meydana gelir: İlim, hal ve fiil.
Yapılan bir hatanın birçok zararı vardır. Ve o hata, kula bir perdedir. Gerçeklere kapanan bütün kapılar günah yüzünden kapanırlar. Bu, birinci bölüme girer, yani ilim...
Bu anlayışı bulduktan sonra, kalbde bir üzüntü meydana gelir. Buna da hal tabir edilir. Bunun mânâsı, yapılan hata yüzünden üzüntüye düşmek ve sevgiliyi yitirme korkusudur. Bu hal'in daha açık tabiri, pişmanlık demektir.
Tövbe arzusu böylece insanı istilâ ettikten sonra, yapılan hatalar tamir edilir. Eksikler tamamlanır. Buna da fiil tabiri kullanılır...
Tövbe: Derhal hatayı bırakmak," bîr daha ona dönmemeye azmetmek, yapılmış hataların yerine iyisini yapmaktır... Hiç olmazsa pişman olmak... Çünkü Peygamber s.a. efendimiz bir hadis-i şerifinde bunu belirtir: «Pişmanlık, tövbe sayılır...». Pişmanlık, büyük şeydir... Bu duygu, daha önce anlattığımız gibi, hataların ne gibi yıkıntılara sebep olduğunu bildikten sonra hasıl olur...
TEVBENİN GEREKLİ OLUŞU
Yukarıda da anlattığımız gibi, akıl tövbenin gerekli olduğuna işaret eder ve değerini anlatır...
Bütün âyet-i kerime ve hadîs-i şerifler, tövbenin gerekli olduğunu bize anlatmaktadır. Birkaçını yazalım:
Âyet-i kerimeler:
«Toplu halde tövbe edip Allah'a yönelin, ey iman sahipleri... İflahınız bu yolda umulur...» (Nur, 31).
«Ey iman sahipleri, nasuh tövbesi İle —bir daha dönmemek üzere— tövbe ediniz.» (Tahrim, 8).
«Allahü Teâlâ'nın, bol bol tövbe edenleri seveceği muhakkaktır.» (Bakara, 222).
Zikredeceğimiz hadîs-i şerifler de tövbenin önemini anlatmaktadır:
«Tevbekâr Allah'ın sevdiğidir.»
«Hatasını anlayıp, tövbe eden, hata işlememiş gibidir.»
«Allahü Teâlâ mümin kulunun tövbe edip, kendisine dönmesinden o kadar ferah duyar ki: Suyu, yemeği ve diğer zaruri ihtiyacı yüklü bineği ile yola çıkan; susuz, kurak ve tehlikeli bir yerde yatıp uyuya kalan, uyandığı zaman, her şeyini kaybolmuş gören ve onları aramaktan bitab düşüp Allah'ın dilediği kadar susuzluktan ve hararetten perişan olduktan sonra, kendi kendine, artık bulmam mümkün değil... Önce yatıp uyuduğum yere gideyim. Orada ölümü bekleyeyim, der... Ve gider. Başım kolunun üzerine kor, Ölmek için uyumak ister... Bîr aralık gözlerini açınca, yiyeceği, içeceği üzerinde bulunan bineğini yanında görür. Dolayısı ile çok sevinir. Allahü Teâlâ bu adamın duyduğu ferahtan çok fazlasını mümin kulunun tevbe edip kendine dönmesinde duyar...»
İmamlar, tevbenin vacib olduğuna ittifak etmişlerdir. Bize şöyle bir şey diyecek olursanız:
— Tövbe kalbde hasıl olan, pişmanlık duygusunun bir meyvesidir. Bu duyguyu meydana getirebilmek, insanın elinde değildir. Bu sebeble onun vacib olması nasıl olacak?..
Deriz ki:
— Tövbenin sebepleri, insanın iradesine girebilir. Buda tövbe yolunu Öğrenmektir. Bu sebepledir ki, ilmin de vacib olduğunu söylüyoruz... Kul için sadece bir talep
olabilir. Yoksa kul, ilmin veya tövbenin kendisini yaratamaz. Kul, arzuyu yaratma kudretine sahib değildir. İlimde, fiil de, bunların elde edilmesi için gereken kudret de
kaadir olan Allah'tandır. «Sizi de, yaptığınız işleri de Allah yarattı...» (Saffat, 96) âyet-i kerimesi bu mânâyadır.
Basiret ehline göre, gerçek olan açıkça budur. Ötesi şaşkınlıktan başka bir şey değildir ve dalâlettir...
Kulun, bir işi yapmakta ya da terkte bir iradesi, seçme kabiliyeti yok mudur?., diyecek olursan, buna şu cevabı veririz:
— Vardır. Fakat bu bizim sözümüze' aykırı değildir.Çünkü hepsi Allah'tandır. İhtiyar ve arzu da Allah tarafından yaratılmıştır. Kul seçme kabiliyetini kullanmaya
mecburdur. Allahü Teâlâ sağlam bir el yarattığı zaman, tatlı yemek de yarattı; o yemeği yemek için mideye iştihada verdi... O yemekte, bulunan istinasını söndürecek kuvvetin varlığına dair bilgiyi kalbde yarattı. Sonra, akılda çekişmeli bir ilim yarattı. Akıl bununla, yenen şeyin zararlı veya faydalı olacağı sonucunu çıkarıyor. Eğer faydalı olacağı sonucuna varıyorsa yiyor. Böylece yenen şeyin yalnız isteği söndürmesini kâfi görmüyor. Bu düşüncelerden sonra, bir mani ve zarar olmadığına dair bilgiyi de
kalbde yine Allah yarattı... İşte bu sebepler bir araya geldikten sonradır ki, yemek yemeği gerektiren irade meydana geliyor.
Bu sayılan işler ilâhî âdetlerin gerektirdiği işlerdir. Allahü Teâlâ her şeyi bir düzende yaratmıştır.
Meselâ: Allahü Teâlâ kudret adı verilen sıfatı yaratmadan, hayat vermeden, irade vermeden bir eli yazı yazacak duruma getirmez... İçte bir istek, bir meyil yaratmadan, bir işi yapmak için arzuyu yaratmaz. Sonra, içte bir işe dair şimdiki halde veya gelecekte bir uygunluk bilgisini yaratmadan, bir meyil ve istek de yaratmaz. Gerek bilgi, gerekse bir işe tabiî meyil, daima kararlı bir iradenin peşinden gider. Gerek irade, gerekse kudret, daima hareketin ardından gitmek ister. Bütün işlerde usul budur. Hepsi Allahü Teâlâ'nın yarattığıdır. Usulsüz de olabilir, ama Allahü Teâlâ bazı işin yerine gelmesi için bazı şeyi ona gerekli kılmıştır.
Allahü Teâlâ'nın kullarında olagelen işleri bu minval üzere devam etmekte ve bir göz kırpımından fazla zaman almamaktadır. Verilen ilâhî hükümler bu tertib üzere meydana gelmektedir, katiyen kimse değiştiremez. «Biz, her şeyi kadere göre yarattık...» (Kamer, 49).
İşte bu kader icabıdır ki, gücü, kasdı, bilgiyi ve iradeyi yarattıktan sonra, kâtibin elindeki hareketi yarattı... Bir kimsede sayılan dört şey kendini gösterince, takdir edilen şeyi yapmak zorundadır.
Bu hal karşısında, mülk ve şehadet âleminin, gayb ve melekût âleminden perdeli kimseler meydana atılır. Ve. diyecek olursa:
— Ey kimse, sen hareket ettin, sen yazdın ve sen attın...
Buna karşılık ötelerden gelen ses şöyle hitah eder:
— «Attığın zaman sen atmadın, Allah attı...» (Enfal, 17). «Onlarla kıtal ediniz, Allah elinizle onlara azab edecektir.» (Tevbe, 14).
İleri gidemeyen, şehadet âleminin ortasında duranların aklı burada şaşkınlığa düşer.
Bu makamda bir kısım zatlar, bu hal cebr'dir, der. Bir kısım zatlar da, benzeri olmayan acaib bir hal der... Bir kısım orta yolu tutanlar da, yalnız çalışmak var, der... Bu tahminî kelâm eden zatlara, semâ kapıları açılsa da, gayb ve melekût âlemine bir baksalar, elbet herbiri bir başka yüzden hakikat zahir olur... Aslında kusur hepsine şamildir. O çeşit çeşit fikirler beyan edenlerin hiç biri, bu işin Özüne ermiş değildir. Bu âlemin zevkini o tadar ki, kendisine gayb âlemi penceresinden bir nur kırıntısı gelmiştir...
Gayb ve şehadet âlemini Allahü Teâlâ bilir. Onun gizlediği âleme kimse vâkıf olamaz. Ancak, razı olduğu peygamberlerine dilediği kadar bildirir.