Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

yılbaşında ne yapacağız (1 Kullanıcı)

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,599
Tepki puanı
965
Puanları
113
Yaş
66
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
Kur'ân-ı Kerim Kime Nasıl Hitap Eder
Dr. Emine Gümüş Böke

Şüphesiz ki, Kur’ân-ı Kerim, her ne kadar bütün insanlık için hidayet kaynağı ise de, onun nurundan sadece ona inananlar ve onun kılavuzluğu ile hidayet bulanlar istifade edebilmektedirler.

Kur’ân-ı Kerîm, insanlığın hidayeti, refahı ve mutluluğu için Allah Teâlâ tarafından gönderilen son ilahî kitaptır. O’nun muhatab aldığı ilk kişi ise, kendisine nazil olduğu Hz. Muhammed (s.a.s)’dir. Levh-i Mahfuz’da tesbit edildikten sonra topluca dünya semasına indirilen, oradan da Cebrâil vasıtasıyla ihtiyaca binaen peyderpey Hz. Muhammed’e inzal olunan Kur’ân-ı Kerim, bütün alemleri, bunlar içinde de özellikle insanları ve cinleri muhatap alır. Bir ayet-i kerimede Allah Te’âlâ: “Biz emâneti, göklere yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir”[1] buyurmuştur. Bu ayette geçen “emânet” kavramını müfessirlerin pek çoğu “yükümlülükler ve farzlar” diye tefsir etmişlerdir[2].

Kur’ân’ın ihtiva ettiği mesajların ifası bütün âlemlere, göklere, yere ve dağlara teklif edildiği halde onlar bu sorumluluğu yerine getirememekten korkarak çekinmişlerdir. Yalnız zalim ve cahil olan insan bunu yüklenmiştir. Nitekim konuyla ilgili bir ayette şöyle buyurulmaktadır: “Eğer biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz”[3]. Ahzab suresinde geçtiği üzere gökler, yer ve dağlar ilk arzda emanetin ağırlığından yılarak onu yüklenmekten çekinmiş, onu ancak insan yüklenmiştir.

Kur’ân-ı Kerim mutaplarının (insanlar ve cinler) hepsine hitab etmekte ve onları hidayete çağırmaktadır. Yalnız her bir muhatabı onun mesajını, farklı farklı boyutlarda almakta ve ondan aynı şekilde istifade edememektedir. Kur’ân, mü’minler için başka, ehl-i kitap için başka, münafıklar için başka, kafirler için daha başka kıymet ifade etmektedir. Şüphesiz ki, Kur’ân-ı Kerim, her ne kadar bütün insanlık için hidayet kaynağı ise de, onun nurundan sadece ona inananlar ve onun kılavuzluğu ile hidayet bulanlar istifade edebilmektedirler. Mü’minler, Allah katından indirilmiş bütün kutsal kitaplara inandıkları gibi, Kur’ân’ın da Allah katından inzal edilmiş dosdoğru bir kitap olduğuna kesin olarak iman ederler. Zira Allah Te’âlâ mü’minlere, peygamberi Hz. Muhammed’e indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaplara inanmalarını emreder[4]. Ve mü’minlerden bahsederken onların gaybe inanan, namazlarını kılan, kendilerine rızık olarak verilen şeylerden infak eden, hem Hz. Muhammed’e indirilen Kur’ân’a hem de ondan önce indirilen kitaplara inanan ve ahretin varlığı hususunda yakînî bilgiye sahip olan kimseler olduklarını haber verir[5]. Dolayısıyla inanlarının sahih olabilmesi için mü’minler, bütün ilahi kitaplara ve onların sonuncusu ve en mükemmeli olan Kur’ân’a inanmak durumundadırlar. Kitaplardan bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak gibi bir durum bir mü’min için söz konusu olamaz.

Kur’ân-ı Kerim muhatap olduğu mü’minleri kendi başlarına bırakmaz, onlara tesir eder. Bununla ilgili olarak ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: “Mü’minler ancak Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir[6]. Bir başka ayette de “Herhangi bir süre indirildiği zaman onlardan bir kısmı der ki: “Bu sizin hanginizin imanını artırdı?. İman edenlere gelince (bu sûre) onların imanını artırır ve onlar sevinirler”[7] buyurulmaktadır. Allah Te’âlâ Kur’ân-ı Kerim’in “ (O Kur’ân), müttakiler için bir hidayet vesilesi (hüdâ)dır” [8] ayetinde mü’minler için; “Kur’ân, insanlar için bir hidayet (hüdâ) olmak üzere indirilmiştir”[9] ayetinde de bütün insanlar için “hüdâ” olduğunu bildirmiştir. Dolayısıyla Kur’ân bütün insanlar için hidayet kaynağıdır. Nitekim bir ayet-i kerimede Kur’ân’ın “bütün insanlara doğru yolu gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak indiği”[10] bildirilmiştir.

Kur’ân kendisine inanıp mesajına kulak asan kimselere hem dünya hem de ahrette mutluluk ve saadete eriştirecek müjdeler verir. Şu ayeti-kerimede yüce Allah Şöyle buyurmaktadır:” O (Kur’ân), iyi ameller işleyen mü’minlere, kendileri için büyük bir mükafat olduğunu müjdeler”[11]. Kur’ân, içerisinde salih mü’minleri müjdeleyen ayetler bulunması nedeniyle müjdeci birine benzetilmiştir[12]. Diğer taraftan Kur’ân mü’minler için bir öğüttür. Allah Teâlâ, “Bu (Kur’ân), bütün insanlığa bir açıklamadır; takva sahipleri için de bir hidayet bir mev’ıza (öğüttür” ve “Ey insanlar, muhakkak ki Rabbinizden size bir mev’ıze (Kur’ân) gelmiştir” ayetlerinde mev’ıze olarak tavsif etmiş, bütün insanlar için özellikle mü’minler için onun bir öğüt kitabı olduğu belirtilmiştir. Zira Kur’ân, kendisi ile kullarına öğüt verip, emir ve tekliflerini kendilerine öğretmiş olduğu, Allah’tan gelen bir zikirdir.

Kur’ân-ı Kerim muhatap olduğu mü’minleri kendi başlarına bırakmaz, onlara tesir eder.



Kur’ân-ı Kerim, “Ehl-i Kitap” olarak vasfettiği kimselere de hitap etmektedir. “Ehl-i Kitap”, kutsal kitap sahipleri ve yahut kendilerine kitap verilen insanlar demektir. Kur’ân bu tabiri genellikle Tevrat, Zebûr, İncil gibi kitapları bulunan Yahudi ve Hristiyanlar için kullanmıştır. Kur’ân-ı Kerim, Ehl-i Kitab’ın kendi kitaplarını tahrif ettiklerini, bu sebeple dinlerinin doğruluk ve güvenilirliğini kaybettiğini, dolayısıyla ancak İslâm’a girmek suretiyle ebedî azaptan kurtulmalarının mümkün olacağını bildirerek şu şekilde davet etmektedir: “(Reûlüm!) De ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman:Şahit olun ki biz müslümanlarız! Deyiniz”[13].

Kur’ân-ı Kerim, kitap ehli olanları Allah’ı bilmeye ve ona gerçek anlamda inanmaya çağırdığı gibi, kendisine inanmaya da davet eder. Konuyla ilgili ayetler mealen şöyledir: “Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vaat ettiklerimi vereyim. Yalnızca benden korkun. Elinizdeki (Tevrat’ın aslını) tasdik edici olarak indirdiğim (Kur’ân’a) iman edin. Sakın onu inkar edenlerin ilki olmayın!, Ayetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız benden korkun. Bilerek hakkı batıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin” [14]. “Ey ehl-i kitap! Biz, bir takım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına çevirmeden, yahut onları, cumartesi adamları gibi lânetlemeden önce(davranarak), size gelenleri doğrulamak üzere indirdiğimiz (Kur’ân’a) iman edin; Allah’ın emri mutlaka yerine gelecektir”[15].

Bu âyetler, ehl-i kitabın, özel bir hitapla Kur’ân’a iman etmeye davet edildiklerini göstermektedir. Bizzat kendi elleriyle kutsal kitaplarını tahrif eden Yahudi ve Hristiyanları temel dini konularda yanlışlıklara düştüklerini bildiren Kur’ân, onlardan taşkınlık ve inkarlarını bir tarafa bırakmak suretiyle İslâm’a girmelerini istemektedir. Fakat ehl-i kitap, gerçek olduğu hususunda hiçbir şüpheleri bulunmayan Hz. Peygamberin risaletini ve ona indirilen Kur’ân’ı, sırf haset ve inatları sebebiyle inkar ederler. Kendileri inanmadıkları gibi, insanları da ona imandan vazgeçirmeye çalışırlar. Bununla beraber, az da olsa, içlerinden Kur’ân’a inanan, inen ayetlerden sevinç duyan, geceler boyunca Allah’ın ayetlerini okuyup göz yaşı döken kitap ehli kimseler de olmuştur. Bunlar, onlardan İslâm’a girenlerdir. Kur’ân, bunlara iki kat ecir verileceğini müjdelemektedir.

Kur’ân-ı Kerim, “Ehl-i Kitap” olarak vasfettiği kimselere de hitap etmektedir. Onları Allah’ı bilmeye ve ona gerçek anlamda inanmaya çağırdığı gibi, kendisine inanmaya da davet eder.



Kur’ân-ı Kerim’in muhatap aldığı insanlar içinde “münafıklar” da yer almaktadır. Bunlar, zahirde müslüman olduğunu söyleyen, haddi zatında ise kafir olan ve küfrünü gizleyen iki yüzlü kimselerdir. Şunu belirtmek gerekir ki, münafıkların Kur’ân karşısındaki durumları ve onunla olan ilişkileri kafirlerinki ile benzerlik arzetmektedir. Çünkü onlar gerçek anlamda Kur’ân’a inanmazlar, onun hidayetinden istifade edemezler. Bu sebeple Allah Teâlâ onları cehennemin en alt tabakasına atacaktır[16].

Münafıklar küfürlerini ve Allah Resûlü ile mü’minlere karşı olan kin ve gayzlarını içlerinde saklayıp kimseye sızdırmamaya azami dikkat gösterdiklerinden, aynı zamanda Hz. Peygamber’e inen Kur’ân’ın da her şeyi bilen Allah katından gelmesi sebebiyle gizliliklerinden haber veren bir kitap olduğunu bildiklerinden, haklarında içyüzlerini ortaya koyacak bir ayetin inmesinden korkuyorlardı. Konu ile ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır: “Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin mü’minlere indirilmesinden çekinirler. De ki: Siz alay edin! Allah o çekindiğiniz şeyi ortaya çıkaracaktır”[17].

Kur’ân-ı Kerim, kafirlere de hitap ederek, onları küfürlerinden vazgeçmeye çağırır. Fakat kafirler Kur’ân’ın Allah kelamı olduğu gerçeğini kabul etmezler.



Münafıklar kendilerince Allah ile, Peygamber ile ve mü’minler ile alay ettikleri gibi Kur’ân’la da alay ederler. Alay etmek, onların en bariz vasıflarından birini teşkil etmektedir. Nitekim kalplerinde olmadığı halde sadece ağızlarıyla iman ettiklerini söylemelerinin sırf mü’minlerle alay gayesine matuf olduğunu bizzat kendileri itiraf etmişlerdir[18]. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Eğer onlara (niçin alay ettiklerini) sorarsan, elbette biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk, derler. De ki: Allah ile, O’nun ayetleri ile ve O’nun peygamberi ile mi alay ediyorsunuz. Boşuna özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kafir oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir grubu bağışlasak bile, bir gruba da suçlu olduklarından dolayı azab edeceğiz”[19]. Kur’ân, kafirlerin inkarlarını, nefretlerini ve ziyanlarını arttırdığı gibi münafıkların da kalplerinde taşıdıkları küfür, şüphe ve nifak hastalıklarını artırmıştır.

Kur’ân-ı Kerim, kafirlere de hitap ederek, onları küfürlerinden vazgeçmeye çağırır. Fakat kafirler Kur’ân’ın Allah kelamı olduğu gerçeğini kabul etmezler. Bu gibi kimselerin Allah Te’âlâ, kalplerini ve kulaklarını mühürlediği ve gözlerinde de perde bulunduğu için bunlara korkutma ve uyarı asla fayda vermeyecek dolayısıyla bunlar imana da gelemeyeceklerdir[20]. Hz. Muhammed’e inen Kur’ân’ın Allah kelamı olduğunda şüphe eden kafirler için yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateş hazırlanmıştır[21]. Allah’ın ayetleri hakkında doğruluktan ayrılıp eğriliğe sapanlar Allah’a gizli kalmayacaklar, kıyamet günü ateşe atılacaklar ve kendilerine gelen kitabı inkâr edenler bunun sonucuna katlanacaklardır[22].

Dipnotlar

[1] el-Ahzab, 33/77.

[2] Elmalılı, V/3934.

[3] el- Haşr, 59/21.

[4] en-Nisa, 4/136.

[5] En-Nisa, 4/136.

[6] el-Enfâl, 8/2.

[7] et-Tevbe, 9/124.

[8] el- Bakara, 2/2.

[9] el- Bakara, 2/185.

[10] el- Bakara, 2/185.

[11] el-İsra, 17/9.

[12] el-Ahkâf, 46/12.

[13] Al-i İmrân, 3/64.

[14] en-Nisa, 4/136.

[15] en-Nisâ, 4/47.

[16] en-Nisâ, 4/145.

[17] et- Tevbe, 9/64.

[18] el-Bakara, 2/14.

[19] et-Tevbe, 9/65-66.

[20] el- Bakara, 2/6-7.

[21] el- Bakara, 2/23-24.

[22] Fussilet, 21/40-41.
 

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,599
Tepki puanı
965
Puanları
113
Yaş
66
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
Kur’ân’ın ilk muhatapları olan Mekkeliler, putperest idiler. Mekke’de umumi putlardan başka her ailenin kendi evinde taptığı özel putu vardı. Putperestlik ruhlarına o kadar işlemişti ki putları Allah katında şefaatçi olarak benimsiyorlar ve onlara kulluk edip hürmette bulunuyorlardı. Kur’ân’ı Kerim ise Allah’tan başka hiçbir ilahın olmadığını bildiriyor; tapılmaya layık olan ilah’ın tek ve bir, samed yani hiçbir şeye muhtaç olmayan, aksine her şey kendisine muhtaç olan, doğurmamış, doğmamış ve hiçbir dengi bulunmayan Allah olduğunu haykırıyor[1]; şirki ve putperestliği kökünden reddederek bütün putların cehennem odunu olduklarını, eğer ilâh olsalardı cehenneme düşmeyeceklerini söylüyordu[2].

Kafirler, Kur’ân-ı Kerim’in Allah kelamı olduğunu kabullenmedikleri için onu beşer sözü olarak algılamışlar, bu sebeple ona değişik yakıştırmada bulunmuşlardır. Dinleyenleri, kendilerinden geçecek derecede tesiri altına alması sebebiyle Kur’ân’a sihir demişlerdir. Diğer taraftan onlar Kur’ân-ı Kerim’i dinlemek istemedikleri gibi, onun başkaları tarafından da dinlenilmesini istemediler. Buna engel olmak için ellerinden geleni yaptılar. Resulullah konuşmaya başladığında kimse onun sesini duymasın diye gürültü yapmak kafirlerin bir taktiği idi. Onlar Kur’ân’ın etkili bir kelam olduğunu, onu tebliğ eden kimsenin de yüce bir kişiliğe ve etkileyici bir hitabet yeteneğine sahip bulunduğunu, dolayısıyla dinleyenlerin muhakkak surette onun tesiri altına gireceğini biliyorlardı. Kur’ân-ı dinlemeye tahammül edemeyen kafirler onun manasını anlamaları da şüphesiz mümkün değildir. Allah Teâlâ, bizzat kafirlerin şöyle dediklerini bildirmektedir: “(Kafirler) dediler ki: Bizi çağırdığın şeye (Kur’ân’a) karşı kalplerimiz örtüler (ekine) içindedir. Kulaklarımızda da bir ağırlık (vakr) vardır. Bizimle senin aranda bir perde (hicab) bulunmaktadır. Onun için sen (istediğini) yap, biz de yapmaktayız”[3]. Onlar bu durumu kendilerine huy edindiklerinden Allah Teâlâ da onların kalplerini Kur’ân’a karşı perdeli, kulaklarını da sağır etmiştir[4].

Kur'ân-ı kerim, kendisine inanan ve davetine kulak veren mü’minler için bir öğüt, bir rahmet ve bir şifa iken, kendisine inanmayan, davet ettiği gerçekleri kabule yanaşmayan ve ondan, aslandan kaçar gibi kaçan kafirler için bir üzüntü, bir pişmanlık vesilesidir.

Allah’ın kalplerinin üzerine perdeler koyması, onların gerçeği anlama kabiliyetlerinin kapalı olduğunu göstermektedir. Bu kabiliyetlerini kapatan da kendi tutumları, isteksizlikleri ve cehaletleridir. Dolayısıyla Kur’ân-ı kerim, kafirler için dünya ve ahret hasret ve nedamet vesilesi olduğu gibi, aynı zamanda onların sapıklık, hüsran ve ziyanlarını da artırır. Bu gerçekle ilgili olarak ayet-i kerimede :“Biz, Kur’ân’dan öyle öyle bir indiriyoruz ki o, mü’minler için şifa ve rahmettir, zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır”[5] buyurulmuştur. Bir diğer ayette ise, inen her bir surenin mü’minlerin imanlarını artırıp onları sevince boğduğu, kalplerinde hastalık bulunan kafir ve münafıkların inkar ve pisliklerini arttırdığı ifade edilerek : “O (Kur’ân) kalplerinde hastalık olanların iğrençliklerine iğrençlik (murdarlık) ekleyip artırmış ve onlar kafirler olarak ölmüşlerdir”[6] buyurulmuştur.

Kur’ân-ı kerim, kendisine inanan ve davetine kulak veren mü’minler için bir öğüt, bir rahmet ve bir şifa iken, kendisine inanmayan, davet ettiği gerçekleri kabule yanaşmayan ve ondan, aslandan kaçar gibi kaçan kafirler için bir üzüntü, bir pişmanlık vesilesidir. “Muhakkak ki o (Kur’ân), kafirler için bir (hasret) iç yarasıdır”[7] ayeti bu gerçeği ifade etmektedir. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’i bir takım parçalara bölerek bunların bazısına inanıp bazısına inanmayan kimselerden bahisle şöyle buyurmaktadır: “Nitekim biz, (Kur’ân’ı) kısımlara ayıranlara azabı indirmişizdir. Onlar Kur’ân’ı bölüp ayıranlardır. Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı sorguya çekeceğiz” [8].

Kur’ân Allah’tan gelen ve içinde asla şüphe bulunmayan bir kitap olmasına rağmen, kalpleri imandan nasip alamamış kafirler, ondan sürekli şüphe etmişlerdir. Onun “bu bir beşer sözüdür”, “kahin sözüdür”, “şair sözüdür”, şeklinde içlerindeki şüpheyi dile getirmişlerdir. Allah Teâlâ, kafirlerin bu durumyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: “ İnkar edenler, kendilerine o saat (ölüm veya kıyamet) ansızın gelinceye, yahut da (kendileri için hayır yönünden) kısır bir günün 8bedir veya kıyamet) azabı gelinceye kadar o (Kur’ân) hakkında hep şüphe içinde olacaklardır[9]. Kafirlerin bu kuşku ve şüphelerinin kaynağı, imanın aydınlığa ulaşamamış kalpleridir. İmandaki doğruluğu ve gerçeği göremeyen hasta zihinleridir. Kur’ân-ı Kerim, “Bu kitap müjdeleyici ve uyarıcı (nezir) dir” [10] ayetinde “nezir” olarak tavsif olunmuştur. Nezir (uyarıcı) olmak, bütün peygamberlerin ortak vasfıdır. Dolayısıyla Kur’ân, kendisini yalanlayan, içerisinde yer alan emirler ile amel etmeyenleri, kendilerinden yüz çevirenleri dünyada rüsvaylıkla, ahrette de ebedi ateşle korkutur.

Kur’ân Allah’tan gelen ve içinde asla şüphe bulunmayan bir kitap olmasına rağmen, kalpleri imandan nasip alamamış kafirler, ondan sürekli şüphe etmişlerdir.

Kur’ân-ı Kerimin muhataplarının bir tarafını insanlar oluşturduğu gibi bir tarafını da cinler oluşturmaktadır. Kur’ân onlara da hitap eder ve onların da dünya ve ahret mutluluklarını sağlamayı hedefler. Bizim peygamberimiz tüm insanların peygamberi olduğu gibi, cinlerin de peygamberidir. Kur’ân-ı Kerim ve hadisi şerifler, insanlardan ayrı ve farklı olarak cin adı verilen yaratıkların varlığını açık olarak bildirmektedirler. Görünmeyen varlıklar olarak cinler de insanlar gibi sadece Allah’a kulluk etmek için yaratılmışlardır. İslâm’a göre cinler akıl sahibi olmaları sebebiyle peygamberlerin tebliğlerine muhatap olmuş mükellefiyet sahibi varlıklardır. Kur’ân-ı Kerim’de onların Hz. Musa’ya iman ettikleri; daha önce ve daha sonra gönderilen peygamberlerin davetlerine de muhatap oldukları haber verilmektedir[11]. Cinler de insanlar gibi hidayet ve dalâlete msait sorumlu varlıklarıdrç Bir kısmı Müslüman olduğu halde bir kısmı yoldan çıkmışlardır. Dünyadaki yaptıkları işlere göre ahrette cennete veya cehenneme gireceklerdir. Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in bildirdiğine göre cinler, Peygamberimize gelmişler, onun okuduğu Kur’ân’ı dinlemişler, iman etmişler ve kavimlerine de imana ve onunla amel etmeye çağırmışlardır.

Kur’ân’ın indirilişiyle beraber gökler koruma altına alınmıştır. Böylece vahiy de korunarak hem gökte hem de yerde şeytanların vahye müdahalesi kesinlikle yasaklanmıştır. Bu sebeple Kur’ân’ın şeytan veya kahin sözü olması mümkün değildir.
Hz. Peygamber’in bi’setinden ve Kur’ân’ın inmeye başlamasından sonra göklere çıkıp bir takım haberleri çalıp[12] kahinlere ve sihirbazlara ulaştıran cinlerin ortaya çıkmaları yasaklanmıştır. Kur’ân’ın indirilişiyle beraber gökler koruma altına alınmıştır[13]. Böylece vahiy de korunarak hem gökte hem de yerde şeytanların vahye müdahalesi kesinlikle yasaklanmıştır. Bu sebeple Kur’ân’ın şeytan veya kahin sözü olması mümkün değildir. Şunu ifade etmek gerekir ki, Kur’ân-ı Kerim mükemmel bir kitap olarak; insanları ve cinleri kemâle erdirmeyi gaye edinmiştir. Onun nurundan sadece ona inananlar ve onun klavuzluğu ile hidayet bulanlar istifade edebilmektedirler.



Dipnotlar

[1] el-İhlâs, 112/1-4.

[2] el-Enbiyâ, 21/98-99.

[3] Fussilet, 41/5

[4] el-En’âm, 6/25-26; el-İsrâ, 17/45-46,

[5] el-İsrâ, 17/82.

[6] et-Tevbe, 9/124-125,

[7] el- Hâkka, 69/50.

[8] Hicr, 15/90-93.

[9] el-Hacc, 22/55.

[10] Fussilet, 41/4.

[11] el-Ahkâf, 46/30.

[12] es-Saffât, 37/8.

[13] es-Saffât, 37/6-7.
 

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,599
Tepki puanı
965
Puanları
113
Yaş
66
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
Hayrettin Karaman
Vahdet ve Tefrika

İslâmî vahdetin tanımını yapar mısınız?
"İslâmî vahdet" tamlamasının lûgat mânâsı "İslâm'a dayalı birlik"tir. Bu kavramı nazarî olarak şöyle tanımlamak mümkündür: Din olarak İslâm'ı seçme ve müslüman olma ortak vasfının birleştirdiği büyük kitle ve birlik. Bu kitlenin dînî ve tarihî kaynaklarımızdaki adı "İslâm ümmeti"dir. En geniş ve müsâmahalı yorumlara göre İslâm dairesi içinde kalan fert ve topluluklar İslâm ümmetini oluştururlar. Bu mânâda ümmet, yalnızca bir teori değil, aynı zamanda bir vâkıadır; tarihte ve günümüzde böyle bir İslâm ümmeti (İslâm birliği) mevcuttur. Dîni yorumlama, uygulama ve hedeflerini gerçekleştirme konularına gelindiğinde İslâm'a (yalnızca müslüman olmaya) bağlı vahdetin ortadan kalktığını, bunun yerini "belli bir yorum, uygulama ve siyaset / taktik husûsunda birleşen gruplara ait birliğin (birliklerin)" aldığını görüyoruz. İşâret etmek gerekir ki bu gruplaşmalar her zaman ümmet birliğini ortadan kaldırmaz; başka bir deyişle ümmet birliği içinde -bu birliği bozmayan- gruplaşmalar da olabilir. Meselâ fıkıh ve inanç konusundaki Sünnî mezhebleri ele alalım: Bunların varlığı, asırlar boyu ümmetin birlik ve bütünlüğünü bozmamış, bu mezheblere bağlı olanlar, daha toplayıcı bir kavram ve vasıf içinde (Ehl-i Sünnet olarak) bir vahdet teşkil etmişlerdir. Tarikatler bu oluşumun bir başka örneğidir; Sünnî tarikatlere bağlı oluş, bu mânâda bir gruplaşma, ümmet birliğini bozan bir tefrika oluşturmamıştır. Bunlara karşı geçmişte siyâsî yorum ve eylemlere dayalı gruplaşmalar ile zamanımızda İslâmlaşma yolu ve taktiği konusundaki ihtilâflar, grupları birbirine düşüren, ümmet birliğini bozan, dostu düşmanı birbirine karıştıran gelişmeler olmuştur.

İslâmî Vahdet, değişik anlayışlara, meşreplere, mezheplere ve yöntemlere sahip müslümanların hep birlikte bir çatı, bir hizip altında birleşmesi midir? Böylesi bir İslâmî Vahdet sizce mümkün müdür? Evet diyorsanız, günümüzde niçin bu böyle olmamaktadır da, müslümanlar arasındaki ihtilâflar çatışmalara/düşmanlıklara dönüşebilmektedir? Hayır diyorsanız, İslâmî Vahdet'in hangi anlayış temelinde sağlanabileceğine inanıyorsunuz?
İslâm tarihi boyunca herkesin aynı düşünceyi, yaklaşımı, temâyülü benimsemesi mânâsında bir İslâm birliği nâdiren -belki Rasûlullah (s.a.v) zamanında- gerçekleşmiştir. Genel olarak gerçekleşen hâl, yaşanan vâkıa ihtilaftır. Allah Teâlâ insanların farklı düşünme, inanma ve yapmalarını istemediği hususları peygamberleri vasıtasıyla açıklamış; açıklanan konular dışında farklı düşünce, inanç ve uygulamaya izin vermiştir. Şâfiî gibi bazı müctehidler, Şâri tarafından açıklanmış konularda meydana gelen ihtilâflara "tefrika", serbest sâhada meydana gelenlere ise ihtilâf ismini vermişlerdir. Bunlardan birincisi ilâhî irâdeye aykırıdır, yasaktır, hoş karşılanmamıştır. İkincisi ise serbesttir, rahmettir, ümmete düşünce ve eylemde genişlikler, imkânlar, zenginlikler bahşeder. Farklı düşünmek, inanmak ve yapmanın caiz olduğu (ictihada izin verilmiş bulunan) sâhada ortaya çıkan ihtilafın, ümmete rahmet olacak yerde zahmet (tefrika, çatışma, düşmanlık...) olmasının sebebi hıyânet, cehâlet, menfâat ve taassup sebeplerinden biri, yahut birkaçıdır. Bu zahmeti ortadan kaldırmak ve ümmetin, olabildiğince vahdetini sağlamak için bir esasa, bir de heyete ihtiyaç vardır. Esastan maksat, bir kişi veya grubun ümmet birliğine dâhil olup olmadığını belirleyen temel düşünce, inanç ve uygulama bütünüdür. Heyetten maksat ise kaynakları ve tarih boyu süregelen uygulamaları yeniden yorumlayarak bu esası belirleyecek selâhiyetli ve güvenilir ulemâdır. Heyet bu esası belirledikten sonra müslümanlar, artık kendi husûsi ictihad, inanç ve meyillerini değil, bu esası hakem kılacak, insanları buna göre değerlendirecek, kendinden veya yabancı bilecektir. Böyle bir belirleme ve anlayışın gerçekleşmesi şüphesiz zaman alacaktır. O zamana erişinceye kadar tefrikanın ümmeti yiyip bitirmemesi için geçici bir uzlaşma zemini bulunabilir. Meselâ fıkıh kitaplarının sapık mezheblere ve devlete isyân edenlere ayırdığı bölümde (bağy, buğât, havâric...) verilen bir formül bu konuda işe yarar gözükmektedir: "Şâri tarafından beyân edilen İslâmî hükümlere aykırı (başka bir deyişle Ehl-i Sünnetin inanç ve uygulamalarına aykırı) düşen inanç ve davranışlar, gerçeklerin inkârına değil de farklı yorumuna (tevile) dayanıyorsa, bunları benimseyen gruplar eyleme ve saldırıya geçmedikçe kendilerine dokunulmaz; yani ümmet birliğini bozan eyleme izin verilmez, fakat bütün genişliği ile düşünme ve yorumlama hürriyeti tanınır." Ümmet içinde oluşmuş gruplar birbirlerine böyle bakar ve bu anlayış içinde yaklaşırlarsa:
a) Gruplar arasında çatışma durur.
b) Düşmanlığın yerini yumuşama alır.
c) Aynı düşünce, yorum ve temayülün hâsıl olduğu noktalarda dayanışma, yardımlaşma, birlikte hareket imkânları hâsıl olur.
d) Barışı bozan, haksız eylem ve tecavüze kalkışanlara karşı ümmetin cumhûru (diğer grupların teşkil ettikleri bütün) birlikte harekete geçerek onları hakka ve adâlete dâvet eder, cebir kullanarak bu çizgiye getirirler.
İslâmi Vahdet, illa da herkesin aynı çatı altında bir araya gelmesi olayı mıdır, yoksa benzer düşüncede/yaklaşımda olanların öncelikle kendi aralarında gerçekleştirmeleri gereken bir olgu mudur? Bu cümleden olarak, kendi aralarında birliktelikler oluşturan müslümanların, dışlarındaki müslüman kişi ve gruplara da kardeşlik hukûku çerçevesinde yaklaşmaları mıdır?
İslâmî vahdet herkesin aynı çatı (inanç, düşünce, yorum, yaklaşım) altında birleşmesi değildir. Böyle olsaydı İslâm'da ictihada, yorum ve bunlara dayalı ihtilâfa izin verilmezdi, mezheb, meşreb ve tarikatler olmazdı. İslâmî vahdet -teşbihte hatâ olmazsa- bütün bu farklı malzemenin bir ümmet binasını kuracak kâbiliyette, vasıfta, özellikte olması, birbirini tamamlayarak bir ümmet bahçesini teşkil etmeleridir. Bu binâda ve bahçede dışlanacak malzeme, bütünlüğü bozan, yapıyı zayıflatan, bahçeyi harâb edecek olan yabancı malzemeler ile zararlı bitkilerdir (Münâfıklar, düşmanlar, hâinler, hakka boyun eğmeyenler, haksız eyleme kalkışanlardır..) Bu teşbîhi biraz açmak gerekirse önce aynı düşünce ve yaklaşımda olanlar kendi aralarında birlikler oluştururlar; sonra bu birlikler "bizden olanı olmayandan, dostu düşmandan" ayıran daha geniş ölçüler kullanarak aralarında yaklaşma, dayanışma ve bütünleşmeye giderler.

Siz hangi anlayış ve zihniyet erbabıyla birleşilemeyeceğine inanıyorsunuz? Veya hangi anlayışta ve yaklaşımda olan kişi ve gruplarla birleşilebileceğine inanıyorsunuz? Yani çok açık ve somut konuşacak olursak, vahdet anlayışınız, kimleri (zihniyet planında elbet) dışta, kimleri içte bırakıyor?
Eskilerin bence güzel olan bir kâideleri vardır: "Lüzûm-i küfür değil de, iltizâm-ı küfür küfrü gerektirir." Bu kâideye göre bir kimsenin İslâm dairesinden dışarı çıkması, müslümanlara göre yabancı sayılabilmesi için küfrü (müslümanlığa sığmayan bir düşünce ve inancı) bilerek ve gönülden benimsemiş olması gerekir. Kişi, küfrü gönülden ve bilerek benimsemediği müddetçe, onun bir yorum veya davranışı, bir başkasına göre dinden çıkmasını gerektiriyor diye o kâfir sayılamaz; yani gerçekte kâfir olmaz. Tevîlin (yorumun) usûlüne uygun olarak yapılmamış olmasından önemli hatâlar doğabilir; böyle yorumlar kişi ve grupları, Allah ve Rasûlü'nün (s.a.v.) murâdı olan İslâm yolundan uzaklaştırabilir, ancak tevil bulundukça küfre hükmetmek, tevil sahiplerini İslâm ümmetinden dışlamak oldukça düşünülmesi gereken, sorumluluk getiren bir hüküm olur. Bence tevil, kişinin şahsî düşünce, keşif, ilhâm ve temâyülünü vahyin üstüne çıkarıyor, vahyi geri plâna itiyor, açıkça veya doğurduğu sonuç itibârıyla akla ve ilhâma dayanan bir din getiriyorsa bu tevil sahipleri ile birleşilemez. İslâm adına ortak bir hizmet gerçekleştirilemez. İhtilâf vahye öncelik vermemekten değil de, onun sübutu (bize sağlam olarak intikâli; ki, bu ancak hadîsler için söz konusudur), yahut usûlünce yorumdan kaynaklanıyorsa bu ihtilâf grupları ile işbirliği mümkündür ve gereklidir.

Müslüman gruplar kendi aralarında nasıl bir diyalog ve dayanışma örneği sergileyebilir? Yani varolan ihtilâfları nasıl müsbete dönüştürebilirler? İhtilâfları düşmanlığa dönüştüren menfî tutum sizce hangi önlemlerle engellenebilir? Kısacası, müslüman kişi ve grupların birbirleriyle nasıl bir ilişki biçimi içinde olmaları gerektiğine inanıyorsunuz?
Bu soruya, yukarıdaki cevaplarda kısmen temas etmiş ve cevaplar vermiş olduk. Asıl çare ile geçiş dönemi uygulaması hakkındaki düşüncelerimizi de açıkladık. Burada şunları eklemek uygun olabilir:
a) Bir hadîs-i şerîfe göre bu ümmet içinde kıyâmete kadar hakkı ayakta tutacak, onun hâkim olmasını sağlayacak bir tâife (grup) daima var olacaktır. Hakka taraftar olmak, hakkı desteklemek ve onu hâkim kılmak herkesin, her grubun iddiasıdır. Ancak bu iddiâların isâbetli olanını olmayanından ayıran "hak ölçüsüdür"; yani hakkın, haklının hangi ölçü ile tesbit edildiğidir. Eğer bu ölçü Kitâb, Sünnet ve bunların ilme dayalı yorumu ise isâbet ihtimâli çok yüksektir ve tutulacak yegâne yol da budur. Hak ölçüsü şahıslar, menfâatler, şartlanmalar, taklitler... ise isâbet ihtimâli çok zayıftır. İlim yerine zanna, hakka itâat yerine nefsânî arzulara uyanlara hakkın temsilcisi ve teyidçisi denilemez. Şimdi ümmet içinde Kitâb ve Sünnet'in ışığında aklı ve ilmi kullanarak çözümler üreten, bütün gruplara bu ölçüler içinde âdil bakan ve yaklaşan bir gruba ihtiyaç vardır. Bu grup ihtilâfların azalmasında önemli rol oynayacaktır.
b) Müslümanlar tarafsız ulemâ heyetinin irşâtlarıyla bir yandan ortak düşünce, inanç ve yaklaşımlarının sayısını artırırken, diğer yandan -hiç vakit geçirmeksizin- aynı düşünce ve yaklaşımı benimsedikleri sâhalarda işbirliğine, dayanışmaya girişmelidirler. Aynı anlayış içinde, aynı maksadı gerçekleştirmeye yönelik işbirliği kadar insanları birbirine yaklaştıran davranış biçimi az bulunur.
c) Sahâbeden birisi bir savaşta, kelime-i tevhidi ifade ettiği hâlde bir düşmanı öldürmüştü. Savaştan dönünce durumu Hz. Peygamber'e (s.a.v) şikâyet ettiler. Efendimiz (s.a.v.) o kişiyi çağırarak niçin öldürdüğünü sordu. "Samîmi değildi, canını kurtarmak için son anda söyledi" cevabını alınca "Sen onun kalbini yarıp gönlünden geçenleri okudun mu, samimi olmadığını nereden biliyordun? Allah'ım, ben bunun yaptığından berîyim, beni bundan sorumlu tutma!" buyurdu. Müslümanlar birbirlerini değerlendirirken objektif, elle tutulur, gözle görülür kıstaslara dayanmalı; zan, tahmin, vehim, iftirâ, dedikodudan uzak durmalı, bunlara kapılmamalıdırlar. Elde kesin deliller bulunmadan bir kimsenin canına, malına, namusuna dokunmaya hiçbir kimsenin hakkı yoktur. Elde kesin delil bulununca da icrânın makamları vardır. Hem hâkimi, hem infazcısı (önce küfrüne veya fıskına hükmedip sonra öldüreni veya döğeni) taraflar olan düzene ancak "anarşi ve zulüm" düzeni denebilir. Müslümanların birbirlerine karşı hüküm ve davranışlarında bu ölçüleri elden kaçırmamaları gerekir.
d) Kur'ân-ı Kerîm Allah yoluna çağırmada kullanılacak ölçüleri "hikmet, güzel öğüt ve en uygun metod ile mücadele" şeklinde sıralamıştır. Herkes dâvetçi olamaz; dâvetçinin en azından hikmeti, güzel öğüdün muhtevâ ve usûlünü, mücadelenin en uygun yolunu bilecek kadar ilim ve marifet sahibi olması gerekir. Marûfu emir, münkeri nehiy konusunda önce elin, sonra dilin, sonra gönülden itirâzın emrolunması, yukarıda geçen dâvet prensibine aykırı değildir. Çünkü dâvet kişiye marûf ve münkeri anlatmak, bu konuda inanç ve görüş birliği sağlamak maksadına yöneliktir; bunun için hikmet, öğüt ve uygun mücadele yolu kullanılacaktır. Kişi dâveti kabûl edip marûfu marûf ve münkeri münker bildikten sonra, buna aykırı davranırsa, ona müeyyide uygulanacaktır. Bir şeyin marûf ve münker olduğu konusunda anlayış ve yorum farkı varsa, bu giderilmeden müeyyide uygulamaya kalkışmak dînin maksadına aykırıdır ve yalnızca tefrîka doğurur.
e) "Önce dinle, sonra vur" denilmiştir. Önce karşı grubu dinlemek, anlamaya çalışmak gerekir. Gruplar birbirini nasıl anlayacaklar? Günümüzdeki gidişe bakılırsa her grup, karşı grubu, kendi grubunun değerlendirmesine göre tanıyor ve anlıyor; bunun ise kişileri yanlış anlama ve değerlendirmelere götüreceği bellidir. Karşı grubu onların yetkili ağız ve kalemlerinden, sonra da tarafsız ulemâ ve uzmanların açıklamalarından tanımak ve değerlendirmek gerekir.
f) Karşı grubu değerlendirirken insâf ve adâletten ayrılmamak, her unsura ve vasfa ayrı ayrı hakkını vermek, sonra genel bir kanâate varmak gerekir. İki grup düşünelim, bunlar aynı imân esalarına inanmış, İslâm'ın insan hayatının çeşitli boyutları ile ilişkisi konusunda da aynı görüşü benimsemiş olsunlar. Farkları lider veya maksada ulaştıran yol ve taktik konusunda olsun; imdi bu iki grup birbirini değerlendirirken ortak noktaları bir kalemde geçer, farklı noktaları büyütür, fer'i aslın, vesileyi maksadın, önemsizi önemlinin, ihtilâflıyı ittifaklının üstüne geçirir, önüne alırlarsa insâf ve adâletten ayrılmış, doğru yoldan sapmış olurlar. Bu örnekte adâlet ve insâf ancak şöyle bir değerlendirme ile gerçekleşir: "Karşı grup ile biz, hepimizi bağlayan konularda ittifak etmişiz. Ayrıldığımız hususlar farklı ictihad ve yorumlara dayanıyor, bizim kadar onların da bu konularda ictihad ve yorum hakları vardır. Bize göre onlar bu noktalarda isâbetsiz bir ictihadda bulunmuşlardır, onlara göre de biz öyleyiz; hepimizin niyeti iyi, usûlü meşrû ve ilmî, niyeti kulluk, şu hâlde Allah her ikimize de ecir verirken, her ikimizi de kulluğuna kabûl buyururken biz niçin birbirimize düşman olalım, soğuk bakalım, uzak duralım, en azından duâ ederek birbirimizi desteklemeyelim!"
 

Seyren

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Ocak 2012
Mesajlar
1,036
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
44
Bu yılbaşındada her zamanki gibi günüm aynı olacak farkı hiç olmayacak inşAllah.

Yılbaşı Hindisi, Yılbaşı Kurabiyeleri… Neyi Kutluyorsun? « Cahide Sultan

bizde yılbaşı kutlamayan bir aile olarak etrafımdaki arkadaşlarımın ve tanıdıklarımın hatta tanımadıklarımın bugüne özel olarak hazırlanmasını bazen acıyarak bazen üzülerek bazende kızarak seyrediyorum.Yüce Rabbim bizleri başkalarına benzemekten alıkoysun bizleri onlar gibi olmaktan korusun inşallah.Bugün elime tanıdık büyük bir marketin tanıtım broşürü geçti.
Bir annenin yorumunu okudum sadece hayıflanıp vay be dedim.Bizim göremediklerimizi görenler varmış biz körmüşüz dedim.Gerçekten körmüyüz acaba?Hanımefendinin söylediklerini aynen aktarıyorum
”…………Marketinin ekonomik olması ve güleryüzlü personelinin yanında yaşadığım bir anıyıda unutamam.Geçen yıl yılbaşında …….dan geldiğini söyleyen Noel Baba kıyafetli bir kişi elinde çok güzel bir sepetle kapımızı çaldı.Çocuklarımdan Noel Babayı görünce çok sevinip EFSANE OLMADIĞINI görünce çok sevinip efsane olmadığına inandı.Ayrıca 6 yaşındaki kızım …..nın vageçilmez müşterisi olup çiğköfte ürününe bayılıyor”
Noelbaba efsane değilmiş böylelikle öğrenmiş olduk.Peki ya o kapınızı çalan bir katil bir hırsız olsaydı o zaman ne olacaktı.NEDEN BU KADAR GÜVEN DUYUYORUZ HERŞEYE HERKESE NEDEN ALINTERİ SARFETMEDEN KAZANMA ÇABASINDAYIZ ACABA.Kuran gibi bir yolgösterici efendimiz a.s.v gibi bir klavuz varken önümüzde insanların böyle boş işlerle uğraşmasına vesile olup onlara çanak tutuyoruz.Ablacım bu yılbaşında her zamankinden daha erken yatmaya özen göstereceğim.Ve bulunduğum şehirde kültür merkezimizde ”Gözyaşı Geceleri” var.Kuran ziyafeti ve sohbet varmış hava güzel olursa çocuklarımıda alıp oraya iştirak edeceğim inşAllah.Güzel işler yapan güzel muamele görür inşAllah bizlerde güzel muamele görenlerden oluruz.Vesselam…
TAKVA; Hayata anlam katan sevda…

Bu programda nemi var?
Buram buram AŞK var…
Bu programda nemi var?
Canımı isterse Cânân, minnet canıma,
Bir can nedir ki, feda etmeyeyim Cânânıma…
CÂNÂN var…
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
409513_444557612265430_1748184693_n.jpg
 

Seyren

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Ocak 2012
Mesajlar
1,036
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
44
Türküm demekten ben gurur duyarken bu güzel ülkenin bu güzel köşesini böyle çirkinleştirdikleri için onları kınıyorum,yazık çok yazık hemde
 

özgürlü_zamanlar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 Eyl 2010
Mesajlar
597
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Konum
Erzurum

Sana her daim iman ettik ve edeceğiz Allah c.c. ım. Şükür her daim bizle olacaktır , bu cehalet görüntülerini bizlere yaşatmadın. Sana şükürler olsun ki bu insanlar gibi düşündürmedin bizi de Seni ve Peygamberim s.a.v. i bildim ben. Allah c.c. sen bu cahil adetler çıkartan kullarına yardım eyle. Onların yüreklerine o kadar şanlı bir Allah c.c. sevgisi ver ki , bu cahilliklerinden utanıp sana ağlarcasına iman etsinler.Amin.
 

El-Endulusi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
8 Nis 2012
Mesajlar
376
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
13
YA Rab işimiz zor! onu dinleme! buna sakın bakma! onu yazma! o İslamcı değil!
Hayatta kaldık yapayalnız, inanana bile güvenemeyeceksek kime???!

Kime güveneceksin kardeş tabi ki EHli SÜnnet alimlerine. Binlerce EHli SÜnnet alimin imamın mülyonlara varan o kadar çok eseri varki. Fakat günümüzde özellikle genç kesim yaşayan yazarların kitaplarını alma merakındalar. Bakın herkesi katmam ama yeni dönem yazarların çoğu sıkıntılı hatta bazılarında itikat bozukluğuda var. Çeşitli sapık fırkaların akımlarından kapılarak kitaplar yazmaktalar buda ehli sünnet müslümanların itikatlerini zedelemekde. Kimisi bunu bilinçsiz yapıyor ama çoğunluğunan arkasında güçler ve ülkeler var. Artık öyle bir hal aldıki şöyle bir örnek vereyim başıma gelen; İmam suyuti rahimehullahın kainatın sırları diye bir kitabı var ben onu almıştım kendisi ehli sünnet bir imamdır fakat çeviren muaz seyfullah bilmem kim. Ben bu çevireni tanımıyordum ama kitabı okudukça kendi dip notlar yazmış ve İmam suyuti kitabının hepsi hadislerle dolu fakat dip notlara bakınca (bu çevirenin notları) çoğuna ya uydurma denmiş yada zayıf. Ben buna hayret edip hocalarımızdan birine gösterdim bana çevirmen sıkıntılı dedi. Kitabın sonunda duada yardım meselesine ve Allah c.c. ve Rasulullahın s.a.v görülmesine meselesinde bir not yazmış orda anladım itikadını direk bunlara şirk denmiş. Yani ehli sünnet imamın kitabını çeviren kişi selef (vehhabi) takımından.

Kardeş günümüzdeki müslümanların ilk yapması gereken öncelikle yeni dönem hiçbir yazarı okuymıycak (ehli sünnet olsada) öncelikli iş imam ebu hanefi r.a (yada imam maturidi r.a) bir itikat kitabını alıp onu okuycak. Onu okuycakki önce itikadını sağlamlaştıracak. Ondan sonra kuran mahlukmuydu,cennet cehennem yaratıldımı yaratılmadımı, büyük günah işleyenler kafir mi değilmi, cehennem cennet sonsuz mu değilmi Hz.İsa a.s gelicek mi? vehakeza sormuycak. Bunları bilecek. Müslümanların bilmesi gereken özellikle akaidle (itikad) ilgili bilmesi gerekenler var kardeş bunlar farzı ayn dir. Bunları her müslümanın bilmesi gerek. Zaten bunca ehli sünnet eski dönem kitap varken yeni dönem yazarlarına sıra gelmez ki, değil mi ama.

Eyvallah
 

özgürlü_zamanlar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 Eyl 2010
Mesajlar
597
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Konum
Erzurum
Sen Sen Ol , Nişantaşı sokaklarına ingiliz askerlerini bekçi dikme,o sokakta vatanı için kanını akıtan ŞEHİTLERİM var.
 

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,599
Tepki puanı
965
Puanları
113
Yaş
66
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
"Şeytan, içki ve kumarla sizin aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister.
Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?''

(Maide Suresi/91)
 

melissa26

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
29 Ara 2011
Mesajlar
1,857
Tepki puanı
18
Puanları
36
Yaş
51
Ne yaptınız yılbaşı gecesi?
Gün boyu yol hazırlığı için alışveriş yaptık... gece hamur işi hazırladım yola biraz kitabımı okudum namaz kılıp uyudum, çok geç olmasaydı kur-an da okurdum ama uyku işte
Ne değişti ? hiç
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
24
Ne yaptınız yılbaşı gecesi?
Gün boyu yol hazırlığı için alışveriş yaptık... gece hamur işi hazırladım yola biraz kitabımı okudum namaz kılıp uyudum, çok geç olmasaydı kur-an da okurdum ama uyku işte
Ne değişti ? hiç

Ben de diğer günlerden farklı sadece televizyon izledim, bir de geç yattım. :)
 

melissa26

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
29 Ara 2011
Mesajlar
1,857
Tepki puanı
18
Puanları
36
Yaş
51
Değişen sadece kalp olgunluğu bence,bunu elde etmek bol tefekkür gerekir, bilinç atlaması Rabbi anmakla olur
Rabbim seni seviyorum...
Hayırlı seneler Seda, nasıl kalbime girdin? bilmiyorum hala?
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
24
Değişen sadece kalp olgunluğu bence,bunu elde etmek bol tefekkür gerekir, bilinç atlaması Rabbi anmakla olur
Rabbim seni seviyorum...
Hayırlı seneler Seda, nasıl kalbime girdin? bilmiyorum hala?

Sana da hayırlı seneler ablacığım. Allah kalplerimizi birbirimize ısıtmıştır belki. :)
 

CEVDET-71

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
1 Nis 2007
Mesajlar
60
Tepki puanı
5
Puanları
0
Yaş
62
S.a kardeşlerim . Allah hepinizden razı olsun bu sözlerin üzerine yazacak bişey bulamadım selam ve dua ile kalın
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt