1 - TASAVVUF`UN OLUŞUMU VE GELİŞİMİ
A - TASAVVUF NEDİR ?
Bu soruya geçmeden önce hemen bir tesbit yapmak gerekmektedir. Günümüzde hem Türkiye`de hem de diğer İslam ülkelerinde „Tasavvuf“ kavramı Kur`anda sık sık vurgulanan „takva“ kavramı ve buna denk gelen „züht“ kavramıyla eşdeğer yani aynı kabul edilmektedir. Hatta bazı kardeşlerimizce Tasavvuf, takvalı bir hayat sürmek şeklinde anlaşılmaktadır.
İbadetleri ihlasla ve titizlikle yapmak, Allahü Tealaya gerektiği gibi kul olmak, tüm hayatında Peygamberimizi örnek alarak o`nun sünnetine sımsıkı sarılmak, harmlara azamî dikkat etmek, Kur`an-ı hayatının merkezine oturtmak gibi başlıklarda toparlayabilecegimiz İslamın öngördüğü „Takvalı hayata“ karşı olmak veya bu yolda çaba sarfeden müslümanları eleştirmek aklı başında olan hiçbir Müslümanın yapacağı bir iş değildir.
Tasavvuf`un İslami temellerini delillendirmeye çalışan insanlar hep Kur`andaki takva ayetlerine vurğu yapmaktadırlar. Ancak Abbasiler zamanında doğan ve uzun bir sürede sistemleşen ve günümüze kadar gelen tasavvuf ekolü İslamdan bazı renkler barındırsa da hiçbir zaman İslam´ın öngördüğü „takvalı yaşam“ ile örtüşmemektedir.
Biz bu bölümde Tasavvuf`un „Takvalı bir hayat yaşamak“ olmadığını , kaynağının sadece Kur`an ve Sünnet olmadığını, İslamdan daha çok batıl inançlardan , yani İran ve eski Mezopotamya'daki Budizm, Maniheizm gibi dinlere dayalı Hind-İran mistik kültürlerinden, Hellenistik dönemin Gnostik ve Neoplatonik fel*sefi etkilerinden, ve nihayet köklü bir Yahudi ve Hıristiyan mis*tik geleneğinin kalıntılarından oluşan bir sentez olduğunu anlatmaya çalışacağız.
“Tasavvuf; bütün kurumları, ürettiği düşünceleri, yöntemleri, akaid ve ibadet biçimleri itibariyle, antik dönemlerden itibaren süregelen, nev-i şahsına münhasır, felsefî bir akımdır.
Esasen, tasavvufun tamamen hayale dayalı, akıl ve mantıktan uzak, yoğun mistik yüzü hesaba katılırsa, onun, aklî ve tecrübî bir dayanağı olan felsefe kadar bile haysiyeti olduğunu iddia etmek zordur. Zira feylesof, aklî, mantikî olmayaı reddetmeyi düstûr sayar. Oysa tasavvufî ekol akla düşmandır, düşünmekten men eder. [1]
Sûfî, akıl ve vahiy yerine, kendisinin de izah edemediği, aşk, hâl, iç deneyim, keşf, marifet, ilham, cezbe gibi şeytanî mi, Rahmani mi olduğunu bile tesbit edemediği halüsinasyonların, hezeyanların adamıdır.
O halde, yukarıda sözünü ettiğimiz, temel sorulara cevap arayan insanoğlu, genel olarak üç ana çizgi üzerindedir, denebilir.
1- Tüm sorularını İlahi vahiyle en kesin şekilde halleden mü'minler... 2- Vahye gözünü yumarak, akıl ve idrakle tüm sorunlarının cevabını bulacağına inanan filozoflar (Rasyonalistler). 3- Vahye ve akla arkalarını dönerek, çile, riyazet, inziva ve duygularda yoğunlaşarak, aşk'la gerçeği bulacağını vehmeden, şizofrenler. Öyle görünüyor ki, insanlık var olalı beri bu yöntemleri kullanagelmiştir.
Bir müslüman olarak, buraya kadar anlattıklarımda, benim yadırgadığım, rahatsızlık duyduğum ya da beni doğrudan alâkadar eden bir anormallik yoktur. İman ve inkâr İlahi iradenin doğal bir sonucudur. Hatta hayal gücü gelişmiş sûfi'yi de bir oranda doğal bulabiliriz. Ancak; kökleri çok eski dönemlerde olan sufiliğin (Mistizm'in) İslam'a maledilmesi, hatta İslâm'ın tasavvufa maledilmesi, benim problemimin başladığı noktadır. Ve bu yazının kaleme alınış nedeni de budur.İslâm'la kök olarak, mahiyet ve keyfiyet olarak benzerliği bir yana, taban tabana zıt olan bir anlayışın 'İslâm'ın özü" olarak tanıtılması büyük felâkettir. Büyük oranda müslüman okur-yazar takımına da bulaşan bu kiri temizlemek her mümin'e vazifedir.[2]
B - ASRI SAADET´TE TASAVVUF VARMIYDI ?
Arapça suf, yunanca sophia (hikmet) veya Ashabı Suffa`ya izafeten verildiği söylenen bu isim aslını nereden alırsa alsın, çıktığından, kullanılmaya başlanıldığından bu yana bilhassa müslümanlıkta önem kazanmış, yayılmış ve nerede ise asıl İslam veya İslam’ın aslı sayılagelmiştir.
Araştırmacılar tasavvufun en erken hicrı ikinci asırda çıktığını söylüyorlarsa da, daha sonra yapılan araştırmalar bu sanının yanlışlığını ortaya çıkarmış, başlangıcının miladı sekizinci yüzyıl sonu ve dokuzuncu yüzyıl başları olduğunu ortaya koymuşlardır.
Tasavvufun her ne kadar başlangıcını Hz. Peygamber'in (sav) şahsına, onun en yakın arkadaşlarından Hz.Ebu Bekir ve Hz.Ali’ye ve daha sonra başkalarına dayamak isterlerse de gerek Kur'an'ı ahlak edinen Peygamber'de, gerekse kendilerini ona benzetmeye çalışan arkadaşlarında ve tabii en temelde Kur'an'da tasavvufla ilgili açık ve anlaşılır motiflere rastlamak mümkün değildir.
Zaten Rabbimiz Takva ve Zühd`ün sınrırlarını çizmişekli oruç tutmayı, geceleri yatmamayı ve sürekli ibadet edip dünyayla ilgiyi kesmeyi müminlere men etmiştir.
Bu konuda Mâide 87,88 ayetleri bize bir bakış açısı vermektedir. Allahü Teala şöyle buyurur:
87- Ey iman edenler! Allah'ın size helal kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah sınırı aşanları sevmez.
88- Allah'ın size helal ve temiz olarak verdiği rızıklardan yeyin ve kendisine iman etmiş olduğunuz Allah'tan korkun.
Bu Ayeti Kerimelerin nuzul sebebine baktığımızda şunları görüyoruz: Peygamberimiz (sav) birgün arkadaşlarına Cehennemi ve dehşetini anlatmış ve onları cehennemden sakındırmıştı.
Ashabdan bazıları bundan etkilenerek Osman bin Mazun`un (r.a) evinde toplanmışlar, daima oruçlu olmaya, döşek üzerinde uyumamamya, et ve yağlı yememeye, kadınlara yaklaşmamaya, koku sürünmemeye ve sürekli ibadet etmemeye aralarında karar verirler. Bu haber Rasulullah`a (sav) ulaşınca : “ Ben böyle emrolunmadım, muhakkak ki nefsinizin üzerinizde hakkı vardır. Oruç tutunuz, iftar da ediniz, Namaz kılinız, uykuda uyuyunuz. Ben Namaz kılarım, uyku uyurum, oruç da tutarım, iftar da ederim, et de yerim yağ da yerim, kadınlarada yaklaşırım ve Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir” buyurmuştur.
Bunu dışında Sahabelerden bazılarının günlerce belki aylarca kimseden habersiz ve kendi kendilerine mütemâdiyen akşama kadar oruç tuttukları ve sabaha kadar da nafile namaz kıldıkları, hanımları tarafından kendisine aktarılınca Peygamber'in: "Size ne oluyor? Ben size gönderilmiş Allah'ın elçisi değil miyim? Ben oruç da tutuyorum, yemek de yiyorum. Namaz da kılıyorum, hanımlarımla da yatıyorum" dediğini kaynaklar aktarıyor.
Her ne kadar Sahabeyi Kiram`ın bazılarında tasavvufu çağrıştıracak bazı temayüller görülmüşse de buna muttali olan Hz. Peygamberin bu yönelişleri hemen önlemeye çalışması da göstermektedir ki sûfiliğin İslamla doğrudan bir alakası bulunmamaktadır.
C - HİCRİ 1.YÜZYIL : KİŞİSEL ZÜHD HAREKETLERİ
Mensubu olduğu inancın bazı unsurlarına ağırlık veren, bireysel konularda daha fazla yoğunlaşan kişilerin her toplumda bulunduğunu belirtmiştik. Bu yargımızın Rasulullah (sav)`ın dönemi içinde geçerli olduğunu görüyoruz.
Kaynakların bildirdiğine göre sahabeden bazıları gündüzleri hep oruçlu olmak, çokca namaz kılmak, evli olduğu halde bekar hayatını yaşamak gibi kararlar verirler. Bazı sahabelerin kendilerini böyle zor ibadetler ve davranışlar altına sokmak istemeleri başta Rasulullah (sav) tarafından tasvip görmez ve bu durum engellenir. Kendisini bu tür yükümlülükler altına sokmak isteyen Ebu Derda`ya karşı Selman-ı Farisi`nin şu sözleri Rasulullah (sav) tarafından aynen tasvip görür :“ Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır, ailenin senin üzerinde hakkı vardır. O halde sen de her hak sahibine hakkını ver. „
Rasulullah (sav)`ın tasvip etmediği sözkonusu durum, onun vefatından sonra tekrar oluşur. Bunun başlıca nedeni, müslüman toplumu etkileyen yeni şartlardır. Siyasi, ekonomik, ideolojik açıdan meydana gelen başdöndürücü değişiklikler zühd eğilimli kişileri etkiler. Böylelikle, özellikle siyasi hayatın açtığı olumsuzluklardan uzak kalmak isteyenler, içe kapanmayı tercih ederler. Ayrıntılarını önceki sayfalarda işlediğimiz değişikliklerin kişisel zühd hareketlerini oluşturması tabiidir.
Ancak bunun kişisel bir durum olmaktan çıkıp, ayrı bir inanç ve yaşantı biçimi hale gelmesinde başka nedenler aramak gerekir. Bu yöndeki en önemli etki de ideolojik etkileşme sonucunda farklı kültürlerden gelen mistik unsurlar ve bunların zühd hayatını benimsemiş olanlarca kabul görmesidir.
Hayata karşı bir konum belirleme olan zühd anlayışı, siyasi hayatın getirdiği karışıklıklar ve sorumsuz davranışlar nedeniyle bir otokritik olarak başlar. Anlamsız ve cüretkar davranışlar, olaylar, karışıklıklar zühd hareketi mensuplarını sadece ahiret hesabında yoğunlaşmaya iter ve cehennem korkusu bunların kalp ve kafakarını en çok meşgul eden unsur olur.
Bu doğru temeller üzerine oluşan tavrın yanlışı, ahiret hesabının konusu olarak sadece kişisel yaşantının gerektirdiği özelliklerin düşünülmesi, toplumsal konulardan kaçınılmasıdır. Ancak yine de bu insanların normal eğilimden farklı isim almayı gerektirecek kadar faklı özelliklere sahip oldukları tam olarak söylenemez. Kuvvetli günah şuuru, kalplere hakim olan Allah korkusu ve ortama hakim olan haksızlıklar karşısında dünyadan yüz çevirme eğilimi zamanla bir disiplin olma eğilimi haline gelir.
Bu dönemin, sonrakilerden ayıran en temel özelliklerinden bazıları şunlardır ; sufi ismi hala mevcut değildir, Naslarla belirlenen sınırlar hiç bir zaman aşılmaz veya onu aşmaya yönelik farklı yorumlar oluşturulmaz. Zahir-Batın ayrımı(birbirine zıt olacak boyutlarda) , fena, beka, şeyh, marifet, keşf, mürid, tarikat, sath, cem-fark ve sonraki tasavvuftaki anlamıyla veli, keramet, şefaat gibi kavram ve fikirlere rastlanmaz. Dönemin temel karakteri kişisel ibadetlere ağırlık veren, sosyal hayatla olan ilişkileri asgariye indirmiş tutum ve davranışlardır.
D - HİCRİ 2. YÜZYIL : TASAVVUF DOĞUYOR
Önceleri zühd eğilimli olan bazı şahısların, içinde bulundukları konum ve tavırlarının diğer müslümanlarınkinden farklı tonda olduğunu belirtme ve kendi farklarını açığa çıkarma eğilimi 2. yüzyılda başgösterir.
Bilimler tarihinde de olduğu gibi, bir disiplinin oluşması, kendine özgü ve sınıları belirleyecek kavramların oluşmasıyla doğrudan ilgilidir. 1.Yüzyılda normal eğilimden biraz farklı olan tavırlar her ne kadar görülmüşse de, du durum yeni ve farklı olan kavramların oluşmasına yol açmamıştı.
Fakat zamanla büyür, gelişir. İşte o zaman bir isme ihtiyaç hissedilir. Kaynakların biraz ihtilaflı olarak bildirdiğine göre, sûfi ismini ilk defa kullanan ve kendine isim olarak seçen kişi Ebu Haşim el-Kufi (H. 150/M. 767) dir. Bazı kaynaklar da Cabir İbn Hayyan`ı belirtmektedirler.
Ancak bunlardan hangisi farklı br isim alma ihtiyacı hissederse hissetsin önemli olan şahıs değil, bu farkın resmen oluşmuş olmasıdır ve bunun tarihi de ikinci yüzyıldır.
Bu arada Ebu Haşim ve Cabir`in Kufe`li olmaları da ayrıca bir öneme sahiptir.
Zaten, kelamda olduğu gibi tasavvufun da ayrı bir disiplin olarak oluşmasını sağlayan ortam, farklı inanç mensubu kişilerin toplandığı Irak bölgesidir. Bu sûfilik hareketinin içinde bulunduğu şartların ve konumun bir ürünü olduğunu da açığa çıkarmış olmaktadır. Zaten daha önceki sayfalarda belirtildiği gibi bu özelliğiyle tasavvuf hareketi (genel anlamda) çok farklı kültürler ve inançlardan beslenen ancak islam toplumunda yaşayan bir olgu durumundadır.
Tolumun genel yapısına hakim olan anlayıştan farklı olma ihtiyacı, yeni bazı anlayışların oluşmasına yol açar. Farklı anlayışların en çok yoğunlaştığı alan ibadetler konusu olur.
İleriki yüzyıllarda asıl konuyu oluşturacak olan farklı inançlar oluşturma eğilimi bu yüzyılda görülmez. Kur`an`da da ifadesini bulan takva, zahidlerin dayanak noktası olur. „Giyecek, içecek ve yiyecekte haram ve şüpheli şeyleri terk etme“ biçiminde dile getirilen takva anlayışı, bir müddet sonra dünyayla ilişkiyi asgariye indirmeye dönüşür.
Bütün bir ömrü bekâr geçirme, evlilik aleyhtarı olma, hayvansal gıdalardan kaçınma, yeni tavrın ilk habercileri durumundadır. Hatta evlilik aleyhtarlığını şu sözlerle ifade edenlere bile rasrlanır:“ Bir kadının kokusunu duymaktansa, bir cesedin kokusuyla burun deliklerimin dolmasını tercih ederim.“
Evliliğe karşıtlıkları bu derecede olmasa bile Hasan-ı Basri ve Rabiat-ül Adeviyye de bekar kalmayı tercih ederler. Rabiat-ül Adeviyye çeşitli vesilelerle kendisine sorulan sorulara genelde, Allah sevgisini herşeye tercih ettiği şeklinde cevap vermeyi uygun görür. Anlatıldığına göre, rüyasında Rasûlulah (sav)`ı görür ve Rasûlullah, kendisini sevip sevmediğini sorduğunda o şu cevabı verir :“Allah`a karşı beslediğim sevgi ve aşk beni o derece kaplayıp bürüyor ki, geride ne nefret edecek bir şey ne de ondan başkasına ayıracak bir sevgi imkanı kalıyor. „
Bu sözler ne derece doğrudur bilemeyiz ancak şu anda bildiğimiz bir şey var ki, bu da züht hareketi olarak başlayan ve ikinci yüzyılda ayrı sistem haline gelme durumundaki eğilimin, zamanla oluşacak olan felsefî temelinin ilk habercileri bu sözler ve bu tavırlar olur. Bunlar artık geçmiş yüzyıla oranla bazı şeylerin değişmeye başlamış olduğunun işaretleridir.
Düşünce ve yaşantıda farklı olma ihtiyacı, bazılarını inzivaya çekilmeye sevkeder. İkinci yüzyılda inziva hareketinin de zahidler tarafından ilgi görmeye başladığına şahit oluyoruz. Belh`li İbrahim Ethem (Ö. H.160/M.777) inziva hayatını tercih edenlerin ilklerindendir. O, bu durumla ilgili olarak şunları söyler:“Eğer Allah`ın dostu olmak, ya da O`nun tarafından sevilmeyi istiyorsan dünyayı ve âhireti terket onlara rağbet etme. Nefsini onlardan boşalt ve yüzünü Allah`a çevir.“ [7]
Bunun yolu ise sonradan sistemleşen şekliyle on esası (usûlp Aşere) yerine getirmekten geçer. Ünlü sûfilerden Necmûddin Kübra`nın belirttiğine göre on esası oluşturan unsurlar şunlardır:
1-Beden temizliği
2-Devamlı susamak
3-Halvet
4-Devamlı oruç
5-Devamlı zikir
6-Teslimiyet
7-Hatıra birşey getirmemek
8-Kalbi şeyhle rabtetmek (bu anlayış 2. yüzyılda henüz oluşmamıştı)
9-Ancak mecburiyet halinde uyumak
10- Yeme ve içmede orta yolu izlemek. [8]
Sözkonusu bu esaslar tasavvuf hareketinin ilk somut temellerinden ve o zamana oranla normal eğilimden farklı tavırları ifade eden şeyler olur. Artık tasavvuf doğmaktadır.
E - HİCRİ 3. YÜZYIL: BEYAZÎD BİSTÂMİ, CÜNEYD-İ BAĞDADİ
Hicri 3. yüzyıl Tasavvuf tarihinde önemli bir dönemi oluşturur. Çünkü bu dönemde öncekilere oranla daha büyük değişiklikler ve gelişmeler kaydedilmiştir. İlk iki asrın şeriatın sınırlarını pek zorlamayan zühd hareketi, artık büyük oranda geride kalmıştır. Sûfiler yollarının İslâm inancı içerisinde (!) genel eğilimden farklı bir yol olduğunun bilincine varırlar.Bunun etkisiyle farklı kültürlerden bazı inançlar alınarak tasavvufa dahil edilir. Bunların en önemlileri tenasuh ve hulul inançlarıdır.
Tenasuh iki biçimde anlaşılır :
1. Ruhun değişik varlıkların vücutlarında dünya hayatına devam etmesi veya ilahi varlığın dünya varlıkları arasında taksimi.
2. . Tenasuh inancının daha ileri safhasını oluşturan, ilahi varlığın dünya varlığının bünyesine girmesi veya ilahi varlığın dünya varlığı şeklinde görülmesi
zamanla kabul edilen asıl anlam olur. Diğeri büyük oranda unutulur.
Bu anlayışlar şath gibi yeni kavramların ve konumun oluşmasına yol açar. Artık bazı Sûfiler ilâhi varlığa ulaştıklarını, onunla bir olduklarını veya ilahî varlığın kendilerinde bulunduğunu iddia etmeye başlarlar.
Bütün bunlar önceki yüzyıllara oranla tasavvuf açısından büyük değişiklik ve yeniliklerdir. Ancak değişiklikler bu kadar da değildir. Bu dönemde hûlul düşüncesinin kabul edilmesi daha sonraki dönemlerde oluşacak olan Vahdet-i vucûd inancına temel olur.
Böylelikle varlığın birliği anlamına gelen, bütün var olanları bir, aynı kabul etme inancı oluşur.
2. yüzyıl zahidlerinden Rabia`da anlam bulan İlahî sevgi kavramı bu yüzyılda iyice geliştirilir. İlahi aşk anlamına gelen ve felsefi bir temele sahip olan Aşk inancı oluşur. Tasavvufun temelinde yerini alır. Allah`ı çok sevmek, sadece onu sevmek anlayışı, Rasûlun fonksiyonlarıyla da geri plana itilmesinin örtüsü olur. Çünkü sevilecek tek varlık Allah`tır ve kul onunla bir olarak bilgisini ondan alır. Temel anlayış budur. Bu aracısız bilgidir ve peygamberin fonksiyonunu bile anlamsız (!) kılar. Bunun tasavvufi literatürde ismi Keşf`tir.
Yunan, Fars, Hint kültü ürünlerini kapsayan kitapların Arapçaya tercüme edilmesi, zamanın bazı sûfileri için değerli bir fırsat olur. İlâhi sevgi, varlıkta birlik gibi inançları felsefî bir tarzda ifade edebilme şansı elde edilmiş olunur.
Bu arada özellikle pagan toplumlardan öğrenilen sihir, tılsım, cifr, harflerin esrarı, simya, astroliji gibi şeyler de bazılarınca büyük bir şevkle kabullenilip uygulanır.
3. Yüzyılda iki düşman kardeşde gelişme safhasındadır. Bunlardan birisi tasavvufken diğeri kelâmdır. İslâm inancı kelâm ile tasavvuf arasında parsellenir. Kelâmcılar itikadi konuları, Sûfîler ibadetler bölümünü ilgi alanları haline dönüştürürler. Böylelikle İslam`da yapay bir şekilde iman-amel ayrımı oluşturulur.
Bu ayrım Kültür İslâmı`nın oluşmasında hiçte küçümsenmeyecek bir fonksiyona sahip olur. Önemli roller üstlenir. Ancak zamanla kelâm tamamıyla felsefeleşirken, tasavvuf da yeni benimsediği ve oluşturduğu inançların etkisiyle biraz kelâmlaşır.
Bu safhada ruh, nefs, kalb, keşf, marifet, fenâ, bekâ gibi kavramlar tasavvuf düşüncesinin şekillendiği önemli odak noktaları olur.
Zâhir-Bâtın ayrımı iyice belirğinleşir.
Bâtîni konuları kendilerine ihtisas alanı kabul eden sûfiler inançlarının doğruluğunu ispatlamak için zâhir dedikleri şeriatın Kitap ve Sünnet`te anlamını bulan sınırlarını değiştirir, ulemayı kendilerine saldırı alanı seçerler. Hareket, ekol haline gelir. Yeni fertler yeni inaçlar oluşturan düşünce ekolü oluşmuş olur.
Ancak ilğililer tarafından İslâm`ın bazı ibadetleri hala uygulanmaktadır. Bu yüzyılda marifete erişince ibadet sorumluluğunun düştüğü inancı henüz oluşmamıştır. İlgili ibadetler reddedilmez ancak yeni yorum ve unsurlarla değişik ibadet biçimleri oluşturulur.
Bunlar içerisinde en çok kabul gören zikir olur. Kur`an`da çok farklı anlamlarda kullanılan zikr, sûfiler tarafından sadece bazı kelime ve cümlelerin sürekli tekrarı biçiminde anlaşılır ve kabul edilir. Belirli sayılarda ifade edilen Allah, Sübhanallah, Allah-u Ekber gibi sözler diğer ibadetlerden (namaz, oruç, hacc vs.) daha çok rağbet gören tasavvufa özgü olan bir ibadet anlayışına dönüşür. [8]
Hicri 3. yüzyıl, tasavvufun en canlı dönemi durumundadır. Kişisel zühd hareketinden felsefî, itikadî bir sistem haline dönüşen hareket, bu yüzyılda asıl kimliğini kazanmaya başlar.
Oluşan sistemi öğretecek şeyhler ve onlardan tasavvufu öğrenmek isteyen müridler görülmeye başlanır.
Farklı kültür ve inançlardan birçok unsurlar ve özellikler alınarak hazmedilir, yeni bir kalıba dökülür. Artık hareket sadece toplumdan uzak durmak isteyen mistik ruhlu kişilerin değil, toplumu ilgilendiren bir düsünce akımı haline gelir; sistemleşir, olğunlaşır.
Öğretinin sağlıklı gelişmesi için şeyh-mürid ilişkisi kesin kurallara bağlanır.
Sonradan hadis diye nitelenecek olan, aslında Beyazıd Bistâmi`nin sözü olan „Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır“ sözü bir nass muamelesi görür.
Bazıları Tanrıyla bir olacak kadar yüceldikleri iddiasını ileri sürerler. Bunlar kullar için farz olan ibadetlerin kendilerinden kalktığını iddia edenlerin bir anlamda ilkleri olurlar.
Bu durum ileride büyük ilgi görecek ve İslamî yaşantıya sahip olmayanların sığınağı haline gelecek olan tasavvuf, belirli durumlarda ibadetlerden sorumlu olmama anlayışını oluşturacaktır.
Şeyhlik iddiasında bulunanlar öğretilerini halka anlatmaya başlarlar. Bu inanç ve düşünceler halk açısından büyük ilgiyle karşılanır. Fazla geçmeden de kabul görür. [9]
Zaten İslâm`ı tam bilmeyen halâ eski inançları üzerinde müslüman kimliğiyle varlıklarını devam ettirenler bu vesileyle tasavvufu kendilerine sığınacak bir barınak olarak görürler. Çünkü genel kabul görmesi nedeniyle tasavvufun belirli meşrulaştırıcılığı söz konusu olmaya başlamıştır.
Önceleri sistemsiz olan tasavvufî düşünceyi, ilk defa sistemleştirme girişiminde bulunan kişı, Zün-Nun el-Mısrî olur. Kendinden önceki zahid ve sûfilerin düşüncelerini birleştirip, geliştirir, Halkın anlayacağı şekle sokar.
Düşüncesinin en büyük iddiasını Allah`a ait bilginin ancak vecd yoluyla elde edilebileceği inancı oluşturur. Ona göre vecde sahip olmak için tasavvufa mensup olmak şarttır.
Böylelikle o Allah`a ulaştıran bilgiyi elde etmenin safhalarını ve şartlarını belirler ve bunları belirli bir sistem halinde ifade eder.
Onun bütün bu çalmaları zındıklıkla suçlanacak kadar tepki çekerse de zamanla ortalık yatışır. Hatta başta onu suçlayanlar zamanla onu önder kabul ederler.
Döneme ismini verecek kadar önemli olan diğer bir şahsiyet Beyâzid Bistâmî`dir. Horasan`ın Bestam şehrinde doğan ve Zerdüşt bir geçmişe sahip bir ailenin çocuğu olan Beyazîd, tasavvufa temel olacak bazı esaslar oluşturur, yeni inançlar getirir.
Bunların en önemlisi Bir`de yok olma ve şathiyedir. Bir`de yok olma inancı Vahdet-i Vucûd inancının habercisi durumundadır. Hint okenli Bir`de yok olma inancını Beyâzıd, Ebû Ali el-Sındî`den alarak tasavvufa dahil eder.
Buna göre kişi ruhî ve bedenî bazı imtihanlara muhatap olur ve başarırsa Tanrı`yla bir olma durumuna erişir. Bu Kulun Tanrı katına çıkması biçiminde gerçekleşebileceği gibi, Tanrının kulun seviyesine inmesi biçiminde de gerçekleşir. Bu gerçekleştiğinde de Tanrı-kul ayrılığı kalkmış olur. (el-fenâ fi`t Tevhid) (ikilik yok olur)
Kendisini Tanrıyla bir olarak gören kişi de elbetteki normal insana oranla farklı özellikler taşıyacaktır. Bu özellikler, Bistamî`de nasslara tamamen aykırı şekilde açığa çıkan şathlar olur. Sûfînin kendi varlık ve benliğinden habersiz hale geldiği, sekr halinde iken söylediği ve nasslara ters görünen sözler anlamındaki şathlar, sonradan tamamıyla tasavvufun en önemli konu ve kavramlarından birisi olur. Sûfilerin iddiasına göre cezbe ve vecd haline erişen bir sûfi duyular aleminin dışına çıktığı için, o anda duyular alemiyle uyuşmayan sözler sarfeder.
Bu sözlerin sûfinin o andaki durumuyla ilgili olduğu, o hali yaşamayanların bu durumu bilemeyeceği iddia edilir.
Tasavvuf mensubu olmayanlar tarafından en çok eleştiri konusu edilmiş olan bu şathlar sûfiler tarafından arzulanan ve ulaşılmaya çalışılan bir halin ifadesi olarak görülmüş ve savunulmuştur. Onlar bu durumu içkiyle sarhoş olan kişinin farklı aleme geçip, (öyle zannedip) sarhoş olmayanlara ters gelen şeyle ifade etmesine benzetirler ve böylelikle durumlarını açıklayıp meşrulaştırmaya çalışırlar. Ancak bu açıklamalar inandırıcı olmamıştır ki, şathlar bir çok sûfinin hayatına mal olmuştur.
Çok sayıda sûfide şath açığa çıkmasına rağmen şath denildiğinde özellikle iki isim akla gelir, bunlardan birisi Beyâzıd iken, diğeri gelecek yüzyılın sûfilerinden Hallac-ı Mansur`dur.
Onların isimleri şathla bütünlük sağlayacak kadar tanınır olmuştur.
Beyâzıd`ın şathlarına örnek verecek olursak, o şunları söyler:„
• Öyle bir deniz geçtim ki, Peygamberler onun kıyısında durdu. „
• „Cehennem dediğin nedir ki?, Onu görsem hırkamın ucuyla söndürüveririm.“
• „Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim.“ Ne de büyük zuhurum var.“ [3]
• „ Allah beni bir defa yükseltti, önüne oturttu ve bana şöyle dedi: „Ey Ebû Yezid, yaratıklarım seni görmeyi arzuluyorlar.“ Bunun üzerine ben dedim ki; „Beni vahdaniyetinle donat ve Sen`in benlik elbiseni bana giydir ve beni ehadiyetine yükselt, ta ki, yaratıkların beni gördüklerinde diyebilsinler: „Seni( yani Allah`ı ) gördük ve Sen O`sun“ Fakat Ben (Ebû Yezid) orada olmam“, Hak`kı Hak`la gördüm, ve bir zaman Hak`da Hak`la birlik oldum. Ne nefes, ne dil, ne kulak, ne başka birşey vardı. Vakta ki, Tanrı kendi nurundan bana göz verdi, o zaman O`na O`nun nuruyla baktım ve O`nu kendi bilgisiyle gördüm, O`nun lutfunun diliyle, kendisiyle görüştüm: „ Seninle benim hâlim nasıldır ?“ dedim. Bana „Ben seninle senim. Senden başka Allah yok“ dedi. [4]
A - TASAVVUF NEDİR ?
Bu soruya geçmeden önce hemen bir tesbit yapmak gerekmektedir. Günümüzde hem Türkiye`de hem de diğer İslam ülkelerinde „Tasavvuf“ kavramı Kur`anda sık sık vurgulanan „takva“ kavramı ve buna denk gelen „züht“ kavramıyla eşdeğer yani aynı kabul edilmektedir. Hatta bazı kardeşlerimizce Tasavvuf, takvalı bir hayat sürmek şeklinde anlaşılmaktadır.
İbadetleri ihlasla ve titizlikle yapmak, Allahü Tealaya gerektiği gibi kul olmak, tüm hayatında Peygamberimizi örnek alarak o`nun sünnetine sımsıkı sarılmak, harmlara azamî dikkat etmek, Kur`an-ı hayatının merkezine oturtmak gibi başlıklarda toparlayabilecegimiz İslamın öngördüğü „Takvalı hayata“ karşı olmak veya bu yolda çaba sarfeden müslümanları eleştirmek aklı başında olan hiçbir Müslümanın yapacağı bir iş değildir.
Tasavvuf`un İslami temellerini delillendirmeye çalışan insanlar hep Kur`andaki takva ayetlerine vurğu yapmaktadırlar. Ancak Abbasiler zamanında doğan ve uzun bir sürede sistemleşen ve günümüze kadar gelen tasavvuf ekolü İslamdan bazı renkler barındırsa da hiçbir zaman İslam´ın öngördüğü „takvalı yaşam“ ile örtüşmemektedir.
Biz bu bölümde Tasavvuf`un „Takvalı bir hayat yaşamak“ olmadığını , kaynağının sadece Kur`an ve Sünnet olmadığını, İslamdan daha çok batıl inançlardan , yani İran ve eski Mezopotamya'daki Budizm, Maniheizm gibi dinlere dayalı Hind-İran mistik kültürlerinden, Hellenistik dönemin Gnostik ve Neoplatonik fel*sefi etkilerinden, ve nihayet köklü bir Yahudi ve Hıristiyan mis*tik geleneğinin kalıntılarından oluşan bir sentez olduğunu anlatmaya çalışacağız.
“Tasavvuf; bütün kurumları, ürettiği düşünceleri, yöntemleri, akaid ve ibadet biçimleri itibariyle, antik dönemlerden itibaren süregelen, nev-i şahsına münhasır, felsefî bir akımdır.
Esasen, tasavvufun tamamen hayale dayalı, akıl ve mantıktan uzak, yoğun mistik yüzü hesaba katılırsa, onun, aklî ve tecrübî bir dayanağı olan felsefe kadar bile haysiyeti olduğunu iddia etmek zordur. Zira feylesof, aklî, mantikî olmayaı reddetmeyi düstûr sayar. Oysa tasavvufî ekol akla düşmandır, düşünmekten men eder. [1]
Sûfî, akıl ve vahiy yerine, kendisinin de izah edemediği, aşk, hâl, iç deneyim, keşf, marifet, ilham, cezbe gibi şeytanî mi, Rahmani mi olduğunu bile tesbit edemediği halüsinasyonların, hezeyanların adamıdır.
O halde, yukarıda sözünü ettiğimiz, temel sorulara cevap arayan insanoğlu, genel olarak üç ana çizgi üzerindedir, denebilir.
1- Tüm sorularını İlahi vahiyle en kesin şekilde halleden mü'minler... 2- Vahye gözünü yumarak, akıl ve idrakle tüm sorunlarının cevabını bulacağına inanan filozoflar (Rasyonalistler). 3- Vahye ve akla arkalarını dönerek, çile, riyazet, inziva ve duygularda yoğunlaşarak, aşk'la gerçeği bulacağını vehmeden, şizofrenler. Öyle görünüyor ki, insanlık var olalı beri bu yöntemleri kullanagelmiştir.
Bir müslüman olarak, buraya kadar anlattıklarımda, benim yadırgadığım, rahatsızlık duyduğum ya da beni doğrudan alâkadar eden bir anormallik yoktur. İman ve inkâr İlahi iradenin doğal bir sonucudur. Hatta hayal gücü gelişmiş sûfi'yi de bir oranda doğal bulabiliriz. Ancak; kökleri çok eski dönemlerde olan sufiliğin (Mistizm'in) İslam'a maledilmesi, hatta İslâm'ın tasavvufa maledilmesi, benim problemimin başladığı noktadır. Ve bu yazının kaleme alınış nedeni de budur.İslâm'la kök olarak, mahiyet ve keyfiyet olarak benzerliği bir yana, taban tabana zıt olan bir anlayışın 'İslâm'ın özü" olarak tanıtılması büyük felâkettir. Büyük oranda müslüman okur-yazar takımına da bulaşan bu kiri temizlemek her mümin'e vazifedir.[2]
B - ASRI SAADET´TE TASAVVUF VARMIYDI ?
Arapça suf, yunanca sophia (hikmet) veya Ashabı Suffa`ya izafeten verildiği söylenen bu isim aslını nereden alırsa alsın, çıktığından, kullanılmaya başlanıldığından bu yana bilhassa müslümanlıkta önem kazanmış, yayılmış ve nerede ise asıl İslam veya İslam’ın aslı sayılagelmiştir.
Araştırmacılar tasavvufun en erken hicrı ikinci asırda çıktığını söylüyorlarsa da, daha sonra yapılan araştırmalar bu sanının yanlışlığını ortaya çıkarmış, başlangıcının miladı sekizinci yüzyıl sonu ve dokuzuncu yüzyıl başları olduğunu ortaya koymuşlardır.
Tasavvufun her ne kadar başlangıcını Hz. Peygamber'in (sav) şahsına, onun en yakın arkadaşlarından Hz.Ebu Bekir ve Hz.Ali’ye ve daha sonra başkalarına dayamak isterlerse de gerek Kur'an'ı ahlak edinen Peygamber'de, gerekse kendilerini ona benzetmeye çalışan arkadaşlarında ve tabii en temelde Kur'an'da tasavvufla ilgili açık ve anlaşılır motiflere rastlamak mümkün değildir.
Zaten Rabbimiz Takva ve Zühd`ün sınrırlarını çizmişekli oruç tutmayı, geceleri yatmamayı ve sürekli ibadet edip dünyayla ilgiyi kesmeyi müminlere men etmiştir.
Bu konuda Mâide 87,88 ayetleri bize bir bakış açısı vermektedir. Allahü Teala şöyle buyurur:
87- Ey iman edenler! Allah'ın size helal kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah sınırı aşanları sevmez.
88- Allah'ın size helal ve temiz olarak verdiği rızıklardan yeyin ve kendisine iman etmiş olduğunuz Allah'tan korkun.
Bu Ayeti Kerimelerin nuzul sebebine baktığımızda şunları görüyoruz: Peygamberimiz (sav) birgün arkadaşlarına Cehennemi ve dehşetini anlatmış ve onları cehennemden sakındırmıştı.
Ashabdan bazıları bundan etkilenerek Osman bin Mazun`un (r.a) evinde toplanmışlar, daima oruçlu olmaya, döşek üzerinde uyumamamya, et ve yağlı yememeye, kadınlara yaklaşmamaya, koku sürünmemeye ve sürekli ibadet etmemeye aralarında karar verirler. Bu haber Rasulullah`a (sav) ulaşınca : “ Ben böyle emrolunmadım, muhakkak ki nefsinizin üzerinizde hakkı vardır. Oruç tutunuz, iftar da ediniz, Namaz kılinız, uykuda uyuyunuz. Ben Namaz kılarım, uyku uyurum, oruç da tutarım, iftar da ederim, et de yerim yağ da yerim, kadınlarada yaklaşırım ve Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir” buyurmuştur.
Bunu dışında Sahabelerden bazılarının günlerce belki aylarca kimseden habersiz ve kendi kendilerine mütemâdiyen akşama kadar oruç tuttukları ve sabaha kadar da nafile namaz kıldıkları, hanımları tarafından kendisine aktarılınca Peygamber'in: "Size ne oluyor? Ben size gönderilmiş Allah'ın elçisi değil miyim? Ben oruç da tutuyorum, yemek de yiyorum. Namaz da kılıyorum, hanımlarımla da yatıyorum" dediğini kaynaklar aktarıyor.
Her ne kadar Sahabeyi Kiram`ın bazılarında tasavvufu çağrıştıracak bazı temayüller görülmüşse de buna muttali olan Hz. Peygamberin bu yönelişleri hemen önlemeye çalışması da göstermektedir ki sûfiliğin İslamla doğrudan bir alakası bulunmamaktadır.
C - HİCRİ 1.YÜZYIL : KİŞİSEL ZÜHD HAREKETLERİ
Mensubu olduğu inancın bazı unsurlarına ağırlık veren, bireysel konularda daha fazla yoğunlaşan kişilerin her toplumda bulunduğunu belirtmiştik. Bu yargımızın Rasulullah (sav)`ın dönemi içinde geçerli olduğunu görüyoruz.
Kaynakların bildirdiğine göre sahabeden bazıları gündüzleri hep oruçlu olmak, çokca namaz kılmak, evli olduğu halde bekar hayatını yaşamak gibi kararlar verirler. Bazı sahabelerin kendilerini böyle zor ibadetler ve davranışlar altına sokmak istemeleri başta Rasulullah (sav) tarafından tasvip görmez ve bu durum engellenir. Kendisini bu tür yükümlülükler altına sokmak isteyen Ebu Derda`ya karşı Selman-ı Farisi`nin şu sözleri Rasulullah (sav) tarafından aynen tasvip görür :“ Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır, ailenin senin üzerinde hakkı vardır. O halde sen de her hak sahibine hakkını ver. „
Rasulullah (sav)`ın tasvip etmediği sözkonusu durum, onun vefatından sonra tekrar oluşur. Bunun başlıca nedeni, müslüman toplumu etkileyen yeni şartlardır. Siyasi, ekonomik, ideolojik açıdan meydana gelen başdöndürücü değişiklikler zühd eğilimli kişileri etkiler. Böylelikle, özellikle siyasi hayatın açtığı olumsuzluklardan uzak kalmak isteyenler, içe kapanmayı tercih ederler. Ayrıntılarını önceki sayfalarda işlediğimiz değişikliklerin kişisel zühd hareketlerini oluşturması tabiidir.
Ancak bunun kişisel bir durum olmaktan çıkıp, ayrı bir inanç ve yaşantı biçimi hale gelmesinde başka nedenler aramak gerekir. Bu yöndeki en önemli etki de ideolojik etkileşme sonucunda farklı kültürlerden gelen mistik unsurlar ve bunların zühd hayatını benimsemiş olanlarca kabul görmesidir.
Hayata karşı bir konum belirleme olan zühd anlayışı, siyasi hayatın getirdiği karışıklıklar ve sorumsuz davranışlar nedeniyle bir otokritik olarak başlar. Anlamsız ve cüretkar davranışlar, olaylar, karışıklıklar zühd hareketi mensuplarını sadece ahiret hesabında yoğunlaşmaya iter ve cehennem korkusu bunların kalp ve kafakarını en çok meşgul eden unsur olur.
Bu doğru temeller üzerine oluşan tavrın yanlışı, ahiret hesabının konusu olarak sadece kişisel yaşantının gerektirdiği özelliklerin düşünülmesi, toplumsal konulardan kaçınılmasıdır. Ancak yine de bu insanların normal eğilimden farklı isim almayı gerektirecek kadar faklı özelliklere sahip oldukları tam olarak söylenemez. Kuvvetli günah şuuru, kalplere hakim olan Allah korkusu ve ortama hakim olan haksızlıklar karşısında dünyadan yüz çevirme eğilimi zamanla bir disiplin olma eğilimi haline gelir.
Bu dönemin, sonrakilerden ayıran en temel özelliklerinden bazıları şunlardır ; sufi ismi hala mevcut değildir, Naslarla belirlenen sınırlar hiç bir zaman aşılmaz veya onu aşmaya yönelik farklı yorumlar oluşturulmaz. Zahir-Batın ayrımı(birbirine zıt olacak boyutlarda) , fena, beka, şeyh, marifet, keşf, mürid, tarikat, sath, cem-fark ve sonraki tasavvuftaki anlamıyla veli, keramet, şefaat gibi kavram ve fikirlere rastlanmaz. Dönemin temel karakteri kişisel ibadetlere ağırlık veren, sosyal hayatla olan ilişkileri asgariye indirmiş tutum ve davranışlardır.
D - HİCRİ 2. YÜZYIL : TASAVVUF DOĞUYOR
Önceleri zühd eğilimli olan bazı şahısların, içinde bulundukları konum ve tavırlarının diğer müslümanlarınkinden farklı tonda olduğunu belirtme ve kendi farklarını açığa çıkarma eğilimi 2. yüzyılda başgösterir.
Bilimler tarihinde de olduğu gibi, bir disiplinin oluşması, kendine özgü ve sınıları belirleyecek kavramların oluşmasıyla doğrudan ilgilidir. 1.Yüzyılda normal eğilimden biraz farklı olan tavırlar her ne kadar görülmüşse de, du durum yeni ve farklı olan kavramların oluşmasına yol açmamıştı.
Fakat zamanla büyür, gelişir. İşte o zaman bir isme ihtiyaç hissedilir. Kaynakların biraz ihtilaflı olarak bildirdiğine göre, sûfi ismini ilk defa kullanan ve kendine isim olarak seçen kişi Ebu Haşim el-Kufi (H. 150/M. 767) dir. Bazı kaynaklar da Cabir İbn Hayyan`ı belirtmektedirler.
Ancak bunlardan hangisi farklı br isim alma ihtiyacı hissederse hissetsin önemli olan şahıs değil, bu farkın resmen oluşmuş olmasıdır ve bunun tarihi de ikinci yüzyıldır.
Bu arada Ebu Haşim ve Cabir`in Kufe`li olmaları da ayrıca bir öneme sahiptir.
Zaten, kelamda olduğu gibi tasavvufun da ayrı bir disiplin olarak oluşmasını sağlayan ortam, farklı inanç mensubu kişilerin toplandığı Irak bölgesidir. Bu sûfilik hareketinin içinde bulunduğu şartların ve konumun bir ürünü olduğunu da açığa çıkarmış olmaktadır. Zaten daha önceki sayfalarda belirtildiği gibi bu özelliğiyle tasavvuf hareketi (genel anlamda) çok farklı kültürler ve inançlardan beslenen ancak islam toplumunda yaşayan bir olgu durumundadır.
Tolumun genel yapısına hakim olan anlayıştan farklı olma ihtiyacı, yeni bazı anlayışların oluşmasına yol açar. Farklı anlayışların en çok yoğunlaştığı alan ibadetler konusu olur.
İleriki yüzyıllarda asıl konuyu oluşturacak olan farklı inançlar oluşturma eğilimi bu yüzyılda görülmez. Kur`an`da da ifadesini bulan takva, zahidlerin dayanak noktası olur. „Giyecek, içecek ve yiyecekte haram ve şüpheli şeyleri terk etme“ biçiminde dile getirilen takva anlayışı, bir müddet sonra dünyayla ilişkiyi asgariye indirmeye dönüşür.
Bütün bir ömrü bekâr geçirme, evlilik aleyhtarı olma, hayvansal gıdalardan kaçınma, yeni tavrın ilk habercileri durumundadır. Hatta evlilik aleyhtarlığını şu sözlerle ifade edenlere bile rasrlanır:“ Bir kadının kokusunu duymaktansa, bir cesedin kokusuyla burun deliklerimin dolmasını tercih ederim.“
Evliliğe karşıtlıkları bu derecede olmasa bile Hasan-ı Basri ve Rabiat-ül Adeviyye de bekar kalmayı tercih ederler. Rabiat-ül Adeviyye çeşitli vesilelerle kendisine sorulan sorulara genelde, Allah sevgisini herşeye tercih ettiği şeklinde cevap vermeyi uygun görür. Anlatıldığına göre, rüyasında Rasûlulah (sav)`ı görür ve Rasûlullah, kendisini sevip sevmediğini sorduğunda o şu cevabı verir :“Allah`a karşı beslediğim sevgi ve aşk beni o derece kaplayıp bürüyor ki, geride ne nefret edecek bir şey ne de ondan başkasına ayıracak bir sevgi imkanı kalıyor. „
Bu sözler ne derece doğrudur bilemeyiz ancak şu anda bildiğimiz bir şey var ki, bu da züht hareketi olarak başlayan ve ikinci yüzyılda ayrı sistem haline gelme durumundaki eğilimin, zamanla oluşacak olan felsefî temelinin ilk habercileri bu sözler ve bu tavırlar olur. Bunlar artık geçmiş yüzyıla oranla bazı şeylerin değişmeye başlamış olduğunun işaretleridir.
Düşünce ve yaşantıda farklı olma ihtiyacı, bazılarını inzivaya çekilmeye sevkeder. İkinci yüzyılda inziva hareketinin de zahidler tarafından ilgi görmeye başladığına şahit oluyoruz. Belh`li İbrahim Ethem (Ö. H.160/M.777) inziva hayatını tercih edenlerin ilklerindendir. O, bu durumla ilgili olarak şunları söyler:“Eğer Allah`ın dostu olmak, ya da O`nun tarafından sevilmeyi istiyorsan dünyayı ve âhireti terket onlara rağbet etme. Nefsini onlardan boşalt ve yüzünü Allah`a çevir.“ [7]
Bunun yolu ise sonradan sistemleşen şekliyle on esası (usûlp Aşere) yerine getirmekten geçer. Ünlü sûfilerden Necmûddin Kübra`nın belirttiğine göre on esası oluşturan unsurlar şunlardır:
1-Beden temizliği
2-Devamlı susamak
3-Halvet
4-Devamlı oruç
5-Devamlı zikir
6-Teslimiyet
7-Hatıra birşey getirmemek
8-Kalbi şeyhle rabtetmek (bu anlayış 2. yüzyılda henüz oluşmamıştı)
9-Ancak mecburiyet halinde uyumak
10- Yeme ve içmede orta yolu izlemek. [8]
Sözkonusu bu esaslar tasavvuf hareketinin ilk somut temellerinden ve o zamana oranla normal eğilimden farklı tavırları ifade eden şeyler olur. Artık tasavvuf doğmaktadır.
E - HİCRİ 3. YÜZYIL: BEYAZÎD BİSTÂMİ, CÜNEYD-İ BAĞDADİ
Hicri 3. yüzyıl Tasavvuf tarihinde önemli bir dönemi oluşturur. Çünkü bu dönemde öncekilere oranla daha büyük değişiklikler ve gelişmeler kaydedilmiştir. İlk iki asrın şeriatın sınırlarını pek zorlamayan zühd hareketi, artık büyük oranda geride kalmıştır. Sûfiler yollarının İslâm inancı içerisinde (!) genel eğilimden farklı bir yol olduğunun bilincine varırlar.Bunun etkisiyle farklı kültürlerden bazı inançlar alınarak tasavvufa dahil edilir. Bunların en önemlileri tenasuh ve hulul inançlarıdır.
Tenasuh iki biçimde anlaşılır :
1. Ruhun değişik varlıkların vücutlarında dünya hayatına devam etmesi veya ilahi varlığın dünya varlıkları arasında taksimi.
2. . Tenasuh inancının daha ileri safhasını oluşturan, ilahi varlığın dünya varlığının bünyesine girmesi veya ilahi varlığın dünya varlığı şeklinde görülmesi
zamanla kabul edilen asıl anlam olur. Diğeri büyük oranda unutulur.
Bu anlayışlar şath gibi yeni kavramların ve konumun oluşmasına yol açar. Artık bazı Sûfiler ilâhi varlığa ulaştıklarını, onunla bir olduklarını veya ilahî varlığın kendilerinde bulunduğunu iddia etmeye başlarlar.
Bütün bunlar önceki yüzyıllara oranla tasavvuf açısından büyük değişiklik ve yeniliklerdir. Ancak değişiklikler bu kadar da değildir. Bu dönemde hûlul düşüncesinin kabul edilmesi daha sonraki dönemlerde oluşacak olan Vahdet-i vucûd inancına temel olur.
Böylelikle varlığın birliği anlamına gelen, bütün var olanları bir, aynı kabul etme inancı oluşur.
2. yüzyıl zahidlerinden Rabia`da anlam bulan İlahî sevgi kavramı bu yüzyılda iyice geliştirilir. İlahi aşk anlamına gelen ve felsefi bir temele sahip olan Aşk inancı oluşur. Tasavvufun temelinde yerini alır. Allah`ı çok sevmek, sadece onu sevmek anlayışı, Rasûlun fonksiyonlarıyla da geri plana itilmesinin örtüsü olur. Çünkü sevilecek tek varlık Allah`tır ve kul onunla bir olarak bilgisini ondan alır. Temel anlayış budur. Bu aracısız bilgidir ve peygamberin fonksiyonunu bile anlamsız (!) kılar. Bunun tasavvufi literatürde ismi Keşf`tir.
Yunan, Fars, Hint kültü ürünlerini kapsayan kitapların Arapçaya tercüme edilmesi, zamanın bazı sûfileri için değerli bir fırsat olur. İlâhi sevgi, varlıkta birlik gibi inançları felsefî bir tarzda ifade edebilme şansı elde edilmiş olunur.
Bu arada özellikle pagan toplumlardan öğrenilen sihir, tılsım, cifr, harflerin esrarı, simya, astroliji gibi şeyler de bazılarınca büyük bir şevkle kabullenilip uygulanır.
3. Yüzyılda iki düşman kardeşde gelişme safhasındadır. Bunlardan birisi tasavvufken diğeri kelâmdır. İslâm inancı kelâm ile tasavvuf arasında parsellenir. Kelâmcılar itikadi konuları, Sûfîler ibadetler bölümünü ilgi alanları haline dönüştürürler. Böylelikle İslam`da yapay bir şekilde iman-amel ayrımı oluşturulur.
Bu ayrım Kültür İslâmı`nın oluşmasında hiçte küçümsenmeyecek bir fonksiyona sahip olur. Önemli roller üstlenir. Ancak zamanla kelâm tamamıyla felsefeleşirken, tasavvuf da yeni benimsediği ve oluşturduğu inançların etkisiyle biraz kelâmlaşır.
Bu safhada ruh, nefs, kalb, keşf, marifet, fenâ, bekâ gibi kavramlar tasavvuf düşüncesinin şekillendiği önemli odak noktaları olur.
Zâhir-Bâtın ayrımı iyice belirğinleşir.
Bâtîni konuları kendilerine ihtisas alanı kabul eden sûfiler inançlarının doğruluğunu ispatlamak için zâhir dedikleri şeriatın Kitap ve Sünnet`te anlamını bulan sınırlarını değiştirir, ulemayı kendilerine saldırı alanı seçerler. Hareket, ekol haline gelir. Yeni fertler yeni inaçlar oluşturan düşünce ekolü oluşmuş olur.
Ancak ilğililer tarafından İslâm`ın bazı ibadetleri hala uygulanmaktadır. Bu yüzyılda marifete erişince ibadet sorumluluğunun düştüğü inancı henüz oluşmamıştır. İlgili ibadetler reddedilmez ancak yeni yorum ve unsurlarla değişik ibadet biçimleri oluşturulur.
Bunlar içerisinde en çok kabul gören zikir olur. Kur`an`da çok farklı anlamlarda kullanılan zikr, sûfiler tarafından sadece bazı kelime ve cümlelerin sürekli tekrarı biçiminde anlaşılır ve kabul edilir. Belirli sayılarda ifade edilen Allah, Sübhanallah, Allah-u Ekber gibi sözler diğer ibadetlerden (namaz, oruç, hacc vs.) daha çok rağbet gören tasavvufa özgü olan bir ibadet anlayışına dönüşür. [8]
Hicri 3. yüzyıl, tasavvufun en canlı dönemi durumundadır. Kişisel zühd hareketinden felsefî, itikadî bir sistem haline dönüşen hareket, bu yüzyılda asıl kimliğini kazanmaya başlar.
Oluşan sistemi öğretecek şeyhler ve onlardan tasavvufu öğrenmek isteyen müridler görülmeye başlanır.
Farklı kültür ve inançlardan birçok unsurlar ve özellikler alınarak hazmedilir, yeni bir kalıba dökülür. Artık hareket sadece toplumdan uzak durmak isteyen mistik ruhlu kişilerin değil, toplumu ilgilendiren bir düsünce akımı haline gelir; sistemleşir, olğunlaşır.
Öğretinin sağlıklı gelişmesi için şeyh-mürid ilişkisi kesin kurallara bağlanır.
Sonradan hadis diye nitelenecek olan, aslında Beyazıd Bistâmi`nin sözü olan „Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır“ sözü bir nass muamelesi görür.
Bazıları Tanrıyla bir olacak kadar yüceldikleri iddiasını ileri sürerler. Bunlar kullar için farz olan ibadetlerin kendilerinden kalktığını iddia edenlerin bir anlamda ilkleri olurlar.
Bu durum ileride büyük ilgi görecek ve İslamî yaşantıya sahip olmayanların sığınağı haline gelecek olan tasavvuf, belirli durumlarda ibadetlerden sorumlu olmama anlayışını oluşturacaktır.
Şeyhlik iddiasında bulunanlar öğretilerini halka anlatmaya başlarlar. Bu inanç ve düşünceler halk açısından büyük ilgiyle karşılanır. Fazla geçmeden de kabul görür. [9]
Zaten İslâm`ı tam bilmeyen halâ eski inançları üzerinde müslüman kimliğiyle varlıklarını devam ettirenler bu vesileyle tasavvufu kendilerine sığınacak bir barınak olarak görürler. Çünkü genel kabul görmesi nedeniyle tasavvufun belirli meşrulaştırıcılığı söz konusu olmaya başlamıştır.
Önceleri sistemsiz olan tasavvufî düşünceyi, ilk defa sistemleştirme girişiminde bulunan kişı, Zün-Nun el-Mısrî olur. Kendinden önceki zahid ve sûfilerin düşüncelerini birleştirip, geliştirir, Halkın anlayacağı şekle sokar.
Düşüncesinin en büyük iddiasını Allah`a ait bilginin ancak vecd yoluyla elde edilebileceği inancı oluşturur. Ona göre vecde sahip olmak için tasavvufa mensup olmak şarttır.
Böylelikle o Allah`a ulaştıran bilgiyi elde etmenin safhalarını ve şartlarını belirler ve bunları belirli bir sistem halinde ifade eder.
Onun bütün bu çalmaları zındıklıkla suçlanacak kadar tepki çekerse de zamanla ortalık yatışır. Hatta başta onu suçlayanlar zamanla onu önder kabul ederler.
Döneme ismini verecek kadar önemli olan diğer bir şahsiyet Beyâzid Bistâmî`dir. Horasan`ın Bestam şehrinde doğan ve Zerdüşt bir geçmişe sahip bir ailenin çocuğu olan Beyazîd, tasavvufa temel olacak bazı esaslar oluşturur, yeni inançlar getirir.
Bunların en önemlisi Bir`de yok olma ve şathiyedir. Bir`de yok olma inancı Vahdet-i Vucûd inancının habercisi durumundadır. Hint okenli Bir`de yok olma inancını Beyâzıd, Ebû Ali el-Sındî`den alarak tasavvufa dahil eder.
Buna göre kişi ruhî ve bedenî bazı imtihanlara muhatap olur ve başarırsa Tanrı`yla bir olma durumuna erişir. Bu Kulun Tanrı katına çıkması biçiminde gerçekleşebileceği gibi, Tanrının kulun seviyesine inmesi biçiminde de gerçekleşir. Bu gerçekleştiğinde de Tanrı-kul ayrılığı kalkmış olur. (el-fenâ fi`t Tevhid) (ikilik yok olur)
Kendisini Tanrıyla bir olarak gören kişi de elbetteki normal insana oranla farklı özellikler taşıyacaktır. Bu özellikler, Bistamî`de nasslara tamamen aykırı şekilde açığa çıkan şathlar olur. Sûfînin kendi varlık ve benliğinden habersiz hale geldiği, sekr halinde iken söylediği ve nasslara ters görünen sözler anlamındaki şathlar, sonradan tamamıyla tasavvufun en önemli konu ve kavramlarından birisi olur. Sûfilerin iddiasına göre cezbe ve vecd haline erişen bir sûfi duyular aleminin dışına çıktığı için, o anda duyular alemiyle uyuşmayan sözler sarfeder.
Bu sözlerin sûfinin o andaki durumuyla ilgili olduğu, o hali yaşamayanların bu durumu bilemeyeceği iddia edilir.
Tasavvuf mensubu olmayanlar tarafından en çok eleştiri konusu edilmiş olan bu şathlar sûfiler tarafından arzulanan ve ulaşılmaya çalışılan bir halin ifadesi olarak görülmüş ve savunulmuştur. Onlar bu durumu içkiyle sarhoş olan kişinin farklı aleme geçip, (öyle zannedip) sarhoş olmayanlara ters gelen şeyle ifade etmesine benzetirler ve böylelikle durumlarını açıklayıp meşrulaştırmaya çalışırlar. Ancak bu açıklamalar inandırıcı olmamıştır ki, şathlar bir çok sûfinin hayatına mal olmuştur.
Çok sayıda sûfide şath açığa çıkmasına rağmen şath denildiğinde özellikle iki isim akla gelir, bunlardan birisi Beyâzıd iken, diğeri gelecek yüzyılın sûfilerinden Hallac-ı Mansur`dur.
Onların isimleri şathla bütünlük sağlayacak kadar tanınır olmuştur.
Beyâzıd`ın şathlarına örnek verecek olursak, o şunları söyler:„
• Öyle bir deniz geçtim ki, Peygamberler onun kıyısında durdu. „
• „Cehennem dediğin nedir ki?, Onu görsem hırkamın ucuyla söndürüveririm.“
• „Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim.“ Ne de büyük zuhurum var.“ [3]
• „ Allah beni bir defa yükseltti, önüne oturttu ve bana şöyle dedi: „Ey Ebû Yezid, yaratıklarım seni görmeyi arzuluyorlar.“ Bunun üzerine ben dedim ki; „Beni vahdaniyetinle donat ve Sen`in benlik elbiseni bana giydir ve beni ehadiyetine yükselt, ta ki, yaratıkların beni gördüklerinde diyebilsinler: „Seni( yani Allah`ı ) gördük ve Sen O`sun“ Fakat Ben (Ebû Yezid) orada olmam“, Hak`kı Hak`la gördüm, ve bir zaman Hak`da Hak`la birlik oldum. Ne nefes, ne dil, ne kulak, ne başka birşey vardı. Vakta ki, Tanrı kendi nurundan bana göz verdi, o zaman O`na O`nun nuruyla baktım ve O`nu kendi bilgisiyle gördüm, O`nun lutfunun diliyle, kendisiyle görüştüm: „ Seninle benim hâlim nasıldır ?“ dedim. Bana „Ben seninle senim. Senden başka Allah yok“ dedi. [4]