Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

unutulan gerçek (2 Kullanıcı)

sahiner

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Eyl 2007
Mesajlar
410
Tepki puanı
0
Puanları
0
1 - TASAVVUF`UN OLUŞUMU VE GELİŞİMİ
A - TASAVVUF NEDİR ?
Bu soruya geçmeden önce hemen bir tesbit yapmak gerekmektedir. Günümüzde hem Türkiye`de hem de diğer İslam ülkelerinde „Tasavvuf“ kavramı Kur`anda sık sık vurgulanan „takva“ kavramı ve buna denk gelen „züht“ kavramıyla eşdeğer yani aynı kabul edilmektedir. Hatta bazı kardeşlerimizce Tasavvuf, takvalı bir hayat sürmek şeklinde anlaşılmaktadır.
İbadetleri ihlasla ve titizlikle yapmak, Allahü Tealaya gerektiği gibi kul olmak, tüm hayatında Peygamberimizi örnek alarak o`nun sünnetine sımsıkı sarılmak, harmlara azamî dikkat etmek, Kur`an-ı hayatının merkezine oturtmak gibi başlıklarda toparlayabilecegimiz İslamın öngördüğü „Takvalı hayata“ karşı olmak veya bu yolda çaba sarfeden müslümanları eleştirmek aklı başında olan hiçbir Müslümanın yapacağı bir iş değildir.
Tasavvuf`un İslami temellerini delillendirmeye çalışan insanlar hep Kur`andaki takva ayetlerine vurğu yapmaktadırlar. Ancak Abbasiler zamanında doğan ve uzun bir sürede sistemleşen ve günümüze kadar gelen tasavvuf ekolü İslamdan bazı renkler barındırsa da hiçbir zaman İslam´ın öngördüğü „takvalı yaşam“ ile örtüşmemektedir.
Biz bu bölümde Tasavvuf`un „Takvalı bir hayat yaşamak“ olmadığını , kaynağının sadece Kur`an ve Sünnet olmadığını, İslamdan daha çok batıl inançlardan , yani İran ve eski Mezopotamya'daki Budizm, Maniheizm gibi dinlere dayalı Hind-İran mistik kültürlerinden, Hellenistik dönemin Gnostik ve Neoplatonik fel*sefi etkilerinden, ve nihayet köklü bir Yahudi ve Hıristiyan mis*tik geleneğinin kalıntılarından oluşan bir sentez olduğunu anlatmaya çalışacağız.
“Tasavvuf; bütün kurumları, ürettiği düşünceleri, yöntemleri, akaid ve ibadet biçimleri itibariyle, antik dönemlerden itibaren süregelen, nev-i şahsına münhasır, felsefî bir akımdır.
Esasen, tasavvufun tamamen hayale dayalı, akıl ve mantıktan uzak, yoğun mistik yüzü hesaba katılırsa, onun, aklî ve tecrübî bir dayanağı olan felsefe kadar bile haysiyeti olduğunu iddia etmek zordur. Zira feylesof, aklî, mantikî olmayaı reddetmeyi düstûr sayar. Oysa tasavvufî ekol akla düşmandır, düşünmekten men eder. [1]
Sûfî, akıl ve vahiy yerine, kendisinin de izah edemediği, aşk, hâl, iç deneyim, keşf, marifet, ilham, cezbe gibi şeytanî mi, Rahmani mi olduğunu bile tesbit edemediği halüsinasyonların, hezeyanların adamıdır.
O halde, yukarıda sözünü ettiğimiz, temel sorulara cevap arayan insanoğlu, genel olarak üç ana çizgi üzerindedir, denebilir.
1- Tüm sorularını İlahi vahiyle en kesin şekilde halleden mü'minler... 2- Vahye gözünü yumarak, akıl ve idrakle tüm sorunlarının cevabını bulacağına inanan filozoflar (Rasyonalistler). 3- Vahye ve akla arkalarını dönerek, çile, riyazet, inziva ve duygularda yoğunlaşarak, aşk'la gerçeği bulacağını vehmeden, şizofrenler. Öyle görünüyor ki, insanlık var olalı beri bu yöntemleri kullanagelmiştir.
Bir müslüman olarak, buraya kadar anlattıklarımda, benim yadırgadığım, rahatsızlık duyduğum ya da beni doğrudan alâkadar eden bir anormallik yoktur. İman ve inkâr İlahi iradenin doğal bir sonucudur. Hatta hayal gücü gelişmiş sûfi'yi de bir oranda doğal bulabiliriz. Ancak; kökleri çok eski dönemlerde olan sufiliğin (Mistizm'in) İslam'a maledilmesi, hatta İslâm'ın tasavvufa maledilmesi, benim problemimin başladığı noktadır. Ve bu yazının kaleme alınış nedeni de budur.İslâm'la kök olarak, mahiyet ve keyfiyet olarak benzerliği bir yana, taban tabana zıt olan bir anlayışın 'İslâm'ın özü" olarak tanıtılması büyük felâkettir. Büyük oranda müslüman okur-yazar takımına da bulaşan bu kiri temizlemek her mümin'e vazifedir.[2]
B - ASRI SAADET´TE TASAVVUF VARMIYDI ?
Arapça suf, yunanca sophia (hikmet) veya Ashabı Suffa`ya izafeten verildiği söylenen bu isim aslını nereden alırsa alsın, çıktığından, kullanılmaya başlanıldığından bu yana bilhassa müslümanlıkta önem kazanmış, yayılmış ve nerede ise asıl İslam veya İslam’ın aslı sayılagelmiştir.
Araştırmacılar tasavvufun en erken hicrı ikinci asırda çıktığını söylüyorlarsa da, daha sonra yapılan araştırmalar bu sanının yanlışlığını ortaya çıkarmış, başlangıcının miladı sekizinci yüzyıl sonu ve dokuzuncu yüzyıl başları olduğunu ortaya koymuşlardır.
Tasavvufun her ne kadar başlangıcını Hz. Peygamber'in (sav) şahsına, onun en yakın arkadaşlarından Hz.Ebu Bekir ve Hz.Ali’ye ve daha sonra başkalarına dayamak isterlerse de gerek Kur'an'ı ahlak edinen Peygamber'de, gerekse kendilerini ona benzetmeye çalışan arkadaşlarında ve tabii en temelde Kur'an'da tasavvufla ilgili açık ve anlaşılır motiflere rastlamak mümkün değildir.
Zaten Rabbimiz Takva ve Zühd`ün sınrırlarını çizmişekli oruç tutmayı, geceleri yatmamayı ve sürekli ibadet edip dünyayla ilgiyi kesmeyi müminlere men etmiştir.
Bu konuda Mâide 87,88 ayetleri bize bir bakış açısı vermektedir. Allahü Teala şöyle buyurur:
87- Ey iman edenler! Allah'ın size helal kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah sınırı aşanları sevmez.
88- Allah'ın size helal ve temiz olarak verdiği rızıklardan yeyin ve kendisine iman etmiş olduğunuz Allah'tan korkun.
Bu Ayeti Kerimelerin nuzul sebebine baktığımızda şunları görüyoruz: Peygamberimiz (sav) birgün arkadaşlarına Cehennemi ve dehşetini anlatmış ve onları cehennemden sakındırmıştı.
Ashabdan bazıları bundan etkilenerek Osman bin Mazun`un (r.a) evinde toplanmışlar, daima oruçlu olmaya, döşek üzerinde uyumamamya, et ve yağlı yememeye, kadınlara yaklaşmamaya, koku sürünmemeye ve sürekli ibadet etmemeye aralarında karar verirler. Bu haber Rasulullah`a (sav) ulaşınca : “ Ben böyle emrolunmadım, muhakkak ki nefsinizin üzerinizde hakkı vardır. Oruç tutunuz, iftar da ediniz, Namaz kılinız, uykuda uyuyunuz. Ben Namaz kılarım, uyku uyurum, oruç da tutarım, iftar da ederim, et de yerim yağ da yerim, kadınlarada yaklaşırım ve Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir” buyurmuştur.
Bunu dışında Sahabelerden bazılarının günlerce belki aylarca kimseden habersiz ve kendi kendilerine mütemâdiyen akşama kadar oruç tuttukları ve sabaha kadar da nafile namaz kıldıkları, hanımları tarafından kendisine aktarılınca Peygamber'in: "Size ne oluyor? Ben size gönderilmiş Allah'ın elçisi değil miyim? Ben oruç da tutuyorum, yemek de yiyorum. Namaz da kılıyorum, hanımlarımla da yatıyorum" dediğini kaynaklar aktarıyor.
Her ne kadar Sahabeyi Kiram`ın bazılarında tasavvufu çağrıştıracak bazı temayüller görülmüşse de buna muttali olan Hz. Peygamberin bu yönelişleri hemen önlemeye çalışması da göstermektedir ki sûfiliğin İslamla doğrudan bir alakası bulunmamaktadır.
C - HİCRİ 1.YÜZYIL : KİŞİSEL ZÜHD HAREKETLERİ
Mensubu olduğu inancın bazı unsurlarına ağırlık veren, bireysel konularda daha fazla yoğunlaşan kişilerin her toplumda bulunduğunu belirtmiştik. Bu yargımızın Rasulullah (sav)`ın dönemi içinde geçerli olduğunu görüyoruz.
Kaynakların bildirdiğine göre sahabeden bazıları gündüzleri hep oruçlu olmak, çokca namaz kılmak, evli olduğu halde bekar hayatını yaşamak gibi kararlar verirler. Bazı sahabelerin kendilerini böyle zor ibadetler ve davranışlar altına sokmak istemeleri başta Rasulullah (sav) tarafından tasvip görmez ve bu durum engellenir. Kendisini bu tür yükümlülükler altına sokmak isteyen Ebu Derda`ya karşı Selman-ı Farisi`nin şu sözleri Rasulullah (sav) tarafından aynen tasvip görür :“ Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır, ailenin senin üzerinde hakkı vardır. O halde sen de her hak sahibine hakkını ver. „

Rasulullah (sav)`ın tasvip etmediği sözkonusu durum, onun vefatından sonra tekrar oluşur. Bunun başlıca nedeni, müslüman toplumu etkileyen yeni şartlardır. Siyasi, ekonomik, ideolojik açıdan meydana gelen başdöndürücü değişiklikler zühd eğilimli kişileri etkiler. Böylelikle, özellikle siyasi hayatın açtığı olumsuzluklardan uzak kalmak isteyenler, içe kapanmayı tercih ederler. Ayrıntılarını önceki sayfalarda işlediğimiz değişikliklerin kişisel zühd hareketlerini oluşturması tabiidir.
Ancak bunun kişisel bir durum olmaktan çıkıp, ayrı bir inanç ve yaşantı biçimi hale gelmesinde başka nedenler aramak gerekir. Bu yöndeki en önemli etki de ideolojik etkileşme sonucunda farklı kültürlerden gelen mistik unsurlar ve bunların zühd hayatını benimsemiş olanlarca kabul görmesidir.
Hayata karşı bir konum belirleme olan zühd anlayışı, siyasi hayatın getirdiği karışıklıklar ve sorumsuz davranışlar nedeniyle bir otokritik olarak başlar. Anlamsız ve cüretkar davranışlar, olaylar, karışıklıklar zühd hareketi mensuplarını sadece ahiret hesabında yoğunlaşmaya iter ve cehennem korkusu bunların kalp ve kafakarını en çok meşgul eden unsur olur.
Bu doğru temeller üzerine oluşan tavrın yanlışı, ahiret hesabının konusu olarak sadece kişisel yaşantının gerektirdiği özelliklerin düşünülmesi, toplumsal konulardan kaçınılmasıdır. Ancak yine de bu insanların normal eğilimden farklı isim almayı gerektirecek kadar faklı özelliklere sahip oldukları tam olarak söylenemez. Kuvvetli günah şuuru, kalplere hakim olan Allah korkusu ve ortama hakim olan haksızlıklar karşısında dünyadan yüz çevirme eğilimi zamanla bir disiplin olma eğilimi haline gelir.
Bu dönemin, sonrakilerden ayıran en temel özelliklerinden bazıları şunlardır ; sufi ismi hala mevcut değildir, Naslarla belirlenen sınırlar hiç bir zaman aşılmaz veya onu aşmaya yönelik farklı yorumlar oluşturulmaz. Zahir-Batın ayrımı(birbirine zıt olacak boyutlarda) , fena, beka, şeyh, marifet, keşf, mürid, tarikat, sath, cem-fark ve sonraki tasavvuftaki anlamıyla veli, keramet, şefaat gibi kavram ve fikirlere rastlanmaz. Dönemin temel karakteri kişisel ibadetlere ağırlık veren, sosyal hayatla olan ilişkileri asgariye indirmiş tutum ve davranışlardır.

D - HİCRİ 2. YÜZYIL : TASAVVUF DOĞUYOR
Önceleri zühd eğilimli olan bazı şahısların, içinde bulundukları konum ve tavırlarının diğer müslümanlarınkinden farklı tonda olduğunu belirtme ve kendi farklarını açığa çıkarma eğilimi 2. yüzyılda başgösterir.
Bilimler tarihinde de olduğu gibi, bir disiplinin oluşması, kendine özgü ve sınıları belirleyecek kavramların oluşmasıyla doğrudan ilgilidir. 1.Yüzyılda normal eğilimden biraz farklı olan tavırlar her ne kadar görülmüşse de, du durum yeni ve farklı olan kavramların oluşmasına yol açmamıştı.

Fakat zamanla büyür, gelişir. İşte o zaman bir isme ihtiyaç hissedilir. Kaynakların biraz ihtilaflı olarak bildirdiğine göre, sûfi ismini ilk defa kullanan ve kendine isim olarak seçen kişi Ebu Haşim el-Kufi (H. 150/M. 767) dir. Bazı kaynaklar da Cabir İbn Hayyan`ı belirtmektedirler.
Ancak bunlardan hangisi farklı br isim alma ihtiyacı hissederse hissetsin önemli olan şahıs değil, bu farkın resmen oluşmuş olmasıdır ve bunun tarihi de ikinci yüzyıldır.

Bu arada Ebu Haşim ve Cabir`in Kufe`li olmaları da ayrıca bir öneme sahiptir.

Zaten, kelamda olduğu gibi tasavvufun da ayrı bir disiplin olarak oluşmasını sağlayan ortam, farklı inanç mensubu kişilerin toplandığı Irak bölgesidir. Bu sûfilik hareketinin içinde bulunduğu şartların ve konumun bir ürünü olduğunu da açığa çıkarmış olmaktadır. Zaten daha önceki sayfalarda belirtildiği gibi bu özelliğiyle tasavvuf hareketi (genel anlamda) çok farklı kültürler ve inançlardan beslenen ancak islam toplumunda yaşayan bir olgu durumundadır.
Tolumun genel yapısına hakim olan anlayıştan farklı olma ihtiyacı, yeni bazı anlayışların oluşmasına yol açar. Farklı anlayışların en çok yoğunlaştığı alan ibadetler konusu olur.
İleriki yüzyıllarda asıl konuyu oluşturacak olan farklı inançlar oluşturma eğilimi bu yüzyılda görülmez. Kur`an`da da ifadesini bulan takva, zahidlerin dayanak noktası olur. „Giyecek, içecek ve yiyecekte haram ve şüpheli şeyleri terk etme“ biçiminde dile getirilen takva anlayışı, bir müddet sonra dünyayla ilişkiyi asgariye indirmeye dönüşür.


Bütün bir ömrü bekâr geçirme, evlilik aleyhtarı olma, hayvansal gıdalardan kaçınma, yeni tavrın ilk habercileri durumundadır. Hatta evlilik aleyhtarlığını şu sözlerle ifade edenlere bile rasrlanır:“ Bir kadının kokusunu duymaktansa, bir cesedin kokusuyla burun deliklerimin dolmasını tercih ederim.“

Evliliğe karşıtlıkları bu derecede olmasa bile Hasan-ı Basri ve Rabiat-ül Adeviyye de bekar kalmayı tercih ederler. Rabiat-ül Adeviyye çeşitli vesilelerle kendisine sorulan sorulara genelde, Allah sevgisini herşeye tercih ettiği şeklinde cevap vermeyi uygun görür. Anlatıldığına göre, rüyasında Rasûlulah (sav)`ı görür ve Rasûlullah, kendisini sevip sevmediğini sorduğunda o şu cevabı verir :“Allah`a karşı beslediğim sevgi ve aşk beni o derece kaplayıp bürüyor ki, geride ne nefret edecek bir şey ne de ondan başkasına ayıracak bir sevgi imkanı kalıyor. „
Bu sözler ne derece doğrudur bilemeyiz ancak şu anda bildiğimiz bir şey var ki, bu da züht hareketi olarak başlayan ve ikinci yüzyılda ayrı sistem haline gelme durumundaki eğilimin, zamanla oluşacak olan felsefî temelinin ilk habercileri bu sözler ve bu tavırlar olur. Bunlar artık geçmiş yüzyıla oranla bazı şeylerin değişmeye başlamış olduğunun işaretleridir.

Düşünce ve yaşantıda farklı olma ihtiyacı, bazılarını inzivaya çekilmeye sevkeder. İkinci yüzyılda inziva hareketinin de zahidler tarafından ilgi görmeye başladığına şahit oluyoruz. Belh`li İbrahim Ethem (Ö. H.160/M.777) inziva hayatını tercih edenlerin ilklerindendir. O, bu durumla ilgili olarak şunları söyler:“Eğer Allah`ın dostu olmak, ya da O`nun tarafından sevilmeyi istiyorsan dünyayı ve âhireti terket onlara rağbet etme. Nefsini onlardan boşalt ve yüzünü Allah`a çevir.“ [7]

Bunun yolu ise sonradan sistemleşen şekliyle on esası (usûlp Aşere) yerine getirmekten geçer. Ünlü sûfilerden Necmûddin Kübra`nın belirttiğine göre on esası oluşturan unsurlar şunlardır:
1-Beden temizliği
2-Devamlı susamak
3-Halvet
4-Devamlı oruç
5-Devamlı zikir
6-Teslimiyet
7-Hatıra birşey getirmemek
8-Kalbi şeyhle rabtetmek (bu anlayış 2. yüzyılda henüz oluşmamıştı)
9-Ancak mecburiyet halinde uyumak
10- Yeme ve içmede orta yolu izlemek. [8]
Sözkonusu bu esaslar tasavvuf hareketinin ilk somut temellerinden ve o zamana oranla normal eğilimden farklı tavırları ifade eden şeyler olur. Artık tasavvuf doğmaktadır.

E - HİCRİ 3. YÜZYIL: BEYAZÎD BİSTÂMİ, CÜNEYD-İ BAĞDADİ

Hicri 3. yüzyıl Tasavvuf tarihinde önemli bir dönemi oluşturur. Çünkü bu dönemde öncekilere oranla daha büyük değişiklikler ve gelişmeler kaydedilmiştir. İlk iki asrın şeriatın sınırlarını pek zorlamayan zühd hareketi, artık büyük oranda geride kalmıştır. Sûfiler yollarının İslâm inancı içerisinde (!) genel eğilimden farklı bir yol olduğunun bilincine varırlar.Bunun etkisiyle farklı kültürlerden bazı inançlar alınarak tasavvufa dahil edilir. Bunların en önemlileri tenasuh ve hulul inançlarıdır.

Tenasuh iki biçimde anlaşılır :
1. Ruhun değişik varlıkların vücutlarında dünya hayatına devam etmesi veya ilahi varlığın dünya varlıkları arasında taksimi.
2. . Tenasuh inancının daha ileri safhasını oluşturan, ilahi varlığın dünya varlığının bünyesine girmesi veya ilahi varlığın dünya varlığı şeklinde görülmesi
zamanla kabul edilen asıl anlam olur. Diğeri büyük oranda unutulur.

Bu anlayışlar şath gibi yeni kavramların ve konumun oluşmasına yol açar. Artık bazı Sûfiler ilâhi varlığa ulaştıklarını, onunla bir olduklarını veya ilahî varlığın kendilerinde bulunduğunu iddia etmeye başlarlar.
Bütün bunlar önceki yüzyıllara oranla tasavvuf açısından büyük değişiklik ve yeniliklerdir. Ancak değişiklikler bu kadar da değildir. Bu dönemde hûlul düşüncesinin kabul edilmesi daha sonraki dönemlerde oluşacak olan Vahdet-i vucûd inancına temel olur.
Böylelikle varlığın birliği anlamına gelen, bütün var olanları bir, aynı kabul etme inancı oluşur.

2. yüzyıl zahidlerinden Rabia`da anlam bulan İlahî sevgi kavramı bu yüzyılda iyice geliştirilir. İlahi aşk anlamına gelen ve felsefi bir temele sahip olan Aşk inancı oluşur. Tasavvufun temelinde yerini alır. Allah`ı çok sevmek, sadece onu sevmek anlayışı, Rasûlun fonksiyonlarıyla da geri plana itilmesinin örtüsü olur. Çünkü sevilecek tek varlık Allah`tır ve kul onunla bir olarak bilgisini ondan alır. Temel anlayış budur. Bu aracısız bilgidir ve peygamberin fonksiyonunu bile anlamsız (!) kılar. Bunun tasavvufi literatürde ismi Keşf`tir.

Yunan, Fars, Hint kültü ürünlerini kapsayan kitapların Arapçaya tercüme edilmesi, zamanın bazı sûfileri için değerli bir fırsat olur. İlâhi sevgi, varlıkta birlik gibi inançları felsefî bir tarzda ifade edebilme şansı elde edilmiş olunur.

Bu arada özellikle pagan toplumlardan öğrenilen sihir, tılsım, cifr, harflerin esrarı, simya, astroliji gibi şeyler de bazılarınca büyük bir şevkle kabullenilip uygulanır.

3. Yüzyılda iki düşman kardeşde gelişme safhasındadır. Bunlardan birisi tasavvufken diğeri kelâmdır. İslâm inancı kelâm ile tasavvuf arasında parsellenir. Kelâmcılar itikadi konuları, Sûfîler ibadetler bölümünü ilgi alanları haline dönüştürürler. Böylelikle İslam`da yapay bir şekilde iman-amel ayrımı oluşturulur.

Bu ayrım Kültür İslâmı`nın oluşmasında hiçte küçümsenmeyecek bir fonksiyona sahip olur. Önemli roller üstlenir. Ancak zamanla kelâm tamamıyla felsefeleşirken, tasavvuf da yeni benimsediği ve oluşturduğu inançların etkisiyle biraz kelâmlaşır.

Bu safhada ruh, nefs, kalb, keşf, marifet, fenâ, bekâ gibi kavramlar tasavvuf düşüncesinin şekillendiği önemli odak noktaları olur.
Zâhir-Bâtın ayrımı iyice belirğinleşir.

Bâtîni konuları kendilerine ihtisas alanı kabul eden sûfiler inançlarının doğruluğunu ispatlamak için zâhir dedikleri şeriatın Kitap ve Sünnet`te anlamını bulan sınırlarını değiştirir, ulemayı kendilerine saldırı alanı seçerler. Hareket, ekol haline gelir. Yeni fertler yeni inaçlar oluşturan düşünce ekolü oluşmuş olur.

Ancak ilğililer tarafından İslâm`ın bazı ibadetleri hala uygulanmaktadır. Bu yüzyılda marifete erişince ibadet sorumluluğunun düştüğü inancı henüz oluşmamıştır. İlgili ibadetler reddedilmez ancak yeni yorum ve unsurlarla değişik ibadet biçimleri oluşturulur.

Bunlar içerisinde en çok kabul gören zikir olur. Kur`an`da çok farklı anlamlarda kullanılan zikr, sûfiler tarafından sadece bazı kelime ve cümlelerin sürekli tekrarı biçiminde anlaşılır ve kabul edilir. Belirli sayılarda ifade edilen Allah, Sübhanallah, Allah-u Ekber gibi sözler diğer ibadetlerden (namaz, oruç, hacc vs.) daha çok rağbet gören tasavvufa özgü olan bir ibadet anlayışına dönüşür. [8]





Hicri 3. yüzyıl, tasavvufun en canlı dönemi durumundadır. Kişisel zühd hareketinden felsefî, itikadî bir sistem haline dönüşen hareket, bu yüzyılda asıl kimliğini kazanmaya başlar.


Oluşan sistemi öğretecek şeyhler ve onlardan tasavvufu öğrenmek isteyen müridler görülmeye başlanır.

Farklı kültür ve inançlardan birçok unsurlar ve özellikler alınarak hazmedilir, yeni bir kalıba dökülür. Artık hareket sadece toplumdan uzak durmak isteyen mistik ruhlu kişilerin değil, toplumu ilgilendiren bir düsünce akımı haline gelir; sistemleşir, olğunlaşır.

Öğretinin sağlıklı gelişmesi için şeyh-mürid ilişkisi kesin kurallara bağlanır.

Sonradan hadis diye nitelenecek olan, aslında Beyazıd Bistâmi`nin sözü olan „Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır“ sözü bir nass muamelesi görür.

Bazıları Tanrıyla bir olacak kadar yüceldikleri iddiasını ileri sürerler. Bunlar kullar için farz olan ibadetlerin kendilerinden kalktığını iddia edenlerin bir anlamda ilkleri olurlar.
Bu durum ileride büyük ilgi görecek ve İslamî yaşantıya sahip olmayanların sığınağı haline gelecek olan tasavvuf, belirli durumlarda ibadetlerden sorumlu olmama anlayışını oluşturacaktır.
Şeyhlik iddiasında bulunanlar öğretilerini halka anlatmaya başlarlar. Bu inanç ve düşünceler halk açısından büyük ilgiyle karşılanır. Fazla geçmeden de kabul görür. [9]
Zaten İslâm`ı tam bilmeyen halâ eski inançları üzerinde müslüman kimliğiyle varlıklarını devam ettirenler bu vesileyle tasavvufu kendilerine sığınacak bir barınak olarak görürler. Çünkü genel kabul görmesi nedeniyle tasavvufun belirli meşrulaştırıcılığı söz konusu olmaya başlamıştır.

Önceleri sistemsiz olan tasavvufî düşünceyi, ilk defa sistemleştirme girişiminde bulunan kişı, Zün-Nun el-Mısrî olur. Kendinden önceki zahid ve sûfilerin düşüncelerini birleştirip, geliştirir, Halkın anlayacağı şekle sokar.
Düşüncesinin en büyük iddiasını Allah`a ait bilginin ancak vecd yoluyla elde edilebileceği inancı oluşturur. Ona göre vecde sahip olmak için tasavvufa mensup olmak şarttır.
Böylelikle o Allah`a ulaştıran bilgiyi elde etmenin safhalarını ve şartlarını belirler ve bunları belirli bir sistem halinde ifade eder.
Onun bütün bu çalmaları zındıklıkla suçlanacak kadar tepki çekerse de zamanla ortalık yatışır. Hatta başta onu suçlayanlar zamanla onu önder kabul ederler.


Döneme ismini verecek kadar önemli olan diğer bir şahsiyet Beyâzid Bistâmî`dir. Horasan`ın Bestam şehrinde doğan ve Zerdüşt bir geçmişe sahip bir ailenin çocuğu olan Beyazîd, tasavvufa temel olacak bazı esaslar oluşturur, yeni inançlar getirir.
Bunların en önemlisi Bir`de yok olma ve şathiyedir. Bir`de yok olma inancı Vahdet-i Vucûd inancının habercisi durumundadır. Hint okenli Bir`de yok olma inancını Beyâzıd, Ebû Ali el-Sındî`den alarak tasavvufa dahil eder.
Buna göre kişi ruhî ve bedenî bazı imtihanlara muhatap olur ve başarırsa Tanrı`yla bir olma durumuna erişir. Bu Kulun Tanrı katına çıkması biçiminde gerçekleşebileceği gibi, Tanrının kulun seviyesine inmesi biçiminde de gerçekleşir. Bu gerçekleştiğinde de Tanrı-kul ayrılığı kalkmış olur. (el-fenâ fi`t Tevhid) (ikilik yok olur)
Kendisini Tanrıyla bir olarak gören kişi de elbetteki normal insana oranla farklı özellikler taşıyacaktır. Bu özellikler, Bistamî`de nasslara tamamen aykırı şekilde açığa çıkan şathlar olur. Sûfînin kendi varlık ve benliğinden habersiz hale geldiği, sekr halinde iken söylediği ve nasslara ters görünen sözler anlamındaki şathlar, sonradan tamamıyla tasavvufun en önemli konu ve kavramlarından birisi olur. Sûfilerin iddiasına göre cezbe ve vecd haline erişen bir sûfi duyular aleminin dışına çıktığı için, o anda duyular alemiyle uyuşmayan sözler sarfeder.
Bu sözlerin sûfinin o andaki durumuyla ilgili olduğu, o hali yaşamayanların bu durumu bilemeyeceği iddia edilir.
Tasavvuf mensubu olmayanlar tarafından en çok eleştiri konusu edilmiş olan bu şathlar sûfiler tarafından arzulanan ve ulaşılmaya çalışılan bir halin ifadesi olarak görülmüş ve savunulmuştur. Onlar bu durumu içkiyle sarhoş olan kişinin farklı aleme geçip, (öyle zannedip) sarhoş olmayanlara ters gelen şeyle ifade etmesine benzetirler ve böylelikle durumlarını açıklayıp meşrulaştırmaya çalışırlar. Ancak bu açıklamalar inandırıcı olmamıştır ki, şathlar bir çok sûfinin hayatına mal olmuştur.
Çok sayıda sûfide şath açığa çıkmasına rağmen şath denildiğinde özellikle iki isim akla gelir, bunlardan birisi Beyâzıd iken, diğeri gelecek yüzyılın sûfilerinden Hallac-ı Mansur`dur.
Onların isimleri şathla bütünlük sağlayacak kadar tanınır olmuştur.
Beyâzıd`ın şathlarına örnek verecek olursak, o şunları söyler:„
• Öyle bir deniz geçtim ki, Peygamberler onun kıyısında durdu. „
• „Cehennem dediğin nedir ki?, Onu görsem hırkamın ucuyla söndürüveririm.“
• „Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim.“ Ne de büyük zuhurum var.“ [3]
• „ Allah beni bir defa yükseltti, önüne oturttu ve bana şöyle dedi: „Ey Ebû Yezid, yaratıklarım seni görmeyi arzuluyorlar.“ Bunun üzerine ben dedim ki; „Beni vahdaniyetinle donat ve Sen`in benlik elbiseni bana giydir ve beni ehadiyetine yükselt, ta ki, yaratıkların beni gördüklerinde diyebilsinler: „Seni( yani Allah`ı ) gördük ve Sen O`sun“ Fakat Ben (Ebû Yezid) orada olmam“, Hak`kı Hak`la gördüm, ve bir zaman Hak`da Hak`la birlik oldum. Ne nefes, ne dil, ne kulak, ne başka birşey vardı. Vakta ki, Tanrı kendi nurundan bana göz verdi, o zaman O`na O`nun nuruyla baktım ve O`nu kendi bilgisiyle gördüm, O`nun lutfunun diliyle, kendisiyle görüştüm: „ Seninle benim hâlim nasıldır ?“ dedim. Bana „Ben seninle senim. Senden başka Allah yok“ dedi. [4]
 

sahiner

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Eyl 2007
Mesajlar
410
Tepki puanı
0
Puanları
0
Bayazidi Bestami’nin bazı söylevlerinden seçmeler :
“Allah’a andolsun ki benim bayrağım Muhammed (S.A.V)’in bayrağından daha büyüktür! Benim bayrağım nurdur. Altında bütün insanlar ve cinler ve peygamberlerden olanlar bulunuyor.”
“Benim bir benzerim ne gökte bulunur; ne de benim sıfatlarımın bir benzeri yeryüzünde bilinir!”
“Musa Peygamber, Allah’ı görmek istedi. Ben ise Allah’ı görmeyi değil, Allah beni görmeyi irade buyurdu!”

Bu ve benzer sözler, o günlere kadar müslümanların arasında görülmemiş şeylerdi. Hele sahabe ve tabîunda hiç görülmemişti. Ancak dönemin sûfileri bütün bunları Allah`la bir olacak kadar yücelmiş kullar oldukları inancıyla dile getirirler. Karşı çıkanlara da, kendilerinin bâtınla uğraştıklarını ve aslın bu olduğunu, halbuki kendi dışındakilerin kabuğa (zâhir) takılıp kaldıklarını, zâhirle (şeriatla) kendilerini değerlendiremeyeceklerini iddia ederler.

3. yüzyılın en mûtedil sûfilerinden olan Cüneyd, nasslara bağlılıkla, yukarıda anlatılan düşünceler arasında gidip, gelir. Çağdaş bir araştırıcının ifadesiyle, Vahdet-i Vûcud çukurunun kenarında dönüp durur.
O marifet bilgisini kabul eder ancak bir sınır getirir. Bu bilginin naslara aykırı olmaması gerektiğini savunur. Bid`at olarak nitelenen ve tasavvufn esaslarından olan tesbih, zikr gibi konulardan dolayı suçlandığında „ Ben Allah`a doğru götüren bir yolu reddetmem“ cevabını verir.
Beyazıd gibilerini, hayali güçlerine aldandıkları düşüncesiyle suçlar: „Kim sûlûktan önce Kur`an ezberlemez, hadis yazmaz ve fıkıh öğrenmezse ona iktida etmek caiz olmaz“ diyerek Bestâmiler`in temsil ettiği anlayışa karşı çikar. O özelliklet tevhid inançı üzerinde durur ve bunu her türlü bozuk inanca karşı korumaya çalışır.
Ancak bunu yaparken bir ayağı da tasavvuf üzerindedir. O bu özelliğiyle ileride isminden bahsedilecek olan fakat sınırları tam belirlenemeyen Sûnni sûfiliğinin temsilcisi durumundadır. Cüneyd, Beyâzıd`da en basit biçimde ifadesini bulan panteizme bir sınır çizme gayreti içinde olur. Fakat başaramaz. Dolayısıyla Cüneyd, inanç ve düşünceleriyle değil, sadece ismiyle yaşar. Onun, yaptığı en önemli iş tasavvufun sivri yönlerini törpülemek olur.
Aynı dönemde, İslâmî bir yapıyı temsil ettiği kadar sûfi de olan ve İslâm`ın sınırlarını taşmayan bir tasavvuf oluşturmaya çalışan Muhasibî`de vardır. O, tasavvufun temelinde yer alan ilahî aşk inancını tasavvufun bünyesine tamamen ayrılmayacak şekilde adapte eder.
Onun temsil ettiği tasavvuf anlayışı Selefî, Felsefî, ehl-i Sünnet tasavvufu üçlüsünün sonuncusunda yer alır. Onun esaslarını belirler. Bunu yaparken de zamanın İslam dışı tasavvufuna çeki-düzen vermeye çalışır.
 

sahiner

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Eyl 2007
Mesajlar
410
Tepki puanı
0
Puanları
0
F - HİCRİ 4. YÜZYIL TASAVVUFU VE HALLÂC-I MANSUR
4. yüzyıl tasavvufunda olduğu kadar, sonraki dönem tasavvuflarının da odak noktası olan Hallac-ı Mansur, araştırıcıların her zaman ilgisini çekmiş bir şahsiyettir. Zerdüşt bir ailenin mensubu olan samimi bir zahid görünümüyle kendisine her dönemde taraftar bulmakta zorlanmayan Mansûr`un bir de bu parlak görünümünün arkasında, pek ayrıntılı durulmayan ve çoğu zaman es geçilen bir yönü daha vardır. Onu ve düşüncelerini daha iyi tanıyabilmek, böylelikle de 4. yüzyıl tasavvufunun rengini anlayabilmek için bu arka plandaki özellikleri bilmek zorunludur.



Hallâc-ı Mansur`u idama götüren mahkeme heyeti, bildiğimiz kadarıyla, zamanın ünlü bilginlerinden oluşturulur. Bu yönüyle onun mahkemesi oldu bittiye getirilen formaliteden bir mahkeme niteliği taşımaz. Birçok şahidler dinlenir. Hatta Mansur`un yakın arkadaşı ve ünlü sûfi Şiblî de şahit olarak dinlenir.
Şiblî arkadaşını kurtarmak için onun deli olduğunu ileri sürer. Kendisi hakkındaki ithamları da deli olduğu iddiasıyla cevaplar ve yarğılanmaktan kurtulur. Ancak Mansur konusundaki deli iddiası mahkeme heyeti tarafından gerçekci bulunmaz. Bunun nedeni geçmişteki bazı olaylardır. Şöyle ki : O dönemde devleti ve toplumu büyük oranda rahatsız eden bir unsur varlığını sürdürmektedir. Bu mal ve kadın ortaklığına dayanan ve komün devleti niteliğindeki Karamatî devletidir. Mansur bu son mahkumiyetinden yıllar önce bu devletin casusu olduğu kanaatiyle mahkeme edilir ve dokuz yıl hapse mahkum edilir.
Sözkonusu mahkumiyetinin bitiminden bir müddt sonra ele geçirilen yeni bulgular casusluk iddiasını daha da güçlü kılar ve devam ettiğini gösterir. Zaten bu muhakemenin sonrasında da idamına karar verilir. İdamından sonra da evinde yapılan aramalarda tamamen çözülemeyen, ancak siyasi nitelikli olduğu anlaşbir çok şifreli mektup bulunur.
Sonradan taraftarları tarafından şathları nedeniyle idam edildiği iddiası yaygın bir kanaat olarak ileri sürülmesi nedeniyle işin gerçek yönü hep gözardı edilir. Onun idamına neden olan siyasi sebepler üzerinde hiç kimse durmaz.
Onun şathlar nedeniyel idam edildiği kanaati bir iddia olarak kalmaya mahkumdur çünkü mevcut tarihi belgeler bunun aksini isbatlar niteliktedir. Zira aynı dönemde pek çok sûfi onunkine benzer şathlar ifade etmelerine rağmen bir zorlukla karşılaşmamıştır. Şiblî örneğinde olduğu gibi deli oldukları veya benzeri mazaretlerle kendilerini kurtarmayı başarmışlardır.
Bu nedenle Mansur`un idamında şathları asıl neden olarak ileri sürmenin hiç bir mantıkî tarafı mevcut görünmemektedir, en azından mevcut belgeler açısından. Zaten onun mahkemesinde şathların pek gündeme gelmediği de günümüze gelen bilgiler arasındadır. İdamından sonra evinin tekrar anaması da konunun şathlardan başka olduğunu gösterir mahiyettedir.
Ayrıca o, hakkındaki siyasi suçlamalara haklılık kazandıracak tutum ve davranışları her zaman korumuştur. Örneğin her gittiği bölgede inanç ve düşüncenin taraftarı gibi görünme siyasetini alışkanlık haline getirmiş durumdaydı. « Dış görünüşüyle zahid bir sûfi olan Hallac, bulunduğu yöre halkının Mu`tezile mezhebine bağlı olduğunu görünce Mu`tezili oluyordu. İmamiyye mezhebine mensup olanları gördüğnde ise onlardan oluyor ve onlara imamları hakkında bilgi sahibi olduğunu göstermeye çalışıyordu. Ehl-i Sünnet mensupları arasında da Sünni oluyordu. »
Bunların sonucunda öyle görünüyor ki Karamâti casusu olduğu kanaati kuvvet kazanmış, bulunan mektuplar da bunu iyice kuvvetlendirmişti. Ayrıca Karamatilerle onun arasında bağlantı kurmaya neden olacak başka şeyler de sözkonusuydu. Bunlar genellikle inançlarla ilgiliydi. Karâmatiler`de yaygın olarak görülen inançlara Mansûr da sahipti ve propagandasını yapmaktaydı. Bunların en önemlisi hulûl ve tenâsuh inançlarıydı ki, Mansur`un bunlarla ilgili sözleri sonradan şath olarak nitelenmiştir. Halbuki bunlar birer şath olmaktan ziyade, onun sahip olduğu inancın ifadeleri olduğunu daha çok doğrular niteliktedir.
Onun hûlul düşüncesiyle ilgili sözlerinden bazıları şunlardır ki bunların birer şiir şeklinde ifade edilmiş olması sekr halinde söylenen sözlerden ziyade bilinçli olarak ifade edilmiş sözler olduğunu gösterir mahiyettedir :
Senin ruhun benim ruhuma şarabın saf su ile karışması gibi karışmıştır.
Sana herhangi birşey dokunduğunda bana da dokunur,
Ey Allah`ım, her durumda sen, benimsin.

Ben sevdiğim O`yum ve sevdiğim O benim,
Biz bir vücutta sanki iki ruhuz
Eger sen beni görürsen O`nu görmüş olursun,
Ve eğer sen O`nu görürsen ikimizi birlikte görmüş olursun.
O yücelikte “Ben, “Biz”, veya “Sen” yoktur,
“Ben”, “Biz”, “Sen” ve “O” hep biziz.



“Hallac`ın tasavvufi görüşleri arasında şu husus dikkat çekicidir:

1-Tanrı insana hûlul eder. Başka bir deyişle lâhut nâsut`a girer..
2-Hallac`a göre hulûl lutfuna nail olmak için insanın gönlünü kötülüklerden ve her türlü hevesden temizlemesi gerekir...
3-Hallac`ın üzerinde durduğu bir husus da bütün dinlerin birliği meselesidir.”
Birçok bâtınî yorumlarla dile getirilen bu ve benzeri sözler, şifreli mektuplarla birlikte Karamatî casusluğunun delilleri olarak görülür ve idamına karar verilir. Eğer Mansur`u mazur göstermek için mahkeme heyetinin sûfilerden kurulu olmadığı, bundan dolayı mahkeme heyetinin onu ve durumunu anlayamayacakları, bu nedenle yanlış kanaatlere sahip olunacağı ileri sürülecek olursa, bu pek haklı görünen bir iddi olmayacaktır. Şu açıdan; mahkeme heyetinde sûfi olarak dinlenen Şiblî`nin dışında bulunmaz ancak şu kesin olarak bilinmektedir ki, herkes tarafından büyük sûfi olduğu tartışmasiz kabul edilen Cüneyd-i Bağdadî, Mansûr`un hocasıydı ve onun düşünceleri Cüneyd tarafından da hoş karşılanmamıştı. Bu nedenle de onu meclisinden kovmuştu.
Halbuki o başta Cüneyd`in seçkin öğrencilerindendi. Ve Cüneyd ona kendi elleriyle tasavvuf simgesi olan hırkasını giydirmişti. Üstelik sadece Cüneyd değil, daha birçok sûfi Mansur`la ilişkisini kesmiş ve o da bunu üzerine uzun süre İran taraflarına giderek gözden uzak kalmayı tercih etmişti.
Eğer Cüneyd ve benzeri büyük Sûfiler onu anlayamamışlarsa, o zaman sormak gerekir peki kim anlayacaktı ? Bu durumda onu kurtarıp aklamaya çalışmak için duygusal savunmalara girmek bir anlam ifade etmez.
Hallâc-ı Mansur üzerinde özellikle durmamızın sebebi, 4.yüzyıl tasavvufunda en önemli kişi olmasındandır. Dönemini tek başına temsil edecek niteliktedir.
Onu ve düşüncelerinin bilmek 4.yüzyıl tasavvufunu da büyük ölcüde bilme imkanı sağlayacaktır. Mansur örneğinde olduğu gibi bu dönemde tasavvuf birçok batınî unsuru ve Hind`den gelen inancı bünyesine alır. Özellikle Hint mistizminin etkisi açıktır. Bunda Hint ve civarına birkaç kez giden Mansûr`un payı büyüktür.
Ayrıca geçen yüzyılda tasavvufi anlamda oluşmaya kerâmet inancının bu yüzyılda daha da geliştiğini görüyoruz. Kerâmet artık, Allah`ın kuluna verdiği bir lutuf (İsami anlayışa uygun olan kerâmet düşüncesi budur ve bunu reddedecek bir yorum bilmiyoruz) olmaktan ziyade kendisinin gayb alemiyle irtibatlı olduğunu ispatlamada delil olarak kullanıldığını görüyoruz.

Hallâc-ı Mansur`da sözlerinin doğruluk delili olarak (veliliğinin isbatı !) kerâmet olarak nitelediği harikulade olaylar gösterir. Ancak kaynakların bildirdiğine göre, onun delil olarak ileri sürdükleri kerâmetten ziyade hokkabazlık ve sihir mahiyetinde şeylerdi ve Mansur bunları özellikle Hint seyahatleri sırasında Hint mistiklerinden öğrenmişti.
Zaten kendi müridlerinin ifadelerinde de açığa çıktığına göre, o Hint mistiklerinin birçok ibadet şekillerini de benimsemişti. Örneğin yatmayıp, ayakta uyumak bunlardan sadece birisidir.
Hallac-ı Mansur örneği 4.yüzyıldaki tasavvuf düşüncesinin boyutlarını göstermesi açısından bize şunu bildirmektedir :
Önceki dönemler de zühd eğilimi olarak başlayıp, zamanla sistemleşerek ayrı bir inanç ve yaşantı biçimine dönüşmeye başlayan genel anlamıyla tasavvuf, İslâmî kaygılardan uzak olduğu kadar, siyasi çıkar ve gayeler peşinde koşturanların da bir sığınağı durumuna gelir.
Fakat herşeye rağmen dönemin bütün tasavvufi düşüncesini bir kalıp içerisinde düşünemiyoruz. Çünkü 4. yüzyıl tasavvufu çok renkli ve sesli bir kimlik kazanma eğilimindedir. Ayrıca felsefî birçok unsur tasavvufun bünyesine bir daha ayrılmayacak şekilde yerleşmeye başlamıştır. Bunlardan en önemlisi Eflatun`cu idealizmin bazı yorum ve görüşleridir.
Bu arada oluşturulan yeni ibadet şekilleri de gündemdedir. Raks ve müzik bunlardan en önemli ibadet veya ibadet takviyesi unsurlar olarak algılanmaya başlanır.Özellikle bu ikisi bir daha ayrılmamak şartıyla tasavvufta yerlerini alırlar.
Tasavvufun bu oluşum ve değişimine tepkiler sadece dıştan değil içten de gelir. Herbiri birer değerli kaynak olan eserlerin sahibi durumundaki ünlü bazı sûfiler, o günün tasavvufunu çağdaş bir bakış açısıyla eleştirip, bozulmaya karşı çekidüzen verme gayreti gösterirler.
Bunlardan en ünlüleri Serrâc (Ö.H.376/M.988), Kelâbâzî (Ö.H.380/M. 990), Ebu Talip Mekkî (Ö.H.386/ M.996), Sûlemi(Ö.H.412 /M. 1021) dir. Onların içeriden kişiler olarak eleştirileri oldukça anlamlı ve değerlidir. Aynı anda zamanlarının tasavvufunun en önemli tanıkları durumundadırlar. Onlar mensubu oldukları hareketin hergün islâm`dan biraz daha sapmasını önlemeye çalışırken bu arada da tasavvufu kendi yorumları çerçevesinde meşrulaştırmaya çalışırlar. İslam`ın sınırları içerisinde bir tasavvuf oluşturma gayreti güderler.

G - HİCRİ 5. YÜZYIL: TASAVVUF YENİ BİR İNANÇ SİSTEMİ

Tasavvuf hicri 5. yüzyılda önceki dönemlere oranla daha farklı nitelikler kazanır. Bu dönemde de tasavvufu başlıbaşına, diğer bir ifadeyle nev`i şahsına münhasır hale getirmek için çalışmalar yapılır. Bunun için değişik kültür ve inançlardan bazı özellikler ve unsurlar alınır. Ancak daha önemlisi, onu önceki dönemlerdekinden ayrı inanç ve yaşantı tarzı yapma girişimleri bu dönemde iyice kesinleşir. Artık müslüman toplumun bünyesinde şeklen bazı İslâmî unsurları benimsemiş, aslında İslâm`dan ayrı bir inanç ve yaşantı tarzı oluşmuş durumdadır.

Bunu bir iddia, ondan da öte ağır bir iddia olarak değerlendirenler çıkabilir. Fakat bunun iddia olmayıp, gerçeğin kendisi ve özeti olduğunu az bir araştırma dahi kolaylıkla gösterebilecektir.
Bu yüzyılda, halkın bakış açısıyla tasavvuf anlayışına- ki bunun en önemli özelliği basit ve felsefî özelliklerden uzak olmasıydı- katkı, İslâm`ı kabul eden Türkler`den gelir. Türkler`in şamanist dönem din adamları olan Şamanlar, yeni yapı içerisinde varlıklarını sürdürebilecek oalan olarak tasavvufu görür ve onun çatısı altında faliyetlerine devam ederler.
Böylelikle dünün şamanları bugünün dervişleri oluverirler

Sûfiler siyasi bir etkinlik kazanmak amacıyla Hallac-ı Mansur örneğinde de olduğu gibi daha fazla kayıp vermemek için, tasavvufu halk arasında yayıp, halkı kendi kontrollerinde örgütlemeye çalışırlar. Bunu da kolaylıkla başarırlar.
Kelamın ve felsefenin, entellektüel hiçbir fonksiyonu olmayan düşünce ve yorumlardan bıkan kitleler, onaylarını tasavvuftan yana koyarlar. Özellikle islâmî yapı içerinde yeni yer almış kitleler ( örneğin Türkler) geçiş döneminin kolaylaştırıcı özellikleri, ondan da öte eski inanç ve alışkanlıklarının devamını meşrulaştırıcı özellikleri nedeniyle tasavvufa eğilim gösterir ve onu tutarlar. Tasavvuf onlar için bir sığınak olur. Çünkü böylelikle fakihlerin sorgusundan kurtulma, dine uymayan davranışlarını, bâtınî yorumlar maskesi altında devam ettirme fırsatı bulmuş olurlar.
Tasavvufun halkın seviyesine inip kitleler tarafından kabul gördüğü ve bunun yanısıra seçkinlerin biraz daha felsefeleştiği bu dönemde, içten eleştiri yapanlar da yok değildir. Cüneyd, Serrâc, Kelâbâzî, Ebu Talip Mekkî geleneğini bu dönemde Kuşeyrî (Ö.H.465/M.1072) ve Hücvirî (Ö.H. 470/ M.1077) devam ettirir. Ancak onların tasavvuf, özellikle de bazı sûfilere yönelik eleştirileri, eleştirilmeyen konuların iyi, normal olduğu gibi bir anlayışa yol açar. Böylelikle tasavvufun halk arasında kabulû daha da kolaylaşır.

İslâm`ı temsil eden bu insanlar bile, tasavvufun bazı özelliklerini benimsediklerine göre tasavvuf uyulması gerekli bir yoldur anlayışı oluşur. Sözkonusu şahsiyetlerin tasavvufu olduğu kadar genel eğilim olan ve oluşma safhasını henüz tamamlamamış bulunan Ehl-i Sünnet inancını temsil etmeleri, iki düşünce arasında köprü görevi görür. Gazzâli ile Ehl-i Sünnet`in bir bölümünü oluşturacak olan tasavvufa meşruluk zemini hazırlanır. Tabiki bu genel hatlarıyla nassların sınırını taşmayan bir tasavvuf veya o sınırlara dahil edilmeye çalışılmış inanç ve yaşantı türüne yöneliktir.

Biz burada özellikle Kuşeyri`nin sûfi sıfatıyla gerçekleştirdiklerinden ziyade, zamanın tasavvufuna getirdiği eleştirileri aktarmak istiyoruz. Böylelikle 5. yüzyıl tasavvufunun İslâmi karakteri(!) daha iyi anlaşılmış olacaktır:
“Şimdi sûfiler şekil ve kıyafet bakımından eski sûfilere benziyor ama, ruh ve muhteva bakımından başkalaşmışlardır. Tasavvuf yolunda bir duraklama ve gevşeme başgöstermiştir. Daha doğrusu bu yol hakiki manasıyla yok olup gitmiştir. Kendileriyle hidayete ulaşıan şeyhler vefat edip gitmiş, şeyhlerin gidişatına ve adetlerine tâbi olan gençler azalmış, vera` kaybolmuş, vera` sergisi dürülmüş, tamah kuvvetlenmiş, ihtirasların kökleri ve bağları güçlenmiştir. Şeriata hürmet hissi kalblerden zail olmuştur. Dine karşı kayıtsızlığı manfaat temin etmenin en güvenilir vasıtası olarak kabul eden zamanın sofuları haram ile helal arasında fark görmez olmuşlar, dine ve din büyüklerine karşı saygısız olmayı din haline getirmişlerdir.
İbadet etmeyi hafife almışlar, namaz kılmayı ve oruç tutmayı basit bir şey saymışlar, gaflet meydanında at koşturmuşlar, nefsâni arzulara kendilerini teslim etmişler, işlenmesi mahzurlu olan şeyleri hiç aldırmadan işlemişler; halktan, kadınlardan ve zâlim devlet adamlarından temin ettikleri şeylerden hiç çekinmeden faydalanmışlardır.
Sonra bu nevî kötü şeyler yapmaya da kanaat etmiyerek bir de en yüksek manevî hallere ve hakikatlara işaret etmişler, bu gibi şeylerden bahsederek kulluk boyunduruğundan kurtulup hürriyete kavuştuklarını, Allah`a vuslat hali ve hakikatı ile muttasıf olduklarını, daima Hak ile kâim bulunduklarını, üzerlerinde kendi iradeleri değil de Allah`ın hükmünün câri olduğunu, nefsaniyetlerinin yok olup fenâ mertebesine ulaştıklarını, işledikleri haramlardan veya işlemedikleri farzlardan dolayı azarlanıp yerilemeyeceklerini, ahadiyetin sırlarını keşfen bildiklerini cismâni varlıklarının çarpılma ve kapılma suretiyle kendilerinden tamamen alındığını, beşeri varlıklara ait hükümlerin kendilerinden sâkıt olduğunu, sözde nefislerinden fâni olduktan sonra samediyetin nurları ile bâki kaldıklarını, konuştukları zaman kendilerinden kendi namlarına başkasının, (Hakk`ın) konuştuğunu, tasarruflarında kendilerinin dışında bulunan bur Veli (Mütevelli-Hak) nin bulunduğunu, (Hal ve hareketlerinin Hak tarafından idare edildiğini) iddia etmişlerdir.
Bazılarını yukarıda belirttiğim hususlar, içinde yaşadığımız şu zamanda bir dert halini almış ve bu durum uzayıp gitmiştir.”






H - 6. YÜZYIL TASAVVUFU : SUHREVERDİ, ARABİ, GAZZALİ

Yaşadıkları zaman dilimleri Hicri 6. yüzyılla tam anlamıyla çakışmasa bile, 6. yüzyılı 5 ve 7. yüzyılların sınırları içerisinde biraz genişletecek olursak iki önemli şahsiyetle karşılaşırız. Bunlar sadece kendi dönemlerinin değil sonraki dönemlerin tasavvufunu da büyük oranda etkilemişlerdir.
Her ikisinin de ortak yönü sûfi olmaları, tasavvufun kurtuluşun tek yolu olduğuna inanmaları, ancak buna rağmen ayrıldıkları noktalar ise sayılamayacak kadar pek çok olan iki şahsiyet.
Bunlar aynı düzlemde yer alan iki düşman kardeş konumundadırlar. Her ikisi de sonraki müslümanların inançlarında derin iler bırakmışlardır. Bunlar Gazzâli ve Muhyiddin ibn Arabî`dir. İkisiyle ilgili bilgiler vermeye ve tasavvuf içerisindeki yerlerini belirlemeye geçmeden, yüzyılın genel durumunu, tasavvuf açısından belirlemeye çalışacak olursak :
Geçen yüzyılda başlayan felsefileşme hareketi, bu yüzyılda büyk bir hızla devam eder. Hatta tasavvuf felsefesi, felsefe tasavvufu biçimine dönüşür. Bunları net olarak birbirinden alışmak zorlaşır. Felsefe ve tasavvufun ortak temsilcisi olarak Fars kökenli ve Zerdüşt bir ailenin mensubu olan Suhreverdî çıkar. Onun özellikle Mani-Zerdüşt dinlerinden tasavvufa taşıdığı unsurlar büyük oranlara ulaşır. Düşüncelerini Felsefe bölümünde incelediğimiz Suhreverdî hakkında en genel anlamda şunları söyleyebiliriz :
O, teosofiden panteizme geçişin son basamağını oluşturur. Düşünceleri ve inançları adeta inançlar mozayiği gibidir ve bu şekliyle tasavvuf tarihine, büyük sûfi veli olarak geçer. Büyük kumandan Selâhaddin Eyyubi tarafından idam ettirilmesi halkın gözünde konumunu daha da büyütür ve büyük şehid kabul edilir. O 36 yaşında idam edilir, ancak bir anlamda öğrencisi olan Muhyiddin ibn Arabî onun düşüncelerini daha ilerilere götürmenin bayraktarlığını yapar. Her ikisi de felsefi ontolojiyi tasavvufun önemli konusu haline getirmede büyük çaba sarfederler ve bunda başarılıda olurlar.

Özellikle Suhreverdî`nin Plotinus`tan aldığı sûdûr (emanation) teorisi varlık kademeleri hakkında orijinal bir görüş olarak tasavvufa geçer. Sudûr teorisi Vahdet-i Vucûd`un oluşmasında rol alan son halkalardan birisi olur
Bu dönemde öncekilere oranla Felsefe, Kelâm, Tasavvuf ayrılığının büyük oranda kaybolduğu görülür. Ara sınırlar kalkar, hepsi birbiri içine geçer. İlk zamanların zahîdleri bu dönemde ünlü birer filozof ve kelamcı olup çıkarlar. Daha önceleri felsefe ve kelâm içerisinde işlenen konulara bambaşka yorumlar getirilir. Bu arada arasıra muhatap olmak zorunda kalınan Kur`an da hiç bir sisteme bağlanmaksızın yorumlanıp, ayetler işe geldiği gibi açıklanır. [8]
Böylelikle ayrı ayrı konular birbirinin içerisine girip mozaik bir yapı oluşur. Buna tasavvuf felsefesi mi, akaidi mi, kelamı mı, yorumları mı denileceği artık konuyla ilgilenenlerin arzusuna bağlıdır. Ancak ismi ne olursa olsun İbn-i Haldun`un değerlendirmesiyle yapılan yorumların en önemli özelliği şudur: “Bu üç ilim gerek konu, gerek mesele ve gerek delilleri bakımından birbirinden başkadır ve ayrı ayrı ilimlerdir. Sofilerin bu sözleri, ilmî bakımdan, ilimden en uzak olan bir iddiadır.” [9]
 

sahiner

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Eyl 2007
Mesajlar
410
Tepki puanı
0
Puanları
0
I - HİCRİ 7. YÜZYIL TASAVVUFU VE CELALEDDİN RÛMİ
7. ve onu takip eden yüzyıllar, müslüman kitlenin toplumsal ve siyasal yapısında olduğu kadar, inanç ve düşüncesinde de büyük değişikliklerin gerçekleştigi veya eskiden beri devam eden değişikliklerin sona erdiği bir dönemi oluşturur. Bu bir anlamda Kültür İslâmı`nın oluşumunun büyük oranda tamamlandığının işaretidir. Genelde siyasî ve askeri açıdan güçlü olunan geçmiş dünemlerde kitlelerin İslam`a katılımı birçok problemin ortaya çıkmasına yol açıyordu. 7. yüzyıla gelindiğinde müslümanların siyasi ve askeri gücünden bahsetmek oldukca zorlaşır. Müslümanların yaşadığı topraklarda birçok devlet(cik)ler hakim duruma gelir.
Daha önce zayıf olan İslamî kontrol mekanizmasının böylelikle iyice zayıflaması hatta kaybolması müslüman kitlenin Vahiy İslâmından daha da uzaklaşmasının nedeni olur. Başta Türkler olmak üzere Asyadaki birçok kavimin kitleler halinde İslâm`a geçişi ve bunların müslüman halk arasında çoğunluk teşkil edişi, Vahiy İslam`ından çok farklı bir İslâm anlayış ve yaşantısının oluşmasına yol açar. Bu, Kültür İslâmı`nın kendisidir.


Bütün bunların peşisıra doğudan Moğol, batıdan Haçlı ordularınca sıkıştırılıp ezilen insanlar tam anlamıyla bir kaos ortamına itilir. Bu, siyasî ve askeri alanda olduğu kadar, inançta da açığa çıkan bir kaostur.
Önceki yüzyıllarda etkin olan ancak entellektüel seviyede kalan felsefe ve kelâmın güç kaybedip, gittikce kaybolması veya şekil değiştirmesi, İslam ulemasının ise siyasi ve askeri güçten mahrum olması Hicri 6. yüzyılda sistemleşme aşamasını tamamlayan tasavvufa büyük imkanlar bahşeder. Her ne kadar 6. yüzyılda tasavvuf, entellektüel bir yönelişe sahip olsa da, halka inip halkın inancına hakim unsur haline gelmeye başlar. Özellikle halk düzeyinde gelişen tasavvuf 7. yüzyıl ve sonrası dönem müslüman halkın sığınağı haline gelir.

Bu dönemlerde tasavvufun bünyesi içerisinde siyasi ve kültürel teşkilatlanmar başlar ki bu teşkilatlar, sonrası dönem müslümanlarının hayatında veya toplumda önemli merkezler haline gelirler.

Bu teşkilatların en bilinen ismi Tarikat`tır. Tekke, zaviye, hankâh ve benzeri mekanlar tarikatların idari ve yönetim merkezi olurlar. Bu birimlerde faaliyet gösteren şeyh, derviş, velî vs. ünvanlı şahsiyetler halkın sadece inançlarını yönetip kontrol etmekle kalmayıp, büyük oranda siyasî bir güç de elde ederler.
Genel kurallarını oluşturmuş, sistemleşmiş, teşekkülünü tamamlamış ilk tarikat 7. yüzyıl sonlarında Bağdatta açığa çıkar.
Bu Abdülkadir el-Cîlâni (Geylani) (Ö.M.1166) adına kurulan Kadiri tarikatıdır. Daha sonra tarikatların her bölgede değişik isimlerler fakat benzer özelliklerle kuruldukları, faal bir şekilde toplumda yerlerini almaya başladıkları görülür.
Çoğunluğu bu güne kadar varlığını devam ettiren bir çok tarikatın kuruluş döneminin genel olarak
7. yüzyıl olması raslantı değildir. Elbetteki belirli nedenleri vardır. Tarikatların bir anda ortaya çıkmasının en önemli nedeni, siyasî ve askerî birliğini kaybetmiş Müslümanların Moğol, Haçlı ve diğer bazı kavimlerin saldırılarıyla maruz kaldıkları başıboşluktur.
Halk bireylere tutunmak ister. Mozaik bir karaktere sahip inançalrını ve yaşantılarını en iyi koruyup devam ettirecekleri yer olarak tasavvufu görürler.
Halkın tasavvufa yönelişi , henüz nüve halindeki tarikatların kısa sürede teşkilatlanıp açığa çıkmasına yol açar. Bu aşamada, kelâmcılar gibi entellektüel konularla, fakihler gibi sosyal ve bireysel hayatı düzenleyen ibadet ve kurallarla uğraşmayı benimsemeyip, her türlü inanca ve mensubuna kucak açan şeyh, derviş, abdal, baba vs. ünvanlı kişiler çevrelerinde bu özellikleri nedeniyle büyük halk kitlelerini toplamayı başarırlar. [1]
Onlar elde etmeye başladıkları siyasi ve ekonomik gücün her türlü inanca ve mensubuna sınırsız hoşgörüden kaynaklandığını farkederler. Böylelikle onların hoşgörüsü arttıkca, kitleler kendilerine daha çok bağlanır, kitleler kendilerine daha çok bağlandıkca onların hoşgörüsü daha da artar. Bunun sonucunda büyük siyasî ve askeri güç kazanan kişiler görülür. Bunlarda birisi de Celâleddin Rûmi`dir ve onun bu yönüyle ilgili düşünce ve tavrları konuya ayrı bir anlam kazandırır mahiyettedir.
Müslümanların üzerinde ismen bile olsa İslâmî bir güç ve otoritenin olmadığı bir dönem olan 7. yüzyılda Celâleddin Rumî siyasi otorite olarak kime bağlanıp, onu meşru gördüğü araştırıcıların her zaman ilgisini çekmiştir. Konuyu araştıran uzmanların tesbitine göre, Celâleddin Rumî desteğini ve onayını uzun süre Moğollardan yana koyar. Bu ilk anda çoğu kişinin tuhafına gidebilir. Celâleddin Rumî gibi birisi, Moğollar gibi İslâm`la ilgisi olmayan hatta ona düşman olan kavmi, yönetimi desteklemesi olacak iş değildir. Ancak asıl bu anlayış yanlıştır. Çünkü, Celaleddin Rûmi yanlış tanınmaktadır.

Onun düşünce, inanç ve görüşleri süslü, övgülü ifadelerle tanıtılan Kültür İslamı`nınkinden ayrı olarak ciddi ve delile dayanılarak araştırılsa, görülür ki Mesnevi, Fihima fih, Divan-ı Kebir, Rubailer gibi kitapların yazarı olan 7. yüzyıldaki Celaleddin Rûmi ile Kültür İslamı`nın tanıttığı Celaleddin Rûmi arasında büyük farklar vardır.
Bu farkı buradaki konumuz açısından değerlendirecek olursak:
Celaleddin Rûmi, Moğolları destekler çünkü bunda onun düşünce, inanç ve amacına ters bir durum sözkonusu değildir. Çünkü onun, İslam`ı (Tabiki Vahiy İslâmı`nı) siyasi alanda hakim kılmak gibi bir amacı sözkonusu değildir. O “Manâ aleminin sultanı” olmak amacındadır.

Bu amacına bağlı olarak kendine ve amacına zarar vermediği sürece “Madde aleminin sultanı”nın kim olduğu onun açısından hiç önemli değildir. İster Selcuklu, ister Moğol olsun farketmez. O, amacını gercekleştirmek için “Madde alemi sultanları”ndaki güç değişimine bağlı olarak bazen Selcuklu`yu, bazen de Moğolları destekler. Böylelikle amacına biraz daha yaklaşmaya çalışır.
Celaleddin Rûmi kadar büyük amaçları olmasa da aynı dönemde diğer birçok şeyh, derviş , abdal ve baba`nın aynı amaçlar peşinde koştururlar. Kişisel menfaat ve çıkarlarına hizmet edeceği için olduğu kadar, İslâmi bir kaygı sözkonusu olmadan sırf “İnsanî” nedenlerle birlik - beraberlik bayrağı dalgalandıranlar da hiç eksik olmaz. Özellikle son durumda olanlar bugün dahi büyük övgülerle anılıp yüceltilen kişiler olurlar, ancak bu övgü ve takdirlerin İslam`la ilgisinin olmadığıda açıktır.
Çünkü İslam açısından niteliği belirsiz bir birlik-beraberlik hiç bir anlam ifade etmez. Birlik beraberlik iyidir ve aksi fitnedir, fesattır ancak bu İslâm açısından geçerli bir durumdur.
Küfrün birlik ve beraberliğinin övgüye değer bir yönü yoktur. Ancak ne gariptir ki 7. yüzyıl sufilerinin birçoğu niteliği önemsiz görülen bir birlik ve beraberlik sevdası peşinde koşturur dururlar. Bununla ilgili düşüncelerini de uyulması zorunlu inanç esasları gibi halka lanse ederler. Bir örnek olarak Yunus Emre`nin şu şiirini hatırlayabiliriz:
Cümle yaradılmışa bir gözle bakmayan
Şer`in evliyasıysa, hakikatte asidir
O bu ve benzeri şiirleriyle inanç ayrımının, İman-küfür ayrımının anlamsızlığını (!) ilan eder.
Şebusteri ise, aynı inanç ve düşünceyi daha açık ifadeleler değişik bir şekilde dile getirir:
Ey akıllı kişi ! iyi düşün... Put, varlık bakımından bâtıl değildir ki,
Bil ki putu yaratan da Ulu Tanrı.. İyinin yaptığı her şey iyidir..

7. yüzyıl Türkler ve kültürleri açısından çok önemli bir dönemdir. Çünkü İslam`a yeni girmiş ve eski inançlarıyla, İslam arasında bir denge oluşturmuş kitleler, durumlarına meşruluğu yaygın duruma gelen tasavvuf ve tarikatlarla destek sağlarlar.
Bu arada Şamanist karakterli, İslâmi kimlikli şeyhler de çıkar. O günün Türkleri`nin ruh ve inanç hali bunlarda odaklaşır. Kitlelere önderlik yaparlar. Bu arada araç olarak kullandıkları tasavvufa bir çok yeni unsurlar katmaktan da geri kalmazlar. Bu yeni unsurlar daha ziyade şamanist dönemin bazı özellik ve uygulamaları biçimindedir. Bu tarikatlardan en önemlisi bir okul görevi de gören Yeseviye tarikatı olur.
Türkistan bozkırlarındaki halk için önder haline gelen Ahmet Yesevi`nin kurduğu, Şamanist unsurların hakim olduğu Yeseviye tarikatı döneme damgasını vuracak kadar önemli fonksiyonlar üstlenir. Bir çok eren, derviş, veli, Abdal, baba, Yesevi tarikatından aldıkları el ile (icazet yetkisi) Anadoluya akın ederler.

Bu durum 7. yüzyıl Anadolusundaki sûfilerin çokluğunu da açıklar mahiyettedir. Hristiyanların yer aldığı, İslam`a yeni girmiş fakat İslam`ı bilmeyen Türk kitlelerinin bulunduğu coğrafya onlar için kaçırılmaz fırsat olur ve ruhani nitelikleriyle insanları etkileyip kontrollerine alırlar.
Bu itibarla 7. ve 8. yüzyıl Anadolusu adeta şeyhlerin, abdalların, velilerin boy gösterdiği ülke konumuna sahip olur. Her biri diğerinden biraz farklı inanç ve özellikteki bu şahsiyetler halktan her kişinin sığınabileceği kişiler durumuna gelirler.
Gerçekte, temsil ettikleri kitlelerden daha fazla İslamı bilmeyen şeyh, eren, derviş vs sıfatlı çogu kişiler, 7.yüzyıl Anadolusunda Yesevi tarikatının onayını almış olmanın rahatlığıyla faaliyetlerini sürdürürler.

Bu dönemde özellikle fakihlerin etkinliklerini tamamıyla kaybettikleri görülür. Zaten sözkonusu kişilerin rahat hareket etmelerinin temelinde kısmen de olsa fakihlerin tolumdaki etkinliklerini kaybetmelerinin etkisi büyük yer tutar. Bunu sonucunda hiç bir yükümlülük getirmeyen buna rağmen kurtuluşu vadeden şeyhlerin çevrelerindeki insanları gün geçtikce çoğalırlar. Böylelikle tarikatlar güçlerinin ve çekiciliklerinin doruğuna tırmanırlar.
Zaman gelir öylesine siyasî güç elde ederler ki “Madde aleminin sultanları” kendilerine ses çıkaramaz, hürmette kusur etmez olurlar. Bu kişilerin siyasî etkinliklerini Osmanlı devletinin kuruluş aşamasında gayet açık olarak görmek mümkündür. Küçük bir aşiretin, şeyh ve benzerlerinin desteğini kazanarak, kısa sürede dünyaya hakim bir imparatorluk haline gelmesinde, o kişilerin siaysî güçlerinin büyüklüğünü görmek mümkündür. Madde ve Mana alemlerinin sultanları menfaatlerini birleştirince böylesi hızlı ve geniş büyüme gerçekleşir

Önceki dönemlerle karşılaştırıldığında, yeni unsurların tasavvuf düşüncesine ve yaşantısında katılımından ziyade, yüzyıllardır devam eden gelişme ve sistemleşmenin Hicri 7. yüzyıl ve sonrası dönemlerde son bulduğu ve artık pek değişmeyen bir yapı oluştuğu görülmektedir. Zun Nûn ile başlayan sistemleşme dönemi, Celaleddin Rumi`de büyük oranda sona erer. Böylelikle tasavvuf sistemi tamamlanmış olur. O, artık büyük oranda başlıbaşına inanç ve yaşantı sistemi haline gelir
 

sahiner

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Eyl 2007
Mesajlar
410
Tepki puanı
0
Puanları
0
2 - TASAVVUFUN KAYNAKLARI
Çoğu zaman sölendiği gibi; mezkûr tasavvufun kaynağı sadece Kur`an olamaz. Eğer böyle birşey sözkonusu olsa, tasavvufun en mükemmel ve en güzel şekliyle Resûlullah (sav) ve ashabında görülmesi gerekirdi. Halbuki ne Vahdet-i Vûcud` dan Hûlul inancına, ne de Şeyh-Mürid ilişkisinden , tarikat ayinlerine kadar bu özelliklerden hiçbirine ilk iki yüzyılda yaşayan müslümanların hiçbirinde rastlanmadığına bütün deliller şahitlik etmektedir.
Eğer Sahabe ve sonraki müslümanların bir kısmında görülen, bazı ibadetlerdeki ifrat, delil olarak ileri sürülecek olursa, bu aldatıcı bir yarı olur. Zira bir yönüyle zühd olarak tanımlanabilecek bu eğilimle, din içinde din[2] haline gelen, inanç, ibadet, teşkilat ve sistemiyle apayrı bir yapı oluşturan tasavvufun arasında bağlantı kurmaya çalışmak, tarihi ve gerçekleri tersine çevirmek olur.
Bu konuda araştırma yapan herkesin malûmudur ki, tasavvuf çok eski kökleri olan kadim bir görüştür..
Antik Yunan, Hind ve Mısır toplumlarında yaşayan dini inançların, tasavvuf adlı mistik anlayışın menşei olduğunu görmek zor değildir. Yine yahudi ve hristiyan toplumlarda yaşayan mistisizmle tasavvuf arasında tam bir mutabakat olduğu görülmektedir.
Konuyla ilgilenen araştırmacıların ortak kanaati şudur:
Söz konusu tasavvuf , zühd eğilimi olarak başlayan bir yaşantı biçiminin oluşturduğu temel üzerinde, çok farklı etkenlerden beslenerek gelişip büyümüş ve başlıbaşına inanç, yaşantı sistemi haline gelmiş bir olgudur. Onun oluşup gelişmesini bir kaynağa bağlamak yanlış olur. Zira o, düşünceler ve inançlardan işine geleni alıp, bünyesine katarak sistemleşmiş eklektik inançlar ve yaşantılar bütünüdür.
Onun bünyesinde en ilkel inanç biçimleri olan fetişler olduğu kadar, gelişip bir medeniyet sistemi haline gelmiş olan Budist, Mâni, Yahudi, Hristiyan, felsefe unsurlarını da gayet açıkca görmek zor değildir.
Tasavvufun eklektik yapısının oluşumunda rol oynayan etkiler hakkında ypılacak pek ayrıntılı olmayan bir çalışma bile, birçok malzemeyi araştırıcıya sunacaktır. Zira etkiler gayet açık ve çoktur.
Bu etkilenmelerin bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
A -Felsefe
Tasavvufun oluşumunda felsefenin payı büyüktür. Eski Yunan filozoflarının kitaplarından doğrudan olduğu kadar, müslüman toplumdaki filozofların aracılığıyla da bu etkilenme gerçekleşmiştir. Filozofların akıllar nazariyesi ya olduğu gibi ya da felekler sistemi biçiminde tasavvufa geçmiştir. Bunun yanısıra, felsefedeki panteist düşünce tasavvufta Vahdet-i Vucûd olarak açığa çıkar.
Zaten felsefenin daha açık göstermesi açısından filozof kimliğini hak etmiş sûfilerin bulunduğunu hatırlamak yeterlidir. Sehabeddin Suhreverdî veya ibn Arabî bunlardan en önemlileridirler.
Genel olarak
südûr, gök nazariyeleri, İbn Sina kozmolojisi, Kamil-insan düşüncesinin Yunan filozoflarında karşılığı olan logos (yaklaşık olarak) ,
İhvan-ı Safa risalelerindeki Ruhun Mutlak Varlığa Erişmesi veya bu varlık içinde erimesi inancı, büyü ve sihirin sistemleşmiş şekli olan Simya, felsefeden tasavvufa geçen unsurlar arasında yer alır.
Bunlardan ayrı olarak, tasavvufun eksenini oluşturan bilgi nazariyesi (epistomoloji) büyük oranda felsefi etkilerle oluşmuştur. İbn Arabî gibi bazıları, bilginin kaynağı olarak akla da büyük fonksiyon yüklemelerine karşılık [6] özellikle marifet bilgisi olarak tanımlanan ve duyula ötesi alemle ilişki kurarak, doğrudan bilgi elde etme anlayışı, Yunan filozofu Pitagoras ve Platon`un düşüncelerinden alınan ilhamla oluşturulmuştur.
Pitagoras, Sokrates ve Platon`un'un Yunan mistisizminin bilinen ilk temsilcileri olduğu zaten malumdur.
Platon'un; 'Vücüd alemine çıkan şeylerin, Allah'ın ezeli sıfatlarından ibaret olduğu... Allah'ın vücudundan ayrı bir vücuda sahip olmadıkları...' şeklindeki düşünceleri [8] vahdeti vücudun kökleri hakkında bilgi vermektedir.



B - Hint Mistisizmi
Hint düşüncesinin genel karakteri olan mistik eğilim herkes tarafından bilinir. Hint düşüncesinin tasavvufa etkileri müslümanlarla Hintliler arasındaki ticari ilişkiler, Hint düşüncesinin etkilerinin açıkca görüldüğü Fars mistikleri veya Hint`e gidip oradan bu düşünceyi doğrudan öğrenen sûfiler aracılığıyla gerçekleşir
Hint düşüncesinin müslüman toplumdaki tasavvufa etkileri arasında :
• ruh göçü analamına gelen Tenâsuh inancı,
• kainatın tanrının tecellisi olduğu inançını,
• Rabıta figüirü
• kozmolijik yorumları, bazı hokkabazlık ve sihirleri,
• sayılarla ilgili inançları,
• kutsal kalıntılara tapma ve fetiş inancı,
• tanrıya erişmek ve bir olmak anlamındaki fenâ-bekâ inancını sayabiliriz.(nirvana)
Hinduizm (Brahmanizm)'in kutsal kitabı olan Vedalar'ın tefsiri sayılan Vadenta'nın öğretilerinin temel itibariyle vahdet-i vücut'tan ibaret olduğu da konunun uzmanları tarafından kaydedilmektedir.
Brahmanizm'in bir uzantısı olan Budizm de, inziva, riyazet ve çileyle 'Nirvana'ya ulaşmanın mümkün olabileceğini iddia etmektedir ki; 'nirvana', sofilerin 'fenafillah' olarak adlandırdıkları hayali mertebeyle, tıpatıp örtüşmektedir.
Ayrıca tarikat ayinlerinde büyük rol oynayan tesbih, hırka giyme, zikir ve ayin sırasında sistemli nefes alış veriş usullerinin kaynağı da büyük oranda Hint`tir.[12]
Hint`in etkileri o kadar büyük omuş ve erken başlamıştır ki, ilk sûfilerden İbrahim b.Ethem`in hayatıyla, Buda`nınki aynılaştırılmıştır. Bunun yanısıra Bistamî`nin inancındaki birçok unsur Upanişadlar`la Vedantalar`daki düşüncelerle benzerlik arzeder. Hallac-ı Mansur`daki harfelrin gizemi inancı aynı şekilde Hint etkilenmesi sonucudur.
Zaten o, Hint düşüncesinin tasavvufa geçişinde köprü görevini üstlenmiş durumdadır. Hint`e olan seyhatlarıyla bunu sağlamıştır.
C – Şamanizm
Şamanist inanç ve ayinlerin tasavvufa geçişinde genelde İslâm`a geçen Türk kitlelerinin özellikle de Yesevilik; Bektaşilik, Mevlevilik, Kalenderilik vs. gibi tarikatların büyük payı vardır.[1]
Tarikat sisteminin temelini oluşturan şeyhle ilgili inançlar kadar şeyh-mürid ilişkisinin şekli ve anlamı, tarikat ayinlerinden bazıları şamanizmin tasavvuftaki unsurlarındandır.
• Şeyhlerin duyular ötesi alemle ilişki kurabilmeleri,
• gaybdan haber vermesi(!),
• insan kılığından çıkıp hayvan kılığına girebildiği inancı,
• uçabilmesi,
• suda yürümesi,
• ateşte yanmaması vs.
• Vecd haline geçerek duyular ötesi alemle irtibat kurmak,
• vecd haline geçmek için müzik aletleri çalmak,
• sema, raks, vucud hareketleri, müzik (ilahi) gibi şeylerden yararlanmak,
• muskalarla kötülüklerden korunmak,
• Kitabî bilgiye sahip olanları aşağılamak,
• şeyhe kayıtsız şartsız itaatin gerekliliği gibi inanç ve uygulamalar da şamanizmin tasavvuftaki etkileri arasında yer alır.[3]

Bunların yanısıra Acemlerin ve Türklerin İslâm'a girerken eski dinleriyle birlikte taşıdıkları tortuların, sûfi ekolün oluşmasında önemli rol oynadığı biliniyor. Özellikle Bektaşi kültürü, şamanist çizgiler taşımaktadır.
Türklerin yerleşmesinden çok önce, Anadolu medeniyetlerinde Tanrı ve Kainat birliği düşüncesinin yerleşik olduğu ve bu iddiaların Herakletius ve Permenides tarafından ileri sürüldüğü yine araştırmacılar tarafından iddia edilmektedir.[4]
D - Hristiyanlık
Çok erken dönemde müslümanların farklı dinlerden insanlarla karşılaşmaları bir çok etkilenmelere yol açmıştır. Bunlar inançda olduğu kadar yaşantıda da gerçekleşen etkilenmelerdir. Erken dönemde müslümanların karşılaştıkları diğer din mensupları arasında Hristiyanlar çoğunluğu teşkil ederler. Filistin ve Anadolu`ya yerleşmiş Hristiyan mistikler anımsanamayacak kadar çoktu.
Müslümanlarla Hristiyanlar arasındaki coğrafî yakınlaşma zamanla zühd eğilimli müslümanlarla, rahipler arasında inanç ve yaşantı yakınlaşmasına yol açar.
Sûfiler, rahiplerden sûfi adının türetildiği yün elbise ve daha başka unsurları benimseyip almışlardır.
Bunların arasında
• kuşak bağlama,
• sûkût orucu,
• dünyadan el etek çekme,
• hûlûl,
• mehdi inanç ve uygulamaları yer alır.[5]
Hatta hristiyanların , sûfileri, dolayısıyla tasavvufu etkilemesini göstermesi açısından, ruhbanların barındıkları binaların işlevini üstlenen tekke`nin ilk defa bir hristiyan Emiri tarafından yapılarak sûfilere bağışlandığını tesbit etmekteyiz.
Özellikle Hristiyan Anadolu`nun İslamileşmesi sırasında birçok Hristiyanlık inanç ve uygulamaları, müslüman halka geçtiği kadar, sûfilere de geçmistir.
En ücra ve ulaşılmaz mekanlarda manastırlar, kiliseler inşa ederek, dünyadan el-etek çekerek münzevi ve bekâr hayat yaşayan bir hıristiyan dervişle, sözde müslüman bir derviş'in ne büyük bir benzerlik arzettiğini görüp de şaşmamak mümkün değildir.




E - Fars Kültürü
Zerdüşt dinini birçok özellikleri Islâm`a geçen kitleler aracılığıyla olduğu kadar, bir kısım zerdüşt geçmişe sahip sûfiler aracığıyla da tasavvufa geçmiştir.
Özellikle Zerdüşt dinideki ;
• Üstün İnsan,
• Tanrının sıfatlarını kazanmış insan veya
• Tanrı`nın kendisine hûlul etmesiyle yücelmiş insan anlayışı sufiler tarafından beğenilip benimsenmiştir.
• Batınî , İsmâilî gibi fırkalar aracılığıyla bu inançların tasavvufa aktarımı kolayca sağlanmıştır.
• Tasavvuftaki Kutup, insan-ı Kamil inançlarının kökeni buradadır.
Zaten ismen açıkca belirtilmese bile,
• Şeyh- mürid ilişkisi ve bunun anlamı,
• şeyhe itaatın şartları gibi konlarda zerdüşt dininin de, şamanlığın yanısıra etkileri sözkonusudur.

Fars kültürünun tasavvuf üzerindeki etkisi oldukça farklı noktalarda gerçekleşmiştir. Suhreverdî ve İbn Arabî, Zerdüştlüğün tasavvufa etkilerinin aracları durumundadırlar.
Suhreverdî, Zerdüşt inançlarını doğrudan tasavvufa taşırken, İbn Arabî, İsmâililer, Batınîler aracılığıyla aldığı unsurları taavvufa nakleder
Özellikle Suhreverdî`nin inanç ve düşüncelerinde Zerdüşt unsurlar gayet açıktır.
• Zerdüşt dininin kurucusu Zerdüşt, onun düşüncesinde, üstün ve örnek bir insandır. Bunun ifadesi olarak onu „hâkim ve kâmil İmam Zerdüşt“ olarak anar.
• Ayrıca Zerdüşt dininin iyilik ve kötülük tanrıları inancı, Suhreverdî`de Nûr-Zulmet inancı biçiminde açığa çıkar.
• Bunlardan ayrı olarak, tarikatlara kabul merasiminin esasları, Karamatîler aracılığıyla Fars kültüründen tasavvufa nakledilmiştir.
F - Diğer Tesirler
Tasavvufun oluşumundaki unsurlar ve etkilerin kaynakları, sadece burada belirtilenlerden ibaret değildir. Burada genel hatlarıyla ve belirli başlıklarla değinilenlerin dışında daha çok farklı kaynaklar da sözkonusudur. Bunlar tasavvufun geliştiği coğrafyaya göre değişiklik gösterir.
Sadece bir örnek plması açısından,
• Afrika toplumlarının Animizminden geçen fetişleri,
• Zün Nûn aracılığıyla geçen eski Mısır dininin bazı özelliklerini,
• yine aynı toplumlardan ve inançlarından geçen sihir, büyü, afsun, harf ve sayıların sihrî anlamları gibi şeyleri ve özellikle
• Yahudilikten geçen battınî yorumları sayabiliriz.


Eski Mısır'da da, bugünkü tasavvuf ve tarikatlarla tamamen benzerlik gösteren kurumsal ve akidevi bir yapının olduğu dikkat çekmektedir. Hermes Toth'un Mısır mistisizmi'nin banisi olduğu söylenmektedir.
• Yine Yahudi topluluklarda, çile, riyazet, aşk gibi tasavvufi motiflerin temelleri görülmektedir.

Sufizmin karşılığı olarak kullanılan mistisizmin, ilk defa Piskopos Denys tarafından kullanıldığı söyleniyor.
• Denys, 'hakka ancak aşk sayesinde ve aşkla ulaşabileceği... Aşk'ın bilginin yolu olduğu...' şeklindeki sözlerini okurken, tasavvuf ulularının sözlerini dinler gibiyiz. Denys'in, 'mutlak varlığın saklandığı perde, akılla değil, ancak aşk ile kalkabilir.'[14] sözleri de ilgi çekicidir.
Tasavvufun oluşum ve gelişiminde Kur`an ve Sünnet`in etkisinin olmadığını söylemek doğru değildir. Kuşkusuz, isminin başına İslâm takısını almış olan bir tasavvufta İslâmî unsurlar da olacaktır. Tasavvufun, kendisini müslüman toplumda meşrulaştırmak için ileri sürdüğü delilleri önceki bölümde incelediğimiz için bu konuya burada tekrar değinilmemiştir.
 

sahiner

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Eyl 2007
Mesajlar
410
Tepki puanı
0
Puanları
0
3 -TASAVVUF MÜSLÜMANLARA NE GETİRMİŞTİR

Bu yazımızda tasavvufun doğuşu, sebepleri, tanımları, meseleleri, meşhurları, kitapları ve tarikatları üzerinde durmayacağız. Sadece müslümanlara ne sağladığı, neler getirip götürdüğü konusu üzerinde durmak istiyoruz. Sonuçları bakımından tasavvufa baktığımız zaman müslümanlara aşağıda sıraladığımız olumsuz sonuçları kazandırdığını görüyoruz:.
A - TASAVVUF, MÜSLÜMANLARIN TEVHİD İNANCINI BOZMUŞTUR
Bilindiği gibi tevhid islam'ın belkemiği ve özüdür. Zatı ve sıfatları bakımından yüce Allah'ın yaratıklarından tamamen ayrı ve farklı olması demektir.
Uluhiyet, rububiyet ve hakimiyette ona başka bir şeyin ortak ve benzer olmaması demektir, ibadet ve itaatte ona ortak koşulmaması demektir. Yüce Allah'ın herhangi bir kişi yahut varlıkla ittihad etmekten ve herhangi bir varlığa hulul etmekten münezzeh olması demektir. Eş ve oğul edinmekten münezzeh olması demektir. Cahiliyye Araplarının, Hıristiyan ve Yahudilerin Allah'a isnad ettikleri her türlü evlat, eş ve ortaklıktan uzak olması demektir.
İslam'ın tarihin çöplüğüne gömdüğü;
• bütün şirk anlayışlarını,
• hulul ve ittihad inançlarını
tasavvufun tekrar dirilttiğini ve müslümanlara tevhidin özü ve zirvesi olarak sunduğunu görüyoruz. Tasavvuf;
• vahdeti vücut,
• vahdeti şuhud,
• hulul (Allah'ın eşya ile bütünleşmesi) ve
• ittihad (Allah ile eşyanın bir olması) inançlarını diriltip dini boya ile boyadıktan sonra orijinal bir inanç olarak müslümanlara sunmuştur.
Hint dinleri, Yahudilik, Hıristiyanlık, zerdüştlük ve yeni eflatunculuk inançlarına islami bir boya vurarak müslümanlara tevhidin zirvesi ve mükemmeli olarak takdim etmiştir. Bu inancın pazarlayıcıları da ibn el-Farıd, ibn Arabi, Hallaç, Ebu Yezid el-Bistami, Abdulkerim el-Cilli ve onların izinden gidenlerdir. Bazı örnekler görelim:
• ibn el-Farıd şöyle diyor:
"Bana bakanlara tecelli ederek varlığını gösterdi. Görünen her varlıkta onu bir surette görürüm, ilahi zat açığa çıkıp göründüğü anda gaybim bana gösterildi ve kendimin ondan başka olmadığımı gördüm. Mahv'dan sonra sahv'da ondan başkası değildim. Zatım zatıma büründüğü zaman tecelli eden yine zatımdı.
İkilik olmadığından, sıfatım onun sıfatı ve şekli benim şeklimdir, çünkü biz biriz.
O çağrılınca cevap veren benim, ben çağrılırsak, beni çağırana o karşılık ve cevap verir. Aramızda muhatap tâ'sı (sen, ben) kaldırılmıştır, yüceliğim, fark ayrılığının kaldırılmasındadır.
Hiç bir felek yoktur ki irademle hidayete eriştiren ve batınımın nurundan olan bir melek ihtiva etmesin.
Ben olmasaydım ne varlık olur, ne şahit olur, ne de bir kimse söz ve ahit üstlenmiş olurdu.
Hayatı hayatımdan olmayan hiç bir canlı yoktur, her nefis benim isteğimi ister. Yapılan hac, umre ve diğer ibadetlerle altı yön bana yönelmiştir, makamda kıldığım namaz onun içindir ve orada onun bana namaz kıldığına şehadet ederim.
İkimiz de namaz kılıyoruz, her secdesinde birimiz cem' ile diğerinin hakikatine secde etmektedir. Başkası sana namaz kılmış değildir, her secde edişimde de başkasına namaz kılmış değilim." [1]
Tevhid inancı bozulmamış ve dini, kişilerin hatırı için feda etmeyen mümin bir insan acaba bu sözlerden İbn el-Farıd'ın Allah ile bir olduğu, onunla bütünleştiği ve görünen ibn el-Farıd'ın Allah'tan başka bir şey olmadığından başka acaba ne anlar?
Şimdi de Muhyiddin ibn Arabi'ye bakalım.
"Onlar kendisi olduğu halde, eşyayı açığa çıkaran münezzeh olsun."
"Arif, hakkı (Allah'ı) her şeyde gören, belki her şeyin kendisi olarak görendir."
"Her şeyin haddi (tarifi) aynı zamanda Hakkın tarifidir. Yaratıkların ve eserlerin müsemmalarında sirayet etmiştir. Gören de, görülen de odur. Alem onun suretidir. Alemin ruhu ve yöneticisi de odur. O, büyük insandır."
"O ortaya çıkanların kendisidir. Ortaya çıktığı durumda gizli olanların da kendisidir. Ortada başkasının gördüğü başka bir şey yoktur. Kendisinden bâtın olacak bir şey de yoktur. O kendisine zahir ve kendisinden gizlidir. Ebu Said el-Harraz diye adlandırılan da odur. Görülen ve isimlendirilen başka varlıklar da odur." [5]
"Hakkın, yaratıkların sıfatlarıyla ortaya çıktığını görmüyor musun? Bunu kendisi belirtmiştir. Noksanlık ve kötülük sıfatlarıyla ortaya çıktığını da kendisi ifade etmiştir. Yaratıkların da başından sonuna kadar hakkın sıfatlarıyla ortaya çıktığını görmüyor musun? Yaratıkların sıfatları onun için hak olduğu gibi, onun sıfatları da yaratıklar için haktır." [6]
"Kâmil arif, tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde hakka ibadet edildiğini görendir. Onun için tapılan bu tanrılara taş, ağaç, hayvan, insan, yıldız, melek gibi özel ismi yanında tapanlar onlara ilah adını vermişlerdir." [7]
"Varlığımız onun varlığıdır. Varlığımız açısından biz ona muhtaç, nefsinde zuhuru için o bize muhtaçtır... Sen ahkamla onun gıdası, o da varlıkla senin gıdandır. Senin özelliğin ne ise onun özelliği odur. Emir ondan sana olduğu gibi, senden de onadır. Ne var ki sen mükellef diye adlandırılıyorsun. Gerçi halinle sen ona 'Beni mükellef kıl' dediğin için seni mükellef kılmıştır. Ama o mükellef diye isimlendirilmez. O bana hamleder, ben ona hamlederim, o bana ibadet eder, ben ona ibadet ederim." [8]
İbn Arabi'nin bu sözlerini tevhid inancı ile bağdaştığını herhalde hiç bir muvahhid söyleyemez. Bunun örnekleri burada sayılayamayacak kadar çoktur, isterseniz onun değerlendirmesini de tasavvuf felsefesi uzmanlarından Dr. Abdulkadir Mahmud'dan dinleyelim:
"Bu şekilde vahdeti vücut nazariyesi bizi dünyadan yok olma, diriliş ve amellerin karşılığı konularında İslam'ın kesin prensiplerini inkar etmeğe götürür"
Şüphe yok ki vahdeti vücut nazariyesinin mantığı İslam dinini tümden yıktığı gibi, semavi bütün dinleri ve uluhiyetin ayırıcı özelliklerini de yıkmaktadır. Bu bakımdan Dr. Ebu'l-Ala Afifi'nin “ibn Arabi, şeriatın zahirinin enkazı üzerine ruhaniyette daha derin ve daha çok tatmin eden bir din bina etmek için yıkmaktadır” (Fususi'l-Hikem, 'Giriş', s. 43) sözlerine katılmıyoruz
İbn Arabi'nin sarihlerinden olup vahdeti vücut nazariyesinin felsefesini yaparak şirk bataklığına daha çok batıran Abdulkerim el-Cili'den de örnekler verelim:
"Zatı itibariyye yüce olan Hak'kın açığa çıktığı her varlığa tapmak gerekir. O, âlemin zerrelerinde açığa çıkmış(zahir olmuş)tur."
"İki alemde de mülk benimdir. İkisinde de benden başkasını görmedim. Onun ya iyiliğini umarım yahut ondan korkarım. Kemalin her türlüsüne sahibim ve Küllün büyüklüğünün cemaliyim, ben ondan başkası değilim."
"Gördüğün ne kadar maden, bitki, hayvan ve seciyeleriyle insan, gördüğün ne kadar deniz, çöl, ağaç veya yüksek bina, gördüğün ne kadar manevi suret ve göze hoş gelen güzel manzara, gördüğün ne kadar melek şekli ve manası iblis olan görünüm, gördüğün ne kadar beşeri bir şehvet ve elde edilen birhak, gördüğün ne kadar arş, kuşatıcısı, kürsüsü, yüce refref, işte onlar hepsi benim, hepsi benim manzaram (görünüşüm)dür. Onun hakikatinde teceli eden benim, o değildir. Halkın rabbi ve efendisi benim. Bütün alem isim, zatım ise müsemmasıdır."
"Allah, Muhammed'in nefsini kendi zatından yarattığı -ki Allah'ın zatı iki zıttı bulundurmaktadır- zaman hidayet, nur ve güzellik, sıfatları bakımında melekleri Muhammed'in nefsinden yarattığı gibi, zulmet ve celal sıfatlarıy bakımından iblis ve tabilerini de Muhammed'in nefsinden yarattı."
"Bil ki varlık ve yokluk iki karşıttır ve uluhiyet feleği ikisini kuşatır. Çünkü uluhiyet eski-yeni, hak-halk, varlık-yokluk gibi iki zıttı birlikte bulundurur..."
Bir de Bayezid (Ebu Yezid) el-Bistami'den bazı örnekler verelim:
"Allah'tan Allah'a çıktım. Nihayet bende 'Ey ben sen olan' diye seslendi."
"Sübhani (noksanlık sıfatlarından münezzehim), mâ a'zame şe'nî (şanım ne yücedir)!"
"Çadırımı Arş'ın yanına kurdum."
"Allah'ım! Senin bana itaatin benim sana itaatimden daha büyüktür."
"Allah'a yemin ederim ki sancağım Muhammed'in sancağından daha büyüktür. Nurdan olan sancağamın altında cinler, insanlar ve peygamberler bulunmaktadır." [20]
"Beni bir defa görmen, rabbini bin defa görmenden hayırlıdır." [21]
"Öyle bir denize daldım ki, peygamberler onun sahilinde kalmışlardı." [22]
Aynı inançları bu meşhurların izleyicileri olarak Sadreddin Konevi, Celaleddin er-Rumi, Yunus Emre, Şair Cami, Nazmi Efendi, ibn Sebîn, Tilimsani, Şebusteri, Zinnun el-Mısrî, Kaygusuz Abdal, Seyyid Hüseyin Nasr ve Rene Guenon gibi muhtediler devam ettirmişlerdir. [23]


B - TASAVVUF, MÜSLÜMANLARIN PEYGAMBER İNANCINI BOZMUŞTUR
İslam anlayışında, Hz. Muhammed (s) son peygamber ve örnek insandır. Bununla beraber Allah'ın kulu ve elçisidir. Diğer insanlar gibi bir insandır. En şerefli sıfatı da Allah'ın kulu ve elçisi olmasıdır.
Ama tasavvuf ;
• onu insanüstü göstererek,
• bütün alemin kendisi için yaratıldığını söyleyerek,
• bütün varlıkların ondan meydana geldiğini iddia ederek,
• herkesten ve her şeyden önce yaratıldığını ileri sürerek müslümanların onun hakkındaki inancını bozmuştur.
• Hakikati Muhammediye ve Nuru Muhammedi nazariyeleriyle peygamber inancını bozmuştur.
• Bazı mutasavvıflar, Peygamberin derecesini küçümseyerek yahut vahiy aldığı gibi vahiy ve ilham aldığını söyleyerek Peygamber hakkındaki inancı bozmuştur.
• Kainatın işlerini idare ettiğini inanılan gavs, kutup, ebdal, Hatemu'l-Evliya gibi inançlarla da müslümanların peygamber inancı bozmuştur. Bunu kanıtlayan sözlerden bazı örnekler verelim.
Gümüşhanevi şöyle diyor:
"Hakkın suretleri Muhammed'in kendisidir. Çünkü ehadiyet ve vahdaniyet hakikati ile taayyün etmiştir." [1]
"ilk taayyunla beraber olan zattır. Esmau'l-Husnası vardır ve Allah'ın ismi a'zamıdır." [2]
Muhammed ed-Demirtaş da şöyle demektedir:
"Hakikatlerin hakikati bütün mertebeleri ihata eden ilahi kemalli insani mertebedir. Hazratu'l-Cem', ehadiyyetu'l-cem' diye isimlendirilir. Daire onunla tamamlanır. Zatın yokluğunda taayyün eden ilk mertebedir ve o hakikati muhammediyedir." [3]
İbn Arabi de şöyle demektedir:"Alemin başlangıcı hava(boşluk)tur. Alemde ilk mevcut, rahmani arşın üzerin istiva ile nitelenen rahmani hakikati muhammediyedir. Rahmani arş ilahi arştır. Ayrı bir varlık sözkonusu olmadığı için onu ihata etmek de sözkonusu değildir. O, neden var olmuştur? Nerede var olmuştur? Hava (boşluk)da var olmuştur. Ne şekilde var olmuştur? Kendisini bilmekle ifade edilen Hak (Allah)da mevcut olan misal (şekil) üzere var olmuştur. Karışımdan kurtulmak ve karışım olmaksızın her alemin yaratıcından nasibini almasını sağlamak, gayesi hakikatlerini izhar etmek ve en büyük alemin feleklerini bilmektir." [4]
Yine şöyle demektedir: "Allah'ım! Salavatının bağı (sılası)nı ve selamlarının selametini rabbani körlük (boşluk)tan doğan taayyunatın ilki ve insan türüne katılan tenezzülatın sunucusu üzerine saç. Mekke'den Medine'ye hicret eden Allah'tı ve onunla beraber ikinci bir şey yoktu. Daha önce ne ise şimdi de odur. Varlığında beş alemin (ilahizatın aşamaları) hazaratını toplamıştır. Hüviyet sırrı her şeyde sirayet etmiştir. Ubudiyetle rububiyeti şahsında toplamış, imkan ve vücudiyeti kapsamıştır. [5]
Abdulgani en-Nablusi de şöyle demektedir:"Muhammed'e ancak Muhammed salat okumuştur. Çünkü kulların ona salatı isminin suretinden bir emriyle kullardan sadır olmuştur. (Yani Kur'an'da Allah müminlere Muhammed'e salat okumalarını emrederken, gerçekte emreden Muhammed'in kendisiydi ve Allah salat okuyan kulların suretine bürünmüştür.)" [6]
el-İbriz kitabının sahibi Abdulaziz el-Debbağ da şöyle demektedir:"Arş ve ferşiyle, yer ve gökleriyle, cennet ve perdeleriyle, alt ve üstleriyle ne varsa, hepsi bir araya getirilip bakıldığında Muhammed'in nurundan bir parça olduğu görülür. Muhammed'in bütün nuru biraraya getirilip Arşa konulsa, Arş erir. Arşı örten yetmiş kat perdeye yöneltilse, perdeler parçalanırlar. Bütün yaratıklar bir araya getirilip o büyük nura tutulsa, hepsi dökülür ve dağılırlar." [7]
Ömer İbn Said el-Fûnî de şöyle demektedir:
"Muhammed'in nuru yaratıldığı zaman, taayyün eden kainatta dağılmadan önce bütün peygamberlerin ve evliyanın ruhları ehadi bir bütünlükle bu Muhammedi nurda toplanmıştı. Bu da birinci akıl mertebesinde olmuştur." [8]
Ahmed Abdulmumin el-Hulvani de şöyle demektedir:
"İnsanlar yok iken bütün varlıklardan önce, fert fert parlak bir nur olarak var etmiştir. Ondan sonra bütün yaratıklar senin yüce nurundan varlığını almıştır. Bu ne büyük bir şereftir! Onun için bütün yaratıklar bu dünyada ve daha çetin kıyamet gününde sana sığınır. Başlarına bir sıkıntı geldiği zaman, sadece insanların değil, diğer yaratıklar da dahil, hepsinin sıkıntısını giderirsin. Bana cömertlik yap. Şüphesiz Rahman'ın hazineleri sağ elindedir. Ve sen dağıtanların en cömerdisin." [9]
Meşhur mutasavvıf şair el-Busiri de "el-Burde" kasidesinde şöyle demektedir:
"Bütün peygamberlere gelen âyetler onun (Muhammed'in) nurundan onlara gelmiştir." [10]
İbn Arabi de şöyle demektedir:
"Nuru içinde bir lamba bulunan kandile benzer. Lambaya benzetilmiştir. O boşlukta akılla adlandırılan hakikati Muhammed'den daha çok kabul edeceği bir şey yoktu. Akıl denilen bu hakikati Muhammed bütünüyle âlemin başlangıcı ve varlık olarak ilk zahir olandır. O'nun varlığı o ilahi nurdan, boşluktan ve külli hakikattandır. Boşlukta kendisi var olmuş ve alemin kendisi onun tecellisinden var olmuştur. Onun en yakını, alemin imamı ve bütün peygamberlerin sırrı Ali ibn Ebi Talib'dir." [11]
Tasavvufun sünni kanadında bu inanç olduğu gibi Şii kanadında da bulunmaktadır. Bir örnek verelim. (Güya) Hz. Ali söylemektedir:
"Ben ve peygamber onun buyurduğu şekilde, Allah'ın nurundan bir nurduk. O zaman Allah bu nurun ayrılmasını emir buyurdu. Sonra bir yarısına Muhammed ol, dedi. O da Muhammed oldu. Öteki yarısına da Ali ol, diye emretti. O da Ali oldu." [12]
İbn Arabi, Yüce Allah'ın kafir ve cehennemlik olduğunu belirttiği Firavun'ı mümin yapıp cennete göndermek için ayetlerin canına okurken, buzağıya tapanlara engel olmak için çırpınan Hz. Harun'u da geri kafalılık ve anlayışsızlıkla suçlamaktan geri kalmamıştır. Çünkü felsefesine göre Allah bütün varlıklar suretinde görünmüş ve Allah'tan başka tapılan her şeyde aslında Allah'a ibadet edilmiş olur. Ama Hz. Harun bunu kavrayamadığı için İsrail oğullarının buzağıya tapmasına engel olmaya kalkışmıştır. Fakat kavrayışlı Hz. Musa bunu bildiği için engellemesinden dolayı Hz. Harun'u azarlamış ve cezalandırmıştır. Firavun Allah'ı en iyi bilenlerden olduğu ve Hz. Musa da bunu bildiği için Hz. Harun'u bu anlayışsızlığından dolayı uyarmıştır. [13]
Bu şekilde tasavvufçular müslümanların peygamber inancını bozmuş ve Allah'ın dinini değiştirmeye çalışmışlardır. Tasavvufun müslümanların peygamber inancını bozmasına dair misaller çoğaltılabilir. Fakat bu kadarla yetiniyoruz.
Tasavvufçuların hatemu'l-enbiyaya rakip olarak uydurdukları hatemu'l-evliya nazariyesi vardır. Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed olduğu gibi hemen her tasavvuf meşhuru da kendini hatemu'l-evliya saymaktadır.
Peygamber adı dışında, hatemu'l-evliya olan zat
• peygamberin bütün sıfatlarına sahiptir.
• Zamanının en üstün temsilcisidir,
• gaybten haber verir,
• insanların kalpleri ve kaderleri üzerinde tasarruf eder,
• melekler kendisine, peygamberlere vahiy getirdiği gibi, ilham getirir.
• Peygamber vahiy getiren meleği gördüğü gibi, hatemu'l-evliya da meleği görür.

Sonuç olarak isim dışında peygamberin bütün özelliklerine sahiptir
Şia'nın imamet nazariyesini tasavvufçular hatemu'l-evliya nazariyesi şeklinde ortaya koymuşlardır. Bu nazariyeyi ilk olarak hakim dedikleri et-Tirmizi uydurmuştur.
 

sahiner

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Eyl 2007
Mesajlar
410
Tepki puanı
0
Puanları
0
C - TASAVVUF, MÜSLÜMANLARIN KUR'AN İNANCINI BOZMUŞTUR
Peygamberlere Allah'tan vahiy geldiği gibi kendilerine de meleğin ilham getirdiğini söyleyerek vahiy olgusunu sulandırmıştır. Vahiy adını vermemekle beraber kendilerine gelen bilgilerin vahiy gibi Allah'tan olduğu ve peygamberlere getiren meleğin getirdiğini söyleyerek nübüvvet sistemine rakip bir sistemi ortaya koymuşlardır. Kitaplarının Allah tarafından ve ilham yolu ile yazıldığını iddia ederek Kur'an-ı Kerim'e bir nevi alternatif gibi sunmaya çalışmışlardır. Kendilerine yöneltilecek eleştirilerin önüne geçmek için sözlerinin kendilerine ait olmaktan ziyade gökten gelen ilham ve gaybten verilen bilgi ürünü olduğunu söyleyerek peşin olarak engellemeye çalışmışlardır. Bunların meşhurlarından iki örnek vermek istiyoruz.
Celaleddin er-Rumî mesnevisinin Kur'an'ın sahip olduğu özelliklere sahip olduğunu iddia etmektedir. Önce Kur'an-ı Kerim'in niteliklerini sayan şu ayetlere bakalım.
"Şüphesiz Kur'an, alemlerin rabbinin indirmesidir. Uyaranlardan olman için onu Cebrail apaçık Arap diliyle senin kalbine indirmiştir." (Şuara, 192-195.)
"Oysa o, değerli bir kitaptır, önünden ve ardından ona batıl gelmez (batıl şeyler ona hiç bir şekilde karışmaz), hakim ve hamid olan Allah tarafından indirilmiştir." ( Fussilet, 41-42.)
"Şüphesiz bu yüce bir Kur'an'dır, korunmuş bir kitaptadır, ona ancak arınmış olanlar dokunabilir, alemlerin rabbinden indirilmiştir." (Vakıa, 77-80.)
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'i bu niteliklerle niteliyor. Şimdi de Celaleddin er-Rumi'nin ve sarihlerinin Mesnevi kitabını nitelemelerine bakalım.
"Hüzünleri giderir bir şifadır kalplere
Ledünnî mana verir müteşabih ayete
Kur'an-ı Kerim gibi kimini hidayete
Kimini hak ettiği dalalete sevkeder." [1]
Şimdi Mesnevi sarihlerinden Tahiru'l-Mevlevi'nin şu sözlerine bakalım:
"Kur'an dolayısıyla insanlardan çoğunun dalalete düşeceğini, çoğunun da hidayet bulacağını bildiriyor. Kur'an öyle olduğu gibi Mesnevi de öyledir. Nitekim Sahibi arifi de: 'Kur'an gibi bizim Mesnevi de bazılarını hidayete, bazılarını da dalalete gönderir.' diyor." [2]
"Şerefli kâtiplerdir onun yazıcıları
Temastan men ederler temiz olmayanları
Kalbe mutluluk verir huyları güzel eyler
O ilhamla inmiştir alemlerin Rabbından
Gelemez bâtıl onun önünden ve ardından
Koruyucu olan Hak onu korur gözetir
Ki o merhametlilerin merhametlisidir
Mesnevi kitabının başka adları da var
Adlarını verense Allah'ın kendisidir." [3]
Tahiru'l-Mevlevi şöyle devam ediyor:
"Mesnevi, kerim ve salih olan katipler eliyle yazılmıştır. Temiz olanlardan başkasını Mesneviye temas eylemekten men ederler. Mesmevi, Rabbu'l-Aleminden ilham olunmuş bir kitaptır. Bu fıkralar ile Sure-i Abese'deki 'Kur'an va'z ve nasihattir, dileyen onunla öğüt ve nasihat almış olur. O Kur'an tertemiz katiplerin eliyle yüksekte tutulan temiz sahifelerde yazılıdır.' [44] [4]
Sure-i Vakıa'daki 'Rasuli Ekreme nazil olan Kur'anı Kerimdir. Kitabı Meknun, yani Levhi Mahfuzda yazılıdır. Ona temiz olanlardan başkası temas edemez. Kur'an Rabbu-lalemin tarafından inzal buyurulmuştur.' [5] ayetlerine işaret edilmiştir.
"Mesnevi de ilham yolu ile canib-i Hak'dan nazil olmuştur... Taharet ve salah erbabından mâada (başka)sının ona teması, yani mütalaasıyla dinlenmesinden feyz-i marifet alması kabil değildir... Hz. Mevlana bu fıkra ile diyor ki: Canibi ilahiden vahyi münzel olan Kur'anı Kerim, nasıl avn-i samedanîde ise, onun evvelinden de, sonundan da batıl zuhuruna imkan ve ihtimal yoksa, Mesnevi de öyledir, ilhamı Rabbani eseridir. Kendisinden sapıklık zuhuruna imkan yoktur. Hatta iptali ve tahrifi de kabil değildir." [6]
Muhyiddin ibn Arabi de gerek Fususi'l-Hikem ve gerekse el-Futu-hatu'l-Mekkiye kitaplarını direkt Allah ve Rasulullahtan aldığı ilham ve emirle yazdığını, Allah ve peygamberle görüştüğünü söyleyerek sanki Kur'an'ın tamamlanması ve Hz. Muhammed ile vahiy ve risalet henüz son bulmadığını anlatmaktadır. Nitekim İbn Arabi vahyi; risalet vahyi ve velayet vahyi olmak üzere ikiye ayırmakta, risalet vahyinin son bulmasına rağmen velayet vahyinin devam ettiğini ve kendisine gelenlerden birinin biri olduğunu söylemektedir. Şöyle diyor Fusus kitabı için:
"Rasulullahı rüyada gördüm. Bu kitabı yazmamı istedi. Ben de yazdım. Bu kitap, nefis arzularının münezzeh ve içine fesat karışmamış olan en kudsi makamdan indirilmiştir. Ben ancak bana ilham olunan şeyi yazdım." [7]
"Size söylediklerimiz O'ndan bizedir. Bizim size verdiklerimiz, bizden sizedir..." [8]
Bu şekilde tasavvufçular kitaplarına Kur'an-ı Kerim'in vasıflarını vererek müslümanların Kur'an hakkındaki inançlarını bozmuş ve kitaplarını Kur'an gibi takdis etmeye çalışmışlardır.
Tasavvufçuların müslümanların Kur'an hakkındaki inançlarına ve fazla zarar verdikleri şekillerden biri de ayetlerine getirdikleri sapık ve batini tevilleridir. Tasavvuf boyasıyla yazılmış bütün tefsirlerde bu özellik değişik oranlarda bulunmaktadır. Bunlardan bazı örnekler vereceğiz.
Muhyiddin ibn Arabi'nin tefsirinden [9] bazı örnekler verelim.
"Allah çocuk edindi, dediler. Halbuki göklerde ve yerde olanların tümü O'nundur..." (Bakara, 118) ayetini şöyle açıklıyor:
"Allah çocuk edindi, dediler. Yani kendisi dışında özel ve zatı ile müstakil bir varlık var etti, dediler. Haşa! Ona benzer başka bir şeyin var olması bir yana, ondan başka bir varlığın bulunmasından onu tenzih ederiz. Aksine göklerde ve yerde ne varsa onundur. Yani ruhlar ve cesetler alemi onundur. Zaten bunlar onun zahir ve batınıdır..."
"İbrahim babasına ve milletine 'Bu tapınıp durduğunuz heykeller nedir?' demişti. Babalarımızı onlara tapar bulduk, demişlerdi..." [Enbiya, 52-53] ayetine :
"Babasına demişti. Yani küllî nefs. Kavmine de. Semavi ve diğer konuşan nefisler. Bu heykeller nedir? Yani akılların hakikatlerinden, eşyadan ve mevcudatın mahiyetlerinden akledilen ve onlarda nakşedilen bu suretler. Siz onları tapınıp durdunuz. Bu da mukaddes ruhun makamından nurani perdelerden sıyrılıp zati tevhid fezasına yükselmesidir... Babalarımızı. Ceberrut ehlinden bütün nefislerden önce bulunan alemlerden illetlerimiz. Onlara tapar bulduk. Zatlarında onları bulundururlar ve bir an onlardan ayrılmazlar. Apaçık bir sapıklık. Yani hakkı perdeleyen nurdan bir perde içinde. Zatın kendisine ulaşmadan sıfatların berzahında duruyoruz. Ehadiyet hakikatine ve hüviyet denizine batmaya yol bulamıyoruz..." [11]
İbn Arabi'nin tefsirinden rastgele aldığımız bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Zaten baştan sona kadar bu felsefe ile yazılmıştır. Kur'an ayetlerini bu şekilde tahrif edip gerçeklerini inkar etmektedir. Diğer tasavvuf! tefsirlerin tümünde değişik oranlarda bu sapık tevil ve tahrifler bulunmaktadır.
İsterseniz Ebu Abdurrahman es-Sülemi'nin tefsirinden de bazı örnekler verelim.
"Hani Evi (Ka'be’yi) insanlar için bir toplanma ve güvenlik yeri kılmıştık.." ( Bakara, 125) Rivayetlerin senetlerini geçerek es-Sülemi'nin görüşünü belirtiyoruz. "Burada Beyt, Muhammed aleyhisselamdır. Ona inanan, onun risaletini tasdik eden güvenliğe kavuşmuş olur." [12]
"Muhakkak Safa ile Merve Allah'ın nişanelerindendir." (Bakara, 158) ayetini şöyle açıklıyor:
"Safa, muhalefetlerden arınan ruhtur. Merve, efendisine hizmette mürüvveti kullanan nefistir. Şöyle de demiştir: Safa, marifet sagasıdır, Merve arifin mürüvvetidir..." [13]
Hacc ibadeti ve arafat ile ilgili şu ayetlere bakın nasıl mana veriliyor:
"Sonra insanların (topluca) akın ettiği yerden siz de akın edin ve Allah'tan bağışlanma dileyin (Bakara, 199)
"İbn Ata'ya göre: içinizi beni anmakla tamir edip ondaki kirleri boşalttığınız zaman artık herkesin yaptığı kulluk adetlerine dönün. Allah'tan başkasıyla iştigalden Allah'a istiğfar edin..." [14]
"Sizden kimi dünya ister." (Ali imran, 152)
"Sehl'e göre dünya nefsindir. Onu yok edersen dünyan kalmaz." [15]
"Allah'a kulluk edin ve hiç bir şeyi ona ortak koşmayın. Ana babaya yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yakınınızdaki arkadaşa, yolcuya ve maliki bulunduğunuz kimselere iyilik edin." (Nisa, 36)
"Sehl'e göre cari zil-kurba (yakın komşu) kalbdir. Carul-cunub (uzak komşu) nefistir.
Sahib-ulcenb (yakınınızdaki arkadaş) sünnet ve şeriata iktidaen yapılan fiildir. İbnus-sebil (yolcu), Allahu Tealaya ibadet eden uzuvlardır." [16]
"Dağları donuk görürsün, halbuki bulutlar gibi yürümektedir." (Neml, 88
"Cafer'e göre ruh çıktığı zaman nefisleri donuk sanırsın. Ruh, arşın altındaki yerine sığınak için kudüste yürür. Yine Cafer'e göre, müminin kalbinin nuru, aşıkların ah-u enini, Hak'kı müşahade edip huzura kavuşuncaya kadar bulutlar gibi yürür. Burada Hak'kı müşahade edinceye kadar nefisten çıkan ruh ahu figan, bulutlar gibi yürüyen dağlara misal verilmiştir." [17]
"Müminlerden iki topluluk vuruşursa, aralarını düzeltin. Eğer biri diğerine saldırırsa saldıranla savaşın ki Allah'ın emrine dönsün." (Hucurat, 9)
"Sehl'e göre bu iki topluluk, ruh, akıl ve kalb ile tab'ı hava ve şehvettir. Eğer tab', hava ve şehvet; akıl ruh ve kalbe saldırırsa, kul onu murakebe kuluçlarıyla, mütalaa oklarıyla ve muvafakat nurlarıyla öldürsün ki ruh ve akıl galip gelip hava ve şehvet mağlup olalar." [18]
Bu misalleri daha da çoğaltmak mümkündür. Merak edenler ilgili kitaplara bakabilirler. Tasavvufi tefsirlerin hemen hepsinde genel özellik budur. Kur'an ayetlerini tahrif ederek manalarını sulandırmak, gerçeklerini inkar etmek, müminlerin ona karşı inanç ve teslimiyetlerini bozmak için ne gerekiyorsa yapmaktadırlar. Görüldüğü gibi Kur'an'ın gerçekleri inkar edilmekte, tahrif ve tebdil edilmektedir. Yaptıkları bu tevil ve tahriflere de dinin özü, süsü ve gerçeği demektedirler.
Tasavvufçuların en akıllısı Gazali'nin müridleri nasıl Kur'an okuma ve hadis yazmaktan menettiğine bakınız. "(Mürid) Kur'an okuyarak, tefsir mütalaa ederek, hadis ve başka şey yazarak düşüncesini dağılmamalıdır." [19] Gazali gibi bir insan böyle derse, başkaları neler demez?!

G - TASAVVUF, İSLAM'IN İNSANA BAKIŞINI BOZMUŞTUR
İslam, insanın mükerrem ve Yüce Allah'ın verdiği emaneti yüklenebilecek bir varlık olarak yaratıldığını belirtir. En güzel yaratılışla yaratıldığını ve diğer yaratıklar arasından emir ve yasakları gözeterek yaşamaya elverişli, yeryüzünde halife olarak yaratıldığını söyler. Yüce Allah'ın buyrukları çerçevesinde hareket ettiği taktirde en yüce makamlara layık olduğu halde, Allah'ı bırakıp başka varlıkların isteği doğrultusunda yaşadığı taktirde esfeli safiline gideceğini söyler.
İnsan ne lanetlenmiş ve asla ıslah olmayacak bir şeytan, ne de masum bir melektir. Hayra ve şerre müsait olarak yaratılmıştır. Yetenekleri sınırlı ve yaptıklarından sorumludur. Toplumun en büyüğü, en meşhuru ve üst düzeyde olanı böyle olduğu gibi sıradan insanları da böyledir. Aralarındaki üstünlük sadece takva, yani İslam'ın hükümlerini gözetme derecelerine göre olur. İnsanın İslam'daki konumu ana hatlarıyla bu şekildedir.
Tasavvuf ise, İslam'ın bu dengeli ve sorumlu yapısını altüst etmiş, toplumda sınıf farkını doğurmuş, şeytan gibi usanmaz ve ıslah olmaz azgın bir nefis sahibi olduğunu söyleyerek ömrünü bu mevhum düşmanla mücadele ederek geçirmesini söylemiştir.
İnsanlardan kimilerini peygamberlerin ötesinde ve kainatın kaderinde tasarruf edenler kabul ederken, kimilerini de kapıkulu, şeyhin hizmetçisi ve eşiğinde kölesi haline getirmiştir.
• Gavsı azam,
• kutbu'l-aktam,
• gavsı samadani,
• kaderlerde ve kalpler üzerinde tasarrufu olan,
• Allah ve peygamberle görüşüp onlardan talimat alan,
• yazdığı ve konuştukları Allah'ın ilhamı ve peygamberin telkini olan,
• hayat çarkını ve kişilerin geleceğini parmağıyla idare eden,
• hayatta olduğu kadar öldükten sonra da hayatta tasarrufu olan,
• hayır ve şer sağlayan,
• imdada koşan,
• bağlılarını ahirette destekleyip kurtaran ve
• Allah ile insanlar arasında aracılık yapan bir konuma getirirken,

kimilerini de;
• kapının eşiğinde köle,
• nefsini öldürmesi için tuvalet kapısında bekçi
• yahut halk pazarında palyaço,
• şeyhin elinde oyuncak ve
• geleceği onun himmetine kalmış bir zavallı yapmaktadır.
• Zavallının yaptığı ibadet ve iyiliklerin kabul olması için Allah ile kendisi arasında şeyhi aracı yapmak zorundadır.
• Şeyhin odasında oturamaz,
• eşyasını kullanamaz,
• yokluğunda hakkında bir şeyi aklına getiremez,
• boşayacak olursa onun hanımı ile evlenemez,
• seccadesinde oturamaz,
• gece gündüz varlığını ve murakebesini aklından çıkaramaz,
• izni olmadan çalışıp kazanamaz,
• bir yere gidemez,
• evlenemez,
• boşanamaz, kısaca bağımsız ve sorumlu bir insanın yapması gereken işleri yapma hak ve hürriyetine sahip olamaz.
Şeyhin konumu ve şeyh-mürid ilişkileri incelendiği zaman bu tablo gözümüzün önünde şekillenir. Şeyh-mürid ilişkilerini, kutuplar, evliya, abdal, evtad, nukeba, nuceba, urefa ve benzeri tasavvuf ülkesinin hayali kurmaylarının konumları incelendiği zaman bu söylenenler müşahade edilir. Bunları müşahade etmek için bazı örnekler verelim:
Muhammed Emin el-Kurdi yazıyor:
„Mürid,
• şeyhine tazim göstermeli,
• açık ve gizli bütün durumlarda onu büyük tanımalıdır.
• Maksudunun ancak onun elinde gerçekleşebileceğine inanmalıdır.
• Gözü başka bir şeyhe meyledecek olursa, şeyhinden mahrum olur ve feyiz ona kapanır.
• Şeyhin bütün tasarruflarına razı olması, ona itaat etmesi ve boyun eğmesi gerekir.
• Mal ve beden ile ona hizmet etmelidir. Çünkü irade ve muhabbetin cevheri ancak bu yolla belli olur.
• Doğruluk ve samimiyet ölçüsü ancak bu ölçü ile bilinir.
• İşlediğinin zahiri haram da olsa, şeyhinin yaptığına itiraz etmemelidir.
• Ona Niçin böyle yaptın? dememelidir.
• Çünkü şeyhine Niçin? diyen kişi asla felah bulamaz.
• Zahirde şeyhten kötü bir durum sadır olabilir, fakat batını itibariyle o durum güzeldir.
• Külli ve cüzi, ibadet ve adet olsun, bütün işlerde iradesini şeyhinin iradesine teslim etmelidir.
• Gerçek müridin alametlerinden biri de, şeyhi kendisine Şu fırına gir derse, girmesidir.
• Şeyhin durumlarını hiç bir şekilde araştırmamalıdır.
• Zira böyle bir şey çok kişi için meydana geldiği gibi, helakine sebep olabilir.
• Bütün durumlarda şeyhi hakkında hüsnü zanda bulunmalıdır...
• Bereketini kazanması için ikamette ve yolculukta, bütün işlerinde şeyhini kalbinden çıkarmamalıdır.
• Dünya ve ahiretle ilgili elde ettiği bütün bereketlerin kendisine şeyhinden geldiğine inanmalıdır. Testerelerle bile kesilse, şeyhinin bir sırrını açmamalıdır.
• Şeyhinin gönlünün meylettiğini sezdiği bir kadınla evlenmemeli ve şeyhinin boşadığı yahut ondan dul kalan bir kadınla asla evlenmemelidir.
• Şeyhin sevdiği kişilerle oturmalı, sevmediği kişilerle oturup kalkmamalıdır.
• Kendisine iltifat etmemesine ve kendisinden yüz çevirmesine sabretmeli, falan için şöyle böyle yaptığı halde bana niçin böyle yapmıyor, dememelidir.
• Şeyh için hazırlanmış olan yere oturmamalı,
• izni olmadan herhangi bir konuda ona ısrar etmemeli,
• yolculuğa çıkmamalı,
• evlenmemeli ve önemli bir iş yapmamalıdır...“ [1]
• Şeyhin elinde müridin gassalin elindeki cenaze gibi olması gerektiği,
• her nimeti ve feyzi ondan bilmesi,
• ona itiraz etmemesi ve kul kölesi olması gerektiği inancı adab kitaplarının hemen hepsinde mevcuttur.
Mesela bugün kimi tasavvufçuların adab olarak okuttukları ve din kitabı gibi belledikleri Muhammed İbn Abdullah Hani'nin Ali Hüsrevoğlu tarafından tercüme edilen ve İstanbul'da 1980 tarihinde basılan Adab kitabından 152-166 sayfalarına bakılabilir. Şeyh mürid ilişkileri konusunda tasavvufçuların delisi bu şekilde düşündüğü gibi velisi de bu şekilde düşünmektedir. Mesela hatemu'l-evliya olarak bilinen İbn Arabi bunu şöyle ifade etmektedir:
• „Bu itaat üstünkörü
• ve ihlasla olması lazımdır.
• Şartsız ve tam olmalıdır.
• Mürid, tevilsiz, cevapsız, özürsüz ve tepkisiz şeyhin emirlerine harfiyyen bağlı kalır.
• Şeyhin emri akıldışı, hatta haram işlemeyi de emretse, harfiyyen bu emirlere itaat etmesi lazımdır.
• Şeriata muhalefet ettiğini görsen bile, ona itiraz etmeyi aklına bile getirmemelisin. Çünkü insan masum değildir. „ [2]

Avarifu'l-Maarif sahibi es-Suhreverdi de şöyle demektedir:
• „Şeyhin sözü Hak ile, Hak'tan ve Hak içindir.
• Cebrail, vahiy konusunda emin olduğu gibi, şeyh de ilhamı müridlere aktarmada emindir.
• Cebrail vahiyde hiyanet etmediği gibi, şeyh de ilhamda hiyanet etmez.
• Rasulullah heva ile konuşmadığı gibi, şeyh de ona uyarak zahir ve batında hevasından konuşmaz. „ [3]
• Müridin şeyhe karşı en güzel edebi, sessizlik, donukluk ve hareketsizlik (sukut, humud ve cumud)dur.
• Şeyhin izni olmadan çok konuşmamalı, çok gülmemeli ve sesini yükseltmemelidir.
• Şeyhin durumundan kendisine kapalı bir şey olursa, Musa ile Hızır kıssasını hatırlamalı ve itiraz etmemelidir.
• Üstadına hayır diyen asla felah bulamaz.
• Şeyh varken, mürid sadece farz namazı kılmalıdır.
• Çünkü onun görevi hizmettir.
• Şeyhine bütün durumlarını açmalı ve gizlememelidir. [4]
Tasavvuf kültüründe ve şeyh-mürid sisteminde müridin şahsiyeti olabildiği kadar yok edilmesine karşın, şeyh yüceltilmekte, kutsallaştırılmakta ve kendisine bir nevi tanrısal özellikler verilmektedir. Bunun bir örneğini Menakıbu'l-Arifin kitabında görüyoruz. Ahmed Eflaki anlatıyor:
Sultan Veled buyurdu ki: Bir gün babam (mevlana) medresede bilgiler saçıyordu.
Bu arada „Gerçek mürid, kendi şeyhinin herkesten büyük olduğuna inanan kimsedir“ dedi. Öyle ki bir adam Bayezid'in müridlerinden birine Şeyhin mi büyük Ebu Hanife mi? diye sordu. O yine, şeyhim dedi. Sonra Ebu Bekir mi büyük senin şeyhin mi? diye sordu. O yine, şeyhim, diye cevap verdi. (Nihayet) o, birer birer bütün sahabeyi saydıktan sonra Muhammed mi büyük senin şeyhin mi? dedi. Yine, şeyhim büyüktür, dedi. En sonunda Tanrı mı büyük senin şeyhin mi? diye sordu. Mürid: Ben tanrıyı şeyhimde gördüm, şeyhimden başka bir şey tanımam, hep onu tanırım ! dedi.
Başka bir müridden de Tanrı mı büyük, yoksa senin şeyhin mi? diye sordular. O da Bu iki büyük arasında hiç fark yoktur, dedi. Ariflerden biri de: Bu iki büyükten daha büyük biri lazımdır ki bu farkı ortaya koysun demiştir. [5]
Tasavvuf, şeyh denilen kişinin insanüstü niteliklere sahip olduğunu mürid kişilerin zihinlerine işleyerek onsuz hidayet ve saadetin olamayacağını anlatmakta, onların kulluğunu yapmayan kişilerin şeytanın kulu kölesi olacağını telkin etmektedir.
Bu konudaki sloganları meşhurdur: Ebu Yezid el-Bistami bunu şöyle dile getiriyor: Üstadı (şeyhi) olmayanın imamı şeytandır. [6]
Letaifu'l-Minen sahibi Şarani de şöyle ifade etmektedir:
Şeyhlerin silsilesine kendisini ulaştıracak ve kalbinden perdeyi kaldıracak üstadı olmayan kimse, sahipsiz bir sokak çocuğu ve nesebi belirsiz bir kişidir.
Şeyhe karşı müridin adabını belirlemeye çalışan Muhammed Osman da şöyle diyor: Geçtiğin her halde şeyhini görmen ve bunun onun vasıtasıyla olduğunu bilmen gerekir. Adabın bini de, namazda oturur gibi huzurunda oturman, onda fena bulman, seccadesinde oturmaman, ibriği ile abdest almaman ve bastonuna dayanmamandır. Ermişlerin birinin şu sözünü dinle: Şeyhine 'niçin' diye soran kimse felah bulmaz. Suretini kalbinden ve hayalinden sakın çıkarma. Bir an olsun ondan gafil olursan, bil ki bu senin bedbahtlığındandır. Onda fena makamına erişmeye çalış, böylece onda beka makamına erişirsin. [8]
Tasavvufçular, şeyhin emir ve yasak hiç bir isteğine müridin muhalefet etmemesini emretmektedirler. Hz. Peygamber'in sünnetine açıkça muhalefet ettiğini görse bile, şeyhin hiç bir arzusuna muhalefet etmemesini söylerler.
Müridin şeyhin avucunda kalması ve her şeyini dilediği gibi sömürebilmesi için tasavvufçular, eş-Şarani diliyle, şeyhine başka bir şeyhi ortak koşmanın Allah'a ortak koşmak gibi olduğunu telkin ederler.
Şeyhin tarikatından başka tarikat seçen veya onun gösterdiği yoldan başka bir yolda giden kişinin dinden çıkmış gibi olacağını bile söylerler.
Bu felsefe eski sufilerde olduğu gibi yenilerde de devam etmiştir. Bunlardan da bir iki örnek vermek istiyoruz. Bilindiği gibi tasavvuf anlayışında mürid şeyhin elinde gassalin elindeki cenaze gibidir. Müridin zikirden namazına kadar, uykusundan çilesine kadar hemen bütün davranış ve ibadet şekli şeyh tarafından belirlenmektedir. Bunun ifadesini bazılarında görüyoruz.
Mürid şeyhinin terbiyesinde gassalin elindeki ölü gibi olmalıdır, ki o şeyh müride istediği gibi hareket edebilsin.
Kalbinde şeyhin efali üzerine itiraz etmemelidir. Şeyhe itiraz çok çirkindir. Muteriz (itiraz eden) mazur olamaz. [12]
Şeyhin efalinden birine zahiren veya batınen itiraz ve inkar etmemek lazımdır. Olabilir ki şeyh o fiilini bir hikmet tahtında veya imtihan maksadıyla yapmıştır. [13]
Şeyhin ihtiyar ve tercih ettiği miktardan fazla veya başka zikirlerle meşgul olmamalıdır. [14]
Babası, oğlu ve bütün insanlardan kendisine daha sevimli olmadıkça hiç biriniz iman etmiş olmaz. buyurduğu gibi, Peygamber efendimiz, mürşidi hakiki peygamber efendimizin varisi olduğundan, onun makamında oturduğundan o zamanın o mümini de onu o tarzda sevmesi lazımdır. O tarzda sevmezse, hava alır. Rasulullah'ı sevmeyenin amelleri heba olduğu gibi, o mürşide Allah'ın rızası için bağlanmayan da kendisi bilir. Onun için bu sevgi bağını, saygı bağını, o ruhani irtibatı güzelce yapın. [15]
Onlar bilmelidirler ki bu taifeyi (mürşidleri) inkar, öldürücü bir zehirdir. Onların yaptıklarına ve sözlerine itiraz da engerek yılanı zehridir. Bu şekilde davranmak, ebedi ölüme ve helake götürür. [16]
Tassavufun insan şahsiyetini öldürdüğü ve köpekten, hatta kafirlerden daha aşağı durma düşürdüğünü mutasavvıfların kendi sözlerinden okuyalım.
Veliler serdarı Şah Bahaaddin Nakşibend hazretleri bir gün yolda giderken bir köpeğin ayak çukurunda biriken suya bakarak Ben şu sudan daha kirliyim derler. Yanındakilerin şaşırdıkları, hayret ettiklerini görünce ilave eder: Hatta ben kafirden daha adi ve kirliyim. İşte denge noktasında olmak budur. [17]
Dünyada bulunan her insan, hatta Frenk kafirlerini ve sapıkları, zındıkları her bakımdan kendimden daha iyi görüyorum. Bunların en kötüsü olarak kendimi görüyorum. [18]
Tasavvufun insan şahsiyetini öldürmesi için mensupları her yola başvurmuşlardır. İnsanı en tiksindirici işlerde bile çalıştırmışlardır. Yola giren padişaha dilencilik yaptırılmıştır, intisap etmek isteyen vezire sokaklarda sakatat sattırılmış, devrin en büyük ilim otoritelerine tekkenin helaları temizlettirilmiştir... [19]
Hemen her ilimde söz sahibi olan Gazali gibi bir alim bu felsefe ile hayattan uzaklaşıp minareye kapanmamış mıydı? Hayatta insanların problemlerini çözerek alim ve ilim şerefini taşımaya devam edeceği yerde, tasavvufi çile doldurmaya ve insanların ruhlarla konuşmasının felsefesini yapmaya dalmamış mıydı?

Gördüğümüz gibi tasavvuf, İslam'dan iktibas ettiği unsurları kendi sistemine monte ederek onları da amaç ve karakterinden uzaklaştırmıştır.
İslam'ın zaruratı diniyye diye adlandırılan ve onlara iman olmadan kişinin mümin olamayacağı değerleri, hükümleri ve prensipleri tasavvuf elinden geldiği kadar değiştirmeye, saptırmaya ve sulandırmaya çalışmıştır.
Pasif ve bidatlarla dolu ameli hayatından şirk ve cahiliyye kültürü ile dolu felsefi yönüne kadar tasavvuf İslam alemine çok pahalıya mal olmuştur. Hatta İslam'a girecek ve hidayeti bulacak kimi insanların da İslam yerine tasavvuf dinine takılıp kalmalarına sebep olmuştur. Ayrıntılar ve kimi olumlu yanlar bir yana bırakılırsa, tasavvufun müslümanlara kazandırdığı ve onlara getirdiği bundan ibarettir.
 

sahiner

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Eyl 2007
Mesajlar
410
Tepki puanı
0
Puanları
0
4 - TASAVVUF VE VAHDET-İ VUCUD İNANCI

A - MEKKE MÜŞRİKLERİNDE DAHİ BULUNMAYAN YANLIŞLIK

Daha önceki bölümlerde ayrıntılı olarak anlatıldığı gibi, Mekke müşrikleri Allah'ın mevcudiyetini biliyor ve kabul ediyorlardı. O'nun mutlak güç ve kudret sahibi olduğunu, herşeyi yaratan olduğunu tasdik ediyorlardı. Ancak ayette de geçtiği gibi, onlar bu olumlu özelliklerine rağmen müşriktiler, çünkü Allah'ı gerektiği kadar ve gerektiği biçimiyle bilmiyor, tanımıyorlardı.
Dolayısıyla inançlarının olumlu yönleri, olumsuzlarla karşılaştırıldığında bir anlamı kalmıyordu. Onların Allah'la ilgili inançlarının genel özellikleri şöyle idi; onlar putları Allah ile kendi aralarında aracı ve putları kendileri için Allah'a karşı şefaatçi kabul etme yanlışlıklarına karşılık, Allah ile yaratıkları, varlık ve sıfatlar itibarıyla tamamen ayrı kabul etmek gibi bir doğruya da sahiptiler.
Hatta Allah ile yaratıkları ayırmada o kadar hassastılar ki bu hassaslıkları bir başka yanlışlığa neden olmuştu. Söz konusu yanlışlıkları, Allah'ın yüceliği nedeniyle, hiç bir yaratıkla aşağılığı nedeniyle ilgilenmeyeceği inancıydı. Bu yanlışlık nedeniyledir ki Resûlüllah (sav)'e karşı çıkarken Allah'ın bir insanı elçi olarak seçmiyeceğini, Öylesi yüce bir varlığın insan ile irtibat kurmayacağını belirtiyorlardı.
İşte bütün bunlar ve özellikle de inançlarındaki olumlu yönler nedeniyle Resûlüllah (sav)'e ilk gelen ayetlerden bir kısmını oluşturan ve Tevhid esasının başhbaşına açıklandığı bir sûre olan İhlâs sûresi "De ki O Allah tektir" ayetiyle başlıyordu. Yani müşriklerin "Rabb'ın nasıldır, kimdir?" içerikli sorularına Resul aracılığıyla "Bilmek istediğiniz Rabb'im yeni bir İlâh değil, Allah'tır. Benim Rabb'im, diğer mabudları bırakarak kendisine ibadet edeceğiniz yeni bir Rabb değildir. Aslında o Rabb, Allah dediğiniz Rabb'ın kendisidir" biçiminde cevap verilerek, Allah'la ilgili inançlarının doğru yönleri tasdik edilip açıklanıyor, yanlışları da gösteriliyordu.
Böylelikle onların Allah inancı, tashih edilmiş oluyordu. Ayrıca daha önce de belirttiğimiz gibi onların yanlışlarının en önemli yönünü ise İlâh, Rabb ve Melik'lik sıfatlarını parçalayıp bir kısmını kendilerine ait kılmaları oluşturuyordu. Bu nedenle ilk gelen ayetlerden itibaren bu sıfatların sadece Allah'a ait olduğu açıklanır.
Hatta bundan dolayı ki ilk ayetlerde Allah'ın İlâh, Rabb ve Melik oluşu tekrar tekrar vurgulanır. Bu hakikat insanların kafa ve kalplerine iyice yerleştirilir ve sonraki ayetlerde ise ayrıntılı sıfatlar fazla zikredilmeden Allah'tan sadece Allah ismiyle bahsedilir. Çünkü insanlar artık Allah'ın kim olduğunu doğru şekilde bilmektedirler.
Fakat ne yazık ve gariptir ki İslâm Tasavvufu ismiyle oluşan yapı içerisindeki bazı sûfiler, müslüman sıfatlarına rağmen, Allah hakkında, Mekke müşriklerinin sahip oldukları doğrular kadar dahi doğrulara sahip olamamışlardır. Hemen belirtelim bu tesbitimizi çok ağır bir iddia/itham olduğunu belirterek karşı çıkanların bulunmasını beklemek gerekecektir. Keşke öyle olsaydı. Fakat ne yazık ki bu tesbitimiz, ne bir iddia, ne de bir ithamdır, aksine gerçeğin ifadesidir.
Zira bazı sûfiler (ki bunların en önemli özellikleri ise, halk arasında büyük bir takdir ve kabul görmüş olmalarıdır) bu tesbitimizi hiç bir şüpheye yer bırakmayacak kadar haklı çıkaracak özelliklere sahip olmuşlardır. Bu tesbitimizin en önemli dayanağı, Tevhid esasının çarpıtılmasında çok önemli fonksiyonlar üstlenmiş olan Fenâ-Bekâ konusudur. Şöyleki;
Allah'ın güç, kudret, ilim ve sıfatları gereği bütün yaratıklarının her anına ve haline hakim olduğu gerçeği Tevhid'in temellerinden birisi ve hatta en önemlisidir. Her Elçi, insanlara la ilahe illallah hakikatini tebliğ ederken, Allah ile yaratıklar arasındaki ayrılığı (farklılığı) özellikle vurgulamıştır. Buna göre Allah ile yaratıklar arasında hiç bir şekilde benzerlik ve ortaklık yoktur;
"(Allah'ın) zatına benzer hiçbir şey yoktur."(42/ll)
Allah, bütün yaratıklar üzerinde mutlak güç, kudret ve hakim olmasına karşılık, yaratıklar ise (özellikle de insan) varoluş şartlan gereği varlıklarının dayanağı ve sebebi olan Allah'a ibadet etmeleri gerekir. Diğer bir ifadeyle, Allah ile yaratıklar arasındaki tek ilişki, Rabb-Kul ilşkisidir. İnsanın Allah'a ibadetinin esasını ve asıl biçimini ise Fena ile ifade edilen özellikler oluşturur.
Burada önemli olan isim değil, o ismin ifade ettiği şartlardır. Buna göre Fenâ'nın temel üç özelliği vardır;
1-) Allah'tan başkasına ibadet/kulluk etmemek;
2-) Allah'tan başka hiç bir varlığı, Allah'a rağmen ölçü kabul etmemek;
3-) Allah'tan başka bütün varlıkların varlığının nedeninin Allah olduğunu bilmek.
Bunlar gerçekleştiği zaman kul, bütün sorumluluklarını, dolayısıyla Misak'ın şartlarını gerçekleştirmiş olur. Bu ise Rızaullah'a nail olmaktan başka bir sonuca neden olmaz.

Dinin özellikle ibadetle ilgili esaslarında sınırları zorlayarak fazla sorumluluklar üstlenme eğilimine girmiş olan zâhidler, iç ve dış etkilerin sonucunda zamanla inanç ve düşün çelerde de farklı özelliklere sahip olmaya başlarlar. Zaten bu safha, tasavvufun oluşum aşamasını oluşturur. Bu süreçte önemli bir değişiklik (bozulma) Fena inancında görülür. Bu değişiklik zamanla artarak ve genişleyerek, sonuçta Allah-Kul, Yaratan-Yaratılmış ayrımının kaybedildiği bir noktaya ulaşır, işte Mekke müşriklerinde dahi bulunmayan yanlışlık buradadır. Ve bu yanlışlığın mensup ve taraftarları "Müslüman" sıfatına sahip bazı insanlar olmuştur.
İlk dönem sûfileri (H.2./M.8.yüzyıl) Allah'a hakkıyla kulluk edebilmek için, kişinin kendisinden geçmesi (Fena olması) inancını oluştururlar. Bu genel hatlarıyla ve büyük oranda doğru temeller üzerinde yer alan bir inanç ve kanaat olur. Buna göre kişi, Allah'tan başka her şeyden geçmeli ve sadece Allah'a yönelmeli, böylelikle kulluğun gerçek şuuruna erebilmelidir.
Ancak kişinin kendisinden geçmesi inancı, bir ileri safhada kendisinden geçilen mevcudun ne olduğu problemini gündeme getirir. Probleme göre, kendinden geçmenin (Fena olmanın) gereği olan Fenâfillâh Allah'ta yok olma hali gerçekleşince, yani Allah'tan başka hiç bir şeyi görmeme, bilmeme, duymama hali gerçekleşince, kendisinden geçilenler (Vûcudlar, Allah'tan gayrı herşey) ne olmuştur?
Bu, çözülmesi gereken önemli bir konu olarak gündemi oluşturur. Buna bağlı olarakta, Fena gerçekleştiği zaman, bunun tamamıyla Allah'ın rıza ve takdirine uygun yaşamak, davranmak anlamına mı geldiği, yoksa Allah-Kul ayrımını kaldırıp "Bir" olmak anlamına mı geldiği konusu, üzerinde sıklıkla düşünülen husus olur. Bazılarını tahmin ede-bilsek dahi, tam olarak bilemediğimiz bazı sebeplerden dolayı, söz konusu problemin odaklaştığı yukarıdaki soruya Bekâ-billah (Allah'la bakî olmak) biçiminde cevap verilir ve bu cevap çoğu sûfî tarafından kolaylıkla kabul edilir.
Bu cevabın açığa çıkmasında ve bunun oluşumunda o günün müslümanların ilgi odaklarından birisini teşkil eden Felsefe'nin önemli etkileri olur. Ancak felsefenin oynadığı bu önemli rol çoğu zaman saklanmaya çalışılır. Hint mistisizminin bazı inançları ise Beka billah inancının oluşumunda diğer önemli esin kaynağı olur.
Şöyleki;
Plotinus'a (M.270) göre, Tanrıyı bilmek, onunla "Bir" olmak anlamına gelir. Bu bir olmak ise, bilen/bilinen ayrımım tamamen ortadan kaldırır. Hint mistisizmin kaynağı olan Upanişadlar ve Vedantalar'a göre ise varoluşun gereği ve şartı Evrensel Varlık'la (Tanrı'yla) "Bir" olmaktır. Bu ise çoğu zaman Evrensel Varhk'ın insana hulul etmesi şeklinde gerçekleşir. Bu durumun gerçekleşme nedeni ise, insanın arınması, ve yüceleş-mesidir.


Hummalı bir çalışma ile kısa sürede tercüme edilerek, Arapçaya kazandırılan felsefe kitapları ve bilhassa Hallac-ı Mansûr (309/922) gibi bazı sûfilerin Hint'i sık sık ziyaret etmeleri, Bekâbillah inancının oluşmasında etkili olan malzemeyi sağlamış görünüyor. Bu inancın oluşup, kabul görmesi fena inancının aslından oldukça farklı boyutlarda anlamlandırılmasına da zemin hazırlar. Bütün bunlar sonucunda da kendisinden geçilenin ne olduğuna yönelik soruya cevap verilmiş olur;
"Ben, sevgi ile bağlı olduğum O kimseyim ve sevdiğim O kimse benim,
Biz bir tek cesede girmiş iki ruhuz,
Sen beni görüyorsan, O'nu da görürsün,
Şayet O'nu görüyorsan her ikimizi de görürsün"
Biz bir tek cesede girmiş iki ruhuz,
Sen beni görüyorsan, O'nu da görürsün,
Şayet O'nu görüyorsan her ikimizi de görürsün" [1]
Daha çok hulul inancını ifade eden bu ve benzeri ifadelerle de anlaşılmış olur ki, terkedilen, kendisinden geçilen yoktur. Aksine Mutlak Varlık oluşun bilincine varmak vardır. Hallac-ı Mansûr'un (309/922) diğer bir çok şiirinde ifade edilen bu inancın özeti ise "Enel Hakk" sözü olur. O, Hint seyahatleri sırasında öğrendiği Hulul inancını Fena inancının çarpıtılmış biçimi içerisinde ifade ederek bu inancın yaygınlık kazanmasına zemin hazırlar.
Elbetteki Mansûr, değiştirilip, çarpıtılan ve bu nedenle Tevhid muhalifi bir özellik kazanan Fena konusunun tek örneği değildir. Daha bir çok sûfi, değişik vesilelerle Mansûr'unkine benzer inançlarını açığa vurmaktan geri kalmazlar.

Zamanında zındıklıkla suçlanan Zü'n Nün el-Mısrî (246/861)
"Harmaniyemin içinde Allah'tan başka birşey mevcut değil."

gibi sözleriyle, söz konusu inancı dile getirirken, bu inancı sistemleştirip, başlıbaşına bir inanç sistemi haline getiren
İbn Arabî (638/1240) ise
"O'nun peygamberi O'dur, göndermesi O'dur ve kelimesi O'dur. O kendisini kendisiyle Kendi'ne göndermiş'tir."
sözleri ve benzerleriyle aynı inancı bazı ufak farklılıklarla tekrarlar.
Daha bir çok örneği bulunabilecek bu şahsiyetlerin bir diğer temsilcisi ise Yunus Emre (20/1320-21) olur.
O, genel kabul görmüş olan şiirlerinin arasına serpiştirdiği ve hulul ile Vahdet-i Vûcud arasında gidip/gelen inancı ile Allah-Kul, Yaratan-Yaratılan ayrımını kaldırmaya yönelik tavırlar sergiler. Örneğin şu şiirinde olduğu gibi;
"Dost yüzin göricek şirk yağmalandı Anunçün kapuda kaldı serî'at"
"Dost yüzin göricek şirk yağmalandı Anunçün kapuda kaldı serî'at" [4]

Bütün bu örneklerde anlam bulan ve bazı ufak farklılıklarla ifade edilen inancın en somut tezahürü Şebüsterî'de (725/1324-25) karşımıza çıkar;
"Enelhak, mutlak olarak sırları açığa vurmaktır, Hak'tan başka kim Enelhak diyebilir?
Alemin bütün zerreleri Mansur gibi Enelhak demektedir... Sen, onları ister sarhoş say, ister Mansur!
Daima bu teşbihi çekip dururlar...hepsi de bu hakikatle vardır.
Eymen vadisine gir de o ağaç, sana da "Ben Tanrıyım Tanrı" desin.
Bir ağacın "Ben Tanrıyım" demesi doğru ve yerinde olsun da neden bir kutlu kişinin demesi doğru ve yerinde olmasın?
Gönlünde şüphesi olmayan kişi şüphesiz olarak bilir ki varlık, ancak birdir.
Birden başka bir şey daha olmadı ki hulul ve ittihat olabilsin. Halbuki birlik, sülük neticesinde tahakkuk eder.
Halkın varlığı ve çokluğu görünüştedir. Yoksa görünenler zaten hakikatte yoktur
Karşına bir ayna al da bak...oradaki aksi gör.
İşte âlemin aslı da bu çeşit...bildin mi iman et ve bu imana yapış!
Hak'tan başka bir varlık yok...ister o Hak'tır de, ister ben Hak'kım de" [6]
Tarihî süreçte bütün bu inançların, şu veya bu şekilde yaygınlık ve meşruluk(!) kazanmasından sonra, Kur'an ve Sünnette açıklanan Tevhid hakikati had safhada değişime uğrar. Bütün yaratıklara oranla müteal (aşkın olan Allah inancının yerine, kendisiyle bir, hatta içice olunabilen Tanrı inancı alır.

B - EN BÜYÜK ŞİRK : VAHDET-İ VUCUD İNANCI
Anlamı ve mahiyeti ile ilgili tartışmaların hiç kesilmediği bir ko¬nu olan Vahdet-i Vücûd, harici tesirlerin etkin olduğu bir inanç¬tır.
Müslümanların savaşlar veya ticarî ilişkiler sonucunda özel¬likle Hint'le irtibat kurmaları, Hint din ve felsefelerinin müslümanlar arasında tanınmasına imkân sağlar.
Bu irtibat süresince Veda inancı bazı sûfîlerce düşünce ve inançlarını izahta yardım¬cı unsur olarak benimsenir. Veda inancına göre, tabiat diye baş¬lı başına bir mevcûd yoktur. Varolan sadece yaratıcı kudrettir. Tabiat ise onun bir görüntüsüdür. Aynen dalga ve köpüğün, denizin bir görüntüsü olması gibi. Deniz kayboldumu dalgada köpükte kalmaz. Deniz dalga ve köpükten ibaret değildir ancak onlarsız da kendisini gösteremez.
Fena inancının doğru biçiminden, bozulmuş, çarpıtılmış bi¬çimine geçişte Allah'ın varlığının karşısında ayrı bir "Ben"in olamayacağı inancının oluşması, Vahdet-i Vücûd inancının doğu¬şunda önemli bir safhayı teşkil eder.
Eğer "Ben" yoksa, o zaman diğer şeylerin de olmaması gerektiği kanaati oluşur. Diğer şeyle¬ri, Allah'a rağmen var kabul etmek Yunus Emre'nin önceki say¬fada geçen mısrasında olduğu gibi, şirk olarak nitelenir.
Ancak bu inancın baştaki dağınıklıktan ve yorum farklılıklarından kurtarılıp, sistemli şekilde ifade edilmesi hemen gerçekleşmemiştir. Bunun için İbn Arabi'yi (638/1240) beklemek gerekmiştir. Veda inancı ve diğer toplumların felsefî birikimleri son safhada sahip olunan söz konusu inancı izahta önemli kolaylıklar sağlar ve böylelikle felsefî bir sistem doğar; bu Vahdet-i Vücûd inancıdır.
İbn Arabi'de ontolojik ve metafizik anlamda başlıbaşına bir inanç sistemi haline gelen Vahdet-i Vücûd inancı, bazı sufilerin elastikiyetli ifadeleri içerisinde tasavvufun bünyesinde yerini alır. Elâstiki ifadelerle anlatılan ve bu nedenle istenilen anlama çekilebilen bu inanç, böylelikle müslüman halkın kabulünü elde et¬me imkânı kazanır.
Söz konusu inancın anlamını araştıracak olursak; Vahdet-i Vücûd inancı "Vücud'"un tek olduğu ve bunun da Vücud-u Mutlak olan Vücud-u İlâhi'den ibaret olduğu anlamına gelir. [1]
Buna göre âlem (kâinat) Allah'ın (Vucud-u İlâhî'nin) dış görünüşünden ibarettir. Allah ise âlemin iç görünüşüdür, ikisi arasında cevher, araz farklılığı varsa da bu görünüşten ibaret olup, gerçekte her ikisinin de sıfatlarında fark mevcut değildir.
Başta İbn Arabî olmak üzere en açık biçimiyle Sadreddin Konevî (673/1274) Celâleddin Rumî (672/1273), Abdulkadîr el-lci (756/1355), İbn Seb'în (669/1270), lbnu'l Farız (632/1235), Tîlimsanî ( ) gibi ünlü sufîlerin söz ve yazılarında kolaylıkla bu¬lunabilecek Vahdet-i Vücûd inancı, günümüz araştırıcılarının çoğunun zihnin de Batı kökenli Panteizm kavramını çağrıştırır bir şekilde yer etmiştir. Çünkü Panteizm'e göre de "Allah'ın âlem¬den ayrı ve müstakil bir şahsiyeti yoktur." [2]
Elbetteki yanlışlığın coğrafyası ve zamanı olmaz. Yanlış, her yerde ve zamanda yanlıştır. Üstelik yanlışlar arasındaki farklılık¬lar (zıtlıklar) birine oranla diğerini doğru kılmaz. Yani basit bir örnekle; 2 kere 2'nin değişik kişiler tarafından 5 veya 7 olarak kabul edilmesi durumunda, 5 sonucunu yanlış kabul eden birisi¬nin 5 ile 7 sonuçları birbirinden farklı olması nedeniyle, 7 'yi 5'e kıyaslayarak " 2 kere 2 nin 5 ettiği görüşü yanlıştır, 7'de 5'ten farklıdır o halde 2 kere 2, 7 dir" yargısında bulunamaz ve böyle bir yargı doğru kabul edilemez. Çünkü 2 kere 2'nin 5 ettiği dü¬şüncesi nasıl yanlışsa 7 ettiği düşüncesi de aynı şekilde yanlıştır. Zira bir yanlışın durumu diğer bir yanlışa göre değil, doğruya gö¬re bir anlam ifade eder.
Birşey, doğru olandan farklı ise yanlışlık değerini kazanır. Doğruyla aynı ise doğruluk değerini kazanır. Bunları belirtmemizin nedeni; Vahdet-i Vücûd inancını ısrarla Batı'nın panteizminden farklı olduğunu vurgulayarak doğru (hakikat) kılma gayretlerinin hiç eksik olmamasıdır. [3]
Bu du¬rumda olanlar Fena ve Hulûl’la ilgili inançlara sahip olup, bunu tereddütsüz bir şekilde ifade eden kişilere rağmen, "Onlar bu¬nunla hululü kasdetmiyorlar(dı)" diyerek konuyu zoraki olumlu mecralara çekmeye çalışan kişilerle benzer tavır içerisindedirler.
Kraldan çok kralcı kesilme eğilimi taşıyan bu şahsiyetlerinden birisi de çağdaş araştırıcılardan Seyyid Hüseyin Nasr'dır ve konumuzun anlaşılması için onu bir örnek olarak alabiliriz.
O, kitap¬larında ısrarlı bir şekilde Vahdet-i Vücûd'un Panteizm olmadığı¬nı açıklar. Ona göre, bu ikisi arasında hiç bir benzerlik yoktur. Şu açıklaması ise bu ilgisizliği(!) göstermeye yöneliktir; "(Öncelikle) Panteizm felsefi bir sistem(dir)...ikinci olarak, panteizm Allah'la kâinat arasında tözsel bir devamlılık öngörür...(Vahdet-i Vücûd inancına gelince) şudur bu doktrinin esasları, Allah kâinat karşı¬sında mutlak aşkın (müteal) olmakla birlikte, kâinat O'ndan bü¬tünüyle ayrı değildir. Yani kâinat esrarlı biçimde Allah'a katılmış durumdadır." [4]
Görüldüğü gibi Panteizm ile Vahdet-i Vücûd arasındaki çok ince anlam farklılıkları dikkate alınarak, Vahdet-i Vücûd'un, Pateizm olmadığı ve Panteizm yanlış olduğuna göre, Vahdet-i Vucûd'un doğru/hakikat olduğu gibi bir saçmalığa düşülmektedir.
Halbuki la ilahe illâllah'ta simgeleşen Tevhid hakikati çerçevesinde düşünüldüğünde dikkate alınması gereken husus, Vahdet-i Vücûd'un Tevhid'in gereği mi yoksa onun çarpıtılmış biçiminin ulaştığı bir inanç mı olduğu konusudur.
Vahdet-i Vücûd inancını, karşıtları bir yana, bizzat taraftarlarının ifadelerinden hareketle anlamaya çalışacak olursak, ilk sıralarda karşımıza çıkan şahıs Hallac-ı Mansur (309/921) olur. Onun daha çok hulul inancını çağrıştırır ifade ve fikirleri önceki sayfalarda da geçtiği gibi bir çok taraftar bulur. O'nun çok sayıdaki taraftarlarlarından bir örnek olarak yakın dönem sufilerinde Nazmi Efendi'yi(1113/1701) anabiliriz.
O, Vahdet-i Vücûd inancı gereği, hulul inancına karşı çıkar. Hulul olabilmesi için iki ayrı varlığın bulunması gerektiğini ifade eder ve O'na göre iki ay¬rı varlık yoktur. Bu nedenle hulul inancı yanlıştır, hakikate muhaliftir. Çünkü bir tek varlık vardır. O da "Vücûd-u Mutlak" olan Allah'tır.
Nazmî Efendi'ye göre, "Allah bütün âlemi, kâinatı kaplamış" demek de büyük yanlıştır, Allah'tan ayrı bir âlemin olduğu söz konusu edilmektedir. Halbuki âlem, eşya diye birşey yoktur. Varolan sadece Allah'tır. An¬cak bunu ise cahiller değil sadece "ev ednâ" makamına erişenler anlayabilirler." [5]


Ibn Arabi'nin (638/1240) Vahdet-i Vücûd inancının sistemleştiricisi olduğunu belirtmiştim. O, seleflerinden aldığı bu inan*cı sistemli, başlıbaşına bir inanç sistemi haline getirdikten sonra haleflerine devreder. Bu itibarla konunun İbn Arabî merkezli in*celenmesinde yarar vardır.
İbn Arabi'nin Vahdet-i Vücûd inancı*nın doğru biçimde anlaşılabilmesi için Nazmi Efendi örneğinde olduğu gibi, hulul inancının dayanak alınması gerekmektedir. Şöyleki, O, hulul inancının saçma olduğunu ifade eder. Çünkü hulul olması için, iki ayrı varlığın (hulul eden ve kendisine hulul olunan - Allah/kâinat) bulunması gerektiğini söyler.
Halbuki ona göre mevcud (varolanlar) Bir'dir. "Hakikat budur ki, Halik, Mahlûktur ve yine hakikat budur ki, Mahlûk, Hâlık'tır. Bunların hepsi bir tek varlıktandır. Hayır belki O tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde olan varlıktır."[2]
Ona göre âlem ile Allah arasında bir ayrıma gidilmesi zorunlu görülecek olursa, bu ancak zihinsel olarak yapılabilir. Yani böylesi bir ayrım şeklîdir, gerçeği yoktur. Çünkü "varlıkta ancak bir vardır. Suyun rengi kabının rengidir." [3]
O'nun Vahdet-i Vücûd inancının dayanağı olarak ünlü eseri Fûsus el-Hikem dikkate alındığında, söz konusu inancını ifade eden bazı söz ve açıklamaları şunlardır;
"Bu kitap, nefis ârzularının münezzeh ve içine fesad karışmamış olan en küdsî makamdan indirilmiştir.. .ben ancak bana ilham olunan şeyi söyledim. (s:5)
Tanrı, mahlûkuna insan ile nazar kıldı ve onlara rahmet eyledi. Şu halde O ezelî olan insan, şekliyle hadîs, zuhur ve neş'eti bakımından ebedî ve daimdir. (s: 10)
Bineanaleyh biz O'nu gördüğümüz vakit kendi nefislerimizi görürüz ve O bizi gördüğü vakit kendi nefsini görür, (s: 19)
O (yani Adem) hem Hak, hem de Halk'tır (s:25)
Hakk'ı tenzih eden kimse ya câhildir, ya edebî noksan kimsedir.. .Çünkü Hak olan Mahlûk'ların hepsinde zuhur yani belirme vardır. Şu halde bütün mefhumlarda beliren O'dur. (s: 51,52)
Sen Hakk'ın sureti ve Hakk da senin ruhun olduğu olduğu cihetle sen Hakk için cismanî bir suret gibisin. O da senin cesedinin suretini sevk ve idare eden bir ruh gibidir (s:54).
Alemin suretinden Hakk'ın ayrılması asla mümkün değildir (s: 55).
Böyle olunca her bir Mâbud'da Allah'tan başkasına ibadet olunmadı (s: 62)
Sen yere gömüldüğün vakit O'nun içindesin, O senin zarfındır (s: 66)
Vücûd âleminde ancak O vardır (s: 74).
Varlıkta O'nu gören, O'dan başkası değildir (s:75).
İnsan ve eşya isimleriyle anılan hep O'dur (s:76).
Demek oluyor ki, tabiat âlemi bir aynada beliren suretlerdir. Hayır! belki de çeşitli aynalarda görülen tek bir surettir (s:81). Allah beni öğer, ben de O'nu. O bana kulluk eder, ben de O'na (s:94)
Hakk'ın belirmesi benim vücûdumdadır. Bunun için biz Hakk'a göre kap gibiyiz (s:95).
Ey nefsinde varlıkları yaratan! Sen halk ettiğin şeylerin hepsisin(s:105).
Bir vakit olur ki, Kul şüphesiz Rabb olur. Başka bir vakitte de iftirasız kulluk derecesine iner (s:109).
Herhangi bir mahlûkta Allah'tan şu eser vardır ve diğer mahlûkta bu şey vardır denilemez. Çünkü O ezelî varlık parçalanmayı kabul etmez (s: 111).
Sen Kul'sun ve Tanrı'sın; kulluğun kimin kulu olduğunu bildiğin içindir (s:116).
O herşeyi kaplamıştır (s: 118 ).
Zaten yolda muhakkak olarak yürüyen Hakk'tır. Bilinen de ancak O'dur. (s: 156).
Şu halde sen bir yönden düşünürsen benim sığınmam O'ndan O'nadır(s:164).
Göz O'ndan başkasına bakmaz (s:167)...
Hakikat ancak bizim bahsettiğimizdir. Buna inan ve bu meselede hâl ile bizim gibi ol (s:307)...

Bu bölüme İmam Ebû Hanife'den (150/767) bir alıntıyla başlamış ve insanların aynı kavramla farklı şeyler ifade edebilecekle*rini, bu nedenle kavramların bizzat kendilerinin değil, ifade et*tikleri anlamın önemli olduğunu açıklamıştık.
Tevhid hakikati*nin "Tevhid", "İslâm" isimleri altında bozulup değiştirilmesine ilişkin çok sayıda örneklerden de anlaşılmış olmalıdır ki, bazı in*sanlar söz ve yazılarında her ne kadar Allah, İslâm, Peygamber, Kur'an vs. gibi isimleri kullanırlarsa da, onların bahsettikleri bu isimlerin Resûlüllah (sav)'in bildirdiği dinin temelini oluşturan benzer isimlerle bir ilişkisi olmamıştır.
Kısacası çoğu zaman bu şahıslar, Kur'an ve Sünnet'te bildirilen aşkın (Muteal), yaratıklarının herşeyini hükmü altında bulunduran, herşeyi kontrolü, gücü, ilmi altında tutan, sürekli yoktan yaratan, kendisiyle hiç bir yaratığın bir (aynı) olmadığı ve olamayacağı Allah inancının dı*şında bir Allah'a inanmışlar, o kendi hayallerinin ürünü olan ha*yali varlıktan, Allah olarak bahsetmişlerdir.

Onların inandığı o Allah ise (haşa) yoktan yaratamayan, yaratıklarıyla ilgilenmeyen ve hatta yaratıklarıyla bir (aynı) olan hayallerinin ürünü bir var*lıktır. Bu durumun kısa ve çok güzel bir değerlendirmesi olarak yine İmam Ebû Hanife'nin (150/767) bir tesbitini dikkate almak konunun anlaşılır olması açısından yararlı olacaktır;

• "Bir yahudiye kime ibadet ettiğini sorarsanız, "Allah'a ibadet ediyorum" der. Allah'ı sorduğun zaman, onu beşer şeklinde yaratılmış olan oğlu Üzeyr olduğunu söyler. Bu durumda olan kimse Allah'a iman etmiş olmaz.
• Eğer bir Hristiyana, kime ibadet ettiğini so*rarsanız "Allah'a ibadet ediyorum" der. Allah'ı sorduğunda, onun İsa'nın cesedinde ve Meryem'in karnında gizlenen, bir yere sığan ve giren varlık olduğunu söyler. Bu durumda bulunan kimse ise Allah'a iman etmiş olmaz.
• Mecusi'ye de kime ibadet etitiğini so*rarsan, o da "Allah'a ibadet ediyorum" diye cevap verir. Fakat Al*lah'ı sorduğun zaman, onun ortağı, eşi ve çocuğu bulunan bir varlık olduğunu söyler. Bu durumda olan bir kimse de, Allah'a iman etmiş olmaz.
Bütün bu kimselerin Allah'ı bilmemeleri ve inkârları birdir. Vasıfları, sıfat ve ibadetleri ise çok ve değişiktir... işte böylece sen onların tavsif ve ibadet ettiklerine, ibadet etmediğini bilirsin. Çünkü onlar üç yahut iki ilâh tavsif ediyorlar. Tav*sif ettiklerine de ibadet ediyorlar. Oysaki sen, bir olan Allah'ı tav*sif ediyorsun. O halde senin ibadet ettiğin mabudun onların iba*det ettiklerinden başkadır. Onların mabudu da senin ibadet etti*ğinden başkadır. Bunun için Kur'an'da ; "De ki, ey kâfirler.ben si*zin taptıklarınıza tapmam, siz de benim taptığıma tapmazsınız" buyurulmuştur." [4]
 

sahiner

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Eyl 2007
Mesajlar
410
Tepki puanı
0
Puanları
0
B - EN BÜYÜK ŞİRK : VAHDET-İ VUCUD İNANCI
Anlamı ve mahiyeti ile ilgili tartışmaların hiç kesilmediği bir ko¬nu olan Vahdet-i Vücûd, harici tesirlerin etkin olduğu bir inanç¬tır.
Müslümanların savaşlar veya ticarî ilişkiler sonucunda özel¬likle Hint'le irtibat kurmaları, Hint din ve felsefelerinin müslümanlar arasında tanınmasına imkân sağlar.
Bu irtibat süresince Veda inancı bazı sûfîlerce düşünce ve inançlarını izahta yardım¬cı unsur olarak benimsenir. Veda inancına göre, tabiat diye baş¬lı başına bir mevcûd yoktur. Varolan sadece yaratıcı kudrettir. Tabiat ise onun bir görüntüsüdür. Aynen dalga ve köpüğün, denizin bir görüntüsü olması gibi. Deniz kayboldumu dalgada köpükte kalmaz. Deniz dalga ve köpükten ibaret değildir ancak onlarsız da kendisini gösteremez.
Fena inancının doğru biçiminden, bozulmuş, çarpıtılmış bi¬çimine geçişte Allah'ın varlığının karşısında ayrı bir "Ben"in olamayacağı inancının oluşması, Vahdet-i Vücûd inancının doğu¬şunda önemli bir safhayı teşkil eder.
Eğer "Ben" yoksa, o zaman diğer şeylerin de olmaması gerektiği kanaati oluşur. Diğer şeyle¬ri, Allah'a rağmen var kabul etmek Yunus Emre'nin önceki say¬fada geçen mısrasında olduğu gibi, şirk olarak nitelenir.
Ancak bu inancın baştaki dağınıklıktan ve yorum farklılıklarından kurtarılıp, sistemli şekilde ifade edilmesi hemen gerçekleşmemiştir. Bunun için İbn Arabi'yi (638/1240) beklemek gerekmiştir. Veda inancı ve diğer toplumların felsefî birikimleri son safhada sahip olunan söz konusu inancı izahta önemli kolaylıklar sağlar ve böylelikle felsefî bir sistem doğar; bu Vahdet-i Vücûd inancıdır.
İbn Arabi'de ontolojik ve metafizik anlamda başlıbaşına bir inanç sistemi haline gelen Vahdet-i Vücûd inancı, bazı sufilerin elastikiyetli ifadeleri içerisinde tasavvufun bünyesinde yerini alır. Elâstiki ifadelerle anlatılan ve bu nedenle istenilen anlama çekilebilen bu inanç, böylelikle müslüman halkın kabulünü elde et¬me imkânı kazanır.
Söz konusu inancın anlamını araştıracak olursak; Vahdet-i Vücûd inancı "Vücud'"un tek olduğu ve bunun da Vücud-u Mutlak olan Vücud-u İlâhi'den ibaret olduğu anlamına gelir. [1]
Buna göre âlem (kâinat) Allah'ın (Vucud-u İlâhî'nin) dış görünüşünden ibarettir. Allah ise âlemin iç görünüşüdür, ikisi arasında cevher, araz farklılığı varsa da bu görünüşten ibaret olup, gerçekte her ikisinin de sıfatlarında fark mevcut değildir.
Başta İbn Arabî olmak üzere en açık biçimiyle Sadreddin Konevî (673/1274) Celâleddin Rumî (672/1273), Abdulkadîr el-lci (756/1355), İbn Seb'în (669/1270), lbnu'l Farız (632/1235), Tîlimsanî ( ) gibi ünlü sufîlerin söz ve yazılarında kolaylıkla bu¬lunabilecek Vahdet-i Vücûd inancı, günümüz araştırıcılarının çoğunun zihnin de Batı kökenli Panteizm kavramını çağrıştırır bir şekilde yer etmiştir. Çünkü Panteizm'e göre de "Allah'ın âlem¬den ayrı ve müstakil bir şahsiyeti yoktur." [2]
Elbetteki yanlışlığın coğrafyası ve zamanı olmaz. Yanlış, her yerde ve zamanda yanlıştır. Üstelik yanlışlar arasındaki farklılık¬lar (zıtlıklar) birine oranla diğerini doğru kılmaz. Yani basit bir örnekle; 2 kere 2'nin değişik kişiler tarafından 5 veya 7 olarak kabul edilmesi durumunda, 5 sonucunu yanlış kabul eden birisi¬nin 5 ile 7 sonuçları birbirinden farklı olması nedeniyle, 7 'yi 5'e kıyaslayarak " 2 kere 2 nin 5 ettiği görüşü yanlıştır, 7'de 5'ten farklıdır o halde 2 kere 2, 7 dir" yargısında bulunamaz ve böyle bir yargı doğru kabul edilemez. Çünkü 2 kere 2'nin 5 ettiği dü¬şüncesi nasıl yanlışsa 7 ettiği düşüncesi de aynı şekilde yanlıştır. Zira bir yanlışın durumu diğer bir yanlışa göre değil, doğruya gö¬re bir anlam ifade eder.
Birşey, doğru olandan farklı ise yanlışlık değerini kazanır. Doğruyla aynı ise doğruluk değerini kazanır. Bunları belirtmemizin nedeni; Vahdet-i Vücûd inancını ısrarla Batı'nın panteizminden farklı olduğunu vurgulayarak doğru (hakikat) kılma gayretlerinin hiç eksik olmamasıdır. [3]
Bu du¬rumda olanlar Fena ve Hulûl’la ilgili inançlara sahip olup, bunu tereddütsüz bir şekilde ifade eden kişilere rağmen, "Onlar bu¬nunla hululü kasdetmiyorlar(dı)" diyerek konuyu zoraki olumlu mecralara çekmeye çalışan kişilerle benzer tavır içerisindedirler.
Kraldan çok kralcı kesilme eğilimi taşıyan bu şahsiyetlerinden birisi de çağdaş araştırıcılardan Seyyid Hüseyin Nasr'dır ve konumuzun anlaşılması için onu bir örnek olarak alabiliriz.
O, kitap¬larında ısrarlı bir şekilde Vahdet-i Vücûd'un Panteizm olmadığı¬nı açıklar. Ona göre, bu ikisi arasında hiç bir benzerlik yoktur. Şu açıklaması ise bu ilgisizliği(!) göstermeye yöneliktir; "(Öncelikle) Panteizm felsefi bir sistem(dir)...ikinci olarak, panteizm Allah'la kâinat arasında tözsel bir devamlılık öngörür...(Vahdet-i Vücûd inancına gelince) şudur bu doktrinin esasları, Allah kâinat karşı¬sında mutlak aşkın (müteal) olmakla birlikte, kâinat O'ndan bü¬tünüyle ayrı değildir. Yani kâinat esrarlı biçimde Allah'a katılmış durumdadır." [4]
Görüldüğü gibi Panteizm ile Vahdet-i Vücûd arasındaki çok ince anlam farklılıkları dikkate alınarak, Vahdet-i Vücûd'un, Pateizm olmadığı ve Panteizm yanlış olduğuna göre, Vahdet-i Vucûd'un doğru/hakikat olduğu gibi bir saçmalığa düşülmektedir.
Halbuki la ilahe illâllah'ta simgeleşen Tevhid hakikati çerçevesinde düşünüldüğünde dikkate alınması gereken husus, Vahdet-i Vücûd'un Tevhid'in gereği mi yoksa onun çarpıtılmış biçiminin ulaştığı bir inanç mı olduğu konusudur.
Vahdet-i Vücûd inancını, karşıtları bir yana, bizzat taraftarlarının ifadelerinden hareketle anlamaya çalışacak olursak, ilk sıralarda karşımıza çıkan şahıs Hallac-ı Mansur (309/921) olur. Onun daha çok hulul inancını çağrıştırır ifade ve fikirleri önceki sayfalarda da geçtiği gibi bir çok taraftar bulur. O'nun çok sayıdaki taraftarlarlarından bir örnek olarak yakın dönem sufilerinde Nazmi Efendi'yi(1113/1701) anabiliriz.
O, Vahdet-i Vücûd inancı gereği, hulul inancına karşı çıkar. Hulul olabilmesi için iki ayrı varlığın bulunması gerektiğini ifade eder ve O'na göre iki ay¬rı varlık yoktur. Bu nedenle hulul inancı yanlıştır, hakikate muhaliftir. Çünkü bir tek varlık vardır. O da "Vücûd-u Mutlak" olan Allah'tır.
Nazmî Efendi'ye göre, "Allah bütün âlemi, kâinatı kaplamış" demek de büyük yanlıştır, Allah'tan ayrı bir âlemin olduğu söz konusu edilmektedir. Halbuki âlem, eşya diye birşey yoktur. Varolan sadece Allah'tır. An¬cak bunu ise cahiller değil sadece "ev ednâ" makamına erişenler anlayabilirler." [5]


Ibn Arabi'nin (638/1240) Vahdet-i Vücûd inancının sistemleştiricisi olduğunu belirtmiştim. O, seleflerinden aldığı bu inan*cı sistemli, başlıbaşına bir inanç sistemi haline getirdikten sonra haleflerine devreder. Bu itibarla konunun İbn Arabî merkezli in*celenmesinde yarar vardır.
İbn Arabi'nin Vahdet-i Vücûd inancı*nın doğru biçimde anlaşılabilmesi için Nazmi Efendi örneğinde olduğu gibi, hulul inancının dayanak alınması gerekmektedir. Şöyleki, O, hulul inancının saçma olduğunu ifade eder. Çünkü hulul olması için, iki ayrı varlığın (hulul eden ve kendisine hulul olunan - Allah/kâinat) bulunması gerektiğini söyler.
Halbuki ona göre mevcud (varolanlar) Bir'dir. "Hakikat budur ki, Halik, Mahlûktur ve yine hakikat budur ki, Mahlûk, Hâlık'tır. Bunların hepsi bir tek varlıktandır. Hayır belki O tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde olan varlıktır."[2]
Ona göre âlem ile Allah arasında bir ayrıma gidilmesi zorunlu görülecek olursa, bu ancak zihinsel olarak yapılabilir. Yani böylesi bir ayrım şeklîdir, gerçeği yoktur. Çünkü "varlıkta ancak bir vardır. Suyun rengi kabının rengidir." [3]
O'nun Vahdet-i Vücûd inancının dayanağı olarak ünlü eseri Fûsus el-Hikem dikkate alındığında, söz konusu inancını ifade eden bazı söz ve açıklamaları şunlardır;
"Bu kitap, nefis ârzularının münezzeh ve içine fesad karışmamış olan en küdsî makamdan indirilmiştir.. .ben ancak bana ilham olunan şeyi söyledim. (s:5)
Tanrı, mahlûkuna insan ile nazar kıldı ve onlara rahmet eyledi. Şu halde O ezelî olan insan, şekliyle hadîs, zuhur ve neş'eti bakımından ebedî ve daimdir. (s: 10)
Bineanaleyh biz O'nu gördüğümüz vakit kendi nefislerimizi görürüz ve O bizi gördüğü vakit kendi nefsini görür, (s: 19)
O (yani Adem) hem Hak, hem de Halk'tır (s:25)
Hakk'ı tenzih eden kimse ya câhildir, ya edebî noksan kimsedir.. .Çünkü Hak olan Mahlûk'ların hepsinde zuhur yani belirme vardır. Şu halde bütün mefhumlarda beliren O'dur. (s: 51,52)
Sen Hakk'ın sureti ve Hakk da senin ruhun olduğu olduğu cihetle sen Hakk için cismanî bir suret gibisin. O da senin cesedinin suretini sevk ve idare eden bir ruh gibidir (s:54).
Alemin suretinden Hakk'ın ayrılması asla mümkün değildir (s: 55).
Böyle olunca her bir Mâbud'da Allah'tan başkasına ibadet olunmadı (s: 62)
Sen yere gömüldüğün vakit O'nun içindesin, O senin zarfındır (s: 66)
Vücûd âleminde ancak O vardır (s: 74).
Varlıkta O'nu gören, O'dan başkası değildir (s:75).
İnsan ve eşya isimleriyle anılan hep O'dur (s:76).
Demek oluyor ki, tabiat âlemi bir aynada beliren suretlerdir. Hayır! belki de çeşitli aynalarda görülen tek bir surettir (s:81). Allah beni öğer, ben de O'nu. O bana kulluk eder, ben de O'na (s:94)
Hakk'ın belirmesi benim vücûdumdadır. Bunun için biz Hakk'a göre kap gibiyiz (s:95).
Ey nefsinde varlıkları yaratan! Sen halk ettiğin şeylerin hepsisin(s:105).
Bir vakit olur ki, Kul şüphesiz Rabb olur. Başka bir vakitte de iftirasız kulluk derecesine iner (s:109).
Herhangi bir mahlûkta Allah'tan şu eser vardır ve diğer mahlûkta bu şey vardır denilemez. Çünkü O ezelî varlık parçalanmayı kabul etmez (s: 111).
Sen Kul'sun ve Tanrı'sın; kulluğun kimin kulu olduğunu bildiğin içindir (s:116).
O herşeyi kaplamıştır (s: 118 ).
Zaten yolda muhakkak olarak yürüyen Hakk'tır. Bilinen de ancak O'dur. (s: 156).
Şu halde sen bir yönden düşünürsen benim sığınmam O'ndan O'nadır(s:164).
Göz O'ndan başkasına bakmaz (s:167)...
Hakikat ancak bizim bahsettiğimizdir. Buna inan ve bu meselede hâl ile bizim gibi ol (s:307)...

Bu bölüme İmam Ebû Hanife'den (150/767) bir alıntıyla başlamış ve insanların aynı kavramla farklı şeyler ifade edebilecekle*rini, bu nedenle kavramların bizzat kendilerinin değil, ifade et*tikleri anlamın önemli olduğunu açıklamıştık.
Tevhid hakikati*nin "Tevhid", "İslâm" isimleri altında bozulup değiştirilmesine ilişkin çok sayıda örneklerden de anlaşılmış olmalıdır ki, bazı in*sanlar söz ve yazılarında her ne kadar Allah, İslâm, Peygamber, Kur'an vs. gibi isimleri kullanırlarsa da, onların bahsettikleri bu isimlerin Resûlüllah (sav)'in bildirdiği dinin temelini oluşturan benzer isimlerle bir ilişkisi olmamıştır.
Kısacası çoğu zaman bu şahıslar, Kur'an ve Sünnet'te bildirilen aşkın (Muteal), yaratıklarının herşeyini hükmü altında bulunduran, herşeyi kontrolü, gücü, ilmi altında tutan, sürekli yoktan yaratan, kendisiyle hiç bir yaratığın bir (aynı) olmadığı ve olamayacağı Allah inancının dı*şında bir Allah'a inanmışlar, o kendi hayallerinin ürünü olan ha*yali varlıktan, Allah olarak bahsetmişlerdir.

Onların inandığı o Allah ise (haşa) yoktan yaratamayan, yaratıklarıyla ilgilenmeyen ve hatta yaratıklarıyla bir (aynı) olan hayallerinin ürünü bir var*lıktır. Bu durumun kısa ve çok güzel bir değerlendirmesi olarak yine İmam Ebû Hanife'nin (150/767) bir tesbitini dikkate almak konunun anlaşılır olması açısından yararlı olacaktır;

• "Bir yahudiye kime ibadet ettiğini sorarsanız, "Allah'a ibadet ediyorum" der. Allah'ı sorduğun zaman, onu beşer şeklinde yaratılmış olan oğlu Üzeyr olduğunu söyler. Bu durumda olan kimse Allah'a iman etmiş olmaz.
• Eğer bir Hristiyana, kime ibadet ettiğini so*rarsanız "Allah'a ibadet ediyorum" der. Allah'ı sorduğunda, onun İsa'nın cesedinde ve Meryem'in karnında gizlenen, bir yere sığan ve giren varlık olduğunu söyler. Bu durumda bulunan kimse ise Allah'a iman etmiş olmaz.
• Mecusi'ye de kime ibadet etitiğini so*rarsan, o da "Allah'a ibadet ediyorum" diye cevap verir. Fakat Al*lah'ı sorduğun zaman, onun ortağı, eşi ve çocuğu bulunan bir varlık olduğunu söyler. Bu durumda olan bir kimse de, Allah'a iman etmiş olmaz.
Bütün bu kimselerin Allah'ı bilmemeleri ve inkârları birdir. Vasıfları, sıfat ve ibadetleri ise çok ve değişiktir... işte böylece sen onların tavsif ve ibadet ettiklerine, ibadet etmediğini bilirsin. Çünkü onlar üç yahut iki ilâh tavsif ediyorlar. Tav*sif ettiklerine de ibadet ediyorlar. Oysaki sen, bir olan Allah'ı tav*sif ediyorsun. O halde senin ibadet ettiğin mabudun onların iba*det ettiklerinden başkadır. Onların mabudu da senin ibadet etti*ğinden başkadır. Bunun için Kur'an'da ; "De ki, ey kâfirler.ben si*zin taptıklarınıza tapmam, siz de benim taptığıma tapmazsınız" buyurulmuştur." [4]

5 - VAHDET-İ VÜCUD KÜFÜR MÜ ?
Yukarıda örneklerini verdiğimiz ifadelerden açıkça anlaşılmalıdır ki; vahdet-i vücud inancına sahip sûfilerce, var olan herşey, Allah'ın bir parçasıdır, O'nun zahiri görüntüsüdür ve hatta ta kendisidir. Sözde zikir meclislerinin vazgeçilmez nakaratı 'la mevcuda illallah' sözü bunun en açık ifadesidir.
Bu söz Kur'an'ı yalanlayan bir sözdür. Kur'an,
"O gökleri ve yeri yoktan yaratandır... O'nun benzeri hiçbirşey yoktur" 42/11
diyerek, kendisinin yaratan ve kendi dışındaki herşeyin yaratılmış olduğunu, üstelik bunların hiçbirinin kendisine benzer olmadığını belirtir. Esasen Kur'an'ın temel mesajı Hâlîk ile mahlukun vasıf ve ilişkilerini, duyurmak ve belirlemek değil midir?
Vahdet-i vücud, kendi parçalarından bir kısmını lanetleyen, cehennemde yakarak cezalandıran, hakaret eden bir ilah anlayışı getirir .
Vahdet-i vücud, gayta'tan şeytan'a, lağım faresinden -Ebu-Leheb'e, solucan'dan-Firavn'a, bir fahişeden-homoseksüele kadar herşeyin İlah olduğunu iddia etmektir.
Mevlâna ve Şems arasında geçtiği söylenen hadisede de görüldüğü gibi, Vahdet-i vücud, kadın kılığına giren Tanrı ile seviştiğini iddia etmektir. Ne gariptir ki; Allah'a söverek nara atan sarhoş bir sokak serserisini, öldürmeye-dövmeye kalkan sûfî, Şems ile Mevlana arasında geçtiği söylenen şu hadiseyi kutsar veya sessiz kalır:
"Mevlana Şemsin yanına girdi. Şems şahane bir çadırda oturmuş Kimya Hatun ile oynaşıyordu. Mevlana dışarı çıktı. Bu karı koca oynaşmalarına mani olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra Şems (Mevlâna'ya) içeri gel diye seslendi. Mevlana içeri girdiğinde Şems'ten başkasını görmedi. Kimya nereye gitti? dedi. Şems 'Yüce Tanrı beni o kadar severki, istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya Hatun şeklinde geldi' buyurdu. [1]
Şeyhül Ekber(!) İbni Arabi de "Allah'ın kadında müşahade edilmesi en büyük ve en mükemmeldir." demiştir.
İmam Rabbani'nin Mektubatında, "Allah Teala'nın ismi zahiri o kadar çok tecelli ettiki, herşeyde ayrı ayrı göründü, hatta kadın şeklinde, onların organları halinde ayrı ayrı zahir oldu"[2].
Vahdet-i vücud; Allah'tan başka herşeye tapmayı meşru gören, hatta emreden bir dindir.
Bu konuda Abdulkerim el-Cîlî şöyle diyor: "Zatı itibariyle yüce olan Hakk'ın açığa çıktığı her varlığa tapmak gerekir"[3].
Beyazid-i Bistamî de: Allah'tan Allah'a çıktım. Nihayet ben de 'Ey ben sen olan' diye seslendi...
Çadırımı arşın yanına kurdum... Allah'ım! Senin bana itaatin, benim sana itaatimden daha büyüktür... Allah'a yemin ederim ki, sancağım Muhammed'in sancağından daha büyüktür. Nurdan olan sancağımın altında cinler, insanlar ve peygamberler bulunmaktadır.... Beni bir defa görmen, Rabbini bin defa görmenden daha hayırlıdır... Öyle bir denize daldım ki, peygamberler onun sahilinde kalmıştır" [4]
diyerek, Allah'tan itaat bekleyen, Allah'tan daha hayırlı ve yüce olduğunu ifade eden şizofrenler'in dinidir tasavvuf.[5]

Şimdi soruyorum; hangi akıl hâlâ bu sözlerin teviline yeltenebilir? hangi insaf sahibi; bu sözlerin teşbih olduğunu iddia edebilir? Hangi iman sahibi; bu sözlerin küfür olmadığını söyleyebilir?
Bu sözlerin gizli ve ince bir mânası vardır, bu yüzden batinî anlamları önemlidir." diyerek savunanlara, muhterem Bahaeddin Bilhan Hoca şöyle derdi (25 yıl önce):
"Birisi kalkıp anamıza, hanımınıza sövse; sonra da sizi yatıştırmak için; 'aman efendim yanlış anladınız. Bu sözlerin batinî mânâsı, -anneniz nasıl, hanımınız afiyettedir inşaallah... Annenizin ellerinden öpüyor, hanımınıza hürmetlerimi sunuyorum..- demektir.-' dese ikna olur musunuz? Diye sorardı. Bunların sözlerinin hangi birini tevil edeceksiniz, hangi birini teşbih sayacaksınız ki?"
Bu saçmalıkları savunmakta güçlük çeken sûfî takımı, bu defa da 'bu sözler şathiyyattır... Sekir halinde söylenmiş sözlerdir.' bu yüzden sahipleri mazurdur." diyorlar. İyi de bu adamlar hiç mi ayık gezmemiş, kitapları sarhoş sözleriyle dolu. Hem bunlar sarhoş da, size ne oluyor? Sarhoşları savunmak size mi kaldı?
Evet, eğer bu sözler küfür değilse, küfür ve şirk denebilecek birtek söz ve davranış bulmak mümkün değildir. Bunlar küfür değilse küfür ne? Ben Allah'ım diyen, beni görmen Rabbini görmenden bin kere daha hayırlıdır' diyen, 'Kadın kılığına giren Tanrı'yla sevişiyorum' diyen biri küfretmiyor da ne halt ediyor?
Anlaşılması güç bir durum da, müslüman entellektüellerin büyük bir bölümünde sufizm'in izlerine rastlanıyor olmasıdır. Dünya işleri olarak özetlenebilecek işlerde, son derece yetkin ve etkin oldukları halde, ne hikmetse, din işlerinde çoğu kez kendilerine, ümmi ve pek de akıllı olmayan bir Ruhban edinmektedirler. Bu izahı zor bir çelişkidir.


Okur-yazar ve sanatçı kesimin, ümmi ve az düşünen kişileri mürşit edinmeleri ya dinlerine, dünyaları kadar önem vermediklerinin ya da din ve dünya işlerinin sosyal alanda bile ayrılmazlığını iddia etmelerine rağmen, bireylerin bile laik olabileceği düşüncesinden mi kaynaklanmaktadır?
Yoksa Aydın Müslümanlar'ın (!) büyük bir kesiminde izlerine rastlanan tasavvufî temayül bir fantezi düşkünlüğü veya sahte bir tevazuun eseri mi sayılmalıdır?
 

sahiner

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Eyl 2007
Mesajlar
410
Tepki puanı
0
Puanları
0
6 - TASAVVUF'TA "YAZDIRILMA" MOTİFİ [1]

Allahü teala şöyle buyurur:

اَلاَ لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهِۤ اَوْلِيۤاءَ مَا نَعْبُدُهُمْ اِلاَّ لِيُقَرِّبُونۤا اِلٰى اللَّهِ زُلْفٰى اِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فِي مَا هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ اِنَّ اللَّهَ لاَ يَهْدِي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ (3)
Haberin olsun, halis din yalnızca Allah’ ındır. O’ndan başkalarını evliyalar edinerek “Biz bunlara yalnız bizi daha fazla Allah’a yaklaştırmaları için kulluk ediyoruz.” diyenlere gelince, Allah tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmünü verecektir. Şu bir gerçek ki Allah yalancı, inkarcı kişiyi doğru yola iletmez. (39 Zümer 3 )
İslam'ın tevhid inancına "paralel bir din" olarak geliştirilen ve Budist, Maniheist, Hind-Iran mistik kültürü, Mailen Gnostik ve Neoplatonik felsefesi ve Yahudi ve Hristiyan mistik geleneklerinin sentezinden başka bir şey olmayan Tasavvufun bilgi kaynağı keşif, ilham ve rüyaya dayanır. Buradaki İlham kesinlikle, peygamberlere gelen vahiyden başka bir şey değildir! Ünlü mutasavvıfların hemen hemen hepsi kitaplarını/yazılarını kendilerinin yazmadıklarını, onlara yazdırıldığım, yukarıdan (Tanrı'dan) aldıklarını iddia etmişlerdir.
Bu iddiada bulunurken her biri değişik ilham/vahiy tasvirleri yapmış olsalar da özde hep aynıdır: Kendileri sadece, onlara gelen vahyin mütercimidirler! Tanrı onlara doğrudan vahyetmiştir...
Böylece sûfiyye takımı "zahirî bilgi"yi mahkum ederler ve her türlü sözün (hususan Kur'an'ın) bir de batıni anlamının olduğunu, bunu ancak keşif ve keramet sahibi evliyanın bileceğini iddia ederler, işte Kur'an'ın mesajını tahrif etmenin en zalim bir aleti de bu "batıni bilgi" hezeyanı olmuştur.
Biz bu yazıda tasavvuf geleneğinin üç önemli simasının;
• Muhyiddin İbnül Arabî,
• Celaleddin Rûmî ve
• Said Nursi'nin,
bilgilerini, yani kitaplarını nereden aldıklarını, kendilerine nasıl yazdırıldığım kendi ifadelerine dayanarak ortaya koymaya çalışacağız. Bu üç isim, popülaritesi en fazla olup, tasavvufun iyi birer mümessilidirler. Bunların kanaatleri bütün sufiyenin ortak akîdesidir.
Amacımız, kendilerini İslam'a nisbet eden İnsanların, aynı zamanda mensubu bulundukları tasavvufi zihniyetin din anlayışına dikkat edip Kur'an vahyinin yanında mı, yoksa sufiyenin vahyinin yanında mı yer alacaklarını düşünmelerine vesile olabilmektir. En azından, Kur'an vahyi ile tasavvuf dininin birbirlerinden tamamen ayrı ve başka başka şeyler olduğunu, düşünen herkesin anlaması gerekir.
Amacımız, kendilerini İslam'a nisbet eden İnsanların, aynı zamanda mensubu bulundukları tasavvufi zihniyetin din anlayışına dikkat edip Kur'an vahyinin yanında mı, yoksa sufiyenin vahyinin yanında mı yer alacaklarını düşünmelerine vesile olabilmektir. En azından, Kur'an vahyi ile tasavvuf dininin birbirlerinden tamamen ayrı ve başka başka şeyler olduğunu, düşünen herkesin anlaması
A. Muhyiddin İbnül Arâbî

"Neoplatonist teozofinin tasavvufa yansıyan bir varyantından başka birşey" olmayan vahdet-i vücut teorisini metafizik bir sistem halinde geliştiren [1] İbnül Arabî 1165 yılında Endülüs'ün Mursia şehrinde doğmuştur. Gerçek adı Muhammed b. Ali b. Muhammed b. EI-Arabî'dir. [2]
Kendisi 8 yaşında iken ailesi İşbiliye kentine yerleşmiş, 1194 yılına kadar burada kalmıştır. 1194 Yılında Tunus'a, geldiği, 1195'de Fas'a geçtiği ve tecessüt eden (bedenlenen) Kur'an'ın{!) rehberliği ile manevî bir miracını burada gerçekleştirdiği(!) bildirilmektedir. [(A.Ateş, 536). ]
İbnül Arabi 1201 yılında Magrib şehirlerinden birinde bulunurken, Hızır ile Musa'nın makamı(!) olan bir makama erişmiş, fakat bundan da bir yalnızlık ürküntüsü duymuştur. 1202 Yılında Kahire'de Hızır'ın hırkasını giymiştir! [{A. Ateş, 536). ]

1202 Yılında Kudüs'ten yürüyerek gittiği söylenen Mekke'de hacca katılmış, burada iki sene kalmış ve meşhur Fütûhat-ı Mekkiye adındaki dört büyük ciltlik kitabını burada yazmaya başlamıştır. [{A. Ateş, 537),]
O'nun Konya'da bulunduğu yıllarda Sadreddin KONEVİ ve Celaleddin RUMİ'nin yaklaşık 12 yaşlarında iki çocuk oldukları tahmin edilmektedir. [6] Bir rivayete göre Sadreddin'in üvey babasıdır. [(A. Ateş, 539; Gencosman, VII). ] Ya hayatının sonlarına doğru Şam'a yerleşmiş, [(Ateş, 540) ] yahut da bir seferi sırasında Şam'da 1240 yılında ölmüştür. Şam'da belirsiz olan mezarını Yavuz Sultan Selim keşfettirmiş ve adına büyük bir türbe yaptırmıştır. (1518) [(Ateş, 541).]

Biyografisini kısaca özetlediğimiz İbnül Arabi'nin hayatı oldukça hareketli ve ilginçtir. Hayatı esnasında yaşadığını iddia ettiği bazı hadiseler, ruhsal tecrübeler (!) ise hayatından daha karmaşık olup gelecekteki kişiliğini hazırlayan altyapılar niteliğindedir.
Bizzat kendisinin yaşadığını iddia ettiği tecrübeler, kesinlikle normal beşerî ölçülerle izahı mümkün olmayan, hasta bir ruhsal kişiliğin iddia edebileceği sanrılardır. (Şeytanın kontrolü)
Yani biz onun ve benzerlerinin bu tür iddialarının kesinlikle bir halüsinasyon(') olduğuna inanıyoruz.

Fütuhat-ı Mekkiye'den nakledilen bilgiye göre 8 yaşında iken bir hastalık geçirmiş, hastalık esnasında (herhalde gördüğü bir kabus sonucu olsa gerektir) çirkin suratlı bazı kimselerin kendisine eziyet etmek istediklerini, iyi kişilerin ise ona yardım ettiğini görmüş. O iyi kişileri sorunca da, "Yasîn" suresi olduğunu söylemişler. [10]

İbnül Arabi'nin ilk mürşidleri de onun kimliği hakkında yeteri kadar aydınlatıcı kanaat edindiricidir diye düşünüyoruz. Onun ilk şeyhi ümmî olup, ama "bir çok kerametleri olan" Ebu Cafer adındaki bir kişidir. [11] Bir diğer şeyhi, Ebu Muhammed el-Bağî ise abdal'dan sayılmakta ve daima dağlarda, sahillerde yaşamakta, şehirlere gelmemektedir. [12]


Bu şeyhlerle yıllarını geçiren Ibnül Arabî psişik rahatsızlığın o derecesine varmış olmalı ki, şeyhlerinden biri kendisini artık dirilerle değil, ölülerle yaşıyor olmakla suçlamış (yani şeyhi bile normal görememiş), o da bu şeyhini bir gün çağırarak hakiki dirilerin o Ölüler olduğunu şeyhine göstermiştir! [(Ateş, 535, Fütuhattan naklen). ]

Tasavvufi haller denen psikolojik rahatsızlıklar o kadar ileri gitmiş olmalı ki, artık İbnül Arabî mesela Harun Reşid'in oğlu Muhammed'in ruhunun tecessüt ettiğini ve onunla konuştuğunu iddia etmektedir.[(Ateş, 533, Futuhat'dan naklen).]

Tamamen mitolojik bir kişi olan, dünyanın hiç bir yerinde ve hiç bir akıllı insanla oturup konuşmamış, görüşmemiş (Musa (a.s)'la hikayesi anlatılan zat Hızır'la karıştırılmamalıdır), mesela aklından asla şüphe duymadığımız Hz. Muhammed'le (s.a.v) görüşmemiş, tanışmamış olan Hızır'dan hırka giyen[15] miraca çıkıp göklerde dolaşan;[16] berzah alemindeki (?) kişilerle konuşan [17] İbnül Arabi'nin aklî dengesi, ruhsal yapısı ve sağlığı, psikolojik durumu hakkında bizim yorum yapmamıza gerek bırakmayacak kadar önemli verilerdir.

İbnül Arabî Kitaplarını Nasıl Yazdı?
Bütün tasavvuf ekolünün çok tipik bir örneği olan İbnül Arabî "zahir ilmi"nin hiç bir işe yaramadığının(!) farkındadır. Mutlaka, halkın ne türlü bilgiye rağbet ettiğini çok iyi keşfetmiş biridir. Dolayısıyla İbnül Arabî, safsatalarını doğrudan doğruya Allah'dan aldığını, daha doğrusu, "Peygamberler hangi kaynaktan alıyorlarsa o kaynaktan aldığını" iddia etmiştir. Allah'ın sözlerini harfli ve harfsiz olarak işittiğini ve ilahi bir telkinle kendisine bildirilmemiş hiç bir bilgiyi yazmadığını ileri sürmüştür. [(Ateş, 548, Fütuhattan naklen).]

İbnül Arabî Mekke'de bulunduğu yıllarda "Fütuhatül Mekkiyye Fî Ma'rifeti'l Esrari'l Malikiyye vel-Mülkiyye" adını verdiği ve bütün tasavvufi düşüncelerini ihtiva eden kitabını yazmıştır. Daha doğrusu kendisine gelen vahiyleri yazma zahmetinde bulunmuştur. Kendince, Kur'andan farkı bulunmayan bu kitapta aynen Kur'an'da olduğu gibi tutarlılık aranmaması gerektiğini söyler. Çünkü Kur'anda da birbirleri ile alakalı olmayan sözler arasına, onlarla alakalı olmayan bir başka söz girebilmektedir! [(Ateş, 543, Fütuhat'tan naklen).]
560 Baptan oluşan (dört cilt halinde basılmış olan) bu kitabını yazış gerekçesini şöyle izah ediyor:
Alem-i Hakikat'te ve huzur-i celali'de mükaşefe anında Hz. Peygamber'i görmüş, bütün peygamberler O'nun önünde sıralanmış duruyorlarmış. Etrafında ümmeti ve hizmet eden melekler varmış. Ebubekir sağında, Ömer solunda, elinde bir mühürle duruyormuş. Hz. Ali ise bu Peygambere yönelmiş duruyormuş. O esnada Hz. Peygamber Ibnül Arabi'yi görmüş. O anla ilgili birtakım konuşmalar naklettikten sonra der ki, "o vakit bu hikmet ve hitabın azameti bana Cenabı Allah'dan bir lütfi ilahî ve bağış olarak verildiğini hissettim." [20]

Kitabın bir başka yerinde (Fütuhat, 9) Kabe'yi tavaf ederken ve oturup da Kabe'yi murakabe ederken Allah'ın kendisine açtığı fetihleri (vahiyleri) nedeniyle kitabına Fütuhat... adını verdiğini söyler.

İyi bir İbnül Arabi hayranı olan ve bazı kitaplarını tercüme etmiş olan Selahaddin ALPAY'ın, "Fütuhat-ı Mekkiye" adıyla çevirip yayınladığı muhtasar kitabın önsözünde söyledikleri, tasavvufun nasıl müstakil bir inanç sistemi, hatta din olduğunu göstermesi bakımından ibretâmizdir. Doğal olarak şeyhine çeken bu zat diyor ki: "Bu kitabın tercümesine başlamadan evvel uzun uzun düşündüm, daha doğrusu cesaretim yoktu... Fakat Allah'ın inayeti bana yetişti, rüyamda bu ulu zatın bana seslenerek, 'beni Anadolu çocuklarına ve halkına tanıt, ben onları severim, vaktiyle o diyarları ziyaret etmiştim. Mevlânâ gibi bir talebem vardır' diye seslenmesi bana bu kitabı terceme etmeme sebep oldu..." [(S.Alpay, s.6).]

Görüldüğü gibi tasavvufta her şey rüya ile oluyor; rüya uzakları yakın ediyor; Ölüyle dirinin arasındaki farkı yok ediyor, zaman kavramı ortadan kalkıyor! İbnül Arabi'nin peygamberden de ileri gittiği, onun muhiblerince de kabul edilmektedir.

İbnül Arabi'nin, "Allah tarafından kendisine yazdırılan" bir başka kitabı da, "bütün düşüncelerinin hulasası olan en olgun eseri" sayılan [(Ateş, 543] Füsüsül-hîkem adlı kitabıdır.

Füsus'u 627 yılının Muharrem ayının son günlerinde Şam'da iken "Rasulullah'ı gördüğü gerçek bîr rüyada". Rasulullah'ın elinde bir kitap bulunduğunu, kendisine hitaben, "bu, 'Füsusül Hikem' kitabıdır, onu al ve insanlara duyur da onunla faydalansınlar" diyerek yazmakla görevlendirildiğini iddia eder. [23]

Bu görevlendirme karşısında Ibnül Arabî "işitmek ve itaat etmek gerekir" der ve "hiç bir ziyade ve noksanlık yapmadan niyetini gerçekleştirdiğini" söyler. [24] İbnül Arabî Füsus'u yazmada kendisinin sadece "mütercim" olduğunu ileri sürmektedir. [25] Yani o sadece aracıdır, Füsus aynen Kur'an gibi bir vahiydir!

Her zaman olduğu gibi günümüzde de İbnül Arabi'den çok İbnül Arabî'ci kesilen bazı acar tasavvuf hermonetikcileri, onun bu safsata ve küfürlerini, Kur'an'ı, Allah inancını, peygamberlik kavramını tarumar eden ilhadlarım "yorumsayarak" tevil etmekte, kabule müsait hale getirmektedirler. Oysa iyi bir Ibnül Arabi meftunu olan ve kitaplarının mütercimi Ahmed Avni KONUK (ö. 1938)un izahı, İbnül Arabi'nin bir başka türlü anlaşılmaya elverişli olmadığını, yorumsamaya gerek bulunmadığını pekâlâ kanıtlamaktadır.

A.A. Konuk, "bütün ilahî mertebeleri cami" (cem meratib-i ilahiyye'yi câmî) dediği Hz. Peygamber'in 'Vâris-i ekmel'i" saydığı [26] efendisi İbnül Arabi'nin Füsus'unu şöyle tanımlıyor: "Serapa asl-ı hakiki'den kulûb-i enbiya (as)a münzel plan maarif ve hikemin ilahiyye'den ibaret ve ehli takyîd olan erbab-ı ukûl'ün bilmediği ve idrak edemediği hakayık ile mâlâmâldir. "[(Konuk, 1),] Yani Füsus, Peygamberlere gelen vahyin aynısıdır ve fakat bu hakikatleri akıl erbabı bilemez, anlayamaz! İbnül Arabîci sarih arkasından, Bakara suresinin 216. ayetini, ancak Şeytanın razı olacağı bir amaç uğruna kullanarak, -haşa- Kur'an'ı da "akıl erbabı"nın bilemeyeceğini demeye getiriyor!

Oysa Bakara 216. ayette. Allah cihadı emrettiği halde ondan kaçmanın yollarını arayan iki yüzlüler tenkit edilmektedir.
Evet, söyleyene değil, söyletene bak sözünü boşa söylememişler! A. Konuk'un, tasavvuf ehlinin saçmalıklarını "erbab-ı aklın" anlamayacağını belirtmesi gayet yerinde bir tesbittir! Akıllı İnsanlar yalnızca, akıllı sözleri anlarlar. Hiç bir mantık kuralına dayanmayan, aklı selimi tatmin etmeyen, sara nöbetlerinde sadır olmuş intibaını veren hezeyanlarla akıllı insanların işi yoktur.

A.A. Konuk'a göre Füsus kitabı doğrudan "Velayet-i hassa-i Muhammediye"den İbnül Arabi'ye verilmiş, o da noksansız ve ziyadesi? bir şekilde tebliğ etmiş olduğu için, Füsus'a itiraz doğrudan ve tamamen "hatem-i enbiya"ya itiraz etmek olur. [ (Konuk. 99)]

Görüldüğü gibi bu kişilerin ne Allah inançları, ne peygamber, ne de vahiy inançları Kur'an'a uygundur; bunların akideleri tamamen kendi geliştirdikleri özel bir İnanç sistemine dayanmaktadır.

İbnül Arabî "et-Tedbîratu İlahiyye" adlı kitabının da ledünnî ilimlerden oluştuğunu; içine değil şüphe, tahmin bile karışmadığını iddia ederken [29] pek fazla yadırgamadığımızı, zira vahdet-i vücut felsefesi (panteizm) gereği kendisini Allah olarak gören, Allah'la aynılaşan bir zihniyetin böyle inançlar taşımasının normal görülmesi gerektiğini belirtmek isteriz.
 

sahiner

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Eyl 2007
Mesajlar
410
Tepki puanı
0
Puanları
0
D - TASAVVUF, MÜSLÜMANLARIN İBADET ŞEKLİNİ BOZMUŞTUR
İslam'da ibadetin şekli Kur'an ve Sünnetle belirlenmiştir. Teorik olarak Kur'an-ı Kerim'in belirlediği ibadetleri Hz. Peygamber canlı bir örnek olarak göstermiş ve uygulamıştır. Ashabı da ondan almış ve yolunu izlemişlerdir. Bütün ümmet de onların yolundan gitmiştir.
İslam'ın inanç esaslarında yapılacak herhangi bir değişiklik bidat olduğu gibi, ibadetlerinde de artırma veya eksiltme şeklinde yapılacak herhangi bir değişiklik bidat sayılmış ve bidat sahibinin cehennemlik olduğu belirtilmiştir. Bu bakımdan Kur'an-ı Kerim'in belirlediği ve Rasulullah'ın yaptığı ibadet şeklinde değişiklik yapmak İslam'ın cehennemle tehdit ettiği ve yasakladığı bir davranıştır.
Ama tasavvufçular Kur'an-ı Kerim'in belirlediği ve Rasulullah'ın gösterdiği ibadet şeklinin çerçevesi içinde kalmakla yetinmemiş, artırmak veya eksiltmek yahut değiştirmek suretiyle bu çerçevenin dışına taşmıştır. Kur'an'ın belirlemediği ve Rasulullah'ın göstermediğini birçok ibadet şekilleri uydurmuş ve uygulamıştır. Bunlardan sonu gelmeyen vird ve nafileler, dans ederek ve yüksek seslerle yapılan zikirler, yapılan ayinler, islam akaidiyle bağdaşmayan istiğase, rabıta ve tevessülle yapılan dualar, ricalu'l-gayb, gavsı azam, evliya, yatır ve ölülerden medet istemeler gibi.
Yüce Allah şöyle buyurur:
"Rabbini, içinden, yalvararak ve ondan korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam an. Gafillerden olma." [1]
buyurulduğu ve Rasulullah'ın bağırıp çağırarak, sesi yükselterek Allah'ı anmayı yasaklamasına rağmen, tasavvufçular yüksek seslerle ve koro halinde zikir yapmakta, bunun için ayin ve merasimler düzenlemektedir.
Kişini Allah'a bağlılığı ve teslimiyetinin artması için yapılan zikir tasavvufçularda islam'ı kavramların tahrifi ve bidatlerin uydurulması için araç olarak kullanılmıştır. Haşyet ve tevazu içinde yapılması ayette öğütlenirken, tasavvufçular kendilerinden geçip coşmak için araç olarak kullanılmıştır.
Zikir çeşitlerini çoğaltmak ve fırkalara bölünmek için "lailahe illallah" şehadet kelimesinin başına getirmediklerini bırakmamışlardır. Kimisi Allah, kimisi lailahe, kimisi illallah, kimisi hu, kimisi illa hû, la mevcude illa hû gibi parçalara ayırarak her fırka zevkine göre bir parçasını alıp zikirde kullanmıştır. Kimisi bunu sessiz yapmayı tercih ederken, kimileri de sesli ve bir koro şefi eşliğinde ilahiler ve aletlerle çalman musikilerle yapmıştır. Kimisi ayakta dans ederek, şişler batırarak, göbeğe yırtılacak kadar feryat edip kendinden geçerek, ya gavs, ya şeyh Abdulkadir naralar atarak, destur ve medet deyip Allah'tan başka varlıklardan yardım isteyerek yapmıştır. Kimileri zaviye ve hücrelerinde saatlerce sürecek zikir ve teşbihi yapmak için metrelerce uzunlukta ve estetik niteliklerde iri tanelerden oluşan teşbihler çekmekte, müzik aletleri çalmaktadır. Bütün bunların Allah'ın gösterdiği ve Rasulullah'ın yaptığı zikir olduğunu herhalde aklı başında, bidatlerden sakınan hiç bir müslüman söyleyemez.
Yüce Allah
"Şüphesiz mescidler Allah'ındır. O halde Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın." [2]
buyurduğu halde, tasavvufçular dualarında Allah’tan başka varlıkları da ortak etmiş ve onları aracılar yapmıştır. Kimileri dua esnasında şeyhinin siluetini gözünün önüne getirerek dua etmiş, kimileri resmini yanında taşımış, kimileri şu veya bu kişiyi aracı yapmıştır. Yatırlardan ve üstünlüklerine inandıkları gavs yahut kutup dedikleri kişilerden medet ummuş ve onlardan yardım istemişlerdir. Rabıta ve tevessüle dört elle sarılmışlardır.
Duaları da Rasulullah'ın öğrettiği ve Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği dualardan çok, tılsımlı ve esrarengizliklerle dolu muammalardan oluşmuştur. Bununla ilgili bazı örnekler verelim.
Şeyhi ekber ve hatemu'l-evliya dedikleri tasavvufun en meşhuru Muhyiddin İbn Arabi'nin dua ve salavatından örnek verelim. Şöyle diyor:
"Allah'ım, bütünümü kendi bütünlüğünde yok et, evveliyetimi evveliyetinle destekle ki evveliyetini evveliyetimde, sonunculuğunu sonunculuğumda, zahirliğini zahirliğimde, batınlığını batınlığımda, hüviyetini hüviyetimde, inniliğini inniliğimde ve kabiliyetini kabiliyetimde müşahade edeyim. Zahir vücudun vücudumda, hüviyetin hüviyetimde ve beraberliğin beraberliğimde olsun ki o sırrın tüm unvanı olayım, belki şekli ve sureti olayım." [3]
Bir de Hz. Peygamber'e getirdiği salata bakalım:
"Allahım, zatın tılsımlı görünümü, derya yağmuru, cemalinin lahutu ve visalinin nasutu, hakkın yüzü, ezel insanın hüviyeti, süregelen mahlukatın kaynağı, fark nasutlarını hak yoluna ilettiği kişiye salat ve selam olsun. Allahım, onunla, ondan ve onun içinde ona salat kıl." [4]
Bir de Ticani tarikatının şeyhinin şu sözlerine bakalım:
"Hz. Peygambere salatu'l-fatih'i sordum. Salatu'l-Fatih'i bir defa okumanın altı defa Kur'an okumaya denk olduğunu söyledi. Sonra, her defasını kainatta meydana gelen bütün teşbihlere, bütün zikirlere, büyük küçük bütün dualara ve Kur'an'ın altı defasına denk olduğunu söyledi.” [5]
Oysa hiçbir söz yada kelimeler topluluğu Kur`ana denk değildir. Denği bile olmuyorsa altı katı nasıl olur anlamak mümkün değil.Allah-ü teala şöyle buyurur:
Ey Muhammed! De ki: "Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur'ân'ın benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine yardımcı olsalar bile, yine onun bir benzerini meydana getiremeyeceklerdir." [6]
Salatu'l-Fatih dedikleri duanın sözleri de şunlardır: "Allahumme salli ala seyyidina Muhammedin el-fatih lima uğlika ve'l-hatim lima sebeka, nasıru'l-hakki bi'l-hakki, el-hadi ila sıratike'l-Mustakim ve ala alihi hakka kadrihi ve mikdari-hi'l-azim." [7]
Bu dua ve salavatların islam'la bir ilgisi olduğunu düşünece bir müslüman düşünemiyoruz.
Bilindiği gibi yapılan ibadet ve duaların kabul görmesi için sahibinin inançlarının islam'a uygun olması yanında yaptığı ibadet ve duaların da islam'a uygun olması lazımdır. Bunlara uygun olmayan ibadetlerin makbul olması sözkonusu değildir
 

sahiner

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Eyl 2007
Mesajlar
410
Tepki puanı
0
Puanları
0
e -Tasavvuf, müslümanların ahlakını bozmuştur

Yüce Allah, Hz. Peygamber'in büyük bir ahlak sahibi olduğunu belirterek şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz sen yüce bir ahlaka sahibisin." [1]

Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır:

"Her dinin ahlakı vardır, İslam'ın ahlakı da hayadır."[2]
"Güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim." [3]

İyi bir müslümanın ahlakı üzerine çok sayıda hadis olduğu gibi İslam'ın öğütlediği güzel ahlaka teşvik eden sayısız hadisler de mevcuttur. İslam'ın bütün emir ve yasaklarının amacı da öngörülen ahlaka sahip faziletli insanları ve bu insanlardan meydana gelecek toplumu yetiştirmektir.

Tasavvuf da, ahlaki bir davet veya hareket olduğunu iddia etmektedir. İslam'dan birçok unsurlar ve öğretiler içermesine rağmen, tasavvufun mensuplarına aşıladığı ahlak ne yazık ki birçok yönden İslam'ın ahlakıyla bağdaşmamaktadır. Allah'ın her varlık ve her varlığın Allah olduğunu söyleyen, peygamberi, İslam'ın belirlediği konumun ve anlayışın dışında gösteren, Kur'an'ın ayetlerini heva ve heveslerine uyduran bir tasavvufun ahlaki olduğu herhalde söylenemez. Haya İslam'ın ahlakı olduğu halde tasavvufçular ahlakçılık adı altında müstehcenliği ve hayasızlığı huy edinmişlerdir. Bazı örnekler verelim:

İbn el-Farıd şöyle diyor: "Oğul hükmünden önce ilk yaratılışta Adem'e Havva suretinde göründü. Aşıklara ise, her türlü elbise içinde olağanüstü güzelliklerde görünür. Bir defasında Lübna, birinde Büseyna, bazan da -Yüce olsun- Azze diye anılır. "[4]

İbn el-Farıd'ın cariyelerle şarkı söyleyip dans ettiğini mensuplarından biri şöyle anlatmaktadır: "Bana bir kaç dirhem verdi ve yemek için bir şeyler al, dedi. Aldım. Sahile yürüdük. Bir sandala bindik ve Behnesa'ya vardık. Şeyh kapıyı çaldı. Bir adam çıktı. Bismillah dedi. Şeyh çıktı, ben de beraber çıktım. Bir de ne göreyim, bir sürü kadın. Tef ve kavallar çalıyor, şarkı söylüyorlardı. Konser bitene kadar şeyh dans etti. Sonra çıkıp ayrıldık. Mısır'a geldik. Bu durum tuhafıma gitti. O arada şeyh efendiye kapıyı açan adam geldi ve kendisine şöyle dedi: Tellal çağırın ve yerine şarkı söyleyecek bir kadın satın alın dedi. Sonra kulağıma yaklaşıp şöyle dedi: Fakirlere (sofulara) bunu yadırgama. " [5]

Şemsi Tebrizi de Kimya Hatun'u Allah olarak gördüğünü şöyle anlatmaktadır: "Mevlana Şemsi Tebrizi'nin Kimya adında bir karısı vardı. Bir gün Şems hazretlerine kızıp Maram bağları tarafına gitti. Mevlana hazretleri medresenin kadınlarına işaretle Haydi gidin Kimya hatunu buraya getirin, Mevlana Şemseddin'in gönlü ona çok bağlıdır. buyurdu. Bunun üzerine kadınlardan bir grup onu aramaya başladıkları sırada Mevlana Şems'in yanına girdi. Şems şahane bir çadırda oturmuş, Kimya hatunla konuşup oynaşıyor ve Kimya hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu. Mevlana bunu görünce hayrette kaldı. Onu aramaya hazırlanan dostların karıları da henüz gitmemişlerdi. Mevlana dışarı çıktı. Bu karı kocanın oynaşmalarına mani olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra Şems İçeri gel diye bağırdı. Mevlana içeri girdiği vakit Şems'ten başkasını görmedi. Bunun sırrını sordu ve Kimya nereye gitti? dedi. Mevlana Şems Yüce Tanrı beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir, şu anda da Kimya şeklinde geldi. buyurdu. " [6]

İbn Arabi de Allah'ın en güzel görünümünün kadın olduğunu belirterek şöyle demektedir:

"Erkek kadını sevdiği zaman onunla yatmak istemiştir. Yani sevginin sonunda meydana gelen şey. Nikah (kadın erkek münasebeti)nden daha büyük bir kavuşma yoktur. Onun için şehvet kişinin bütün vücudunu kaplar. Bu sebepten kişinin yıkanması emredilmiştir... Şüphesiz Allah, kulunun kendisinden başka bir şeyle lezzet bulduğuna inanmasını çok kıskanır. Onun için kendisinde fena bulduğu kadın suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (gusul) ile onu temizlemiştir. Çünkü başka şekilde olmaz. Erkek, Allah'ı kadında müşahade ederse, buna münfailde müşahade denir... Allah'ı kadında müşahade etmesi tam ve en mükemmeldir. Çünkü Allah onlarda çok mükemmel müşahade edilmektedir. Zira Allah maddelerden soyut olarak hiç bir zaman müşahade edilmez. Allah'ın kadınlarda müşahade edilmesi en büyük ve en mükemmeldir. Kavuşmanın en büyüğü de nikah (münasebet)tir." [7]

İmam Rabbani'nin Mektubat’ından da bir örnek verelim:

"Kıymetli emirlerinize uyarak bu mektubu yüzümün karasıyla yazıyorum. Dağınık, bozuk olan hallerimi titreyerek arzediyorum. Bu yolda ilerlerken, Allahu Teala'nın ismi zahirleri o kadar çok tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrı göründü. Hatta nisa (kadınlar) şeklinde, onların organları haline ayrı ayrı zahir oldu. " [8]

Eş-Şarani'nin velilerinden de bir iki örnek vermek istiyoruz: "Şeyh Vahiş Mahalle'de (Kahire'nin bir semti) Benatı Hata (randevu kızları) hanında kalıyordu. Biz de oradaydık. Oradan kim çıkıp gitmek isterse, şöyle derdi: Dur, çıkmadan önce Allah katında senin için şefaatta bulunayım. Ve şefaatini kabul ettirirdi. Bunun için oradan çıkıp gidecek bazı kimseleri bir gün, iki gün bekletirdi. Şefaatına tam cevap alıncaya kadar o kimseleri bırakmazdı. Bir gün Benatı Hata hanı için şöyle dedi: Buradan çıkın, han sallanıyor, üzerinize çökecek. Bir kız (randevu kızı) hariç. Öbürleri duymadılar. Belki de duydular, aldırmadılar. O bir tanesi de çıkınca han diğerlerinin üzerine yıkıldı, çöktü. Öldüler. Hiç kurtulan olmadı. Hepsi öldü. " [9]

Abdulaziz ed-Debbağ'dan da bir örnek vererek bitirmek istiyoruz. "Bir gece iki hanımım aynı odada bulunuyordu. Bu bir mazeretten dolayı olmuştu. Onlardan her biri ayrı bir yatağa uzanıp yattı. Ben de başka bir yatağa uzandım. Odamızda bir dördüncü yatak daha bulunuyordu. O boş kaldı. Sonra hanımlardan biriyle yatmak istedim. Diğerinin uyuduğunu zannediyordum. Bir müddet sonra diğer hanımımla yatmayı uygun buldum ve yanında yattığım diğer hanımın artık uyduğunu sanıyordum. Geceyi böylece geçirdikten sonra şeyhimin ziyaretine gittim. Aramızdaki mesafe uzak da olsa sık sık bu ziyaretlerimi yerine getiriyordum. Beni görünce hafif tebessüm ederek şöyle buyurdu:

- İki karıyı bir odada biraraya getirip ikisiyle cinsi yakınlıkta bulunan kimse hakkında ne dersin? Beni kastettiğini anladım ve cevap verdim:

- Efendim, bunu nasıl bildiniz? Ya dördüncü yatakta kim yattı? diye sordu. Bunun üzerine dedim ki: Efendim, onların uyuduğunu zannederek öyle yaptım. Hayır, hiç biri uyumadı. Böyle yapman doğru değildir. dedi. " [10]

"Şeyhimi ziyarete gittiğimde evinin odalarından birinde beni yanına alıp oturduk. Sohbetimiz hayli devam etti ve uyku vakti gelmiş oldu. Bana Uyu dedi. Ve kendisi ayrılıp başka odaya gitti. Ben de elbisemi çıkardım ve sırt üstü uzandım. Yatağımda bir elin beni gıdıkladığını hissettim, güldüm, o da güldü. Fakat odamda hiç kimse yoktu. Şeyhimin odası alt katta bulunuyordu. Gülme sesinden o elin ona ait olduğunu anladım. " [11]

Bu misalleri daha da çoğaltmak mümkündür. Tasavvufçu çevrelerde iş bu kadarla da kalmamış, daha kötüsüne kadar götürülmüştür. Adam Metz bunu şöyle kaydeder:

"O devirde tasavvufçuların en büyük afetlerinden biri de kendileri gibi olmayan muhaliflerle oturup kalkmaları ve kadınlarla dostluk kurmalarıdır... Buna bir de Şarka mahsus başka bir afet eklenmiştir ki o da taze gençlerle oturup kalkmalarıdır... " [12] Onun için tasavvuf meşhurlarından Ebu Said el-Harraz (öl. 277/890)'ın şöyle dediği kaydedilir:

"Uykuda İblis'i gördüm. Benden uzak geçiyordu. Ona neyin var, gel? dedim. Ben sizi ne yapayım, insanları kendisiyle aldattığım şeyi nefsinizden attınız, dedi. Nedir o? dedim. Dünya, dedi. Biraz gittikten sonra dönüp şöyle dedi: Ama sizde de aradıklarımdan bir şey var, diye ilave etti. Nedir o? dedim. Taze gençlerle oturup kalkmak, dedi. "[13] Onun için el-Vasıti (öl. 320/932) şöyle demiştir:" Allah, bir kulunun alçalmasını isterse, onu bu çirkef ve kokuşmuş kişilerin yanına atar."[14]

Bütün bunların dışında tasavvufçular insanları hayat sahnesinden çekerek uzlete ve çile doldurma hayatına götürmesi, pasif bir hayat yaşamaya itmesi, evlenmekten ve ilim tahsilinden uzaklaştırması, nefsi mahrumiyetle cezalandırması gibi İslam ahlakıyla bağdaşmayan, hatta dinin emir ve yasaklarını tanımayan bir ahlak yoluna sevketmiştir. Şüphesiz İslam ne böyle bir hayat tarzını tasvip eder, ne de bu şekilde bir ahlakı kabul eder.






f - Tasavvuf, müslümanların dİn anlayışını bozmuştur

Yüce Allah, geçerli ve Allah tarafından makbul olan dinin ancak İslam olduğunu, insanların ancak müslüman olmakla Allah'ın azabından kurtulabileceklerini buyurmuştur. Şöyle buyuruyor:
"Allah katında hak din İslam'dır." [1]
Kim İslam'dan başka bir din ararsa, bilsin ki aradığı o din kendisinden asla kabul edilmeyecektir ve ahirette zarar edenlerden olacaktır. [2]

Allah'ın yanında makbul ve geçerli olan İslam'ın da bütün temel ve boyutları Kur'an-ı Kerim'de ve Rasulullah'ın sahih sünnetinde belirlenmiştir.

Böyle iken tasavvuf, Allah'ın dinini şeriat, tarikat ve hakikat diye parsellemiş, şeriata dinin kabuğu ve zahiri adını vererek kurtuluş için kişinin mutlaka tarikat yolu ile marifete ve hakikate ulaşması gerektiğini söylemiştir. Şeriatın hükümleri üzerinde hassasiyet gösteren ve ondan meydana gelen sapmaları eleştiren din alimleri de zahir ehli molla kasım, sevgiden yoksun kaba softa olarak nitelemiştir. Helal ve haramları tevil ederek seri ahkamı çığırından çıkarmış ve sonunda ibahiyye (her şeyi yapmanın serbest oluşu ve haramın kalkmış olması) mezhebinin ortaya çıkmasına kadar gitmiştir. Karşı çıkıp eleştirenleri de sevgiden yoksun ve dinin kabuğunda kalan hakikatsiz kişiler olarak nitelemiştir.

Yunus Emre'den Celaleddin er-Rumi'ye ve İbn el-Farıd ile İbn Arabi'ye ve onların yolundan gidenlere kadar tasavvufun felsefesiyle uğraşanlar sevgi dini ve dinlerin birliği gibi İslam şeriatıyla bağdaşmayan bir din anlayışını meydana getirmiş ve hangi dinden ve inançtan olursa olsun, neticede Allah'ın tecellisi ve görünümü olduğu için hepsinin aynı olduğunu söylemiştir.

Dinin emir ve yasaklarına bakış açısını bozmuş, tasvip etmediği birçok şeyleri terviç etmiştir. Denilebilir ki tasavvufun bütün çevrelerinde meyhane edebiyatı oluşturulmuştur. Aşk, şarap, mey, kadeh, sekr, sahv, mahv, saki, rindan vb. baştan sona kadar meyhane terim ve anlamları kullanılmıştır.

Bütün bunlara dair örnekleri burada sıralamak mümkün değildir. Ancak yine de insanlara ibret olacak bazı örnekler vermeye çalışacağız. Muhyiddin İbn Arabi şöyle diyor:

"İnsanlar Allah hakkında türlü inançlara inanmışlardır. Ben ise, inandıklarının hepsine inanırım. " [3]
"Bugüne kadar, dini dinime yakın olmadığı için arkadaşıma karşı çıkıyordum. Ama bugün kalbim artık her şekli kabul eder oldu. Ceylanların çayırı, rahiplerin manastırı, putların barınağı, tavaf edenin kabesi, Tevrat'ın sayfaları ve Kur'an'ın Mushafı oldu. Süvarileri ne tarafa yönelirse yönelsin, ben SEVGİ DİNİNE inanıyorum. Din benim dinim ve imamındır.[4]

İbn Arabi taraftarlarını muayyen bir dine bağlı kalıp onun dışındakileri red etmekten sakındırarak şöyle demektedir:

"Sakın sakın, muayyen bir kayıtla kayıtlı kalıp onun dışındakileri red etme. Böyle yaparsan çok çok hayırdan mahrum kalırsın. Hatta işi olduğu gibi anlamaktan yoksun olursun. Onun yerine bütün inançlar için nefsinde heyuli ol. Zira Allah nesiller arasından sadece bir nesille (yahut zamanlardan sadece bir zamanla) sınırlanmayacak kadar büyüktür. Hepsi de isabet etmiş ve her isabet eden mükafatını almıştır. Mükafat alan herkes de mutludur, her mutludan da Allah razıdır. " [5]

Bu anlayış ister istemez ahirette cehennem azabının inkar edilmesini gerektirecektir. Çünkü bu sevgi dininde bütün din mensupları aynı olup hepsi tanrının suretleri olduğu için tanrının kendi kendine azap etmesi müstahil olur. Onun için şöyle diyor:

Vadinde doğru tek (Allah)dan başka kimse kalmadı. Hak'kın vaidi (tehdidi)ni de gözetleyen bir göz yoktur. Bedbahtlık yurduna girseler bile onda bir lezzet ve farklı bir nimet içindedirler... Tadının lezzetinden azap diye adlandırılır. Halbuki bu onun kabuğu gibidir ve kabuk koruyucudur. [6]

Kur'an-ı Kerim Firavn için

"Allah onu herkese ibret olarak dünya ve ahiret azabıyla cezalandırdı. "[7]
"Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman 'Allah'a inandık ve ona ortak koştuğumuz şeyleri inkar ettik’ dediler. Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine fayda vermeyecektir. Allah'ın kulları hakkında cari olagelen sünneti (kanunu) budur." [8]

derken İbn Arabi bunu yalanlarcasına şöyle demektedir: "Allah onun nefsini ahiret azabından kurtardığı gibi bedenini de kurtardı. Böylece maddi ve manevi olarak kurtuluş onu kuşatmış (tamamen kurtulmuştur. " [9]

İbn Arabi, İbn el-Farıd, Abdulkerim el-Cili, Kaşani, Molla Cami, Sadreddin Konevi, Suhreverdi, Hallaç, Ebu Yezid el-Bistami, İbn Sebin, İbn Beşiş, et-Tilmisani, et-Tusi, Attar ve burada sayamayacağımız kadar tasavvuf meşhurunun inancı ve kanaati budur.

Celaleddin er-Rumi'nin Divan'ından nakledilen şu beyitlere bakınız:

"Canım ey nur, kaçma benden, Kaçma benden ey parlayan görünüm, Kaçma benden, kaçma benden.
Şu sarığa bak, onu nasıl başıma koydum, Hatta bileğime taktığım Zerdüşt'ün zunnarına bak, Zunnarı taşırım, yemliği taşırım, Belki nuru taşırım, kaçma benden.
Müslümanım ben, ama hıristiyanım, brahmanistim, zerduştiyim, Ey yüce Hak, sana tevekkül ettim, kaçma benden.
Bir tek tapınağım, mescid, kilise veya puthanem yok benim, Sonsuz nimetim yüce yüzündedir, kaçma benden, kaçma benden. " [10]

İsterseniz Niyazi Mısri'nin de şu beyitlerine bakınız:

"Bu cihanın halkına bir yolum uğrar benim, Cem'edip bunca kumaşı bir bezistan olurum,
Geh nasara, geh yahudi, gehi tersa (müşrik), geh mecusi, Gahi şia, gah olur, sünni müselman olurum." [11]

İbn Arabi'nin felsefesini satan Şebusteri (öl. 720/1320)'nin şu sözlerine bakalım:

"Önündeki şu perde kalktı mı ne mezhebin hükmü kalır, ne dinin. Bütün şeriat hükümleri senle benden doğar. Çünkü bu hükümler, senin canına, tenine bağlıdır. Arada ben ile sen kalmayınca, Kabe nedir, havra nedir, kilise ne... Cüzi alemden geçip külli aleme varan kişi bu sırrı bilir. Burada hululün da imkanı yoktur ittihadın da. Çünkü birlikte ikilik düşüncesi sapıklıktır. Hak'tan başka bir varlık yok. İster O Haktır de, ister ben Hak'kım de." [12]

Bir kaç örnek daha verelim.

"Medrese ile minare yıkılmadıkça kalenderlik halleri düzene girmez. İman, küfür, küfür de iman olmadıkça hiç bir tanrı kulu gerçekten müslüman olamaz." [13][26]

"Aşk mezhebinde küfürle iman yoktur. Aşkda ne beden vardır, ne akıl, ne can vardır, ne gönül. Kim böyle değilse aşık değildir." [14]

"Kafir de sensin küfür de. İkisinden de betersin sen. Eman yurdu da sensin, iman da sensin. İkisine de başsın sen. " [15]

"Bir şey küfür de olsa, suç da olsa, kara şeytan da olsa, O'nun güneşi o şeye vurdu mu dolunay olur gider. " [16]

"Aşık içinde bulunduğu halin sarhoşudur. Bu yüzden küfürden de yücedir, imandan da. Küfürle iman ikisi de zaten onun kapısıdır. Çünkü o içtir. Küfürle din onun iki kabuğudur. Küfür dıştaki kuru kabuktur, imansa içteki tatlı kabuk. " [17]

"Gerçek küfür kime yüz gösterirse o kimse mecazi müslümanlıktan usanır. Her putta gizli bir can var, küfürde bir iman gizli. Küfür de daima Tanrı'yı teşbih etmekte. 'Ve in min şey'in... (17/İsra, 44) ayetine bak. Burada kınamanın ne lüzum var!" [18]

Yunus Emre söylüyor:

"Dost yüzin görecek şirk yağmalandı,
Anınçun kapıda kaldı şeriat,
Küfür ile iman dahi hicap imiş bu yolda,
Satalaşdık küfr ile iman yağmaya verdük." [19]

Nesimi söylüyor:

" Hace-i meyhane mest oldu vu hem pir-i muğan
Kabe vu puthane mest u hırka vu zunnar mest,
Küfr u iman mest u cümle mest ayni yekdiğer
Aşık u maşuk u aşk u yar mest ağyar mest. [20]

Eşrefoğlu Rumi söylüyor:

Bana ne ilmu amel ne küfrü iman nisbeti,
Kamusundan el yudum aşka uyuben giderim. "[21]

Şebusteri'nin şu sözlerine bakalım:

"Bu makamda put, aşk ve birlik mazharıdır, zunnar kuşanmak da hizmete bağlanmaktır. Küfür de varlıkla olur, din de... Onun için birlik puta tapmanın ta kendisidir. Bütün var olan şeyler varlığın mazharları ve tecelli yerleridir. Onların biri de puttur. Ey akıllı kişi, iyi düşün put varlık bakımından batıl değildir ki. Bil ki putu yaratan da yüce Tanrı. İyinin yaptığı her şey iyidir. Mutlak varlık nerede varsa, ne ile zuhur etmişse, orası ve o şey hayırdan ibarettir. Eğer o şeyde bir şey varsa o, varlıktan meydana gelmemiştir. Müslüman, puta tapmak nedir bilseydi dinin puta tapmaktan ibaret olduğunu anlardı. Müşrik de putun hakikatini bilseydi hiç dininde yol azıtır, sapık olur muydu? O, putu ancak görünen bir suretten ibaret gördü de o sebeple şeriata kafir oldu. Sen de onda gizli olan hakikati, onda Hak'kı görmezsen sana da şeriatta müslüman demezler. "[22]

Tasavvufun insanları ve İslam anlayışını ne duruma getirdiğini bütün bunlar göstermeye yeterlidir sanırız. Tasavvufun yaydığı ve davet ettiği İslam budur. Tasavvuf yolu ile İslam'ın yayıldığını söyleyenler, insanların böyle bir İslam'a girdiğini acaba düşünmezler mi? Rene Guenon ve benzerlerinin böyle bir İslam anlayışının kurbanları olduklarını ve bunların sorumluluğunun onlara böyle bir İslam anlayışını götürenlerin boynunda olduğunu anlamazlar mı? İsterseniz bunun itirafını onların eserlerini dilimize kazandıranların dilinden dinleyelim:

« Rene Guenon temel hakikat geleneğini dinlerin önüne ve üstüne yerleştiriyordu... Nitekim Rene Guenon, nefsin Yüce İlkeyle (Allah'la) birleşiminin en saf anlamını Hint maneviyatında bulmuştu. » [23]

Özet olarak diyebiliriz ki onun eserlerinde bize sunulan temel hakikat bütün dinlerin önünde ve üstünde olan bir gelenekten gelmektedir. Guenon çeşitli dinlerde o hakikatlerin izlerini yeniden buluyor, fakat kendisine göre, o izler dinlerde az çok zayıflamış ve bozulmuş haldedir. İşte bu yüzden o her dini düşünceyle hem bir yakınlık kurmakta, hem de her sahih dinden ayrılmaktadır.[24]

Celaleddin er-Rumi, Yunus Emre, İbn Arabi, Hallaç, Cami, Attar ve benzerlerinin kültürü ile müslüman olan insanların maalesef İslam anlayışı budur. Bu anlayış sadece muhtedilerin yanlış üzerinde devam etmelerine sebep olmakla kalmamakta, müslüman kimi insanların da bu yanlış sebebiyle İslam'ın yanlış anlaşılmasına neden olmaktadır.

Örneğin iman eden (müslüman)lar, yahudiler, hıristiyanlar ve mecusilerden Hz. Muhammed'in tebliğ ettiği islam'a inanan ve salih amel işleyen kişilerin cennete girecekleri Kur'an'da belirtildiği ve kapalı bir tarafı bulunmadığı halde, tasavvufun büyüsü ile büyülenip dinlerin birliği ve dinlerüstü gerçek (hurafe)sine kendini kaptıran kimi müslüman (tasavvufçu)ların Kur'an-ı Kerim'e ve Hz. Muhammed'e iman etmeyi devre dışı bırakan yorumları hep bu hastalıktan ileri gelmektedir.

Cehenneme kimsenin girmemesi için vücutlarının büyütülüp cehennemi doldurmasını savunan Ebu Yezid el-Bistami ve ne olursa olsun yaratandan ötürü yaratılanı seven Yunus Emre'nin felsefesi hep bu bulanıklıktan kaynaklanmaktadır. Yahudi, Hıristiyan, Mecusi, putperest ve müslüman ayırımı yapmayıp meyhanecinin sarhoşluğa olan aşkı ve sekri şeriatın üstüne çıkaran sapıklık bu hastalığın ürünüdür. Her varlığı Allah görme, Allah'a isyanın simgesi ve tağutluğun sembolü olan Firavn'ı arif billahi ve cennetlik mümin görme, kendini tanrı ilan etme, seri ahkamı takmama ve enternasyonel sevgi dinini propaganda etme akımı bu sapıklığın neticesidir.

Bu anlayışın İslam alemini ve müslüman zihinleri ahtapot gibi sardığı ve Allah'ın tevhid dini gibi zihinlere din olarak yerleştiği bir realitedir. Bu anlayış İslam aleminde filizlenip boy vermeye ve yayılmaya başladığı tarihten itibaren İslam alemi düşünce olarak gerilediği gibi gittikçe İslam'ın safiyetinden de uzaklaşmıştır. Bunun önüne ancak sahih bir Kur'an ve sünnet eğitimi ile geçilebileceğini yeri gelmişken belirtelim.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt