Zikrin evveli ve âhiri vardır. Evveli, Allah ile ünsiyet ve muhabbeti gerektirir. Sonu ise, yine ünsiyet ve muhabbet gerektirmekte ve bu ünsiyet ve muhabbetten sudûr etmektedir. Zikirden gaye de bu ünsiyet ve muhabbeti elde etmektir. Mürid, işin başında kalbini ve lisanını vesveselerden zoraki olarak çevirip Allah'ın zikrine yöneltir. Eğer bu zikri devamlı bir şekilde yapmaya muvaffak olursa sonunda onunla ünsiyet kazanır ve va'dedilenin sevgisi kalbine yerleşir. Bu keyfiyet sana uzak ve garip görünmesin; çünkü sıradan işlerde de kaide şudur ki; hazır bulunmayan bir kimseyi, yanında devamlı olarak anmak sûretiyle hazırda bulunan bir kişinin kalbine yerleştirmek mümkündür.
Böylece kişi, huzurunda sık sık yâdedilen kimseyi sevmeye başlar. Hatta bazen vasıflarını çok işittiğinden ve yanında fazlasıyla yâdedilmesinden ona âşık bile olur. Böylece ilk önce zoraki olarak ve çokça yâdetmekle âşık olan kimse sonunda o mâşuku çokça yâdetmek durumunda kalır; öyle ki onu yâdetmeksizin duramaz olur.
Zira herhangi birşeyi seven kimse onu çokça yâdetmeye başlar. Tekellüf de olsa birşeyi çokça yâdeden kimse sonunda onu sevmeye başlar. İşte böylece zikrin evveli tekellüf ve zorluktur. Bu hal yâdedilenin sevgisinin ve ünsiyetinin yâdedenin kalbinde yerleşmesine kadar devam eder. Sonra yâdeden kalbine yerleşmiş olan şeyi veya kimseyi yâdetmekten kendisini alamaz. Bu bakımdan bu sefer icab ettiren icab olunan, meyve de meyve veren olur.
Âriflerden birinin 'Yirmi sene Kur'an'ın meşakkatini çektikten sonra yirmi sene de onunla nimettendim' sözünün mânâsı da bu olsa gerektir; zira nimetlenmek ancak ünsiyet ve muhabbetten sudûr eder. Ünsiyet ise ancak zorluklar tabiî hâle dönüşünceye kadar uzun süre meşakkatlere katlanmaktan sudûr eder. Bu bakımdan bu durum nasıl uzak ve garip olarak karşılanabilir? Oysa insanoğlu önceleri sevmediği bir yemeği kendisini zorlamak suretiyle yeyip meşakkatini çeker ve böyle devam ederse, sonunda sevmeye başlar. Hatta bazen öyle bir hale gelir ki, artık onsuz duramaz.
Nefis tekellüfle kendisine yükletilen şeyi, tahammül etmek sûretiyle âdet hâline getirir. (Nitekim, şâir bu hakikati şöyle ifade etmiştir 'Nefis, kendisine yüklenilen herhangi birşeyi âdet edi-nir'. Yani başta hoşlanmayıp zoraki bir şekilde kendisine yüklenen birşeye sonunda alışır ve o şey kendisi için tabiî olur.
Bu girişlerden sonra (bilmelisin ki) Allah'ın zikriyle ünsiyet kazanan kimse başkalarının zikrinden ayrılır. Başkalarından maksat ölümü anında insanoğlundan ayrılan şeylerdir. Kabirde insanoğluyla beraber ne ehli, ne malı, ne çocuğu ve ne de makam ve rütbesi kalır. Onunla beraber ancak Allah'ın zikri kalır. Eğer hayattayken bu zikir ile ünsiyet kazanmışsa kabirde ondan faydalanır. O anda dünyada iken kendisini Allah'ın zikrinden alıkoyan herşeyin sonu gelir ve böylece zikir ile başbaşa kalır. Bu zikirde lezzetin her çeşidini bulur; zira dünya hayatında zarurî ihtiyaçlar kendisini ister istemez Allah'ın zikrinden alıkoymuştur. Ölümden sonra ise, böyle birşey sözkonusu değildir.
Böylece kişi ölümden sonra, mahbubuyla başbaşa kalmış olur ve ona olan hayranlığı da artar. Kendisini mahbubundan alıkoyan hapishaneden de kurtulmuş olur. Bu sırra binâen Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ruh'ul-Kudüs (Cebrâil veya Allah'ın fermânı) kalbime şöyle üfledi: 'İstediğini sevebilirsin. (Nasıl olsa) ondan ayrılacaksın'.56
Hz. Peygamber burada dünya ile ilgili şeyleri kasdetmektedir; zira dünya ile ilgili herşey ölümle sona erer. Bu bakımdan yeryüzündeki her nesne fânidir; ancak celâl ve ikrâm sahibi olan rabbinin zâtı bâkîdir, ebedîdir. Kişinin ölümüyle dünya sona erer. Fakat dünyanın asıl sona erişi kendisi için tâyin edilen vakittedir. Kul öldükten sonra, Allah Teâlâ'nın huzuru manevîsine varıncaya kadar bu ünsiyetten faydalanır.
Kabirlerde haşrolunduktan sonra zikirden mülâkat mertebesine yükselmiş ve böylece göğüslerdeki hakîkat açığa çıkar. Sakın 'Ölümünden sonra insanın yanında Allah'ın zikri kalmaz' diye inkâra kalkışma ve 'İnsan yok oldu. Bu bakımdan Allah'ın zikri nasıl olur da onunla kalır?' deme. Zira insanoğlu, ölümle, yanında zikir kalmayacak şekilde yok olmaz. Aksine onun yokluğu dünya ve mülk ile şehâdet âlemindendir. Melekût aleminden ise yok olmuş değildir; bilakis o âlemde vardır.
Nitekim Hz. Peygamber şu hadîs-i şerîfleriyle bu hususa işaret etmiştir: Kabir, ya ateş (cehennem) çukurlarından bir çukur veya cennet bahçelerinden bir bahçedir.57
Şehidlerin ruhları yeşil kanatlı kuşların kursaklarındadır.58
Bedir'de öldürülen müşrikler hakkında vârid olan şu hadîs-i şerîf de aynı şekilde, bir işarettir:
Ya filân! Ya filân! Rabbinizin size va'dettiğini hak olarak buldunuz mu? Ben rabbimin bana va'dettiğini hak olarak buldum.
Resulullah'ın bu konuşmasını dinleyen Hz. Ömer (r.a) sorar: "Ey Allah'ın Rasûlü! Ölüler nasıl duyup, sana nasıl cevap verebilirler ki?' Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurur: 'Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, onlar benim konuşmamı sizden daha iyi duyarlar. Fakat cevap vermeye muktedir değillerdir'. (Müslim)
Rasûlullah mü'minler ve şehidler hakkında şöyle buyurmuştur: 'Ruhları yeşil kanatlı kuşların kursağında olup Allah'ın arşının altında asılıdırlar'.59
Şu hâl ve bu kelimelerle işaret olunan durum, Allah Teâlâ'nın zikrine münâfi ve zıt düşmemektedir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Sakın Allah yolunda öldürülenleri 'ölüler' sanma. Doğrusu onlar rableri katında diridirler. Cennet meyvelerinden rızıklanırlar. Onlar Allah'ın kendilerine verdiği ihsandan dolayı neşeli hâldedirler ve arkalarından kendilerine şehadet rütbesiyle katılamayan mücahidler hakkında şunu müjdelemek isterler. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır, (Âlu îmran/169-170)
Allah Teâlâ'nın zikr-i ilâhîsinin şerefi için şehadet mertebesi bu kadar yüceldi. Zira hedef hâtime ve sonuçtur. Hâtime ve sonuçtan gayemiz dünyaya vedâ edip kalbin Allah ile müstağrak olduğu hâlde onun huzuruna varmak ve ondan başka herşeyden bütün ilgileri kesmektir.
Bu bakımdan eğer bir kul himmetini tamamen Allah Teâlâ'ya hasredebiliyorsa, bilmiş olsun ki bu hâl üzere ölmeyi ancak muharebe saflarında elde edebilir. Zira bu saffa iştirâk eden bir kimse, canından, malından, ailesinden ve evlâdından vazgeçmiştir. Hatta bütün dünyadan vazgeçmiştir. Çünkü böyle bir kimse dünyayı ahiret için ister...
Böyle bir yere takılmakla Allah sevgisi yolunda hayatını hiçe saymış ve ancak onun rızasını taleb etmiştir. Allah Teâlâ için her şeyinden tecerrüd etmekten daha büyük birşey düşünülemez ve bundandır ki, şehidlik mertebesi Allah tarafından üstün kılınmıştır. Hakkında hadsiz hesapsız faziletler vârid olmuştur.
Nitekim Abdullah b. Amr el-Ensârî Uhud savaşında şehid düştüğü zaman Hz. Peygamber (s.a), oğlu Câbir'e şöyle demiştir:
- Ey Câbir! Sana müjde vereyim mi?
- Evet! Allah sana hayırlı müjdeyi versin yâ Rasûlullah, ver.
- Allah Teâlâ senin babanı diriltti ve huzurunda oturttu.
Onunla Allah arasında herhangi bir perde olmaksızın
Allah Teâlâ kendisine şöyle buyurdu: 'Dilediğini benden iste
ey kulum! Sana her istediğini vereyim. O da bu hitap
karşısında Allah Teâlâ'dan şöyle niyazda bulundu: 'Yârab!
Senden isteğim beni dünyaya göndermendir ki, senin ve rasûlü'nün uğrunda ikinci bir defa şehid olayım', Allah Teâlâ (c.c) şöyle buyurdu: "Daha önce hükmüm 'ölümden sonra insanlar dünyaya gönderilmeyecektir' şeklinde karara bağlanmıştır".60
Bu hakikatlerden sonra Allah yolunda ölmek, böyle bir hâl üzere hayatın neticelenmesine sebeptir. Zira kişi eğer bu şekilde ölmeyip bir müddet daha yaşasaydı belki dünya şehvetleri kendisine dönüp kalbini kaplayan Allah zikrine galebe çalabilirdi! İşte bu sırra binaen ehl-i mârifetin son andan korkuları oldukça büyüktür. Zira kalp, her ne kadar Allah Teâlâ'nın zikrine yapışırsa da dönek olduğu için dünya şehvetlerine yeniden iltifat etmekten uzak değildir ve kendisinde herhangi bir gevşeme başgösterebilir.
Bu bakımdan kişinin bu hâl sonunda kalbinde dünya işi belirir ve dünya işi kendisine galip gelirse ve aynı hâl içinde dünyadan irtihâl ederse, bu istilânın tesirinde kalması yakın bir ihtimal olur. Bu bakımdan böyle bir durumda ölümden sonra inleyecek ve ikinci bir defa dünyaya dönüp bu durumunu düzeltmek için temennide bulunacaktır. Bu ikinci defa dünyaya dönüş arzusu ise âhiretteki nasibinin azlığından neş'et etmektedir. Zira kişi neyin üzerinde yaşıyorsa onun üzerinde ölmekte ve neyin üzerine ölüyorsa onun üzerine de haşrolunmaktadır. Bu bakımdan bu tehlikeden en uzak hâl neticenin şehitlikle sonuçlanmasıdır. Bu da şehidin dünyayı elde etmek veya 'kahramandı' desinler veya buna benzer fâsid ni-yetlerde bulunmamak kasdına bağlıdır.
Nitekim bu husus hadîste 'yücelmesi kastolunmalıdır' şeklindedir. İşte bu hâlden 'Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır' diye bahsedilmiştir. Böyle bir kişi dünyasını âhirete satmış ve dünya karşılığında âhireti satın almıştır. Şehidin hâli senin Lâ ilâhe illâllah sözünün mânâsına muvafık düşer.
Çünkü şehidin de Allah'tan başka maksudu yoktur. Zira insanın her maksudu mahbubudur. Her ma'bud da ilâhıdır. Bu bakımdan bu şehid hâl diliyle Lâ ilâhe illâllah der; zira Allah'tan başka onun maksudu yoktur. Kim diliyle Lâ ilâhe illâllah deyip hâli buna uygun değilse, onun işi Allah'ın meşiyetindedir ve böyle bir kimsenin hakkında tehlikeden emîn olmak sözkonusu değildir. İşte bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) Lâ ilâhe illallah demeyi diğer zikirlerden daha üstün saymıştır. Bunu birçok yerlerde tergib olarak, mutlak ve kayıtsız bir şekilde zikretmiştir. Sonra hakikî mânâsını belirtmek için bazı hadîslerde Sıdk ve İhlas ile kayıtlandırarak şöyle buyurmuştur: 'Kim ihlâs ile Lâ ilahe illâllah derse...' İhlâsın mânâsı; hâlin kâle yardımcı olmasıdır. (Yani kalbin dile muvafık ve mutabık bulunmasıdır).
Bizi son nefesimizde hâl ve kâl bakımından Lâ ilâhe illâllah ehlinden eylemesini Allah'tan dileriz. Bizi zâhir ve bâtında bu mübarek sözü söyleyenlerden kılmasını rahmetinden niyaz ederiz ve bizde bu hâlin dünyaya vedâ edinceye kadar devam edip dünyaya iştiyak gözüyle iltifat etmemeyi, aksine dünyadan kaçınıp Allah Teâlâ'nın mülâkatına lâyık bulunanlardan eylemesini Allah Teâlâ'dan talep ederiz. Çünkü Allah ile mülâkatı seven bir kimsenin mülâkatını Allah da sever. Kim Allah'ın huzuruna varmaktan hoşlanmazsa, Allah da onun kendisine gelmesinden hoşlanmaz.
İşte bütün bunlar zikir mânâlarına işaretlerdir. Muamele ilmi çerçevesinde bu işaretlerden daha fazlasını söylemek imkân dahilinde değildir.
31) Müslim, (Ebu Hüreyre'den)
32) Buhârî ve Müslim, (Ebu Hüreyre'den)
33) Müstağfirî (İbn Ömer'den garib olarak)
34) Irâkî bu hadisin bu ibare ile nakline tesadüf etmediğini kaydeder.
35) Rıfâe b. Râfî b. Mâlik. Bedir savaşına iştirâk eden ashâb-ı kiramdandır.
Muaviye b. Ebî Süfyan'ın iktidara geldiği döneme kadar
yaşamıştır.
36) Buhârî
37) Nesâî, İbn Hibban ve Hâkim, (Ebu Said'den)
38) Hâkim, (Abdullah b. Amr'dan)
39) İbn Mâce ve Hâkim
40) Müslim
41) Müslim
42) Müslim
43) Buhârî ve Müslim
44) Müslim
45) Nesâî
46) Tirmizi, Nesâî, İbn Hibban ve Hâkim
47) Müslim
48) İbn Mâce
49) Ebu Dâvud ve Tirmizî
50) Ebu Dâvud, Nesâî ve Tirmizî, (Abdullah b. Amr'dan)
51) Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce ve Hâkim
52) Müslim
53) Buhârî ve Müslim
54) Nesâî ve Hâkim
55) Nesâî, Hâkim ve Tirmizî
56) Kitab'ul-İlim, yedinci bölümde geçmişti.
57) Tirmizî, (Ebu Said'den)
58) Müslim, (İbn Mes'ud'dan)
59) İbn Mâce, (Ka'b b. Mâlik' den)
60) Tirmizî, İbn Mâce ve Hâkim, (Câbir'den)
Kaynak : Mesaj Haber