Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tasavvufun Tarifi Ve Kaynağı (6 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
..:: 2 ::..

Evliya kerametlerini inanılmaz bulanlar bir noktaya bilhassa dikkat etmelidirler. Evliya menkıbeleri tasavvufta -hattâ bütün din hayatında- çok önemli bir yer tutar ve bu menkıbeler kerametlerle doludur. Bir kimse meselenin keramet tarafına bakarak -şimdi pek-çok aydının yaptığı gibi- bütün bunların hurafeden ibaret bulunduğunu söylemekle büyük bir hatâya düşmüş olur. İslâm dünyası da dâhil olmak üzere Doğu'da bir hikâyenin vukuundaki sıhhat dâima ikinci plânda düşünülen, hattâ bazan hiç dikkat edilmeyen birşeydir. Burada hâdisenin objektif şartlara uygunluğu önemli değildir, çünkü anlatılmak istenen şey objektif olay değildir. Hiçbir evliya menkıbesi bir olayı ifâde etmek üzere anlatılmaz. Olay, orada belirtilmek istenen ahlâkî muhteva için bir kılıftır ve bu kılıfın kültürde geçerli olan şeylerden seçilmesi pek tabiîdir. Biz bugün aynı gerçekleri anlatmak istediğimiz zaman akıl-dışı olayları kullanmıyoruz, fakat onları kullananların asıl maksatlarının bizimkinden hiç de farklı olmadığım hesaba katmalıyız.

Sûfî doktrinindeki bu inanışların maddî bir teşkilât varlığına bürünmesi tarîkatleri doğurmuştur. Tarîkatlerin ortaya çıkışı başlangıçta tabiî olarak bir araya gelmiş insanların, daha sonra yarı-şeklî bir organizasyon kazanmaları halinde görünmektedir. Tarikat kurucularının çoğu kendi hayatları içinde bir teşkilâtlı birlik meydana getirmiş değillerdir. Bu teşkilâtlar çoğunlukla tarikatın piri sayılan şahsiyetin ölümünden sonra müridleri veya kendi yerlerine geçen kimse tarafından kurulmuş, zamanla bütün organizasyonlarda görüldüğü şekilde gelenekleri teşekkül etmiştir. Böyle bir teşkilâtlanma şeyhin ölümü üzerine taraftarlarının birarada kalabilmek istek ve ihtiyacından doğmaktadır. Şeyh hayatta iken onun şahsiyeti grubu ayakta tutmaya yeter; esasen müridlerin bir araya gelmesinin sebebi de şeyhin varlığıdır.

Şeyhlerin en önemli özelliği çevrelerinde yaşanan dinî hayata itiraz etmeleri ve ona bir alternatif göstermeleridir. Şeyhin itirazı dine değil, fakat dinin belli yorumlarına karşıdır. Bunların gayesi dinin "esası" veya "özü" dedikleri şeklini yaşamak ve yaşatmaktır. Başlangıçta çoğunlukla din konularında halka hitap etmeye müsait işlerde çalıştıkları görülüyor: bâzıları vaiz, bâzıları müderris vb.lerdir. İlk devirlerin büyük mutasavvıfları sonraki tarihlerde zahir ulemâsı dedikleri, kimselerin işgal ettiği mevkilerde bulunarak fikirlerini neşretmişler, ancak daha sonra cemaatin çoğunluğunun görüşlerine aykırı düşünce kamu görevlerinden ayrılmışlardır. Bunların geniş kitleden ayrı bir cemaat teşkil etmeleri için sâdece ondan farklı düşünmeleri yetmez. Bütün tarikat şeyhleri dâima kendi çevrelerinde gördüklerinden daha yoğun, daha heyecan verici bir din hayatı yaşayan insanlardır.

Tarîkatlerin ilk örnekleri sekizinci yüzyılın ilk yansında görülüyor. Başlangıçta büyük mutasavvıfların etrafında toplanmak dolayısiyle biraraya gelen kimselerin ilk defa ne zaman ve nerede devamlı bir ikamet yeri (tekke, hankah, dergâh) kurduklarını bilmiyoruz. Bu şekilde teşkilâtlanmanın daha önce hıristiyanlarda, onlardan önce Mitra dininde, Eski Mısır'da ün. örneklerine rastlıyoruz. İlk sûfî hankahlarının Hıristiyan manastırlarından etkilenmiş olması mümkündür, fakat sûfî tekkeleri tamamen farklı çizgiler boyunca gelişmiştir.

Sûfî tekkelerini hıristiyan manastırlarından ayıran en büyük fark bunların dünya hayatına kapalı olmayışlarıdır. Tarîkatlerin onikinci yüzyıla kadarki gelişmesinde dikkati çeken iki husustan biri dervişlerin serbest meslek veya idarî görevlerin - çoğunlukla- dışında kalmaları, ikincisi de bu uzaklaşmayı tam bir uzlet veya tarik-i dünya mesleği haline getirmeyip halkın içinde dolaşarak bir çeşit irşâd ve uyarma görevi yapmalarıdır. Bu ikinci noktaya hıristiyan tarîkatlerinde rastlanmaz. Dervişlerin fonksiyonları esas itibariyle dinin adalet, yardım, şefkat vb. gibi ahlâkî emirleri konusunda hem halkı, hem idarecileri ve ulemâyı devamlı olarak uyarmaktı. Bunların şikâyetleri bir bakıma halkın şikâyeti mânâsına geldiği için, iktidar sahipleri genellikle dervişlerle hoş geçinmeye çalışıyorlardı. Fakat onların şikâyetlerinin müeyyidesi çok önemliydi ve bu müeyyide âdeta dervişlerin imtiyazına verilmiş gibiydi. Ümerâ (beyler, idareciler)nın görevi dünya işleriyle uğraşmaktı ve bunlar dini değil dünyayı temsil ediyorlardı; ulemâ ise büyük çoğunluğuyla fıkıh âlimlerinden müteşekkildi ve onlar da hukukçu olmak itibariyle dünyevî muamelelere dalmışlardı. Bunların dışında asıl ebedî âlemi, Tanrı'nın ceza ve mükâfatını insanlara tebliğle görevli olanlar sanki dervişlerdi.

İslâm cemiyetinde dünya ile âhiretin bu kadar yan-yana ve içice olmasının en önemli sebeplerinden biri de herhalde dervişlerin propagandasının tesiridir. Bu adamlar yüzlerce yıl müslümanların uyanık vicdanı gibi dâima âhireti, Tanrı'yı, dünyanın ötesindeki gerçek âlemi hatırlatmışlardır. Kapımızı çalan adam pek âlâ Hızır aleyhisselâm olabilir; karşılaştığımız, görüştüğümüz insanlar arasında kimlerin velî olduklarını hiç bilemeyiz. Tanrı her an yanıbaşımızda, her an bizimle meşguldür.

Ulemânın kitaba, şeyhlerin ise kalplerine başvurmaları tatbikatta önemli farklılaşmalara yol açmıştır. Medresenin baskısının kuvvetle hissedildiği yerlerde kaynağını oradan alan entellektüel bir kontrol gücü tarîkatler üzerinde de son derece müessir olmuş bulunuyor. Bu yüzden kültür merkezi olan büyük şehirlerde tekke ile medrese birbirine oldukça yakın olmuştur. Fakat böyle bir kontrolün bulunmadığı yerlerde tekkelerin her türlü bâtıl itikad ve putperestlik unsurlarıyla dolduğu görülüyor. Kuzey Afrika tarîkatlerinin dejenere olmasının en büyük sebebi, kitabın standartları yerine kalbin semboller dünyasını hâkim kılmalarıdır. Kalbin dünyasının kitabınkinden çok geniş olduğu muhakkaktır, ama onun kapılarının doğru kadar yanlışa da ayni derecede açık bulunduğu unutulmamalıdır.

Fakat şurasını dâima hatırda tutmak gerekir ki, şeyhlerin ulemâdan ayrılmaları sâdece aradaki bir doktrin ihtilâfından ibaret kalmamıştır. İslâm devletleri şeriati uygulamakla görevli hükmî şahsiyetler olmak itibariyle dâima ulemâ ile işbirliği yapmak mecburiyetinde kalmışlar, bu ise ulemânın zaman zaman "sevimsiz" rejimlerin destekçisi gibi görünmesine yol açmıştır. Halkın devletle çatışma halinde olduğu zamanlarda kanun -koyucuların ve uygulayıcıların hep ayni antipati çerçevesine sokulduklarını hepimiz biliriz. Hele kanunların ve nizamların objektif, umûmî olmaları, yani her husûsî hal için ayrı karar verilmediği gözönüne alınacak olursa, bazı ferdî vak'alarda insanların adalet duygularının nasıl rencide olduğu her zaman görülen şeylerdir. Bu gibi hallerde kanunun soğuk ve kuru hükmüne karşı kalbin sıcaklığı hâkim olur, işte tarîkatler devlet gücü karşısında kendilerini mağdur ve güçsüz görenlerin sığındığı yerler olmuştur. Ulemâ kanundan başka hiçbirşey tanımayan asık yüzlü, kendisine yaklaşılamayan bir hâkim imajı yaratırken, tarikat şeyhi baba şefkatinin sembolü olabilmektedir, çünkü o "müftüler fetva verse de sen yine kalbine danış" prensibinin temsilcisidir.

Tarîkatlerin, içinde bulundukları cemiyetin tipine göre bir sosyal fonksiyon icra ettikleri muhakkaktır. Siyasî ve sosyal istikrarsızlık zamanlarında mensuplarının manevî ihtiyaçları yanında siyasî ve sosyal ihtiyaçlarını da karşılamaya çalışıyorlar. Cemiyetin bir bütün olarak huzur ve sükûna kavuştuğu zamanlarda ise onların zamanımızdaki kulüplere benzer bir fonksiyon kazandıklarını görüyoruz. Tekke müdavimlerinin çoğunlukla gençlerden oluşması da bunun bir delilidir. Böyle zamanlarda tekkeler gençlerin sosyal terbiye görmelerini sağlayan en önemli müessese olmuşlardır. Bugünkü tâbirle "sosyalleşme" dediğimiz şey, yani yeni nesillere cemiyetin davranış normlarını yerleştirme işi, tarikatlerin âdeta ihtisas sahası haline gelmiştir. Özellikle yaş hiyerarşisinin ve hayat tecrübesinin çok önemli sayıldığı geleneksel cemiyet tipinde büyüklerden küçüklere intikal eden muaşeret mirası tarikat bünyesi içinde çok iyi aktarılıyordu.

Tarîkatlerin birçoğunda ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren bozulma, cemiyetteki genel bozulmanın tasavvuf sahasına da aksetmesinden başka birşey değildir. Özünde serbest ferdî tecrübeyi esas alan bir "yol" un giderek bir devlet dâiresi haline gelmesi, şeyhlerin tahsisatla geçinen birer memur durumuna düşmeleri, hareketi besleyen kültür canlılığının sönmesine neden olmuştur.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Tasavvufun Tarihi Gelişimi

TASAVVUFUN KISACA TARİHÎ GELİŞİMİ

Hz. Peygamber, sahâbe, tâbiîn ve tebeu't-tâbiîn dönemlerinde dindar müslümanların yaşadıkları hayat yukarıda tasvir edilen mânevî bir atmosferde cereyan etti. Bu üç neslin dindarları dünyaya nazaran âhirete öncelik veriyor, bütün davranışlarda Allah'ın rızâsını gözetiyorlardı. Bu tür hayat Kur'an'ın istediği bir hayattı. Bunun en güzel örneği de Hz. Peygamber'di (el-Ahzâb 33/21).
Hz. Peygamber zamanında çeşitli eğilimlere sahip olan sahâbeler vardı. Bunlardan bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğe, bir kısmı cihada, bir kısmı yöneticiliğe daha fazla ilgi duyarken bir kısmı ibadete daha çok önem veriyor, uhrevî kurtuluş üzerinde yoğunlaşıyorlardı. Başta ilk dört halife ve aşere-i mübeşşere olmak üzere Osman b. Maz`ûn, Mus`ab, Ammâr, Habbâb, Bilâl, Suhayb, Selmân, Ebû Zer, Mikdâd, Muaz, Ebü'd-Derdâ, Huzeyfe, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr bu sahâbenin âbid ve zâhidleri olarak tanınmışlardı. Daha sonraki dönemlerde yaşayan âbid, zâhid ve dindar müslümanlar her zaman bunları örnek almışlardı. Tasavvuf zincirinin ilk halkaları bunlardı. Daha sonra eklenen yeni halkalarla bu silsile günümüze kadar gelmiş, bu halkalardaki âlim ve zâhidler İslâm'ın ilim, ihlâs, takvâ, ihsan, his, heyecan ve zühd anlayışını yaşayarak çağımıza taşımıştır.
Kuşeyrî'nin de açık bir şekilde belirttiği gibi tasavvuf Ehl-i sünnet'in bünyesinden doğmuştur. İlk sûfîlerin hepsi Sünnî'dir. Sûfiliğin ortaya çıktığı dönem İslâm dünyasında çeşitli ilimlerin kurulduğu, değişik mezhep ve akımların ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu dönemde hadis, fıkıh, kelâm gibi ilim dalları kurulmuş, bunlarla uğraşanlara hadisçi, fıkıhçı, kelâmcı (muhaddis, fakih, mütekellim) gibi isimler verilmişti. Kaynağı Kur'an ve hadis olmakla beraber söz konusu ilimlerden de etkilenen ve Ehl-i sünnet muhitinde doğan İslâm'daki ruhî ve mânevî hayat tarzına tasavvuf denmiştir. Bu hayat tarzının temelleri Kur'an ve Sünnet'in öğretisinde, önceki nesillerin sözlerinde ve yaşayış tarzlarında mevcuttu. Sûfiler fikirleri ve mânevî tecrübeleriyle geliştirip sistemleştirdikleri tasavvufi hayat tarzını sözü edilen temeller üzerinde inşa etmişlerdir. Kökü ve özü eski olan tasavvuf hayatın bazı yenilikler içermesi ve farklılık göstermesi bundandır.
Büyük sûfilerin yetiştiği hicrî III ve IV. (IX ve X.) yüzyıllarda tasavvufla ilgili birtakım eserler yazılmış, sûfiliğin esasları yazılı hale getirilmişti. Diğer taraftan aynı dönemde melâmet ve fütüvvet gibi önemli tasavvufi ekoller ortaya çıkmıştı. Ma`rûf-i Kerhî, Serî es-Sakatî, Hâris el-Muhâsibî ve Cüneyd-i Bağdâdî gibi ünlü sûfiler Irak'ta tasavvuf adı altında İslâm'ın mânevî hayatını geliştirirken Horasan bölgesinde Hamdûn el-Kassâr (ö. 271/884) melâmet adı altında söz konusu hayatın farklı bir yorumunu ortaya koyuyordu. Ebû Hafs, Ahmed b. Hadraveyh ve Şâh Şucâ'-ı Kirmânî gibi Horasanlı dindarlar ise daha çok fütüvvet ve mürüvvet üzerinde duruyorlardı. Melâmet ehli ihlâs ve riya konusuna ağırlık verirken, fütüvvet ehli daha çok dinin insaniyet yönü üzerinde duruyorlardı. Bu konuda özellikle Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 234/848) son derece özgün yorumlar yapıyordu.
Söz konusu dönemde tasavvufa dair yazılan çok meşhur eserler bulunmaktadır.
Hicrî VI. (XII.) asra kadar olan tasavvufun ilk dönemi ve hareketin doğduğu, geliştiği ve şekillendiği bir zaman dilimidir. Bu dönemde tasavvuf basit fakat derin, sade fakat anlamlı bir mânevî hayat tarzıdır. Geniş ölçüde pratiklere dayanır, teorilere çok az yer verir. Hal, his, heyecan ve vecd gibi isimler alan ve din psikolojisi bakımından büyük önem taşıyan ruhi hayat tarzı üzerinde yoğunlukla durulur. Bu fikrî harekette felsefi etkiler yok denecek kadar azdır. Ama sûfilerin mânevî tecrübeleri ve bu tecrübelerle ilgili olarak yaptıkları yorumlar üzerine kurulan bir tasavvuf felsefesi vardır. Bu, daha çok sûfilerin kendi düşünce ve çabalarıyla oluşturmuş oldukları özgün bir felsefedir. Tasavvufi hayat, öz ve hareket noktası itibariyle İslâmî temeller üzerine inşa edilmiş olduğundan, başta İbnü'l-Cevzî, İbn Teymiyye ve İbnü'l-Kayyim olmak üzere bu hareketin bazı şekillerini sert bir biçimde eleştiren âlimler tarafından da saygı ve takdirle karşılanmıştır. Bununla beraber bu dönem tasavvufu da tartışma ve eleştiriye açık bazı konular içermektedir. Öteden beri tartışılan ve eleştirilen bu konular tasavvufun özü ve geneliyle ilgili değildir. Münferit konulardır, ayrıntıyla ilgilidir.

Tasavvufta Örgütlenme Dönemi
Tasavvufun ferdî yönü daha önemli olmakla beraber sosyal yönü de küçümsenmeyecek kadar önemlidir. Tasavvufi hayatın bazı biçimlerini bireyler tek başına yaşar. Fakat bu hayatı, bu konunun uzmanları, hocaları ve üstatları olan şeyhlerden ve mürşidlerden öğrenilir. Bu öğrenmede mürid ve tâlip denilen öğrencilerin üstatlarıyla birlikte bulunmaları, mânevî hayatı beraber yaşamaları şarttır. Çünkü tasavvufi hayat tıpkı birçok sanat gibi egzersizler ve pratiklerle öğrenilir. Bunun için de birliktelik ve beraberlik esastır. İşte bu durum hem zaman zaman mürşidlerin ve üstatların bir araya gelerek yaşadıkları mânevî ve derunî deneyler konusunda fikir alışverişinde bulunmalarını ve vardıkları sonuçları aralarında müzakere etmelerini gerektirir, hem de müridlerin mürşidlerinin gözetiminde ve denetiminde bulunmalarını zorunlu kılar. Bu sebeple baştan beri sûfiler sohbet denilen bir birlikteliğe büyük önem vermişlerdir. İlk zamanlarda şeyhlere daha çok üstat ve sohbet şeyhi, müridlere de sâhip (sohbette bulunan, sohbete katılan) deniliyordu. Böylece üstatlar çevresinde toplanan ve sohbetlere devam eden sâhipler, yani müridler birer cemaat oluşturuyordu. Bu cemaatlerin yaptıkları sohbetlerin çoğu halka açık olmakla beraber bazı sohbetlere yabancılar alınmıyordu. Ancak belli bir mertebeye ulaşan müridler bu sohbetlere kabul ediliyordu. Cüneyd-i Bağdâdî, "Biz tasavvuf sohbetlerini kapalı kapıların ardında yapardık" derken bu hususu anlatıyordu. İşte bu gizlilik tasavvuftaki sırrı, yani gizemi meydana getirir. Tasavvufî hayatın belli bir aşamasında mutlaka bir gizem söz konusudur. Bazan müridlere göre yabancılar için, bazan üstatlara göre müridler için bir gizem, yani yabancılara göre müridlerin, müridlere göre üstadın az çok gizemli bir yönü vardır. Bundan daha önemlisi ilâhî sırdır. Tasavvuf bir bakıma, imkân ölçüsünde rububiyyetin sırlarına âşina olmayı amaçlar. Tasavvuf sohbetlerinin müridlere edep ve erkân öğreten, onları terbiye eden, ahlâklarını güzelleştiren yönü kadar söz konusu esrarengiz yönü de önemlidir. Gizliliğin sebebi, mânevî alt yapısı bakımından eksik olanların yanlış anlama ve sapmalarını engellemektir.
Son derece gösterişsiz başlayan, ama gayet feyizli geçen tasavvufi sohbetler kısa bir zaman sonra bir cemaatleşme halini aldı. Büyük sûfilerin tasavvufi görüşleri ve yaşayışları az çok birbirinden farklı idi. Bu da meşrep (mizaç, karakter, zevk) farkı olarak görüldü. Bu durum tasavvufa eğilimli olanların kendi mizaçlarına, ruh ve zihin yapılarına uygun düşen üstatları tercih etmelerine imkân verdi. Böylece Tayfûriyye (Bistâmiyye), Cüneydiyye, Musâhibiyye, Sehliyye, Hakîmiyye, Hafifıyye, Seyyâriyye, Nûriyye, Harrâziyye, Kassâriyye (Melâmetiyye) ve Tüsteriyye gibi tasavvufi cemaatler ortaya çıktı. Bu ekollerden birine bağlanan bir mürid, mânevî hayatında belli bir üstadın görüşlerine ağırlık veriyordu. Cemaatler arasındaki olumlu ilişkiler tasavvufi gelişmeyi hızlandırdı.
Söz konusu tasavvufi sohbetler ve cemaatler hicrî VI. (XII.) asırda daha düzenli, daha disiplinli bir örgütleşmeye dönüştü. Bu örgüte tarikat denildi. Bu tarikatlar şeyhlerin mürid ve halifeleri aracılığıyla Fas'tan Endonezya'ya, Somali'den Kazan'a kadar İslâm ülkelerine yayıldı. Selçuklular ve Osmanlılar zamanında ise Mevlevîliğin yanı sıra Anadolu'da Hacı Bektâş-ı Velî'ye (ö. 670/1271) nisbet edilen Bektâşiyye, Hacı Bayrâm-ı Velî'ye (ö. 833/1429) nisbet edilen Bayramiyye, Aziz Mahmud Hüdâî'ye (ö. 1038/1628) nisbet edilen Celvetiyye gibi tarikatlar, ayrıca daha evvel Anadolu dışında kurulan tarikatların pek çok şubeleri oluştu. Bundan başka Ahî Evran diye bilinen Şeyh Nasîrüddin (ö. 660/1262) Kırşehir'de ahîlik teşkilâtını kurdu. Fütüvvet ehli Anadolu'da birçok şehirde örgütlendi. 1071'de Anadolu fethedildikten sonra Irak'tan, Suriye'den, daha fazla da Horasan'dan gelen gazi dervişler, alperenler ve Horasan erleri İslâmiyet'in Anadolu'da ve Balkanlar'da yayılmasında etkili oldular.

Tasavvufta Kurumlaşma Dönemi
Sûfilik ve sûfî cemaatler ortaya çıktıktan sonra bu cemaatler ve örgütler mekânlara ve binalara ihtiyaç duydular. İlk zamanlarda camiler, mescidler, evler, iş yerleri, sûfilerin buluşma, konuşma ve meselelerini müzakere etme yerleri idi. Fakat örgütler gelişip yaygınlaşınca yeni mekânlara ve binalara ihtiyaç duyuldu. Herevî'nin Tabakâtü's-sûfiyye'de dediği gibi ilk tasavvufi kurum Suriye'de Remle'de Hankah adıyla kuruldu, zamanla hızlı bir artış ve yaygınlık gösterdi. Çeşitli dönemlerde ve bölgelerde bu kurumlara ribat, tekke, zâviye, dergâh, âsitâne gibi isimler verildi. İsimlendirmede kurumun büyük veya küçük, merkez veya şube olması da dikkate alındı. Tekkeler, tarikat denilen örgüt üyelerinin devam ettikleri, toplu veya ferdî olarak zikir yaptıkları, sohbet ettikleri, edep-erkân öğrendikleri, terbiye gördükleri, ruhen arındıkları ve olgunlaştıkları kurumlar olmakla beraber çoğu zaman çeşitli dinî ve dünyevî ilimlerin öğretildiği kurumlar da oldular. Özellikle kırsal alanlarda medreselerin görevlerini de üstlendiler. Ayrıca yolcuların ve gariplerin barındıkları önemli sosyal müesseseler haline geldiler. Tekkelere yapılan vakıflar, devlet adamlarının, hayır sahiplerinin ve tarikat mensuplarının yaptıkları bağışlar tekkelerin görevlerini etkin bir biçimde sürdürmelerine ve toplumların ihtiyaç duydukları huzurlu bir mânevî havayı meydana getirmelerine imkân verdi. Ayrıca tekkeler başta edebiyat, şiir ve mûsiki olmak üzere birçok güzel sanatın doğduğu ve geliştiği müesseseler oldu.
Bir tekkede şeyh veya halifesi, çeşitli mertebelerde bulunan müridler, dervişler, tekkede yemek hazırlama, sofra kurma, odun getirme, temizlik yapma gibi işlerde görevli işçiler, tekkeye yardım eden ve oradaki işlere nezaret eden yöneticiler, misafirler ve garipler bulunur. Bunların düzenli bir biçimde çalışmaları ve görevlerin aksamaması için uyulması gereken birtakım kurallar, bir çeşit yönetmelikler vardır. Bu kuralları ilk defa derli toplu bir biçimde ortaya koyan Ebû Saîd Ebü'l-Hayr (ö. 440/1048) oldu. Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî (ö. 632/1234) Avârifü'l-maârif isimli eserinde söz konusu kuralları genişletti ve ayrıntılı bir şekilde ortaya koydu.
VII. (XII.) asır tasavvufta önemli gelişmelerin gerçekleştiği bir dönemin başlangıcıdır. İbn Arabî (ö. 638/1240) kendisinden önceki sûfilerin fikirlerinden de yararlanarak, vahdet-i vücûd terimi ile ifade edilen bir görüş ortaya attı. el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye ve Füsûsü'l-hikem gibi eserlerinde bu konudaki düşüncelerini genişçe açıkladı. Allah-evren, Allah-insan ilişkisinin vahdet-i vücûd eksenli bir açıklamasını yaptı. Felsefeden ve kelâmdan aldığı bazı delillerle fikirlerini ispatlamaya çalıştı. Sadreddin Konevî, Fahreddîn-i Irâki, Abdülkerîm el-Cîlî, İbn Fârız, Aziz Nesefi, Şebüsterî, Abdürrezzâk el-Kâşânî ve Câmî gibi ünlü sûfiler bu yolda onu izleyerek geniş ölçüde vahdet-i vücûdu birçok müslüman ilim ve fikir adamının dünya görüşü haline getirdiler.
Diğer taraftan Ebû Saîd Ebü'l-Hayr Arapça'nın yanı sıra Farsça'yı tasavvuf dili haline getirmek için ilk defa ciddi bir adım attı. Onu bu yolda Hücvîrî izledi ve Farsça ilk tasavvuf kitabı olan Keşfü'l-mahcub'u yazdı. Baba Tâhir (ö. 410/1019) ve Senâî (ö. 525/1131) gibi şairler tasavvufi düşüncelerini Farsça şiirlerle ifade ederek bu tarzı âdeta tasavvufun dili haline getirme yolunu tuttular. Onları bu yolda Attâr (ö. 627/1223) ve Mevlânâ (ö. 672/ 1273) gibi ünlü sûfi şairler izledi. Mevlânâ'nın Mesnevi ve Divân-ı Kebîr isimli eserleriyle bu hareket zirveye ulaşmış oldu. Şebüsterî (ö. 720/1320) Gülşen-i Râz'da, Fahreddîn-i Irâki (ö. 688/1289) Lema`ât'ta, Câmî (ö. 898/ 1492) çeşitli eserlerinde bu yolda yürüdü.
Yûsuf el-Hemedânî'nin müridi, Yeseviyye tarikatının kurucusu Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî (ö. 562/1166) ilk defa ve başarılı bir şekilde tasavvuf hayat tarzını ve düşüncesini Türkçe ifade etmeye başladı. Hikmet denilen tasavvufi şiirlerini Divân-ı Hikmet adı verilen bir eserde toplandı. Daha sonra Mansûr Ata, Abdülmelik Ata, bunun oğlu Tac Hoca, torunu Zengî Ata, Said Ata, Süleyman Hakîm Ata, Sadr Ata, Bedr Ata gibi mürid ve halifeleri onun tasavvuf geleneğini Türkistan'da devam ettirdiler. 1071'de Anadolu'nun fethedilmesi üzerine çeşitli tarikatlara mensup dervişler, özellikle Yesevî geleneğine bağlı olanlar burada faaliyet göstermeye başladılar. Fakat yeni fethedilen bu beldelerde daha ziyade baba, gazi, sultan gibi unvanlarla anıldılar. Ahmed Yesevî'nin şiir anlayışı Yûnus Emre'de (ö. 1320) daha da sadeleşerek ve güzelleşerek devam etti. Anadolu ve Balkanlar'daki pek çok mutasavvıf onu örnek aldı. Yazıcıoğlu Muhammed'in (ö. 855/1451) Muhammediyye'si, Ahmed-i Bîcân'ın (ö. 858/1454) Ahmediyye'si ve Envâru'lâşıkin'i, Eşrefoğlu Rûmî'nin (ö. 874/1469) Divan'ı ve Müzekki'n-nüfûs'u, Niyazî-i Mısrî'nin (ö. 1150/1737) Divan'ı, Anadolu ve Balkanlar'da büyük bir ilgi ile okunan eserler oldu. Sadece mutasavvıflar ve tarikat ehli tarafından değil, bunların dışındaki dindarlar tarafından da asırlarca rağbet gördü. Başta Yûnus Emre'ninkiler olmak üzere bu şair mutasavvıfların şiirleri dinî mûsikinin de ana malzemesini oluşturdu. Bu gelişmeler geniş kitlelerde din duygusunun yerleşmesini ve kökleşmesini sağladı. İlâhî denilen bu tür şiirler coşkuyla okundu ve dinlendi.
Osmanlılar'da tekke edebiyatı kadar tasavvuf mûsikisi de büyük bir gelişme gösterdi. Özellikle mevlevîhâneler bu işin öncülüğünü yaptı.


Bu yazı Prof. Dr. H. Kamil YILMAZ'ın Ensar Neşriyat'tan çıkan Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar isimli kitabı ve www.kubacami.org isimli internet adresinden alınmıştır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
ZÜHD DÖNEMİ
..:: 1 ::..


I. Zühd Dönemi:
Bu dönem Asr-ı saâdetle başlayan, tabiîn ve tebe-i tabiîn devrini ve ilk iki asrı içine alan, tasavvuf kavramının zuhûruna kadar olan dönemdir.

II. Tasavvuf Dönemi:
Sûfî ve tasavvuf kavramlarının kullanılmaya ve ilk sûfî adlarının duyulmaya başladığı hicrî II. asrın sonundan, tarîkatların zuhur ettiği devre kadar olan üç, üç-buçuk asırlık bir dönemdir. Tasavvuf bu dönemde ortaya çıkmış, müessese hâline gelmiş ve Cüneyd, Bâyezid, Nûri, Hallaç, Ebû Nasr es-Serrâc ve Gazzâlî gibi büyük sûfî ve mutasavvıflar bu dönemde yetişmiştir.

III. Tarîkat Dönemi:
Tasavvuf müesseselerinin en güçlüsü olan tarîkatların ortaya çıkarak sosyal hayâtın bir parçası hâline geldiği hicrî VI. milâdî XI. asırdan başlayarak, tasavvufî tefekkürün İbn Arabî gibi büyük temsilcilerinin yetiştiği; zaman zaman medrese-tekke çatışmalarının gündeme geldiği, şiir ve edebiyatta en değerli tasavvufî mahsullerin verildiği, günümüze kadar devam eden dönemdir.

1. Hz.Peygamber (s.a.s.)'in Hayâtında Zühd

Hz. Peygamber'in bizzat zühdî bir hayât yaşadığını, bunu sevdiğini ve ashâbına da tavsiye ettiğini "Tasavvufun Târif ve Kaynağı" bahsinde anlatmıştık.1 Biz burada Efendimiz'in hayâtını konu alan sîret ve hadîs kaynaklarına dayanarak Hz. Peygamber'in zühdî hayâtıyla ilgili bâzı tesbitlerde bulunduk:
İbn Abbâs'ın rivâyetine göre, Peygamber (s.a.s.), peşpeşe birkaç gece aç sabahlar, hâne halkı da çoğu zaman akşamlan yiyecek birşey bulamazdı. Zâten ekmekleri arpa ekmeğiydi.2

Enes b. Mâlik (r.a.)'in rivâyetine göre, Fâtıma vâlidemiz, Peygamberimiz'e pişirdiği ekmekten bir parça getirmiş ve Allâh Rasûlü, "Bu nedir?" diye sorduğunda "Pişirdiğim çörektir. Size getirmeden canım çekmedi." demişti. Bunun üzerine Fahr-ı âlem: "Üç gündür babanın ağzına giren ilk lokma bu olacak." buyurdu. Ebû Hüreyre'nin rivâyetine göre Allâh Rasûlü'nün açlıktan beline taş bağladığı olurdu.3

Hz. Âişe anlatıyor: Dört ay geçerdi ki, Allâh Rasûlünün karnı buğday ekmeğiyle doymuş olmazdı.4 O'nun hâne halkı da üçgün peşpeşe arpa ekmeğiyle karınlarını doyurmadan Allâh'a kavuşmuşlardır.

Ebû Hüreyre ve Âişe'den gelen bir rivâyette, aylar geçtiği hâlde Allâh Rasûlü'nün evinde bir çorba pişmediği ve âile halkının hurma ve su ile beslendiği, bazan da sağmal hayvanları bulunan komşularının gönderdikleri sütü içtikleri rivâyet edilir.5

Enes b. Mâlik der ki: "Peygamber (s.a.s)'in , öğle ve akşam, ekmek ile eti bolca bir arada cem'ettiği olmamıştır."6 Nitekim yine Enes (r.a.) Allâh Rasûlü'nün bir düğün yemeğinde et ve ekmeği bile bulunmadığını haber vermektedir.

Âişe (r.a.) vâlidemiz diyor ki: "Allâh Rasûlü'nün midesine bir günde iki tür yemek birden girmedi. Et yediği zaman başka birşey yemediği gibi, hurma ve ekmek yediğinde onların üzerine birşey ilâve etmezdi."

Ebû Nadr anlatıyor: Ben Âişe vâlidemizin şöyle konuştuğunu duydum: "Birgün Allâh Rasûlü ile birlikte oturuyorduk. Babam Ebû Bekir bize bir koyun budu ikrâm etti. Gece karanlığında Allâh Rasûlü ile onu kesmeye çalışıyorduk. Birisi "Kandiliniz ve ışığınız yok mu?" diye seslendi. Dedim ki: "Yakacak yağımız olsa, biz onu yerdik."7

Âişe vâlidemizin ifâdesine göre O'nun yatağı içi hurma lifi ile dolu bir deriden ibâretti. Yemeğini yere oturarak yer ve: "Ben kulum, kul gibi yerde oturarak yerim."8 buyururdu.
O'nun dünyâya yönelmeyi ve ona kul olmayı yeren pekçok hadîsi-i şerîfi vardır:
"Kimin himmet ve kaygısı dünyâ olursa, Allâh onun işini dağıtır, fakirliğini gözünün önüne koyar. Kimseye nasibinden fazla dünyâlık gelmez. Niyet ve himmeti âhıret olanın işini Allâh Teâlâ toparlar (cem), gönlüne zenginlik verir. O arkasını dönse de dünyâ ona gelir."9

"Himmet ve kaygılarını teke indirip sâdece âhıret kaygısı taşıyanın dünyâsına Allâh kâfidir. Kaygısını dünyâya dağıtanın ise Allâh, hangi vadide helak olduğuna aldırış etmez."10

Kurduğu devlet, dünyânın en kudretli devleti hâline geldiği, devlet hazinesi dolup taştığı zamanlarda bile, O'nun yaşantısında bir değişiklik olmadı. Hanımları O'nun bu mütevazı hayâtına dayanamayarak dünyâlık istediler. O da onları ya dünyâyı, ya da Allâh ve Rasûlünü seçmek konusunda serbest bırakmış, yirmi dokuz gün süreyle bir bakıma onları boykot etmişti (İ'lâ). Bu süre zarfında Hz. Peygamber'i bir hasır üzerinde uyumuş gören Hz. Ömer ağlamış, Allâh Rasûlü de dünyânın değersizliğini ve dünyâdan yüz çevirmek gerektiğini anlatarak onu teselli etmişti. Nihâyet Ahzâb sûresinin ilgili âyetleri nâzil oldu: "Ey Peygamber, zevcelerine de ki: Eğer bu süflî hayâtı, onun zînet ve parlaklığını istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzellikle salıvereyim. Yok eğer Allâh'ı ve Peygamberini ve âhıret yurdunu istiyorsanız, Allâh aranızdan iyi olanlara büyük mükâfat hazırlamıştır."11

Hz. Âişe der ki: "Hz. Peygamber'in hiçbir zaman karnı doymadı ama, asla şikâyetçi olmadı. Bazan O'nun bu hâline acır ve: "Bari sana yetecek kadar bir rızka erişseydin." derdim. O ise, ülü'1-azm peygamberlerin bu dünyâdan böyle gelip geçtiklerini anlatırdı."12

Mal biriktirmeye asla heveskâr değildi. Çünkü O, tercîhini "kul peygamberlikten" yana yapmıştı. Nitekim: "Kul peygamberlikle melik peygamberlik arasında muhayyer bırakıldım. Cebrail mütevazı davranmamı bana işâret etti. Ben de kul peygamber olmayı tercîh ettim ve bir gün doyayım ve bir gün aç kalayım, dedim."13 buyurarak buna işâret etmiştir.

Kendisine arka arkaya iki defa aynı yemeği getiren Berîre'ye: "Kıyâmet gününde sen, yemeğinin buharı olmaktan korkmuyor musun? Yarın için birşey ayırıp saklama! Zira Cenâb-ı Hakk her günün rızkını ayrı ayrı verir." buyurmuştu

İnfak etmeyi çok severdi. Nitekim Hz. Bilâl'e: "Ya Bilâl, infak et! İnfak etmekle Arş'ın sâhibinin senin malını azaltacağından korkma!"14 buyurmuştu.

Birgün namazda hatırına evde bir miktar altının bulunduğu gelmiş, eve giderek onun tasadduk edilmesini emretmişti. Ölüm döşeğinde bile tasadduktan geri durmazdı. Nitekim tasadduk edilmek üzere hanımlarından birine verdiği üç dinarın hemen tasadduk edilmesini emretti ve: "Bu para bende iken Rabbıma ne yüzle giderim." buyurdu.

Kendisinden birşey istendiğinde derhal verir, eğer istenen şey kendisinde yoksa vaad eder ve eline geçen ilk fırsatta bu isteği karşılardı.

Bir defasında ashâb-ı suffe: "Yâ Rasûlallâh, hurma yemekten ciğerlerimiz kavruldu." demişlerdi de O: "Medîneliler bize ne veriyorlarsa biz de size onu veriyoruz."15 buyurmuştu.

Hz. Peygamber (s.a.s.) vermeye ve infak etmeye son derece heveskâr olduğu ve vermek hakkında "Veren el, alan elden hayırlıdır." buyurduğu hâlde, istemek ve almak konusunda son derece müstağnî idi. Ashâbının da bu konuda müstağni olmasını öğütlerdi. Nitekim Medîne'ye hicret ettikten bir süre sonra, yedi sekiz kadar sahâbînin bulunduğu bir mecliste, onlardan "Yalnız Allâh'a kulluğa, beş vakit namaz kılmaya ve ülü'1-emre itaata ve kimseden birşey istememek üzere" bey'at etmelerini istedi. Râvînin ifâdesine göre: "Bu bey'ate katılanlar, asla kimseden birşey istemedikleri gibi, savaşta kazara ellerinden kılıçları düşecek olsa bile, onu yerde bulunan kimseden istemez, yere inip alırlardı."16

Evini süsleyen kızı Fâtıma'nın evine girmemiş ve: "Böyle süslü yerlere girmek bize yakışmaz."17 buyurmuştu.

Kendisine hediye edilen ipek bir elbiseyi "Takvâ sâhipleri böyle şeyler kullanmazlar."18 buyurarak hanımlarından birine vermişti.

Buhârî'nin rivâyetine göre, çoğu zaman elbisesinde iki yama bulunurdu.

Ciğerparesi Fâtıma, eldeğirmeninde un, kuyudan su çekmekten ellerinin yarıldığını göstererek, kendisine ev işlerinde yardım etmek üzere, harp esirlerinden yardımcı istemişti de O: "Ehl-i suffe böyle fakir yaşarken ve Bedir şehidlerinin yetimleri perişan bir hâldeyken sen buna nasıl talip olabiliyorsun?"19 buyurmuştu.

Buyururdular ki:
"Allâh bir kulunun hayrını murad ederse, dünyâdan zühdünü kolaylaştırır, kendisine kusurlarını gösterir. Dünyadan el etek çekene yaklaşınız. Çünkü onun telkin ettiği hikmettir."20

"Allâh'ı tanı, karşında bulursun. Bolluk zamanında O'nu an, darlığa düşünce sana yardım eder."21


___________
1.bk.s.28-55
2.İbn Sa'd, et-Tabakâtu'l-Kübrâ 1,400
3.a.e, 1,400
4.a.e, 1,401
5.a.e, 1,401
6.a.e, 1,404
7.a.e,l,405
8.Kadı lyâd, eş-Şifâ, 1,188 (Bezzâr'dan)
9.İbn Mâce, Zühd, 4105
10.İbn Mâce, Zühd, 4106
11.el-Ahzâb, 33/28-29
12.eş-Şifâ, II, 282
13.Heysemî, Mecmau'z-zevâit, IX, 192
14.el- Luma, 134; Ebû Dâvûd, İmâre 35
15.Tirmizî, Büyû 7; İbn Mâce, Zühd 10
16.Müslim, Zekât 35
17.Asr-ı Saâdet, II, 90
18.Buhârî, Libas 12
19.Asr-ı Saâdet, Ü, 79
20.Ibn Mâce, Zühd, 4101
21.İbnHanbel, I, 307
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
..:: 2 ::..

2. Ashâb-ı Kirâm'ın Zühdî Hayâtı

Tasavvufun temelini teşkil eden Allâh Rasûlü'nün ve ashâbının zühdî hayâtının esasları, daha çok kılık kıyafet, yeme-içme, barınma mekânı gibi dünyâ nîmetlerine değer vermemek; zikir ve nâfile ibâdetle meşgul olmak, ibâdet ve tefekkür için tenha yerleri tercîh etmek, Allâh'a karşı bir teslîmiyet ve tevekkül içinde olmak şeklindeki rûhânî ve mânevî fiillerle tevhîd konusundaki sözler ve duygulardan oluşmaktadır. Tasavvufun esası sayılan zühd, takvâ ve rûhânî hayâtın 'Hz.Peygamber'in hayâtında' özellikle yakın çevresindeki sahâbîlerde derin izler bıraktığı bilinmektedir. Nitekim sûfî tabakât kitaplarından Ebû Nuaym İsfahânî'nin Hilyetü'l-evliyâ adlı eseriyle İbnu'l-Cevzî'nin Sıfatu's-saf-ve'si ve Şârânî'nin et-Tabakâtu'1-Kübrâ'sı sahâbe içinde zühdî yaşayışı ile tanınan büyük sahâbîlere ve suffe ashâbına yer vermektedir. İlk tasavvuf klasiği sayılan el-Luma' ise Allâh Rasûlü'nün örnek zühdî yaşantısını verdikten sonra hulefâ-i râşidînin husûsîyetlerini ayrı ayrı zikretmekte ve arkasından önce ashâb-ı suffeyi, sonra da diğer sahâbîleri zühd özellikleriyle anlatmaktadır.

Ebû Nasr Serrâc'ın (ö.378/988) muasırı olan klasik tasavvuf müelliflerinden Ebû Bekir Kelâbâzî (ö.380/990) ise eserinde sahâbeden sûfîyâne vecd hâlleri anlatılan, söz ve fiilleriyle bu hayâtı tasvir edenlerin Hz. Ali ile oğullan Hasan ve Hüseyin olduğunu ve bu işin ehl-i beyt imamlarından Ali b. Hüseyn Zeynelâbidîn, Muhammed Bakır ve Ca'fer Sâdık ile devam ettiğini anlatır, fakat bunların hayâtlarına, söz ve fiillerine dâir bilgi vermez. Tasavvuf tabakâtı müelliflerinin ilklerinden sayılan Ebû Nuaym İsfahânî ise Hılye-tü'l Evliyâ adlı eserinde asr-ı saâdetteki tasavvufî unsurları anlatırken zâhid sahâbîlerden, hulefâ-i râşidîn ve aşere-i mübeşşereden başlayarak, 46 kadar sahabî saymaktadır. Arkasından ashâb-ı suffeden 85 sahâbîye ayırdığı bölümle bu sayıyı öncekilerle 131'e çıkarmaktadır. Bunların ardından Hasan ve Hüseyin ile kadın zâhid sahâbîlere yer vermektedir.22

Hilyetü'I Evliyâ'yı bir bakıma özetlemiş bulunan İbnu'l-Cevzî ise Sıfatü's Safve'sinde aşere-i mübeşşere dâhil toplam 123 erkek ve 32 kadın zâhid sahâbîyi anlatır.23

Hucvirî (ö.470/1077) dört büyük halîfeden sonra ehl-i beyt imamları Hasan, Hüseyin, Zeynelâbidîn, Muhammed Bakır, Cafer Sâdık ile ashâb-ı suffeden 22 kişinin hayâtlarını anlatır.

Muahhar kaynaklardan Şa'rânî'nin (ö.973/1565) tabakâtında aşere-i mübeşşereden başka 14 sahâbîye,24 Münâvî'nin (ö.1031/1622) el-Kevakibü'd Dürriyye'sinde hulefâ-i Râşidînden sonra alfabetik sırayla 35 sahâbîye yer verilmiştir.25 Bütün bunlar, tasavvuf târihi müelliflerinin, tasavvufî hayâtın menşeinin, ashâbın hayâtında var olduğunu gösteren delilleridir. Sülemî ve Kuşeyrî gibi Bâzı tabakât müellifleri, eserlerine hicrî ikinci asır sûfîlerinden başladıkları için, sahâbîlere yer vermemişlerdir. Sülemî sahâbenin zühdünü bugün elimizde olmayan Kitâbu'z-zühd adlı eserinde yazdığını söylemektedir.26


a ) Hz. Ebû Bekir (r.a.)
Sünnî tasavvuf telakkisinde Hz. Ebû Bekir, zühd ve verâı ile tasavvufî hayâtın ashâb içindeki öncülerinden sayılır. Nitekim Ebû Bekir Vâsıtî: "Bu ümmet içinde sûfîyâne sözler ilk defa Hz. Ebû Bekir'in dilinden dökülmüştür." diyerek onun Allâh Rasûlü'ne malının tamamını getirdiğinde: "Çoluk çocuğuna ne bıraktın?" sorusuna: "Allâh'ı ve Rasûlünü" cevâbına işâret etmektedir.27

Şüphelilerden sakınma konusunda gösterdiği titizlik, ondaki verâ duygusunun tezahürü olduğu gibi, tasavvuftaki "helal lokma" inceliğinin de esasıdır. Nitekim kendisine ikrâm edilen bir sütün şüpheli veya helal olmadığını öğrenince boğazına soktuğu parmağıyla onu çıkarmış ve "Eğer bu lokmalar canım çıkmadıkça çıkmayacak olsaydı, onu da göze alırdım." demişti.

Ma'rifet-i ilâhiyye konusunda söz söyleyen ve Allâh Rasûlü ile bu konuda söyleşen ve bu söyleşi Ömer gibi büyük sahâbîlere bile ağır gelen Ebû Bekir şöyle konuşurdu: "Ma'rifetine, ma'rifetini tanıyamamaktan başka yol bırakmayan Allâh'ı teşbih ederim." "Kim mârifetin hâlisinden bir şey tadarsa, bu zevk onu Allâh'tan gayri herşeyden alıkoymaya kâfidir."

Cömertliği takvâda, zenginliği tam inançta, şerefi alçak gönüllülükte bulduğunu söylerdi. Selmân-ı Fârisî'ye: "Yâ Selmân, Allâh'ın emirlerini tut. İleride büyük fetihler olacak, senin payına ne düşecek bilemem ama yiyip içecek ve sırtına giyecekten fazla olmasın." diye nasihat ettiği gibi, Abdurrahman bin Avf'a da: "Gelecekte dünyânın genişleyeceğini, bolluğa kavuşacağını görüyorum. Bolluk zamanında ipek perdeler, atlas yastıklar kullananlar çıkacak. Sizden birinizin boynunun vurulması, dünyâya dalmasından daha iyidir." diye öğüt verirdi.

b) Hz. Ömer (r.a.)
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, hakkında: "Her ümmetin ilhama mazhar (muhaddes) kişileri vardır. Bu ümmetin muhaddesi Ömer'dir."28 buyurarak övdüğü ve: "Hakk Ömer'in dilinden konuşuyor."29 hadîsiyle yücelttiği, hayâtı boyunca asla dünyâya değer vermeyen Hz. Ömer (r.a.), hâlife olduğu zaman bile üstünde oniki yaması bulunan bir hırka ile halka imamlık yapmıştır. Dünyâya meylederek yüksek ve süslü evler yapanları uyaran Hz. Ömer, dünyâyı bir çöplük gibi görürdü. Nitekim yol üzerindeki bir çöplüğün kenarına dikilerek: "İşte can u gönülden bağlandığınız dünyâ bu çöplük gibidir." demişti. Bir gün yolda elinde etle Câbir bin Abdullah'ı gören Hz. Ömer: "Siz komşu ve akraba doyuracağınıza, kendi midenizi doyurmak mı istiyorsunuz?" diye çıkışmıştı.

İran kisrâsının tahtı ve ganîmet malları Medîne'ye getirildiğinde: "Tükettiniz dünyâ hayâtındaki güzel nîmetlerinizi, onlardan yararlanıp sürdünüz safânızı; burası için hiçbir şey bırakmadınız, artık bugün horlayıcı azâbla cezalandırılacaksınız."30 âyetini okuyup ağlamıştı.

Oğlu Abdullah'ın odasına girdiğinde et yediğini görünce: "Sen her canının çektiğini yiyor musun? Bilmez misin ki, insanın canının çektiği herşeyi yemesi israf, israf ise haramdır." diye çıkışmıştı.

Hz. Ömer'in hâlifeliği sırasında Tûr sûresini okuyan güzel sesli birini duyduğu; bu okuyuştan etkilenerek hastalanıp bir ay kadar evinden dışarı çıkamadığı ve sahâbîlerin kendisini ziyarete geldiği nakledilir.

Hâlifeliği zamanında pekçok köleleri bulunmasına rağmen, sırtına yüklendiği odun destesini taşır ve "Niye bunu adamlarına taşıtmıyorsun?" diyenlere "Nefsimi denemek ve onu ıslah etmek istiyorum." cevâbını verirdi. Onun bu sözleri tasavvuf erbâbının nefs mücâhedesine örneklik teşkil edebilecek özelliktedir. Nefsinin, mala ve mevkîye güvenmesine fırsat vermezdi. Temkin ehliydi. Bu yüzden Cenâb-ı Hakk'a münâcâtı sırasında: "Allâh'ım, sana yakın olup mekrine düşmemi mi, yoksa vaslınla senden kesilmemi mi murad edersin? Hayır hayır, en güzeli temkin." derdi.

c ) Hz. Osman (r.a.)
Hz. Osman(r.a.) Kur'ân okumaya düşkünlüğü, ağlaması, sehâveti, gece ibâdeti, hayâsı ve sabrı sebebiyle sûfîlere örnek olmuştu. Harama bakan bir gence: "Ben senin gözünde zinâ eseri görüyorum." diyerek basîretinin keskinliği ve firâsetini hissettirmişti. Allâh elçisine en sıkıntılı zamanlarında servetiyle destek olmuştu. Özellikle "Ceyşu'l-usra" diye bilinen Tebuk savaşında orduyu teçhiz etmek üzere ticaret kervanını bütün develeriyle birlikte infak ederek orduyu donatması ve "Bi'ru'r-Rûme" denilen bir kuyuyu sâhibinden satın alıp ümmetin istifâdesine sunmasıyla malını İslâm'a hizmet için tuttuğunu göstermiştir. Meleklerin bile kendisine imrendiği yüksek bir hayâ duygusuna sâhipti.
Hz. Osman: "Hayrı dört şeyde buldum:
1) Nâfilelerle muhabbet-i ilâhiyeye varmak,
2) Allâh'ın ahkâmını icrâda sabretmek,
3) Takdir-i ilâhiyeye rızâ göstermek,
4) Nazar-ı ilâhîden haya." diye konuşurdu.31


___________
22.bk. 1,28-400; 11,3-78
23.1,235-773; 11,7-75
24.bk. 1,14-24
25.1,23-71
26.bk. Tabakâtu's-sûfiyye, s. 3
27.bk. el-Luma, 168-169
28.Buharı, Fezâil, 16
29.Ebû Dâvûd, İmâre 18; Tirmizî, Menâkıb 17
30.el-Ahkâf, 46/20
31.bk. el-Luma,s. 178
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
..:: 3 ::..

d ) Hz. Ali (r.a.)
Hz. Ali (r.a.); Cüneyd gibi büyük sûfîlerin hakkında: "Eğer Hz. Ali savaşlarla meşgul olmasaydı, bu bizim ilmimize dâir çok şeyler söylerdi. Çünkü o, Allâh'ın kendisine ledünnî ilim verdiği bir kâmil insandı." dedikleri, Hz. Peygamber'in "İlim şehrinin kapısı"32 diye tanıttığı bir insandı. Bu husûsiyetleriyle Allâh Rasûlünün ashâbı içinde ince mânâlara, latif işâretlere, tevhîd, ma'rifet ve îmân konusunda veciz ibarelere sâhipti. Nitekim kendisine: "Rabbını nasıl tanıdın?" diye soranlara şu karşılığı vermişti: "O'nun kendisini tanıttığı şekilde, O hiçbir zaman sûrete benzemez, duygularla idrak olunamaz, insanlarla mukayese edilemez. Uzakta olana yakın, yakında olana uzaktır. Herşeyin üstündedir. Ancak bu, O'nun altında birşey vardır anlamına gelmez. O, herşeyin altındadır. Ancak bu da, O'nun üzerinde birşey olduğu anlamına gelmez. O herşeyin önündedir ama, O'nun önünde birşey vardır, demek değildir. O, eşyaya dâhildir, fakat herhangi birşey gibi birşeyin içinde onunla birlikte değil. Ben kendisi gibi hiçbir varlık bulunmayan Allâh'ı tesbih ederim."

Hz. Ali kendisine îmânı soran birisine: "Îmân, sabır, yakîn, adl ve cihad temellerine dayanır." diye cevap vermiş ve arkasından sabrı on makam üzere, yakîn adl ve cihadı da onar makam üzere anlatmıştır."33 Eğer bu rivâyet doğru ise tasavvufî makamlardan ilk bahseden kişi Hz. Ali'dir, denilebilir.

"İnsanların ayıp ve kusurlarından nasıl kurtulabileceğini" soran birine: "Aklını başkan, sakınmayı vezir, nasihati dizgin, sabrı kumandan, takvâyı azık, Allâh korkusunu yoldaş, ölümü ve belâyı hatırlamayı arkadaş" edinenlerin günah ve kusurlarından kurtulabileceğini söylemişti.

Hz. Ali, Hz. Ömer'e: "Dostumuz Allâh Rasûlüne kavuşmak dilersen yamalı gömlek giy, nalinini onar, emelini küçült, karnını doyurmadan ye!" diye nasihat etmişti.

Hz. Ali, namaz vakti geldiğinde tirtir titrer, yüzünün rengi değişirdi. "N'oluyor sana yâ Emîre'l-mü'minîn" denildiğinde: "Allâh'ın göklere, yere ve dağlara arzedip kabul etmedikleri ve insanın kabullendiği emanetin ifâsı vakti geldi. Korkum bu emaneti gereği gibi yerine getirememektir." derdi.

Hz. Ali şehîd edildiği zaman oğlu Hasan minbere çıkıp şunları söyledi: "Emîru'l-mü'minîn aramızda katlolundu. Dünyâya âit geriye sâdece bir hizmetçi satın almak için ayırdığı 400 dirhem bıraktı." diyerek onun dünyâya âit hiçbir mal bırakmadığını ümmete ilan etmişti.

Rivâyete göre Hz. Ali der ki: "Hayır dört şeyde toplanmıştır: Susmak, konuşmak, bakmak ve hareket. Allâh'ın adı geçmeyen bir konuşma boştur. Tefekkürü olmayan bir susma unutkanlık ve dalgınlıktır. İbretle olmayan bakış gaflet, Allâh'a kulluk için olmayan hareket kayıptır. Allâh, konuşması zikir, susması fikir, nazarı ibret, hareketi ibâdet olan kimseye rahmet etsin. İnsanlar böylelerinin elinden ve dilinden selâmettedir."

Ebû Nasr Serrâc, dört büyük hâlifenin tasavvufî hayât içindeki yerleri konusunda şunları söylemektedir: Dünyâyı bütünüyle terkederek elinde, avucunda bulunan herşeyi Allâh yolunda infak ile fakr-ı tammı seçenlerin imamı Hz. Ebû Bekir'dir. Dünyânın yarısından geçip, yarısını âile efrâdı ve akrabalarının hukukunu yerine getirmek için ayıranların önderi Hz. Ömer'dir. Dünyâlık malı Allâh için biriktiren veya Allâh için biriktirmekten sarf-ı nazar eden, biriktirdiğini Allâh için infak edip dağıtanların rehberi Hz. Osman'dır. Gönlünde bir dünyâ meyli duymayan, istemediği hâlde dünyâ kendisine doğru geldiğinde reddederek ondan kaçanların serveri İmam Ali'dir.34

Allâh Rasûlü ve hulefâ-i râşidînin hayâtında zühd, takvâ, sabır, tevekkül, cömertlik, ferâgat şeklinde yaşandığını gördüğümüz rûhânî ve mânevî hayâtın diğer sahâbîlerce de benimsendiğini ve en güzel örneklerinin onlar tarafından yaşandığını görüyoruz. Nitekim önceleri Allâh Rasûlü'nden dünyâlık isteyen hanımları bile, gelen âyetten35 sonra bundan vazgeçerek zühdî hayâtı benimsediler.

Âişe vâlidemiz şöyle anlatıyor: "Bir defasında giydiğim bir elbise çok hoşuma gitmişti. Hâlimden bunu farkeden babam Ebû Bekir: "Bilmez misin ki, insan dünyâ nîmetine hayranlık duyunca, o duygudan kurtuluncaya kadar Allâh kendisine gadap eder." dedi. Ben de o elbiseyi çıkarıp bir başkasına hediye ettim."

Hz. Ömer'in oğlu Abdullah, çocuklarından birine bir elbise satın almıştı. Çocuk sokağa çıkınca elbisesi yırtılmış ve koşarak babasına gelip: "Babacığım, elbisem yırtıldı." diye şikâyette bulunmuştu. Abdullah b. Ömer: "Yırtılan yerini yama ve tekrar giy!" diyerek oğlunu uyarmıştı.

Salim b. Abdullah anlatıyor: "Evlendiğim zaman babam, pekçok kimseyi düğünüme çağırmıştı. Davetliler arasında Ebû Eyyûb Ensârî de vardı. Evin duvarlarını süsleyen yeşil perdeleri gören Ebû Eyyûb: "Herkesin kadınların sözüne kanacağına inanırdım da, sizin inanacağınızı sanmazdım." demişti.

Abdullah b. Mes'ud, güzel ve yüksek bir ev yaptırmış ve Ammâr b. Yâsir'i evine çağırmıştı. Ammâr evi görünce:
"Evin yüksek, emelin büyük, ölümün yakın." diye ölümü hatırlatmış ve tûl-i emele kapılmamaya çalışmasını öğütlemek istemişti.

3. Ashâb-ı Suffe ve Zühdî Hayât

Ashâb-ı suffenin tasavvufî hayâtın ilk nüvesini teşkil ettikleri, hattâ sûfî ve tasavvuf kelimelerinin bunlara ad olan suffe kökünden geldiği öne sürülmüştür. Bunların genellikle muhâcir ve ensarın fakirlerinden oluşan, sayıları 70 ilâ 300 arasında değişen sahâbîlerden meydana geldiği bilinmektedir. Civar kabilelerden muallim istendiğinde Peygamberimiz, bunlar arasından seçip gönderirdi. Bu yüzden ashâb-ı suffe tekkenin de medresenin de İslâm târihindeki ilk nüvesi sayılır.

Hılyetü'l-evliyâ adlı eserinde ashâb-ı suffeyi tanıtan Ebû Nuaym İsfahani onlar hakkında şu görüşlere yer vermektedir: "Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın kendilerini fânî birşeye güvenmekten koruduğu; fânîye aldanmak yerine, Allâh'ın emirlerine sarılmayı prensip hâline getirmiş kimselerdi. Bu hâlleriyle dünyâya değer vermeyenlere örnek olmuşlardı. Âileleri ve malları bulunmadığı gibi, kendilerini Allâh'ın zikrinden alıkoyacak bir ticaret ve meşgaleleri de yoktu. Dünyâ nâmına kaybettiklerine asla üzülmezler, âhıret namına kazandıklarına sevinmezlerdi."36

Ebû Nasr Serrâc, şu âyetlerin ashâb-ı suffe hakkında nâzil olduğunu ve onların özelliklerini anlattığını ifâde etmektedir:37

"Sadakalarınızı, kendilerini Allâh yolunda vakfedip çarşı-pazar dolaşamayan, durumlarını bilmeyenlerin iffet ve istiğnalarından dolayı kendilerini zengin sandığı, senin sîmalarından tanıdığın, yüzsüzlük edip yalvara yakara isteyemeyen iffetli fakirlere verin."38

Müşrikler, Mescid-i Nebevî'nin sofasında barınan Ammâr, Suheyb ve Habbâb gibi kölelerin varlığından rahatsız olmuşlar ve bunların kovulmasını istemişlerdi de şu âyet-i kerîme nâzil olmuştu: "Sabah akşam, rızâsını dileyerek Rabblarına dua ve ibâdette bulunanları yanından kovma!"39 "Sabah akşam, Rabblarının rızâsını dileyerek dua edenlerle birlikte sen de sabret! Dünyâ hayâtının güzelliğini arzu ederek gözlerini onlardan başkasına çevirme!"40

Hz. Peygamber (s.a.s.), ashâb-ı suffeyi sever ve onlarla dâimâ görüşürdü. Hattâ onlar etrafına toplanıp halka olunca, onlar kalkmadan kalkmaz, musâfaha ettiğinde onlar çekmedikçe elini çekmezdi. Ashâbına da onlara hürmet ve hizmet edilmesini tavsiye ederdi. Hz. Peygamber'in torunu Hz. Hasan ve amcazâdesi Ca'fer'in oğlu Abdullâh, onlarla oturup kalkmaktan son derece hoşlanırlardı.

Ebû Hüreyre, Selmân Fârisî, Suheyb Rûmî, Ebû Musa Eş'arî ve Ebû Zerr gibi ünlü sahâbîler hep ashâb-ı suffedendi. Ebû Hüreyre'nin onlarla ilgili şu sözü, hâllerini en iyi şekilde özetlemektedir: "Suffe ashâbından yetmiş kadarını gördüm, giydikleri elbise namaz kılarken diz kapaklarına ulaşmıyordu. Bu yüzden rukûa vardıklarında avret yerleri açılmasın diye elbisenin eteğini çekiştiriyorlardı."


___________
32. Tirmizî, Menâkıb 20
33.el-Luma', s., 180
34.bk. a.e. s., 182
35.bk.el-Ahzâb,33/28-29
36.1,337-338
37.bk. el-Luma', s. 183
38.el-Bakara, 2/273
39.el-En'âm, 6/52
40.el-Kehf, 18/28
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
..:: 4 ::..

İlk İki Asır'da Başlıca Zühd Mektepleri

Hicrî II. asırın sonuna kadar olan dönem genellikle zühdün ferdî olarak yaşandığı bir dönem olmakla birlikte bâzı bölgelerde belli başlı zâhidlerin açtığı bir zühd çığırı gözlenmektedir. Bunların başhcaları Medîne, Basra, Kûfe ve Horasan mektebidir.
Hicrî I. II. (M. VII. ve VIII.) Asır'daki Zühd Mektepleri

a) Medîne Mektebi

Zühd ve tasavvufun Kur'ân ve sünnetten alınan temel esasları İslâm devletinin ilk başkenti olan Medîne'de hayâta yansımıştır. Zühdî hayâtın en güzel örnekleri orada Hz. Rasûlullah (s.a.s.) ile hulefâ-i râşidîn, ashâb-ı kiram ve ashâb-ı suffenin hayâtında yaşandı. Medîne, zühdî hayâtın merkezi olmaya, Emevîlerin başkenti Şam'a taşıdıkları yıllara kadar devam etti. Şam'da Emevî saltanatının hüküm sürdüğü yıllarda Medîne'de Saîd b. Müseyyeb (ö.90/709) gibi zâhidler eksik değildi. Siyasî otoritenin merkezi Şam'a taşınınca Medîne mânevî hayât açısından daha bir önem kazandı. Allâh Rasûlünün beldesi ve başkenti siyâsî çalkantılardan bunalanların sığındığı bir selâmet sahili oldu. Vakıâ zaman zaman Abdullah b. Zübeyr gibi siyâsî kavganın içinde yer alan kimseler ve onların taraftarları görünse bile, Medîne genel havası îtibârıyla bir zühd şehriydi.

b) Kûfe Mektebi

Hz. Ali'nin devletine başkent yaptığı bu şehir, Hz. Peygamber'in torunu Hz. Hüseyin'in şehid edildiği Kerbelâ'ya yakındır. Ehl-i Beyt taraftarları ile şîa mensuplarının Şam'daki Emevî hânedanına karşı savaş verdikleri bir merkezdir. Hz. Hüseyin'in şehâdetinden sonra meydana gelen pişmanlık sebebiyle bu bölge insanlarından bir grup, üzüntü ve gözyaşı ile kendilerini zühd ve ibâdete verdiler. "Bekkâûn" adıyla anılan bu gruba, pişmanlıkları sebebiyle "Tevvâbûn" adı da verilmiştir. Siyâsî kargaşanın âmil olduğu bu zühdî hayât, bâzı araştırıcıların ifâdesiyle Yemen halkının "misâli ve sembolî" özelliğini taşır. Mezhep de şia ve ehl-i beyt temayülüyle tanınır. Bunların hadîs ilmiyle olan ilgilerinde zâhir ve zâhire âit konular ağırlık kazanır. Şiirde de plâtonik aşk anlatımı esastır. Tavus b. Keysân, Saîd b. Cübeyr, Mansûr b. Ammâr, Câbir b. Hayyân ve Rebî b. Haysem burada yetişen ilk zâhidlerdendir. İlk defa sûfî lakabıyla anılanlar genellikle Kûfe'den çıkmıştır. Ebû Hâşim Sûfî (ö.l50/767) Kûfelidir.

Ebû Haşim Sûfî, önce Kûfe'de, ardından Bağdad'da yaşamış ve buralarda meşhur olmuş bir sûfîdir. Melâmet anlayışına yakın fikirlere sâhiptir. Onun anlayışında, ihlâsa ermekten çok, riyâdan korunmak esastı. Nitekim Süfyân Sevrî'nin onun hakkındaki şu sözü bunu gösterir: "Ebû Hâşim olmasa riyânın ince noktaları bilinmezdi."


c) Basra Mektebi

Basra, İslâm tasavvufunda siyasetten uzak bir zühdî hayâtın merkezi olmuştur. Çünkü burada yetişen Hasan Basrî, İslâm'da kitap ve sünnete dayalı ehl-i sünnet anlayışını ilk sistemleştiren zâhid-sûfî olarak anılır. Basra mektebi Temîmoğullarına bağlı bulunduğundan, tenkid ve araştırma özelliği taşır. Şiirde rasyonalist bir telakkiye sâhip olan Basra mektebi, hadîste de araştırıcı ve sık eleyici bir yapıyı hâizdi. Mezhep îtibârıyla genelde ehl-i sünnet, kısmen de Mu'tezile olan Basra mektebinin Hasan Basrî'den sonraki en ünlü isimleri, onun talebeleri olan Mâlik b. Dinâr, Abdülvâhid b. Zeyd'dir.

Hicrî I. ve II. asrın zâhidlerinin en önemli özelliği, cehennem korkusu ve cennet ümidi ile gözyaşı dökmek, ibâdet ve riyâzatla Hakk'a bağlanmak, dünyâdan el-etek çekmekti. Ancak bu asırlarda Râbiatü'l-Adeviyye ve Ma'rûf Kerhî gibi, sevgiyi öne çıkaran bir anlayış da yaygınlaşmaya başladı. Böylece Basra'daki tasavvuf mektebi Hasan Basrî ve Râbia'nın önderliğinde iki türlü gelişme gösterdi: Korku ve Hüzün Ekolü, Sevgiye Dayalı Zühd Yolu.

aa. Korku ve Hüzün Ekolü:
Bu ekolün kurucusu Hasan Basrî, 21/642-110/728 yılları arasında yaşadı. Hz. Peygamber'in hanımlarından Ümmü Seleme'nin himâyesinde Medîne'de yetiştiği ve Basra'da yaşadığı bilinir. Hadîs, fıkıh, kelâm ve tasavvuf sahasında üstad sayılan Hasan Basrî, iyi bir hatipti. Sûfî tabakât kitapları, özellikle Ebû Nuaym ve ondan naklen diğerleri, onun havf ve hüzün ile me'lûf olduğunu anlatır.49 Tanıyanların "dâimâ gözü yaşlı ve yüzü kederli" diye târif ettiği Hasan Basrî, dünyâ ikbâline değer vermeyen ve dünyâya sırt çeviren bir zâhiddi. Zâhidliği kadar tefekkür ve tezekküre dayalı bir tasfiyeyi benimsemişti. Ancak onun bu derin rûh hayâtı, hüzün, havf ve fakra âit söz ve tavırları, zâhidliği bir gâye ve nihâî amaç hâline getirmek değil, aksine bir hayra erişmek ve bir serden kurtulmak içindi. Erişmek istediği hayır, cennet ve rızâ-i ilâhî; kurtulmak istediği korku, cehennem ve gadab-ı ilâhîydi.

Terâcim-i ahvâl ve tabakât kitapları onun, cehennemin sâdece kendisi için yaratılmışçasına cehennemden korktuğunu kaydeder. Korku ve hüzün konusunda: "Îmân eden kişinin kaygı ile sabahlayıp akşamladığını" söylerdi. Çünkü mü'min iki korku arasındadır. Biri geçmiş bir suç, diğeri kalan bir ömür. İnsan işlediği suçunun Allâh tarafından nasıl karşılanacağını bilemediği gibi, ömrünün kalan kısmında nelerle karşılaşacağının da farkında değildir.

Hasan Basrî ile başlayan bu tasavvufî cereyanın temel özelliği, insanı îmâna kavuşturan tefekkür, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye sûretiyle insanı Allâh'ın rızâsına kavuşturan korku ve hüzündür. Hüznün temelinde tefekkür vardır. Çünkü tefekkür, insanı hem iyiliğe, hem de iyiliği yapmaya çağırır. Kötülüğü yapmaktan pişman olmak onu yapmamayı sağlar. Fâni olan ne kadar çok olsa, bâkî olana denk olamaz.

Basra mektebi, Hasan Basrî'nin Habîb A'cemî (ö.115/733), Muhammed b. Vâsî (ö.127/744), Mâlik b. Dînâr (ö.131/748), Eyyûb Sahtiyânî (ö.131/748) Ferkad Sebahî (ö.131/748), Abdülvâhid b. Zeyd (ö.177/793) gibi talebeleri vâsıtasıyla devam etmiştir.50


___________
49.bk. Hilyetü'l-evliyâ, II, 131-132
50. Hasan Basrî ve talebeleri için bk. Abdurrahman el-Bedevî, a.e., s., 152-214
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
..::5::..

bb.Sevgiye Dayalı Zühd Yolu:


İlk temsilcisi Râbia Adeviyye'dir. Râbia, hemşehrisi Hasan Basrî'den farklı bir tasavvufî anlayışın sâhibi ve kurucusu olmuştur. Onun geliştirdiği tasavvufî hayât, sevgi ağırlıklıdır. Allâh'ı zâtından dolayı severek dünyâdan el-etek çekmek ve yalnız O'nun cemâlini temaşâya gönül vermektir.
Böylece Râbia sevgiyi ikiye ayırmış olmaktadır:
1. İnsanı mâsivâ ile meşgul eden sevgi;
2. Allâh'ı zâtı için sevmek.
Râbia sıcak bir aşktan kaynaklanan vuslatı tadan ve cemâlullah peşinde koşan bir zâhide idi. O'nun sevgiye dayalı zühd anlayışı şu kıtada özetlenmiştir:

Seni iki sevgi ile seviyorum. Biri Sana karşı aşk ile bağlanışımın ifâdesi, öbürü Senin sevilmeye lâyık oluşunun içimde meydana getirdiği sevgi.

Sana sevgi ile bağlanışım yüzünden yalnız Seni anıyor, Senden başkasıyla alâkadar olmuyorum.

Senin sevgiye lâyık oluşunsa Seni görmek için aradaki perdeleri kaldırmandır.

Râbia, Allâh'a olan sevgisinden dolayı, ibâdetlere mukabil cennet beklentisini, efendisine ücret karşılığı hizmet eden bir hizmetçi konumuna düşmek olarak görür. Çünkü sevgi ve aşk, sevgiliden karşılık beklemeye mânîdir. Râbia Adeviyye, Hasan Basrî'den hemen sonraki nesildendir. 185/801 yılında vefât etmiştir. Bir başka şiirinde de şöyle der:

Allâh'ı sevdiğini söylüyorsun, fakat O'na karşı gelmeye devam ediyorsun.

Senin sevgin gerçek olsaydı O'na itaat ederdin. Çünkü seven sevdiğine itaat eder.

Râbia, Allâh sevgisine engel her türlü sevgiyi Hakk'a perde görürdü. Kulluğu da Allâh sevgisi şartına bağlardı:

Allâh'ım Sana Cehennemden korkarak ibâdet ediyorsam beni Cehennem ateşinde yak. Eğer Sana Cennet ümidiyle tapıyorsam Cennetini bana haram kıl.

Benim Sana olan sevgi ve ibâdetim, Senin sevilmeye ve kulluğa lâyık bir mâbûd oluşundandır.

Sözlerinde ve şiirlerinde sevgi kavramını açıkça ilk defa kullanan Râbia olmakla birlikte bu anlayış, daha sonraki dönemlerde korku ve hüzne dayalı tasavvufî telakkîden daha fazla yaygınlaşmış, hattâ tasavvuf, geneli îtibârıyla, bir sevgi ve gönül mektebi hâlini almıştır.


d) Horasan Mektebi


"Horasan diyârı" olarak anılan Mâverâünnehr bölgesinin hicrî II. asırdan başlayarak son devirlere kadar mühim tasavvufî şahsiyetlerle temâyüz ettiği ve pek çok ekolün kurucusunun bu bölgeden yetiştiği, özellikle Anadolu'nun İslâmlaşması ve Türkleşmesi olayında hizmet îfâ eden sûfîlerin bu bölgeden geldiği bilinmektedir. Bu îtibârla Horasan tasavvufunun tasavvuf târihinde önemli bir yeri vardır. İbrahim b. Edhem (ö.161/777), Fudayl b. İyâd (ö.187/802), Şakîk Belhî (ö.194/809) bu bölgeden yetişen ilk zâhidlerdir. Horasan asıllı olan bu ilk zâhidler, daha sonra Basra ve Bağdad civarına gelerek, o bölgedeki tasavvufî cereyanların tesiriyle yetişmişlerdir. Bu yüzden Horasan bölgesi ilk zâhidlerinde, Basra mektebinin zühd, fakr, ibâdet, Allâh korkusu gibi bâriz vasıfları göze çarpmaktadır. Horasan zâhidleri bu vasıflardan başka bir de "tevekkül" konusundaki fikirleriyle farklı bir tablo sergilemişlerdir. Onlar tevekkülü "Allâh'ın vaadine karşı nefsin tam bir itmi'nan içinde olması" şeklinde yorumlamışlardır. Daha sonraki yıllarda Nişabur ekolüyle "melâmet ve fütüvvet" konularına ağırlık verecek olan bu ekol, "rızâ"nın makam veya hâl olması gibi bir tartışma ile makamı hâl olarak savunup Bağdad ekolünden ayrılmıştır.

Hicrî II. asırın sonuna kadar olan dönemde Râbiatü'l Adeviyye "muhabbetullah"ı, Ma'ruf Kerhî "ma'rifetullah"ı zühdün esası yaptı. Mânevî eğitimde mürşid edinme işi de Ma'ruf'un geliştirdiği hususlar arasındadır. Gerek Râbia, gerekse Dâvûd Tâî bekârdır. Dâvûd Tâî, kitaplarını ırmağa atarak riyâzata yönelmiştir. Yine bu dönemde riyâzat ve mücâhede hayli ileri noktalarda uygulanmıştır. Cezbe, vecd ve semâ gibi konular henüz pek yaygınlık kazanmış değildir.


Kaynak: Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar; Prof. Dr. H. Kamil YILMAZ; Ensar Neşriyat
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
TASAVVUF DÖNEMİ
..:: 1 ::..


l- H.III-IV, M. IX-X. Asırlarda Tasavvuf

H. III.-IV, M. IX.-X. asırlar tasavvuf târihinde yüzyıllar boyu kendilerine bağlanılan büyük mutasavvıfların yetiştiği önemli bir dönemdir. Bu asırlar, İslâm siyâsî, içtimaî ve ilimler târihi açısından büyük önem taşımaktadır. Abbasî devletinin gelişme dönemi sayılan bu yıllar, Bağdad ve çevresinin ilim merkezi hâline geldiği yıllardır. Muhtelif kavim ve kabilelerin birbiriyle kaynaşıp tanıştığı ve muhtelif kültürlerin buluştuğu bir dönemdir. Bâtınîlik ve Karmatîlik gibi bâtıl cereyanlar, Mâtürîdîlik ve Eş'arîlik gibi ehl-i sünnet kelâm mezhepleriyle Hânefiyye, Mâlikiyye, Şâfiiyye ve Hanbeliyye gibi amelî mezhepler ve ardından felsefî cereyanlar hep bu asırlarda ortaya çıkmışlardır. Bu asırlarda Şîa'nın belli ölçüde teşkilatlanmış olduğu hesaba katılırsa, bu yüzyıllar hem siyasî, hem içtimaî, hem de dînî açıdan son derece hareketli bir dönemdir.

Bu asırlar tasavvufun fıkıh, kelâm ve hadîs gibi ilimlerden ayrılıp inkişâf ettiği tekâmül devresidir. İlk tasavvufî eserler bu dönemde kaleme alındığı gibi, ilk tasavvuf kavramları da bu dönemde kullanılıp yaygınlaşmaya başlamıştır. Tasavvuf, tahalluk (eğitim) ve tahakkuk (keşf ve ma'rifet) boyutuyla bu dönemde büyük bir gelişme göstermiştir. Bu dönemin mutasavvıfları insan rûhunu tahlil etmekte; ona ârız olan hâlleri beyan ederek geçeceği makamlardan bahsetmekte, kalb tasfiyesi ve nefs tezkiyesi gibi konuları gündeme getirmektedir. Fenâ ve bakâ kavramlarıyla ittihad fikri ilk defa bu asırlarda Hallaç (ö.309/921) ve Bâyezid (ö.262/875) gibi mutasavvıflarca ifâde edilmiştir.

Râbia ile başlayan sevgi ağırlıklı tasavvufî düşünce Ma'ruf Kerhî ile gelişmiş, H. III. ve IV. asırda tasavvufî telakkilerin ağırlıklı konusu hâline gelmiştir. II. asırda Hasan Basrî ve talebelerince temsil edilen Basra mektebinin hüzün ve korkuya dayalı tasavvuf telakkisi III. asırda artık yavaş yavaş yerini aşk ve muhabbete bırakmıştır. III. asırda yetişmiş ve eserleriyle daha sonraki dönemleri etkilemiş bulunan Hâris el-Muhâsibî'nin de sevgi üzerine eser yazması veya eserlerinde sevgiye özel bir bölüm ayırması, bu dönem tasavvufunun "sevgi damgası" taşıdığını gösterir.

Hicrî ilk iki asrın zâhid-sûfîleri genellikle Basra, Kûfe ve Horasan'dan yetiştikleri hâlde III. ve IV. asrın mutasavvıfları İslâm memleketlerinin hemen her tarafından, tasavvufun değişik boyutlarıyla temâyüz edip yetişmişlerdir. Basra, Kûfe ve Horasan, tasavvufî canlılığını sürdürürken, Mısır, Nişabur, Şam ve özellikle Bağdad bu asırlarda büyük mutasavvıflar yetiştirmiştir.

Basra'da Sehl b. Abdullah Tüsterî (ö.283/896), Kûfe'de İbn Semmâk (ö.183/799), hicrî üçüncü yüzyılın mutasavvıfları arasında sayılırken, Horasan'da Ahmed b. Harb (ö.234/848), Hâtim-i Esamm (ö.237/851), Ahmed b. Hadraveyh (ö.240/854), Ebû Türâb Nahşebî (ö.245/859), Ebû Abdullah Siczî (ö.III./IX.asır), tevekkül ve fütüvvet ağırlıklı Horasan tasavvufunun temsilcilerini oluşturur. Horasan'da bu yıllarda gelişen fütüvvet genellikle şecaat, mürüvvet, sehâvet ve kerem anlamları taşımakla birlikte, îsâr, kendini hizmete fedâ, başkalarına eziyet vermemek, iyiliği yaymak, sızlanmayı bırakmak, makam tutkusundan uzaklaşmak ve nefsle savaşmak gibi anlamlar kazanmıştır.

Bu asırlarda Horasan ve Mâverâünnehr bölgesinde yetişen mutasavvıfların önde gelenlerinden biri 'Hakîm Tirmizî' diye maruf olan Ebû Abdullah Muhammed b. Ali (ö.320/932)'dir. Hânefî fıkhını ve İslâm'ın zâhirî ilimlerini tahsil eden, hadîs ilminde de belli bir yeri bulunan Hakîm Tirmizî, Tasavvufta özellikle "Velâyet" konusunda yazdığı Hatmu'l-Velâye adlı eseriyle dikkat çekmiştir. İbn Arabî onun eserlerinden yararlanmıştır. Hakîm Tirmizî, mutasavvıflar arasında felsefeyle meşgul bulunanların ilklerindendir.


2- H. III ve IV. Asırlardaki Tasavvuf Mektepleri

a. Nişabur Mektebi, Fütüvvet ve Melâmet

Hicrî II. asır'da tasavvufun önemli merkezlerinden biri olan Horasan'ın yanısıra, III. asırda Nişabur'un da "fütüvvet ve melâmet" özellikleriyle tanınan bir merkez hâline geldiği görülmektedir. Bu asırlarda, bu bölgede yetişen mutasavvıfların başlıcaları, Bâyezid Bistâmî, Yahyâ b. Muâz Râzî, Ebû Hafs Haddâd ve Hamdûn Kassâr'dır.

Bâyezid Bistâmî, sekri sahvına, mahvı isbatma gâlip ve şatahât üslubuyla konuşan bir sûfîdir. Bu yüzden sözleri bazan kendisi hakkında bir takım endişeler uyandırmıştır. Onun 'Sübhânî mâ a'zame şânî" (Ben kendimi tesbih ederim, benim şânım ne yücedir!) "Leyse fi cübbetî sivallâh" (Cübbemin içinde Allâh'tan başkası yok) sözleri, ilk vahdet-i vücûd terennümleri sayılabilir. Bâyezid fenâya erişini şöyle anlatır: "Beni bir kerre karşısına aldı ve dedi ki: "Ey Bâyezid, halk Beni görmek istiyor." Ben de dedim ki: "Öyleyse beni vahdâniyetinle süsle, benliğini giydir, ahadiyyete erdir. Halk Senin sıfatlarını görünce Seni gördük desinler. O zaman Sen, Sen olursun, ben ise orada bulunmam."

Bâyezid bu sözleriyle "fenâ fillâh" ile benlikten geçmeyi mânevî sekr hâlini anlatmaktadır. Bâyezid, tasavvuf kavramlarına "sekr" kavramını kazandırmış ve bu kavram muhabbet ve aşk kelimelerinin yanında önemli bir yer tutmuştur.

Nişabur'dan yetişen sûfîlerden biri olan Yahyâ b. Muâz Râzî (ö.258/871), Bâyezid'in hem hemşehrisi hem de çağdaşıdır. O da fenâ, vecd ve sekrden bahseden, "aşk sarhoşu" deyimini kullananlardandır. Râbia'dan sonra Allâh sevgisi konusunda Ma'rûf kerhî gibi, açıkça söz söyleyenlerin ilklerindendir. Onun muhabbet anlayışı huşû, huzû ve Allâh'a teslîmiyet gibi fazîletlere dayanır. Ona göre muhabbetin hakîkati, vuslatla artmaz, hicrânla azalmaz. Yahyâ, muhabbetten başka mârifetten de bahseden ve Hakk'ın mârifetini halkın mârifetinden üstün sayan bir sûfîdir. Hakk'tan uzaklaşmayı/fevt, halktan uzaklaşmayı mevt diye adlandırır, fevti mevtten daha kötü görür. Çünkü fevt, gafletle fırsatı kaçırmak, insan ile Allâh arasındaki bağlantıyı kesmektir. Mevt ise halk ile alâkayı kesmek, Hakk ile irtibatı sağlamlaştırıp mârifetullâha ermektir.

Yahyâ b. Muâz, Bâyezid gibi sekri esas alan tasavvufî görüşün sâhibi olduğu hâlde, zühdün esası sayılan temel ilkelere sıkısıkıya bağlıydı. Zâhidliğin az uyumak, az konuşmak, az yemek ve halvetle tamamlanabileceğini söylerdi.

Bâyezid ve talebesi Yahyâ "sekr"in savunucusu oldukları hâlde, onlarla çağdaş sayılan Bağdad mektebinin güçlü temsilcileri Cüneyd ve arkadaşları sekr yerine "sahv" ve temkinden yana olmuşlardır.

Horasan asıllı Nişabur sûfîlerinden biri de Ebû Hafs Haddâd (ö.270/883)'dır. Tasavvufu "Edepden ibârettir." diye tanımlayan Ebû Hafs, Horasan mektebinin fütüvvet telakkisini benimseyen, hac yolculuğu sırasında Irak ve Hicaz bölgesindeki sûfîlerle görüşen ve onların fikirlerinden de etkilenmiş bulunan bir mutasavvıftı. Fütüvveti "Başkalarına insafla muamele etmek ve başkalarından insaf etmelerini beklememek" diye tanımlar ve fütüvvetin sözle değil, fiil ve tatbîkatla gerçekleşebileceğini söylerdi.

Nişabur mektebine mensup mutasavvıflar, Basra mektebinden etkilenmekle birlikte, daha çok Horasan mektebinin tesiri altındaydılar. Aslında tasavvufî ekoller, gerek kaynaklarının aynı oluşu, gerekse devamlı münâsebetleri sayesinde, dâimâ birbirlerinden etkilenmişlerdir.

Hamdûn Kassâr (ö.271/884) ile Nişabur'da ortaya çıkan "melâmet" fikri, Irak'ta ve diğer bölgelerde gelişen zühd ve tasavvuf hareketine bir tepki mesâbesindeydi. Melâmiler Irak tasavvufunu daha çok şekil, kisve ve zâhirî şartlar ağırlıklı bir ekol olarak görürken, melâmet fikrini dînî ve içtimaî merasimlere karşı bir tepki olarak değerlendirmekteydiler. Melâmet genellikle, "nefsi dizginlemek, kınamak, itham etmek, kendine âit ibâdet ve tâatları azımsamak" şeklinde anlaşılır. Bu yüzden melâmet fikri selbî düşünceye daha çok ağırlık verir. Melâmetî, zemm ve levm fiillerinden bahsettiği kadar sena ve medih fiillerinden bahsetmez. Riyâyı anlattığı ve çirkinliklerinden bahsettiği kadar ihlâstan söz etmez. Bu düşünceye sâhip kişiler, amellerinin eksiklik ve kusurlarını anlatmayı amellerinin güzellikleri konusunda söz etmeye tercîh ederler. Bu yüzden melâmet "sahv" yolunu benimseyen, halvetten çok celvete önem veren bir anlayıştır. Nişabur'da gelişen melâmet anlayışının ilk tabakasını Hamdûn Kassâr ve Ebû Osman Hîrî (ö.298/910); ikinci tabakasını Mahfuz b. Mahmûd Nişâbûrî (ö.303/915), Ebû Muhammed Murtaış (ö.328/939), Abdullah b. Münâzil (ö. 329/940); üçüncü tabakasını da Ebû Bekir Nişâbûrî (ö.360/970), Ebu'l-Huseyn Ali b. Bundar (ö. 350/961), Ebu'l-Hasan Bûşencî (ö.348/958), Ebû Amr İsmail b. Nüceyd (ö.366/976) teşkil eder.1


___________
1. bk. Afîfî, el-Melâmetiyye, s., 44 vd.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
..:: 2 ::..

Başlangıçta tasavvufa tepki gibi ortaya çıkan melâmet hareketi, daha sonraları tasavvufî sistem içinde, bir yandan bir meşrebin adı olma özelliği kazanırken, diğer yandan bir tarîkatın adı olmuştur. Bununla birlikte târih boyunca melâmet fikri ve melâmîlik mensubu kişiler, genellikle ihtiyatla karşılanmış ve zaman zaman da takibata uğramıştır.

b. Mısır Mektebi, Mârifet ve Muhabbet

Mısır'da sistem bâzında tasavvufun temelleri Zünnûn Mısrî (ö.245/859) tarafından atılmıştır. Zünnûn, Ma'ruf Kerhî'den sonra mârifet ve muhabbet konusunda söz söyleyen ve bu konuda nazariye geliştiren sûfîlerdendir. Ona göre mârifet üç türlüdür: Birincisi genel anlamda mü'minlerin, ikincisi kelâmcıların ve hikmet ehli kişilerin, üçüncüsü de Allâh'ı kalbleriyle tanıyan evliyânın mârifetidir. Bu üçüncüsü mârifet derecelerinin en üstünü olup yakîn ile dopdoludur. Allâh'ı vahdet sıfatıyla tanımaktır. Bu tür bir mârifet, istidlal ve nazar yoluyla değil, ilham yoluyla gönle doğan, Allâh tarafından kalbe ifâza olunan bir mârifet türüdür. Keşf ve ilham ile hâsıl olan bu mârifetin dışındaki yollarla Zât-ı kibriyâ'yı tanımak, ancak selbî sıfatlarla olur. Zünnûn yakînî mârifetin Hakk'ın bir ikrâmı olduğunu şu lâfızlarla anlatır: "Ben Rabbımı Rabbımla tamdım. Eğer O olmasaydı asla O'nu tanıyamazdım."

Zünnûn'un mârifetle ilgili gördüğü muhabbet, insanı Allâh ile ittisale erdirecek mâhiyettedir. İnsan bu sevgi ve ittihad sayesinde kendisinin Hakk'ta müstağrak olduğunu hisseder. Ancak böylesine ulvî ve rûhî sevgiye eren kimse, durumunu başkasına arzetmekten sakınmalı, sır saklamasını bilmelidir.

Zünnûn Mısrî, Mısırlı bir sûfî olmakla birlikte, onun tesir ve nüfûzu, Mısır dışında Sehl b. Abdullah Tüsterî, Ebû Türâb Nahşebî, Ebû Abdullah b. Cellâ ve Ebû Saîd Harrâz gibi mutasavvıflara kadar uzanmıştır.2

c. Şam Mektebi, Açlık ve Gece İbâdeti

Şam tasavvufu, genellikle açlıkla eğitimi ve gece ibâdetini öne çıkaran ve bu yüzden "Cûıyye ve ehlü'1-leyl" adıyla anılan sûfîlerce temsil edilmiştir. Bunların başında Ebû Süleyman Dârânî (ö.215/830) ve talebeleri Ahmed b. Ebi'l-Havârî ile Ahmed b. Âsım Antâkî gelmektedir. Ebû Abdullah b. Cellâ ile Feth Mevsılî bu dönemde Şam bölgesinde yetişen ünlü mutasavvıflar arasında yer alır.

Şam mektebinin önderlerinden sayılan Dârânî, tasavvuf târihinde "ehlü'1-leyl" tâbirini ilk kullanandır. Ona göre ehlü'1-leyl olan kimselerin gece ibâdetinden aldığı tad ve haz, eğlence düşkünlerinin eğlenceden aldıkları taddan daha fazladır. Dârânî, ehlü'l-leyli üç derece olarak tasnif eder: Birinci derece, düşünerek okuyan ve ağlayan, ikinci derece düşününce cezbelenip sayha eden ve bununla rahatlayan, üçüncü derece ise okuduğunu düşünen ve bunun sonucu şaşkınlık ve hayrete düşerek sayha etmeye mecali kalmayanlardır. Yine o, "takvâ ehli kimselerin ölümünü ebedî hayâta açılan bir kapı olarak görmekte, diri oldukları hâlde nice ölmüş kimselerin bulunduğuna" dikkat çekmektedir. Allâh ile kul arasındaki sevginin "dil dudak deprenmeden" anlaşılması gereken bir keyfiyet olduğuna işâretle der ki: "Ârifin basîret gözü açılınca dünyâ gözü kapanır. Artık Allâh'tan başka birşeyi görmez olur." Ebû Süleyman'a göre kalbe dünyâ yerleşince orada âhırete yer kalmaz.

Dârânî'nin talebesi ve Cüneyd'in arkadaşı bulunan Ahmed b. Ebi'l-Havârî, Cüneyd tarafından "Reyhânetü'ş-Şâm" lakabıyla anılırdı. Ahmed, dünyâ sevgisinin Hakk'a nasıl perde olduğunu şöyle anlatır: "Kim dünyâya istek ve sevgiyle bakarsa, onun gönlünden yakîn nuru ve zühd çıkarılır. Allâh Rasûlü'ne ittibâ etmeden yapılan amel boşunadır."

Ebû Abdullah b. Cellâ, ana-babası tarafından Allâh yoluna vakfedilmiş bir gönül eriydi. Âbid, zâhid ve muvahhid kavramlarını şöyle açıklardı: "Övgü ile yergiyi eşit gören zâhid, farz ibâdetleri tam ve zamanında yapmaya çalışan âbid, bütün fiilleri Allâh'a âit gören, Vâhid'den başkasını görmeyen muvahhîddir." Bu söz bile daha o devirlerde sûfîlerin vücûdî tevhîd konusuyla ilgilendiğini göstermektedir.

Bunlardan başka Şam bölgesinde bu yıllarda yetişmiş bulunan Ahmed b. Âsım Antâkî ile Feth Mevsılî ve benzerleri bu mektebin özelliklerine yeni ve farklı bir şey ilâve etmemişlerdir.


d. Bağdad Mektebi, Tevhîd ve Aşk

Asırlar boyu İslâm devletinin pâyitahtı olan Bağdad, aynı zamanda ilim ve kültür merkezi olma özelliğine sâhip bulunduğundan, tasavvufun en büyük temsilcileri ve eser sâhibi müellifleri burada yetişmiştir. Bağdad tasavvuf mektebi Basra mektebinin izlerini taşımaktadır. Bağdad sûfîleri arasında ilk defa "sûfî" adıyla anılan Ebû Hâşim Sûfî ile ilk tasavvuf târifi yapan Ma'rûf Kerhî'nin önemli bir yeri vardır.

Ma'rûf Kerhî ma'rifet ile muhabbet arasında ilgi kurmasıyla ünlüdür. Sevginin bir Hakk vergisi (vehbî) olduğunu, insanlardan öğrenilecek (kesbî) bir konu olmadığını, dolayısıyla makam değil hâl olduğunu ifâde etmiştir.

Hicrî III. asırda Bağdad'da yetişen sûfîlerden biri Mansûr b. Ammâr'dır (ö.225/840). Âteşin bir vâiz ve iyi bir hatib olan Mansûr, "nefs, kalb ve takvâ" gibi gönül âlemine âit kavramlardan ilk bahsedendir. Bağdad'daki Mu'tezile mensuplarının "halkı-l Kur'ân" görüşüne karşı ehl-i sünnet görüşünün savunucusu oldu. Ahmed b. Hanbel ve arkadaşlarının yanında yer aldı.

Bağdad'ın "yalın ayak" anlamına gelen "Hâfî" lakabıyla ünlü sûfîsi Bişr b. Haris (ö.227/841), zühd ve verâ ile tanınmış bir şahsiyetti. Hattâ devrin Abbasî hâlifesi Me'mûn, onun hakkında: "Bu beldede (Bağdad) ondan başka kendisinden çekinilip utanılacak bir kimse kalmadı." derdi. Zengin bir âilenin çocuğu olmasına, çocukluğu bolluk ve refah içinde geçmiş olmasına rağmen, tasavvuf yoluna girince son derece zâhidâne bir hayât yaşamıştır.

Eserleri ve tesiri bugünlere uzanan Bağdad sûfîlerinden biri de Haris b. Esed Muhâsibî (ö.243/857)'dir. O, bir sûfînin eğitim içinde geçireceği gelişmeleri, bu gelişmeler sırasında inkişaf edecek hakîkatleri ve tecellî edebilecek mârifet ve bilgilerle mânevîyat yolunun sıkıntılarını en iyi şekilde anlatmıştır. Daha sonraki tasavvuf müellifleri Kuşeyrî ve Gazzâlî'nin eserlerinde atıflarda bulunduğu Muhâsibî, ilim, takvâ ve hâl açısından eşsiz bir sûfîdir. Ona göre "bâtınını murâkabe ve ihlâsla doğrultan kimsenin Allâh Teâlâ zâhirini mücâhede ve sünnete uymakla süsler."

Muhâsibî kendisinden sonraki mutasavvıflar üzerinde etkili olmuş, eserleriyle tasavvuf târihimizde derin izler bırakmıştır. Otuzu aşkın eseri günümüze ulaşmıştır. Muhâsibî'nin tasavvuftaki metodu, rûhî hayâtın gelişmesine etki eden tesirlerin sebep ve sonuçlarını inceleyen "tahlilci" bir metoddur. Nitekim onun "İbâdetin esâsı verâ, verânın esâsı takvâ, takvânın esâsı nefs muhasebesi, muhasebenin esâsı havf ve recâdır." sözü bu anlamda bir ölçüsüdür. "Muhâsibî" tasavvuf yolunda "nefs muhâsebesi"ni esas aldığı için bu adla meşhur olmuştur.

Muhâsibî ile çağdaş ve arkadaş olan ve Cüneyd Bağdâdî'nin dayısı ve üstadı bulunan Seriy Sakatî, tevhîd ve takvâ ilimlerinden bahseden sûfîlerin ilklerindendir. Önceleri ticâretle meşgul olan bu gönül adamı, daha sonra ticareti bırakarak kendini ibâdet ve zühde vermiştir. Onun tasavvuftaki en önemli özelliği, hakîkat ve tevhîdden ahvâl ve makâmâttan3 bahseden sûfîlerin ilklerinden olmasıdır. Kuşeyrî, Seriyy'i ilim ve hakîkati cem'eden beş kişiden biri olarak saymaktadır.

Ebû Hamza Bağdadî (ö.269/882) özel anlamda Bağdad tasavvufunda, genel olarak tasavvufta zikir safâsı, cem'-i himmet, muhabbet, aşk, kurb ve üns gibi kavramlardan ilk bahsedendir.

Ebu'l-Huseyn Nûrî (ö.295/907) tevhîd konusunu tenzih ve ittisal arası bir ifâde ile anlatan sûfîdir. Cüneyd ile çağdaş ve arkadaştır. Tevhîd konusundaki ince düşüncesi sebebiyle, zaman zaman sıkıntılı ithamlara da maruz kalmış olmakla birlikte, Nûrû'nin fikirleri, Hallaç ve benzerleri için bir ön hazırlık niteliği taşır. Sûfîlerin yanlış anlaşılabilecek bu tür bâzı sözlerini değerlendiren Ebû Nasr Serrâc, el-Luma' adlı eserinde onun fikirlerine özel bir bölüm ayırmıştır.4

Cüneyd Bağdadî (ö.297/909) Tasavvuf ve tarîkatlarda "ser-halka" kabul edilen müstesna sûfîlerden biridir. Daha önce temas ettiğimiz Nişabur mektebi mensubu "sekr ve mânevî sarhoşluğu" önde tutan Bâyezid-i Bistâmî'ye mukabil Cüneyd, "sahv ve temkin"in mümessili sayılır. Onun anlayışına göre insan ayıklık hâlinde nefsinin içinde neler olduğunu fark eder. Halbuki sekr hâli arttığında mes'ûliyetin kalkacağı bir konuma düşer. Sekr, kulun kalbine gelen ve aklını başından alan bir hâl ile olur. Sahv ise sekrden sonra gelen bir hâl olup, insanın elem veren şeyi ayırd etmesine, Hakk yolda elem vereni tercîh etmesine imkân veren bir durumdur.


___________
2.52. bk. Afifi, et-Tasavvuf, s. 101
3.Tezkiretül'-evliyâ, 330
4.bk., s 492-495
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
..:: 3 ::..

Cüneyd, sâhip olduğu sistematik kafa yapısı sebebiyle, tasavvufun esaslarını yaymış ve geniş bir etki alanı oluşturarak, tesirini yıllar boyu sürdürmüştür. Cüneyd, tasavvufu "Hakk'ın seni senden öldürmesi ve kendisiyle diriltmesidir." diye tanımlarken insanın nefsini imhâ etmesi ve Hakk ile ve Hakk'ın irâdesiyle hareket etmesi anlamını kasdetmektedir. Bir başka târifinde Cüneyd: "Tasavvuf, insanlara uymamak için kalbi tasfiyedir." der.

Tabiî ahlâk ile yaşamak, beşerî sıfatları söndürmek, nefsi dâvalardan sakındırmak, rûhânî sıfatları benimsemektir.

Cüneyd, tasavvuf kavramlarından tevhîd konusunda söz söyleyen sûfîlerin ilklerindendir. "Tevhîd, kadîm ile hadîsin arasını tefrik etmektir. Allâh'ın ezeliyet sıfatında tek olduğunu; O'nun fiilini işleyen hiçbir şeyin mevcud olmadığını bilip ikrar etmektir.5 "En şerefli ve en yüce meclis, tevhîd meydanında düşünerek yapılan meclistir."6 Tevhîd yakînden ibârettir. Yâni halkın harekât ve sekenâtının, şeriki bulunmayan Allâh'ın fiili olduğunu bilmesidir. Bunu yapan Allâh'ı tevhîd etmiş olur. Tevhîd bilgisi, tevhîdin vücûduna zıddır. Tevhîdin vücûdu bilgisinden farklıdır, derken vecd ve cem' hâlinde Allâhdan başka birşey görmemek, sahv ve fark hâlinde ise âlemi Allâh saymamak anlayışını ifâde etmektedir. Cüneyd'in tevhîd konusundaki fikirleri Bayezid ve Hallâc'ınkilerden farklı bir konumdadır.

Bu dönemde fenâ ve bakâ kavramlarını ilk defa kullanan ve bu konuda bir eser kaleme aldığı tabakat müelliflerince ifâde edilen Ebû Saîd Harrâz (ö.277/890) aynı zamanda ilm-i bâtın konusunda söz söyleyenlerin ilkidir. Ancak bâtın ilmi konusunu ulu orta değil, belli bir süzgeçten geçirme lüzûmunu ifâde için "şerîatın zâhirine muhâlif olan bâtın ilminin her çeşidinin bâtıl olduğunu" söylerdi. "Fenâ dünyânın fânî olduğunu bilmek; bakâ âhiretin bâkî olduğunu kavramaktır." diye konuşurdu. Yâni onun anlayışına göre fenâ ve bakâ, kulun ubûdiyyetini görmekten fânî olması, amellerini görmemesi; bakâ Hakk'ın rubûbiyyetinde bâkî olması, Allâh'ın güzellik ve ihsânını görmesi, kulluk aczini kavramasıdır.

Bu dönemin en önemli ve en renkli şahsiyetlerinden biri de Hüseyn b. Mansûr Hallâc'dır. (ö.305/917) "Ene'l Hakk" (Ben Hak'ım) sözünü söylediği için zındıklık ithamıyla yargılanan Hallaç araya giren bâzı siyasî sebeplerin de etkisiyle idam edilen ilk sûfîlerdendir. Duygu ve düşüncelerini bazen şiir, bazen de nesirle ifâde etmiş ve onun "Tavâsin" adlı eseri özellikle çok tartışılmıştır. Hallâc'ın sözlerinde küfr kokusu duyanlar olduğu gibi, onun fikirlerini coşkun bir rûh hâlinin ürünü ve sekr, cezbe mahsulü şathiyyât olduğunu söyleyenler de vardır. Sûfîler genellikle Hallâc'ın fikirlerini benimsemiş ve tasavvuf târihi boyunca Hallac hep savunulmuştur. Mevlânâ onun idamını Hakk ile arasındaki ittihad sırrını açığa vurmasında arar ve onu övücü sözlerle yâd eder.

3- H. III ve IV. Asırlar'da Tasavvuf Yolları

Keşfu'l-Mahcûb müellifi Hucvirî bu asırların sûfîlerini oniki fırka olarak tasnif eder ve bu oniki fırkadan onunun yollarının doğru, ikisinin de yanlış olduğunu anlatır. Yanlış yollardan biri olarak da Hallâciyye ile Hulûliyye fırkasını sayar; makbul ve doğru saydığı fırkalar ile kurucuları ve özelliklerini şöyle sıralar:

a- Muhâsibîyye: Haris b. Esed Muhâsibî'ye nisbet edilen fırka olup "rızâ" kavramını makam değil, hâl saymasıyla tanınırlar.

b- Kassâriyye: Hamdûn b. Ahmed Kassâr'a bağlı bir fırka olup "melâmet" esasına dayanır. Melâmet; riyâdan titizlikle kaçınmak, ihlâsa önem vermek, hayrı gizleyip şerri gizlememektir. Hakk katında sıddîk olmak için, halk arasında zındık sayılmaktan korkmamak, şekil ve görünüşe fazla önem vermemektir.

c- Tayfuriyye: Ebû Yezid Tayfur b. İsâ Bistâmî'ye bağlı olan galebe ve "sekr" esasına dayalı bir sistemdir. Tayfuriyye, bakâdan çok fenâyı, farktan ziyâde cem'i, isbattan ziyâde mahvı, temkinden çok telvini, sahvden çok cezbe, sekr ve galebeyi, huzurdan çok gaybeti esas alan bir yoldur.

d- Cüneydiyye: Tarîkatlerde "Seyyidü't-tâife" ve ser-halka kabul edilen Cüneyd Bağdadî'nin "sahv ve temkin" esası üzere kurduğu yolun adıdır.

e- Nûriyye: Ebu'l-Hüseyn Ahmed b. Muhammed Nûriye izâfe edilen yoldur. Bu yolun temel vasfı îsârdır. Kur'ân'daki "ihtiyaç sâhipleri oldukları hâlde kardeşlerini kendilerine tercîh edenler"7 âyetini esas alarak kardeşini kendine tercîh etmektir. Arkadaşlarıyla birlikte yargılanıp idama mahkûm olan Nûrî, celladın: "Önce kimin boynunu vurayım?" sorusuna ileri atılıp " Benim" cevâbını vermiştir. "Neden böyle yaptın?" diyenlere de: "Arkadaşlarımın biraz daha fazla yaşamasını sağlamak için (îsâr)" cevâbını verince, hem kendini, hem de arkadaşlannı kurtarmaya vesîle olmuştur.

f- Sehliyye: Sehl b. Abdullah Tusterî'ye bağlı olan yolun adıdır. Sehl'in yolunun esası "nefsle mücâhede", riyâzat ve çiledir.

g- Hakîmiyye: Ebû Abdullah Muhammed b. Ali Tirmizî'nin yolunun adıdır. Hakîm Tirmizî diye meşhur olan bu zatın yolunun temel vasfı "velâyeti isbattır".

h- Harrâziyye: Ebû Sâit Harrâz'a nisbet edilen yoldur. "Fenâ ve bakâ" kavramından tasavvufî anlamda ilk defa bahseden odur. O'nun târifine göre: "Fenâ, kulun ubudiyeti görmesinden fânî olması; bakâ, kulun ulûhiyyetin tecellîyatı ile bakî olmasıdır."

i- Hafîfiyye: Ebû Abdullah Muhammed b. Hafîfe bağlı olan tarîkattır. Yolun esası "gaybet ve huzur "dur. Gaybet kendinden geçmektir. Kendinden geçen Hakk'ın huzurunda olur. Hakk'ın huzurunda olan kendinden geçmiştir. Kendinden geçmeden Hakk'ın huzurunda olmak mümkün değildir. Bu yüzden her huzur gaybet, her gaybet huzurdur. Biri olmadan diğeri olmaz. Gaybet başlangıç, huzur nihâyettir.

j- Seyyâriyye: Ebû Abbâs Seyyârî'ye izâfe edilen bir yol olup, esası "cem ve tefrik" kavramları üzerinedir. Cem, kulun her şeyi Allâh'da bilerek halkı yok, Hakk'ı var görmesi, fark ise kulun kulluk sıfatıyla Hakk'ı ve halkı ayrı ayrı varlıklar olarak görmesidir.

Tasavvufta daha sonraki yaygın anlamıyla olmasa bile, tarîkat kelimesinin III. ve IV. asırlarda kullanılmaya başladığı görülmektedir. Eser veren müellif mutasavvıflar gibi, eser vermeyen fakat talebe yetiştiren, sözleri ve uygulamaları nesilden nesile ananevî olarak intikâl eden bâzı önemli şahsiyetler de bu dönemde yetişmiştir.

4- H. V., M. XI. Asırda Tasavvuf

V. Hicrî (XI. m.) asır, Bağdad'da bulunan Abbasî hilâfetinin siyasî nüfûzunun azaldığı İslâm dünyâsının doğu bölgelerinde Büyük Selçuklularla, diğer bâzı beyliklerin Mısır'da Fâtımîlerle, Endülüs'te Emevîlerin hakîm olduğu yıllardır.

Bu asır, çok değişik yapıya sâhip mutasavvıfların yetiştiği bir dönemdir. IV. hicrî (X.m.) asırda doğup, V. asırda vefât eden başlıca sûfîler şunlardır:
Ebû Ali Dekkâk, Kuşeyrî'nin kayınpederi ve üstadı olan bu sûfî IV. asırda doğup V. aşırın başında Nişabur'da vefât etmiştir. (ö.405/1014)

Ebû Abdurrahman Sülemî (ö.412/1021), bu devirde yaşayan sûfîlerin en ünlülerinden biridir. Eserleri ve tesirleri açısından kendisinden önceki Muhâsibî'ye benzer. İlk sûfî tabakatını o yazmıştır. Kur'ân'a yazdığı tasavvufî tefsir, sahasının ilklerindendir. İsfahânî ve Kuşeyrî gibi sûfîlerin yetişmesini sağlamıştır.

Harakân'da yetişen ve Bâyezid Bistâmî'den Üveysî yolla feyz alan Ebu'l-Hasan Harakânî (ö.425/1034), Bâyezid gibi cezbeli, halktan uzleti tercîh eden halvet ehli sûfî özelliğindedir. Baba Tâhir Üryan ise tasavvufî heyecanını şiir ve rubâileriyle anlatan bir gönül adamıdır.
Ebû Nuaym İsfehânî (ö.430/1038), muhaddis ve sûfî kimliği ile Hz. Peygamber ve ashâbından başlayarak en geniş zâhid ve sûfî tabakatını kaleme alan mutasavvıftır. Sülemî'nin talebesi, Kuşeyrî'nin de hocasıdır.


___________
5. Risale, 28 vd.
6.Risale, 47 vd
7.el-Haşr, 59/9
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
..:: 4 ::..

Ebû Saîd Ebu'l-Hayr (ö.440/1048), âşık tabiatlı, sohbete önem veren ve halkın arasına çok karışan, celvet ehli bir mutasavvıftı. Vahdet-i vücûd anlayışını yaymaya çalışan, tekke ve dergâhların ihvanının âdâb ve yönetimine dâir ilk prensipleri vaz' eden kişi olarak tanınır. Ebû Saîd Ebu'l-Hayr'ın Esrâru't-tevhîd adında bir eseri vardır.8

Ebû Saîd Ebu'l-Hayr'ın akranı olan Ebu'l-Kâsım Cürcânî (ö.450/1058) de bu devirde yetişen sûfîlerdendir. Cürcânî, Ebu'l-Hasan Harakânî'nin talebesidir.

Bu devirde yetişen âbide şahsiyetlerden biri de Ebu'l-Kâsım Abdülkerim Kuşeyrî'dir (ö.465/1072) er-Risâle adıyla meşhur eseri, tasavvuf klasikleri arasında önemli bir yere sâhiptir. Kuşeyrî ifrat ve tefritten uzak, mûtedil bir tasavvuf cereyanının mümessilidir. Letâifü'l-İşârât adlı eseri de işârî tefsirin ilklerindendir.

Kuşeyrî'nin çağdaşı ve arkadaşı Hucvirî Keşfü'I-Mahcûb adlı Farsça eseriyle bu dönemde tasavvufî yorumlarda önemli bir yere sâhiptir. Kuşeyrî'nin ve Cürcânî'nin talebesi sayılan Ebû Ali Farmedî (ö.477/1085), İmam Gazzâlî'nin mürşidi olarak önemli bir kişiliğe sâhiptir.

Sülemî'nin Tabakâtu's-Sûfiyye'sini, onda bulunmayan bâzı şahısları da ilâve ederek Farsçaya çeviren Ensârî (ö.481/1088), Menâzilü's-Sâirîn adlı Arapça eserinde hâl ve makamları tasnif etmiştir. Bu eser hâller ve makamlar konusunda bu tertib şekliyle yazılan ilk eserlerdendir. Daha sonra bu esere pek çok şerh yazılmıştır.

Ebû Bekr Nessâc Tûsî (ö.487/1094), Ebu'l-Kâsım Cürcânî'nin talebesi, Ahmed Gazzâlînin şeyhidir.

İmam Gazzâlî, şeriata bağlılığı, kelâm ve felsefe gibi diğer ilimlerdeki derinliği ile tanınan bir sûfîdir. Uzun yıllar Nizâmü'l-Mülk'ün yaptırdığı medresede müderrislik yapmış ve ardından Ebû Ali Farmedî'ye intisab ile tasavvuf yoluna sülûk etmiştir. Ebû Ali Farmedî, Nakşî ve Yesevî silsilelerinde yer alan Yusuf Hemedânî'yi de yetiştiren ünlü bir sûfîdir. Gazzâlî'nin İhya ve Kimyâ-i Saâdet adlı eserleri ile el-Münkızü mine'd-Dalâl'i tasavvufun şaheserleridir.

Bu yılların farklı bir sîmâsı, İmam Gazzâlî'nin küçük kardeşi Ahmed Gazzâlî (ö.520/1126)'dir. Ahmed Gazzâlî, İmam Gazzâlî'nin mârifet, ilim ve şer'î hükümlerle ahlâka önem veren anlayışına mukabil, aşk, vecd ve cezbeye önem veren bir tasavvufî, anlayışa sâhiptir.9

Ahmed Gazzâlî'nin talebeleri sayılan Aynül-Kudât Hemedânî, onun görüşlerini birtakım şatahât türü taşkın ifâdelerle geliştirmiş ve bu yüzden tâkîbata uğrayarak idam edilmiştir. Şeyhu'l-İslâm lakabı ile ünlü Ahmed en-Nâmekî el-Câmî (ö.536/1141) bu asrın ünlü sûfîlerinden olup tarîkatı, günahkârları tevbeye sevketmek olarak gören ve emr-i bi'1-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münkere önem veren bir anlayışın sâhibiydi.

Gazzâlî'nin pirdaşı sayılan sûfîlerden biri de Yûsuf Hemedânî'dir. Hânefî mezhebinden olan Hemedânî, Farsça yazdığına bakılırsa Tacik asıllı olmalıdır. Gerek Ahmed Yesevî'nin gerekse Nakşî silsilesinde yeralacak olan Abdülhalık Gucduvânî (ö.595/1199)'nin yetişmesini sağlamış olan Hemedânî'nin Horasan ve Mâverâünnehir tasavvufu üzerinde güçlü bir etkisi görülmektedir.

H.V., M.XI. Asır, daha önceki asırlara göre tasavvufun şiirle ifâde edilmeye başlandığı dönemdir. Daha önce her türlü sanat endişesinden uzak olan tasavvuf şiiri, bu asırdan îtibâren mecaz, kinaye, teşbih ve istiâre gibi edebî sanatlarla süslü tasavvufî remz ve mazmunları taşıyan sanat eserleri hâline dönüşmeye başlamıştır. Özellikle İran'da yetişen şâirlerin çoğu şiirlerinde tasavvufî sembolleri ve mazmunları kullanmışlardır. Sûfîlerin şür ve edebiyata ilgi duymaları gâyet tabiîdir. Çünkü tasavvuf her ne kadar bir kalb ve gönül işi ise, şiir de o kadar duygu ve gönül işidir. Gönül ve duygu dünyâsının tercümanı şiirdir.

Bu devir, sûfîlerin genellikle eserleriyle tasavvufu savundukları ve ehl-i sünnet çizgisinde bir tasavvufu hâkim kılmaya çalıştıkları ve mezheb tartışmalarına girmedikleri bir dönemdir. Sûfîlerin münzevî hayâtları ve nezih tavırları, halkın ve idarecilerin sevgisini kazanmalarını sağlamıştır. Nitekim bu devrin sûfîlerinden Ebu'l-Hasan Harakânî'ye Gazneli Sultan Mahmud'un büyük bir saygı duyarak ve Rey şehrindeki hankâhında kendisini ziyaret etmesi10 ve Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'in Hemedan'da bulunan Baba Tahir Uryan'ı ziyareti bunu teyid eder.


* Kaynak: Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar; Prof. Dr. H. Kamil YILMAZ; Ensar Neşriyat

___________
8.Kasım Ganî, Târîhu't-tasavvuf, s. 670
9.bkz. İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam, ıx, 260; İbn Hallikan, Vefeyât, 1,97, DİA11.70
10.Tezkiretü'l-Evliyâ, s. 668-670
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
TARÎKAT DÖNEMİ
..:: 1 ::..


1. XII ve XIII. Asır'da Tarîkatlar

XI. asır başında yaşamış bulunan Gazzâlî, Tasavvuf târihimizde bir dönüm noktasıdır. Gazzâlî'nin geliştirip sistematize ettiği ehl-i sünnet tasavvufu, Gazzâlî'den sonra müessese bazında faaliyet göstermeye başladı. Bu yüzden XII. ve daha sonraki asırlar, tasavvufun tarîkat şeklinde müesseseleştiği çağlardır. Tarîkatların tekevvün döneminin ardından tasavvufî tefekkürün en önemli simaları (İbn Arabî, İbn Fârıd, İbn Seb'în) bu asırlarda yetişmiştir.

Bir yandan Abbasî hilâfetinin her geçen gün siyâsî nüfûz ve istikrarını kaybetmesi, diğer yandan Batı'dan gelen haçlı saldırılarıyla Doğu'dan gelen Moğol istilâsı, İslâm dünyâsını târumâr etmişti. Bu yıllar Anadolu'da Anadolu Selçukluları ve beyliklerin, Mısır'da Memlüklerin, Irak ve Suriye'de yine muhtelif beyliklerin hüküm sürdüğü bir dönemdir. Siyasî otoritenin zaafa uğradığı bu yıllarda halkın mânevî otoritelere sığındığı ve onların rûhânî himâyesinde ferahladığı dikkat çekmektedir. Halkın ve yöneticilerin XI. asırdan îtibâren sûfîlere gösterdikleri hürmet ve saygının bu asırlarda giderek arttığı görülmektedir.

Selçuklu hükümdarları, sûfîlere samimî bir hüsn-i kabul göstermiş, fethettikleri bölgelerde onlar için tekkeler inşâ ederek vakıflar tahsis etmişlerdir. 545/1150 yılında Amasya'da inşa edilen hankâh-ı Mes'ûdî'yi diğerlerinin takip etmesi, XII. milâdî asırdan îtibâren Anadolu'da birçok mutasavvıfın yerleşmesini sağlamıştır.

VI. ve VII. Hicrî, XII. ve XIII. milâdî asır, tarîkatlerin tekevvün dönemidir. Bugünkü anlamıyla tekkesi, zâviyesi, şeyh ve mürîd münâsebetleriyle ilk tarîkatler bu yüzyılda kurulmuştur. Bağdad'da Abdülkadir Geylânî, Basra'da Ahmed Rifâî, Türkistan bölgesinde Ahmed Yesevî, bu dönemde yetişen ilk tarîkat kurucularıdır.

Abdülkadir Geylânî'nin tam adı Muhyiddin Ebû Muhammed b. Ebû Salih Zengidost'tur. 470/1076 yılında Hazar'ın güneyinde Gilân'a bağlı Neyf'de doğdu. 562/1166 yılında Bağdat'da öldü. İlk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra onsekiz yaşında Bağdad'a geldi. Bağdad'da muhtelif kişilerden dînî ilimler tahsilini tamamladı. Nihâyet Ebu'l-Hayr Muhammed b. Müslim Debbâs vâsıtasıyla tasavvuf yoluna girdi, tarîkat hırkasını giydi. 521/1127 yılından îtibâren Bağdad'da irşad ve nasihat faaliyetlerine başladı. Etkili ve coşkulu vaazları sayesinde sevilen bir mürşid oldu. İlim ve devlet ricâlinden pek çok kimse onun mürîdleri arasına katıldı. O'nun tasavvufî eğitim anlayışında mürîd önce riyâzet ve çile döneminden geçecek, dünyâdan el etek çekecek, sonra sülûkünü tamamlayıp tekrar halkın arasına dönecektir.

Kendisinden sonra gelenlerce, başta İbn Arabî olmak üzere "kutub" ve "insan-ı kâmil" olarak tavsif edilen Abdülkadir Geylânî'nin tarîkatı İslâm dünyâsının her tarafına yayılmıştır. Vaaz ve irşadlarından oluşan el-Gunye, el-Fethu'r-Rabbânî, Fütûhu'l-gayb gibi eserleri vardır.

Abdülkadir Geylânî ile çağdaş olan tarîkat pirlerinden biri de Ahmed Rifâî (ö.578/1183)dir. 500 veya 512/1118 yılında Basra'da doğan Rifâî, dînî ilmleri ikmal ettikten sonra dayısı Şeyh Mansur'dan tarîkat almış, vefâtından sonra da onun postuna oturmuştur. Vefâtına kadar bu hizmeti sürdürerek adına bir tarîkat teessüs etmiştir.

Bu yüzyıllarda Türkistan bölgesinde Sayram şehrinde dünyâya gelen ve Yesi'de yaşayıp oradaki insanları kendi dilleriyle tarîkat, tasavvuf ve İslâm yoluna çağıran bir mutasavvıf daha vardır. O da Anadolu ve Balkanlar'a kadar uzanan bir çizgide tesir ve nüfûz sâhibi olan Ahmed Yesevî'dir. 562/1166 yılları civarında ölen Ahmed Yesevî, Kuzey Türkistan bölgesinde İslâmiyetin yayılmasını sağlamıştır.

Ahmed Yesevî ile aynı şeyhten feyz alarak daha sonra kurulacak Nakşbendîlik'in ilk temel esaslarını kuran Abdülhâlik Gucdüvânî (ö.595/1199) Mâverâünnehr ve Buhara bölgesinde tasavvuf ve tarîkat hizmetini sürdürmüştür. Nakşbendîlik'in "onbir esasını" kuran Gucdüvânî'den Bahâeddîn Nakşbend'in "üveysî" tarîk ile feyz aldığı bilinmektedir.

Aynı yüzyıllarda Kuzey Afrika'da teşekkül eden ve günümüze kadar tesirini devam ettirecek olan Şâziliyye tarîkatının kurucusu ise Ebu'l-Hasan Ali b. Abdullah Şâzilî'dir. 657/1258 yılında vefât ettiğinde yerine Ebu'l-Abbas Ahmed Mürsî'yi hâlef bırakmıştır. Şâzeliye Mısır ve Kuzey Afrika'da en yaygın tarîkatlerden birisidir.

XII. ve XIII. asır, daha sonraki dönemlerde tesir ve nüfûzunu devam ettirecek Kübreviyye, Sühreverdiyye, Ekberiyye, Bedeviyye ve Mevleviyye gibi tarîkatlerin teessüs edip geliştiği yıllardır.

Bunlardan Kübreviyye, Harezmli Şeyh Necmeddin Kübrâ (ö.618/1221) tarafından kurulan tarîkattır. Necmeddin Kübrâ, Moğollarla yaptığı savaşta şehid olmuştur. Tarîkat ve nüfûzu Türkistan bölgesinde saygın bir şeyhtir.

Sühreverdiyye tarîkatı Adâbü'I-mürîdîn müellifi Ebu'n-Necîb Sühreverdî (ö.563/1167 ) tarafından kurulmuş ve zamanının "şeyhler şeyhi" sayılan Ebû Hafs Ömer Sühreverdî tarafından geliştirilip sistemleştirilmiş bir tarîkattır. Ebû Hafs Sühreverdî, uzun bir ömür sürmüş, çağdaşı Halîfe Nasır li-dînillâh'ın saygısını kazanmıştır. Hâlife tarafından Anadolu Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykûbâd'a elçi olarak diplomatik bir görevle gönderilmiştir. Avârifü'l-maârif adlı eseri tasavvuf klasikleri arasında yerini aldığı gibi, tekke ve zâviyelerdeki tasavvufî âdâb ve protokolü ihtiva eden kaynak eserlerden biri olmuştur.

Bahâeddin Zekeriyya Multânî (ö.666/1268) Sühreverdiyye'nin Hindistan temsilcilerindendir. Fahreddin Irâkî, Multânî'nin damadıdır. Şeyhinin vefâtından sonra Hindistan'dan kalkıp Anadolu'ya gelmiş, Konevî ile görüşerek İbn Arabî'nin fikirleriyle tanışmış ve Lemeât adlı eserini kaleme aldıktan sonra 688/1289 yılında Şam'da vefât etmiştir. İbn Arabî'nin en önemli üstadları arasında yer alan Ebû Medyen Şuayb el-Mağribî (ö.590/1194) bu devrin önemli şeyhlerindendir. Abdülkadir Geylânî şarkın (Şeyhu'1-maşrık), o da mağribin şeyhi (Şeyhu'l-mağrib) sayılmıştır.

Ekberiyye tarîkatı Şeyh-i Ekber namıyla ünlü Muhyiddin b. el-Arabî (ö.638/1240)'ye nisbet edilen bir tarîkattır. İbn Arabî, Füsûsu'l-hikem ve el-Fütûhâtü'I-Mekkiyye adlı muhteşem eserleriyle tasavvuf tefekküründe yerini aldığı gibi, aynı zamanda Ekberiyye tarîkatının kurucusu sayılmıştır. Endülüs'te doğup Mısır, Şam, Anadolu gibi o günün İslâm ülkelerinin pek çoğunu gezmiştir. İbn Arabî "vahdet-i vücûd" anlayışını sistemleştiren sûfî sayılır. O'nun yaşadığı yıllar Vahdet-i vücûd inancının İslâm ülkelerinin her yanında değişik kişilerce temsil edildiği yıllardır. Kuzey Afrika'da Abdülhak b. Seb'în, Mısır'da İbnü'l-Fârid bu asırlarda bu düşünceyi temsil eden mutasavvıflar olarak dikkat çekmektedir.

Bedeviyye tarîkatı, 596/1200 yılında Fas'ta doğmuş, 675/1276 yıllarında Mısır'da ölmüş Ahmed b. Ali Bedevî'ye nisbet edilir. Ahmed Rifâî ve Abdülkadir Geylânî gibi büyük mutasavvıfların kabirlerini ziyaret eden Ahmed Bedevî, mânevî olgunluğa eriştikten sonra, Mısır'a gelir ve Tanta şehrine yerleşir. Burada kırk yılı aşkın bir süre halkı irşad ile meşgul olduktan sonra vefât eder ve oraya defnedilir. Ahmediyye veya Sutûhiyye gibi adlarla anılan Bedevîlik, Mısır'da Şâzeliyye'den sonra en yaygın tarîkat olma özelliğini hâlâ sürdürmektedir.

Mevlânâ Celâleddin Rûmî'ye nisbet edilen Mevlevîlik de bu yılların tarîkatıdır. Mevlânâ babası Bahâeddin Veled (ö.628/1231) ve Burhâneddin Muhakkik Tirmizî vâsıtasıyla aldığı Kübrevîlik, Şems-i Tebrizî'den aldığı vecd ve coşkuyu İbn Arabî tesiriyle aldığı vahdet-i vücûd telakkisiyle yoğurmuş yepyeni bir mektep olmuştur. Şems-i Tebrizî, Baba Kemâl Cündî, Şeyh Rükneddin es-Secâsî, Evhadüddin Kirmânî, Fahreddin Irâkî ve Kirmânî ile çağdaştır. Ömrünün çoğunu seyahatlarla geçiren Şems, 642/1244 yılında Konya'ya gelerek Mevlânâ ile tanışmış, onun hayâtını değiştirmiştir. Şiir, edebiyat ve semâya önem veren bu yol, yıllar boyu Osmanlı ülkesinde "kalem efendileri"nin tarîkatı olarak etkin olmuştur.

Burhâneddin Muhakkik Tirmizî, Bahâeddin Veled'in talebesi ve mürîdidir. O'nun peşisıra Belh'ten Anadolu'ya gelip Kayseri'ye yerleşmiştir, Kübrevîdir.

Bu devrin ünlü şeyhlerinden Adî b. Müsâfır Hakkârili olup Musul civarında yaşayıp orada ölmüş (ö.557/1162 ) bir şeyhtir. 606/1209 yılında Şîraz'da vefât eden Ruzbihân Baklî XII. asrın velûd mutasavvıflarındandır. Onun "Meşrebu'l-Ervâh" adlı makam, menzil ve kavramlara dâir eseriyle Şatahâtu's-sûfiyye'si meşhurdur.

Necmeddin Kübrâ'nın halîfelerinden Mecdüddin Bağdadî, (ö.606/1209) Harezmşah Sultanı Muhammed tarafından Ceyhun nehrine atılarak idam edilmiştir. Feridüddin Attar eserinde onu anlatmaktadır. Necmeddin Kübrâ'nın yetiştirdiklerinden biri de Seyfüddin Bâharzî (ö.658/1259) dir. Necmüddin Râzî (ö.628/1230) de bu dönemde eserleriyle tanınan müelliflerdendir. "Necm Dâye" adıyla ünlü Râzî'nin Mirsâdü'I-İbâd adlı eseri meşhurdur. Konevî ve Mevlânâ ile görüştüğü söylenmektedir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
..:: 2 ::..

Baba Kemâl Cündî, Necmeddin Kübrâ'nın hâlifelerinden ve Buhara yöresini aydınlatan gönül erlerindendir. Sa'deddin Hamevî (ö.650/1252) de Necmeddin Kübrâ'nın halîfelerindendir. Şeyh Aziz Nesefî (ö.700/1300) de Sa'deddin Hamevî'nin yetiştirdiklerindendir. el-Maksadü'l-Aksâ ve el-Mebde' ve'l-meâd" adlı eserlerin müellifidir.

Ehl-i sünnet tasavvufu bir yandan gelişip kurumlaşırken, bir yandan Kalenderî, Hayderî gibi şîa fırkalarının tasavvufî örtü ile faaliyet gösterdiği görülmektedir. Özellikle Horasan bölgeleriyle Yemen taraflarında şîa nüfûzu altındaki yerlerde Hasan Sabbâh adlı sapığın geliştirdiği bâtınîlik cereyanı ile İhvân-ı Safâ örgütünün teşkilatlandığı yıllar bu döneme rastlar.

Tasavvufun tefekkür tarafını oluşturan "vahdet-i vücûd" inancının Arap, İran ve Türk mutasavvıf ve şâirlerince en sistematik şekilde terennüm edildiği yıllar yine bu yıllardır. Ömer Hayyâm, Ebu'1-Âlâ el-Maarrî, Ferîdüddîn Attâr, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Hafız bu devrin aşk şâirleridir.

XIII. Asr'a kadar Kur'ân, sünnet ve büyük sûfîlerle velîlerin görüşleriyle teyid edilen tasavvufî düşüncelerin bu asırdan îtibâren artık yavaş yavaş felsefî bâzı kavramlarla îzah edilmeye başlandığı da görülmektedir. Varlık, Allâh ve insanın hakîkati gibi konular, bu yıllarda tartışma zeminine girmiştir.

XII. ve XIII. asır Moğol istilâsının İslâm dünyâsını tedricen doğudan batıya Mâverâünnehir'den Anadolu içlerine doğru kasıp kavurduğu bir dönemdir. Nitekim Cüveynî Târih-i Cihângûşâ adlı eserinde Moğol istilâsını şöyle anlatır:
"Geldiler, yakıp yıktılar, öldürüp astılar ve defolup gittiler."

Böyle bir siyasî ve içtimaî bir ortam, ilim dünyâsının belli ölçüde gerilediği bir dönem olmakla berâber, münferid de olsa, değerli ilim ve fikir adamları ile mutasavvıfların yetiştiği dönem olmuştur. Tasavvuf bir hâl ilmi olmakla birlikte, bu dönemde belli yazılı eserler muvâcehesinde talim olunan bir ilim hâline gelmiştir. Bu dönemde kaleme alınan İbn Arabi'nin Füsûs'u, Konevî'nin ona yazdığı Fükûk'u, Fahreddin Irâkî'nin Lemeât'ı, İbnü'l-Fârid'in (ö.632/1234) "Dîvân" ı tefekkür tarafı ağır basan, tasavvuf düşüncesini zengin kavramlarla açıklayan eserler olarak ilgi çekmektedir.

Bu dönemde hankâh ve dergâhların öneminin arttığı; köyler ve en küçük yerleşim bölgelerine varıncaya kadar yaygınlaştığı görülmektedir. Tarîkat ve şeyhlerin sistemli bir şekilde organizasyonunun bu dönemde başladığı söylenebilir. Nitekim Şihâbüddin Sühreverdî'nin devrin halîfesi tarafından Bağdad'da "şeyhler şeyhi" olarak görevlendirilmesi ve ayrıca Fahreddin Irâkî'nin Mısır'da Memlûk sultanı tarafından "Mısır'ın şeyhler şeyh"i olarak tayin edilmesi bunu gösterir.1

Dergâhlar bir eğitim yeri olarak mürîdlerin ahlâken yetiştirildiği; mürşidlerin irşad için hazırlandığı mekânlardır. O günün şartlarında dergâhlardaki eğitim ve öğretim hizmetleri, nazarî ve aklî olmak üzere iki yolla yapılmaktaydı. Nazarî olan eğitim daha çok mürşidlerin mürîdlere yaptığı nasihat, öğüt ve uyarılardan ibâretti. Amelî eğitim riyâzet, itikaf, nâfile oruç ve namaz, kırk gün süreli halvet ve çile türü şeyler ile semâ ve zikirden ibâretti.

Evhadüddin Kirmânî (ö.635/1237) ve Sadreddin Konevî (ö.673/1274) bu dönemin önde gelen sûfîleridir. Konevî, İbn Arabî'nin talebesi ve muakkıbı sıfatıyla onun fikirlerini yaymış ve Miftâhü-l Gayb, en-Nusûs, el-Fukûk ve en-Nefâhatü-l ilâhiye gibi eserler kaleme almıştır. Mevlânâ ile arkadaşlıkları bulunan Konevî'nin Müeyyedüddin Cündî ve Abdürrezzak Kâşânî gibi talebeleri vardır.

Mevlânâ'nın müritlerinden Hüsâmeddin Çelebi (ö.687/1288) bu devrin namlı mutasavvıflarından olup Mevlânâ'nın Mesnevî'sine ilham kaynağı saydığı bahtiyar sûfîdir. Sultan Veled, Mevlânâ'nın oğludur ve Hüsâmeddin Çelebi'nin vefâtından sonra babasının yerine postnişin olmuştur.

Şihâbüddin Sühreverdî'nin yetiştirdiklerinden Şeyh Sâdî Şirâzî (ö.691/1292) bu asrın mûteber sûfî şâirleri arasında yer alır.

2. M. XIV. ve XV. Asırlarda Tarîkatlar

XII ve XIII. asırlarda tarîkatların kurulup tasavvufî irfânî eserlerin telif edilmesinden sonra, gerek sasyal hayatta, gerekse devlet ricâli nezdinde belli bir konuma erişmiş bulunuyordu. Osmanlı devletinin kuruluş ve yükselme devrine rastlayan XIV-XV. asırlarda tasavvuf ve tarikatler en nüfuzlu dönemini yaşıyordu. Bu asırda Anadolu'da varlığını hissettiren esnaf ve sanat erbâbından kişilerin meydana getirdiği tasavvufî kurumlardan biri de Ahîlik idi. Ahîler silsilelerini Hz. Ali (r.a.) vasıtasıyla Hz. Peygamber (s.s.s.)'e dayandırırlar ve fütüvvet ehli diye anılırlar. Diğer tarîkatların hırkasına mukâbil "fütüvvet şalvarı" giyerler. İçlerinde pek çok münevverin de bulunduğu bu teşkilatın sâdece esnaf topluluğu olmayıp aynı zamanda tasavvufî karakterde bir teşkilat olduğu da görülmektedir.

Ahîlerin Anadolu'ya yayılmaları Abbâsîlerin son devirlerine rastlamaktadır. Diğerleri gibi fütüvvet erbâbı ahîlerin de Anadolu'ya gelişinde Moğol istilâsının büyük tesiri olmuştur. Fakat ahîler bu göç sayesinde hem sahalarını genişletmiş, hem de nüfûzlarını kuvvetlendirmiş oldular.

İbn Batuta'nın Seyâhatnâme'sinde, Sultan bulunmazsa şehrin ahîsinin hâkim olup padişah gibi hüküm sürdüğünü ve gelip gidenlere ihsânlarda bulunduğunu kaydetmesi, ahîlerin tesir ve nüfûzunu göstermesi açısından önemlidir.

Bu devirde pekçok ahî reisinin köylere yerleşerek inşâ ettikleri zâviyeler sayesinde memleketin imar ve iskânı ile dînî tebliğ ve irşad işlerinde hizmet gördükleri bir vâkıadır.

Âşıkpaşazâde'nin Rum erenleri dediği ve Abdalân-ı Rûm, Ahiyân-ı Rûm, Baciyân-ı Rûm ve Gâziyân-ı Rûm diye dörde tasnif ettiği gruplardan Gâziyân-ı Rûm, fütüvvetin seyfî kolu olarak mütalaa edilebilir.
Ahîlerin yanısıra "dâru'l-cihâd" olarak bilinen Anadolu'ya Türkmen babaları ve Ortaasya, Harezm, Horasan havâlisinden Yesevî dervişleri de gelmişlerdir.

Bâbâî hâlifelerinden olduğu rivâyet edilen Hacı Bektaş Velî (XIV. asır), Horasanlı bir Türk olup kendi adına muzaf tarîkatın pîridir. Aşıkpaşazâde, Hacı Bektaş Velî'nin Horasan'dan geldiğini, Menteş adındaki bir kardeşini de berâberinde getirdiğini, niyetlerinin "Baba İlyas"ı görmek olduğunu ve bu maksadla Kırşehir ve Kayseri'ye gittiklerini, Menteş'in bilahare Sivas'a gidip orada şehid olduğunu anlatmakta ve Hacı Bektaş Velî'nin Osmanlı hânedanından herhangi bir kimse ile görüşmediğini belirtmektedir.

Hayâtı daha sonra gelen mensuplarınca iyice menkıbeleştirilen Hacı Bektaş Velî'nin kurduğu tarîkatın mensuplarının Osmanlılar devrinde Yeniçeri ocağının teessüsündeki hizmetleri ise ayrıca kayda değer.

Sûfîlerin halk üzerindeki nüfûzu, hükümdarlarda ve devlet ricâlinde zâten mevcud olan tasavvuf merakını ve mutasavvıfeye karşı temayülü daha da artırdı.

Osmanlı Devleti'nin ilk kuruluşunda medresenin yanında bir tekkenin tesis edilmiş olması ve Dursun Fakih (ö.726/1326)'le berâber Şeyh Edebâli (ö.726/1325)'nin bulunması devletin kuvvetler dengesine atılmış âhenkli bir adım mesâbesindeydi.

Şeyh Edebâli, nüfûzlu bir ahî şeyhi olmasının yanısıra, Osman Gâzi (680/1281-726/1326)'nin kayınpederi bulunuyordu. Târihler onun davarı, nîmeti çok, misafirhânesi dolup taşan zengin bir şeyh olduğunu kaydetmektedir. Neşrî'nin Şeyh Edebâli'nin oğlu Mehmed Paşa'dan naklettiğine göre, bu şeyhin mürîdlerinin Osmanlı Ülkesi'nde sâhip oldukları mevkîler pek yüksektir. Meselâ Bursa fethinde Sultan Orhan'a yoldaşlık eden Ahî Hüseyin, Şeyh Edebâli'nin kardeşi Ahî Şemseddin'in oğlu olduğu gibi Ahî Hasan, Ahî Mahmud ve Çandarlı Kara Hâlil (ö.789/1387) gibi devlet ricâli arasında pek çok ahî vardı.

Taşköprülüzâde (ö.968/1560) ile Âşıkpaşazâde (ö.908/1502), Osman Gâzi devrinde sûfîyeden Şeyh Muhlis Baba (ö.700/1301), Edebâli (ö.726/1325), Şeyh Âşık Paşa (ö.733/1334), Elvan Çelebi (Âşık Paşa'nın oğludur.), Ahî Hasan Çelebi ve Baba İlyas Çelebi ve Baba İlyas Acem gibi azizleri zikretmektedir.


___________
1. bk. Nefahât Tere. s.673
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
..:: 3 ::..

Bunlardan Şeyh Muhlis Baba, Cengiz istilâsından kaçarak Anadolu'ya gelen ve Amasya'da yerleşen Baba İlyas Horasanî'nin oğludur. Selçuklu Devleti'nin parçalanmasını müteakip altı ay kadar Konya'da Emir olarak kalmış ve bilâhare istifa ederek Sultan Osman ile gazalara iştirak etmiştir. Meşhur Âşık Paşa'nın babasıdır.

XIV. Asırda İran'da Sühreverdî şeyhlerinden Şeyh Sa'dî (ö.691/1292) ve Cemâleddin Ezherî (ö.672/1273) gibi şeyhlerin terbiyesinde yetişen İbrahim Zâhid Gilânî (ö.700/1300)'nin halîfeleri vâsıtasıyla Safeviyye ve Halvetiye adlı iki büyük tarîkatın kurulup geliştiğini görüyoruz. Gilânî'nin halîfeleri Kerîmuddîn Ahî Muhammed Halvetî (ö.751/1350) tarafından kurulan Halvetîlik, XV. Asır'dan sonra Osmanlı ülkesinin en yaygın tarîkati olacak, tesir ve nüfûzunu İran'dan Kafkasya, Anadolu ve Rumeli tarafına kaydıracaktır. Safevîlik ise Gilânî'nin diğer halîfesi Safıyyüddîn Erdebilî (ö.735/1334) vâsıtasıyla kurulan, önceleri sünnî ancak daha sonraları şîî temayüller taşıyan, hattâ Safevî-Şîî devletinin kuruluşunu hazırlayan bir tarîkattır. Gilân, İran'ın sünnî bölgesidir. Safıyyüddin, oğlu Şeyh Sadreddin (ö.774/1392) ve onun oğlu Alâeddin Ali (ö.833/1429) genellikle sünnîdir. Alâeddin Ali'nin oğlu İbrahim (ö.851 /1447)'den sonraki Şeyh Cüneyd (ö.864/1460)' de şîîlik ön plana çıkmıştır. Safevî devletinin kurucusu Şah İsmail de Şeyh Cüneyd'in kızı tarafından torunudur.

Sultan Orhan'ın maiyyetinde muhtelif savaşlara iştirak etmiş olan Geyikli Baba, Abdal Musa, Abdal Murad, Duğlu (Ayranlı) Baba gibi babalar, Bâbâî tarîkatına mensup ve Baba İlyas mürîdlerindendi. Bunlar için Bursa'nın Keşişdağı (Uludağ) eteğinde zâviyeler yaptırılmıştı.

Hacı Bektaş Velî'nin Osman Gâzi ile olan münâsebeti hakkında eski Bektaşî menâkıbnâmelerindeki rivâyetlerin sonradan uydurulduğu ve yeniçerilerin kuruluş devrinde yine bu zatın hayır dua ettiği rivâyetinin târihî gerçeklerle îzahı pek mümkün görülememekle berâber, Osman ve Orhan Gâzi devirlerinde serhad harplerine iştirak eden Türkmenlerin büyük bir ekseriyetinin Hacı Bektaş mürîdlerinden olduğu anlaşılmaktadır. Yeniçeri Ocağı 'nın teşekkülü ile ilgili menkıbe, onun hâtırasına hürmeten sonradan bu şekle girmiş olmalıdır.

Hammer'in ifâdesine göre, Orhan devrinde kurulan "Yeniçerilik" mensublarının tamamı hem asker, hem mürîd idi. Hattâ tarîkatın şeyhi 99. Alay'ın miralayı olduğu gibi, dervişlerin de sekizi yeniçeri kışlalarında bulunarak gece-gündüz devletin saâdeti ve arkadaşlarının muzafferiyeti için dua ederlerdi.2

Osmanlı'nın kuruluş yıllarında Şam bölgesinde yaşayan İbn Teymiyye (ö.728/1328), İbn Arabî ve taraftarlarına karşı şiddetli bir taarruz başlatmıştır. Ancak Osmanlı döneminde her nedense Osmanlı ülkesinde İbn Teymiye düşüncesinin pek fazla tesiri görülmemiştir.

XIV-XV. Asırlarda yaşayan Hacı Bektaş halîfesi Taptuk Emre'nin mürîdi olan Yûnus Emre tarîkat pîri olmamakla berâber, heyecanlı bir mutasavvıf ve kelimelere yüksek mânâları rahatlıkla terennüm ettirebilen kuvvetli bir şâirdi.

Devrinde ahîlerin reisi bulunan Edebâli'den sonra bu riyâsetin kime geçtiğini bilemiyoruz. Ancak 1. Murad devrinde bizzat sultanın ahîlerin reisi olduğunu Gelibolu'daki ahî reislerinden Ahî Musa'ya verdiği 767 Recep/1366 Mart târihli icâzetnâme ve vakıfnâmeden anlıyoruz. 1. Murad Hudâvendigâr döneminde, ahîlik teşkilatının artık Rumeli'ye geçmeye başladığı görülmektedir.

Aynı yıllarda Türkistan bölgesinde Yesevîlik ve Hâcegân silsilelerinden feyz alarak yeni bir tasavvufî hareketin serhalkası olacak Şah-ı Nakşîbend Muhammed Bahâeddin Buhârî (ö.791/1389)'nin etkisini hissettirdiği yıllardır. Bursa'ya gelip yerleşen Emir Sultan'ın akrabası Emir Külâl'in hâlifesi olan Şâh-ı Nakşîbend'in kurduğu bu tarîkat, özellikle Mevlânâ Hâlid Bağdâdî'den sonraki dönemde XIX. Asır Osmanlı ülkesinde ve İslâm Dünyâsının her tarafında etkili olacaktır.

Nakşbendiyye'nin Osmanlı ülkesine ilk defa Fâtih devrinde Simavlı Molla Abdullah İlâhî (ö.896/1491) tarafından getirildiği bilinmektedir.

XIV ve XV. yüzyılda Türkistan ve Mâverâünnehir bölgesinde Nakşîbendîliğin güçlü temsilcileri arasında Muhammed Parsa (ö.822/1419) Alâeddin Attâr (ö.802/1399) ve Ubeydullah Ahrâr (ö.893/1490)'ı görüyoruz. Özellikle Ubeydullah Ahrâr, Nakşîliğin yayılmasında son derece etkili olmuş bir sûfîdir. Fatih Sultan Mehmed Han'ın kendisine büyük saygı duyduğu kaydedilen Ahrâr, tabakat yazarlarından Nefehâtü'l-üns müellifi Molla Câmî (ö.898/1492) ile Reşâhât müellifi Safıyyüddin Ali (ö.939/1532)'nin şeyhidir. Özellikle bu sonuncusu Reşâhât adlı eserini Nakşîbendîlik ve adetâ Ubeydullah Ahrâr için yazmıştır.

XIV. Asr'ın sonlarına doğru, bilhassa Ankara'nın fethi (761/1360)'nden sonra ahîlerin Anadolu'daki nüfûzu azalırken, Ekberiyye, Mevleviyye, Zeyniyye tarîkatlarının ise hızla yayılmaya başladığını görüyoruz. Bunlardan Ekberiyye Tarîkatı, Osmanlı ülkesine Dâvûd Kayseri (ö.75l/1349) vâsıtasıyla gelmiş, Şemseddin Molla Fenârî (ö.834/1431) ile gelişmişti. Zeyniyye Tarîkatı ise Abdullatif Makdisî (ö.856/1452) vâsıtasıyla Osmanlı topraklarına getirilmişti.

Bu asırlarda Mısır'da yaşayan İbnü'l-Mulakkın (ö.804/1401), Tabakâtü'l-evliyâ adlı sûfî tabakâtından başka pekçok tasavvufî eserin yazarıdır.

Yıldırım Bayezid devri sûfîlerinden Bursalılarca Emir Sultan diye maruf ve İmam Hüseyin evlâdından Şemseddin b. Ali el-Hüseynî (833/1429) ise Buhâralı olup orada tahsil ve tarîkat terbiyesi görmüştü. Kübreviyye tarîkatının Nur-bahşiye kolundan olan Şemseddin Buhârî, daha sonra hacca giderken önce Bağdad'a, sonra da Anadolu'ya gelmiş ve Bursa'ya yerleşmiştir. Bursa'da şöhreti kısa zamanda artınca Yıldırım Bayezid'in kızı Hunda Sultan'ı alarak damadı olmuş ve Ü. Murad'ın İstanbul muhasarasına (825/1422) yüzlerce mürîdiyle katılmıştı. Timurleng'in Anadolu'yu istilâsı üzerine Emir Buhârî'nin esir edilerek Timur'un nezdine gönderildiği rivâyet edflir.

Yıldırım Bâyezid devri sûfîleri arasında, Ulu Câmî'in ibâdete açılışı (802/1400)'ında ilk hutbeyi okuduğu rivâyet edilen "Somuncu Baba" nâmıyla meşhur Hamîdüddin Aksarâyî (ö.815/1412)'nin müstesna bir yeri vardır.

Bu devirde ahîler yavaş yavaş tarîkat hüviyetlerini kaybederek daha çok bir esnaf teşkilatı havasına girmekle berâber, nüfûzlarını hâlâ devam ettirmekteydiler. Ahîler, Anadolu'da esnaf teşkilatına dönüşürken, Balkanlar'da ise tarîkat hüviyetini muhafaza etmekte idiler. Nitekim Yıldırım Bâyezid, Dimetoka'da bir zâviye yaptırıp ona bâzı vakıflar tahsis etmişti. Bu devrede Yeni Zağra'da Kılıç Baba Zâviyesi, Çirmen'de Musa Baba Zâviyesi gibi, Paşa Livası'nda altmış yedi zâviye bulunuyordu. Tarîkat erbâbına gösterilmekte olan hürmet ve bağlılık bu asırda devam etmiş; fakat bu arada Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin (ö.820/1417) gibi şeyhliği şahlığa çevirmek sevdasına düşenler de olmuştu.

Şeyh Bedreddin, hâlifeleri vâsıtasıyla hem Anadolu'da ve hem de Rumeli'nde hazırlamış olduğu "alevî" muhitlerinde hareket ederek bir nevi "Alevî Kıyamı" demek olan Şeyh Bedreddin vak'asını gerçekleştirdi.

Bayrâmiyye tarîkatı kurucusu Hacı Bayram Velî (ö.833/1429) ile hâlifeleri Akşemseddin (ö.863/1459), Bıçakçı Ömer Dede (ö.880/1475), Akbıyık Meczûb (ö.860/1455), Yazıcıoğlu Mehmed (ö.855/1451) ve kardeşi Ahmed Bîcân (ö.858/1454) Efendiler XV. asır mutasavvıflarının meşhurlarındandır.

Bu devir sûfîleri arasında önce Hacı Bayram Velî'ye intisab ederek damadı olan, bilâhare Hüseyin Hamevî (ö.832/1428)'den Kâdiri tarîkına sülûk ederek Eşrefıyye kolunu kuran Abdullah Rûmî (874/1469)'yi zikredebiliriz.

XV. Asrın ikinci yarısından sonra Bayramiyye tarîkatı muhtelif kollar hâlinde (Şemsiye, Melâmiyye, Celvetiyye) gelişmekte iken Halvetiye ve Zeyniyye tarîkatlarının da bir hayli yaygınlaştığını görüyoruz.

Bu devrede Bayramiyye'nin Şemsiyye kolundan -ki Akşemseddin tarafından kurulmuştur- Kayserili İbrahim b. Sarraf Hüseyin (ö.887/1482) ve Akşemseddin'in oğulları Feyzullah (ö.950/1553), Emrullah (ö.909/1503) ve Hamdullah Çelebi (ö.897/1491) ile Sivrihisarlı Baba Yusuf (ö.918/ 1511) ve Habîb Karamanî (ö.902/1497)'yi sayabiliriz.

Hacı Bayram Velî'nin halîfesi olan Bıçakçı Ömer Dede (Ömer Sikkînî)'ye bağlı bulunan Bayramiyye'nin Melâmiyye kolundan bu devirde Ayaşlı Bünyâmin (ö.926/1520) ile halîfesi Pîr Alî Aksarâyî (ö.945 /1538)'yi Pir Ali'nin oğlu Oğlan Şeyh İsmail (ö.935 /1529) ve halîfesi Ahmed Sârbân (ö.952/1545)'ı zikredebiliriz.


___________
2.Târih, l, 200
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
..:: 4 ::..

Zeyniyye tarîkatından "Vefâ" mahlasıyla tanınan ve Abdullatif Makdisî (ö.856/1452)'nin halîfesi olan Şeyh Muslihuddin (ö.896/1491), bilhassa Fâtih ve II. Bâyezid devirlerinde büyük bir mevki-i îtibâr sağlamıştır. Adına muzâf mahâlde bulunan tekkesine devrin bilhassa münevverleri devam etmekteydi.

Halvetiyye tarîkatı ise İran'da doğmuş olmasına rağmen Anadolu'nun birçok yerlerindeki halîfeleri vâsıtasıyla Türkiye'de en çok yayılan tarîkat durumunda idi. Tarîkatın müessis-i sânîsi olarak bilinen Yahyâ Şirvânî (ö.869/1464)nin halîfeleri zamanı demek olan bu asırlarda, Halvetiyye'nin Anadolu'daki belli başlı temsilcileri olarak Çelebi Halîfe denilen Cemal Halvetî (ö.899/1493), Sünbül Sinan (ö.936/1529), Merkez Muslihuddin (ö.959/1552), Dede Ömer Rûşenî (ö.892/1486), İbrahim Gülşenî (ö.940/1533) ve Ümmî Sinan (ö.958/1551)'ı sayabiliriz.

Bunlardan Cemal Halvetî (ö.899/1493) Yahyâ Şirvânî'nin halîfesi Erzincanlı Pir Mehmed Bahaeddin (ö.879/1474)'den hilâfet almıştır. II. Bayezid'in davetlisi olarak bir ara İstanbul'a gelmiş; Koca Mustafa Paşa dergâhında şeyhlik etmişti.

Merkez Muslihuddin Efendi de Sünbül Sinan Efendi'nin halîfesidir. Aslen Denizlili olup İstanbul'da adına muzaf mahâldeki tekkesinde şeyhlik etmişti.

Aydınlı Dede Ömer Rûşenî ise Bursa'da dînî ilimleri tahsil ederek bilâhare tasavvufa meyletmiş, önce Karaman'da Alâeddin Ali (866/1461)'ye sonra da Şirvan'da Yahyâ Şirvâni'ye intisab ederek halîfesi olmuştu. Halvetiyye'nin Rûşeniyye kolunu kuran bu zat, 892/1486'da Tebriz'de vefât etti.

Osmanlı döneminde tasavvufî-işârî tefsir müelliflerinin ilklerinden Baba Nîmetullah Nahcuvânî (ö.902 /1496) bu dönemde yaşamış bir Nakşbendî şeyhidir. el-Fevâtihu'l-ilâhiyye adlı tefsiri matbudur.

3. M. XVI - XIX. Asırlarda Tarîkatlar


XVI. asır, Osmanlı yükselişinin zirveye ulaştığı asırdır. XVII. asır ise yükselişin sona erdiği, duraklamanın başladığı yıllardır. XVI. asrın sonuna kadar son derece uyumlu çalışan tekke, medrese ve ordu üçlüsünde XVII. yüzyıldan îtibâren çatlamalar başlamıştır. Özellikle tekke-medrese kavgası en hızlı biçimde XVII. yüzyılda gündeme gelmiştir. Bütün diğer alanlarda olduğu gibi bu asırlarda tasavvufî sahada da belli bir gerileme söz konusudur. Bununla birlikte bu dönemde yine bâzı önemli tasavvuf ricâli yetişmiştir. Biz burada başlıcalarını sıralamakla iktifa edeceğiz.

XVI. asır tasavvuf ricâlinden Halvetiyye'nin Sinaniyye kolunun kurucusu Ümmî Sinan Efendi (ö.958/1551) Bursalı veya Prizren'lidir. Âlim olduğu hâlde "Ümmî" lakabını ihtiyar etmişti. İlk intisabı Habîb Karamanî'ye, sonra ise Yiğitbaşı Ahmed Efendi (ö.910/1504)'yedir. İstanbul'da Şehremini tarafında bulunan tekkesinde uzun yıllar şeyhlik etmiştir. Yine bu dönemde Halvetiyye'den Habîb Karamanî'nin hâlifesi Cemâleddin İshak Karamanî'nin (ö.933/1526) pekçok eserleri meyanında bir Vahdet-i vücûd risâlesi kaleme alması ilgi çekicidir.

Yavuz'un Mısır seferi sırasında kabrini ziyaret ettiği ve daha sonra Şeyhülislâm İbn Kemâl'in fetvasıyla akladığı İbn Arabî ve fikirlerinin bu yıllardan sonra Osmanlı ülkesinde daha rahat yayılma zemini bulduğu gözlenmektedir. İbn Teymiye ve taraftarlarının adları pek bilinip duyulmazken, İbn Arabî, Osmanlı ülkesinde hayli etkili olmuştur

Aydınlı Dede Ömer Rûşenî'nin talebesi olan Diyarbakır'lı İbrahim Gülşeni (ö.940/1533), Halvetiyye'nin Gülşeniyye kolu müessisidir. Kanunî devrinde kendisine bâzı isnadlar yapılarak İstanbul'a getirilmiş, İbn Kemâl (ö.940/1533) gibi ulemânın ekâbiri ile sohbetlerden sonra zâhirî ve bâtınî ilimlere vâkıf olduğu anlaşıldığından, bizzat padişah tarafından özür dilenerek salıverilmişti.

Yine bu yüzyıllarda Sofyalı Bâlî Efendi (ö.960/1555) ile halîfesi Nureddinzâde Muslihuddin Efendi (ö.981/1573) Halvetiyye'nin ileri gelen simaları arasında bulunuyordu. Kanunî Sultan Süleyman devrine âit tahrir defterlerine göre Anadolu vilâyetinde 623, Karaman'da 272, Rumeli'nde 205, Diyarbekir'de 57, Zülkadriye (Dulkadıroğulları)'de 14, Paşa livasında 67, Silistre livasında 20, Çirmen livasında dört zâviye bulunmakta idi.

Kanûnî Sultan Süleyman devrinin bir başka renkli sîmâsı ve ilginç sûfîsi padişahla süt kardeş olan Beşiktaşlı Yahyâ Efendi (ö.978/1571)dir.

Bu asırda Mısır bölgesinde yetişen en önemli iki sûfîden biri Kuşeyrî risâlesine şerh yazan Zekeriyâ Ensârî (ö.926/1520), diğeri İmam Şârânî (ö.973/1565)'dir. İmam Şa'rânî gerek et-Tabakâtü'1-kübrâ'sı ve gerekse İbn Arabî fikirlerine dayalı telif ettiği eserleriyle Mısır tasavvufunda önemli bir yere sâhiptir.

Halvetiyye'nin Şabaniyye kolunun kurucusu Kastamonulu Şeyh Şaban-ı Velî (ö.976/1568) bu asrın önde gelen, saygın şeyhlerinden biridir. Tarîkatı da Halvetiyye'nin en yaygın kolları arasında yer alır.

XVI. asrın sonlarında Sivas'tan İstanbul'a gelen Ahmed Şemseddin Sivâsî (ö.1006/1597) ile onun halîfeleri ve yeğenleri Abdülmecid (ö.1049/1639) ile Abdülahad Nûrî (ö.1061/1651), Sivâsîler adıyla anılan bir Halvetî-sûfî ekolünü oluşturmuştur. Sivâsîler XVII. yüzyılda Kadızâdeler ile bâzı konularda görüş ayrılıklarıyla tartışmalara girecekler ve tasavvuf târihimizde bu olay Sivâsîzâde ve Kadızâdeler mücâdelesi olarak geçecektir.

XVII. asrın ünlü tasavvufî simaları arasında sayılabilecek başlıca mutasavvıflar, el-Kevâkibü'd-dürriyye adlı sûfî tabakatının yazarı Mısırlı Abdurraûf Munâvî (ö.1031/1620), Nakşbendîliğin yeni bir veçhe kazanmasını sağlayan ve Hindistan'da hem İslâmiyetin, hem de Nakşîliğin yayılmasında büyük hizmeti geçen ikinci 1000 yılının yenileyicisi İmam-ı Rabbani (ö.1034/1624), Celvetiyye tarîkatı piri Aziz Mahmud Hüdâyî (ö.1038/1628), Kâdirîliği İstanbul'a getirip adına bir tekke kurarak kol geliştiren İsmail Rûmî (ö.1041/1631), Halvetiyye'nin Ramazâniye kolu kurucusu Ramazan Mahfî (ö.1025/1616) ve Mesnevî şarihi Ankaralı İsmail Rusûhî (ö.1041/1630)dir. Rusûhî'nin diğer eserlerinin yanısıra Minhâcü'l- fukarâ adıyla Abdullah Ensârî'nin Menâzilüs- Sâirîn'ine yazdığı Türkçe şerhin tasavvuf târihimizde ayrı bir önemi ve yeri vardır. Füsûs şarihi Bayrâmî Melâmî ricâlinden Bosnalı Abdullah Efendi'nin (ö.1054/1644) altmış kadar eseri vardır ve Konya'da Sadreddin Konevî'nin yanında medfundur.

Aziz Mahmud Hüdâyî ve tarîkatı çevresinde yetişmiş Oğlanlar şeyhi İbrahim Efendi (ö.1066/1655), Sarı Abdullah Efendi (ö.1071/1661) ve Zâkirzâde Abdullah (ö.1068/1658) ile Nev'îzâde Atâî (ö.1045/1635), gerek tasavvufî bilgi ve gerekse terceme-i hâl açısından telif ettikleri eserlerle mühim bir yeri vardır. Özellikle Sarı Abdullah Efendi, Mesnevî Şerhi ve İbn Arabî tarzında kaleme aldığı eserleri ve Melâmî tavrıyla ilginç bir kişiliğe sâhiptir.

Halveti ricâlinden Hulvî Mahmud Efendi (ö.1064/1654) ise Lemezât-ı Hulvî adıyla bilinen evliyâ ve sûfî ricâline âit menâkıb ve hâl tercemelerinden oluşan eseriyle ünlüdür.

XVII. asrın sonlannda vefât eden Halvetiyye'nin Şâbâniye kolundan Karabaş Velî adıyla ünlü Ali Alâeddin Atvel (ö.1090/1679) Halvetiyye'nin, Atpazarî Osman Fazlı İlâhî (ö.1102/1690) ise Celvetiyye'nin güçlü temsilcileridir. Bulgaristan-Şumnulu olan Osman Fazlı renkli bir kişiliğe sâhipti. Sözünü esirgemeyen Osman Fazlı Efendi, devrin padişahlarına kadar pekçok kimseyi irşad etmiş, uyarmış, hattâ bu yüzden zaman zaman sürgün hayâtı da yaşamıştır.

Onun en önemli eseri Bursalı İ. Hakkı (ö.1131/1719)'dir. Bursalı İ. Hakkı'nın yüzden fazla eseri ve geniş bir tesiri vardır. Özellikle Rûhu'l-beyân adlı tefsiri, devrinin olduğu kadar, sahasının da âbide eserleri arasında yer alabilecek özelliktedir.

XVIII. Asrın başlarında Bursalı İsmail Hakkı ile çağdaş halvetî ricâlinden Üsküdar'da Mehmed Nasûhî Efendi (ö.1130/1718), Karagümrük'te Nûreddin Cerrahî (ö.l133/1721), Edirne'de Hasan Sezâî (ö.1151/1738) ve Malatyalı Niyâzî Mısrî (ö.l150/1737) kendi adlarına muzaf şube tesis etmişlerdir. Tasavvufî konularda eserleri bulunan bu şeyhlerden Niyâzî Mısrî ile Hasan Sezâî'nin matbu divanları da vardır.

Sarı Abdullah Efendi'nin torunu La'lîzâde Abdülbâkî (ö.1159/1746) hem Nakşî, hem de Melâmî'dir. Menâkıb-ı Melâmiyye-i Bayramiyye adıyla kaleme aldığı eseriyle, dedesi Sarı Abdullah Efendi'nin yolunda olduğunu göstermiştir.

XVIII. asırda yetişen bir önemli sûfî de Erzurum Hasankaleli İbrahim Hakkı'dır. (ö.1186/1772) Siirt'in Tillo'sunda şeyhi Fakîrullah Efendi'den Kâdirî ve Nakşî eğitimi görerek damadı oldu. Tasavvufî konularda olduğu kadar ilm-i hey'et hakkında geniş bir nüfûz sâhibi olan İbrahim Hakkı'nın en önemli eseri Mar'ifetnâmesi'dir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
..:: 5 ::..

Balıkesirli Abdullah Salâhî-i Uşşâkî (ö.1196/1782), pekçok tarîkatten icâzet almış, altmışa yakın eseri bulunan velûd bir müellifdir. Hâşim Baba (ö.l197/1783) önceleri Celvetî iken Mısır'da Bektaşîliği de meşk edip iki tarîkatı birleştiren ve Üsküdar İnâdiye'de bir tekke açan şâir-sûfîdir. Dîvan'ı, edebî ve tasavvufî açıdan büyük bir önemi haizdir.

Müstakîmzâde Sadeddin Süleyman Efendi (ö.1202/1787) Lâlizâde Abdülbâkî gibi hem Nakşî, hem de Melâmî olan sûfîlerdendir. Hat sanatı ile de ilgilenen Müstakîmzâde'nin elliden fazla irili ufaklı eseri vardır.

Müstakîmzâde'den sonra gelen XIX. asır Nakşbendî ricâli genellikle Hâlidî'dir. XVIII. asrın sonu ile XIX. asrın başlarında yaşayan Hâlid Bağdadî (ö.1242/1826) tarîkata yepyeni bir veçhe kazandırmıştır. Hindistan Delhi'de bulunan Abdullah Dehlevî'den tarîkat terbiyesi gören Hâlid Bağdadî, iyi bir medrese eğitimi görmüştür. Bu yüzden şeriat bilgisi yüksek bir âlimdi. Yeniçeri ocağının kaldırılması ile Bektaşî tekkelerinin kapatılması yıllarına rastlayan bu dönem, Nakşbendî tarîkatının Osmanlı Ülkesinde en yaygın tarîkat konumuna yükseldiği yıllardır.

XIX. asırda İstanbul'da Veliyyüddinzâde Hıfzî Efendi (ö.1253/1837), Bursa'da Hoca Hüsameddin Efendi, (ö.1280/1863) yine İstanbul'da Yahyâ Efendi dergâhında M. Nuri Şemseddin (ö.1280/1863) Çarşamba'da Murad Molla dergâhında M. Murad Efendi (ö.1264/1848) ve İstanbul'da doğup Medîne'de vefât eden Bursalı Hüsameddin Efendi'nin halîfesi Vahyî Mustafa (ö.1295/1878) Karabağlı Hamza Nigârî (ö.1304/1887) Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddin (ö.1313/1893) ve Hakkârili Şeyh Tâhâ (ö.1269/ 1853) irşad hizmetleri ve eserleri ile Osmanlı topraklarında hizmet veren Nakşî-Hâlidî şeyhleridir.

XIX. asırda yaşayan Halvetî-Şabanî şeyhlerinden Kuşadalı İbrahim Efendi (ö.1262/1846)'nin ilim adamları ve devlet ricâli yanında saygın bir kişiliği vardır.

XIX. asrın en büyük müellif sûfîlerinden biri de hiç şüphesiz Bursalı M. Tâhir Beyin "Hâce-i irfanım, veliy-yi nîmetim" diye andığı Harîrîzâde M. Kemâleddin Efendi'dir. (ö.1299/1882) Onun Tıbyânü vesâiti'1-hakâik adlı tarîkatler ansiklopedisi niteliğindeki eseri, sahasında önemli bir boşluğu doldurmuştur. Harîrîzâde çok genç yaşta vefât etmiş olmasına rağmen kırka yakın eser bırakmıştır.

4. XV1.-X1X. Asırlarda Başlıca Tasavvufi Olaylar

XVI. asır İslâm dünyâsında Osmanlı hâkîmiyetinin tamamlandığı, ilmî, idarî, askerî, edebî alanlarda ilerlemelerin en ileri seviyeye ulaştığı dönemdir. Bu yüzyıldan Osmanlı'nın çözülüş asrı olan XIX. yüzyılın sonuna kadar meydana gelen tasavvufî olayları şöylece maddeler hâlinde özetleyebiliriz:

1) XVI. yüzyıl bütün tarîkatlerin kuruluşunun tamamlandığı, tarîkat ve âdaba dâir eserlerin te'lifinin hemen hemen sona erdiği yıllardır.

2) Osmanlı ülkesinde düşünce hürriyyetinin bir meyvesi olarak İbn Arabi'nin Şeyhü'l-İslâm îbn Kemâl fetvasıyla aklanmasından sonra özellikle şiir ve edebiyatta "vahdet-i vücûd" fikrinin yaygınlaştığı yıllardır.

3) XVII. yüzyılda medreselerle birlikte tekkelerin de gerilemeye başladığı, tekke şeyhliklerinin "yoldan gelme" esasına göre değil de "belden gelme" usulüne göre düzenlenmesi, tekke eğitiminde belli bir seviye düşüşü meydana getirmiş ve ehil olmayan bâzı kişilerin şeyh oğlu olmak avantajı ile tekkelere şeyh tayin edildiği çok görülmüştür.

4) Kadızâdeler ile Sivâsîzâdeler arasında XVII. yüzyıldaki tekke-medrese kavgası zaman zaman grubların birbirini tekfirine varan boyutlara ulaşmıştır.

5) XVIII. yüzyılda gerileyen tekke ve medrese eğitimine rağmen, Bursalı İsmail Hakkı ve Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi iz bırakan iki büyük mutasavvıf yetişmiştir.

6) Yeniçeri ocağının kaldırılması üzerine, Bektaşî tekkeleri de kapatılmış ve şeyhliklerine Nakşî, Kâdirî ve Mevlevî hâlifeler tayin edilmiştir. Böylece Nakşbendîliğin Hâlid Bağdadî'den sonra XIX. yüzyılda etkinliği artarken, Bektaşîlik daha sırrî bir tarîkat hâline gelmiştir.

7) XIX. yüzyılın sonunda ikinci Abdülhamid Han zamanında bütün müesseseler gibi tekke ve dergâhların düzenlenmesi için bir takım ıslahat hareketleri başlatılmış ve "meclis-i meşâyıh" kurulmuştur. Meclis-i meşâyih nizamnâmesi ile tekkelerin ve tekke şeyhliklerinin düzeltilmesine çalışılmıştır.

8) XIX. yüzyıl sonlarına doğru gazete ve dergi neşriyâtının yaygınlaşması üzerine, tekke çevrelerinde de birtakım neşriyât faaliyetleri olmuş, Cerîde-i Sûfiyye, Beyânü'l-hak ve Tasavvuf gibi dergiler çıkarılmıştır.

9) Tarîkat ve tekkelerin düzenlenmesiyle ilgili ıslahat çalışmaları, aynı yıllarda Mısır'da da gündeme gelmiştir.

10) Bâzı tekkeler ehil şeyh bulunamadığı için kapatılmış ve tekkeler toplumda belli bir nüfûz kaybına uğramıştır. Bütün bunlara rağmen XIX. asrın sonlarında İstanbul'da üçyüzden fazla tekkenin bulunması, 300-500 bin civarındaki nüfusa oranla büyük bir ilgi göstergesi sayılabilir.


* Kaynak: Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar; Prof. Dr. H. Kamil YILMAZ; Ensar Neşriyat
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Tasavvufun Esasları ve İlerleme

SEYR Ü SÜLÛK VE NEFSİ TEZKİYE

Seyri sülûk insanın tasavvuf disiplini altında yürüyüşünü ifade eden bir terimdir. İnsan sonsuz bir sefer içindedir. Bizim bitişini gördüğümüz, sülûkun dünya planında yürüyen kısmıdır.

Seyri sülûk, eğilim, renk, irk, iklim vs...ye göre bir takım farklı özellikler gösterir. Son çağların en büyük İslam düşünürlerinden biri olan Sah Veliyullah Dehlevi sülûkun amacını, insan yapısındaki enerjiyi -Veliyullah buna hayvani enerji diyor- tanrısal enerjinin- Veliyullah buna melekliğe ait enerji diyor- kontrolü altına vermek olarak gösteriyor.
Sülûkun Şartları:

1.Mürside Teslimiyet:
sülûkun ilk şartı mürşide teslim olmaktır. Mürşitsiz sulûk mümkün değildir. Dinin hükümleri, emirler-yasaklar bu isin genel çizgilerini, asgari müştereklerini verir. Mürşid bu asgari müşterekler üzerine oturttuğu disiplini sayesinde ferdin sübjektif dünyasını aydınlatır ve onu yüceltir.

2.Geçmişi Silerek Zihin ve Şuuru Berraklaştırmak:
Erdirici bir sülûk devresine girmek için geçmişi ve geçmişe ait değer hükümlerini paranteze almak, bunların işe yarayanları varsa sonradan kullanılmak üzere bekletmek gerekir. Tasavvuf tarihi bize bu, "paranteze alma" nın çok ilginç örneklerini vermektedir. Yola giren padişaha dilencilik yaptırılmış, intisaba etmek isteyen vezire sokaklarda sakatat sattırılmış, devrin en büyük ilim otoritelerine tekkenin helaları temizlettirilmiş vs.

3.Makam ve Menzillere Tam Uymak:
Sülûk bir takım şartlara uymakla gerçekleşir. Bu şartların her biri bir makama bağlıdır. Makamın biri tamamlanıp şartları yerine getirilmeden öteki makama geçilmez. Çünkü makamları aşmak kesbidir. Yani kul kendi gayret ve emeğiyle çözecektir bu isi. Gelip geçici tecelliler bir anlam taşımaz. Hal ve cezbe, lutuf eseri olarak gelir ve geçer. Makam ise kulun kendi gayret ve mücadelesinin sonucu ve meyvesi olduğu için süreklidir.

Bütün sofilerin öncelikle tanıdıkları makam tevbe makamıdır. Bu makam aşılmadan hiçbir makama geçilemez.

Tavassufun ideal insanı, insan-i kamil diye adlandirilir. İnsan-i kamil, fena fillah (Allah'ın iradesinde kaybolmak) mertebesine eren insana denir. Fena fillah "olumlu iradeyi Yaratici'nın iradesinde eritmek" tir.

İnsan-i kamil adayının vereceği ilk ve en önemli savaş kendi iç aleminde meydana gelecektir. Dış alemde (buyuk alemde) verilen savaş fertler, milletler arasında olduğu gibi, küçük alemdeki savaş da o aleme has birtakım kuvvetler arasında olmaktadır. Bu kuvvetlerin başında nefisle ruh gelmektedir. Hırslar, hevesler, şehvetler....nefsin güçlü kollarıdır. Bu güçlü kollara karsı, ne yazık ki ruhun sadece aşk, samimiyet, gözyaşı, ıstırap, sevgi....gibi, vurucu-kırıcı olmayan yumuşak parmakları vardır. Bu mücadelede ruh hesabına başarının dünya planında elle tutulur örneği insan-i kamildir.

Tasavvuf düşüncesinde nefsi öldürme değil ıslah esastır. Peygamberler, olumlu sıfatları yok etmek yerine ıslah etmeyi, daha doğrusu onları lekeleyen bozukluk ve pislikleri gidermeyi esas almışlardır.

Nefs ve ruh aynı bütünün (benliğin) iki parçası, kutbudur. Benliğin pozitif kutbuna ruh, negatif kutbuna nefs demekteyiz. Her şey gibi benlik de iki kutbun varlığıyla ayakta durur. Nefsi çıkartıp atarak bir yere varamayız. Çünkü, o bütün kötülüklerine rağmen en yüce noktalara çıkması için insana mervidenlik yapmaktadır. Ten ve ruh iç içedir.

Ruh, insanın Allah'tan kaynaklanan yönlerinin bütünü, nefs ise beden kaynaklı vasıflarının tümüdür. İlim çevrelerinin, özellikle ruh hekimlerinin "ruh" dedikleri de, nefsin tecellilerinden başkası değildir. Tasavvuf erbabı buna ruh-i hayvani demiş ve onu olumsuz olan ruhtan ayırmıştır. Yukarıda sözü edilen ruh ise ruh-i insani adını alan ve Allah'tan bir parça olan tarafımızdır.

Tasavvuf terimi olarak nefs "Kulun sıfatlarının, huylarının, davranışlarının kötülerine verilen addır. (Kuseyrî; Risale,1/305) Nefsin ahkamının en fenası, kendi arzusuna uygun olan şeye "iyi, güzel" demesi ve arzuladığı her şeyi yapma hakkına sahip olduğu vehmini taşımasıdır.

Nefs, bir hayat kuvveti olup, hiçbir mucahede onu saf dışı bırakamaz. O, temelli susturulamaz. En emin yol, nefsin devamlı arzu ve isteklerine devamlı hayır demektir. Nefse muhalefetle bütün hareketler ibadet haline gelir.

Nefs, bedensel dilek ve davranışların kaynağıdır. Tıpkı ruh gibi vücut kalıbımızda iş görür. Ruh, nefsi, nefs de ruhu esir edebilir.

Nefs, tabiatı gereği ruhun vazife ve isteklerinin tam tersini gerçekleştirmek ister. Oysa ki kul, edeb'i kemale erdirmeye memurdur. Bu yüzdendir ki nefse tolerans tanımak, ruhun esaretine zemin hazırlamak demektir. Nefsin istekleri bir problem, bir hastalık oluyorsa, ilaç, onun isteklerinin tam tersini yapmaktır. Mevlânâ nefse eşek diyor ve kurtuluşu eşeğin gittiği yönün tersine gitmekte buluyor. Nefsi hizaya getiren, işi kökünden halleder.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Tasavvufun Esasları ve İlerleme

TASAVVUFTA İLERLEME

Bir tarikata giren sâlik, eskiden şunları yapardı:

1- Kalbinde şeyhine karşı en ufak bir itiraz yer almazdı. Tam teslimiyet sahibi idi. Sükûtu bilirdi. Çünkü sükût mahallinde sukût, konuşmak mahallinde konuşmak daha şereflidir. Konuşulacak yerde sukût, sukût edilecek yerde konuşmak aklın noksanlığındadır. Hikmet on kısımdır, dokuzu dinlemek, biri de kötülerden, kötülüklerden uzlettir, el çekmektir.

2- Ehl-i dünyadan uzak durur, ehl-i kemal ile sohbet ederdi. Allah dostundan başkası ile dostluk etmezdi.

3- Günâhlardan el çekerdi. Hep nefsi ile mücâdele ederdi. İhtiyâç kadar yiyip içerdi. Çünkü açlık müşâhedeye [Kalb gözünün açılmasına] ve uzlete [kötülerden uzak durmaya] alıştırırır.

4- Abdestsiz bulunmazdı. Hep Allah'ı zikrederdi. Zikri aslâ ihmâl etmezdi. İhlâs ile ibâdet ederdi.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
TARİKATA SÜLÛK ETMEK
..:: 1 ::..


Mîrâcü'sseâde kitabında nakledildiğine göre İmam Rabbânî kuddise sirruh şöyle buyurmuşlardır: "Bir kimse tarikata sülük etmek, şeyhe intisab etmek üzere geldiği zaman şeyhin ona ilk emredeceği şey istiharedir. Şeyh müridin durumuna göre istihareyi üç veya yedi defa yaptırır. Eğer şeyh, müridin kalbinin mutmein olduğunu ve arzusunda sâdık bulunduğunu görürse bu da istihare yerine geçer ve doğrudan doğruya tarikatı telkin eder.
Şeyhin istihareden sonra ilk emredeceği şey tevbedir. Burada müridin icmâlî, yani bütün günahlarını hesaba katarak bir tevbe yapması emrolunur. Mürid, sülûke başlarken bütün günahlardan tevbe eder.

Bu zamanda himmetlerin zayıf olması sebebiyle şeyh müride yükleyeceği vazifeleri az az yükler. Hepsini birden vermez. Bir müddet böyle devam eder."

Sonra şeyh müridin haline münasib bir mikdar zikir verir. Müridin vazifesine sadâkat göstermesine, işe önem vermesine göre gerekiyorsa zikir vazifesini artırır. Sonra tedrici olarak tarikatın âdâb ve erkânını anlatır, onu Allah'ın kitabına ve Rasûlünün sünnetine mutlak surette bağlı kalmaya teşvik eder.

Müride kesin olarak kabul ettirir ki: Allah'a vasıl olmak ancak Kitab ve sünnete uymakla mümkün olacaktır. Müridi şu konuda da uyarır: Şayed Kitab ve sünnete aykırı düşen bir keşif ona arız olmuşsa buna itibar edilmez.

Şeyh, bir talibden söz almak istediği zaman, şeyh bir defa Fatiha-i şerifeyi, üç defa İhlas-ı şerifi okur, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem'e ve sonra evliyaullahın ruhlarına ruhlarına hediye eder. Sonra şeyh müride, gözlerini yummasını ve başını kalbi üzerine eğip hayalen kalbine yönelmesini emreder. Sonra müridin haline münasib olan ve ileride nakledeceğimiz zikirlerden bir kısmını telkin eder.

İmam Rabbânî hazretlerine bir defasında şunu sordular: "Bazı erkekler ve kadınlar, yemeleri, giymeleri faizden, Haramdan temiz olmadığı halde tarikata girmek istiyorlar. Bir de "Biz bu faizi hile- i şer'iyye olarak alıyoruz" diyorlar. Bunlara tarikat âdabını öğretmek layık mıdır? Yahud böyle kimseler tarikata girmeye ehil midirler?"

İmam Rabbânî hazretleri şu cevabı verdi: "Onlara zikir telkin edin, tarikat âdabını öğretin ve haramlardan sakınmalarını emredin."

Müellif der ki: Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem de faizle ve haramla meşgul olanlara islâmiyeti telkin etmiş, irşadından onları hariç bırakmamıştır. Kâmil mürşidler de Rasûlullah'a uyarak böyle yaparlar.

Avârifu'l-Meârif'de der ki: "Eğer kul, ibadet ve batında süm'a kokusu duyarsa ibadeti terk etmez. İbâdete devamla birlikte bundan kurtulmak için çalışır, Allah'a istiğfar eder. Süm'a, bir ibadeti başkaları işitsinler diye yapmak veya işitmelerinden zevk duymak demektir.
Muhammed Masum kuddise sirruh yine buyurur ki: "Eğer tarikat aranmadan, zahmet çekilmeden kolayca alınır ve intisab etme işi çabucak gerçekleşirse genellikle himmeti zayıf olan talihler bu işin yüceliğini idrak edemeyerek basit zannederler. Bir şeyi arzu ettikten sonra maksada vasıl olmak, arzu edilen şeyi aziz bilmek ve ona layık olan değeri vermekle mümkün olur. Bu intisabın bir an önce gerçekleşmesini isteyenler, acelecilik gösterenler gerçek talibler olmadıkları gibi, sohbete alınmaya da layık kimseler değildirler. Bilindiği gibi dünyalık bir şeyi elde etmek için dünya talibi olanlar diyar diyar gezmekte ve usanmamaktadırlar. Hak ve hakikati arzu edenler ise bunlardan daha az himmetli olmamalıdırlar. Onlardan daha çok fedakâr olmalıdırlar. Sabırlı, azimli ve kararlı olmalıdırlar. Bilmelidirler ki, asırlar boyunca Hak âşıkları, hak ve hakikati bulmak için diyar diyar gezmişler, dünyalık maksadlarla değil, sadece Allah'ın rızasını tahsil için uzak memleketlere hicret etmişlerdir.

Nakşbendiyye büyüklerine göre vâsıl olmak için dört esas vardır: Birinci esas: Sohbet. İkinci esas: Rabıta. Üçüncü esas: Şeyhin telkin ettiği zikre devam. Dördüncü esas: Teveccüh ve murakabe.

Hakiki ve kâmil bir şeyhin sohbetine devam etmek en güzel ve en sağlam esastır. Sohbetten istifade etmenin iki şartı vardır:

Birincisi:
Peygamberimizin sünnet-i seniyyelerine tam uymak,

İkincisi:
Kâmil şeyhe muhabbet beslemek. Bunun birtakım edebleri vardır. Fakat hepsi bu iki şartta toplanır. Bu güzel ahlâkı öğrenip onu tatbik etmek, diğer ahlâkî esaslara da riayet etmeyi gerektirir.

Vuslat esaslarından birisi de şeyhin telkin ettiği zikre devamdır.

Nakşbendî tarikında silsileyle gelen zikir hafî zikir, yani kalble yapılan zikirdir. Bu da Zat ismi olan ism-i Celâli "Allah Allah" diye kalble zikretmektir.

Hadîka'da der ki: "Zikrin birçok âdabı vardır. Fakat biz onların en önemli olanlarını ve mürid için herhalde lâzım olanları söyleyeceğiz: "Önce beden temizliği geliyor. Allah'ın emrettiği şekilde temizlen. Sonra kalbini heva, hırs, şehvetlere düşkünlük ve mâsivâya eğilim göstermekten istiğfar ile temizle. Sonra güzelce abdest al, halvethanene gir. İki rek'at abdest-şükür namazı kıl. Dua et ve namaz kılarken yaptığın gibi kıbleye doğru otur. Dilinle istiğfar ederken kalbin de istiğfar etsin. (Verilen sayı kadar).

Sonra alabildiğine bir mahviyet, inkisar ve huşu ile kusurlarını ve günahlarını hatırla. Sonra çok yakında muhakkak gelecek olan ölümünü gözün önüne getir. Şu anda alıp verdiğin nefeslerini dünya hayatındaki son nefeslerin olarak kabul et. Kabre yalnız başına konulduğunu ve orada bırakılıp gidildiğini bütün safhalarıyla düşün.

Sonra bir defa Fatiha-i şerifeyi ve üç defa İhlâs-ı şerifi okuyup sevabını Hazret-i Nakşbend kuddise sirruh'un rûhâniyetine hediye et. Sonra mürşid-i kâmilin simasını kendi nâsiyene bağlı olarak düşün. Gözlerini kapa, dilini damağına yapıştır, dişlerini dişlerine , dudaklarını dudaklarına yapıştır. Nefesini kendi haline bırak. Sol memenin altında bir et parçası olan kalbine yönel. Zikrinin mânâsını derinden derine düşünerek Hak Teâlâ hazretlerinin Zât ismini zikret. Zikrin başlangıcında kalb diliyle zikreder.

Şayed bir ihtiyaç için konuşmaya mecbur olursan zikrini kesmeden birkaç kelime konuş ve devam et. Hiçbir an kesilmemesi gereken bu zikre Nakşbendî büyükleri "vukûf-i kalbi" derler. Eğer bu layıkıyla yapılırsa kalb zikrettiğini müşahede ederek rüsuh peyda eder.

Sonra zikrini Ruh'a nakleder. Latîfe-i ruh, sağ memenin altındadır. Sonra zikrini Sırr'a nakleder. Latîfe-i sırr, sadrın sol tarafındadır. Sonra Hafî'ye nakleder. Latîfe-i hafî, sadrın sağ tarafındadır. Sonra Ahfâ'ya nakleder. Latîfe-i ahfâ, sadrın tam ortasındadır.
Muhammed Ma'sum kuddise sirruh hazretleri el yazısıyla şunları yazmıştır: "Bu letâiflerin nurlarına gelince: Latîfe-i kalbin nuru sarı, Latîfe-i ruhun nuru kırmızı, Latîfe-i sırrın nuru beyaz, Latîfe-i hafînin nuru siyah, Latîfe-i ahfânın nuru yeşildir.

Bu beş letaif (letâif-i hamse), Cenab-ı Hakk'ın "kün" yani "ol" emriyle yarattığı âlem-i emirdendir ki maddeden yaratılmamıştır. Cenab-ı Hak, bunları maddeden yarattığı halk âleminin beş latifesiyle terkib etmiştir.

Bu letaif de nefs-i natıka ve dört unsurdur. Yani toprak, su, hava, ateş.
Sonra zikrini nefs-i natıkaya nakleder. Nefs-i natıka beyindedir. Bu dört unsurun hepsi de onda dürülüdür.

Bu yerlerden her birisi, yukarıda zikredilen tertib üzere zikir mahallidir. Zikir, latife-i nefisde yerleşince latîfe-i cesede intikal eder. Bu da zikri, cesedin tamamıyla yapmaktır. Mürid Hazret-i Peygamber'in: "Sanki sen onu görüyormuşsun gibi ibadet et" emrine bundan sonra lâyıkıyla riayet etmeğe başlar. Buna sabırla ve dikkatle devam eder. Artık o hale gelir ki bütün zerreleriyle zikreder. Zikretmeyen hiçbir uzvu kalmaz. Bundan sonra sultân-ı zikr, yani zikrin bütün varlığına hakim olması gerçekleşir. İnsanın her tarafında artık zikrullah hakimdir. Bundan sonra çevresindeki her şeyin de Allah'ı zikrettiğini müşahede eder ve varlıkların zikirlerini duyar.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
..:: 2 ::..

"Kâinatta hiçbir şey yoktur ki O'nu hamdiyle tesbih etmesin" (İsrâ suresi/44) hakikatini anlar.

ZİKRİN ADABI

İmam Şa'rânî kuddise sirruh Nefehât'ında der ki: "Büyüklerimizin öğrettikleri zikir âdabı, müridlerin kalblerinin canlanması için riayet etmelerini tavsiye ettikleri edebler çoktur. Bunlardan beşi zikrin telaffuzu ile ilgili, onikisi zikir haliyle, üçü de zikirden sonrası ile alâkalıdır.

Sâlikin riayet etmesi lâzım gelen ilk beş şart şunlardır:

1- Tevbe. Tevbenin hakikati, müridi ilgilendirmediği halde meşgul olduğu lüzumsuz işlerden, lüzumsuz sözlerden tevbe etmesidir. Zünnun Mısrî buyurur ki: "Dünyayı sevdiği halde zikrin tadını aldığını iddia eden kimsenin sözüne inanmayınız."

2- Zikir için gusletmek yahud abdest almaktır. Bâyezid Bistâmî kuddise sirruh ne zaman zikre oturacak olsa abdest alır ve ağzını yıkardı.

3- Sükûnet ve sükutdur. Kalb "Allah Allah" demekle meşgul olur. Telaffuzsuz olarak tefekkür eder. Sonra kalbin "la İlahe illallah" demesine dil de iştirak eder.

4- Zikre başlarken şeyhinin himmetini kalbiyle ister.

5- Bu istemesini gerçekte Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den istemek olarak bilmelidir. Çünkü şeyhi onunla Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem arasında vâsıtadır.

Zikir halinde riayet edilecek oniki edebe gelince:
1- Namaz kılarken nasıl temiz bir yer seçiyorsa zikir için de temiz bir yerde oturması lâzımdır.
2- Ellerini dizleri üstüne koymalıdır.
3- Zikir meclisini güzel koku ile kokulandırmalıdır. Aynı şekilde elbisesini de temiz koku ile kokulandırır.
4- Helâlından ve temiz elbise giymelidir.
5- Eğer bulabilirse karanlık veya loş bir yer seçmelidir.
6- Gözlerini kapamalıdır. Bunun sebebi şudur: Gözler kapandığı zaman beş duyunun dünyaya açılan kapılarından en önemlisi kapanmış oluyor. Kalbe bağlı duyular bundan sonra açılır.
7- Şeyhinin sîmâsını tahayyül etmektir.
8- Zikirde sıdk sahibi olmaktır. Gizli ve açık onun yanında eşit olmalıdır.
9- İhlas. Bu da ameli bütün karışık şeylerden temizlemektir.
10- Zikir lafızlarından kendine göre tercih yapmaz. Şeyhi kendine neyi telkin etmişse ona devam eder.
11- Müşâhedelerindeki derecesine göre zikrin mânâsını kalbine düşürür. Ulaştığı her manevi zevki şeyhine anlatır ki o da tarikat âdabının geri kalan kısmını ona öğretsin.
12- Zikir halinde iken Allah'dan başka bütün mahlûkâtı kalbinden sürüp çıkarmaktır. Kalbden bütün mâsivâyı sürüp çıkarmalarının sebebi, "İllallah"ın kalbde yerleşmesidir. Bu kalbde yerleşirse diğer azalara sirayet eder.

Zikirden sonra riayet edilecek üç edebe gelince:
1- Sükûnet halini muhafaza edip zikirden hasıl olacak faydayı gözetlemesi lâzımdır. Zikirden azamî istifadeye sebeb olacak şey riyâzat ve mücâhededir.
2- Nefesi tutmak (habs-i nefes). Basiretin nurlanması, perdelerin açılması, nefsin ve şeytanın havatırının kesilmesinin en çabuk yolu budur. Bunun da en fazla mikdarı yedi nefesdir. Her bir nefes, kişinin tahammül edebileceği en uzun nefes olacaktır.
3- Zikirden sonra su içmekten sakınmalıdır. Çünkü zikir bir yanıklık, bir şevk ve heyecan, zikredilene karşı bir iştiyak hasıl eder. Zikirden beklenen en büyük şey de budur. Zikirden sonra su içmek bunu söndürür.
Zâkir bu üç edebe de dikkatle riayet etsin. Zikrin faydası bundan sonra kendini gösterir. Allah en bilendir.

NEFY U İSBAT

Nakşbendî büyüklerinden gelen ikinci zikir şekli, kalb ile yapılan hafî zikrin nefy ü isbât ile yapılmasıdır. Hadîka'da beyan edildiği şekilde, müride telkin edilen "La ilahe illallah" kelime-i tevhidi nefy ü isbât ile yapılır. Âdabı şöyledir:

Dil damağa yapıştırılır, nefes göbeğin altında hapsedilir, sonra tahayyül ederek dimağın sonuna kadar "la" çeker. Oradan "ilahe" sağ omuzuna, "illallah" da kalbe devredilir. Kalb, şeklini ve yerini bildiğimiz, sol taraftaki en kısa kaburga kemiğinin altındaki kalbdir. "İllallah" lafzı bütün kuvvetiyle kalbin en derinliklerine işleyecek ve harareti de vücudu saracak derecede kalbe devredilir.

"La ilahe" derken bütün mâsivâyı, yani Allah'dan başka ne varsa hepsini kalbinden, gönlünden temizler. Her birinin fânî olduğunu tefekkür eder ve o gözle bakar.

"İllallah" söylerken de Cenab-ı Hakk'ın Zât'ının bekâsını, Bâkî'nin ancak O olduğunu kalbine nakşeder. "La ilahe İllallah"ın aslî harfleriyle yazısının şeklini düşünür, mânâsını düşünür ki Allah'ın zatından başka maksad yoktur.

Bunu böyle tamamladıktan sonra nefesinin kuvvet derecesine göre bunu tekrar eder. Bırakırken tek sayıda bırakır. Buna vukuf-i kalbî denir.

Biraz istirahat edince diğer bir nefesle tekrar başlar. Fakat iki nefes arasında gaflet etmemeğe bilhassa dikkat eder. Tahayyülünü aynı haliyle devam ettirir. Nefy ü isbâta devam edebilmesi için bu zaruridir. Sayı yirmibire ulaşınca neticesi görülür. Bu da kendisinin fânî olduğunu anlayıp Hakk'ın mutlak Bakî olduğu hakikatina ermektir.

Eğer nefy ü isbâtın neticesi görülmediyse âdabına riayet edilmemiş demektir. Maksadın husulü için sözü işine uygun olarak tekrar başlasın. Kendini yoklasın: Mâsivâdan bir maksudu vardır. Eğer Allah'dan başka tek yaratıktan bir şey bekliyorsa yalancı durumundadır.

Kabiliyeti, cezbe halinin başlangıcına tahammül derecesinde olan kimse, yukarıda anlattığımız ilk zikir şekliyle çalışsın. Sülûke istidadı olan da bu iki şekilde zikre çalışsın. Her ikisi de kalb ile yapılır.

Eğer buna hâkkıyla çalışır, nefyedilecek olanı nefyeder, isbat edilecek olanı isbat ederse neticesi, görülür. Murakabeye başlayacak hale gelir.

Şeyh İsmail el-Hâlidî kuddise sirruh buyurmuştur ki: Nefy ü isbat yaparken dokuz şarta riayet etmek lâzımdır:
1- Habs-i nefes (Nefesini tutmak).
2- La ilahe illallah zikri.
3- Bu kelime-i tevhidin nakşının, yazısının tefekkürü.
4- Bunun mânâsını tefekkür.
5- Darb. Vurmak: Bunu cana işleyecek şekilde kalbine ve diğer letâifine duyurmak.
6- Buna kalbin tamamen iştirak etmesi: Vukufu'l-Kalb.
7- Sayının tek olmasına riayet etmek: Vukuf-u adedî.
8- Sonunda "Muhammedün Rasûlullah" zikri.
9- "Allahümme ente maksûdî ve rıdâke matlûbî" diyerek Allah'a dönmek.




- Bu yazı Muhammed b. Abdullah el-Hânî 'nin ADAB adlı kitabından derlenmiştir. Yayınevi: Erkam
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt