Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tasavvufun Tarifi Ve Kaynağı (1 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
İLERİ GELEN SOFİLERE GÖRE TASAVVUFUN TARİFİ
..:: 1 ::..

Tasavvuf, ebedî saadete nâil olmak için nefsi tezkiye, ahlakı tasfiye, zâhir ve batını tamir hallerinden bahseden bir ilimdir. Tasavvufu kâlden ziyade bir hâl ilmi olarak da ifade edebiliriz. Her ilim gibi tasavvuf ilminin de tarifi yapılmıştır. Tasavvuf, diğer ilimlerden farklı olarak, mutasavvıflarca çeşitli şekillerde tarif edilmiştir. Bu tariflerin, her sofînin işgal ettiği makama göre yapıldığını gözden uzak tutmamak gerekir.

MA'RÛF EL-KERHî:
"Tasavvuf, gerçekleri almak, mahlûkatın elinde olan şeylere gönül bağlamamaktır.1
Gerçekleri almak, hak ve hakikat olmayan, yani doğru olmayan her şeyi bırakıp, ancak ilahî hakikatleri edinmeye çalışmaktır.
"Tasavvuf, eşyanın hakikatine bakıp, halkın bildiğini terketmektir."
Eşyanın hakikatine bakmak, mahiyetini tetkik etmek, sebeb-i hilkatini düşünmek, neye yaradığını araştırmak, nasıl istifade edileceğini öğrenmek demektir. Zira halk, yalnız görülen evsaftan bazılarını görür geçer; ârif tetkik ile mükelleftir.

SERİYY-Î SAKATî:
"Tasavvuf üç manayı içine alan bir isimdir:
1) Marifetin nûru vera'ın nûrunu söndürmez,
2) Kitab ve sünnetin zahirine muhalif olacak şekilde ilm-i bâtından bir söz ile konuşmaz,
3) Kerametleri kendisini, Allah'ın mahrem olan sırlarını açıklamaya sevk etmez.2
Tarikatte ilim
Bu üç maddeyi açıklayalım:
1) İlim ve takvâ:
Meşhur büyük mürşidlerin hemen hepsi, tarikat yolunda ilmi öne almışlardır. Çünkü ilimsiz yola çıkılmaz; çıkan yolu sapıtabilir. İlim, öncünün elindeki en kuvvetli ışıktır. İlimsiz amel hederdir. Ümmî urefânın bilgileri de ilimdir.
"Allah, cahili asla velî edinmez" buyurulmuş. Ancak bu ilmin amel ile tezyini icab eder. Hatta mutlak amel değil, takvaya mukarin olan amel, amel-i salihdir. Cenab-ı Hak nazm-ı celîlin-de, mealen:
"Kulları arasında ancak alim ve arif olanlar Allah'ı haşyetle ta'zim ederler"3 buyurmuştur.
Tarikatte irfan
İrfan da ilmin bir koludur ki, tarik erbabı arasında derecesi ilmin fevkindedir. İlim yoluyla anlaşılamayan birtakım hakikatler, seziş, feraset, keşf ü keramet tarikiyle anlaşılabilir.
Kıymetli profesörlerimizden merhum Necati Logal'in dediği gibi, şarkın ikinci Mevlana'sı olan, büyük mutasavvıf alim, "Rûhu'l Beyan" tefsirinin sahibi, Bursalı İsmail Hakkı hazretleri "Kenz-i Mahfî" adıyla te'lif etmiş olduğu eserinin başında, meşhur olan "Küntü kenzen mahfiyyen"4 vedzesi için.
"...Hadis-i menkûl gerçi inde'l-huffâz sabit değildir. Nitekim İmam Süyûti "Dürer-i Münteşire" nam kitabında "la asle lehu" demiştir. Feemmâ inde'l-mükaşifîn hadîs sahihdir. Zira huffâz sened ile naklederler; mükaşifûn ise fem-i Nebevî'den bizzat ahzedip söylerler ve bir nesnenin sened-i mâlûmu olmamaktan fî nefsi'l-emr adem-i sübûtu lazım gelmez; belki keşf-i sahih ile olacak esah olur. Zira kaşifte vehim ve hayal olmaz, belki iyan-ı tam ve hakka'l-yakîn olur ve ilhamat ve varidat mu'tekidlere göre hüccet olmak kafidir. Gerekse ehl-i zahire göre burhan olmasın. Zira onlar huffâş gibidir ki afitâb-ı rûşeni göremez ve ayne'l-yakîn nedir bilmez. Pes bizim muhabbetimiz o makûle ile değildir ve bazı kütüb-i mu'teberede gelir ki:
"Davud aleyhisselam şöyle söyledi:
"Ya Rabbi! Mahlûkatı niçin yarattın?"
"Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi murad ettim."
"Yani Hazret-i Davud aleyhisselam münacaatında sırr-ı halktan, yani icaddan sual edicek Cenab-ı Kibriya'dan kelam-ı mezkur varid oldu. Pes bu kelam fi'l-asl ehadis-i kudsiyye-i Davudiyye'den olmuş olur..."5 deyip, vecizeyi tefsir ve izah buyurarak küçük bir kitab haline getirmiştir.

2) Kitab ve sünnetten ayrılmamak:
Bir mutasavvıfın Kitab ve Sünnet dışı söz ve hareketi, kendisi hakkında şüphe uyandıracağı gibi, mensup olduğu tariki de zan altında bırakır. Her ne kadar kat'î naslar haricinde teferruat-ı mesâilde, muhtelif ehl-i sünnet ictihadlarıyla amel eden erbab-ı tasavvuf, zâhir ulemâsı gibi muhtardır. Sofî, bu bir ilim-i batındır diyerek Kitab ve sünnetin zahirine muhalif bir söz söylemez.

3) Kendisine münkeşif olan hakâyıkı her zaman, herkese, her yerde açıklamaz; zamanını yerini ve adamını bilir.

EBÛ HAFS EL-HADÂD:
"Tasavvuf tamamen edebden ibarettir".6
Tasavvuf edeb-i Muhammedi'dir ki, sîret-i nebeviyye ile tahallük etmektir. Bu ef'ali de, ahvali de câmi'dir.
"Edeb İlahî nurdan bir taçtır ki, onu başına geçirdikten sonra istediğin yere gidebilirsin".
Edebin gerek tarifi, gerek izahı babında pek çok söz söylenmiştir; ileride bunlara tesadüf edilecektir .
Bu çok şümûllü vasf-ı umumînin en yüksek mertebesi şu iki beyitte tecelli eder:
"Bir kısım evliya tanırım ki, onlar duadan dahi teeddüp ederek ancak zikir ile meşguldürler. O yüce şahsiyetler rızaya boyun kestiklerinden, kazayı def etmek için teşebbüse geçmeyi, kendilerine haram bilmişlerdir."
Bu babda Hafız Şirâzî'nin beyti çok ârifânedir:
"İhtiyaç içindeyiz ve birşey istemiyoruz. Kerim-i Müteal huzurunda istemeye ne lüzum var".
Hind'in meşhur şairi Feyzi Hindî de:
"Madem ki bizim ihtiyaçlarımızı kendisi biliyor, o halde duaya ne hacet var? Allah Allah!" diyerek hayretini izhar ediyor. Zira kullar evâmir ve hikmet-i rabbâniyeyi idrakten acizdirler.
Fakat bununla beraber, acaba neden: "Rabbiniz buyurdu: Bana dua edin. Size icabet edeyim, duanızı kabul edeyim. Çünkü bana ibadetten büyüklük taslayıp uzaklaşanlar, hor ve hakir cehenneme gireceklerdir"7 buyurulmuştur.
Biz de, şair Ziya Paşa ile hemzeban olalım:
İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazû o kadar sıkleti çekmez.
Ölünceye kadar kulluk et
Bazıları bu ve emsali beyitleri izahda "duaya ve ibadete hacet yoktur" diye manalandırırlar. Biz kimseyi dalalete delalet veya nisbet etmek istemeyiz. Ancak kendilerini vahdet-i vücüd felsefesini benimsemiş zanneden vahdet-i vücudçular, böyle beyitlere ve cümlelere yukarıdaki manayı vererek, teklifi ıskat etmiş olurlar ki bu, umumî manada hatimlerin: "Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden ol ve sana yakîn gelinceye (ölünceye) kadar Rabbine kulluk et"8 ayet-i kerimesindeki ölüm ile vukubulacak olan yakîni, hayatta idrake karîn olacak yakîn ile te'vil etmelerine benzer. Yani "Ölünceye kadar Rabbine ibadet et" manasını, "Hakk'a yakîn peyda edinceye, yani manen yükselip olgunlaşıncaya kadar ibadet et" yollu te'vil ederler ki, bu hüküm daha hayatta iken tekâliften kurtulmak için kaçamak yoludur.
Bunlar: "O'nda, kitabın temeli olan kesin manalı ayetler vardır, diğerleri de çeşitli manalıdırlar (müteşabih ayetlerdir). Kalblerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için, onların müteşabih olanlarına uyarlar..."9 ayet-i kerimesindeki hükme müstehak olurlar.

EBÛ'L-HÜSEYİN EN-NURİ:
"Tasavvuf ne şekil, ne de ilimdir; o sadece güzel ahlaktan ibarettir. Eğer şekil olsaydı, mücahede ile hasıl olurdu, ilim olsaydı öğrenmekle meydana gelirdi. Bu sebebten şekil ve ilim maksadı hasıl etmez. Tasavvuf, Hakk'ın ahlakıyla mütehallî olmaktır."10
"Biz dahi alırdık, otuza kırka"
Tasavvuf, şekil, kılık, kıyafet ve merasim değildir. Sadece ahlaktır ki: "Allah'ın ahlakı ve Resülüllah'ın ahlakı ile ahlaklanınız"11 hadis-i şerifi mantûkunca Allah'ın ve resûlünün sıfatları ile ittisâfâ çalışmaktır.
Dervişlik olaydı tâc ile hırka
Biz dahi alırdık otuza kırka.12
"Tasavvuf, hürriyet, kerem, merâsimi terk ve cömertliktir."13
Tasavvuf, kerem ve cömertliktir, yoksa kuyûd ve merasim değildir. Sofî, elinde bulunan nimetten başkasının istifadesini düşünen adamdır. Şeyh Sa'di:
"insanın şeref ve haysiyeti, lütuf ve keremi, ihsan ve atâsıyla, sehâsıyla ölçülür; insanlığı da Hakk'a şükretmesiyle, yani umumî manada ibadetiyle anlaşılır. Kendisinde bu iki haslet olmayan kimsenin yokluğu, varlığına müreccahdır".
"Tasavvuf, nefsin nasibini terk ile, Hak'tan nasibini istemektir".
Emeller ve elemler
Tasavvuf, kendi isteklerini bırakıp, Hakk'ın takdirine razı olmaktır. Çünkü insanın emellerinin sonu yoktur, birini elde etse, gönlü diğerine takılır. Bu suretle de kalb Hak'tan cüdâ kalır. Bundan dolayı emele, elem bozuntusu demişlerdir.
Her emel tahakkukuna kadar insana elem verir. Her emelin nihayeti, başka bir emelin bidâyetidir. Bu suretle emel silsilesi ölünceye kadar devam eder. Emeller terkedilince, Hakk'a bağlanılmış olur. Emelin terki dünyayı, işi gücü matıyye-i nefsi, yani vücudu, nefsini ihmal etmek demek değildir. Hayatın tabiî icaptan hiçbir zaman terk edilemez. Eldeki nimete şükrü bırakıp, daha fazlasını istemek, emel peşinden koşmaktır. Eğer eldekine hakkıyla şükür edilse Cenab-ı Hak nimetini artıracağını beyan buyuruyor:
"Rabbiniz: Şükrederseniz and olsun ki, size karşılığını artıracağım; nankörlük ederseniz, bilin ki azabım pek çetindir, diye bildirmişti".14
Şükür nasıl yapılır?
Şükrün ne olduğunu iyi bilmek lazımdır. Yemek yiyip, bittikten sonra "Ya Rabbi şükür el-hamdülillah" demekle şükür ifa edilmiş olmaz. "Şükür odur ki, her aza ne için yaratılmış ise, ona sarfetmektir".15
Her nimetin şükrü kendi cinsiyle eda edilir. Nasıl ki zekat vermek, sadaka vermek yani maddeten yardım yaparak iyilik etmek suretiyle servetin şükrü eda edilirse, bir sofrada kendini ve aile efradını doyuracak bir kap yemeğin yerine, mesela üç kap yemek yer ve bir kap yemeği bulamayan yakını, komşusu veya tanıdığını düşünmez, onları doyurmaya çalışmaz, gece sabahlara kadar ve iki yemek arasında ağzıyla binlerce defa "Ya Rabbi şükür" dese, hiçbir zaman şükrünü eda etmiş olmaz. Her öğün etini, sebzesini, tatlısını Hakk'ın lütfuyla te'min etmiş olan kimse, eğer takva yolunda yaşamak ve bir amel-i salih icra etmek ve cemiyete karşı sorumluluğundan kurtulmak istiyorsa, bir gün et, bir gün sebze, bir gün tatlı yiyerek, diğer iki nimeti münavebe ile ihtiyaç sahiblerine yedirecektir.
Bunu, Hakk'ın rızası için yapmak en büyük sofuluktur. Böyle yapan: "Onlar, içleri çektiği halde, yiyeceği, yoksula, öksüze ve esire yedirirler"16 ayet-i kerimesinin sırrına mazhar olur ve: "Mallarını Allah yolunda sarfedip, sonra sarfettikleri şeyin arıdından başa kakmayan ve ezâ etmeyenlerin ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir"17 saffında bulunanlar arasına girer ki, işte evliyâullah bu zümreye dahil olanlardır.

SEHL BİN ABDİLLAH ET-TÜSTERî:

"Tasavvuf, az yemek, Cenab-ı Hakk'ın huzurunda rahata kavuşmak ve insanlardan kalben uzaklaşmaktır".18
Çünkü tokluk insanı gaflete ve şehvete sevkettiği gibi, verdiği rehavetten dolayı hakkıyla ibadet-i bedeniyyeye de mani olur. Onun için kanaatkarlık ve perhizkarlık yapan, yani eline geçenle yetinen ve fazlasını muhtaca veren, ancak Cenab-ı Hakk'ın huzurunda rahata kavuşabilir; bu hususta sorumluluğu kalmaz.
Yani helalinden çok kazanmak için fazla çalışacak, yeteri kadarını kendisine ayırdıktan sonra, kalanını muhtaca verecektir. Bundan maksat, "fakir ilallah" dedikleri yalnız Hakk'a arz-ı ihtiyaç edip, halkın elindekilerden müstağni olmaktır. Müstağni olan sofînin nazarında,
"Müstağni o kimsedir ki, ona göre bir başakla, bir harman arasında fark yoktur". Elinde hangisi bulunursa fark etmez, başkalarının elindekini de öyle görür.
"Tasavvufun aslı, Kitab ve sünnete yapışmak; hevâ, heves ve bid'atleri terk etmektir".19
Tasavvuf, ahkâm-ı dine ve sünnet-i Resûl'e sarılmaktan ibarettir.

AMR BİN OSMAN EL-MEKKî:
"Tasavvuf, zamanın en uygun vaktinde, kulun her an Hak ile meşgul olmasıdır".20
Uyku ve hacatın kazası gibi zamanlar haricinde, kalbin her an Hak ile meşgul olmasını da tasavvufun tarifi içine almıştır ki, bu da bir zikirdir.


________________
1_ Kuşeyrî.
2_ Kuşeyri, s. 12; Tezkire, c. 1, s. 282.
3_ Fâtır sûresi, ayet: 28.
4_ "Gizli bir hazine idim".
5_ Kenzül Mahfî, s. 2-3.
6_ Tezkire, c. I, s. 331.
7_ Mü'min sûresi, âyet: 60.
8_ Hicr sûresi ayet: 99.
9_ Âl-i İmran süresi, ayet: 7.
10_ Tezkire.
11_ Meşhur hadis.
12_ Yûnus Emre.
13_ Tezkire.
14_ İbrahim sûresi, ayet; 7.
15_ Türk Ahlakçıları, c. I, s. 39.
16_ İnsan sûresi, ayet: 8.
17_ Bakara sûresi, ayet: 22.
18- Tezkire, c. I, s. 164.
19_ Sülemî. s.21.
20_ Kuşeyrî, s. 148.


Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
..:: 2 ::..

2. Tasavvuf güzel ahlâktır:
İslâm'ın ahlâk nizamıyla ilgilenmesi, kötü huyları söküp atarak onun yerine güzel huyları yerleştirmeyi amaçlaması sebebiyle bâzıları tasavvufu bu şekilde tanımlamışlardır. İşte bunlardan bir kaçı:
Ebû Muhammed Cerîrî (ö. 311/923): "Tasavvuf, her güzel huyu benimsemek ve her kötü huydan sıyrılmaktır."
"Ebû Bekir Kettânî (ö. 322/933): "Tasavvuf ahlâktır. Ahlâkî açıdan senden üstün olan safâ ve mânevî temizlik açısından da üstündür."
Ebû Muhammed Murtaiş (ö. 328/939): "Tasavvuf güzel ahlâktır."
Tasavvufun konusu "tahalluk ve tahakkuk"tur. Tahalluk, İslâm ahlâkını öğrenmek demek olduğuna göre, tasavvuf ile ahlâk içiçedir. Tasavvuf ıstılahları incelendiğinde özellikle "makâmât" olarak ifâde edilen kavramların sabır, şükür, rızâ gibi ahlâkî umdeleri ihtiva ettiği görülür. Ahlâkın İslâm'ın gerçekleştirmeyi amaçladığı en üstün değerlerden olduğu bilinmektedir. Nitekim Kur'ân'da: "Sen yüce bir ahlâk üzeresin."20 âyet-i kerîmesiyle Hz. Peygamber'in yüce ahlâkı öğüldüğü gibi bizzat kendileri de: "Ben başka bir maksadla değil, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim."21 buyurmuşlardır. Hz. Âişe vâlidemize Efendimiz'in ahlâkından sorulduğunda o: "O'nun ahlâkı Kur'ân'dı." diye karşılık vermişti. Hadîs, Siret ve Şemâil kitaplarında O'nun güzel ahlâkını anlatan özel bölümler bulunmaktadır.
O, güzel ahlâkının gereği olarak nefsi için kızmaz, intikam almaya kalkışmazdı. Nitekim Enes (r.a.): On yıl boyunca ona hizmet ettiğini ve bu süre içinde O'nun kendisine asla kızmadığını, bir işten dolayı azarlamadığını anlatırdı. O, rahmet peygamberiydi. Bu yüzden Uhud günü mübarek yanağı yarıldığında beddua etmesi istenmiş, O şu karşılığı vermişti: "Ben lânetçi olarak gönderilmedim. Ben ancak dâvetçi ve âlemlere rahmet olarak gönderildim."22

3. Tasavvuf tasfiyedir, kalb temizliğidir:
Bâzı mutasavvıflar, safvet-i kalbe verdiği önemi nazar-ı îtibâra alarak tasavvufu bu şekilde tanımlamışlardır. Bu tanımlardan bir kaçı şöyledir:
Bişr Hâfî (ö. 227/841): "Sûfî, kalbini Allâh için tasfiye edip tertemiz yapan kimsedir."
Ebû Saîd Harrâz (ö.277/890) "Sûfî, Allâh'ın, onun kalbini tasfiye edip nurla doldurduğu kimsedir. Böyle kalbine nur giren kimse zikr-i ilâhîden lezzet duyar."
Cüneyd Bağdadî (ö.297/909): "Tasavvuf Allâh'ın safâyı sana has kılmasıdır. Allâh'tan gayri her şeyden (mâsivâ) gönlü arındırılan kimse gerçek sûfîdir."
Tasavvuf târifleri içinde tasfiyeyi öne çıkaranlar, sayı bakımından diğerlerine nazaran daha çoktur. Kur'ân'da kalbin safvet (kalb-i selîm) ve kasvet şeklinde birbirine zıt iki vasfından bahsedilmekte, bunlardan biri övülürken, diğeri yerilmektedir. Övülen kalb, safvet özelliğine sâhip, içinde Allâh'tan başkasına yer olmayan "selîm kalb" tir. Nitekim: "O gün ne mal, ne evlât fayda verir. Ancak Allâh'ın huzuruna selim bir kalble gelenler müstesna."23 buyurulmaktadır. Kasvetli kalb ise günah lekelerine bulanmış, kirlenmiş ve kararıp katılaşmış kalbtir. "Allâh'ın zikrinden uzak kasvetli kalbe yazıklar olsun."24 Allâh Teâlâ, kararan katı kalbleri kayalara benzetir. "Sonra kalbleriniz katılaştı da katılıkta taş gibi oldu. Hattâ daha da ileri. Taşlardan öyleleri vardır ki, içinden ırmaklar fışkırır."25
Kur'ân ve sünnette insanın kalbî amellerinin, organlarıyla yaptığı amellere üstünlük arzettiğini gösteren pek çok ifâdeler bulunmaktadır: "Allâh, sizin sûretlerinize ve mallarınıza değil, sîretlerinize, kalblerinize ve amellerinize bakar."26 "Haberiniz olsun ki insan vücûdunda bir et parçası vardır. O iyi ve sağlam olursa vücûd da iyi ve sağlam olur. Eğer o kötü olursa vücûdun tamamı kötü ve fâsid olur. Bilesiniz ki o et parçası kalbtir?"27 Demek ki kalbin salah ve safveti amellerin sonucuna da tesir ediyor. Bu yüzden Allâh Rasûlü bir seferinde eliyle kalbini işâret ederek üç defa: "Takvâ buradadır."28 buyurdu.
Kalbi takvâya götüren safvet, safveti sağlayan itminân, itminânı temin eden de nâfile ibâdet ve zikirdir. Çünkü kalb günah lekeleriyle karardığı gibi, tevbe, zikir ve nâfile ibâdetle arıtılır. Nitekim Kur'ân'da kalblerin zikir ve îmânla itminâna erdiğine işâret eden âyetler vardır: "Dikkat edin, kalbler ancak Allâh'ın zikriyle itminâna erer."29
Kalb tasfiyesi, nâfile ibâdet ve zikirle yapılan takvâ hazırlığıdır. Kalb tasfiye edilince, dâimâ iyiliğe meyleder bir duruma gelir ki, bundan sonra güzel huy ve ameller hiçbir zorlanmaya mahal kalmadan "refleks" hâlinde insanda yer eder. Ahlâkın esası da bu hâle ermektir. Böylece rûh sâfiyeti de tam bir tehzib sağlanmış olur. Zikrin kalb tasfiyesi ve mânevî kemâl konusundaki etkisi sebebiyle Muâz b. Cebel'in "En fazîletli amel hangisidir?" sorusuna Allâh Rasûlü: "Dilin, zikr-i ilâhî ile ıslak olduğu hâlde Allâh'a kavuşmandır."30 cevâbını vermiştir.

4. Tasavvuf tezkiyedir; nefs ile mücâhededir:
Bir takım sûfîler, tasavvufun nefsi eğitmek için kullandığı usulleri dikkate alarak bu ilmi böyle tanımlamışlardır.
Cüneyd Bağdadî: "Tasavvuf sulhu olmayan bir cenktir." derken tasavvufun durmadan, dinlenmeden nefs cihadını gerçekleştirmeyi amaçladığını belirtmektedir.
Cenâb-ı Hakk, Kur'ân'da Hz. Peygamber'in görevlerini sayarken bunlardan birinin "tezkiye" olduğuna işâret buyurmaktadır: "Allâh'tır, ümmîlere kendi içlerinden, onlara Allâh'ın âyetlerini okuyan, onları tezkiye eden, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen."31 Bu âyetteki tezkiyeden murad, mânevî arınmadır. İnsanları kötü huy ve alışkanlıklarından arıtmak, iyilik ve güzelliklerle bezemektir. Cenâb-ı Peygamber (s.a.s.)'e bir risâlet görevi olarak verilen tezkiye, aslında bütün müslümanlardan istenmektedir. Nitekim bir âyette: "Andolsun nefse ve onu yaratana. O, nefse kötülüklerini göstererek ondan kaçınmayı ilham etmiştir. Nefsini tezkiye eden, arıtıp kötü huy ve sıfatlardan korunan kişi kurtulmuş, onu kirleten ise hüsrana uğramıştır."32
Tasavvuf tezkiyedir, fakat her tezkiye tasavvuf değildir. Bu yüzden tasavvufun emrettiği tezkiye, şeriatın hükümlerine uygun olan tezkiyedir. O da ittibâ ve imtisal ile olur. Yâni Allâh Rasûlüne uymak ve O'nu örnek almakla gerçekleşir. İttibâ bir sevgi ve muhabbet işidir. Nitekim Allâh Teâlâ: "De ki, eğer Allâh'ı seviyorsanız, bana ittibâ edin ki, Allâh da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın."33 Tasavvuftaki tezkiye her türlü yabancı etkiden ve felsefe şâibesinden uzak nebevî bir tezkiyedir. Böyle bir tezkiye şüphesiz kalblerin Allâh'a, cisimlerin rûha, nefislerin ibâdete, cemiyetin ahlâka, âlimlerin Rabbânîliğe karşı zayıflayan bağlarını güçlendirir, sâhiplerini dünyâ ziynetine, mal ve evlâd fitnesine ve şehvet ihtirâsına karşı korur.
Nefs tezkiyesi denilen şey, nefsin riyâzat ve mücâhede yoluyla kötü sıfatlarının ortadan kaldırılmasıdır. "Senin en büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir."34 hadîsi gereği nefs düşmanından kurtulmaktır. Bu konuda ileride tasavvuf kavramları bölümünde "mücâhede ve riyâzat" kısmında bilgi verilecektir.

5. Tasavvuf, istikâmet; kitap ve sünnete sarılmaktır:
Şeriat ölçüleri dışına çıkan bir tasavvufî anlayışı İslâmî saymak mümkün değildir. Tasavvuf şeriata sımsıkı sarılmayı ve edep sınırını gözetmeyi öngörmektedir. Bu yüzden bazıları tasavvufu bu anlamda tanımlamaktadır. Nitekim Cüneyd Bağdâdî: "Tasavvufu toplu hâlde zikir, (Kur'ân'ı) dinleyip vecde gelmek ve (Kitap ve sünnete) ittibâ ederek ameldir." diye tanımlar.
Seriy Sakatî (ö.257/870): "Tasavvuf üç mânâyı kapsayan bir kelimedir. Mârifetin nûru, verâın nûrunu söndüremez. Tasavvuf, Kitap ve Sünnet'in zâhirine ters bir bâtın ilminden bahsetmez. Kerâmetleri sûfîyi Allâh'ın yasak bölgesine girmeye (haramlarını helal sayıp onlara dalmaya) sevk etmez." der.
Cüneyd bir başka târifinde: "Tasavvuf bir evdir, kapısı şeriattır." der. Ebû Hafs Haddâd (ö.265/878): "Tasavvuf edepten ibârettir . Her makamın, her hâlin ve her vaktin bir edebi vardır. Ancak buralardaki âdâba riâyet eden kimse ricâl sınıfına girer."
Tasavvuf, Kur'ân'daki "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol"35 âyetinde emredildiği şekilde, istikâmet üzere olmaktır. İstikâmet üzere olmanın zorluğuna işâret olmak üzere Efendimiz (s.a.s.): "Hûd sûresi beni ihtiyarlattı."36 buyurmuşlardır. Bu sûrenin özelliği istikâmet emreden âyetin burada olmasıdır.
Kitap ve sünnetin emrettiği istikâmetin gerçekleşmesini sağlayan en mühim faktör, edeptir. Çünkü Peygamberimiz, kendi edep ve istikâmetinin Rahmânî ve mevhibe-i ilâhî olduğunu ifâde buyurmaktadır. "Beni Rabbım te'dib etti de benim edebim ne güzel oldu."37 Mutasavvıfların, "sâhibini, utanılacak şeylerden muhafaza eden sağlam bir his ve irâde" olarak târif ettikleri edep, onların şerîat sınırlarını korumada önem verdikleri hususlardan biridir ve istikâmeti korumaya yarar.

___________
20.el-Kalem, 68/4
21.Muvatta', Hüsnü'1-hulk, 8
22.Müslim, Birr 87
23.eş-Şuarâ, 26/88-89
24.ez-Zümer, 39/22
25.el-Bakara, 2/74
26.Müslim, Birr 32
27.Buhârî, Îmân 39; Müslim; Müsâkat 107
28.Müslim, Birr 32
29.er-Ra'd, 13/28; ayrıca bk. en-Nahl, 16/106
30.Tirmizî, Deâvât 4
31.el-Cum'a,62/2
32.eş-Şems, 91/7-10
33.Alu İmrân, 3/31
34.Keşfü'1-hafâ, I,143 (412), Beyhakî'den
35.Hûd,ll/112
36.Tirmizî, Tefsir sûre 56
37.Keşfü'l-hafâ, 1,70(174)


Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
..:: 3 ::..

EBÛ AMR ED-DIMIŞKî:
"Tasavvuf alemi noksan gözle görmektir, yahut bütün noksanlardan münezzeh olanı müşahede etmek için her noksandan gözü yummaktır".32
Kemal-i mutlakı Hak'da müşahede edebilen kimse her şeyde bir noksan görür. Kemal-i mutlak Allah'a mahsustur. Her varlığın kendine göre bir ayb, kusur ve noksanı vardır. Bir şeyde kemal tecellî ettiği sanılınca, derhal zeval yüz gösterir. "Her şey tamam olunca noksanlık başlar" buyurulmuştur.
Ahmed Paşa "Yârsız kalmış cihanda aybsız yâr isteyen" der ki, her güzelin istenmeyen bir tarafı olur. İşte noksan denen şey budur. Fakat erbab-ı tasavvuf hiçbir şeyde noksan aramıyacaktır. Noksandan göz yumacak, yani noksanı görmeyecek, noksan gördüğü zaman kemal-i mutlakı tahattur ve zikredecektir.
"Senin vücudun bir ayıptır. Bunun üzerine, bir başka ayıp aramanın manası yoktur" sözü insanın baştan aşağı kusur olduğunu gösterir.
"Küsûf güneşin, husûf da ayın kusurudur" demişlerdir. O halde cihanda aslolan noksandır. Kemal nisbî ve izafîdir.
Şu manayı veren kıt'a da güzel bir ders-i ibrettir:
"Diline dikkat et, kimsenin kusurunu söyliyeyim deme; çünkü sen baştan aşağı kusurlarla mahmulsün; halkın ise binbir dili vardır. Gözlerin sana, başkalarının ayıplarını gösterirse, ona: Ey nûr-i didem, halkın binbir gözü sana bakıyor, de".

EBÛ'L-HASAN EL-MÜZEYYEN:
"Tasavvuf, Hakk'a inkıyattır".33
Burada Hakk'a inkıyat, mertebe-i rızadır ki; rıza, tarikatte müntehayı meratiptir; sabırla tev'emdir. Rızanın, mertebelerin sonu olması, sabrın emir, tavsiye ve telkin neticesi nüfûsa te'siriyle tecellîsine mukabil, rızanın her musîbetine bir hikmet düşünülerek tabiî karşılanmasıdır. Hele kendini aradan çıkarıp, yalnız Hakk'ın rızasını düşünecek olanlar, Peygamberler ve vasılîndir. Merhum Osman Şems Efendi'nin:

Vasıl-ı vuslat-saray-ı mutlakım na'leyn-vâr
Saff-ı na'le terk kıldım küfrü de imânı da.

Beytinden de anlaşılacağı üzere, iki zıt vasıf, beşeriyette hayır ve şerri tefrîka medârdır. İman itaat, küfür isyandır. Hakk'a vasıl olan hakka'l yakîne ulaştığından küfür mefhumu zihne tebadür etmiyeceği için lafz-ı bî-mana kalıyor.
Hakikat-ı vûcudu idrak etmiş olduğundan: "Onlar gaybe inanırlar"34 vasf-ı sübhanîsine mazhar, silsile-i beşeriyetten ayrılarak, mertebe-i melekiyete intikal ediyor ki, alem-i melekût için küfür mefhumu mutasavver olmadığından, bir şuhûd-i tam içinde âyat-i ilahiye ile sermest oluyorlar. İmana inkardan geçilir, inkarı imha eden imandır. İman, şuhûd-i hakayık-ı ilahiyye haline intikal edince, gayb perdesi ortadan kalkıyor. Bu, insan için bir salah-ı küllî mertebesidir ki, her kula müyesser olamıyor. Fakat, her salikin gayesi olmakta devam ediyor. Bu mertebe, imanı hakka'l-yakîne çıkarmakla mümkün olabiliyor.
Halka rehber olmak
İmdi, süllem-i rızadan, arş-ı hakikate yükselebilmek, daima Hakk'ın yolunda bulunmakla, yani: "Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken, Allah'ı anarlar..."35 ayet-i celîlesini bir an hatırdan çıkarmayarak, evamire mülâzemet, nevâhiden mücânebet, Allah ve Resülüne ve onlara tabi olanlara sırf muhabbet beslemekle, halkın içinde onlara rehber olarak çalışmakla mümkündür. Bu bir hususiyettir. Bu hali herkesin görüp idrak etmesi mümkün değildir.
Kişinin hüviyet ve derecesi, ef'aliyle anlaşılır. Fakat bu, umum içindir. Havâss-ı mümtaze ancak kendilerini tanırlar. Arapça bir beyit şöyle der ki: "Kişi işiyle kendini göstermedikçe, derece ve hüviyeti anlaşılamaz".
Vasılîn me'mur olmadıkça ipucu vermezler. Temkinli sofiler nezdinde vusul, ale'd-derecât, esrar-ı Hakk'a aşinalıktır. Tafsili vahdet-i vücûd bahsinde gelecektir.

EBÛ YA'KÛB:
"Tasavvuf, beşeriyete ait evsafın kaybolmasıdır".36
Tasavvuf yolu, insanın kemale ulaşmasına mâtuf bulunduğu için, beşerî noksanlardan nefsini temizlemesi gerekir. Bu tasfiye ne kadar etraflı olursa, sofînin ruhu o kadar yükselir. Fakat bu keyfiyet daha çok teslîke muktedir ki bir mürşid-i kamilin himmetiyle vücûd bulur.

EBÛ ABDÎLLAH BİN HAFÎF:
"Tasavvuf, kadere sabır, Hakk'ın atâsına rıza ve hakikatleri aramak için dere tepe dolaşmaktır".37
Sabır ve rıza yukarıda geçti. Seyahate gelince, onun maddî ve manevî değerleri pek çoktur. Bir Arap şairi şöyle der:
"Durgun su bulanık ve bozuktur. Akan su ise berraktır ve pislik tutmaz. Altın kendi ma'deninde bulunurken bir kıymet ifade etmez. Ud ağacı da ormanda odundan farksızdır; işlenir ve ellere geçerse kıymetini bulur".
Yolcu, iyi niyetle yaptığı seyahatte izzet ve şeref kazanır. Hak, fazilet ve hayır için yapılan muhaceretler de böyledir.

EBÛ SAÎD BÎN EL-ARABÎ:
"Tasavvuf, fuzuli şeyleri tamamen terketmektir".38
Lüzumsuz şeyleri terketmek demek, dinin, aklın, kanunun, örfün, an'anenin, adetin ve zaruretlerin gerektirdiği işler dışında abes ile meşgul olmamak demektir. İşte bu suretle insan, faydalı şeylerle meşgul bulunmuş ve hiç bir faydası olmayan şeyleri terketmiş olur. Bu yalnız sofî için değil, medenî her insan için lüzumlu bir vasıftır.

EBÛ'L-HASAN EL-BÜŞENCÎ:
"Tasavvuf, emeli ihmal ve amele devam etmektir".39
Emel ve amel mes'elesi: Emelin sonu yoktur. Beşere şuur lâhik olduktan sonra, ölüme kadar devam eder.
Bağlıdır dâman-ı haşre rişte-i tûl-i emel
Hay ü hûy-i ehl-i dünya bitmeden dünya biter.
Yavuz Sultan Selim'in bir mısra'ını tazmin yollu yazdığı "Ümid" adlı manzûmede, Namık Kemalzade Ali Ekrem Bey şöyle söyler:

Ümmid cihandan da büyük, zevk ise mahdûd
Her saati ömrü emel-efzâ elem-efzûd
Mâzi mütevâli ezelî sâye-i memdûd
Müstakbel ebedle dolu bir makber-i mesdûd
Hal ise saadet gibi rahat gibi mefkûd
Feryad ez in nev vücûd-i adem-âlûd.

Sonu gelmeyen emeller
Evet, insanın ümitleri ve amelleri cihandan da büyük, yani sonsuzdur. Ömrün her anı bir taraftan emelleri, bir taraftan da elemleri artırır. Maziye dönüp baksan, uzayıp gitmiş bir gölge, hakikat zannettiklerimiz silinmiş, istikbal kapalı bir kabir, kim olduğu, ne olduğu belli değil. Hâl denen zaman ise, izafî bir varlık. Bu dünyada rahat ve huzur nasıl izafî ve muvakkat ise, hâl de her an maziye intikal etmekte olduğundan ma'dûmdur. Binâenaleyh böyle yokluğa müncer olan varlıktan feryad!
İşte insana düşen, bu sonu gelmeyen emelleri ihmal edip, ubûdiyyetinin icaplarını yerine getirmek ve intizam içinde çalışmaktır. Saatleri ayarlamak, hayatı ayarlamak demektir.

EBÛ AMR BİN EN-NECÎD:
"Tasavvuf, emir ve nehiy hayatında sabretmektir, yani Cenab-ı Hakk'ın emirlerine râm olmak, nehyettiği şeylerden de kaçınmaktır".40
Emir ve nehiyleri gönülden hüsn-i telakki etmek, bunların icrasında veya sakınmasında güçlük varsa, onlara tam bir inkıyad ile sabretmek, tasavvuf ve sülûk icabıdır.

ŞEYH EBÛ ÎSHAK İBRAHİM EL-KARZÛNÎ:
"Tasavvuf, iddiaları terk ve manaları gizlemektir."41
Tasavvuf erbabı, bir iddia sahibi olmayacaktır. Bildiği hakikatleri muhatabının seviyesine göre açıklayacak, muhatabının umumî bilgisinin kavrayamayacağı hakayıkı tafsil etmeyecektir. Ne, ben bilirim bu böyledir, diyecek, ne de anlaşılmayan ve işitilmemiş mefhumları rastgele açıklayacaktır.
"Her bilenin üstünde daha iyi bilen vardır"42 ayet-i kerimesi onun düstür-i reşâdeti, "İnsanlara, akıllarının aldığı derecede hitap ediniz" vecizesi sözlerinin rehberi olacaktır.

32_ Nefehat Terc., s. 207.
33_ Kuşeyri, s. 127.
34_ Bakara sûresi, âyet: 3.
35_ Âl-i İmran süresi, âyet: 191.
36_ Nefehat Terc., s. 181.
37_ Tezkire.
38_ Nefehat Terc., s. 248.
39_ Tezkire.
40_ Aynı yer.
41_ Nefahât Terc.
42_ Yûsuf sûresi, âyet: 76.


Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
TASAVVUFUN TÂRİFİ VE KAYNAĞI
..:: 1 ::..

Tasavvuf kelimesinin hangi kökten geldiği konusunda olduğu gibi, tasavvufun târifi konusunda da belli bir görüş birliği sağlanamamıştır.
Tasavvuf, nazarî ve aklî bir ilim olmadığı, aksine tecrübî bir ilim olduğu için târifleri de pek çoktur.
Çünkü her mutasavvıf tasavvufu yaşadığı mânevî tecrübelere ve bulunduğu makamlara göre tanımlamaktadır.
Bu târiflerin sayısını bine kadar çıkaranlar, hattâ "mutasavvıfların sayısıncadır" diyenler vardır.

İngiliz Müsteşrik Nickolson, Kuşeyrî Risâlesi ile Attâr'ın Tezkiretü'l-evliyâ'sı ve Câmî'nin Nefehâtü'l-üns'ünde geçen yetmiş sekiz târifi kronolojik sırayla bir araya getirmiştir.1

Tasavvufu ayrı ifâde ve lâfızlarla ele alan bu târifleri on grupta toplamak mümkündür. Biz bu bölümde târifleri on maddede gruplandırdıktan sonra bunların Kur'ân ve sünnetten mesnetlerini göstermeye çalışacağız. Önce tasavvuf târiflerini sıralayalım:

1. Tasavvuf zühddür,
2. Tasavvuf güzel ahlâktır,
3. Tasavvuf tasfiye; Yâni kalb temizliğidir,
4. Tasavvuf tezkiye; Yâni nefs ile mücâhededir,
5. Tasavvuf istikâmet; yâni kitap ve sünnete sarılmaktır,
6. Tasavvuf Allâh'a tam teslîmiyet ve rabbânîliktir,
7. Tasavvuf Hakk'a vuslattır (ihsân),
8. Tasavvuf İslâm'ın rûh hayâtıdır,
9. Tasavvuf bir bâtın ilmidir,
10. Tasavvuf havassa âit ledün ilmidir.

Tasavvuf ve sûfî kelimeleri, her ne kadar kitap ve sünnette lafız olarak geçmese de mutasavvıfların tasavvufu târif ederken kullandıkları ifâdeler ile tasavvuf kavramlarının ekserîsi, Kur'ân ve sünnet kaynaklıdır. Bu yüzden tasavvuf târiflerinin Kur'ân ve sünnetten mesnedinin gösterilmesi, tasavvufun kaynağını da ortaya koyacaktır.

l. Tasavvuf zühddür:
Zühd dünyâya karşı tavır koymaktır. Mâsivâdan yüz çevirip Allâh'a yönelmektir. Tasavvufun Allâh sevgisine engel olan dünyâ alâkasını kalbden çıkarıp, gönlü Allâh'a yöneltme özelliğine dikkat çeken bâzı mutasavvıflar, onu zühd olarak görmüşlerdir. Tasavvufî telâkkînin zühd olarak ortaya çıkışı nazar-ı îtibâra alındığında bu görüşün yanlış olmadığı anlaşılır. Kronolojik esasa göre ilk tasavvuf târifi yapan Ma'ruf Kerhî'nin (0.200/815) tanımı da zühd anlayışına uygundur: "Tasavvuf hakîkatleri almak, insanların elindekinden ümid kesmektir."
Zühd, tasavvufun gerçekleştirmeyi amaçladığı rûhî olgunluğa götüren bir vâsıtadır, bizzat gâye değildir. Bu yüzden tasavvufu sadece zühd diye târif, eksik olur. Kur'ân'da zühd kelimesi bir yerde ve ism-i fâil vezninde geçmektedir. "Zâten onlar Yûsuf hakkında zâhid idiler, O'na değer vermezlerdi."2 Kur'ân'da, dünyâdan kesilip tam anlamıyla Allâh'a yönelme mânâsında "Tebettül" kelimesi kullanılmıştır. "Her şeyden kesilerek tam anlamıyla Allâh'a yönel."3 Kur'ân'da pek çok âyet-i kerîmede dünyâ hayâtının geçiciliği ve çekiciliği anlatılmış4 ; insanları kandırmaması istenmiş5 ; önemsizliği ve âhiretin daha önemli ve hayırlı oluşuna dikkat çekilmiş;6 dünyâ hayâtının asla âhiret hayâtına tercîh edilmemesi emredilmiş;7 dünyâ hayâtına karşılık âhiret hayâtının verilmesinin ağır bir azâbı gerektireceği bildirilmiş;8 mal ve evlât dünyâ hayâtı, iyi ameller ise âhiret hayâtı olarak değerlendirilmiştir.9
Âyetlerde genellikle dünyâ hayâtı ve ona meylin yerilerek âhiret hayâtının öğülmesinin sebebi, insanda fıtrî olan dünyâ sevgisini frenlemek ve kulluk şuurunun kaybolmamasını sağlamaktır. Hz. Peygamberin hadîslerinde de zühd öğülmüş ve zühdün en güzel örnekleri kendi hayâtlarında görülmüştür. Nitekim bir hadîs-i şerîf var ki, tasavvufî anlamdaki "zühd" kavramını özetlemiş gibidir. Bir sahâbî gelip Hz. Peygamber (s.a.s.)'e sorar:
"- Yâ Rasûlallâh, bana öyle bir amel göster ki, onu işlediğim zaman beni hem Hakk, hem de halk sevsin." Hz. Peygamber (s.a.s.) buyurur:
"Dünyâya karşı zâhid ol ki Allâh tarafından sevilesin. İnsanların ellerindekilere karşı zâhid ol ki, onlar tarafından sevilesin."10
Hz. Peygamber'in bundan başka dünyâ hayâtına değer vermemeyi öğütleyen pek çok hadîsleri vardır. Bunlardan bâzıları şöyledir:
"Altına, gümüşe, kumaşa ve abaya kul olanlar helak oldu. Böyleleri kendilerine bir şey verilince râzı olurlar, verilmeyince kızarlar."11
Hz. Peygamber (s.a.s.) bir gün elini İbn Ömer (r.a.)'in omzuna koyarak: "Dünyâda ya garip bir insan gibi, ya da yolcu gibi ol!" buyurur.12
Bir başka hadîslerinde "dünyânın mü'minin zindanı, kâfirin cenneti" olduğunu haber vermişlerdir.13
Abdullah b. Amr diyor ki: Allâh Rasûlü bir gün bize uğramıştı. Biz de oturduğumuz kulübeyi tamirle meşguldük. Bize "ne yaptığımızı" sordu. Biz de "yıkılmak üzere olan evimizi onarıyoruz." dedik. Bize: "Eceliniz daha yakın." buyurdu.14
"Uhud dağı kadar altınım olsa borcumu ödemek için alacağım miktar müstesna, kalan kısmının üzerinden üç gün geçmeden elimden çıkmasını arzu ederdim." 15
İbn Mes'ûd'un haber verdiğine göre Rasûl-i Ekrem bir gün hasırın üzerinde uyumuş ve hasır mübarek vücûdunda izler bırakmıştı. Bunun üzerine: "Hasırla aranıza bir şeyler serseydik " diyen sahâbîlere: "Benim dünyâ ile ne işim var? Ben, dünyâda yolculuğu sırasında bir ağaç altında gölgelenen, sonra da oradan geçip giden bir yolcu gibiyim."16 buyurmuştu.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in evinde günlerce ateş yanmaz, bir çorba bile pişmezdi. Üç günden fazla üst üste karnını doyurduğu olmazdı. Yiyecek bir şey bulursa yer, değilse oruca niyet ederdi. Bazen açlıktan karnına taş bağladığı bile olurdu. Nitekim Hz. Ömer: "Ben, Rasûlullâh'ın bütün bir gün açlıktan kıvrandığını ve karnını doyurmak için âdî bir hurma bile bulamadığını gördüm."17 derdi.
Allâh Rasûlü vefât ettiği zaman, arkasında ne altın, ne gümüş, ne de câriye bırakmıştı. Sâdece binmekte olduğu beyaz bir katırla, silâhı, bir de yolcular için vakfettiği bir arazisi kalmıştı. Hattâ vefâtı sırasında bir vesk arpa karşılığı zırhı bir yahûdîde rehindi.18
Allâh Rasûlü, ömrü boyunca zâhidâne bir hayât yaşadı. Yünlü, pamuklu, yamalı, yamasız, ne bulduysa onu giydi. Ne bulduysa onu yedi. Pabuçlarını, elbiselerini kendisi yamadı. Merkebe bindi, koyun ve keçilerini bizzat sağdı. Zengin-fakir herkesle el sıkışıp görüştü. Kilim üzerinde uyudu. Zevcesi Hafsa vâlidemiz anlatıyor: "Bir kilimi ikiye katlar da ona yatak yapardık. Bir defasında dörde katlamıştık da gece namaza kalkamamış ve "altına ne serildiğini" sorarak her zamanki serginin serilmesini taleb etmiş, istirahatı ile fazla meşgul olunmasından hoşnud olmamıştı.19


1. bk. Ethem Cebecioğlu, "Prof. Nicholson'ın Kronolojik Esaslı Tasavvuf Târifleri" A. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXIX Ankara, 1987, s. 387-406.
2.Yûsuf, 12/20
3.el-Müzzemmil, 73/8
4.Âl-i İmrân, 3/185
5.Lukmân, 31/33
6.en-Nisâ, 4/77
7.en-Nâziât, 79/38
8.el-Bakara, 2/86
9.el-Kehf, 18/46
10.İbn Mâce, Zühd l
11.Buhâri, Cihâd 70; Rikak 10; İbn Mâce, Zühd 8
12.Buhârî, Rikak 3; Tirmizî, Zühd 25
13.Müslim, Zühd l
14.Müslim, Zühd 1; Tirmizî, Zühd 16
15.Buhar!, İsükrâz 3
16.İbn Mâce, Zühd, 409
17.Müslim, Zühd, 36
18.İbnSa'd, Tabakât, 1,408
19.Tirmizî, Şemail, s. 261
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
..:: 2 ::..
2. Tasavvuf güzel ahlâktır:
İslâm'ın ahlâk nizamıyla ilgilenmesi, kötü huyları söküp atarak onun yerine güzel huyları yerleştirmeyi amaçlaması sebebiyle bâzıları tasavvufu bu şekilde tanımlamışlardır. İşte bunlardan bir kaçı:
Ebû Muhammed Cerîrî (ö. 311/923): "Tasavvuf, her güzel huyu benimsemek ve her kötü huydan sıyrılmaktır."
"Ebû Bekir Kettânî (ö. 322/933): "Tasavvuf ahlâktır. Ahlâkî açıdan senden üstün olan safâ ve mânevî temizlik açısından da üstündür."
Ebû Muhammed Murtaiş (ö. 328/939): "Tasavvuf güzel ahlâktır."
Tasavvufun konusu "tahalluk ve tahakkuk"tur. Tahalluk, İslâm ahlâkını öğrenmek demek olduğuna göre, tasavvuf ile ahlâk içiçedir. Tasavvuf ıstılahları incelendiğinde özellikle "makâmât" olarak ifâde edilen kavramların sabır, şükür, rızâ gibi ahlâkî umdeleri ihtiva ettiği görülür. Ahlâkın İslâm'ın gerçekleştirmeyi amaçladığı en üstün değerlerden olduğu bilinmektedir. Nitekim Kur'ân'da: "Sen yüce bir ahlâk üzeresin."20 âyet-i kerîmesiyle Hz. Peygamber'in yüce ahlâkı öğüldüğü gibi bizzat kendileri de: "Ben başka bir maksadla değil, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim."21 buyurmuşlardır. Hz. Âişe vâlidemize Efendimiz'in ahlâkından sorulduğunda o: "O'nun ahlâkı Kur'ân'dı." diye karşılık vermişti. Hadîs, Siret ve Şemâil kitaplarında O'nun güzel ahlâkını anlatan özel bölümler bulunmaktadır.
O, güzel ahlâkının gereği olarak nefsi için kızmaz, intikam almaya kalkışmazdı. Nitekim Enes (r.a.): On yıl boyunca ona hizmet ettiğini ve bu süre içinde O'nun kendisine asla kızmadığını, bir işten dolayı azarlamadığını anlatırdı. O, rahmet peygamberiydi. Bu yüzden Uhud günü mübarek yanağı yarıldığında beddua etmesi istenmiş, O şu karşılığı vermişti: "Ben lânetçi olarak gönderilmedim. Ben ancak dâvetçi ve âlemlere rahmet olarak gönderildim."22

3. Tasavvuf tasfiyedir, kalb temizliğidir:
Bâzı mutasavvıflar, safvet-i kalbe verdiği önemi nazar-ı îtibâra alarak tasavvufu bu şekilde tanımlamışlardır. Bu tanımlardan bir kaçı şöyledir:
Bişr Hâfî (ö. 227/841): "Sûfî, kalbini Allâh için tasfiye edip tertemiz yapan kimsedir."
Ebû Saîd Harrâz (ö.277/890) "Sûfî, Allâh'ın, onun kalbini tasfiye edip nurla doldurduğu kimsedir. Böyle kalbine nur giren kimse zikr-i ilâhîden lezzet duyar."
Cüneyd Bağdadî (ö.297/909): "Tasavvuf Allâh'ın safâyı sana has kılmasıdır. Allâh'tan gayri her şeyden (mâsivâ) gönlü arındırılan kimse gerçek sûfîdir."
Tasavvuf târifleri içinde tasfiyeyi öne çıkaranlar, sayı bakımından diğerlerine nazaran daha çoktur. Kur'ân'da kalbin safvet (kalb-i selîm) ve kasvet şeklinde birbirine zıt iki vasfından bahsedilmekte, bunlardan biri övülürken, diğeri yerilmektedir. Övülen kalb, safvet özelliğine sâhip, içinde Allâh'tan başkasına yer olmayan "selîm kalb" tir. Nitekim: "O gün ne mal, ne evlât fayda verir. Ancak Allâh'ın huzuruna selim bir kalble gelenler müstesna."23 buyurulmaktadır. Kasvetli kalb ise günah lekelerine bulanmış, kirlenmiş ve kararıp katılaşmış kalbtir. "Allâh'ın zikrinden uzak kasvetli kalbe yazıklar olsun."24 Allâh Teâlâ, kararan katı kalbleri kayalara benzetir. "Sonra kalbleriniz katılaştı da katılıkta taş gibi oldu. Hattâ daha da ileri. Taşlardan öyleleri vardır ki, içinden ırmaklar fışkırır."25
Kur'ân ve sünnette insanın kalbî amellerinin, organlarıyla yaptığı amellere üstünlük arzettiğini gösteren pek çok ifâdeler bulunmaktadır: "Allâh, sizin sûretlerinize ve mallarınıza değil, sîretlerinize, kalblerinize ve amellerinize bakar."26 "Haberiniz olsun ki insan vücûdunda bir et parçası vardır. O iyi ve sağlam olursa vücûd da iyi ve sağlam olur. Eğer o kötü olursa vücûdun tamamı kötü ve fâsid olur. Bilesiniz ki o et parçası kalbtir?"27 Demek ki kalbin salah ve safveti amellerin sonucuna da tesir ediyor. Bu yüzden Allâh Rasûlü bir seferinde eliyle kalbini işâret ederek üç defa: "Takvâ buradadır."28 buyurdu.
Kalbi takvâya götüren safvet, safveti sağlayan itminân, itminânı temin eden de nâfile ibâdet ve zikirdir. Çünkü kalb günah lekeleriyle karardığı gibi, tevbe, zikir ve nâfile ibâdetle arıtılır. Nitekim Kur'ân'da kalblerin zikir ve îmânla itminâna erdiğine işâret eden âyetler vardır: "Dikkat edin, kalbler ancak Allâh'ın zikriyle itminâna erer."29
Kalb tasfiyesi, nâfile ibâdet ve zikirle yapılan takvâ hazırlığıdır. Kalb tasfiye edilince, dâimâ iyiliğe meyleder bir duruma gelir ki, bundan sonra güzel huy ve ameller hiçbir zorlanmaya mahal kalmadan "refleks" hâlinde insanda yer eder. Ahlâkın esası da bu hâle ermektir. Böylece rûh sâfiyeti de tam bir tehzib sağlanmış olur. Zikrin kalb tasfiyesi ve mânevî kemâl konusundaki etkisi sebebiyle Muâz b. Cebel'in "En fazîletli amel hangisidir?" sorusuna Allâh Rasûlü: "Dilin, zikr-i ilâhî ile ıslak olduğu hâlde Allâh'a kavuşmandır."30 cevâbını vermiştir.

4. Tasavvuf tezkiyedir; nefs ile mücâhededir:
Bir takım sûfîler, tasavvufun nefsi eğitmek için kullandığı usulleri dikkate alarak bu ilmi böyle tanımlamışlardır.
Cüneyd Bağdadî: "Tasavvuf sulhu olmayan bir cenktir." derken tasavvufun durmadan, dinlenmeden nefs cihadını gerçekleştirmeyi amaçladığını belirtmektedir.
Cenâb-ı Hakk, Kur'ân'da Hz. Peygamber'in görevlerini sayarken bunlardan birinin "tezkiye" olduğuna işâret buyurmaktadır: "Allâh'tır, ümmîlere kendi içlerinden, onlara Allâh'ın âyetlerini okuyan, onları tezkiye eden, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen."31 Bu âyetteki tezkiyeden murad, mânevî arınmadır. İnsanları kötü huy ve alışkanlıklarından arıtmak, iyilik ve güzelliklerle bezemektir. Cenâb-ı Peygamber (s.a.s.)'e bir risâlet görevi olarak verilen tezkiye, aslında bütün müslümanlardan istenmektedir. Nitekim bir âyette: "Andolsun nefse ve onu yaratana. O, nefse kötülüklerini göstererek ondan kaçınmayı ilham etmiştir. Nefsini tezkiye eden, arıtıp kötü huy ve sıfatlardan korunan kişi kurtulmuş, onu kirleten ise hüsrana uğramıştır."32
Tasavvuf tezkiyedir, fakat her tezkiye tasavvuf değildir. Bu yüzden tasavvufun emrettiği tezkiye, şeriatın hükümlerine uygun olan tezkiyedir. O da ittibâ ve imtisal ile olur. Yâni Allâh Rasûlüne uymak ve O'nu örnek almakla gerçekleşir. İttibâ bir sevgi ve muhabbet işidir. Nitekim Allâh Teâlâ: "De ki, eğer Allâh'ı seviyorsanız, bana ittibâ edin ki, Allâh da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın."33 Tasavvuftaki tezkiye her türlü yabancı etkiden ve felsefe şâibesinden uzak nebevî bir tezkiyedir. Böyle bir tezkiye şüphesiz kalblerin Allâh'a, cisimlerin rûha, nefislerin ibâdete, cemiyetin ahlâka, âlimlerin Rabbânîliğe karşı zayıflayan bağlarını güçlendirir, sâhiplerini dünyâ ziynetine, mal ve evlâd fitnesine ve şehvet ihtirâsına karşı korur.
Nefs tezkiyesi denilen şey, nefsin riyâzat ve mücâhede yoluyla kötü sıfatlarının ortadan kaldırılmasıdır. "Senin en büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir."34 hadîsi gereği nefs düşmanından kurtulmaktır. Bu konuda ileride tasavvuf kavramları bölümünde "mücâhede ve riyâzat" kısmında bilgi verilecektir.

5. Tasavvuf, istikâmet; kitap ve sünnete sarılmaktır:
Şeriat ölçüleri dışına çıkan bir tasavvufî anlayışı İslâmî saymak mümkün değildir. Tasavvuf şeriata sımsıkı sarılmayı ve edep sınırını gözetmeyi öngörmektedir. Bu yüzden bazıları tasavvufu bu anlamda tanımlamaktadır. Nitekim Cüneyd Bağdâdî: "Tasavvufu toplu hâlde zikir, (Kur'ân'ı) dinleyip vecde gelmek ve (Kitap ve sünnete) ittibâ ederek ameldir." diye tanımlar.
Seriy Sakatî (ö.257/870): "Tasavvuf üç mânâyı kapsayan bir kelimedir. Mârifetin nûru, verâın nûrunu söndüremez. Tasavvuf, Kitap ve Sünnet'in zâhirine ters bir bâtın ilminden bahsetmez. Kerâmetleri sûfîyi Allâh'ın yasak bölgesine girmeye (haramlarını helal sayıp onlara dalmaya) sevk etmez." der.
Cüneyd bir başka târifinde: "Tasavvuf bir evdir, kapısı şeriattır." der. Ebû Hafs Haddâd (ö.265/878): "Tasavvuf edepten ibârettir . Her makamın, her hâlin ve her vaktin bir edebi vardır. Ancak buralardaki âdâba riâyet eden kimse ricâl sınıfına girer."
Tasavvuf, Kur'ân'daki "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol"35 âyetinde emredildiği şekilde, istikâmet üzere olmaktır. İstikâmet üzere olmanın zorluğuna işâret olmak üzere Efendimiz (s.a.s.): "Hûd sûresi beni ihtiyarlattı."36 buyurmuşlardır. Bu sûrenin özelliği istikâmet emreden âyetin burada olmasıdır.
Kitap ve sünnetin emrettiği istikâmetin gerçekleşmesini sağlayan en mühim faktör, edeptir. Çünkü Peygamberimiz, kendi edep ve istikâmetinin Rahmânî ve mevhibe-i ilâhî olduğunu ifâde buyurmaktadır. "Beni Rabbım te'dib etti de benim edebim ne güzel oldu."37 Mutasavvıfların, "sâhibini, utanılacak şeylerden muhafaza eden sağlam bir his ve irâde" olarak târif ettikleri edep, onların şerîat sınırlarını korumada önem verdikleri hususlardan biridir ve istikâmeti korumaya yarar.



20.el-Kalem, 68/4
21.Muvatta', Hüsnü'1-hulk, 8
22.Müslim, Birr 87
23.eş-Şuarâ, 26/88-89
24.ez-Zümer, 39/22
25.el-Bakara, 2/74
26.Müslim, Birr 32
27.Buhârî, Îmân 39; Müslim; Müsâkat 107
28.Müslim, Birr 32
29.er-Ra'd, 13/28; ayrıca bk. en-Nahl, 16/106
30.Tirmizî, Deâvât 4
31.el-Cum'a,62/2
32.eş-Şems, 91/7-10
33.Alu İmrân, 3/31
34.Keşfü'1-hafâ, I,143 (412), Beyhakî'den
35.Hûd,ll/112
36.Tirmizî, Tefsir sûre 56
37.Keşfü'l-hafâ, 1,70(174)
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
..:: 3 ::..

6. Tasavvuf Allâh'a tam teslîmiyet ve rabbâniliktir:
Bâzı mutasavvıflar teslîmiyet ve ibâdet konusundaki titizliğine bakarak tasavvuf için târifler yapmışlardır. Bunlara şöyle birkaç örnek verilebilir:
Ebû Muhammed Ruveym (ö.303/915): "Tasavvuf, Allâh ile birlikte nefsi murâd-ı ilâhîye bırakmaktır."
Ebu'l-Hüseyn Müzeyyin (ö.328/939): "Tasavvuf Hakk'a boyun eğmektir."
Ebû Alî Rûzbârî (ö.322/933): "Tasavvuf, kişinin kovulsa bile Sevgili'nin kapısında diz çöküp beklemesidir."
İbn Hafif (ö.331/942): "Tasavvuf, takdîr-i ilâhîye sabır, Allâh'tan gelene rızâ ile çöller ve yollar aşmaktır."
Ebû Sehl Su'lûkî: "Tasavvuf itirâzı terketmektir."
İslâm teslîmiyet demektir. Nitekim Kur'ân'da: "Ben âlemlerin Rabb'ına teslim oldum."38 âyetiyle Hz. Peygamber'in: "İslâm ol, kurtul."39 hadîsleri bunu ifâde etmektedir. Çünkü gerçek kulluk teslîmiyettir. "Allâh, kulunun kendisinden başkasına kul olmamasını"40 ister. Ayrıca "İnsanın hevâsının ve duygularının esiri olmamasını"41 bekler. Kur'ândaki "Rabbânîlik" emrini bu anlamda düşünmek gerekir. "Kitabı okuyup öğrettiğinize göre, içi dışına uygun Rabbani âlimler olun."42 Rabbânî âlim, ilmi kendisine fayda sağlayan, kendisini dünyâ zînetinden, mal ve evlad fitnesinden ve şehvet ihtirâsından koruyabilen kimse demektir. Bunun aksi ise, ilmi kendisine fayda sağlamayan âlimdir ki, Allâh Rasûlü böylelerinin kıyâmette en çok azâba uğrayanlar olacağını bildirmiştir.
İslâm hristiyanların uydurdukları gibi dünyâdan büsbütün kopuk, evlenmeyi bile yasaklayan, dünyâ nîmetlerinden istifâdeyi nehyeden, halkın arasına karışmaya asla izin vermeyen rûhbanlığı yasaklamış, onun yerine yukarıdaki âyet-i kerîme ile "Rabbânîliği", Allâh adamı olmayı öğütlemiştir.

7. Tasavvuf Hakk'a vuslattır (ihsân):
Tasavvufun nihâî gâyesinin Hakk'a vuslat ve rızây-ı ilâhîye nâiliyyet oluşundan hareketle, Bâzıları tasavvufu buna benzer ifâdelerle tanımlamışlardır:
Zünnûn Mısrî (ö. 245/859): "Ehl-i tasavvuf, Allâh'ı her şeye tercîh eden ve Allâh'ın da kendilerini herşeye tercîh edip yücelttiği kimselerdir."
Ebu'l-Huseyn Nûrî (ö.295/907): "Tasavvuf, Hakk'ın nasîbi için nefsin nasibini külliyyen terketmektir."
Ebû Amr Dımaşkî (ö.320/932): "Tasavvuf, yaratıkları noksan görmek, her noksandan münezzeh olan Hakk'ı görmekle noksan olan herşeye gözü yummaktır."
Ebû Bekir Şiblî (ö. 334/945): "İki dünyâda Allâh ile berâber O'ndan başka birşey görmemektir."
Bu târiflerde anlatılan basîret nazarıyla, tahakkuk ve müşâhede yoluyla Hakk'a vuslat, tasavvufun varmak istediği son hedeftir. O'na varmak ve O'nunla olmaktır. Kur'ân'daki Allâh'ın kendilerinden râzı olduğunu haber verdiği, rızâ ve ihsân makamına erdirdiği kullar bunlardır.43 İhsân, tasavvufta vusul, cem' ve maiyyet gibi kavramlarla ifâde edilmiştir. Buhârî'de rivâyet edilen bir kudsî hadîste vuslat ve Allâh ile berâberlik şuuru şöyle ifâde edilmektedir: "Allâh Teâlâ buyurur: "Benim velî kuluma düşmanlık edene Ben harp îlan ederim. Kulum Bana, üzerine farz kıldığım şeylerden daha sevimli hiçbir şeyle yaklaşamaz. Kulum farzlardan sonra nâfilelerle yaklaşmaya devam ederse Ben onu severim, Ben onu sevince de onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, düşünen aklı ve konuşan dili olurum. Böyle bir kulun istediğini hemen veririm, Bana sığınınca onu korurum."44 Kulun Allâh ile işitmesi, görmesi bir çeşit vuslattır. Allâh ile cem'dir. Allâh kulun fiilinin hâlikı olması hasebiyle bütün kullarıyla aynı durumdadır. Bu yakınlık Kur'ân-ı Kerîm'de birkaç âyet-i kerîmede açıkça belirtilmiştir. "Biz ona şah damarından daha yakınız."45 "Yönünüzü ne tarafa dönerseniz Allâh oradadır." 46, "Attığın zaman sen atmadın Allâh attı.".47 Bu âyetlerden kulun Allâh'a yakınlığı ve kulun fiillerinin Hâlik'a göre durumu açıkça ortaya çıkmaktadır. Aslında her şeyin fâili Allâh olduğu hâlde, insan dünyâ ve mâsivâ perdesi ile örtülü olduğundan, bu gerçeği göremiyor ve fiilleri geçici sûretlere hamlediyor. Fakat hadîste anlatıldığı gibi ibâdetlerle vuslata erenler bu sırrı hemen kavramaktadır. Tasavvufun ulaştırmak istediği tevhîd anlayışı budur. İbâdet sonucu meydana gelen aşk ve sevgi ile kulun Allâh'a varması, maddî ve zatî birleşme (hulul ve ittihâd) değil, mânevî bir vusuldür. Bunun başlangıcı kesbî, sonucu ise vehbîdir.

8. Tasavvuf İslâm rûh hayâtıdır:
İbâdet, riyâzat ve mücâhede sonucu rûhta meydana gelen kemâl ve inkişâf, mârifet-i ilâhiyye ve varlık konusunda bir takım ledünnî ve keşfi bilgilerin ortaya çıkmasını, aşk, cezbe, şevk ve zevk gibi rûhî duyguların yaşanmasını sağlar. Bu yüzden bâzı mutasavvıflar tasavvufun bu yönüne dikkat çekerek bu tür tanımlar yapmışlardır.
Cüneyd Bağdâdî'nin iki sözü sûfîlerin rûh hâlini ve mârifet-i ilâhiyye anlayışını ifâde etmektedir:
a) "Tasavvuf, Hakk'ın seni senlikten öldürüp kendisiyle diriltmesidir."
b) "Tasavvuf, sûfînin içinde bulunduğu bir sıfattır. Bu sıfat, hakîkati îtibârıyla Hakk'ın, sûret ve zâhiri îtibârıyla halkındır."
Ebû Ya'kub el-Mezâyilî: "Tasavvuf, her türlü sıfatın kaybolduğu bir hâldir." der.
Ayrıca Kur'ân'da onun şahsına özel olarak: "Gecenin bir bölümünde uyanıp kalk ve sana mahsus olmak üzere bir nâfile (teheccüd) namazı kıl! Ola ki, Rabbın seni övgüye lâyık bir makama ulaştırır."48 "Senin Rabbın şüphesiz bilir ki, sen gecenin üçte ikisinden daha azını, yarısını ve bazan de üçte birini ibâdetle geçirmektesin."49 âyetleri onun gece namazına düşkünlüğünü tescil etmektedir. "Farz namazlardan sonra en fazîletli namaz, gece namazıdır."50 Hadîs-i Şerîfi, O'nun gece ibâdetine verdiği önemi ve gece namazının erdirici özelliğini gösterir. Efendimiz'in, geceleri dizleri şişinceye kadar ibâdet ettiğini ve kendisine "gelmiş geçmiş bütün günahlarının bağışlandığının Kur'ân diliyle haber verildiği" hatırlatıldığında şu cevâbı verdiği bilinmektedir: "Şükredici bir kul olmayayım mı?"51 Bu cevap O'nun ibâdetten aldığı rûhî hazzı gösterir.
Farz ibâdetlerin dışında nâfile namaz ve oruç gibi zikir, dua ve istiğfarla çokça meşgul olduğu ve bu konuda ümmetine tavsiyelerde bulunduğu hadîs ve şemâil kitaplarında nakledilmektedir. Dualarında, diğer ibâdetlerinde olduğu gibi, tam bir vecd ve coşku içinde Rabbına iltica ettiği: "Sana teslim oldum, sana îmân ettim, sana güvendim, sana sığınıyorum." gibi lâfızlarla O'na olan teslîmiyetini ifâde buyurduğu bilinmektedir.
Peygamberliğinin başlangıcında Hira mağarasında halvet hayâtı yaşadığı gibi, Medîne'de Ramazan aylarının son on gününde îtikâfa girer ve bu inzivâ sırasında rûhu yükselir, Cebrail ile Kur'ân'ı mukâbele ederdi.
O'ndaki Allâh sevgisi, rûhunu doldurmuş, daha peygamberliğine tekaddüm eden aylarda inzivâ hayâtında iken halk O'nun için: "Muhammed Rabb'ına âşık oldu." demeye başlamıştı. Peygamberliğinden sonra da halktan dost olduklarına ancak Allâh için dost olmuş ve: "Allâh'tan başka bir dost edinecek olsaydım, Ebû Bekr'i edinirdim." 52 buyurmuştur. "Ben Allâh'ın dostuyum; ama bunu öğünmek için söylemiyorum."53 derdi. "Kişi sevdiği ile berâberdir." inancıyla ömür boyu Rabbı ile berâber olma rûhî olgunluğunda yaşadı ve nihâyet dünyâ ile âhireti tercîh konusunda muhayyer bırakıldığında: "Allâhümme er-Refîka'l-a'lâ; Senin yüce cânib-i izzetini tercîh ediyorum."54 diyerek rûhunu teslîm etti.



38.el-Bakara, 2/131
39.Buhârî, Bed'ül-vahy 6
40.el-İsrâ, 17/23 41.el-Casiye.45/23 42. Âl-i İmrân, 3/79
41.el-Câsiye, 45/23
42.Âl-i İmrân, 3/79
43.bk. et-Tevbe, 9/100
44.Buhârî, Rikak 37
45.el-Vâkı'a, 56/85
46.el-Bakara, 2/115
47.el-Enfâl, 8/17
48.el-İsrâ, 17/79
49.el-Müzzemmil, 73/20
50.Müslim, Siyam 232; Ebû Dâvûd, Savm 55
51.Buhârî, Teheccüd 6
52.bk. Buhârî, Fazâilu's-sahâbe 3
53.Tirmizî, Menâkıb 16
54.bk. İbn Hanbel, VI, 48
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
..:: 4 ::..

Ondaki rûhî kemâl, Allâh sevgisiyle birlikte Allâh'tan sakınmayı gerektirecek ölçüdeydi. Nitekim: "Ben içinizde Allâh'tan en çok korkanınızım. O'ndan en çok sakınanınızım."55 buyururdu. Ancak ondaki bu korku, sevgi karışımı bir korkuydu. Tasavvufta "heybet" diye anlatılan sevgi ve korku hislerinin berâber bulunması hâli, Allâh Rasûlünde en üst seviyedeydi. Ondaki Allâh sevgi ve korkusu sebebiyle O, görenler ve dinleyenler üzerinde son derece etkili bir iz bırakırdı. Hattâ bir hadîs-i Şerîfte: "Ben, düşmanlarımı bir aylık mesafeden korkutacak bir rûhî güçle mücehhez kılındım."56 buyurmuştu. Hz.Ali'nin ifâdesine göre O'nu ilk görenin kalbine heybet hissi dolardı. Fakat O'nu tanıdıktan sonra insanın gönlünde samîmî bir muhabbet peyda olurdu. O'nu görenler arasında mehâbetinin etkisinden titreyenler olur, O: "Korkma, ben Kureyş'ten, güneşte kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum."57 buyurarak karşısındakini rahatlatırdı.

O'na bakan yüzünü ayıramaz, O'nun yüzündeki nûrânîlik ve rûhânîlik pek çok kimseye: "Bu yüzün sâhibi yalancı olamaz."58 dedirterek müslüman olmalarına sebep olurdu.

O'nun rûhânî ve nûrânî etkisi sohbet sırasında sahâbîler üzerinde de tesirini gösterir, huzurunda bulunanlar, rûhların melekûtî âlemlere yükseldiğini hissederlerdi. Nitekim Hanzala (r.a,): "Yâ Rasûlallâh, senin sohbetinde bulunduğumuz zaman dünyâdan soyutlanarak mânen yükseliyoruz; Cennet ve Cehennemi görür gibi oluyoruz. Bütün dünyevî emellerden sıyrılıyoruz. Fakat âilelerimize ve işlerimize dönünce durum değişiyor." deyince Efendimiz (s.a.s.): "Yâ Hanzala! Sizler benim yanımdaki vecd ve heyecanınızı muhafaza edebilseniz, meleklerin sizinle yolda musafaha ettiğini görürdünüz."59 buyurdu.

O'nun sohbetinin rûhlarda meydana getirdiği tesir sebebiyle, hadîs kitaplarında sahâbîlerin O'nu dinlerken "Sanki başlarına kuş konmuş da onu kaçırmamak için hiç kımıldamadan pürdikkat kesildikleri."60 rivâyet edilmektedir.

Allâh Rasûlü'nün vecd hâlini anlatan son bir rivâyete yer vermek, tasavvuftaki vecd ve cezbe hâlinin Hz. Peygamber'deki örneğini göstermek açısından ilginçtir:

Anlatıldığına göre, Hz. Peygamber'e bir gün bir hâl arız olmuş, kendinden geçerek çevresinde olanlardan soyutlanmıştı. Bu hâlde iken Hz. Âişe yanına girdi. Ve Hz. Peygamber ona: "Sen kimsin?" diye sordu. Âişe (r.a.): "Âişe," cevâbını verince Allâh Rasûlü: "Âişe kim?" dedi. Hz. Âişe: "Sıddîk'ın kızı." karşılığını verdi. Bu sefer Efendimiz: "Sıddîk Kim?" diye soruyu yenileyince Âişe anamız: "Muhammed'in kayınpederi." dedi. Tekraren: "Muhammed kim?" diye sorulunca Hz. Âişe, Allâh Rasûlü'nün bir başka âlemde olduğunu ve sükût etmesi gerektiğini anladı ve başka soru sormadı.

Allâh Rasûlü, çevresindeki ashâbına rûhânî bir hayât yaşatırdı. Sahâbîler O'nun sohbetlerindeki bu dînî his, heyecan, aşk, vecd ve istiğrak duygularını hâl yoluyla kendilerinden sonrakilere nakletmişler ve bu hayât kaybolmadan günümüze kadar gelmiştir. Rûhânî hayâtı, yazılı ve sözlü olarak anlatım mümkün olmadığı için gönülden gönüle, kalbden kalbe aktarılagelmiştir. "Mümin mü'minin aynasıdır."61 hadîsinde anlatıldığı gibi, hâllerin ve duyguların eğitimi in'ikâs yoluyla berâber ve bir arada bulunmak sûretiyle olur. O'nun bu rûhânî ve ahlâkî sıfatlarının mânevî in'ikâs yoluyla devam etmesi sebebiyle Allâh Teâlâ: "Biliniz ki, Allâh'ın Rasûlü aranızdadır." 62 "Sen onlar arasında bulunduğun sürece Allâh onlara azâb etmez."63 buyurmaktadır. Bu âyetlerde anlatılan Allâh Rasûlünün Asr-ı saâdetten sonra ümmetle berâberliği ve aramızda bulunuşu mânevî ve rûhânîdir.

Âyet ve hadîslerde anlatılan, Peygamberimiz ve ashâbının yaşadığı rûhânî hayât, tasavvufî hayâtın temelini oluşturmuştur. Bu hayât, yaşanarak ve in'ikâs yoluyla, kalbden kalbe hâl yoluyla intikâl şeklinde gelmektedir. Zâhirî, ta'limî, aklî-mantıkî bir hayât değil, bâtınî, kalbî, keşfî ve rûhânî bir hayâttır. Tecrübe ve yaşama yoluyla intikâl ettiği için buna "İlm-i verâset" de denilir.

9. Tasavvuf bir bâtın ilmidir:
Tasavvuf, sûretten çok sîrete, kalıptan ziyâde kalbe, zâhirden çok bâtına önem veren bir ilimdir. Bu yüzden Bâzıları tasavvufu bu kalıplar içinde tanımlamak istemişlerdir.
Cüneyd Bağdâdî: "Zâhirine özen gösteren bir sûfî görürsen bilesin ki onun bâtını haraptır."
Zünnûn Mısrî: "Sûfî konuştuğunda hâline uygun söz söyleyen kimsedir. O kendinde bulunmayan bir şeyden bahsetmez. Dilini tutup konuşmayacak olursa muâmelesi hâlinin tercümanı olur, hâliyle dünyâdan kat'-ı alâka ettiğini anlatır."
Ebû Muhammed Murtaiş (ö.328/939): "Sûfî, himmeti adımını geçmeyendir." Zâhiri ve bâtını dengeli, olduğundan fazla görünmeyendir. Tasavvuf bir bâtın ilmidir. İnsanın bir maddî ve bir de mânevî yapısının olması, dînî emirler ve hükümlerle, dînî ilimlerin bir zâhirî ve bir de bâtınî tarafının bulunması sonucunu doğurmuştur. İnsanın dış organlarından sadır olan fiillerle, iç dünyâsından ve bâtınından sâdır olan fiiller birbirinden farklıdır. Bu yüzden ibâdet ve muamelâtın organlara âit kısmını ve uygulamasını inceleyen ilme "Fıkıh" adı verilirken ibâdet ve muamelât sırasında kalbte meydana gelen ihlâs, riyâ, huşû gibi mânevî ve kalbî fiilleri inceleyen ilme de "ilm-i fıkh-ı bâtın" ve "ilmü'l-kulûb" denilmiştir. Bütün amel ve ibâdetlerin zâhirî organlara âit bir kısmı bulunduğu gibi, bâtın ve kalbe âit tarafı da bulunmaktadır ki, ibâdetleri ibâdet yapan, amelleri sâlih kılan bu noktadır. Meselâ namazı ele alacak olursak, namazın dış organlara âit kıyam, kıraat, rükû ve sücûd gibi bir takım zâhirî farzları bulunduğu gibi, huşû ve ihlâs gibi kalbe âit farzları da bulunmaktadır. Namazdan beklenen mânevî kemâl ve kurtuluş, ancak bununla gerçekleşir. Nitekim: "Namazlarını huşû ile kılan mü'minler kurtuluşa erdi."64 buyurulmuştur. "Beni anmak; zihninden çıkarmamak (zikir) için namaz kıl!"65 âyetinde namazın asıl gâyesi olan zikr-i ilâhînin bâtınî ve daimî şekline işâret vardır.

Amel ve ibâdetlerin sıhhat derecesi, amellerin icrâsı sırasındaki niyetlerde bulunan ihlâsla alâkalıdır. Bu yüzden "Ameller ancak niyetlere göredir." buyrulmuştur. Kalbteki niyet hâlis olmadan yapılan amel ve ibâdet, zâhiren her ne kadar gerekli şartları taşısa da makbul sayılmaz. Ondan beklenen netîce hâsıl olamaz. Nitekim: "Namaza kalktıkları vakit, tenbel tenbel kalkarlar. İbâdetleriyle insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allâh'ı pek az anarlar."66 âyetinde anlatılan durum budur. Yine: "Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki onlar, kıldıkları namazdan gafildirler."67 âyetinde huşûdan yoksun ve ihlâssız, gafletle yapılan en değerli ibâdetin faydasızlığından bahsedilmektedir. Bu durum, ibâdetlerin ancak kalb ölçüsüyle değerlendirilebileceğini gösterir. Nitekim bir hadîste, en makbul ibâdetlerden olan "ilim, cömertlik ve muhârebede öldürülme" gibi fiillerin sâhiplerinin ihlâssız amelleri sebebiyle cehennemi boylayacakları haber verilmektedir.68

Diğer ibâdetler için de durum aynıdır. Nitekim oruçtan gâyenin aç kalmak değil, takvâya ermek olduğunu, orucun farziyetini bildiren âyet69 belirttiği gibi, zekât, tezkiye ve arınma demektir. Bu arınma, hem malın arınması mânâsında maddî, hem de sâhibinin cimrilik ve benzeri kalbî marazlardan arınması anlamında mânevîdir. İnfakı anlatan âyetlerde de hedef hep rızâ-i Bârî; dolayısıyla mânevî ve kalbîdir. "Biz sizi ancak Allâh için yediririz, sizden bir teşekkür ve karşılık beklemeyiz"70 Cihad konusunda Allâh Teâlâ'nın "Nefslerinizle cihad ediniz."71 emrini, "canlarınızla cihada katılınız." mânâsında anlamak mümkün olduğu gibi, "nefislerinize karşı cihad ediniz." şeklinde anlamak da mümkündür. Çünkü nefs engelini aşamayan, Yâni nefsinin karşı koyma şeklindeki tepkisini yenemeyen kimse cihada nasıl katılabilir? Bu yüzden mutasavvıflar, nefs ile mücâhedeyi cihadın bir parçası saymışlar ve bu konuda: "Bugün küçük cihaddan büyük cihada; nefs ile cihada dönüyoruz."72 hadîsine istinad etmişlerdir.Yine Kur'ân'daki: "Ey mü'minler, sabredin, düşmana karşı hazırlıklı olun."73 âyetini sınırlarınızı korumak için nöbet tutun, şeklinde anlamak mümkün olduğu gibi, kalbî ve tasavvufî bir yaklaşımla "İçinizdeki düşman için de nöbet tutun; onu gözetim altında bulundurun ve bunun için de kalbî râbıtanız bulunsun." şeklinde anlamak da mümkündür. Çünkü Allâh Teâlâ âyetlerini ikişer mânâya gelebilecek şekilde indirdiğini haber vermektedir: "Allâh kelâmın en güzelini, çift manâlı bir kitap hâlinde indirmiştir ki, Rablarından korkanların bundan derileri ürperir."74

Mutasavvıflar, "Allâh size zâhir ve bâtın nîmetlerini bol bol verir."75 âyetinde geçen zâhirî nîmetlerin dış organlara Allâh'ın ihsânı olan tâatlar olduğunu, bâtınî nîmetlerin de kalbteki duygular ve mânevî hâller olduğunu belirtmektedirler.76



55. Buhârî, Îmân 13; İ'tisam 27
56.Buhârî, Teyemmüm 1; Dârimî, Siyer 28
57.İbn Mâce, Et'ıme 30
58.bk. Tirmizî, Kıyâme 42; İbn Mâce, İkâme 174
59.İbn Mâce, Zühd 28; Müslim, Tevbe 12, 13
60.Buhârî, Cihad 37; İbn Hanbel, IV, 278
61.Ebû Dâvûd, Edep49; Tirmizî, Birr 18
62.el-Hucürât, 49/7
63.el-Enfâl, 8/33
64.el-Mü'minûn, 23/1-2
65.Tâhâ, 20/14
66.en-Nisâ, 4/142
67.el-Mâûn, 107/4-5
68.bk. Tirmizî, Zühd 48
69.bk. el-Bakara,2/183
70.el-İnsan, 76/9
71.et-Tevbe, 9/41
72.bk. Keşfü'l-hafâ, 1,424 (1362)
73.Âlü İmrân, 3/200
74.ez-Zümer, 39/23
75.Lukman, 31/20
76.bk. el-Luma', s.44
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
..:: 5 ::..

Bu âyet ve hadîsler, şeriatın emrettiği ibâdet ve ahkâmın bir zâhir ve bâtın, bir rûhsat ve azîmet, bir fetvâ ve takvâ cihetinin bulunduğunu ortaya koymaktadır. Takvâ ve ihlâs, bâtın işi ve kalb olayı olduğuna göre, bunun öğrenilmesi ve insanlara intikâli yazılı ve sözlü olarak değil, berâber bulunmak, bir arada olmak sûretiyle kalbden kalbe intikâl ile mümkün olacaktır. Nitekim takvânın takvâ ehli sâlih kimselerin yanında ve gözetiminde bulunmakla elde edilebileceğini gösteren şu âyet buna delildir: "Ey müminler, Allâh'tan takvâ üzere sakının ve sâdık kimselerle berâber bulunun."77 Ayrıca fâsık, zâlim ve kâfirlerle berâber bulunmayı yasaklayan bir âyet-i kerîme, bu konuda şöyle bir ölçü ortaya koymaktadır: "Zâlimler topluluğuyla oturma!"78 Hz. Peygamber (s.a.s.) iyilerle oturup kalkan kimseyi gülyağı satanın yanında bulunana,79 kötülerle oturup kalkanı ise, demirci dükkânında bulunana benzetirdi. Her ikisi de bulundukları yerin güzel, ya da kötü kokusundan etkilenirler.

Mutasavvıflara göre, ameller ve ibâdetler gibi, dînî nassların da zâhirî ve bâtınî tarafı bulunmaktadır. Ehl-i sünnet ulemâsı Kur'ân'ın zâhirî mânâsından başka bâtınî mânâsının da bulunduğunda görüşbirliği hâlindedir. Ancak bâtınî mânâların mâhiyeti hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür.

Mutasavvıflar yukarda geçenlerden başka şu âyetleri Kur'ân'da bâtını mânânın varlığına delil sayarlar: "Kitapta terkettiğimiz hiçbir şey yoktur."80 "Yaş ve kuru hiçbir şey yok ki kitapta mevcud olmasın."81 "Bu kavme ne oluyor ki, nerede ise hiçbir sözü anlamıyorlar."82

Son âyette anlatılan müşriklerin anlayışsızlığıdır. Çünkü müşrikler Arapça nâzil olan Kur'ân'ın lâfzî ve zâhirî mânâsını anladıkları hâlde bâtınî mânâsını anlayamadıklarından, Kur'ân onları inceden inceye düşünmeye teşvik ve davet etmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "Her âyetin bir zâhiri ve bâtınî, her harfin bir haddi, her haddin bir matlaı vardır."83 hadîsi, nasslardaki zâhir ve bâtın mânânın varlığını teyid etmektedir. Kur'ân'ın bir mecrası, fenni, zahrı ve batnı vardır. O'nun yeni ve orijinal mânâları istinbât ile bitmez. O'nun mânâlarının sonuna ulaşılmaz.

10. Tasavvuf, havâssa âit ledün ilmidir:
Cüneyd: "Sûfîler, aralarına başkalarının dâhil olamadığı bir hâne halkı gibidir. Allâh ile kâim olduklarından onları Allâh'tan başkası bilemez."

Ebû Süleyman Dârânî (ö.215/830): "Tasavvuf, Hak'tan başkasının bilmediği amellerin sûfî üzerinde cereyân etmesi ve devamlı olarak sâdece Allâh'ın bildiği bir hâl üzerine Hak ile berâber bulunmasıdır."

Tasavvuf, havâssa âit ledün ilmidir. Mutasavvıflar arasında yaygın olan görüşe göre Hz.Peygamber (s.a.s.)'in Allâh'tan aldığı üç nevi ilim vardır. Bunlardan biri, Hz. Peygamber'in ashâbının hepsine öğrettiği; emir ve nehiylerden oluşan şeriat ilmi, diğeri ashâbın Bâzılarına tâlim buyurduğu özel ilim (tarîkat, tasavvuf ya da havâss ilmi), bir diğeri de Allâh ile kendisi arasında bir şifre mesâbesinde olan ve mânâsı sâdece kendisine mâlum, muhatabı bizzat kendileri olan ilimdir. Kur'ân'daki hurûf-i mukâtaa ve müteşâbih âyetler bu türdendir. Allâh Rasûlünün bizzat kendisinin: "Siz benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız, çok ağlar, az gülerdiniz."84 hadîsi-i şerîfi Hz. Peygamber'in her aldığı bilgiyi aktarmakla yükümlü olmadığını göstermektedir. Ayrıca şu hadîsler, Efendimiz'in bâzı sahâbîlere mahrem şekilde öğrettiği öne sürülen bir bilginin var olduğuna delil sayılmaktadır: Hz. Ebû Hüreyre der ki: "Ben Allâh Rasûlü'nden iki kap ilim aldım. Bunlardan birini halka anlattım. Diğerini eğer meydana çıkarıp anlatacak olsaydım, şu boynum giderdi."85 Mutasavvıflara göre bu hadîste geçen ve anlatılmayan ilim, şeriata bağlılık ve Hz. Peygamber'e muhabbet sonucu meydana gelen özel ve bâtınî ledün ilmidir. Yine Muâz b. Cebel'in bir gün Rasûlullah'ın terkisine bindiği, orada kendisine bir başkasına açıklanmasına izin verilmeyen bir sırr ve gizli bir bilgi verildiği rivâyet olunmaktadır.86 Allâh Rasûlü'nün sırdaşı Huzeyfe b. Yemân'a nifak ve münâfıklar konusunda kıyâmete kadar olacak şeyleri haber verdiği nakledilmektedir.87 Ebû Bekir (r.a.) ile konuşmakta olan Allâh Rasûlünün yanına gelen Hz. Ömer'in, sanki Arap olmayan bir kimse gibi konuşulanlardan hiçbir şey anlamadığının rivâyet edilmesi, Allâh Rasûlü'nün bâzı sahâbîlere özel bilgiler verdiğine delil sayılabilir.

Allâh Rasûlü'nden ilm-i havâss adıyla öğrenilen ve daha sonraki nesillere yazılı ve sözlü olarak değil de, mânevî verâset, rûhî tecrübe ve hâl yoluyla intikâl eden; ibâdet ve muhabbet sonucu elde edilen, ilm-i ledün adıyla anılan bir bilgi türü vardır. Bu bilgi yolu tasavvufun konusuna girmektedir.

Bütün İslâmî ilimlerin ana kaynağı Kur'ân ve sünnettir. Bu kaynakların yorumu konusunda fıkıh ve kelâm gibi ilimler, akıl aracılığı ile istidlal ve burhan yolunu kullanırken tasavvuf; keşf ve ilham; yâni ledün yolunu kullanmaktadır. Ancak ilm-i ledün sırrına ermek; ibâdet, riyâzat ve mücâhede ile belli bir mânevî olgunluğa ermeyi gerektirmektedir. Kur'ân-ı Kerîm âyetleriyle hadîslerde bu konuya delil olabilecek ifâdeler vardır. Nitekim Kehf sûresinde (18/65-82) Musa ile Hızır'ın arkadaşlığı sırasında Musa'nın olayların dış yüzüne bakarak hükmettiği, Hızır'ın ise ilm-i ledün sayesinde mes'elenin içyüzüne vâkıf olduğu görülmektedir.

Bu konuda delil sayılan âyetlerden bazıları şöyledir: "Takvâ üzere olunuz ki Allâh size öğretsin."88 "Eğer takvâ üzere olursanız Allâh size furkan; iyi ile kötüyü ayırdedecek nur verir."89

"Allâh'tan korkun ve Rasûlü'ne inanın ki, Allâh size rahmetinden iki kat versin ve sizin için, ışığında yürüyeceğiniz bir nur ortaya koysun."90

Bu âyetlerde geçen furkan, rahmet ve nur gibi kavramlar, bir bakıma insanda meydana gelen "gönül aydınlanması" sayesinde ortaya çıkan "vehbî ilim" diyebileceğimiz keşf, feth ve ilhamlardır.

Bu konuya delil olabilecek hadîslerden bâzıları da şöyledir:
"Her ümmetin mukaddesleri; keşf ve ilhama mazhar kisileri vardır. Bu ümmetin mukaddeslerinden biri de Ömer b. Hattâb'dır."91

"Öğrendikleriyle amel edene Allâh Teâlâ bilmediklerini öğretir."92

"Kırk gün süreyle Allâh'a ihlasla amel edenin kalbinden lisanına hikmet pınarları akmaya başlar."93

Keşf ve ilham, mutasavvıflar için hakîkata ulaşmada bir yol ve bir araç olmakla birlikte, hiçbir zaman gâye ve amaç değildir. Çünkü keşf ve ilham sâdece sâhibini bağlar. Sûfînin keşfi, müctehidin içtihadı gibidir. Hatâ ve sevap ihtimali her zaman vardır.

Son devir Ezher şeyhlerinden ve tasavvuf üstadlarından Dr. Abdülhâlim Mahmud (ö. 1978), bu târifler içinde en çok Ebû Bekir el-Kettânî'nin şu târifini beğenmekte ve "efradını câmi ağyarını mâni" olarak görmektedir: "Tasavvuf, safâ ve müşâhededir. Çünkü safâ, kalb tasfiyesini ve onun için gerekli olan ibâdet, zühd, mücâhede, ihlâs, teslîmiyet ve Hakk'a yönelmek gibi konuların hepsini içine almaktadır. Müşâhede de sûfîlere âit her türlü rûhî tecrübe, mânevî ahvâl ve keşfî bilgilerle mârifet-i ilâhiyye konuları bulunmaktadır.

* Kaynak: Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar; Prof. Dr. H. Kamil YILMAZ; Ensar Neşriyat



77.et-Tevbe,9/119
78.el-En'âm, 6/68
79.bk. Buhârî, Zebâih 31; Müslim, Birr 146
80.el-En'âm, 6/38
81.el-En'âm,6/59
82.en-Nisâ, 4/78
83.ihyâ, 1,99 İbn Hibban'dan
84.Bûhârî, Küsûf 2: Müslim, Salât 112
85.Buhârî, İlim 42
86.Buhârî, İlim 49
87.bk. Tecrîd-i Sarih Tercümesi, II, 465-473.
88.el-Bakara, 2/282
89.el-Enfâl, 8/129
90.el-Hadîd, 57/28
91.Buhârî, Fazâil, 16
92.Mevsûa etrâfi'l-hadîs, VIII, 403; Hiyetü'l-evliyâ, X, 15
93.bk. Keşfu'1-hafâ, II, 224 (2361)

Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
SÛFÎ VE TASAVVUF KELİMELERİNİN KÖKÜ

Sûfî ve tasavvuf kelimeleri Kur'ân ve hadîslerde zikredilmediği gibi, sahâbe ve tâbiîn devrinde bilinen kavramlar da değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.) devrine yetişen ve O'nu görme bahtiyarlığına eren kimselere "sahâbî" adı verildiğinden o dönemde zühd ve takvâ ile temâyüz eden şahsiyetlere bir başka ad verilmesine ihtiyaç duyulmamıştır. Sahabelere yetişen ikinci nesle de "tâbiîn" dendiğinden bu isimle anılmak onlara şeref olarak kâfiydi. "Tebe-i tâbiîn" döneminde iyice genişleyen İslâm dünyâsında refah seviyesi yükseldikçe halkın ibâdet ve zühd konularına yönelenlerine yeni bir takım adlar verilmeye başlandı. Bu adlar arasında en yaygın olanları âbid, zâhid, nâsik, bekkâ gibi isimlerdi. Bunların arkasından hicrî II. asrın ortalarından sonra kullanılmaya başlayan ve giderek yaygınlaşan kavram ise "sûfî" kavramıdır. İlk defa "sûfî" lakabıyla anılan zât, bir rivâyete göre Câbir b. Hayyân (ö.150/767), bir başka rivâyete göre ise Ebû Hâşim'dir. Her ikisi de Kûfe'li olan bu zâtların durumları nazar-ı i'tibâra alındığında "sûfî" kavramının önce Kûfe ve Basra'da ortaya çıktığı söylenebilir.

Sûfî ve tasavvuf kelimelerinin hangi kökten geldiği konusu ihtilaflıdır. Kuşeyrî ve Hucvirî gibi bâzı müellifler bu kelimenin Arapça herhangi bir kelimeden türemiş olmadığını, olsa olsa câmid bir lakap olabileceğini belirtmektedirler. Sûfî ve tasavvuf kelimelerinin Arapça bir kökü bulunduğunu öne sürenler ise bir kelime üzerinde ittifak edemeyerek değişik görüşler öne sürmüşlerdir. Tasavvuf kelimesine kök olarak Öne sürülen başlıca kelimeler şunlardır:
1. Asr-ı saâdetteki ashâb-ı suffenin suffesinden,
2. Bir çöl bitkisi olan sufâneden,
3. Duruluk ve temizlik anlamına gelen safa ve safvetten,
4. Saff-ı evvelden,
5. Kendilerini halka hizmete veren Benu's-sûfeden,
6. Ense saçı ve kıl demek olan sûfetü'l-kafâdan,
7. Sıfat kelimesinden,
8. Yunanca hakîm ve filozof anlamına gelen sofiadan,
9. Yün anlamına gelen sûftan.

Ashâb-ı suffe, hayâtlarını Hz. Peygamber (s.a.s.)'in mescidinin sofasında geçiren, orada yatıp kalkan ve mescide devamdan başka dünyevî meşgûliyeti bulunmayan sahâbîler topluluğudur. Sayıları 70 ilâ 300 arasında değişen bu fakir sahâbîler topluluğu, aynı zamanda Allâh Rasûlü'nün hazır muallimleriydi. Bir bölgeden mürşid ve muallim istendiğinde bunların içinden seçilip gönderilirdi. Maişetleri Allâh Rasûlü ve zengin sahâbîler tarafından sağlanan ashâb-ı suffenin hayâtı ile sûfîlerin hayâtları arasında bir benzerlik dikkat çekmektedir. Bu yüzden sûfî ve tasavvuf kelimesinin suffe kökünden gelmiş olabileceği ileri sürülmüştür. Bu tevcih anlam açısından doğru sayılabilirse de dilbilgisi açısından doğru olamaz. Çünkü suffenin nisbeti suffîdir, "sûfî" değil.

Sûfî kelimesinin bir çöl bitkisi olan sufân ve sufâneden alınmış olması ihtimali, sûfîlerin yemeye değer vermemeleri ve genellikle nebâtî şeyler yemeye özen göstermiş olmalarından dolayıdır. Ancak sufân veya sufâne kelimesinin nisbeti sufânî olması lâzım geldiğinden sûfînin bu kökten gelme ihtimali yok gibidir.

Sûfî ya da tasavvuf kelimelerinin safa ve safvet kökünden gelmiş olduğu görüşünü öne sürenler, tasavvufun daha çok bir kalb tasfiyesi işi olduğuna ve safvet-i kalbe verdiği öneme dikkat çekerler. Safânın nisbesinin safâî, safvetin nisbesinin safevî şeklinde geldiğine bakılırsa bu ihtimal de pek geçerli sayılmaz.

Sûfîlerin kalbleriyle ve takvâ duygusuyla Allâh'a yönelişleri îtibârıyla halk içinde saff-ı evvelde bulunmaları gerektiğine istinâden tasavvufun saff kelimesinden gelmiş olabileceğini öne sürenler de vardır. Ancak bu kelimenin nisbetinin saffî olması gerektiğinden gramer açısından bu tevcih de muteber değildir.

Benu's-sûfe, İslâm'dan önce yaşayan ve kendilerini Kâbe hizmetine adayan bir kabîlenin adıdır. Sûfîler Hakk'a ve halka hizmeti ön planda tuttuklarından, kendilerine, Allâh'ın evi Kabe'ye hizmet eden bu kabileye nisbetle sûfî denmiştir. Mânâ ve gramer açısından uygun görünen bu tevcihe itiraz edenler, İslâm'ın geldiği yıllarda bu adla anılan bir kabile bulunmadığını ve Benu's-sûfe'nin münkariz olduğunu öne sürerler.

Sûfetü'I-kafâ, ense kılı demektir. Sûfîler giyim ve kuşamlarına önem vermedikleri ve saçlarına başlarına dikkat etmedikleri için kendilerine bu kelimenin nisbetiyle ad verilmiştir. Tasavvuf târihinde saçlarını uzatan ve "Şa'rânî" lakabıyla anılan pek çok mutasavvıf bulunmakla birlikte sûfî kelimesinin "sûfe" kökünden gelmesi pek mümkün görünmemektedir. Çünkü gramer kâidelerine göre bu kelimenin nisbesinin sufetî veya sufevî şeklinde olması gerekir.

Sûfînin en güzel sıfatlarla muttasıf bulunduğunu öne sürerek sûfî ve tasavvuf kelimelerinin sıfat kelimesinden geldiğini öne sürenler vardır. Bir önceki kelimede olduğu gibi gramer açısından böyle bir tevcih doğru değildir. Çünkü sıfatın nisbeti sûfî değil, sıfetî veya sıfevî olmalıdır.

Bîrûnî (ö.443/1051) ve onun ardından bâzı Batılı müsteşrikler, sûfî kelimesinin Yunanca "hikmet" anlamına gelen "sofia"dan alındığını öne sürmüşlerdir. Ancak sûfî kelimesinin felsefenin Arapça'ya çevrilmesinden çok önce İslâm dünyâsında kullanılmaya başlandığına ve İslâm filozoflarına "hakîm" ya da "feylesûf' denilerek "sûfî" denilmediğine bakılırsa, bu iddianın da kabulünün mümkün olmadığı anlaşılmış olur.

Sûfî kelimesinin kökü olarak en çok hüsn-i kabul gören kelime, yün anlamına gelen Arapça "sûf"tur. Klâsik tasavvuf yazarlarının ilklerinden olan Ebû Nasr Serrâc (ö.378/988), peygamberlerin, evliyâ ve asfıyânın yolu dediği sûf giyme âdetinden hareketle sûfî kelimesini bu kökten sayar. İnsanların giydikleri libasa nisbetle isim almalarının eski bir âdet olduğunu, Îsâ'nın arkadaşlarının beyazlar giydikleri için "beyaz libaslı" anlamına "havârîler" adını aldıklarını belirten Serrâc, sûfîlere de yünlü giydikleri için sûfî dendiğini; gömlek giyinenin fiili "tekammesa" ile ifâde edildiği gibi, sûfîlerin ilmine de "tasavvuf denildiğini anlatmaktadır. Onun ifâdesine göre sûfîleri, fakihlerin fıkha, muhaddislerin hadîse, müfessirlerin tefsire nisbeti gibi kendi hâl ve makamlarından birine nisbet edip adlandırmak mümkün değildir. Çünkü hâller ve makamlar pekçok ve değişken olduğundan sûfînin ad ve lâkabının devamlı değişmesi gerekir. Bu ise işi iyice zorlaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Klâsik devir müelliflerinden Kelâbâzî, Ebû Nuaym, Gazzâlî, İbnu'l-Cevzî, Sühreverdî, İbn Teymiye ve İbn Haldun bu görüşü benimsemektedir. Müsteşriklerden Nicholson, Nöldeke, Massignon ve Goldziher ile son devir mutasavvıflarından Ezher şeyhi Abdulhâlim Mahmud de bu görüşe katılan âlimlerdendir.

Fransız müslüman Rene Guenon (Abdulvâhid Yahyâ), sûfî kelimesinin ebced hesabıyla "el-Hıkmetü'1-ilâhiyye" kelimesinin harfleri toplamına eşit olduğunu ve bu tevcihle sûfî ve tasavvuf kelimelerinin sûf kökünden gelmesi ihtimalinin daha büyük olduğunu belirtmektedir.

Sûfî kelimesinden önce âbid, zâhid, nâsik ve bekkâ gibi değişik isimlerle anılan tasavvuf mensupları, bu ismin yaygınlaşmasından sonra da muhtelif memleketlerde değişik bâzı isimlerle anılmışlardır. Vatanlarını terk ettikleri için "gurebâ", diyar diyar dolaştıkları için "seyyâhîn" (gezginciler), sahralarda dolaşarak zaman zaman mağaralarda yaşadıkları için Horasanlılarca "şikeftiyye", açlık ve az yemeye dikkat ederek dünyâya önem vermedikleri için Şamlılarca "cûıyye" (açlar), mülkün Allâh'a âit olduğu düşüncesinden hareketle Allâh'tan başka herkese karşı müstağni davrandıkları için "fukâra", kalblerini nurlandırmaya çalışmaları sebebiyle "nûriyye" gibi adlar almışlardır. Sühreverdî, mukarrebûnu sûfıye, ebrârı mutasavvife anlamında kullanmakta, fakr, zühd ve tasavvuf arasında bir ilişki bulunduğuna dikkat çekmektedir.


* Kaynak: Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar; Prof. Dr. H. Kamil YILMAZ; Ensar Neşriyat


Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
MİSTİSİZM VE MİSTİSİZMİN ÖZELLİKLERİ

Mistisizm kelimesi eski Yunanca'dan alınmadır. "Dilsiz olmak, konuşmamak, dudakları ve gözleri yummak" gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise, insanı ahlâken yüceltme, rûhî saâdete erdirme, özündeki hakîkati kavratma, görünen dünyânın üstünde ve ötesinde görünmeyenin şuûruna erdirme çabasıdır. Dinlerin derûnî ve rûhânî yönüdür. Bu bakımdan din fikri nasıl insanlık kadar eski ise, mistisizm ve rûhânî hayât da o kadar eskidir. Dinsiz bir toplum olmadığı gibi, mistik tarafı, rûhânî hayâtı bulunmayan bir din de mevcud değildir. İlâhî menşe'li dinlerde olduğu gibi beşerî dinlerde de vardır. "Mistik tecrübe" denilen rûhî duyuş ve derûnî anlayışın mâhiyeti bütün dinlerde ve felsefî sistemlerde benzerlikler arz etmektedir. Farklılık, mistiklerin yetiştikleri kültür ve medeniyet ortamından etkilenme sonucu ortaya çıkan tezâhürlerde ve mânevî hâlleri yorumlamadadır. Mistisizm, riyâzat ve mücâhede denilen usullerle insan rûhunun ahlâken yükselmesini sağlamaya çalışır. Bu riyâzat ve mücâhedeler insanı, içindeki yüce hakîkatte fânî olmaya ve onu aklen değil, zevkan bilmeye götürür. Bunun sonucu rûhî saâdettir. Bunun târifi yapılamaz, ancak yaşanılarak kavranılır.

MİSTİSİZMİN ÖZELLİKLERİ
1. Her mistik sistemin kendine göre bir takım ah değerleri vardır. Bu ahlâkî değerlere ulaşmak, nefsin riyâzatle temizlenmesi şartına bağlıdır.
2. Ahlâkî yükseliş için yapılan riyâzatin sonucu mutlak hakîkatte fânî olmaktır.
3. Hakîkati, akla ait olan istidlal ve nazar yoluyla değil kalbe ait keşf, zevk ve mânevî tecrübe ile kavramaya çalışmak gerekir.
4. Mutlak varlıkta fânî olma sonucu insanda târifi imkansız bir itmi'nan, sükun ve huzur hâli meydana gelir. 5. Mistik tecrübeler genellikle remzî ifâde ve sembollerle anlatılır. Bunun sebebi de, mistiklerin yaşadıkları mânevî zevki ehil olmayandan gizlemek düşüncesidir.

TASAVVUF - MİSTİSIZM FARKI

Tasavvuf ile mistisizm çoğu zaman karıştırılarak aynı sayılsa da aralarında bir takım farklar vardır. Bu farklardan başlıcaları şunlardır:
1. Tasavvuf, insana rûhî bir yükselme sağladığı hâlde, mistisizmde gelip geçici hazlar vardır.
2. Mistisizm'de ıstırap önem taşıdığı hâlde tasavvufta ıstırabın özel bir yeri yoktur.
3. Tasavvufta terbiye metotları fertlerin karakter yapılarına göre farklılık arz ettiği hâlde, mistisizmde bu farklılık ve zenginlik yoktur.
4. Tasavvufta mânevî yükseliş için ferdî gayret esas olduğu hâlde mistisizmde değildir.
5. Mistik sadece vecd ehli olduğu hâlde, sûfî hem vecd ehli, hem de ilim talibidir.
6. Tasavvufta zikir ve şeyh ile birlikte bulunmak (sohbet) esastır. Mistisizmde böyle bir esas yoktur.
7. Mistisizm, rûhun cesede hakîmiyetini sağlama ameliyesidir. Tasavvuf ise rûhun arıtılıp Hakk'a vuslata erdirilmesidir.

* Kaynak: Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar; Prof. Dr. H. Kamil YILMAZ; Ensar Neşriyat
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
TASAVVUFÎ DÜŞÜNCENİN DİNÎ VE FİKRÎ TEMELLERİ
..:: 1 ::..

İslâm, müminlerin dünya hayatına ve maddî zevklere dalmamalarını, âhirete ve mânevî değerlere öncelik vermelerini ister. Yüce Allah şöyle buyurur: "Azgınlaşan ve dünya hayatını tercih edenin gideceği yer cehennemdir"
(en-Nâziât 79/38).
"Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz ama âhiret hayatı daha hayırlı ve daha kalıcıdır"
(el-A'lâ 87/16).
Tasavvufta dünya hayatına âhiret hayatı kadar veya daha fazla önem vermemek esastır. Bu nokta Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadîs-i şeriflerde de kuvvetle vurgulanmıştır. Allah Teâlâ buyurur: "Dünya hayatı aldatıcı bir metâdan başka bir şey değildir"
(Âl-i İmrân 3/185).
"Doğrusu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir"
(Muhammed 47/36).
"Allah'ın vaadi haktır, sakın dünya hayatı sizi kandırmasın ve şeytan Allah'ın affına güvendirerek sizi aldatmasın"
(Lokmân 31/33).
"Dünya menfaati önemsizdir, takvâ sahipleri için âhiret daha hayırlıdır"
(en-Nisâ 4/77).
"Şu dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlencedir, âhiret ise gerçek bir hayattır"
(Ankebût 29/64).
"Dünya hayatı sadece bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme vesilesi ve daha çok servet ve evlâda sahip olma yarışıdır"
(el-Hadîd 57/20).
"Mal ve evlât dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan iyi işler ise hem sevap olması bakımından hem de ümit bağlanması bakımından Rabbinin nezdinde çok hayırlıdır"
(el-Kehf 18/46).

Kur'ân-ı Kerîm birkaç yerde dünya hayatını temsille anlatmıştır: "Onlara şunu misal ver: Dünya hayatı gökten indirdiğimiz bir yağmura benzer. Bu sayede yeryüzünde biten bitkiler birbirlerine karışmış, sonra kurumuş, rüzgârın savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah'ın gücü her şeyin üstündedir"
(el-Kehf 18/45; Âl-i İmrân 3/117; Yûnus 10/24; el-Hadîd 57/20).

Kur'ân-ı Kerîm'e göre insan dünyadan çok âhireti istemelidir: "Kim âhiret yararını isterse ona bunu fazlasıyla veririz, kim dünya yararını isterse ona da dünyadan bir şeyler veririz, ama âhirette bir nasibi olmaz"
(eş-Şûrâ 42/20; elBakara 2/200; ÂI-i İmrân 3/145; Hûd 11/15).
Kısaca servetler, kazançlar, zenginlikler ve her çeşit nimetler âhirette ve Allah katında bol bol mevcuttur
(bk. en-Nisâ 4/94).

Hadîs-i şeriflerde de aynı hususların sıklıkla ifade edildiği görülür: "Dünyada bir garip yada yolcu gibi yaşa, kendini kabirde yatanlardan say"
(Buhârî, "Rilcâk", 3; Tirmizî, "Zühd", 25; İbn Mâce, "Zühd", 6).
"Dünyaya karşı soğuk olanı Allah, halkın malına göz dikmeyeni insanlar sever"
(İbn Mâce, "Zühd", 1 )

"Kabirleri ziyaret ediniz. Zira bu, sizi dünyadan soğutur, âhirete ısındırır"
(İbn Mâce, "Cenâiz", 47).
Hz. Peygamber dünyanın gösteriş ve çekiciliğine kapılmanın muhtemel tehlikeleri konusunda ümmetini uyarmıştır
(Buhârî, "Rikâk", 3; Tirmizî, "Zühd", 25).

Hz. Peygamber şahsen yukarıda anlatılan ilkelere uygun olarak yaşamış; dünya malına tamah etmemiş, maddî zevkler peşinde koşmamış, daima âhiret hayatına öncelik vermiş ve onu üstün tutmuştur. Şöyle buyurmuştur: "Uhud dağı kadar altınım olsa, borcumu ödemek için bundan ayıracağım miktar hariç, altınların üç günden fazla yanımda kalmasını arzu etmezdim"
(Buhârî, "Zekât", 4; Müslim, "Zekât", 31).

Hz. Peygamber vefat edince altın, gümüş miras bırakmadı. Bıraktığı miras beyaz bir katır, bir silâh ve vakıf arazisinden ibaretti
(Buhârî, "vesâyâ", 1 ) .

Hz. Peygamber sade ve mütevazi bir hayat yaşamış, hiçbir zaman dünya nimetlerinin cazibesine kapılmamış, ganimet malları sebebiyle müslümanların elleri az çok genişlediği halde o eski yaşama biçimini sürdürmüş, öbür müslümanlar düzeyinde bir hayata kavuşmak isteyen hanımlarına küsmüş ve onlardan dünya ile kendisi arasında bir tercih yapmalarını istemişti
(bk. el-Ahzâb 33/28; Buhârî, "Tefsîr", 66; Müslim, "Talâk", 5).

Dünyayı âhiretle bir ve eşit tutmak veya ondan üstün tutmamak zühddür. Zühd ilkesine bağlı olarak yaşayan kişilere de zâhid denir. Kur'an ve hadislerde zühde büyük önem verilmiş, bunun zıddı olan dünyaya düşkün olma, tamah, ihtiras ve çıkarcılık şiddetle yerilmiştir. Zühd tasavvufun temelidir.

Âhiretin dünyadan üstün, oradaki nimetlerin buradaki servetten daha önemli olduğuna inanan bir müslüman daha nitelikli ve daha çok ibadet eder, hak hukuk gözetir, ahlâk kurallarına bağlı kalır, haram ve helâli bilir. Böyle bir hayat yaşamayan bir kimsenin dünyadan çok âhirete önem ve değer verdiği söylenemez. İbadet zühdün tabii bir sonucudur.

Yüce Allah namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetleri farz kılmıştır. Hz. Peygamber ise farz olan ibadetlerle yetinilmemesini, nafile ve sünnet olanların da yerine getirilmesini tavsiye etmiştir. Farz namazlardan önce ve sonra kılınan sünnetler, teheccüd, evvâbin ve tahiyyetü'l-mescid gibi diğer nâfile namazlar, receb ve şâban gibi aylarda belli miktarda tutulan oruçlar, umre ve sadaka böyledir. İbadetlerin amacı nefsi disiplin altına alarak Allah'a yaklaşmaktır. Tasavvufta farz ve nafile ibadetleri şartlarına uygun olarak huşû ve ihlâsla yerine getirmek esastır. Sûfiler özellikle farz olmayan ibadetleri belli düzen içinde yerine getirmeye özen gösterirler. İbadetsiz tasavvuf olmaz.

İslâm'da kalp temizliği önemlidir. Her şeyden önce Cebrâil Kur'ân-ı Kerîm'i Hz. Peygamber'in kalbine indirmiştir
(el-Bakara 2/97; Şuarâ 26/194).
Vahiy de ilham da kalbe gelir. "Allah'ın huzuruna temiz (selim) bir kalple çıkmaktan başka hiçbir şeyin faydası yoktur"
(eş-Şuarâ 26/89; es-Saffât 37/84; Kaf 50/33).
"Allah sekîneti (huzuru) müminlerin kalplerine indirmiştir"
(el-Feth 48/4).
"Kalpler Allah'ı zikretmekle itminan (huzur) bulur"
(Yûnus 10/74).
Onun için Allah'ı çok zikretmek tavsiye edilmiştir (bk. el-Ahzâb 33/41).
Her şeyin temeli olan iman kalbin tasdiklerinden ibarettir. Niyet bütün ibadetlerin temelidir. Halis niyet de kalpte gerçekleşir. İbadetlere kalbin temiz, niyetin iyi olması oranında sevap verilir
(Buhârî, "Îmân", 41; Müslim, "İmâret", 155).

Kur'an kalbin görme niteliğinden söz eder. Yeryüzünde dolaşıp ibret almayanları, düşünecek kalbi, işitecek kulağı olmayanları uyarır: "Dikkat edin, baştaki gözler değil, göğüsteki kalpler kör olur"
(el-Hac 22/46).
Hassas, yufka ve temiz kalplerden bahseden Kur'an taş gibi katı, kirli ve kilit vurulmuş kalplerin bulunabileceğine de dikkat çeker. Kalbin kirlenmiş şekline bazan nefis de denir. Buna karşı nefsin arınmış şekli de kalptir, kalp hükmündedir. "Nefsini kirleten hüsrandadır, onu arındıran kurtuluşa erer"
(bk. eş-Şems 91/9-10).

Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. O iyi olursa beden tümüyle iyi, kötü olursa tamamıyla kötü olur. Dikkat, o kalptir"
(Buhârî, "Îmân", 39; Müslim, "Müsâkât", 107).
Bir hadiste, "Başkaları fetva verse de, sen fetvayı kalbine sor"
(Dârimî, "Buyû"', 2; Müsned, IV, 228)
denilerek vicdanın sesine kulak verilmesi istenmiştir. Hz. Peygamber, "İyi, gönüle yatan, günah gönülü tırmalayan şeydir"
(Müsned, IV, 194, 228)
buyurarak şüpheli konularda kişinin kalbine başvurmasını, başkasının denetlemesinden önce kişinin kendi kendini denetlemesini tavsiye etmiştir. Kur'an'da ve hadislerde takvâya büyük önem verilmiştir. Hz. Peygamber kalbine işaret ederek, "Takvâ buradadır" demişti
(Müsned, V, 379).

Tasavvuf bir kalp ilmidir.
Sûfilere bu yüzden gönül ehli denilmiştir. Tasavvufi düşünce Allah korkusu ve Allah sevgisi temeline dayanır.

Allah Korkusu. Kur'ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerde "havfullah (mehâfetullah) ve haşyetullah" denilen Allah korkusu üzerinde çok durulmuştur. Günah işleyenlerin ve başkalarına haksızlık edenlerin Allah'ın gazabından ve azabından korkmaları lâzımdır. Kur'an'da "Eğer inanıyorsanız biliniz ki en çok korkulmaya lâyık olan Allah'tır"
(et-Tevbe 9/13; el-Ahzâb 33/37),
"Onlardan değil, benden korkun"
(Âl-i İmrân 3/175)
buyurulur. Kişi insanlardan değil, Allah'tan korkarak günah işlememeli, kötülük ve haksızlık etmemelidir. Gizli-açık işlenen her kötülüğü bilen Allah Teâlâ'nın işlenen kötülükleri cezasız bırakmayacağına, er veya geç bunun hesabını soracağına inanmalı, dinin emirlerine uyup yasaklarından kaçınırken Allah'tan başka hiçbir kimseden korkmamalıdır. Allah Teâlâ böyle kullarını över: "Onlar Rablerinden de, kötü azaptan da korkarlar"
(er-Ra'd 13/28).
"Allah'tan başka hiçbir kimseden korkmazlar"
(et-Tevbe 9/18; el-Ahzâb 33/39).

Başta peygamberler ve velîler olmak üzere bütün müminler Allah'tan korkar. Hz. Peygamber, "Allah'ı en iyi bileniniz ve ondan en çok korkanınız benim" buyurmuştur (Buhârî, "Edeb", 72; Müslim, "Fezâil", 35).
Bir hadiste de "Hikmetin başı Allah korkusudur"
(Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, I, 421)
buyurulmuştur. Allah'tan korkan başkasından korkmaz. Allah korkusu diğer korkuları siler ve kişiyi cesur hale getirir. Allah'tan korkanların âhirette de korkuları olmayacak, mahzun olmayacaklardır
(el-Bakara 2/38, 62, 112, 262, 274, 277).
İşte Allah'ın velî ve ergin kulları bunlardır.

Allah korkusu konusu üzerinde çok duran sûfîler bunu tasavvufun temel ilkelerinden biri haline getirmişlerdir. Buradaki korku aynı zamanda Allah'ı sevmekten kaynaklanan bir çekinme mahiyetindedir. Bu sebeple Allah korkusu ile Allah sevgisi, birbirini tamamlayan iki kavramdır.


Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
..:: 2 ::..

Allah Sevgisi. Bu sevgi İslâm'daki mânevî hayatın temelidir. Bu temele dayanmayan ibadet ve ahlâk gibi davranışlar İslâm açısından bir anlam ifade etmez. Bir mümin severek Allah'a itaat ve ibadet ederse, onun emirlerine ve yasaklarına uyarsa bunun değeri vardır. Allah Teâlâ'yı seven onun kelâmı olan Kur'an'ı ve resulü olan Hz. Muhammed'i, onun dava arkadaşları olan sahâbeyi de sever. Kısaca Allah'ın sevdiği herkesi ve her şeyi sever.
Kur'an'da Allah sevgisi üzerinde önemle durulur. Yüce Allah şöyle buyurur:
"İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise çok daha fazladır"
(el-Bakara 2/165).
Şiddetli ve çok sevgi aşk demektir. Bu âyet başta olmak üzere birçok âyette muhabbetullah denilen Allah sevgisine ve ilâhî aşka işaret edilir.

Bir müslüman Allah'ı, Resulü'nü ve Allah yolunda mücadele etmeyi babasından oğullarından, kardeşlerinden, eşlerinden, kabilesinden, servetinden, ticaretinden ve meskeninden daha çok sevmekle yükümlüdür. Eğer daha çok sevmezse Kur'an'ın ifadesiyle
"Allah'ın hükmü tecelli edene kadar bekleyin, Allah günahkâr bir toplumu hidayete erdirmez"
(et-Tevbe 9/24)
tehdidine muhatap olur. Bunun anlamı şudur: Bir müslümanın Allah'ı, Resulü'nü ve Allah yolunda mücadele etmeyi yürekten sevmesi ve bu sevgi ve isteğini her zaman diğer şeylerden önde tutması gerekir.

Hz. Peygamber "Allah ve Resulü'nü diğer şeylerden daha fazla sevmeyen kimse imanın hazzına eremez" deyince Hz. Ömer, "Ey Allah Resulü, Kendim hariç seni herkesten ve her şeyden çok seviyorum" demiş, Hz. Peygamber de "Olmadı yâ Ömer!" demişti. Hz. Ömer, "O halde seni kendimden de çok seviyorum" deyince Resûlullah "şimdi oldu yâ Ömer!" buyurdu
(Buhârî, "Îmân", 9; Müslim, "Îmân", 15).

İslâm'da Allah'la kulları arasındaki sevgi karşılıklıdır. Allah kullarını sever, kulları da onu severler. Kur'an şöyle der: "Ey iman edenler! İçinizden her kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler"
(el-Mâide 5/54).
İslâm inancına göre Allah Teâlâ vedûd ve velîdir. Yani mümin kullarını çok sever ve onları dost edinir.

Kur'an'da Allah'ın hangi kullarını sevdiği şöyle açıklanır:
"Allah âdil olanları sever"
(el-Mümtehine 60/8; el-Hucurât 49/9).
"Allah temiz insanları sever"
(et-Tevbe 9/108; el-Bakara 2/222).
"Allah takvâ sahibi kullarını sever"
(Âl-i İmrân 3/76, et-Tevbe 9/4, 7).
"Allah ihsan sahibi dürüst kişileri sever"
(Âl-i İmrân 3/148, el-Mâide 5/13, 93).
"Allah tevekkül ehlini sever"
(Âl-i İmrân 3/159).
"Allah sabırlıları sever"
(Âl-i İmrân 3/146).
"Allah tövbe edenleri sever"
(el-Bakara 2/222).

Yüce Allah, Peygamberimiz'i herkesten çok sevdiği için ona "habîbullah" (Allah'ın sevgilisi) denilmiştir
(Tirmizî, "Menâkıb", 1). Nitekim Hz. İbrâhim için de "halîlullah" (Allah'ın dostu) ifadesi kullanılmıştır.

Burada sözü edilen adalet (kıst, vera'), temizlik, takvâ, ihsan, tevekkül, sabır, tövbe tasavvufun temel kavramlarıdır. Sûfiler ve velîler Allah'ın sevgili kulu olma mertebesine ermek için bu hususları büyük bir özenle gerçekleştirmeye çalışır, ilâhî sevgiden mahrum olmamak için bunların zıddı olan hususlardan dikkatle kaçınırlar. Çünkü Allah zâlimleri, kafirleri, günahkârları, kibirlileri, hâinleri, bozguncuları, müsrifleri, saldırganları sevmez
(eş-Şûrâ 42/40, el-Bakara 2/176, en-Nisâ 4/107, el-Hadîd 57/23, el-Hac 22/38, el-Mâide 5/64, el-A`râf 7/31, el-Mâide 5/87).

Seven sevgilisine itaat eder, ona tâbi olur, onu razı etmeye çalışır, emirlerine uyar, onu darıltacak davranışlardan sakınır. Kısaca sevginin sonucu Allah'ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmaktır.

Allah'ın peygamberine uymak Allah'ın sevgisini kazandırır. Onun için yüce Allah buyurur: "Ya Muhammed: De ki eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki O da sizi sevsin"
(en-Nisâ 4/80).

Resûlullah'a itaat Allah'a itaat demektir: "Resülullah'a itaat eden Allah'a itaat etmiştir"
(en-Nisâ 4/80).

Hz. Peygamber, müminlerin Allah için birbirini sevmeleri gerektiğini önemle vurgulamıştır. Kutsî bir hadiste, "Benim için birbirini sevenleri sevmem vâciptir"
(Muvatta, "Şiir", 16; Müsned, V, 233) buyurulmuştur. Hz. Peygamber, "Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız"
(Müslim, "Îmân", 93; Ebû Dâvud, "Edeb", 131).
"Bir kimse kendisi için istediği bir şeyi mümin kardeşi için istemedikçe iman etmiş olmaz"
(Buhârî, "Îmân", 7) buyurarak bu sevgi ile kâmil iman arasında sıkı bir bağ bulunduğuna işaret etmiştir.

İslâm, müminleri sevgi ve dostluk bağlarıyla birbirine bağlamış, kaynaştırmış ve böylece fertleri birbirine kenetlenmiş bir toplum meydana getirmiştir. Sevgi bağı hem müslümanları Allah'a ve Resulü'ne, hem de birbirlerine bağlar. Müslümanlar iyi ve kötü günlerde, mutlu ve sıkıntılı zamanlarda daima bir arada olurlar. Hz. Peygamber, "Kişi sevdiğinle beraberdir" buyurmuştur (Buhârî, "Edeb", 69; Müslim, "Birr", 165).

Bir müslüman Allah'ın gazabına uğramamak ve cehennem azabından kurtulmak için yaratıcısına ibadet eder. Bu amaçla ibadet etmek câizdir. Genellikle halk, özellikle zâhidler ve âbidler bu maksatla ibadet ederler. Cennete girmek ve oradaki nimetlerden yararlanmak için Allah'a ibadet ise evvelkine göre bir derece daha üstündür. Fakat sırf Allah'ın emrine uymak, rızâsını kazanmak için Allah'a ibadet etmek daha üstün bir mertebedir. Bu ibadet sevgi temeline dayanır. Sevenin sevgilisine itaat etmesi türünden bir boyun eğme ve emredileni gönül hoşluğu ile yerine getirme halidir. Peygamberlerin, sağ iken cennetle müjdelenen on sahâbenin, velîlerin ve âbitlerin ibadetleri böyledir. Râbia el-Adeviyye'nin dediği gibi onlar cehennem ve cennet olmasa da Allah'a ibadet eder, ona itaati canlarına minnet bilirler. Nitekim bu konudaki hadislerden birinde, "Suhayb, Allah'ın ne hoş bir kuludur ki ondan korkusu olmasa bile günah işlemez", diğerinde, "Ebü Huzeyfe'nin âzatlası Sâlim, Allah'a âşık olduğundan O'ndan korkmasa bile günah işlemez"
(Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, II, 323) buyurulmuştur.

Tasavvufta hedef bir müslümanın gönüllü olarak ve seve seve Allah'a ibadet etmesini sağlamaktır. Bu mertebede ibadet insana zor gelmez, tersine ona haz ve huzur verir. İbadet halinde olmaması ise onu rahatsız eder. Hz. Peygamber zamanında var olan bu anlayış ondan sonra gelişerek devam etmiştir. Bu hareketin en önemli temsilcisi hicrî II. (VIII.) asrın ikinci yarısında yetişmiş olan ünlü sûfi Râbia el-Adeviyye'dir (ö. 185/801 ) . Bu tarihten sonra bu anlayışın yaygınlaşarak ve gelişerek devam etmesi tasavvufun İslâmî bir hareket olarak ortaya çıkmasına sebep olan faktörlerin başında gelir. Zühd ile tasavvuf arasındaki en önemli fark zühdde korku, tasavvufta sevgi unsurunun ağır basmasıdır. Zühd hareketinde korku sevgiyi, tasavvuf hareketinde ise sevgi korkuyu kapsar. Zühd âhirette kurtuluşu amaçlayan nisbeten özel bir mânevî hal, tasavvuf ise bu hayata dayanan ama daha çok Allah'ın rızâsını ve sevgisini kazanmayı amaçlayan daha kapsamlı mânevî hayattır.

Tasavvufta Allah sevgisinin ne kadar önemli olduğunu göstermek için sûfilerin üzerinde özenle durdukları ve önemle açıkladıkları şu hadîs-i şerife bakmak yeterlidir. Kutsî hadiste şöyle buyurulmuştur: "Kulum farz ibadetlerle yaklaştığı kadar başka hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Nafile ibadetlerle de bana yaklaşır. O kadar çok yaklaşır ki ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. Böyle bir kul bana sığınırsa onu korurum, benden bir şey isterse dileğini yerine getiririm" (Buhârî, "Rikâk", 38).

Tasavvuf kulun Allah'a yaklaşması ve 0'nunla böyle bir mânevî ilişki kurmasıdır. Allah kuluna şah damarından daha yakındır (Kâf 50/16). Allah'ın bir ismi "el-karîb"dir. Yani o her zaman herkese yakındır. Fakat sevdiği kullarına özel bir anlamda yakındır. Allah'ın yakınlığını kazanan insanlara mukarreb denir (el-Vâkıa 56/88-89).

Müslümanların iman ve ibadet itibariyle çeşitli dereceleri vardır. Bir hadiste imanın altı, İslâm'ın beş şartı sayıldıktan sonra en büyük mertebe olan ihsan şöyle tarif edilmiştir: "İhsan, Allah'a, onu görüyormuşsun gibi ibadet etmektir, her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da O seni görmektedir" (Buhârî, "Îmân", 37; Müslim, "Îmân", 57). Kur'ân-ı Kerîm'de, "İhsan üzerine olunuz, Allah ihsan üzere olanları sever" (el-Bakara 2/195; el-Mâide 93) buyurulmuştur. Mutasavvıflar bu hadisten İslâm'ın üç mertebesi olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Bunlar sırasıyla İslâm, iman ve ihsan mertebeleridir. İslâm zâhir, iman zâhir ve bâtındır. İhsan ise zâhir ve bâtının hakikatidir. İslâm'da bilgi amelle, amel ihlâsla, ihlâs da Allah'ın rızâsını taleple kemale erer. Bilgi, ihlâs ve rızâ bu üç mertebenin başka bir ifadesidir. Müminler ilim, amel ve mertebe itibariyle birbirinden farklıdırlar. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulur: "Kendilerine ilim verilenler derece derecedir". "Amel edenlerin de mertebeleri vardır". "Bakın nasıl bazısını diğer bazılarına üstün kıldık" (el-Mücâdele 58/11; el-Ahkâf 46/19; el-İsrâ 17/21).
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
TASAVVUF KONUSUNDA DİKKAT EDİLECEK İLKELER

Tasavvuf ve tarikat konusunda göz önünde bulundurulması gereken önemli bazı hususlar şu şekilde özetlenebilir:

1. Tasavvuf Kur'an ve hadislerde bahsedilen incelikler ve İslam'ın manevi özü, tarikat ise bu öz istikametinden sûfiler tarafından geliştirilen düzenlenen şekildir. İbadet, ahlâk ve dinî heyecandan, insanın iç dünyasını zenginleştirip ruhî ve mânevî yönden kendini geliştirmesinden ibaret olan birinci kısmı kabul etmek ve uygulamak her müslümanın üzerine farzdır. İkinci kısım ise ihtiyarîdir. Zira özel bir hayat tarzıdır ve bir gönül meselesidir. Bu yola girmeyenlerin girenlere, girenlerin de girmeyenlere saygı göstermesi, hoşgörülü davranması gerekir.

2. Tasavvuf yolunu tutan ve tarikata girenler diğer müslümanları küçümseyemezler. Zira kibir haram, tevazu farzdır.

3. Tasavvuf yolu ince bir yoldur ve bu yolda ehliyetli, kâmil bir rehbere ihtiyaç vardır. Her şey erbabından öğrenilirse doğru öğrenilmiş olur. Kendi başına bu yolda yürüyenlerin yolu kaybetmeleri daima ihtimal dahilindedir.

4. Tasavvuf ince ve uzun olduğu kadar zor ve tehlikeli bir yoldur. Ebû Ali Kûzbârî, "Biz bu yolda bıçağın sırtı gibi bir noktaya ulaştık, azıcık sağa sola meyletsek cehenneme düşeriz" demiştir. Çok kârlı olan bir işin riski de çoktur. Onun için bu yola giren kimse, şeytan, nefis, benlik, şöhret, menfaat gibi tehlikelerin ve yalancı cazibenin çok olduğu bu yolda gayet ihtiyatlı ve son derece dikkatli olmalıdır.

5. Genel olarak müslümanların makbul ve muhterem saydıkları Bâyezîd-i Bistâmî ve İbn Arabî gibi mutasavvıfların, şeriatın hükümlerine aykırı gibi görünen bazı fıkir ve ifadelerine bakıp bunlar hakkında suizanda bulunmak ve acele hüküm vermek doğru değildir. Konuyu uzmanlarına sormak, yanlış anlamalara elverişli hususları onlarla müzakere etmek gerekir.

6. Derecesi ne kadar yüksek olursa olsun bir velî günah işleyebilir. Peygamberlerden başkası günahsız değildir. Ancak günah işleyen velîler günahta ısrar etmezler, ederlerse velî sıfatını kaybederler. Fâsık ve fâcir (günahkâr) bir kişi özel anlamda velî, yani Hak dostu olamaz. Bunlardan uzak durmalıdır.

7. Velîlerin, akıl ve dinî hükümlerle bağdaşmaz görünen sözlerini işitenler ve bu tür hallerini görenler bu konularda onları kendilerine örnek almamalı, delil saymamalı, bu tür söz ve ifadeleri onların özel yaşayışı veya hatası sayıp kendileri şeriatın hükümlerine bağlı kalmalıdırlar. Çünkü dinin açık hükümlerine, emir ve yasaklarına bağlı olmak esastır. Bu olmadan tasavvuf da olmaz.

8. Tasavvuf alanında müslümanlar asırlar boyu olgunlaşarak gelişen kültür birikimi ve gelenek sebebiyle zengin bir mirasa, büyük bir ilim ve irfan hazinesine sahiptir. Bir müslüman tasavvuf kitaplarını okuyabilir, tasavvufi düşünceden yararlanabilir. Bunun için tasavvuf yoluna girmesi ve bir şeyhe bağlanması gerekmez. Ancak tasavvuf kitaplarında gördüğü her şeyi doğru kabul etmemelidir. İnsan elinden çıkan her kitapta doğru da yanlış da vardır. Yanlışı olmayan tek kitap Kur'ân-ı Kerîm'dir.

9. Velîlerin kerameti vardır ve haktır. Bir velînin velî olması için kerameti olması da şart değildir. En büyük keramet iyi bir ahlâk sahibi olmaktır. Hatta istikamet (doğruluk, dürüstlük) kerametten üstündür. Mânevî kerametler maddî kerametlerden çok daha makbuldür. Bu sebeple kerametleri ve menkıbeleri ölçü almamak ve abartmamak gerekir.

10. Velîler keşf ve ilham denilen bir yolla özel bilgiler alabilirler. Keşf ve ilham yoluyla elde edilen en sağlam bilgiler bile ancak ilhama mazhar olan kişinin kendisi için delil olabilir. Başkaları için bağlayıcı delil değildir. Bu tür bilgilerden yararlanmak için bunların Kur'an ve hadislerin açık ve kesin hükümlerine aykırı olmaması şarttır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
TASAVVUFTAN FAYDALANAN SAPIK GÖRÜŞLER

Tasavvuf beden-ruh, zâhir-bâtın, lafız-mâna ayırımı yapar ve daima bunlardan ikincilere ağırlık verir, fakat birincileri de ihmal etmez. Bununla birlikte tarihî seyir içinde zaman zaman zâhir ile bâtın, zâhirî-şer`î ilimlerle batinî-mânevî ilimler arasındaki mesafe açılmış, uçurum derinleşmiştir. Açılan mesafeyi kapatmak için şeriatla tasavvufu bağdaştıran ve kaynaştıran Ebû Nasr es-Serrâc, Ebû Tâlib el-Mekkî, Kuşeyrî, Hücvîrî ve Gazzâlî gibi büyük mutasavvıf âlimler değerli eserler yazmışlar, böylece zâhir ehli ile bâtın ehli arasındaki zıtlaşmaları ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırmaya veya en aza indirgemeye çalışmışlardır. Tasavvufun Ehl-i sünnet arasında daha fazla yaygınlaşmasının önemli bir sebebi söz konusu mutasavvıf bilginlerin bu tür çalışmalarıdır.

Zâhir ile bâtın, akıl ile kalp arasında zaman zaman görülen karşıtlığın ve uzlaşmazlığın sebebi çoğu zaman tarafların birbirini anlamalarını sağlayacak yeterli bilgi donanımına sahip olmamalarıdır. Yetişme tarzının, alınan eğitimin ve mizacın da bunda büyük tesiri olmuştur. Bu hususlar ihtilâfın bir dereceye kadar tabii ve anlaşılır sebepleridir. Taraflar birbiri hakkında yeterli bilgiye sahip oldukları zaman ihtilâf ya ortadan kalkar veya hafifler, hoşgörü sınırları içinde kalır.

Söz konusu ihtilâfın diğer sebepleri tasavvuf perdesi altında İslâm'a dış kaynaklardan sokulmak istenen yabancı unsurlar, diğer dinlerden, mezheplerden, mistik akımlardan, felsefelerden ve dinî geleneklerden kaynaklanan sızmalardır. Bu çevrelerin kültürüne âşina olan zümreler ve fertler İslâm öncesi sahip oldukları dinî inançları ve felsefi kanaatleri belki iyi niyetle belki de art niyetle İslâm'a taşımışlar ve bunları tasavvuf çatısı altında yaşatma yoluna gitmişlerdir. Bunun sonucunda tasavvufî hayatta bazı sapmalar olmuştur.

Tasavvuftaki sapmalar erken dönemlerde başlamıştır. İlk sûfiler döneminde bile bu tür sapmaların mevcut olduğunu biliyoruz. Ancak ilk sûfiler bu tür hareketler karşısında çok dikkatli, hassas ve uyanık davranmışlar, sapmaları ve sapkınları eleştirmişler, reddetmişler, böylece kendilerini onlardan korumuşlardır. Diğer taraftan söz konusu hususlar zâhir ulemâsı tarafından da eleştirilmiştir.

Sülemî bu konuda Galatâtü's-sûfiyye adıyla bir eser yazmış, Serrâc da el-Lüm`a'da bu konuya bir bölüm ayırmıştır. Daha sonraki mutasavvıf yazarlar da bu husus üzerinde önemle durarak müslümanları sapkınlığa karşı uyarmışlardır. Bunlardan bazı örnekleri aşağıya alıyoruz.

1. İbadetin düşmesi inancı. Bazı sözde mutasavvıflar insanın ibadet ve kullukla Allah'a ereceğini, erince ibadet etme yükümlülüğünün düşeceğini ve kulluktan âzat olacağını iddia etmişler: "Yakin gelene kadar Rabbine ibadet et" (el-Hicr 15/99) meâlindeki âyeti bu inanç istikametinde yorumlamışlardır. Hakiki sûfiler bir müslümanın son nefesini verene kadar dinin emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmakla yükümlü olduğu inancındadırlar. Bunlar yukarıdaki âyette geçen "yakin" kelimesini "ölüm" şeklinde yorumlamışlardır. Allah'a kul olmak hür olmaktan daha üstündür.

2. Riyadan kurtulmak ve ihlâs halini gerçekleştirmek için dinî geleneklere aykırı davranmak gerektiği inancı. Bunlara göre bir müslüman Allah'a kulluk ederken halk unsurunu dikkate almamalı, Allah'tan başkasına değer vermemeli; ister doğru, ister bâtıl olsun hiçbir hususta halkla uyum halinde olmayı düşünmemelidir. Bu anlayış esasen doğru olmakla birlikte yanlış istikamette kullanılmış, neticede onları edep ve terbiye sınırlarını aşma, dinin emir ve yasakları konusunda saygısız, duyarsız, kayıtsız ve lâubali olma noktasına götürmüştür. Bazı Melâmîler'de ve Kalenderîler'de bu hal görülür.

3. Velînin peygamberlerden üstün olduğu inancı. Bazı sözde mutasavvıflar Kehf sûresinde anlatılan Mûsâ-Hızır (a.s.) kıssasını ileri sürerek velînin nebîden üstün olduğunu iddia etmişler; çünkü velîler doğrudan, nebîler vasıtayla Allah'tan bilgi alır demişlerdir. Bu bâtıl bir inançtır. Zira velîlik, peygamberlik meşalesinden sadece bir pırıltıdır. Hiçbir zaman bir velî bir nebî derecesinde olamaz. Her nebî aynı zamanda velîdir. Onda hem velîlik, hem peygamberlik birleştiğinden velîlerden üstündür.

4. Her şeyin mubah olduğu inancı. Bazı sözde mutasavvıflara göre eşyada asıl olan mubah oluştur. Başkasının hakkına tecavüzü önlemek için yasaklar konulmuştur. Başkalarının haklarına saygı gösteren bir kimse için her şey mubahtır. Bu inançta olanlara İbâhiyye veya Mubahiyye denir. Bazıları da niyetlerinin iyi, kalplerin temiz olduğunu ileri sürerek emir ve yasakların kendilerini bağlamadığını iddia ederler.

5. Hulûl inancı. Bunlara göre Allah insan bedenine girer. Bedene girince ondaki insanlık nitelikleri kalkar, yerini tanrılık nitelikleri alır.

6. Cebir inancı. Bazı sözde mutasavvıflar insana nisbet edilmesi gereken her şeyin Allah'a ait olduğunu, aslında insanların iradeleri ve tercih yapma imkânları bulunmadığını, cebir altında olduklarını iddia ederek kişilerin sorumluluğunu ortadan kaldırmışlardır. Bunlar, "Biz kapı gibiyiz, hareket ettiren olursa hareket ederiz" derler. Bu görüşte olanlar aslında sapık olup mutasavvıf görünen kimselerdir.

7. Allah'ı görme inancı. Bazı sözde mutasavvıflar yüce Allah'ı dünyada gördüklerini iddia ederler. Bu iddia da sapıklıktan başka bir şey değildir.

8. Allah Teâlâ'ya karşı saygısız davranmak. Bazı sözde mutasavvıftar Allah'a yakın olma mertebesine erdiklerini, bu mertebede edep ve resmiyetin söz konusu olmadığını iddia ederek Allah ile kulu arasında bulunması gereken edebi gözetmez ve Allah'tan söz ederken çok lâubali ifadeler kullanırlar.

9. Tenâsüh inancı. Bazı sözde mutasavvıflar ölen bir insanın ruhunun, ölmeden evvelki davranışlarına ve yaşayışına bağlı olarak insan veya hayvan şeklinde tekrar dünyaya geldiklerini ve cezalarını çektiklerini iddia ederler, âhirete inanmazlar.

10. İttihat inancı. Bazı sözde mutasavvıflar belli bir yöntem izleyerek beşerî niteliklerden arınan bazı kişilerin Tanrı ile birleştiklerini (ittihat) iddia eder ve insanları tanrılaştırırlar. Gerçek sûfîler ise yaratıcı varlıkla yaratılan varlığı birbirinden ayırır, yaratılan varlığın hiçbir şekilde yaratıcı ile birleşip tanrılaşamayacağına inanırlar.

Bunlara ilâve olarak mutasavvıfların bir kısmında kafir veya sapık olmayı gerektirmeyen birtakım hatalı inançlar ve davranışlar da vardır: Aşırı çilecilik, dünya işlerini tümden terk, bir tür ruhbanlık, evlenmemek, et yememek, tedbir almayı tevekküle engel saymak, şeyhleri kutsal sayacak kadar yüceltmek, yoksul yaşamayı amaç haline getirmek, nefse işkence etmek, mubah olan nimetlerden yararlanmamak, özel giysiler giymek ve bunlarla halka karşı böbürlenmek, kılık-kıyafet, saç-sakal gibi konularda temizlik kurallarına uymamak, vakıf geliriyle geçinmek, dilenmek, toplumu terkedip inzivaya çekilmek, tasavvufu kıssacılıktan, menkıbecilikten, raks ve semâdan, evrad ve ezkârdan ibaret sanıp ilâhiler okunan meclislerde coşmak ve yapay olarak vecde gelmek, cezbelenmek. Sözü edilen bu hususlar aslında tasavvufta var ise de, bunların birtakım kuralları, sınırları, şekilleri ve miktarları da tesbit edilmiştir. Bu kurallara uymayan ve sınırları aşan biçimleri hatadır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
TASAVVUFUN MENŞEİ

Tasavvufun başlangıcı Resulullah Aleyhisselâm'ın ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtının yaşayışlarında görülmektedir. Bazılarının zannettiği gibi tasavvufî yaşantı Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra başlamış olmayıp, doğrudan doğruya onun zuhuru ile ortaya çıkmıştır.

Kaynağı Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şeriflerdir. Asr-ı saâdet'te tasavvuf adı ve mutasavvıf adı ile anılan zümre yoktu. Sufilik yaşanırdı, fakat adı yoktu.

Tasavvuf ilminin müslümanlar arasında zuhuru, hicri ikinci asrın ortalarına doğrudur.
Bugün elimizde mevcut eski tasavvuf kitaplarından sayılan "Nefehâtül-Üns" ün beyanına göre, sofi ismi verilen ilk zat hicrî 150 tarihlerinde vefat etmiş olan Ebu Hâşim isminde bir zâhiddir. Bu zatın Suriye'de Remle şehrinde bir zaviye meydana getirdiği ve sâliklerine sofi ismi verdiği rivayet edilmektedir.

Süfyan Sevri, Ebu Hâşim hakkında: "Ben Ebu Hâşim'i görmeden önce sofinin ne olduğunu bilmiyordum" demiştir".

Sofi ismi Peygamber Efendimiz zamanında yoktu. Bu kelime "Tâbiîn" devrinde söylenmeğe başladı.

Saadet asrında en yüksek mevkiyi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizle sohbet şerefine eren Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı almışlardı. Her biri ayrı ayrı kabiliyetlere sahip idiler, vazifeleri ayrı ayrıydı. Bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğ etmeye, bir kısmı cihada, bir kısmı yöneticiliğe daha fazla ilgi duyarken, bir kısmı da ibadete daha çok önem veriyordu.

Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra Ashâb-ı kiram'a yetişenlere ve ilmi onlardan alanlara "Tabiîn" denilmiştir. Ondan sonra da "Tâbiîn"e erişen "Tebe-i tabiîn" gelmektedir. Bu üç nesil, eri hayırlı insanlar olarak kabul edilmişlerdir. Peygamber Efendimiz zamanında bütün müslümanlar o'nun sohbetlerinde feyz aldıklarından, kendilerine "sahabe" ismi verilmişti. Hazret-i Muhammed sallâllahu aleyhi ve sellem efendimizin irtihallerini müteakip, sahabe-i kiramdan bu feyzi ahzedenlere "tabiîn" denmeye başlandı. Bu sırada müslümanlar arasında vahdet zayıflamaya, birtakım bâtıl fikirler İslâm camiası içersine sokulup yayılmağa başladı, işte tam bu sırada bir topluluk, sâlih ameller işlemekte, doğrulukta, dinlerine olan samîmi bağlılıklarında, zühd ü takvada ileri giderek, uzlet ve vahdeti ihtiyar ettiler. Kendi nefisleri için birtakım zaviye ve hücreler meydana getirdiler. Bu şekilde hareket eden kimselere "sofiyye" denmeğe başlandı.

İslâmî ilimler ilk devirlerde bir bütündü. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf gibi bölümlere ayrılmış değildi. Bugünkü şekliyle bir Tefsir, bir Hadis ilmi yoktu, itikadî ve fıkhî mezhepler de yoktu. Bu tasnifler daha sonraki yıllarda ortaya çıkmıştır.

Ashâb-ı kiram Tarikat-ı aliye'nin ne olduğunu bilmiyordu, amma yaşıyordu. Peygamber Efendimizin sohbetinde kendilerine icabeden herşey veriliyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimizin aralarında bulunması ve sohbeti onları yetiştiriyordu. Ashâb-ı suffa da aynı şekilde yetişiyordu. Herkes nasibi kadar alıyordu. Kimisi çok alıyordu, kimisi az alıyordu. Hele bunların arasında bir zümre vardı ki; "Seninle beraber olanlardan bir taife de -gece- kalkıyorlar." (Müzemmil: 20) âyet-i kerime'sinde belirtildiği üzere, fazla ibadetleriyle seçilmişlerdi.

İlk devirlerde zühdî bir hareket tarzında başlayan tasavvuf; İslâm dininin kendi bünyesinde doğmuş, gerçek canlılığının ve tazeliğinin bir devamı niteliğinde gelişmiştir. Tasavvuf ismiyle zuhuru, hicrî ikinci asrın ortalarına rastlamaktadır. Tarikat kelimesi ise tasavvufun sistemleşmesinden sonra kullanılmaya başlamıştır.

Zühd hareketi "Mutasavvıfe" adı ile bir topluluk meydana getirince tasavvuf sistemleşmeye başladı. Fakihler nasıl ki fıkıh ilmini, kelâmcılar kelâm ilmini sonradan meydana getirdilerse; başlangıçta sadece hareket halinde beliren tasavvuf da öteki, İslâmî ilimler gibi, sonradan bir ilim haline geldi.

İslâmiyetin ilk zamanlarında nefislerini riyâzat ve zâhidliğe vakfedenlere "zâhid, âbid" gibi isimler verilirdi. Daha sonraları zahidâne hayata sülük etmiş kimselere "sofi" denmeye başlandı.

Söfiyyenin zuhuru ile şeriat ilmi iki kısma ayrılmıştır :

a) Fukahâ ve ehl-i fetvaya mahsus olan ahkâm-ı âmmedir ki, ibadât ve muamelâttan ibarettir.

b) Tasavvuf ehline ait mücahede, muhasebe-i nefs, bunlardan hasıl olan zevk, vecd haletleri, bunları ifade için kullanılan ıstılâhat ve izahattır. Daha ziyade zevken anlaşılabilen bu haller için"Men lem yezuk lem ya'rif" yani "Tatmayan bilmez" derler. Hazret-i Mevlâna'ya "Âşıklık nedir?" diye sordukları vakit: "Benim gibi ol da öğrenirsin" demiştir.

Bedenî ameller için hükümler konduğu gibi, kalbî ameller için de hükümler kondu. Böylece "Tasavvuf ilmi " doğmuş oldu.

Namaz, oruç ve diğer amellerin zahirî bir şekli varsa ve bunlar zahirî fıkhın mevzusunu teşkil ediyorsa; yine bu ibadetlerin aynı şekilde huzur ve huşu gibi bâtınî bir şekli de vardır. Bu da bâtını fıkhın yani tasavvufun mevzusunu teşkil eder.

Fıkıh konularının dört mezhep imamı tarafından toparlanıp sistemleştirildiği ve bu imamların adları ile anılmaya başlandığı gibi; zikrin cehri kısmını Abdülkadir Geylâni -kuddise sırruh- Hazretleri, hafi kısmını ise Muhammed Bahaüddin Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri sistemleştirmişlerdir. Bundan sonra çeşitli kollar zuhur etmiş ise de, hepsinin aslı birdir. Tarikat-ı Muhammediye'dir. Gaye, Allah-u Teâlâ'yı en güzel şekilde zikretmek ve O'na kulluk yapmaktır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
TASAVVUFUN DOĞUŞU

Cenâb-ı Hak, insanoğluna ihsân ettiği sonsuz nîmetlerine ilâveten:

نَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِى

"Rûhumdan (kudretimden bir sır) üfledim"1 buyurarak, kendi katından bir cevheri ikram etmekle, ona kıymetlerin en yücesini lutfetmiştir. Buna mukabil olarak da onun, Zât-ı Ulûhiyyet'ine muhabbet sûretiyle kullukta bulunmasını, neticesinde de mârifetten nasîb alarak, vuslata ermesini murâd etmiştir.

Hak Teâlâ, kullarını hidâyete ulaştırmak için, insana birtakım üstün vasıflar lutfetmiştir. Buna ilaveten bir de, aralarından müstesna yaratılışlı, vahye mazhar olmuş bazı kullarını peygamber olarak vazifelendirmek sûretiyle onlara ihsanda bulunmuştur. Peygamberlerin olmadığı zamanlarda ise, verese-i enbiyâ olan sâlih kullarıyla bu lutfunu devâm ettirmiştir.

Rabbin insanlığa müstesna bir yardımını ifâde eden peygamber gönderme keyfiyeti, bütün insanlığı şümûlüne alabilmesi için Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ile başlamıştır. Hazret-i Âdem, hem ilk insan ve hem de ilk peygamberdir.

Bu mübârek hidâyet yolu, ilâhî kudret akışları içinde bir nûr şerâresi hâlinde müteselsilen gelen yüz yirmi bin küsur peygamberle te'yîd ve takviye edile edile, insanlığın kaydettiği terakkîye muvâzî bir tekâmül kazanmıştır. Devrin husûsiyetlerine ve muhâtapların seviyelerine uygun bir teblîgatla devâm edip giden bu silsile, nihâyet son peygamber Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'de kemâline erişip âzamî zirveye ulaşmıştır.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nûruyla Hazret-i Âdem'den önce, cismâniyetiyle bütün peygamberlerden sonra zuhur etmekle, nübüvvet takviminin ilk ve son yaprağı olmuştur. Yâni risâlet takvimi, varlığın ilki olan Nûr-i Muhammedî ile başlamış, son yaprağı da "Cismâniyet-i Muhammedî" ile nihâyet bulmuştur. Dolayısıyla O, zaman itibariyle son, yaradılış itibariyle ilk peygamberdir.

Bütün mevcudâtın varlık sâikı, nûr-i Muhammedî olduğundan , Cenâb-ı Hak Hazret-i Peygamber'i "Habîbim" hitabına mazhar olacak bir liyâkatte yaşatmıştır. Rabbimiz, O'nun müstesna ve mûtenâ hayatını zâhiren ve bâtınen en güzel bir şekilde terbiye ederek, bütün insanlığa bir armağan olarak lutfetmiştir.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in sîreti ve mübarek şahsiyeti, sırf insan idrâkine sığabilen tezahürleri ile dahî, beşerî davranışlar manzûmesinin en ulaşılmaz zirvesini teşkil eder. Zîrâ Allâh -celle celâlühû- O mübarek varlığı, bütün insanlığa bir "Üsve-i Hasene" yâni en mükemmel bir ahlâk numûnesi kılmıştır. Bundan dolayıdır ki, O'nu insan topluluğu içinde acziyet bakımından en altta bulunan "yetim çocukluk"tan başlatarak, hayatın bütün kademelerinden geçirip, kudret ve salâhiyet bakımından en üst noktaya, yâni devlet reisliği ve peygamberliğe kadar yükseltmiştir. Tâ ki beşeriyet kademelerinin herhangi bir yerinde bulunan herkes, O'ndan kendileri için en mükemmel fiilî davranışları örnek alıp, kendi iktidar ve istîdâdı nisbetinde bunları gerçekleştirmeye meyledebilsin.

Esâsen Cenâb-ı Hak, O'nun, bi'setinden (peygamber olarak gönderilişinden) itibaren dünyânın sonuna kadar gelecek bütün insanlara bir örnek teşkil ettiğini beyân buyurmaktadır:

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ

لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا الله َ وَالْيَوْمَ الآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا

"Andolsun ki, sizin için; Allâh'a ve âhiret gününe kavuşacağını uman ve Allâh'ı çok zikreden (mümin)'ler için Rasûlullâh'ta en mükemmel bir örnek (üsve-i hasene) vardır." (el-Ahzâb, 21)

Bu demektir ki bütün insanlık, îmânî ve ahlâkî -daha umûmî bir tâbirle- tasavvufî davranış mükemmelliğine ulaşabilmek için o mübârek varlığın hayat ve faâliyetlerini lâyıkıyla öğrenmek mecbûriyetindedir. Öğrendiklerini kendi istîdâdı nisbetinde taklîde yönelmeli ve zamanla tahkîke ulaşmayı hedeflemelidir. Bu ise, O'na duyulan muhabbet ve O'nun rûhâniyetine bürünebilme nisbetinde gerçekleşir. O'nunla duygulanıp feyz-yâb olmada sayısız rûhânî nasip ve tecellîler vardır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in örnek şahsiyet ve kalbî hayatından tâkatimiz kadar nasib alabilmek, O'nun ahlâkıyla ahlâklanabilmek, dünya ve âhiretteki şereflerin en yücesidir.

Âlemlerin Rabbi, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i zâhiren ve bâtınen en güzel bir fıtratta yaratıp terbiye etmiştir ki O, bu ilâhî terbiyesini:

"Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi ne güzel kıldı." (Süyûtî, Câmiu's-Sağîr, I, 12) sözleriyle ifâde buyurmuştur.


___________
1.Hicr Sûresi, 29.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
ORYANTALİSTLERE GÖRE İSLÂM VE TASAVVUFUN KAYNAĞI

İslâm tasavvufunun yerli (islâmî) kaynakları tasavvufu gerek düşünce gerek tatbikat itibariyle tamamen Kur'ân ve Sünnet'e dayandırırlar. Bu eserlerin pek-çoğu mutasavvıflar tarafından yazılmış olduğu için, onların meseleye tenkitçi tarih açısından bakmaları beklenemezdi. Fakat yerli kaynakların tasavvufu sırf islâmî menşe'li görmeleri büsbütün yanlış sayılmaz; çünkü onlar bu düşünceyi gerçekten Kur'ân ve Sünnet'e uydurmuşlar ve kendilerini tamâmiyle İslâm'ın içinde görmüşlerdir. Ancak tasavvufa açıkça cephe alan bazı müslüman müellifleri onların birtakım görüşlerinin dine yabancı bulunduğunu söylemekle birlikte, bu yabancılığın menşeini göstermiş değillerdir.

Tasavvufun menşe'leri ile ilk defa oryantalistler meşgul oldular. Bunların birçoğunda peşin bir hükmün hareket noktası teşkil ettiği görülüyor: Araplar mistik düşünceye kabiliyetli bulunmadıklarına göre, tasavvuf onlara ancak dışarıdan gelmiş olabilir. Nitekim İslâm mistisizminin asıl doğuş ve gelişme yeri İran olmuştur. Nicholson Hind tesiri ve Yeni-Eflâtunculuk üzerinde durur; Blochet, Dozy, Von Kremer Hind-îran tesirine bağlarlar; Brown Samî bir dine karşı Arî reaksiyon olarak izah eder; A. Palacios Hıristiyanlığa ağırlık verir. Bunlar arasında islâmî menşe'lere en çok yer veren L. Massignon'dur.

Oryantalistlerin yabancı menşe iddiaları karşısında, oryantalist tezlere karşı islâmî menşe tezini şiddetle müdafaa edenler de çıkmamış değildir. Maamafih genel görüş odur ki, İslâm, tasavvufu içinde sözü geçen yabancı tesirler çeşitli derecelerde bulunmakla birlikte bütün bu tesirler İslâm'ın kendi kaynakları (Kur'ân ve Sünnet) içinde asimile edilmiştir.

İslâm tasavvuf undaki "fena" doktrininin Budizm'deki "nirvana"ya çok benzemesi açıkça bir iktibas olayına işaret etmektedir. L. Massignon Hind tesirinin bilhassa zikir metodlarında bulunabileceğini söylemektedir, ki L. Gardet ve Anawati bu noktayı incelemişlerdir.

Oryantalistlerin iddiaları arasında en zayıfı tasavvuf konusundaki İran tesiridir. Maniheizm'in ve diğer klâsik İran inançlarının bu hususta herhangi bir kayda değer tesiri bulunmadığını L. Massignon açıklığa kavuşturmuş bulunuyor.

Eski Yunan tesiri meselesi hem oryantalistleri, nem müslüman müellifleri pekçok meşgul etmiştir. Hakikatte Yunan mistisizmi ve onun son büyük örneği olan Yeni-Eflâtuncu felsefe de birçok müellife göre dış kaynaklara pekçok şey borçludur. İslâm felsefesinde Yeni-Eflâtuncu mistisizmin bütün izlerini açıkça görmek kabildir. Muhyiddin İbni Arabî ve onu takip edenlere gelince, bunlarda Filon'un ve Plotinus'un tesiri o kadar kuvvetlidir ki, bu tesirin zaman zaman islâm'ın orijinal kaynaklarına hâkim olduğu görülür.

İslâm tasavvufunda yabancı tesirler meselesi oryantalistler tarafından olduğu kadar bazı İslâm müellifleri tarafından da çok defa abartılmıştır. Tasavvufa aleyhtar olanlar, titiz bir inceleme sonunda bazı fikirlerin menşe'ini îslâm dışında bir yere bağlayabilir veya bazı fikirleri islâm'ın temel inançlarıyla tezat halinde görebilirler; nitekim bu türlü araştırmalar her devirde yapılmıştır. Acaba bütün bu benzerliklerin mâhiyeti ve önemi ne olabilir?

Herşeyden önce şunu belirtelim ki, kültür benzerlikleri arasında illiyet bağı aramak her zaman geçerli bir yol değildir. Herhangi bir zamanda herhangibir yerde görülen bir kültür unsuruna başka bir zamanda ve başka bir yerde de rastlandığında, bu ikisinin bir kültür difüzyonu yoluyla birbirine bağlantılı olduğunu iddia etmek bizi çok defa gereksiz zorlamalara götürebilir. Nitekim insanların çeşitli zaman ve yerlerde bel kemeri kullanmış olmaları bu işin mutlaka bir kaynaktan adım adım yayıldığını göstermeyebilir. İnsanın insan olarak sahip bulunduğu ortak özelliklerden doğan birtakım neticeler vardır ki bunların başkalarından kopye edilmesi gerekmez.

İkinci olarak, kültür temasları ve alışverişleri dünyanın her çağında ve her yerinde görülmüştür; hiçbir cemiyet bundan kaçınamaz. O kadar ki, İslâmiyet'i bir inanış sistemi olarak benimsemeyen ilim ve fikir adamları bile onun bu konudaki fevkalâde anlayışı karşısında hayranlıklarını belirtmektedirler. Zira İslâm yeni bir dünya görüşü ve yeni bir sosyal nizâm getirirken insan cemiyetinin yapısı ve işleyişini dâima hesaba katmış, hem idealist hem gerçekçi olmuştur. Meselâ İslâm'dan önceki örf ve âdetlerden bazıları açıkça reddedildiği halde bazılarına dokunulmamıştır. Daha sonra İslâm hukukunun gelişme seyri içinde mahallî örf ve âdetlere -İslâm'la çatışmadıkları ölçüde- geniş bir saha bırakılmıştır. Kısacası, başka sistemlerden birtakım unsurların İslâm cemiyeti bünyesi içinde yer alması hem sosyal bir zaruret, hem dinî bir cevazın neticesidir. Günlük hayâtımıza bir bakacak olursak, gerek zihnî gerek davranış olarak bu hayatın herbir parçasını bir başka kaynağa bağlamak mümkündür. Bunları parça parça ele alacak olursak, hayâtımız tam bir yamalı bohça gibi görünür. Halbuki biz kendimizi Müslüman Türkler olarak biliyoruz. Bu demektir ki, kullandığımız şeylerin başlangıcı nerede olursa olsun, bunlar bizim hayâtımız içinde birbiriyle kaynaşarak belli bir hüviyet kazanmışlardır. Hiç kimse bizi iskarpin giydiğimiz veya felsefe okuduğumuz için Türklükten ve Müslümanlıktan çıkmış sayamaz.

Bu düşünceleri hesaba kattığımız zaman, islâm tasavvufunda yabancı unsurlar meselesinin Müslümanları rahatsız edecek boyutlara nadiren ulaştığını görürüz. Tasavvufun dinin hudutlarını zorladığı zamanlar olmuştur; fakat îslâm cemaatının hayret verici gücü sayesinde eğrilerin doğrultulduğuna, bütün sapma teşebbüslerinin çizgi dâhiline sokulduğuna şahit oluyoruz.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
TASAVVUFUN KONUSU

Tasavvufun konusu genel anlamda Allâh, varlık ve insandır. Keşf, ıyan, vecd ve vicdân îtibârıyla Cenâb-ı Hakk'ı zat, sıfat, şüûn ve fiilleriyle tanımaktır (ma'rifet-i ilâhiyye). İnsanın rûh ve nefs îtibârıyla yapısı, rûhun tasfiyesi, nefsin tezkiyesi ve ahlâkın yüceltilmesi tasavvufun konusudur. Bu yüzden Bâzı mutasavvıflar, tasavvufun konusunu "tahalluk ve tahakkuk" olarak özetlemişlerdir.
Tahalluk,
İslâm ahlâkını öğrenmek,
tahakkuk bunu gerçekleştirip ahlâkî ve mânevî yükseliş sonucu bâzı tahkîki bilgilere ulaşmaktır.
Bir başka ifâde ile tasavvufun halka dönük olan tarafı tahalluk,
Hakk'a dönük olan ciheti ise tahakkuktur.
Cüneyd el-Bağdâdî "Tasavvuf nedir?" diye sorulduğunda: "Tasavvuf sûfîyâne hayâtın bir vasfıdır." cevâbını vermişti. "Bu vasıf Hak'la mı yoksa halkla mı kâimdir?" sorusuna "Hakîkati Hakk'ın vasfı, resim ve sûreti ise halkın vasfıdır." diye cevap vererek buna işâret etmiştir.

Rûhun tasfiyesi, nefsin tezkiyesi ile ahlâkın yüceltilmesi için gerekli şartlar, mânevî makamlar ve hâller; vecd, istiğrak, aşk, sevgi, nefret ve kin gibi duygular ve bunlara dâir bilgiler tasavvufun konusuna dâhildir.

Kâinat ve varlık da tasavvufun konuları arasında yer alır. Çünkü tasavvuf, Allâh, insan ve varlık arasındaki ilgiyi "vahdet-i vücûd",
"vahdet-i şühûd"
ya da "tevhîd-i vücûdî ve şühûdî" gibi düşünce sistemleri içinde inceler.


* Kaynak: Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar; Prof. Dr. H. Kamil YILMAZ; Ensar Neşriyat
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
TASAVVUFUN GÂYESİ

Kâinatta hiçbir şey, gâyesiz ve tesâdüfî değildir. Herşeyin bir gâyesi ve kaderi vardır. Nitekim Allâh Rasûlü (s.a.s.), peygamber olarak gönderilişinin bir gâyesi bulunduğunu ve bunun da "mekârim-i ahlâkı tamamlamak" olduğunu açıkça ifâde buyurmuşlardır. İlimlerin ve özellikle İslâmî ilimlerin ortak gâyesi, "dünyâ ve âhiret mutluluğu" olarak özetlenmiştir. Dînî ilimler arasında yer alan tasavvufun gâyesi nedir?

Tasavvufun gâyesi, insanı kötü ahlâktan, çirkin huylardan uzaklaştırmak, güzel vasıflarla bezemek, Allâh ve Rasûlü'nün ahlâkını benimseterek Hz.Peygamber'e tam bir ittibâ ile "insan-ı kâmil" yetiştirmektir. Bir başka ifâdeyle, "müslüman için ebedî saâdeti sağlamaktır."

Bu ana gâyede bütün mutasavvıflar ittifak hâlinde olmakla birlikte, bunun gerçekleşmesi konusunda ön görülen vesîle ve yollar farklıdır. Bir kısım mutasavvıflar, bu netîce ve gâyeye ibâdet ve zikirle, bir kısmı riyâzatla, bir kısmı aşk ve vecdle erişileceğini ifâde etmektedir. Bunun nihaî sınırı vuslattır. Vuslata ermenin en güzel yolu, "üsve-i hasene" olan Allâh Rasûlü'ne ittibâ ile O'nun verâset-i mânevîsine sâhip olmaktır.


* Kaynak: Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar; Prof. Dr. H. Kamil YILMAZ; Ensar Neşriyat
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
TARİKATLERİN ORTAYA ÇIKIŞI
..:: 1 ::..


Bir dâire düşünün. Bunun çevresi sayısız noktalardan meydana gelmiştir. Bu sayısız noktalardan dâirenin merkezine sayısız yarıçaplar çizilebilir ve bunların herbiri çenber üzerindeki bir noktayı merkeze bağlar, îşte bu dâirenin çemberi Şeriat'tir, bunun üzerindeki noktalar da bütün müslümanları temsil eder. Herbir noktadan merkeze giden yarıçaplar tarîkatler(yollar)dir; zira dünyadaki insan sayısınca kuldan Allah'a yol vardır. Merkez ise hakikat'i temsil eder. Hakikat hem Şeriat'in hem de tarîkatin kaynağıdır. Hakikat ile Allah eş anlamdadır. Şu halde bizim dâiremizin yarıçapları kulları Allah'a bağlayan yollardır. Fakat bu kullar ancak Şeriat çenberi üzerinde bulunmaları dolayısiyle bir yola girebilirler. Demek ki Allah'a giden yolu bulmanın ilk şartı Şeriat dâiresi üzerinde olmaktır. Aslında dâirenin çemberi merkez'in bir yansımasından ibaret olduğu için, Şeriat çizgisinde olanlar üzerine hakikat ışığı düşüyor demektir ve bu da onların kurtuluşları için yeter. Ama dâima bununla yetinmeyenler, mutlaka merkeze gitmek isteyenler çıkacaktır. Bunlar ancak oraya giden yollardan (tarikat) birine girmekle hakikate ulaşabilirler.

Çağdaş bir îslâm âlimi, Seyyid Hüseyn Nasr, Şâzelîlerden aldığı bir benzetme ile Şeriat, Tarikat ve Hakikat arasındaki münâsebeti bu şekilde anlatıyor.

Tarikat lûgatta yol demektir. İslâm tasavvufunda "yola girmek" sûfî metodlarıyla Allah'a yaklaşmayı seçmek mânâsına gelir. Fakat tasavvufta insan yolunu kendisi seçse de, o yola yalnız başına giremez. Hıristiyan mistisizmi ile İslâm tasavvufu arasındaki başlıca farklardan biri, tasavvufta rehbersiz hiçbir şey yapılamayacağıdır. Tasavvuf herşeyden önce bir terbiye (hem nefs hem ruh terbiyesi) işidir ve eğitilmeye muhtaç olan insanın ilk işi kendisine yol göstermeye muktedir (mürşid-i kâmil) birini bulmaktır. Yol rehberinin umumî adı "Şeyh"tir. Tarîkate giren kimse kendisim "şeyh"e teslim etmek, ondan ne gelirse kabul etmek zorundadır. Mürid veya sâlik adı verilen çırağın ne zaman eğitiminin tamam olduğuna yine şeyh karar verir.

Tasavvufun ilk yüzyıllarında sûfî tarîkatleri her-hangibir formel teşkilât yapısı kazanmış değillerdi; tıpkı bir insanın herhangi bir filozofun doktrinini benimseyip onu takip etmesi gibi, tasavvuf yolunu tutanlar da beğendikleri bir zâtı kendilerine şeyh ediniyorlar, onun yanında ve hizmetinde bulunarak kendisinden birşeyler öğrenmeye çalışıyorlardı. Şeyhlik bir insana tâyinle verilen bir mevki değildi, itibar ve liyâkatle kazanılıyordu. Onikinci yüzyıldan itibaren müridlerle şeyhler arasındaki münâsebet şekli kaidelere bağlanmaya başladı ve tarîkatler birer müessese hüviyeti kazandı. Bu tarihten sonra tarikat denince bugünün kulüplerine benzer teşkilâtlar anlaşılmaktadır. Bunların herbiri safî büyüklerinden birinin adını taşır ve ondan itibaren kesiksiz devam eden bir geleneği temsil eder. Bu geleneğin kesiksiz devamlılığı son derece önemlidir.

Tarîkatler niçin vardır ve tarîkate giren müslümanla tarikat dışındaki müslüman arasında ne fark bulunmaktadır?

Onbirinci yüzyılda sûfî literatürünün en önemli eserlerinden birini yazmış olan Hucvîrî kendi zamanındaki başlıca sûfî ekollerinden bahsediyor. O tarihte büyük sûfî şeyhlerinin etrafında birer müridler halkasının teşekkül ettiği ve bunların üstadlarından aldıkları eğitimi devam ettirdikleri anlaşılmakla birlikte, henüz bir teşkilâtlanmanın sözkonusu olmadığı bellidir. Şimdi biz tarikat teşkilâtlarının sosyolojik tahliline geçmeden önce, tarîkatin teorik temelini görmeye çalışalım.

Tarîkatler birer sûfî teşkilâtı olarak onların doktrinlerine göre meydana gelmiştir; bunların teşekkülündeki haricî faktörler ne olursa olsun, sûfîler kendi tarîkatlerine teorik bir yapı kazandırmışlardır. Buna göre tarîkatin gayesi sûfînin gayesini gerçekleştirmektir.

Sûfînin gayesi ise, çok genel çizgilerle, kendindeki ilâhî tarafı gerçekleştirmek, onu ortaya çıkarmak, yani görünür âlemi bırakıp görünmeyeni, Allah'ı bulmaktır. Allah'ı bulmanın derecesi hakkında görüşler farklı olabilir, bunun için yapılması gereken şeyler hakkında da değişik fikirler vardır. Fakat gerek hedef gerek yol hakkında ortak umûmî görüşler mevcuttur. Bu görüşler, değişik şekillerde de ifâde edilse neticede aynidir. Meselâ tarikatın gayesi insanda nefsi yola getirip ruhun saltanatını kurmaktır, veya hakikati buldurmaktır gibi ifâdelerin hepsi de ayni yere çıkar.

Anlatma kolaylığı bakımından diyelim ki tarîkatin gayesi hakikati bildirmektir. Şu halde tarîkati anlayabilmek için sûfî doktrininde hakikatin mâhiyeti ve elde edilme yolunun ne olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bunu bildiğimiz takdirde şeyhe teslimiyet, kopuksuz tarikat silsilesi vs. gibi ana unsurların mânâsı ortaya çıkar.

İnsan burada kendi kendine bir yol bulamaz mı? Gazâlî hâriç, bütün sûfî teorisyenleri mürşidsiz (şeyhsiz) hakikate varmanın imkânsız olduğunda müttefiktirler. Aslında Gazâlî de tasavvufa bir şeyhle girmiştir, fakat kitaplarında bir insanın kendi başına hakikati bulabileceğinden bahsetmektedir. Sûfî doktrininin mantığı bu iki alternatiften birini kabul etme mecburiyeti yüklemiş değildir, fakat şimdiye kadar ferdî tasavvuf örneği hemen hiç görülmediğine göre, bunun önemli bir sebebi olmalıdır. Bu sebep herşeyden önce, mistik tecrübenin mâhiyetinde bulunabilir. Mistik tecrübenin belli bir şekli yoktur; bir kimse vecd halinde iken neler göreceği önceden kestirilemez. Vecd'in muhtevası herşey olabilir. Nitekim histerik trans haline girenlerden, pagan orjilerinde kendinden geçenlerden Hıristiyan ve Müslüman mistiklerine kadar herkes duyular-dışı bir idrâk tecrübesi geçirebilmektedir. İşte İslâm tasavvufunun başlıca özelliklerinden biri, olgun bir şeyhin disiplini altında bu vecd hallerinin belli bir istikamete sokulmasıdır. Görülen, işitilen şeyler rahmani birer işaret olabileceği gibi Şeytan'ın aldatması da olabilir. Neyin hakikat neyin saçma olduğunu ancak o sahada usta olan biri ayırdedebilir ve vecdin yorumunu yapabilir. Maamafih bu bahsi vecdin psikolojisi ile ilgili kısımda anlattığımız için, burada üzerinde fazla durmayacağız.

Şeyhin bu işi hakkıyle yapabileceğini anlamanın yolu onun silsilesine bakmaktır. Tasavvufta silsile bir çeşit diploma gibidir. Şeyh de kendi şeyhi tarafından bu iş için ehliyetli kılınmış olmalı, onun şeyhi de daha önceki nesildeki şeyhten "diploma" (icazet) almış olmalı, böylece elden ele artık tarîkatin kurucu şeyhi olan ve üzerinde hiçbir şüphe bulunmayan velî'ye kadar silsile kesiksiz devam etmelidir.

Şeyhlik müessesesinin veya tasavvuftaki hiyerarşinin bir başka kaynağı daha vardır ki, bu, İslâm tasavvufunun ayrılmaz bir parçası olmaktan ziyâde ona yabancı kaynaklardan yamanmış bir ilâve hükmündedir. Buna göre görünmeyen âlemin temsilcisi olan velîler bu dünyada oradan aldıkları bir misyonu (ilâhî görevi) yerine getirmektedirler. Dünya onlara "tevdi" edilmiştir ve bu görevin sahipleri gizli bir hükümet hâlinde dünyayı idare ederler. En yukarıda "kutb" denilen ve mertebesi en yüksek olan bir velî vardır. O, dünyanın mihveridir, yani dünya onun üzerinde (onun irâdesine göre) döner. Ondan sonra derece derece daha alt kademelerdeki velîler gelir. Bunlar yaşayan şahsiyetlerdir, fakat dışarıdan bir kimse onların ilâhî görevlerini bilmez. Bizim sıradan bir insan diye gördüğümüz bir kimse pekâlâ zamanın "kutb"u olabilir. Kutb ve onunla birlikte giden merâtibin îsmailîye mezhebinden tasavvufa geçmiş olduğu hakkında genel bir kanaat vardır.

Açıkça şiîlerin imamet telâkkilerini aksettiren bu doktrin, sünnî müslüman kitleleri arasında da çok yaygındır. O kadar ki, tasavvufla pek ilgisi bulunmayan kimseler bile, kaynağından hiç haberdar olmaksızın, böyle bir velîler hiyerarşisinin varlığına inanmışlardır. Böylece kutb telâkkisi müslümanlar arasında en çok rastlanan hurafelerden biri hâlinde yaşamaktadır.
Velilik doktrini üzerindeki başlıca ihtilâf velî ile peygamber (nebî) arasındaki münâsebettir, ki bundan daha önce bahsetmiştik. Sünnî sûfîler velî'yi genellikle Peygamber'in üstünde görmezler; yine sünnî sûfîlere göre, velîlerin kerametleri tabiat kanunlarına esasta aykırı değildir, fakat sâdece bunların oluşu olağanüstüdür: meselâ bir şeyi dua kuvveti ile yapabilirler. Peygamberlerin mucizeleri ise hiçten birşey meydana getirme veya bir şeyin aslî tabiatini değiştirme gibidir9. Peygamberler din tebliğcisi oldukları için bu olağanüstü kuvvetlerini açıkça gösterirler, zira halkı kendilerine inandırmak zorundadırlar. Velîlerin böyle bir vazifesi olmadığı için onlar kerametlerini saklamalıdırlar.

Sûfî doktrininde keramet velînin aslî özelliği değildir; tam tersine, Allah'a olan yakınlığı dolayısiyle kendisine bağışlanmış bir lütûftur. Fakat gerçek hayatta keramet bir velînin ayırdedici vasfı olarak görülmüş ve velî denince hemen dâima keramet sahipleri anlaşılmıştır. Müslüman Türkler arasında en popüler yazılı ve sözlü edebiyat örnekleri evliya menkıbeleridir ve bunlarda velînin çeşitli kerametleri anlatılır.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt