Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tam İlmihal Se'adet-i Ebediyye (1 Kullanıcı)

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Allahü teâlâyı çok sevdiği için, Allahın sevdiğini de çok sever. Fekat, sevebilmek kolay birşey değildir. Nefsin sevdiklerini, kalbin sevdiği hakîkî güzellikler sanarak aldananlar çok olmuş, felâkete sürüklenmişlerdir.

Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için çalışana (Sâlih) denir. Bu sevgiye kavuşmuş olana (Ârif) veyâ (Velî) denir. Başkalarının da kavuşmalarına vâsıta olana (Vesîle) ve (Mürşid), bunların üçüne de (Sâdık) denir. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin otuzbirinci âyetinde, meâlen buyuruyor ki, (Onlara söyle! Eğer Allahı seviyorsanız, bana tâbi’ olunuz! Allah, bana tâbi’ olanları sever). Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti, Onun Resûlüne tâbi’ olmakdır. Tâbi’ olmak, emrlerine ve yasaklarına uymak demekdir. Onun emrlerine ve yasaklarına (İslâmiyyet) ve (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. Allahü teâlâyı seviyorum diyenin, islâmiyyete uyması lâzımdır. İslâmiyyete uyan kimseye (Müslimân) denir. Allahü teâlâ, müslimânların, birbirlerini sevmelerini emr etdi. Kâfirleri ve münâfıkları ve mürtedleri sevmemeği emr etdi. Bunun için, (Hubb-i fillah), ya’nî Allahı sevenleri sevmek ve (Bugd-ı fillah) ya’nî Allahü teâlânın düşmanlarını sevmemek, îmânın şartı oldu. Müslimân olmıyana (Kâfir) denir. Müslimânlıkdan ayrılıp, kâfir olana (Mürted) denir. Müslimân olmıyan, fekat, müslimân görünen kâfire (Münâfık) denir. Bunların üçünü de sevmemek, îmânın şartıdır. Tevbe sûresi, yüzyirminci âyetinde meâlen, (Ey mü’minler! Dâimâ, her zemân, sâdıklar ile birlikde bulunun!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, berâber olmağı emr etmekdedir. Bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlânın, kalbime akıtdığı, doldurduğu feyzlerin, nûrların hepsini Ebû Bekrin kalbine akıtdım!) buyuruyor. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”, takvâsı ve ibâdetleri herkesden çok olduğu için ve Resûlullahın büyüklüğünü ve Ona nazaran kendinin hiç olduğunu herkesden çok anladığı ve Resûlullahın sevgisini herkesden çok kazandığı için, feyzler, Ona başkalarına gelenden dahâ çok geldi ve gelen feyzlerin hepsini aldı. Bunlardan ve benzerlerinden anlaşılıyor ki, dînimiz, Evliyâ ile berâber bulunmağı, Resûlullahın yolunu bunlardan öğrenmeği istemekdedir.

devamı var..
www.hakikatkitabevi.com
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Eshâb-ı kirâm ile Tâbi’în-i izâma (Selef-i sâlihîn) denir. Bunlardan sonra, hicretin dörtyüz senesi sonuna kadar gelen Ehl-i sünnet âlimlerine, (Halef-i sâdıkîn) denir. Halef-i sâdıkîn, îmân ve amel bilgilerinde ve kalb ma’rifetlerinde, hep Selef-i sâlihîne tâbi’ olmuşlar, bunların yolundan hiç ayrılmamışlardır. Dörtyüz senesinden sonra, mutlak müctehid kalmadığı gibi, bindörtyüz senesinden sonra da, insan-ı kâmil görülemez oldu. İnsan-ı kâmil olmıyan, Evliyâ ve müctehid olmıyan müceddidler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, kıyâmete kadar, yeryüzünde bulunacakdır. Bu müceddidler, müctehidlerin kitâblarını her tarafa yayacaklar, unutulmuş olan hak yolunu, Ehl-i sünnet bilgilerini insanlara bildireceklerdir. Dünyâya yayılmış olan, bid’at sâhiblerinin ve sahte tarîkatcıların ve zındıkların, fen ve din yobazlarının, yalanlarına, iftirâlarına cevâblar vereceklerdir. Bunların yazdıkları doğru kitâbları bulup okuyanlar, dünyâda ve âhıretde se’âdete kavuşacaklardır.

Büyük islâm devleti olan Gaznevî imperatorluğunun kurucusu, sultân Mahmûd-i Gaznevî, Ebül-Hasen-i Harkânîye, (Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zât idi?) diye sordu. Cevâbında, (Bâyezîd, öyle kâmil bir Velî idi ki, Onu görenler hidâyete kavuşurdu. Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden olurdu) dedi. Sultân Mahmûd, bu cevâbı beğenmedi. (Ebû Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi “sallallahü aleyhi ve sellem” nice kerre gördüler. Bunlar hidâyete gelmedi de, Bâyezîdi görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun? O, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” dahâ yüksek mi ki, iki cihânın efendisini, üstünlerin üstünü olan, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini gören, küfrden kurtulamadı da, Bâyezîdi görenler nasıl kurtulur?) dedi. Ebül-Hasen “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, (Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini “sallallahü aleyhi ve sellem” görmediler. Ebû Tâlibin yetîmi, Abdüllahın oğlu Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” gördüler. O gözle bakdılar. Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyâlıkdan, küfrden kurtulur, Onun gibi kemâle gelirlerdi).


devamı var..
www.hakikatkitabevi.com
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Meâl-i şerîfi, (Onların sana bakdıklarını görürsün. Onlar, seni anlıyamıyorlar. Üstünlüğünü göremiyorlar) olan A’râf sûresinin yüzdoksanyedinci [197] âyeti bu inceliği bildirmekdedir. Sultân Mahmûd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” bu cevâbı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi artdı.

(Se’âdet-i Ebediyye) kitâbını okuyarak anlıyan bahtiyâr bir kimse, hem din bilgilerini öğrenir, hem de İmâm-ı Rabbânîyi “rahmetullahi aleyh” tanıyarak, kalbi Ona meyl eder, bağlanır. Onun bütün dünyâya saçdığı nûrları alıp, olgunlaşmağa, kemâle gelmeğe başlar da haberi olmaz. Ham bir karpuz, güneşin ışıkları karşısında zemânla olgunlaşdığı, tatlılaşdığı gibi yetişerek kâmil bir insan olur. Bu dünyâyı, hayâtı görüşünde değişiklikler olduğunu his eder. Hâller, zevkler, tatlı rü’yâlar görmeğe başlar. İmâm-ı Rabbânîyi, Evliyâyı, Eshâb-ı kirâmı ve Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” rü’yâda görmeğe, uyanık iken rûhlarını insan şeklinde görmeğe, bunlarla konuşmağa başlar. Nefsi de gafletden kurtulup, nemâzın tadını duymağa, ibâdetlerden zevk almağa başlar. Günâhlardan, harâm olan şeylerden, kötü huylardan nefret duyar. İyi huylar onun âdeti olur. Herkese iyilik eder. Cem’iyyete, millete fâideli olur. Se’âdet-i ebediyyeye kavuşur ve başkalarını da kavuşdurur. Hanefî mezhebinin büyük âlimlerinden seyyid Şerîf Cürcânî hazretleri, (Şerh-i mevâkıf) sonlarında ve (Şerh-ul-metâli’ hâşiyesi) baş tarafında ve (Berîka)nın ikiyüzyetmişinci sahîfesinde buyurduğu gibi, Evliyânın sûretleri, öldükden sonra da talebesine görünüp feyz verirler. Fekat, bunları görebilmek ve rûhlarından feyz alabilmek kolay değildir. Ehl-i sünnet i’tikâdını ve ahkâm-ı islâmiyyeyi, kitâblardan öğrenmek ve öğrendiklerine uymak ve Evliyâyı sevmek, saygılı olmak lâzımdır. (Merec-ül-bahreyn)de diyor ki: (Tesavvuf büyüklerinin hepsi, Ehl-i sünnet idi. Bid’at sâhiblerinden hiçbiri, Allahü teâlânın ma’rifetine yaklaşamamışdır. Vilâyet nûrları, bunların kalblerine girmemişdir. Amelde ve i’tikâdda olan bid’atin zulmeti, vilâyet nûrunun kalbe girmesine mâni’ olur. Kalb, bid’at pisliklerinden temizlenmedikce ve Ehl-i sünnet i’tikâdı ile süslenmedikce, hakîkat güneşinin ışıkları oraya giremez. O kalb, yakîn nûru ile aydınlanamaz). (Mekâtîb-i şerîfe)de altmışdokuzuncu mektûba bakınız!
(İrşâd-üt-tâlibîn)de diyor ki, (Büyük âlim vefât edince, feyz vermesi kesilmez. Hattâ artar. Fekat [kalb hastalıklarına şifâ olan bakışları ve sözleri devâm etmediği için] bir insanın meyyit ile olan bağlılığı, diri ile olan gibi olamaz. Bunun için, (Üveysî) olmak, ya’nî meyyitin rûhâniyyetinden feyz almak az olur. Fenâ ve Bekâya yükselen dirilerin meyyit ile irtibâtları, diri iken olduğu kadar değil ise de, çok olur ve bunlar meyyitden çok feyz alırlar. Fekat, diri iken dahâ fazla alırlar. Çünki diriler, yanındakilerin ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmalarını sağlar. Bütün hâlleri ve sözleri ile kalblerine te’sîr ederek, muhabbetin artmasına, böylece dahâ çok feyz almalarına sebeb olurlar). Görülüyor ki, bir Mürşid aramak lâzımdır. Sâdık ve temiz bir müslimân, Evliyâ diri iken de, kabrde iken de, rûhlarından feyz alır ise de, diri olan Evliyâ, bunun yapması lâzım olan vazîfeleri söyler. Hatâlarını düzeltir. Böylece, feyz alması kolaylaşır ve çok olur. Ölüler ise birşey söyliyemez. Yol gösteremez. Kusûrlarını bildiremez. Feyz alması azalır veyâ durur. İlhâm ve rü’yâ ile meyyitden ders almak da olamaz. Çünki, ilhâmlara ve rü’yâlara, vehm, hayâl ve şeytân karışabilir. Karışmamış olanları da, te’vîlli, ta’bîrli olabilir. Doğruları, iğrilerinden ayırd edilemez. Kazanç pek kıymetli ise de, zarar da, o derece tehlükelidir. Böyle olmakla berâber, hakîkî âlim bulunmadığı zemânlarda, mürşid geçinen câhillere aldanmayıp, mevtâların rûhlarından feyz almağa çalışmalıdır. Buna kavuşmak için, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak ve ahkâm-ı islâmiyyeye uymak ve hakîkî âlimlerin kitâblarını okumak ve okuyan ile sohbet etmek şartdır. Küçük çocuk, en çok anasını sever ve ona sığınır. Aklı başına gelince, babasına dahâ çok güvenir, buna sığınır ve bundan fâidelenir. Mektebe veyâ san’ata başlayınca, hocasına, ustasına sarılır. Bunlardan fâidelenir. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Rûhun kazançları da, bunun gibi, önce ana, baba ve âlim, sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vâsıtası ile alınıyor.

Son
www.hakikatkitabevi.com
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt