Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
70 —Etrâfımızı beş duygu organımız ile tanıyoruz. His organlarımız olmasaydı, hiçbir şeyden haberimiz olmıyacakdı. Kendimizi bile bilemiyecekdik. Yürüyemiyecek, birşey yapamıyacak, yaşıyamıyacakdık. Anamız, babamız olamıyacak, var olamıyacakdık. Rûhumuza tatlı gelen güzelleri göremiyecek, güzel sesleri duyamıyacak, onları sevemiyecekdik. Allahımıza yalnız duygu organlarımız için, durmadan şükr etsek, şükrünü ödemiş olamayız.
Duygu organlarımıza etki eden herşeye (Varlık) veyâ (Mevcûd) diyoruz. Kum, su, güneş birer mevcûddür. Çünki, bunları görüyoruz. Ses de bir mevcûddür. Çünki, işitiyoruz. Hava, bir mevcûddür. Çünki, elimizi açıp yelpâze gibi sallayınca, havanın elimize çarpdığını duyuyoruz. Rüzgâr da yüzümüze çarpıyor. Bunun gibi, sıcaklık, soğukluk da birer mevcûddür. Çünki, derimizle bunları duyuyoruz. Elektrik, harâret, ya’nî ısı ve miknâtıs gibi enerjilerin [kudretlerin] de mevcûd olduklarına inanıyoruz. Çünki, elektrik akımının harâret ve miknâtıs veyâ kimyâ reaksiyonları meydâna getirdiğini, ısı gelince sıcaklık olduğunu, ısı azalınca soğukluk olduğunu ve miknâtısın demiri çekdiğini his ediyoruz, anlıyoruz.
devam edecek.. www.hakikatkitabevi.com
(Ben havanın, ısının, elektriğin mevcûd olduklarına inanmam. Çünki, bunları görmiyorum) sözüne yanlışdır diyoruz. Çünki, bunlar görülemezlerse de, kendilerini veyâ yapdıkları işleri, duygu organlarımız ile anlıyoruz. Bunun için de, görülemiyen birçok varlıklara inanıyoruz. Göremediğimiz için, yok olmaları lâzım gelmez diyoruz. Bunun gibi, (Ben Allaha inanmam. Melek, cin gibi şeyler yokdur. Var olsalardı görürdüm) sözü de doğru değildir. Akla, fenne uygun olmıyan bir sözdür.
Fen dersleri bildiriyor ki, ağırlığı ve hacmi olan varlıklara (Madde) denir. Buna göre, hava, su, taş, tahta maddedirler. Işık, elektrik akımı birer varlık iseler de, madde değildirler. Maddenin şekl almış parçalarına, (Cism) denir. Çivi, kürek, maşa, iğne birer cismdirler. Hepsi, aynı demir maddesinden yapılmışlardır. Duran bir cismi harekete getiren, hareketde olan bir cismi durduran veyâ hareketini değişdiren sebebe (Kuvvet) denir. Duran bir cisme kuvvet etki etmezse, hep durur. Hareket eden bir cisme, kuvvet etki etmezse, hareketi değişmez ve hiç durmaz.
Maddelerin, cismlerin ve maddelerde bulunan enerjilerin hepsine (Âlem) veyâ (Tabî’at) denir. Âlemde her cism hareket etmekde, değişmekdedir. Demek ki, her cisme, her ân çeşidli kuvvetler te’sîr etmekde, değişiklik hâsıl olmakdadır. Cismlerde meydâna gelen değişikliğe (Hâdise) veyâ (Olay) denir.
devamı var.. www.hakikatkitabevi.com
Cismlerin yok olduklarını, başka cismlerin meydâna geldiklerini görüyoruz. Dedelerimiz, eski milletler yok olmuşlar, binâlar, şehrler yok olmuş. Bizden sonra da başkaları meydâna gelecek. Fen bilgimize göre, bu mu’azzam değişiklikleri yapan kuvvetler vardır. Allaha inanmıyanlar, (Bunları tabî’at yapıyor. Herşeyi tabî’at kuvvetleri yaratıyor) diyorlar. Bunlara deriz ki, bir otomobilin parçaları, tabî’at kuvvetleri ile mi bir araya gelmişdir? Suyun akıntısına kapılan, sağdan soldan çarpan dalgaların te’sîri ile biraraya yığılan çöp kümesi gibi biraraya yığılmışlar mıdır? Otomobil tabî’at kuvvetlerinin çarpmaları ile mi hareket etmekdedir? Bize gülerek, hiç böyle şey olur mu? Otomobil, akl ile, hesâb ile, plân ile, birçok kimselerin, titizlikle çalışarak yapdıkları bir san’at eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akl, fikr yorarak, hem de trafik kâ’idelerine uyarak, şoför tarafından yürütülmekdedir demez mi? Tabî’atdeki her varlık da, böyle bir san’at eseridir. Bir yaprak parçası, mu’azzam bir fabrikadır. Bir kum dânesi, bir cânlı hücre, fennin bugün biraz anlıyabildiği ince san’atlerin birer meşheri, sergisidir. Bugün fennin buluşları, başarıları diye öğündüklerimiz, bu tabî’at san’atlerinden birkaçını görebilmek ve taklîd edebilmekdir. İslâm düşmanlarının, kendilerine önder olarak gösterdikleri, İngiliz doktoru Darwin bile, (Gözün yapısındaki san’at inceliğini düşündükce, hayretimden tepem atacak gibi oluyor) demişdir. Bir otomobilin tabî’at kuvvetleri ile, tesâdüfen hâsıl olacağını kabûl etmiyen kimse, başdan başa bir san’at eseri olan bu âlemi tabî’at yaratmış diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesâblı, plânlı, ilmli, sonsuz kuvvetli bir yaratıcının yapdığına inanmaz mı? Tabî’at yaratmışdır. Tesâdüfen var olmuşdur demek, câhillik, ahmaklık olmaz mı?
Allahü teâlâ herşeyi en güzel ve en fâideli olarak yaratdı. Meselâ, Erd küresini güneşden yüzelli milyon kilometre uzakda yaratdı. Dahâ uzakda yaratsaydı, hiç sıcak mevsim olmaz, çok soğukdan ölürdük. Dahâ yakın yaratsaydı, çok sıcak olur, hiç bir canlı yaşayamazdı. Etrâfımızı saran hava, hacmen yüzde yirmibir oksijen, yüzde yetmişsekiz azot ve onbinde üç karbondioksid gazlarının karışımıdır. Oksijen hücrelerimize kadar girip, oraya gelmiş olan gıdâ maddelerini yakarak, bize kuvvet, kudret veriyor. Oksijenin havadaki mikdârı dahâ çok olsaydı, hücrelerimizi de yakar, hepimiz kül olurduk. Mikdârı 21 den az olsaydı, gıdâlarımızı yakamazdı. Yine, hiçbir canlı yaşayamazdı. Yağmurlu, şimşekli havalarda, oksijen azotla birleşerek, havada nitrat tuzları hâsıl olup, yağmurla toprağa iniyor. Bunlar, nebâtâtı besliyor. Nebâtlar da, hayvanlara, hayvanlar da insanlara gıdâ oluyor. Görülüyor ki, rızkımız semâda hâsıl olmakda, göklerden yağmakdadır. Havadaki karbon dioksid gazı, dimâgçedeki kalb ve teneffüs merkezlerini tenbîh ediyor, çalışdırıyor.
devamı var.. www.hakikatkitabevi.com
Havadaki karbon dioksid mikdârı azalırsa, kalbimiz durur ve nefes alamayız. Mikdârı artarsa boğuluruz. Karbon dioksid mikdârının hiç değişmemesi lâzımdır. Bunun için de, denizleri yaratdı. Karbon dioksid mikdârı artınca, kısmî tazyîki de artıp, fazlası denizlerde eriyerek, sudaki karbonat ile birleşerek, onu bi-karbonat hâline çeviriyor. Bu da, dibe çökerek deryâların dibinde çamur tabakası hâsıl oluyor. Havada azalınca, çamurdan ayrılıp suya ve sudan havaya geçiyor. Bütün canlılar havasız yaşayamaz. Bunun için, havayı, her yerde, her canlıya çalışmadan, parasız veriyor ve ciğere kadar gönderiyor. Susuz da yaşayamayız. Suyu da her yerde yaratdı. Fekat, susuzluğa dahâ fazla tehammül edildiği için, bunu arayıp bulacak, taşıyacak şeklde yaratdı. Fe-tebârekâllahü ahsenül-hâlikîn! İnsanlar, bunları yapmak şöyle dursun görebilenlere, anlayabilenlere ne mutlu!
Allahü teâlânın, sayamıyacağımız kadar çok nizâm ve âhenk içinde, halk etdiği sayılamıyacak kadar çok varlıklar tesâdüfen olmuşdur diyenlerin sözleri câhilcedir. Şöyle ki: Üzeri birden ona kadar numaralanmış on taşı bir torbaya koyalım. Bunları elimizde torbadan birer birer çıkararak, sıra ile, ya’nî önce bir numaralı, sonra iki numaralı ve nihâyet on numaralı olacak şeklde çıkarmağa çalışalım. Çıkarılan bir taşın numarasının sıraya uymadığı görülürse, çıkarılmış olan taşların hepsi hemen torbaya atılacak ve yeniden bir numaradan başlamak üzere çıkarmağa çalışılacakdır. Böylece, on taşı numaraları sırası ile ardarda çıkarabilmek ihtimâli onmilyarda birdir. On aded taşın bir sıra dâhilinde dizilme ihtimâli bu kadar az olursa, kâinatdaki sayısız düzenin tesâdüfen meydâna gelmesine imkân ve ihtimâl yokdur.
Daktilo ile yazmasını bilmeyen bir kimse, bir daktilonun tuşlarına gelişigüzel meselâ beş kerre bassa, elde edilen beş harfli kelimenin türkçe veyâ başka bir dilde bir ma’nâ ifâde etmesi acabâ ne derece mümkindir? Şâyed gelişigüzel tuşlara basmakla bir cümle yazmak istenilse idi, bir ma’nâ ifâde eden bir cümle yazılabilecek mi idi? Kaldı ki, bir sahîfe yazı veyâ kitâb teşkîl edilse, sahîfenin ve kitâbın, tesâdüfen belli bir konusu bulunacağını sanan kimseye akllı denilebilir mi?
Cismler yok oluyor. Bunlardan, başka cismler meydâna geliyor ise de, bu işde, yüzbeş madde hiç yok olmuyor. Yalnız yapıları değişiyor denilirse, radioaktif bozulmalar, elementlerin ve hattâ atomların da yok olduklarını, maddenin enerjiye döndüğünü haber vermekdedir. Hattâ, Einstein adındaki Alman fizikcisi, bu dönüşmenin matematiksel formülünü ortaya koymuşdur.
devamı var.. www.hakikatkitabevi.com
Cismlerin, maddelerin durmadan değişmeleri, birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz olarak gelmiş değildir. Ya’nî, böyle gelmiş böyle gider denilemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı vardır. Değişmelerin başlangıcı vardır demek, maddelerin var oluşlarının başlangıcı vardır demekdir. Ya’nî hiçbirşey yok iken, hepsi yokdan yaratılmışdır demekdir. İlk, ya’nî birinci olarak maddeler yokdan yaratılmış olmasalardı ve birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz öncelere doğru uzasaydı, şimdi bu âlemin yok olması lâzımdı. Çünki, âlemin sonsuz öncelerde var olabilmesi için, bunu meydâna getiren maddelerin dahâ önce var olmaları, bunların da var olabilmeleri için, başkalarının bunlardan önce var olmaları lâzım olacakdır. Sonrakinin var olması, öncekinin var olmasına bağlıdır. Önceki var olmazsa, sonraki de var olmıyacakdır. Sonsuz önce demek, bir başlangıç yok demekdir. Sonsuz öncelerde var olmak demek, ilk, ya’nî, başlangıç olan bir varlık yok demekdir. İlk, ya’nî birinci varlık olmayınca, sonraki varlıklar da olamaz. Herşeyin her zemân yok olması lâzım gelir. Ya’nî, herbirinin var olması için, bir öncekinin var olması lâzım olan sonsuz sayıda varlıklar dizisi olamaz. Hepsinin yok olmaları lâzım olur.
Âlemin şimdi var olması, sonsuzdan var olarak gelmediğini, yokdan var edilmiş bir ilk varlığın bulunduğunu göstermekde olduğu anlaşıldı. Âlemin yokdan var edilmiş olduğunu, o ilk âlemden hâsıl ola ola, bugünki âlemin var olduğunu anladık.
Âlemi yokdan var eden bir yaratıcının bulunduğunu ve bu yaratıcının kadîm olması, ya’nî hep var olması, hiç değişmeden, sonsuz var olması lâzım geldiğini, (Şerh-i mevâkıf) kitâbı, beşinci mevkıfın birinci mersadında uzun isbât etmekdedir.
Kısacası şöyledir ki, değişmek, başka şey olmak demekdir. Yaratıcı değişince, başka olur. Yaratıcılığı bozulur. Kitâbımızın üçüncü kısm, 28. ci maddenin 2. ci sahîfesinde bildirildiği gibi, yaratıcının değişmemesi, hep aynı kalması lâzımdır. Âlemin sonsuz olamıyacağını anlatdığımız gibi düşünürsek, değişmiyen yaratıcının kadîm olması, sonsuz var olması lâzımdır. Bunun için, hiç değişmiyen sonsuz var olan bir yaratıcı vardır. Bu hiç değişmiyen bir yaratıcının ismi (Allah)dır. Allahü teâlâ, kendini tanıtmak için, insanlara Peygamberler göndermişdir. Son ve en üstün Peygamberi olan Muhammed aleyhisselâmın hayâtını, üstünlüklerini, doğru yazılmış kitâblardan okuyan anlayışlı ve insâflı bir kimse, Allahü teâlânın var olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın Onun Peygamberi olduğunu hemen anlar. Seve seve müslimân olur. Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna ve Muhammed aleyhisselâmın Onun Peygamberi olduğuna ve Peygamberlerinin en üstünü olduğuna ve bunun her sözünün doğru, fâideli olduğuna inanmağa (Îmân etmek) ve (Müslimân olmak) denir. Böyle inanan kimseye (Mü’min) ve (Müslimân) denir. Muhammed aleyhisselâmın sözlerine (Hadîs-i şerîf) denir. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık olarak bildirilenlerden birine bile inanmıyana (Kâfir) denir. Aslları Hak teâlânın kelâmı olan ve sonradan değişdirilip, birer târîh kitâbı hâline çevrilmiş bulunan, Tevrât, Zebûr ve İncîli, Allah kelâmı zan eden kâfirlere (Ehl-i kitâb), kitâblı kâfir denir. Yehûdîlerin ve Hıristiyanların çoğu kitâblı kâfirdir. Kendisinde ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inandıkları bir insanın heykeli, mezârı karşısında secde ederek, onun herşeyi yapacağına inananlara (Müşrik) veyâ (Putperest) denir. Berehmen, Budist ve Ateşperestler böyledir. Yehûdîlerin ve hıristiyanların bir kısmı, büyük Kostantinden sonra, müşrik oldu. Hiçbir dîne inanmayanlara (Ateist) ve (Dehrî) denir. Komünistler ve Masonlar ve bunların tuzaklarına düşen din câhilleri böyledir.
devam edecek.. www.hakikatkitabevi.com
Müslimânın öğrenmesi lâzım olan ilmlere (Ulûm-i islâmiyye) denir. İslâm bilgileri, iki kısmdır: Birinci kısmı, (Din bilgileri)dir. Bunlara (Ulûm-i nakliyye) denir. Ulûm-i nakliyye de ikiye ayrılır: Zâhirî ilmler ve bâtınî ilmler. Birincilere, (Îmân bilgileri) ve (Fıkh bilgileri) veyâ (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. Îmân ve ahkâm-ı islâmiyye bilgileri, Tefsîr, Kelâm, Fıkh ve ahlâk kitâblarında yazılıdırlar. İkincisi, (Ulûm-i bâtınıyye), kalb bilgileridir. Bunlar, Resûlullahın mubârek kalbinden çıkıp, Evliyânın kalblerine gelen bilgilerdir. Bu bilgilere (Tesavvuf) denir. Ahkâm-ı islâmiyye ve tesavvuf bilgileri, hiç değişmez. İkinci kısmı, (Fen bilgileri) veyâ (Ulûm-i akliyye)dir. Bunlar, maddelerin, cismlerin yapılarını, değişmelerini inceler. Tecribe ve hesâb ile öğrenilir. Bu bilgiler, zemân ile değişir. Birinci kısm, 11.ci ve ikinci kısm, 5.ci maddeye bakınız! Din bilgilerini, fen bilgilerine göre değişdiren kâfirlere (Felesof) ve (Dinde reformcu) denir. Bunlar nakle değil, akla inanırlar. Din bilgilerini, fen bilgileri ile isbât eden mü’minlere (Hukemâ) denir. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmemiş, şübheli bilgilere islâm âlimleri muhtelif ma’nâlar verdi. Böylece, îmân edilecek şeylere, birbirlerinden farklı inanan yetmişüç fırka meydâna geldi. Bunlardan îmânları doğru olan bir fırkaya (Ehl-i sünnet) ve (Sünnî) denildi. Yanlış ma’nâ verenlere (Bid’at ehli) ve sapık denir. Şî’îler ve Vehhâbîler böyledir. Fen bilgilerine yanlış ma’nâ vererek müslimânın îmânını bozana (Zındık) ve (Fen yobazı) denir.
Allahü teâlâ, Cenneti ve Cehennemi yaratdı. Her ikisini de dolduracağını bildirdi. İnsanların ve cinnin çoğu Cehenneme girecekdir. Fekat, mahlûklarının çoğunu Cennete koyacak, rahmeti gazabını aşacakdır. Çünki, cinnîler, bütün insanların on katından dahâ çokdur. Melekler de, cinnîlerin on katından dahâ çokdur. Meleklerin hepsi Cennetde olduğundan, Cennetdekiler dahâ çok oluyor.
Cehennemde kimler sonsuz kalacak? Nemâz kılmıyanlar mı? Günâh işliyenler mi? Hayır! Cehennemde, Allahü teâlânın düşmanları, sonsuz yanacakdır. Günâh işliyen müslimânlar, Allahü teâlânın düşmanı değildir. Kabâhatli kullarıdır. Bunlar, yaramaz, suçlu çocuğa benzer. Yaramaz çocuğa, anası, babası düşman olur mu?
Cehennem yedi tabakadır. Birinci tabaka, en hafîfdir. Fekat, dünyâ ateşinden yetmiş kat dahâ şiddetlidir. Adı (Cehennem)dir. Burada, müslimânlardan bir kısmı yanıp, günâhlarından temizleneceklerdir. Bid’at sâhibi olanlar, muhakkak Cehennemde bir müddet yanacaklardır.
İmâm-ı Muhammed Birgivînin (Vasıyyetnâmesi)ni şerh eden Kâdî zâde Ahmed Emîn efendi diyor ki, (Cehennemden en son çıkacak mü’min, yedibin âhıret senesi yanacakdır. Âhıretin bir günü, dünyânın bin senesi kadar uzundur.)
devamı var.. www.hakikatkitabevi.com
Cehennemin ikinci tabakası dahâ şiddetlidir. Adı (Sa’îr)dir. Burada, Tevrâtı değişdirenler yanacak [İbni Âbidîn]. Bunlar, Allahın Peygamberi olan Îsâ aleyhisselâma da inanmıyor ve bu büyük Peygambere, (Bilinmeyen babanın çocuğu) diye iftirâ ediyorlar. Tevrâtı değişdirip, Allahü teâlânın kitâbını bozdular ve Mûsâ aleyhisselâmdan sonra, kendilerine nasîhat için gönderilen bin Peygamberi şehîd etdiler.
Cehennemin üçüncü tabakası dahâ şiddetli olup, adı (Sekar)dır. Burada İncîli değişdirenler yanacakdır. Çünki bunlar, Îsâ aleyhisselâma inanmamış oldukları gibi, onda (ülûhiyyet sıfatı) bulunduğuna inanıyorlar. Tanrı üçdür. Îsâ tanrıdır [ba’zıları ise, Îsâ tanrının oğludur] diyerek, yehûdîlerden kötü oluyor, müşrik oluyorlar [İbni Âbidîn]. Hıristiyanlık çıkmadan ve putlara tapınmak başlamadan önce, Îsevîler mü’min idi. Muhammed aleyhisselâma inanmadıkları için, kitâblı kâfir oldular. Yehûdîler, islâmiyyete, bunlardan dahâ uzakdır. [(Ma’rifetnâme) ve (Tezkire-i Kurtubî)]
Dördüncü tabakanın adı da (Cahîm)dir. Burada, güneşe, yıldızlara tapanlar, (Hutame) denilen beşincisinde, ateşe, ineğe tapanlar, müşrik olan Budistler, Berehmenler yanacak. Altıncı tabakası, (Lazy)dir. Burada hiç dîni olmıyanlar, müşrikler yanacak.
Cehennemin yedinci tabakası, en dibi, en şiddetli tabakası olup, adı (Hâviye)dir. Burada münâfıklar, mürtedler yanacak. Bu yedi tabakanın ismlerinin sırası, (Tefsîr-i Mazherî)de ve (Gâliyye)de başka dürlü yazılıdır. Bir kimsenin Cehenneme gideceği ve îmânsız olduğu, son nefesinde belli olur. Bir kâfir, müslimân olursa ve günâhı, suçu çok olan veyâ bid’at sâhibi olan bir müslimân tevbe ederse, tertemiz müslimân olurlar. Cehenneme girmekden kurtulurlar.
Mürtedler, anaları, babaları müslimân olduğu hâlde, islâm terbiyesi ile büyüdüğü hâlde, câhil veyâ okuyup, diploma alıp, kendilerini âlim, fen adamı sanan dinsizlerdir. İlm, fen denizinden bir damla tatmakla, deryâyı yutduk sanan bu zevallıların islâm âlimlerinden, din bilgilerinden haberleri olmadığı için, küçük yaşda işitdikleri kelimelere, hayâlleri ile ma’nâlar uydurarak, müslimânlık bunlardır sanıyor, islâmiyyeti inkâr ediyorlar. Analarına, dedelerine örümcek kafalı, müslimânlara gerici diyorlar. Nefslerine uyarak yalnız dünyâ arkasında koşanlara, zevk ve safâya dalanlara, aydın, ilerici diyor. Dünyâ ile berâber âhıreti de düşünenlere, başkalarının hakkını gözetenlere yobaz, ahmak diyor. Bu dünyâ böyle gelmiş, böyle gider. Cennet, Cehennem boş lâfdır, kim görmüş, burada ne yaparsan kârdır diyorlar. Başkaları ne olursa olsun, yalnız kendi kazançlarını, nefslerini, şehvetlerini düşünüyorlar. Herkesi aldatmak için ve geçinmek için de, iyiliği, insanlığı dillerinden düşürmüyorlar. En fecî’, en alçak suç olarak da, gençleri, islâm yavrularını aldatmağa, bunların dinlerini, îmânlarını çalarak, kendileri gibi felâkete sürüklemeğe uğraşıyorlar.
devamı var.. www.hakikatkitabevi.com
İslâm dîninin inançlarını, emrlerini ve yasaklarını bildiren binlerce kıymetli kitâb yazılmış, bunların çoğu, yabancı dillere çevrilerek, her memlekete yayılmışdır. Buna karşılık, bozuk düşünceli, kısa görüşlü kimseler, her zemân, islâmın fâideli, feyzli ve ışıklı prensiplerine saldırmış, onu lekelemeğe, değişdirmeğe, müslimânları aldatmağa uğraşmışlardır. Dahâ çocuk iken, böyle yanlış yolda olanlara acırdım. Niçin doğruyu göremediklerine, İslâm dîninin yüksekliğini anlıyamadıklarına şaşardım. Herkesin doğru yolu bulmasını, dalâletden, dünyâ ve âhıret felâketlerinden kurtulmalarını istiyordum. Bu yolda, insanlara hizmet için çırpınıyordum.
Kıymetli gençleri, asîl ve temiz yavruları, şehîd evlâdlarını, bozuk yazılardan ve sözlerden koruması için ve müslimânlığın tam ve doğru ve ana kaynaklarına uygun olarak anlaşılması için, Allahü teâlâya yalvarıyordum.
Din câhilleri, islâmiyyete ilm ile, fen ile, ahlâk ile, sıhhat ile, temizlik ile saldıramadıklarından, yalan söyliyerek, nâmerdce hücûm ediyorlar.
İslâmiyyete ilm ile nasıl karşı durulabilir? İslâmiyyet, ilmin tâ kendisidir. Kur’ân-ı kerîmin birçok yeri, ilmi emr etmekde, ilm adamlarını övmekdedir. Meselâ Zümer sûresi, dokuzuncu âyetinde meâlen, (Bilen ile bilmiyen hiç bir olur mu? Bilen elbette kıymetlidir) buyruldu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ilmi öven ve teşvîk buyuran sözleri o kadar çokdur ve meşhûrdur ki, düşmanlarımız da, bunları biliyor. Meselâ (İhyâ-ül’ulûm) ve (Mevdû’ât-ül’ulûm) kitâblarında, ilmin fazîleti anlatılırken, (İlmi, Çinde de olsa, alınız!) hadîs-i şerîfi yazılıdır. Ya’nî dünyânın en uzak yerinde ve kâfirlerde de olsa, gidip ilm öğreniniz! Bu gâvur îcâdıdır, istemem, demeyiniz. Bir hadîs-i şerîfde de, (Beşikden mezâra kadar ilm öğreniniz, çalışınız!) buyuruldu. Ya’nî, bir ayağı mezârda olan seksenlik ihtiyârın da çalışması lâzımdır. Öğrenmesi ibâdetdir. Bir def’a da, (Yarın ölecekmiş gibi âhırete ve hiç ölmiyecekmiş gibi dünyâ işlerine çalışınız!) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bilerek yapılan az bir ibâdet, bilmiyerek yapılan çok ibâdetden dahâ iyidir!) buyurdu. Bir kerre, (Şeytânın bir âlimden korkması, câhil olan bin âbidden korkmasından dahâ çokdur!) buyurdu. İslâm dîninde kadın, kocasının izni olmadan nâfile hacca gidemez. Sefere, müsâfirliğe gidemez. Fekat, kocası öğretmezse ve izn vermezse, ondan iznsiz, ilm öğrenmeğe gidebilir. Görülüyor ki, büyük ibâdet olan hacca iznsiz gitmesi günâh olduğu hâlde, ilm öğrenmeğe iznsiz gitmesi günâh olmuyor.
devamı var.. www.hakikatkitabevi.com
O hâlde, kâfirler, islâmiyyete ilm ile nasıl saldırabilir? İlm, ilmi kötüler mi? Elbette beğenir. Kıymetlendirir. İslâmiyyete, ilm ile saldıran, mağlûb olur.
Fen ile de saldıramazlar. Fen (Mahlûkları, hâdiseleri görmek, inceleyip anlamak ve deneyip benzerini yapmak) demekdir ki, bu üçünü de, Kur’ân-ı kerîm emr etmekdedir. Fen bilgilerine, san’ate, en modern harb silâhlarını yapmağa uğraşmak, farz-ı kifâyedir. Düşmanlardan dahâ çok çalışmamızı, dînimiz emr etmekdedir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” fenni emr eden pek cânlı sözlerinden birini kitâbımın birinci kısm, 11. ci madde, ikinci sahîfesinde bildirmişdim. O hâlde, islâmiyyet, fenni, tecribeyi, müsbet çalışmayı emr eden dinamik bir dindir.
İslâm dînine karşı olanlar, ona doktorluk ile de saldıramıyor. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, tıb bilgisini çeşidli şekllerde medh buyurdu. Meselâ, (İlm ikidir: Beden bilgisi, din bilgisi). Ya’nî ilmler içinde en lüzûmlusu, rûhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir diyerek, herşeyden önce, rûhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lâzım geldiğini emr buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, (Riyâd-ün-nâsıhîn) üçyüzseksenbirinci [381] sahîfesinde yazılıdır ve (Zübdet-ül-ahbâr)dan aldığını bildirmekdedir. Bunun, imâm-ı Şâfi’înin “rahmetullahi teâlâ aleyh” sözü olduğunu bildirenler de vardır. Bu yüce imâmın her sözü, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin açıklamasıdır. İslâmiyyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeği emr ediyor. Çünki, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir.
devamı var.. www.hakikatkitabevi.com
Bugün, bütün üniversitelerde okutuluyor ki, doktorluk iki kısmdır: Biri hijiyen, ya’nî sıhhati korumak. İkincisi, terapötik, ya’nî hastaları, iyi etmekdir. Bunlardan birincisi başda gelmekdedir. İnsanları hastalıkdan korumak, sağlam kalmağı sağlamak, tıbbın birinci vazîfesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kerre, ârızalı, çürük kalır. İşte islâmiyyet, tabâbetin birinci vazîfesini, hijiyeni garanti etmiş, te’mînât altına almışdır. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci kısmda, Kur’ân-ı kerîmin, tıbbın iki kısmını da teşvîk buyurduğu, âyet-i kerîmeler gösterilerek isbât edilmekdedir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Rum imperatörü Herakliüs ile mektûblaşırdı. Birbirlerine elçi gönderirlerdi. Her iki tarafın sözlerini, mektûblarını, kitâblarda okuyoruz. (Mevâhib-i ledünniyye) tercemesi, ikiyüzotuzsekizinci [238] sahîfesinde mektûbların aslı da var.
Sefîrlerin ismleri, hayâtları, vak’aları ile meydânda iken, bindörtyüz sene sonra, bunlar yalandır demek, hangi ilm, hangi iz’ân sâhibine yakışır. Din düşmanlığı, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize karşı kinleri, akllarını örtmüş, muhâkemelerini işlemez hâle getirmiş olacak ki, gençleri aldatmak için, vak’aları, senedleri, vesîkaları göremiyor, açık yalanlar söylemekden de çekinmiyorlar. Yalan, iftirâ, insanı herkese karşı rezîl eder, yüz karasını meydâna çıkarır! Yâ Rabbî! Senin adâletin tâm yerindedir. İslâmiyyete, insanların se’âdetine saldıranlar, sonsuz azâbları hak etmekdedir!
Bir def’a, Herakliüs birkaç hediyye göndermişdi. Bu hediyyelerden biri, bir doktor idi. Doktor gelince dedi ki, (Efendim! İmperatör hazretleri, beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedâva bakacağım!). Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kabûl buyurdu. Emr eyledi, bir ev verdiler. Hergün nefîs yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçdi. Bir müslimân, doktora gelmedi. Doktor, utanıp gelerek, (Efendim! Buraya, size hizmet etmeğe geldim. Bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içip, râhat etdim. Artık gideyim) diye izn isteyince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” tebessüm buyurdu. (Sen bilirsin! Eğer dahâ kalırsan, müsâfire hizmet etmek, ona ikrâm etmek, müslimânların başda gelen vazîfesidir. Gidersen de uğurlar olsun! Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünki, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermişdir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkca birşey yimez ve sofradan, doymadan önce kalkar!) dedi. Görülüyor ki, müslimân, ya’nî islâmiyyetin emrlerine uyan, hastalık çekmez. Müslimânlardan hastalık çekenler, emrleri öğrenmiyenler ve yapmıyanlardır. Evet, ölüm hastalığı herkese gelecekdir. Bu hastalık mü’minlere bir ni’metdir. Âhıret yolculuğunun habercisidir. Hâzırlanmak, tevbe, vasıyyet etmek için, alârm işâretidir. Cenâb-ı Hak, çeşidli hastalıkları, ölüme sebeb kılmışdır. Eceli gelen, bir hastalığa yakalanacakdır:
Ahkâm-ı islâmiyyeye uyan, ya’nî islâmiyyetin gösterdiği yolda giden kimsenin hayâtı hastalıkla geçmez. Fekat, Peygamberlerden başka herkes, nefsine uyabilir. Günâh işliyebilir. Cenâb-ı Hak, günâh işliyen müslimânları, illet, kıllet veyâ zilletle îkâz etmekde, gafletden uyandırmakdadır.
Din câhilleri, islâmiyyete temizlik ile de hiç saldıramıyor. Çünki, Tâbi’înden gençler, Eshâb-ı kirâma “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Allahü teâlâ sizi çok seviyor. Kur’ân-ı kerîmde sizi övüyor. Bunun sebebi nedir? Bize söyleyin de, biz de, sizin gibi olalım, bizi de çok sevsin dediklerinde, (Bizi çok seviyor. Çünki biz, temizliğe çok dikkat ederiz) diye cevâb verdiler. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde çeşidli yerlerde, (Temiz olanları severim!) buyuruyor. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” o güzel nûrlu yüzünü gören kimseye, (Sahâbî) denir. Birkaç dânesine (Eshâb) denir. O güzeli göremeyip de, yalnız, Sahâbîyi görenlere (Tâbi’în) denir. Müslimânlar, câmi’lere, evlere ayakkabı ile girmez. Halılar, döşemeler, tozsuz, temiz olur. Her müslimânın evinde hamâm olur. Kendileri, çamaşırları, yemekleri hep temiz olur. Onun için, mikrop ve hastalık bulunmaz. Fransızların dünyâya övündükleri Versay serâyında bir hamâm yok. Kâfirler pis oluyor.
İslâmiyyete, ahlâk, fazîlet, adâlet, insanlık meziyyetleri ile de, hiç saldıramıyorlar. İslâm dîni, başdan başa ahlâk ve fazîletdir. İslâm dîninin, dostlara ve düşmanlara karşı yapılmasını emr etdiği iyilik, adâlet, cömertlik, aklları şaşırtacak derecede yüksekdir. Ondört asrlık hâdiseler, bunu düşmanlara da, pek iyi göstermişdir. Sayılamıyacak kadar çok vesîkalardan hâtıra geleni bildirelim:
devamı var.. www.hakikatkitabevi.com
Bursa müzesi arşivinde [ya’nî evrâk mahzeninde] ikiyüz sene öncesine âid bir mahkeme kaydında diyor ki, Altıparmakdaki yehûdî mahallesi yanında bir arsaya müslimânlar câmi’ yapıyor. Yehûdîler, arsa bizimdir, yapamazsınız diyerek, iş, mahkemeye düşüyor.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (İyi huyları temâmlamak, iyi ahlâkı dünyâya yaymak için gönderildim). Bir hadîs-i şerîfde, (Îmânı yüksek olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır!) buyuruldu. Îmân bile, ahlâk ile ölçülmekdedir! (İslâm ahlâkı) kitâbında, islâmın güzel ahlâkı yazılıdır.
İslâmiyyete karşı olan câhiller, ahlâkla da hiç hücûm edemedikleri için, müslimân yavrularını aldatmak, bu ma’sûmların îmânını çalmak için, (İngiliz üsûlü) ile, ya’nî yalan ile, iftirâ ile, alçakca hücûm ediyorlar. Çok def’a, müslimân şekline girip abdestsiz, guslsüz nemâz kılarak, câmi’ yapılırken para vererek, müslimân görünüyorlar. Yalanlarına, hîle ve uydurmalarına inandırmağa çalışıyorlar.
Mevkı’i, etiketi ne olursa olsun, dîne saldıranların, din câhili oldukları, islâmiyyetden birşey bilmedikleri anlaşılır.
Kâfirlerin tuzaklarına düşmemek için ne lâzım olduğunu Peygamberimiz bildiriyor: (Nerede ilm varsa, orada müslimânlık vardır. Nerede ilm yoksa, orada kâfirlik vardır!) buyuruyor. İşte burada da, ilmi emr etmekdedir.
O hâlde, kâfirlere aldanmamak için dînimizi öğrenmekden başka çâre yokdur.
Dînimizi nereden öğreneceğiz? Gençleri aldatmak için iftirâ ve yalanlarla hâzırlanan veyâ papas, mason kitâblarından terceme edilmiş olan süslü yazılardan, radyolardan, filmlerden, gazetelerden mi? Yoksa, para kazanmak için yanlış kitâbları, Kur’ân tercemeleri yazan câhillerden mi? 1960 senesi Ramezân-ı şerîfinde de Moskova radyosu, çok iğrenç, pek alçak yalanlarla, islâmiyyete küstâhca saldırdı. Düşman filmleri, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hayâtını, islâm târîhini, yanlış, iğrenç olarak gösteriyor, uydurma resmler yapıyorlar. Müslimânlar, bu bozuk filmleri, doğru sanarak, seyr ediyor. Dinleri, îmânları bozuluyor. Düşmanların radyosu, filmleri, mecmû’aları, böyle yaylım ateşine devâm etmekdedir. Bu hücûmlardan korunmak için, dînimizi nereden öğrenelim!
Gözü ağrıyan kime baş vurur? Çöpçüye mi, avukata mı, matematik öğretmenine mi, yoksa göz mütehassısı olan doktora mı? Elbet, mütehassısa gidip, çâresini öğrenir. Dînini, îmânını kurtarmak için çâre arayanın da, avukata, matematikçiye, gazeteye, sinemaya değil, din mütehassısına baş vurması lâzımdır. Din mütehassısı nerede ve kim? Beyrutda, Mısrda, Sûriyede, Irâkda arabca öğrenen tercümânlar mı? Hayır. Din mütehassısları, şimdi toprak altında! Dünyâda bulmak çok güc!
Din âlimi olmak için, edebiyyât ve fen üzerinde, fen ve edebiyyât fakültelerinden diploma almış olanlar kadar bilgi sâhibi olmak, Kur’ân-ı kerîmi ve ma’nâlarını ezberden bilmek, binlerle hadîs-i şerîfi ve ma’nâlarını ezber bilmek, islâmın yirmi ana ilminde mütehassıs olmak ve bunların kolları olan seksen ilmi iyi bilmek, dört mezhebin inceliklerine vâkıf olmak, bu ilmlerde ictihâd derecesine yükselmek, tesavvufun en yüksek derecesi olan (Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye) denilen kemâle yetişmiş olmak lâzımdır. Böyle bir âlim şimdi nerede? Şimdi, din adamı tanınanlar, mükemmel arabca bilenler, acabâ bu büyüklerin kitâblarını okuyabilir ve anlıyabilir mi? Şimdi böyle bir âlim meydâna çıksa idi, kimse dîne saldıramaz, hayâsızca iftirâlar savuran kahramânlar(!) kaçacak yer arardı. Eskiden medreselerde, câmi’lerde, zemânın fen bilgileri de okutulurdu. İslâm âlimleri fen bilgilerini öğrenmiş olarak yetişirdi. Sultân Abdülmecîd zemânında, mason Reşîd pâşanın, ingiliz sefîri ile berâber hâzırladığı ve 26 Şa’bân 1255 [m. 1839] da i’lân etdiği tanzîmât kanûnu, fen derslerinin medreselerde okutulmasını yasakladı. Böylece, din adamlarının câhil olmalarına ilk adım atıldı.
Hakîkî din âlimi, vaktîle çok vardı. Bunlardan biri, imâm-ı Muhammed Gazâlîdir “rahmetullahi aleyh”. Din bilgilerindeki derinliğine, ictihâdda derecesinin yüksekliğine, eserleri şâhiddir. Bu eserleri okuyup anlıyabilen, onu tanır. Onu tanıyamıyan, kendi kusûrunu Ona yüklemeğe yeltenir. Âlimi tanımak için, âlim olmak lâzımdır.
O, zemânının bütün fen bilgilerinde de, mütehassıs idi. Bağdâd Üniversitesinin rektörü idi. O zemânın ikinci dili olan rumcayı iki senede öğrenmiş, eski Yunân ve Roma felsefesini, fennini incelemiş, yanlışlarını, yüz karalarını kitâblarında bildirmişdir. Dünyânın döndüğünü, maddenin yapısını, ay, güneş tutulmasının hesâblarını, dahâ nice teknik ve sosyal bilgileri yazmışdır.
İslâm âlimlerinden biri de, İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkîdir “rahmetullahi teâlâ aleyh”. Bunun din bilgilerindeki derinliği ve ictihâd derecesinin yüksekliği, hele tesavvufdaki, vilâyetdeki kemâli, aklın, idrâkin üstünde olduğunu, dinde söz sâhibi olanlar, ittifakla söylediği gibi, Amerikada yeni çıkan kitâblar da, bu se’âdet güneşinin ışıkları ile aydınlanmağa başlamışdır. İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, zemânının fen bilgilerinde de mütehassıs idi. (Mektûbât)ın birinci kısmının ikiyüzaltmışaltıncı mektûbunda, (Oğlum Muhammed Ma’sûm “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bugünlerde, (Şerh-ı mevâkıf) kitâbını temâmladı. Derslerinde, Yunân felsefecilerinin hatâlarını anladı) buyuruyor. Bu kitâb, islâm medreselerinin, yüksek [Üniversite] kısmında son zemânlara kadar okutulan bir fen kitâbıdır. Kâdî Adûd yazmış, seyyid şerîf Alî Cürcânî “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” şerh etmişdir. Bin sahîfe kadar olup, o zemânın fen bilgilerini anlatmakdadır. Kitâb, altı mevkıfe ayrılmış olup, her birinde mersadlar vardır. Dördüncü mevkıf, birinci mersad üçüncü kısm, ikinci maksadda yer küresinin yuvarlak olduğunu, altıncı maksadda da, batıdan doğuya doğru döndüğünü isbât etmekde, atomu, maddenin çeşidli hâllerini, kuvvetleri ve psikolojik olayları bildirmekdedir.
Avrupalılar, fen bilgilerinin çoğunu ve hepsinin temelini islâm kitâblarından aldı. Avrupalılar, dünyâ tepsi gibi düz, etrâfı dıvar çevrili zan ederken, müslimânlar yer küresinin yuvarlak olup döndüğünü buldular. (Şerh-i mevâkıf) ve (Ma’rifetnâme) kitâbları, bunu uzun yazmakdadır. Mûsul ve Diyâr-ı Bekr arasındaki Sincâr sahrâsında, meridyenin uzunluğunu ölçdüler ve bugünkü gibi buldular. 581 [m. 1185] de vefât eden Nûr-üd-dîn Batrûcî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Endülüs İslâm Üniversitesinde astronomi profesörü idi. (El-hayât) kitâbında bugünkü astronomiyi yazmakdadır. Galile, Kopernik, Newton, dünyânın döndüğünü müslimân kitâblarından öğrenip söyleyince, bu sözleri suç sayıldı. Galile, papaslar tarafından muhâkeme edilip habs olundu. Tanzîmâta kadar medreselerde fen dersleri okutuluyordu. Aydın din adamları yetişiyordu. Dünyâya önderlik ediyorlardı. Fen dersleri kaldırılınca, keşfler, buluşlar da durdu. Batı, doğuyu geçmeğe başladı.
Bugün, dînimizi, o büyük âlimlerin kitâblarından okuyup, öğreneceğiz! Din bilgileri, Ehl-i sünnet âlimlerinden veyâ bunların kitâblarından öğrenilir. Keşf ile, ilhâm ile, ilm elde edilmez. Bunların kitâblarını okuyan, hem ilm öğrenir, hem de kalbleri temizlenir.
İnsanların, sıhhatli, sağlam ve râhat, neş’eli yaşamalarına ve âhıretde sonsuz se’âdete kavuşmalarına sebeb olan fâideli şeylere (Ni’met) denir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, kullarına lâzım olan bütün ni’metleri yaratdı. Bunlardan nasıl istifâde edileceğini, nasıl kullanacağımızı, Peygamberleri ile gönderdiği kitâblarında bildirdi. Bu bilgilere (Din) ve (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. Müslimân olsun, kâfir olsun, herhangi bir insan, bu kitâblara uygun yaşarsa, dünyâda râhat ve huzûr içinde olur. Meselâ, bir eczâhânede yüzlerce fâideli ilâc vardır. Her ilâcın kutusunda târifnâmesi vardır. İlâcı, târifeye uygun kullanan, fâidesini görür. Târifeye uymayan ilâcdan zarar görür. Kur’ân-ı kerîme uygun yaşayan da ni’metlerden fâide görür.
Dünyâda ve âhıretde se’âdete kavuşmak, râhat ve neş’eli yaşamak için müslimân olmak lâzımdır. Îmânı olan ve ahkâm-ı islâmiyyeye uyan, ya’nî harâmlardan sakınıp ve ibâdetlerini yapan kimseye, müslimân denir. Îmân, belli altı şeye ve bütün emr ve yasakların hepsine inanmak demekdir. Allahü teâlâ hakîkî müslimândan râzı olur. Onu sever. Hakîkî müslimân olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek ve ibâdetlerini doğru ve (İhlâs) ile yapmak lâzımdır.
Allahü teâlâ doğru ve ihlâs ile ibâdet yapanları seveceğini, bunların kalblerine dünyâda feyzler, nûrlar vereceğini, âhıretde de (Sevâb), ya’nî iyilik vereceğini va’d etdi. (İbâdet), emrleri yapmak, (Takvâ) harâmlardan, yasak edilmiş olanlardan sakınmak demekdir. İbâdetlerin doğru olması için, nasıl yapılacaklarını öğrenmek ve öğrendiklerine uygun olarak yapmak lâzımdır. (İhlâs), gerek beden ile, gerek mal ile yapılan farz veyâ nâfile bütün ibâdetleri, meselâ hayrât ve hasenât yapmağı, müslimânları sevindirmeği, onları sıkıntıdan kurtarmağı, zikri, istigfârı Allah rızâsı için yapmakdır. Mal, mevkı’, hurmet, şöhret kazanmak için yapılan ibâdetde ihlâs olmaz, riyâ olur. Böyle ibâdete sevâb verilmez. Günâh olur, azâb yapılır. Bid’at işliyenlerin, harâm işliyenlerin ve böyle kimselerle ve kâfirlerle, mezhebsizlerle arkadaşlık, komşuluk yapanların kalblerinde, ihlâs kalmaz. Zulmet, kara lekeler hâsıl olur. İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh” birinci cildin elli dokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki, (Bütün mü’minler ibâdet yaparken, Allahü teâlâ emr etdiği ve beğendiği için yapmağa niyyet ediyorlar. Böylece ihlâs ile yapıyorlar. Fekat bütün işlerin, iyiliklerin hep ihlâs ile yapılması ve bu ihlâsın kalbe hemen gelmesi lâzımdır. Ba’zı kimselerde, ibâdetlere başlarken yapılan niyyet, ihlâs, zahmet çekerek, kendini zorlıyarak hâsıl oluyor ve kısa bir zemân devâm ediyor. Sonra kalbe nefsin arzûları geliyor. Devâmlı ihlâs sâhiblerine (Muhlas) denir. Zahmet çekerek elde edilen, devâmsız ihlâsın sâhiblerine (Muhlis) denir. Muhlas olana, ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünki bunlarda, nefslerinin arzûsu ve şeytânın vesvesesi kalmamışdır. Böyle ihlâs, insanın kalbine ancak bir Velînin kalbinden gelir). İbâdete başlarken nefs ve şeytân ile mücâdele ederek, devâmsız olan ihlâs elde edilebilince, böyle ihlâs ile yapılan ibâdetler de, zemânla nefsi za’îfletir, devâmlı ihlâs elde etmeğe sebeb olur. Fekat buna kavuşmak senelerce sürer.
Şimdi biliyoruz ki, ültra viyole şuâ’lar, mikropları öldürüyor. Verem hastaları senatoryumlarda şuâ’ tedâvîsi ile ciğerlerini temizliyor. Ültra viyole ışınlar, ciğerleri temizlediği gibi, kalb aynasını temizleyen, kalbi hastalıkdan kurtaran şuâ’lar da vardır. Bu şuâ’lara (Nûr), (Feyz) denir. Kalbin hasta olması, nefse uyarak harâmları beğenmesi, bunlara düşkün olması demekdir. Ültra viyole ışınlarını güneş yayıyor. Nûrların saçıldığı kaynak ise, Evliyânın kalbleridir. Evliyânın kalbleri, ondördüncü ay gibidir. Ay güneşden aldığı ışıkları saçıyor. Velîlerin kalbi de, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” güneş gibi nûr saçan mubârek kalbinden saçılıp, kendilerine gelen nûrları cihâna yaymakdadır. Evliyâ, öldü. Bugün bulunanın da nerede olduğu bilinmiyor. Fekat, insan ölünce, kalb ve rûh ölmez. Hattâ, beden kafesinden kurtulduğu için, dahâ kuvvetli olur. Bugün, her yerde, her odada elektro manyetik dalgalar var. Fekat, haberimiz olmuyor. Bunları almak, duymak için, alıcı kuvvet, meselâ radyo lâzım. Her yerde nûr şuâ’ları da vardır. Fekat, bunlardan da haberimiz yok. Bunları almak, fâidelenmek için de, bir kuvvet, bir âlet lâzımdır. Bu alıcı kuvvet, yine kalbdir. Kalbler, fosforessans hâssası olan madde gibidir. Aldığı nûrları, karanlık kalblere saçarak, onları parlatır. Mü’min çok yaşayıp, ibâdetleri ve takvâsı artdıkca, kalbinin alabileceği nûr mikdârı da artar. Fekat, bu nûrları, feyzleri çabuk ve çok alabilmek için, bir Velîyi sevmek lâzımdır. Sohbetinde, yanında bulunarak, onun sevgisini de kazanırsa, dahâ çok feyz alır.
Kalb, göğsümüzün sol tarafındaki et parçası demek değildir. Ona yürek denir. Yürek, hayvanda da bulunur. İnsana mahsûs olan kalbe (gönül) diyoruz. Kalb, bir kuvvetdir, görünmez. Te’sîrleri ile, eserleri ile tanınır. Elektrik cereyânı da görünmüyor. Ampulden geçdiği zemân, rezistans telini ısıtarak, ışık saçdırdığı için, ampulde bulunduğunu anlıyoruz. Hâlbuki, elektrik madde değildir. Bir yer kaplamaz. Kalb dediğimiz kuvvet de, madde değildir. Yer kaplamaz. Yürek denilen et parçasında eserleri göründüğü için, kalbin yeri yürekdir diyoruz.
devamı var.. www.hakikatkitabevi.com
Şimdi biliyoruz ki, ültra viyole şuâ’lar, mikropları öldürüyor. Verem hastaları senatoryumlarda şuâ’ tedâvîsi ile ciğerlerini temizliyor. Ültra viyole ışınlar, ciğerleri temizlediği gibi, kalb aynasını temizleyen, kalbi hastalıkdan kurtaran şuâ’lar da vardır. Bu şuâ’lara (Nûr), (Feyz) denir. Kalbin hasta olması, nefse uyarak harâmları beğenmesi, bunlara düşkün olması demekdir. Ültra viyole ışınlarını güneş yayıyor. Nûrların saçıldığı kaynak ise, Evliyânın kalbleridir. Evliyânın kalbleri, ondördüncü ay gibidir. Ay güneşden aldığı ışıkları saçıyor. Velîlerin kalbi de, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” güneş gibi nûr saçan mubârek kalbinden saçılıp, kendilerine gelen nûrları cihâna yaymakdadır. Evliyâ, öldü. Bugün bulunanın da nerede olduğu bilinmiyor. Fekat, insan ölünce, kalb ve rûh ölmez. Hattâ, beden kafesinden kurtulduğu için, dahâ kuvvetli olur. Bugün, her yerde, her odada elektro manyetik dalgalar var. Fekat, haberimiz olmuyor. Bunları almak, duymak için, alıcı kuvvet, meselâ radyo lâzım. Her yerde nûr şuâ’ları da vardır. Fekat, bunlardan da haberimiz yok. Bunları almak, fâidelenmek için de, bir kuvvet, bir âlet lâzımdır. Bu alıcı kuvvet, yine kalbdir. Kalbler, fosforessans hâssası olan madde gibidir. Aldığı nûrları, karanlık kalblere saçarak, onları parlatır. Mü’min çok yaşayıp, ibâdetleri ve takvâsı artdıkca, kalbinin alabileceği nûr mikdârı da artar. Fekat, bu nûrları, feyzleri çabuk ve çok alabilmek için, bir Velîyi sevmek lâzımdır. Sohbetinde, yanında bulunarak, onun sevgisini de kazanırsa, dahâ çok feyz alır.
Kalb, göğsümüzün sol tarafındaki et parçası demek değildir. Ona yürek denir. Yürek, hayvanda da bulunur. İnsana mahsûs olan kalbe (gönül) diyoruz. Kalb, bir kuvvetdir, görünmez. Te’sîrleri ile, eserleri ile tanınır. Elektrik cereyânı da görünmüyor. Ampulden geçdiği zemân, rezistans telini ısıtarak, ışık saçdırdığı için, ampulde bulunduğunu anlıyoruz. Hâlbuki, elektrik madde değildir. Bir yer kaplamaz. Kalb dediğimiz kuvvet de, madde değildir. Yer kaplamaz. Yürek denilen et parçasında eserleri göründüğü için, kalbin yeri yürekdir diyoruz.
[Kalb adalesi veyâ kapakları bozuk olup ameliyyat ile düzeltilemiyen kimsenin yüreği çıkartılarak, ölüm hâline gelmiş olan başkasının sağlam yüreği buna takılmakdadır. Kalb takılanların birkaç günde öldüklerini işitiyoruz.
Yaşıyacaklarını düşünürsek, bunların gönül dediğimiz kalb latîfesi değişmemekde, kalbinde ve rûhunda bir değişiklik olmamakdadır. Yürek veyâ başka bir organ takılan kimse gençleşmez. Yaşı ilerlemesine devâm eder.]
Elektrik, bakır tel ile iletiliyor. Radyo vericisi ile alıcısı, birbirine elektromanyetik titreşimlerle bağlanıyor. Kalbleri birbirine bağlıyan bağın da, muhabbet olduğu (Mektûbât)ın dördüncü cildinin yirmibirinci mektûbunda yazılıdır. Bir insan, bir Velîyi görüp konuşarak veyâ kitâblarını okuyarak, onun islâmiyyete tâm bağlı olduğunu, deryâ gibi ilm sâhibi olduğunu, güzel ahlâkını, herkese iyilik yapdığını anlayıp sever. Resûlullahı çok sevdiği için, Onun izinde bulunanı da sever. Fekat, bu güzel sıfatları sevmesi yetişmez. Bu sıfatların sâhibini iyi tanıyıp sevmesi lâzımdır. Çünki, bu sıfatlar münâfıklarda, kâfirlerde, masonlarda da görülebilir. Bunun için, mürşid olduğunu anlayıp, onu görmekden ve kendini göremeyince, şeklini, sûretini kalbine, hayâline getirmekden zevk almak lâzımdır. Bu hâle (Râbıta) yapmak denir. Ona her zemân râbıta yaparak, görmüş gibi olur. His uzvlarına te’sîr eden herşey kalbe de te’sîr eder. Güzel birşeyi görmek kalbe te’sîr etdiği gibi, o şeyi düşünmek de kalbe te’sîr eder. Ya’nî, (Râbıta) yapmak, yanında bulunmak gibi olur. Ne kadar çok sevişirlerse, o kadar çok feyz alır. Ubeydüllah-ı Ahrâr, (Kalbi, mala, mülke ve her çeşid dünyâ işlerine bağlamak suç olmuyor da, bir mü’mine bağlamak niçin suç olsun?) buyurmuşdur.
Güneşin karşısına bir ayna koyalım. Bu ayna karşısına, ikinci bir ayna, bunun karşısına da üçüncü bir ayna, bunun karşısına dördüncü, böylece otuzuncu aynaya bakınca, güneş bu aynada görünür. Çünki, her ayna birbirine güneşi göstermekdedir. Bunun gibi, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” hepsinin kalbi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek kalbinden saçılan nûrların te’sîri ile, ayna gibi cilâlandı. Çünki Onu, çok, pek çok seviyorlardı. Onun güzel ahlâkını, tatlı sözlerini ve mu’cizelerini ve nûrlu yüzünü görerek, kendisine âşık olmuşlardı. Her işlerinde Onun gibi olmağa çalışıyorlardı. Herbiri, canını, Onun bir işâreti ile fedâ ediyordu. Onu iyi anlayıp, çok severek ve sohbetinde bulunarak, bol bol aldıkları nûrları, kendilerine âşık olan, bağlanan genç kalblere yayıp, bunları temizlediler. Bu nûrlar, bu kalblerden de, bunlara bağlanan başka gençlerin kalbine geldi. Böylece, binüçyüz sene kadar, aynı nûrlar, Evliyânın kalbinden saçılarak, her asrda, bu kalblere bağlanan kalbleri temizleyip ayna gibi yapdılar. Ya’nî, kalb gözleri açıldı. Bu se’âdete kavuşan bahtiyârlara, (Velî), (Evliyâ) denildi. Evliyânın büyüklerinden, zemânının kutbu, Mazher-i Cân-ı Cânân buyuruyor ki, (Bütün kazanclarıma, mürşidlerimi çok sevmekle kavuşdum. Se’âdetlerin anahtarı, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmekdir). Alî Râmîtenî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” hazretleri buyurdu ki, (Allah adamlarının kalbleri, Hakkın nazargâhıdır. O kalblere girmiş olanlara da, o nazardan nasîb erişir.)
Kalb, hem nefse, hem his uzvlarına bağlıdır. His uzvları ne ile meşgûl olursa, kalb ona bağlanır. İnsan güzel bir şeyi görünce, güzel bir ses duyunca, tatlı birşey alınca, kalb bunlara bağlanır. Bu sevgi insanın elinde olmaz. İnsan güzel birşey okuyunca, kalb, bunların ma’nâlarına, yazarına bağlanır. Güzel, tatlı demek, kalbe güzel, tatlı gelen şey demekdir. İnsan, çok def’a hakîkî güzelliği anlıyamaz. Nefse güzel gelen ile, kalbe güzel geleni birbiri ile karışdırır. Kalb kuvvetli ise, hakîkî güzelliği anlayıp, onu sever, bağlanır. Âyet-i kerîmeler, hadîs-i şerîfler, Evliyânın sözleri, düâ, tesbîh gibi kıymetli şeyler, aslında güzeldir. Çok tatlıdır. Kalbin nefse bağlılığı azalınca ve nefsin elinden kurtulunca, bunları okuduğu, duyduğu zemân, bunların güzelliğini anlar ve bağlanır da, insanın haberi olmaz. Kur’ân-ı kerîm okuyunca veyâ dinleyince, zikr yapınca, ibâdetleri yapınca, Allahü teâlâyı sever. Kalbi, nefsin elinden, baskısından kurtarmak için, nefsi ezmek, kalbi uyandırıp kuvvetlendirmek lâzımdır. Bu da, Resûlullaha uymakla olur. Muhammed aleyhisselâma uyarak, kalbini nefsinin pençesinden kurtaran bir kimse, bir Velîyi incelerse, onun Resûlullahın vârisi, Allahın sevgili kulu olduğunu anlar.
devamı var.. www.hakikatkitabevi.com