Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

ŞERİAT ve TASAVVUF... (1 Kullanıcı)

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
Nakşibendîler Ölmez! -Ölmeden Ölenler Kafilesi-

27KASIM 1943, “Üzerinden asırlar geçse de eskimeyecek, «Manzur-u nazar-ı piran-ı kiram - Keremli pirlerin nazarlarına görünen», «Li külli emr-i fehim», Küllî Emre göre anlayış ve anlayışların nisbet edileceği KÜLLÎ EMR hüviyetinin temsilcisi, öldükten sonra da ehliyetlileri irşada muktedir BÜYÜK İRŞAD KUTBU, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri”nin bu dünyayı terk eylediği tartihtir…

Bizlere bıraktığı eser, Büyük Doğu ve İBDA…

“Büyük Doğu ve Tasavvuf Bahçeleri!”

Efendi Hazretleri’nin üzerlerindeki velayet yükü bir yana, mübarek hayatları, zamanının çileleriyle örülüdür. Çektiği çilenin izâhı yoktur ama o izâhsızlığı izâh sadedinde, kendisinden niçin bu kadar az keramet sadır olduğunu soran birisine verdiği “Bu kadar vebal yüküne karşılık ayakta durmamızdan büyük keramet mi olur?” cevabı iktifâ eder… O vebal yükü, bizler gibi gaflet altında olmayan müslümanın kalbine inecek öyle bir ağırlıktadır ki Harf Devrimi’nin Müslümanlar için ifâde ettiği zulmün şiddeti karşısında Efendi Hazretleri’nin kardeşinin kalbi dayanamamış ve şehid olmuşlardır. İşte, Efendi Hazretleri, Müslümanların, tüm dünya üzerindeki mazlumların ve dahi tüm mahlûkatın ıstırabının kendisinde aksini bulduğu zamanının kutbu idi… Aşağıda, İstanbul’a gelişleri hususunda da Sefine-i Evliyâ’ya verdikleri beyân-ı âlilerinden, yaygaracı Ermeni’lerin soykırım iddialarını
çürütücü, tarihçe-i hayatlarından bir kesiti aktarıyoruz.

“1335/1919 Nisan ayında İstanbul’a geldim. İstanbul’a gelişimin sebeblerini tafsilâtlı şekilde bildirmek isterim. Tâ ki, o zaman çok küçük yaşta olan ve nereden nasıl geldiklerini bilmeyen âile yakınlarımıza ve onların çocuklarına bu bilgiler tarafımdan yâdigâr kalsın. Şöyle ki:

Vatanımız bulunan Başkale kasabası, bir zamanlar derebeyleri idâresindeydi. Nihâyet Hakkâri vilâyetinin ve sonra sancağının merkezi iken Birinci Dünya Harbinin başlarında, ya’nî 1332 Muharremi ve 1331/1915 Teşrîn-i sânisî içinde Rus askeri İran tarafından gelerek oraları istilâ ederken, memleketimizde bulunan Ermeniler silâhlandılar ve Müslimanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada bizim evimizi de tamamiyle yağmaladılar, soydular ve hiç bir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı sıralarında, âile efrâdımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka çâre bulamadılar. On gün sonra ilâhî inâyet eseri olarak kasaba geri alındı ve âilece oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara girdik.

O sene (1332/1916) Mayıs’ın ikinci pazar gününe tesâdüf eden Receb ayının birinci günü ikindi vakti ya’nî saat dokuzda, düşman kasabamıza bir saatlik mesâfeye yaklaştığından hükûmet tahliye emrini verdi. Köylere, dağlara ve çöllere düştük. Mayısın 12’nci günü evlerimizi, akarımızı, çarşılarımızı, medreselerimizi, câmilerimizi tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret yolu göründü. Rus, memleketin şarkından hücûm edip, şark-ı şimâlîye tesâdüf eden Saray kasabasından Van’a doğru yürüdü. Garb-ı şimâlî ve garb-ı cenûbî olan Van, Şatak ve Nurdüz istilâ edildi. Tam şimal olan cihet ki Tayyar ve Nohub nâhiyeleri hâl-i isyanda bulunup, kâffesi müsellah olarak Ehl-i İslâm’a kadim bir kin bağlayan Nasturî, yani Keldânî-i Kadim tâifesi nâmiyle hunhar ve silahşor bir aşîret var idi. Mutaassıb, câhil, muannid ve mütekessir bir kavim idi ki bunlar yolları tutmuşlar, içimizde bulunan Ermeniler, tâ evvelden müteyakkız, tedârikli, müsellah ve muallem hâl-i isyana geldiler. Dünyanın yaratılışından beri görülmedik zulüm ve vahşete yol açtılar. O sırada hicret edenlere cenub-ı garbî istikâmetinde Masîrus adındaki bir dereden firara azmedildi.

Bu istikâmete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte, çoğu kadın ve çocuktan
ibâret olan birkaç bin nüfus ile dağlara sığınıldı. Zirâ eli silâh tutanların hemen hepsi Erzurum taraflarında ve cephede olduğu için bu kalabalık, tam bir ana-baba günü manzarasiyle müdâfaasız kimselerden ibâretti. Kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlar iki kısım olarak, bir kısım aşîretler Feraşin’den aşıp Musul istikâmetinde çekilirken, öbürü civar kasaba ve köylerin ahâlisi olarak bizimle beraber Masîru’dan Gevâr’a gidildi. Ermeni fedâileri Nurdüz’den bu perişan muhâcirleri takip ediyor, genç kız ve kadınları esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehid ediyor ve elde kalan silâh ve eşyayı topluyorlar, kaçmağı başarabilenleri tekrar ta’kibe koyuluyorlardı. Zaho ve Akra kasabalarının dağ ve sahralarında muhâcirlerin yüzde yetmişi açlıktan can verip ve vahşi hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Hükûmet büyük bir harb içinde olduğu halde, fedâkârlık edip o günün parasiyle muhâcirlere adam başına 3 kuruş tahsis ettiyse de, uğranılan yerlerdeki memurlar bu paranın üçte ikisini nefslerine ve ancak üçte birini muhâcirlerden kendi adamlarına dağıtıyorlardı. Memleketinde hânedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular. Aşağı tabakadan olanlarsa, memurlarla anlaşarak keselerini doldurdular. Dokuz senedir bu hal hâlâ devâm ediyor. Böylece muhâcirlerin yüzde sekseni mahv ve telef oldu. Yüzde onu Anadolu’nun muhtelif yerlerinde kendilerine iş bulabildiler. Geri kalan yüzde onu da ancak dönebildiler.

Bizimle beraber Gevar’dan Şemdinan’a ve oradan Revandız’a kadar, yirmidokuz köyün ihtiyarları, kadınları ve çocukları ıssız çöl ve dağlarda, elimize ne geçerse kemirip bin türlü meşakkat ve zahmetle, aç bî ilâç o sene (1916) haziranın birinci gecesi Revandız’a girdik. Bir çokları memedeki çocuklarını sulara atmış, biraz daha büyüklerini de kucaklarına birer parça ekmek bırakıp, dağlar, kayalıklar içinde bırakmışlardı. Bunların hemen hepsi öldü. Defn edilemiyen, meydanda kalan da çoktu. Tayyar ve Nahob Nasturîleri ile Ermeni çeteleri ve murdar tıynetli aşâir eşkiyâları tarafından katl ve itlâf edilenler de epeyce bir yekûna ulaşmıştı.

Aylık Dergisi Sayı: 26
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
Nakşibendîler Ölmez! -Ölmeden Ölenler Kafilesi-

27KASIM 1943, “Üzerinden asırlar geçse de eskimeyecek, «Manzur-u nazar-ı piran-ı kiram - Keremli pirlerin nazarlarına görünen», «Li külli emr-i fehim», Küllî Emre göre anlayış ve anlayışların nisbet edileceği KÜLLÎ EMR hüviyetinin temsilcisi, öldükten sonra da ehliyetlileri irşada muktedir BÜYÜK İRŞAD KUTBU, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri
 

Şehbâl-iNûr

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2009
Mesajlar
42
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
"Terkin terki" dedikleri makam... Terk, terk, terk ve nihayet terki terk; her şeyi bıraktıktan sonra tekrar dünyaya avdet... Abdülhakîm Arvas" Hazretleri; her ân bir büyük huzurda olmanın kal'asının burcunda sancağı sallanıyordu! Sizinle iken sizinle değildir; ama sizinledir! Bu "İrşad Kutbu" makamıdır! Ve makamların üstü olan bu makam sahibi, irşad memuriyetine ölümünden sonra da devam eder..

Hmm...
nefs-i kamile makamından daha üst bir halden bahsediyorsunuz.

yine de kendimize nefis tezkiyesi olarak gördüğümüz hedef de hak ile halkı birlikte müşahede noktası, zannımca... keyfiyet aynı şekilde zuhur etmese de, nihayetinde arzu edilen budur.
Halk içinde Hakla birlikte olabilmek, eşyada, zuhuratta ve vukuatta ilahi tecellileri görmek ve sonsuz rıza halinde kalabilmek...

Rehbersiz gidilemeyen bu yollarda ayakların kaymaması ne kadar güç de olsa yolun aşağısındansa yukarısına bakıp düşe kalka da olsa ilerlemek en güzeli...
Çünkü bu çok basamaklı merdivenin dibi görünmüyor... Aşağıda ne olduğu Allah-u Alem..

Vel hasıl, ifade etmek istediklerinizi anlıyor ve gönülden katılıyorum.
Teşekkürler..
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
Hmm...
nefs-i kamile makamından daha üst bir halden bahsediyorsunuz.

yine de kendimize nefis tezkiyesi olarak gördüğümüz hedef de hak ile halkı birlikte müşahede noktası, zannımca... keyfiyet aynı şekilde zuhur etmese de, nihayetinde arzu edilen budur.
Halk içinde Hakla birlikte olabilmek, eşyada, zuhuratta ve vukuatta ilahi tecellileri görmek ve sonsuz rıza halinde kalabilmek...

Rehbersiz gidilemeyen bu yollarda ayakların kaymaması ne kadar güç de olsa yolun aşağısındansa yukarısına bakıp düşe kalka da olsa ilerlemek en güzeli...
Çünkü bu çok basamaklı merdivenin dibi görünmüyor... Aşağıda ne olduğu Allah-u Alem..

Vel hasıl, ifade etmek istediklerinizi anlıyor ve gönülden katılıyorum.
Teşekkürler..
.....BU YOL HAL YOLUDUR...KELİMELERLE İFADE EDİLMEZ....Allahcc yar ve yardımcın olsun GÖNÜLDAŞ...ALLAHCC BÜYÜKLERİMİZİN HALLERİYLE HALLENMEYİ NASİP EYLESİN...SON NEFESE DEĞİN..YOL BU..HAKİKAT BU...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
İslâm'ı bilmek ve tatbik edebilecek duruma gelmek, ezbere klişeleri bilme, yâni "kuru kabuk bilgisi işi" değil, bilmeyi bilici duruma gelmeyi, yeni durum karşısında tavır alabilici melekeyi kazanmayı, tahassüsü edinmeyi, tek kelimeyle kültür-irfanı gerektirir. İrfan sahibi olmak; neyi niçin bilmesi gerektiğinin şuuru ile öğrenmek ve tatbik etmek için... Tatbik etmek; hem aksiyon ifâdesiyle mevzuunu aramak, öğrenmek ve düşünmek, hem de öğrendiğini ve düşündüğünü pratiğe geçirmek için...

"Akan su pis tutmaz" hükmünün belirttiği mânâya ters düşen şabloncunun, zamanı nefsinde kokutan ve davayı içeriden çökerten durumu; ve "temizlik imândandır!" hikmetince mücerrette de pisliğin hareketsizlik demek olduğu anlaşılmıyor mu?.. Ve tabiî, ideolocya manzûmesi hâlinde -ahenginde- herşeyi alâka nisbetleriyle içiçe düşünmenin doğruluğu ve zorluğu ile, ölçüleri alt alta sıralamayı marifet sayan şabloncunun işportacı şivesindeki ucuzluk... Aradaki fark hecelenmiyor mu?..

S M...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
Bir bünyenin, kendi içinde, kendi öz nizamını sarsıcı ve yeni bir nizama yol arayıcı her hareket, ihtilâldir; ve bu davranış, içi beşeriyet kadar kalabalık tek fertten, üç-beş kişilik aileye, sekiz-on ailelik kabileye ve koskoca cemiyete, hasılı topluluk belirten her varlığa kadar, esasta ve mücerrette birdir... İnsan ve toplum için ihtilâl, "şuur"un bozuluş ve yıkılışını belirttiği gibi, bunun dış plândaki tezahürlerinin mânâsını da kuşatır. Şuurdaki bu bozuluş ve yıkılış, tohumun çatlaması ve ağaca doğru gelişimi şeklinde bir oluşum süreci belirtebileceği gibi, bunun tam tersi, statikleşme ve kabuklaşma süreciyle bir çürüme ifâdesi de olabilir. Birinci durumda "eşya ve hâdiseye âit yeni verilerle şuurun muhtevasının zenginleşmesi" neticesi bir "inkılâb-oluşum"dan bahsedilirken, ikinci durumda, eşya ve hâdiseye âit yeni verilerin "şuur" terkibinde yeni terkibe ulaşamaması ve çözülüş veya eşya ve hâdiseler karşısındaki "sağır" şuurun, "zapt" görevini yerine getirememesi, kabuklaşma ve çürüyüş vardır... Birinci görünüşüyle "müsbet", ikinci görünüşüyle "menfiliği" gösterici iki yön... Mücerret anlamdaki "ihtilâl-inkılâp" mânâsına nazaran her ân kendini aşmaya ve yeni fethe memur insanın bir ân önceki eserine ve içinde bulunduğu cemiyetin küf ve pas tutmuş köşelerine -her zorluğa rağmen- AYKIRI oluşu nerede, AYKIRI OLMAK süksesi adına ve işi adeta amuda kalkmış vaziyette işeme hüneri seviyesinden görmek nerede?.. Güyâ arayıcı ve imânı aramanın zıddı zannedenler, her ân tekâmül eden ve tekâmül ettiği yere nisbetle geride kalan hâli küfür bilen veli mizacından ölçü kapsınlar... Hemen belirtelim: Lûgatta "küfür", hakikati örtmek mânâsındadır... Bahsettiğimiz küfür, Allah ve Resûlüne inanmama mânâsında değildir!..
SM
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
Bir dünya görüşünü hayata geçirmekten bahsedildiği ân, söylenmek istenen şey, "sistem"i hâlihazırdaki yaşanana hâkim kılmayı istemek değil midir?.. Böylece, içtimaî plânda mevcut düzeni ve rejimi, "yeni için yıkma işi" olarak ihtilâlin, gayeye nisbetle vasıta değeri anlaşılır; dünya görüşü, "ihtilâl"in "niçin"ine cevaptır... Vasıta anlamında "ihtilâl" ise, kendi başına "nasıl" mevzuu... Buradan çıkan tabiî sonuç, "nasıl" ihtilâlden önce, mutlaka "niçin" ihtilâl ve "vasıtanın müstakil değer belirtmeyeceği" gerçeğidir; bu mânâsıyladır ki ihtilâl, "inkılâb-oluşum"un mânâsını da kuşatır... İkisi arasındaki soylu ve özlü ilişkiye gelince şu:

-"Üstün mânâsıyla inkılâb vasıtası ihtilâl, vasıtalık ettiği gayeye göre kıymetlenir. Gaye, ulvîlerin ulvîsi Allah yolu olunca da, yığınların bazen hiç ve bazen hep, bazen bâtıl ve bazen hak yüzünden birbirine girmesinden ibaret vasıtayı müstakil değer kabul etmez. Vasıtayı hangi şekilde bulursa onda kullanır ve inkılâb ismini alır."
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
"Şeriat ve Tasavvuf" başlığı altında, "yeşillik ve bitki ilmi" meselesine değinmiş ve işin lûgatçesine değinmiştik... LEDÜNNÎ ilme ve bunun indî-şahsî mahiyetine... Zaman ve hâle dair tecelli meselesine... "Nas uykudadır, öldükleri vakit uyanırlar" ölçüsü, bitkinin uyku hâlinde hareket ve canlılığı temsil etmesi ile birlikte düşünülürse, LEDÜNNÎ ilmin dünyanın tevil ve tabirine dair vasfının, Şeriat ölçüsü tarafından işaretlenişi anlaşılır... Herhâlde "Şer'i ilim dışı" vasfının, Şeriat'ın alâkasız olduğu mânâsına gelmediği ve hele "Şeriat'a aykırı" mânâsıyla hiçbir ilgisi olmadığı da anlaşıldı... Sözkonusu meselenin izâhı, bir yönüyle de yeni müslüman olan veya İslâm'a içi ısınırken bir takım ürküntülerle cemaate dahil olamayanlar bakımından da mühim: Bunlar, bir kısım âyet ve hadîs esnafının abuk sabuk lâflarını perdelemek üzere işi rastgele ölçü tekerlemeciliğine döküp ortada salınmalarına nazaran, "ben bunları bilmiyorum!" ürküntüsüyle uzak durmak yerine, kendi kültür tab'ı ve mizaç hususiyetlerine hitab eden yönden mücadeleye dahil olmalıdırlar...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
Bu çerçevede, hareket noktaları için gerekli husus, ipuçlarından hareket edecekleri ve verimlerini mâlederek kendi olabilecekleri "İslâm'a muhatap anlayışı gösteren dünya görüşü"dür: BÜYÜK DOĞU-İBDA... Bu mesele, sadece onlar için değil, uğraştığı işi kendi kendinden ibaret ve verimsiz kalan ve "terkibî bir bütün"e nisbetle birikim ifâde etmeyen müslümanlar için de geçerli!..

Bir ilke: Beklediğimiz inkılâbın dış vasıtalarına, ancak, bunların iç desteklerini beslemek şuuruyla el atabiliriz. Su bulunmadan boru döşenmez... İkinci ilke: İslâm inkılâbında siyâset, iç'e doğru olmak ve dış'a doğru da bunu tamimleştirmek gayesine bağlıdır... Üçüncü ilke: Her iki ilkenin belirttiği mânâya sımsıkı perçinli olarak, "iş içinde eğitim" prensibi. Geliştikçe gelişecek prensiplerle gelişmek!..


İdeolocya ve İhtilal
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
─ “Şeriat, harici bir akıldır; akıl, dahilî bir Şeriattir. Bunların içiçe olmasına bakıp, “bu ikisi bir” demek de mümkündür. Bunun hakikati de, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak”tır. (“İnsanî Mustafa” meselesini hatırlayınız!) Bunun mutlak kemâli de bütün beşerî yüceliklerin sahibi olarak Allah Resulü’nde tecelli eder. Bu hususta şöyle bir hadis vardır: “Ben Kur’an ahlâkıyla ahlâklandım!.. (“Musevî ahlâkı” meselesini hatırlayınız”) Müfessirler, Allah Resulü’nün bir hicap örtüsü altında “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklandım!” buyurmadığına işaret etmişlerdir. Neticede ikisi de aynı. Şeriat’ın “harici bir akıl” ve aklın da “dahili bir Şeriat” olmasına bakıp, “bu ikisi bir” demek de mümkündür. Şeriat, harici bir akıl olduğu için, Allah kâfirleri, “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bunun için akletmezler” diye akılsızlıkla damgalanmıştır. Akıl, dahilî bir Şeriat olduğu için, Rum Sûresi’nde akıl sıfatı “din” olarak isimlendirilmiştir: Yüzünü hanîf olana, Allah’ın insanları kendi üzerine yarattığı fıtrata çevir. Allah’ın halkedişinde tebdil yoktur. Bu din kayyimdir. Lâkin insanların çoğu bunu bilmez”... (Madde Nedir, sh. 64 ve devamı)
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
“İslam büyüklerinin, güya Şeriat adına İslam Tasavvufunu reddeden ahmaklar hakkındaki tespitleri, günümüzün rejim ehli sapıkları hakkında fazlasıyla geçerlidir:

-“Hakkın kuluna olan ilgisi ne kadar çok ise, kulun Hak ile ilgisi de o nispettedir. Bu bakımdan Hak ehli gayb aleminin bir takım acibelerini Hakka yakınlığı nispetinde görür ve Hakka olan yakınlığı sona erdiği vakit de, artık onun nazarında gayb aleminden bir acibe kalmaz, herşeye karşı nazarı değişir.Allah’ın Sevgilisi, ‘Mü’min Allah’ın nuru ile bakar’ buyuruyor; madem ki mü’min Allah’ın nuru ile bakıyor ve O’nun nurundan da hiçbir şey gizli değildir, o halde mü’minden de hiçbir şey gizli kalmaz. Bazı insanlar, bazen mana ehlini tenkide kalkar ve ‘falan iş Şeriate muhaliftir’ derler. BUNLARIN MAKSADI ŞERİAT DEĞİL, BELKİ ŞERİATE DÜŞMANLIK etmektir; Allah adamlarını onunla kırabilmek için, Şeriati alet edinmişlerdir...Bunlar, işin başında ve sonunda ilim ve Kur’an’ı sırf dünya için öğrenirler ve dünya için çalışırlar!”

Şeriat düşmanligini, “din başka Şeriat başka” diyecek kadar katmerleştiren günümüz hainlerinin “dünya için dinini satan” tiplerinin neye müstehak oldugunu düşününüz!..”
SM
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54

24114d1177072980t-sultan-ahmed-mosque-sultanahmed-mosque-jpg


"Padişahı âlem olmak bir kuru dâvâ imiş,
Bir mürşide bende olmak her şeyden âlâ imiş"
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
Muhyiddin İbn-i Arabi Hz.
1) Bütün Müslümanlara, dinlerinde devamlı birlik ve bir gibi
olmalarını, hiçbir suretle dinde ayrılık yapmamalarını vasiyet ederim.

Allah'ın yardımı birliktedir. Müslümanlar ayrılığa düsmezlerse onları kimse mağlup edemez.
Dinin hükümlerini nefsinde ihlâs ile tatbik edeni kimse aldatamaz. Cin ve Şeytan o insana galebe edemez.
Allah, Esmâ-i hüsnâsıyla bilinir. Cenabı Hak'kın asarından Kudret ve azametini düsün, Zât ve mahiyetini düsünme.
Esmâ-i hüsnânın çokluğu, bir merkezde düsünülürse Tevhid olur. Tevhid, kuvvettir.
Daima Allah'tan baskasını unut... Zâkir olursun. Böyle olan kimse
her yerde zâkir'dir. Kal ve lisanıyla Allah'ın zikrine devam edenlerin
kalbine Allah Zâti Ahadiyetine karsı iştiyak nuru ilka eder. Gözü
açılana ilâya gelir...

Haya makamında Fetih başlar. Fetih, kalb gözünün Tevfik-ı Rabbani
ile açılmasıdır. Bu göz açıldı mı Ahlâk, Fazilet, Doğruluk o kimse için
asla degismeyen, degistirilemeyen bir haslet olur, Onsuz yasayamaz.

2) Bir yerde bir günah islemiş isen oradan ayrılmadan bir de iyilik,
ibadet işle, bir elbise üzerinde iken işlemiş isen O elbiseyi
çıkarmadan evvel bir de ibadet yap. Vücudundan ayrılan sakal, bıyık,
saç, tırnak, kir gibi şeylerde, senden ayrılırken tahir bulun. Ve
Allah'ı zikret. Çünkü onlara sahibini nasıl terk ettin diye sorarlar. .

"Tırnak ve saçta sinir vardır. Fakat keserken duymaz. Vücutta bâzı
kısımların Ruhla alâkası vardır. Duyarlar. Bâzı kısımlar da cesede,
cana aiddir, duygu yoktur" Hiç olmazsa Allah'tan mağfiret Iste...
Allah'tan af ve mağfiret istemen bir duadır. Dua da İbadettir unutma.

Abdestsiz kat'iyyen tırnak, saç, sakal kesme. Abdest almadan
yıkanma. Cünub iken su içme, yemek yeme, hatta kelâm etme, konusma.
"Niçin"ini sorma. Bana yanasamazsın. Vasiyetimi tut. Sonun hayırlı olur.

Geçmis günahlarından birini hatırlayınca hemen tevbe, istiğfar et.
Ve Allah'ı zikret. Çünkü Resulü Ekrem (Her isledigin suçun peşinden bir
de iyilik yap ki onu mahvetsin, zira Hasenat Seyyiati yok eder)
buyurmuşlardır.

3) Nerede ölecegini, ne vakit ruhunu vereceğini bilemezsin...
Onun için Rabbine her hâlinde hüsnü zan et. Sui zan etme. Tâ ki Rabbine hüsnü zan ile kavuşasın. .
Hadis-i Kudsi'de buyurur: Ben kulumun zannı üzereyim. Bana karsı
hayır zan'da bulunsun. Bu haber bir vakit ile takyîd buyrulmamıstır.
Hatta zannın ilim derecesine çıkar.

. . De ki: Rabbim affeder, mağfiret eder. Günahlarımdan beni temizler.
Günahkârlara rahmetinden ümidinizi kesmeyin; çünkü Rabbiniz bütün günahları yargılarBu âyet'tir. .
Bir kavli serifte hiçbir günah tahdid edilmeden mağfiret beyan buyrulmus, bir de ceniian ile te'kid edilmistir. .
Allah'ın Rahmeti gazabına galiptir. Günahkârlara da kulum diye seref
bahsetmesi ne büyük lütf-u İlâhidir. (Kul) kelimesi Hak namına kelâm
eden, konusan demektir. .

Allah'ımıza hudutsuz şükürler olsun... 4) Gizli, asikâr, tenhada,
kalabalıkta Allah'ın zikrine devam et. Allah, "siz beni anın ben de
sizi anayım" der. .

Allah'ı çok zikreden erkeklerle, Allah'ı çok zikreden kadınlara pek büyük mükâfatlar hazırlanmıştır, buyrulur. .
Zikir, dil ile oldugu gibi kalb ile de olur. Hatta bütün azalarla
olur. Zikir, zikrettiği Zâttan baskasını tamamen unutmaktadır. Daha
dogrusu zikir, Maliki ceseden ve ruhan talep etmektir. .

Zikir çok büyük bîr ihsandır mü'minlere... .
"VE LE ZlKRULLAHÜ EKBER" .
Allah daima kendi Zat-ı Ecel-li Âlâlarını tesbih ve zikreder. En
büyük zikir Allah'ın zikridir. Buradaki âyette en büyük zikir Hak İle
zikre istiraktir. Sana senden yakın olanla... .

Gafil olma.. Gafillerin sözüne bakma... Onlar bana yetişemezler... .
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
Zikir: .
l- Kalben .
2- Sırren .
3- Fiilen. .
l- Kalben, esmayı sükûn ve huzur içinde dil ile zikirle elde edilir. .
2- Sırren, Esmada erimektir.. . .
3- Fiilen, ki en kıymetli zikirdir. Bu zikir Allah'ın emirlerinde
gizlidir. Resulün sünnetlerinde yaptığı hareketlerde görünür... Zekât,
sadaka el Rezzak esmasını Fiilen zikirdir. Merhamet ve sefkat; El
Rahim, El Rahman esmalarının fiili zikridir. .

Muzır diye telâkki ettigimiz hayvanlara bile şefkat ve merhamet şâmildir. .
Resulü Ekrem fiili zikrin tam kendisi idi. Ahlâkı ve bütün sünnetleriyle... .
Bu zikre giren büyük bir tahdidat altındadır. Resul'e abdestli
bulunmak, yerde yatmak, Teheccüd namazı kılmak, misvak kullanmak
farzdı. Fiili zikir olmasa diğerleri bir sey ifade etmez. .

Namaz da bir zikirdir. Miraca gitmektir, ibadet bundan dolayı
farzdır. "Farz" demek mecburi demek değildir. Hak'ka yanasmak için
muhakkak sarttır. Hak'ka yanasmanın edebidir, usulüdür bunsuz olmaz
demektir. .

5) İşlenilen günahın günah olduğuna inanmak ve onun bir kabahat
oldugunu bilmek tâattir. Daha günahı islerken içine ibâdet karışıyor
demektir. Bu ibâdetin karısması affa sebebtir. Bir de o günaha istiğfar
ve tevbe edilirse, tâat tarafı kuvvetleniyor günaha galebe ediyor.
Günahı günah bilmek ve islerken günah olduğuna inanmak islemenin
sonunda nedamete (için yanmasına) sebep olur. iste bu haller günahları
yıkayan en iyi hallerdir. .

Allah'ın affı ve Rahmeti çok vâsidir. Allah'a doğru bir karış gidene
Allah'ın rahmeti bir arşın gelir. Bir arşın gidene bir kulaç gelir.
Yürüyerek gidene koşarak gelir mealinde Hadis-i Kudsi vardır. .

Allah'tan bize gelen feyizler, Ahkâm-ı İlâhiye'ye imân ile
mütenasiptir, imânın ne kadar kuvvetlenirse feyz o kadar fazlalaşır... .

6) Daima hayra ve hayırlı islere niyetli ol. O hayrı işlemeğe muvaffak olamazsan dahî mükâfatını görürsün. .
Yine hatırına gelen bütün serleri de terk etmeğe azimli ol. Yine
hatırına gelen fenalıkları da terk etmeğe azmet. Kader galebe eder de o
şerri islersen zararını görmezsin. Hatıra gelen serleri terk etmeğe
azimli olan, her fena hatıradan dolayı sevap kazanır. Sevap: Allah'ın
ve Peygamberin yapılmasını istediği ve yapılmamasından hoşnut oldukları
şeylere denir. .

Bir Hadis-i Kudsî'de: Kulum bir sevap, bir iyilik islemeyi
düşünürse, hemen bir sevap yazarım. Eğer onu islerse en az on misli
sevap yazarım. Bir fenalık düşünürse, onu islemezse affederim, islerse
bir misli günah yazarım. Buyrulur. Günahlarda adalet var. Sevaplarda
fazlalık var. İyi iş güzel âmel yapanlara daha güzel bir de ziyadesi
var. .

"Burada Allah yazarım diyor" Hakk'ın kudretiyle yazıldıg-ğı için "yazarım" buyuruyor, tahdid etmiyor. .
7) İslâm kelimesi (LA İLAHE İLLALLAH) dır, ona devam et. Bu,
zikirlerin efdâlidir. Hadis-i şerifte Ben ve benden evvel geçen bütün
Peygamberlerin söylediği en efdâl zikir {LA İ L Â H E İ L L A L L A
H}dır buyrulmuştur. .

Bir Hadis-i Kudsi'de: Benden gayri yedi gökler ve onlarda bulunanlar
ve yine benden gayri yedi kat yerler ve içinde bulunanlar terazinin bir
gözünde olsa, (LA İ L A H E İLLALLAH) da diger kefesinde olsa, Kelime-i
islâm ağır gelir.. . .

Sözün inceliğini düşün. Düşün de ona göre devam et... Bu zikrin
feyzini ancak buna devam eden ve bunu kalbe muhkem yerlestiren anlar...
Bu kelimede hem nefi hem de ispat vardır. (LA İLA - H E) ile aynını
nefi ederken (İL L A L L A H) ile de varlığını ispat ediyor. .

Sen de ilmen değil hükmen aynını nefi eder Hak'kın varlığını hem
ilmen hem de hükmen ispat edersen, Tevhid'in zevkine erersin. . (LA
İLAHE İLLALLAH) lâfzı, mübarekinin nefi ve ispat ile birlikte bulunması
ve böyle olmasında büyük bir hikmet ve büyük bir sırrın Hak tarafından
ilânı vardır. Ona da devam et ve ehlini bulursan ondan tâlim eyle... .

8) Sakın (LA İ L Â H E İ L L A L L A H) 'ın ehline düşman olma, onun Allah dostları ile dostluğu vardır. .
Kelime-i tevhidin ehli olanların bilfarz yer dolusu günahları olsa
yalnız sirk bulunmasa, Allah onları kadar mağfiretle karsılar. Allah'a
düsman olan müşriktir. Ondan uzaklaşmalı.. .

Bilmeyerek veya te'vile müsait ağzından bozuk şeyler çıkmış ise, bununla Allah'ın kullarına düşman olunmaz... .
Allah'a düsman olduğu belli olmayan kimselere düsmanlık etme...
Allah'a düşman, müşriktir, dedik Fiilini söylemeyen de âsi, günahkâr
(mü'min) veya daha akıbeti belli olmayandır. .

Allah, kendi dostuna düşmanlık edene ilânı harb eder. Allah'ın
kullarına daima şefkât ve merhametle muamele et. Allah, gâvuruna da
dinsizine de rızık veriyor. Hattâ şefkât ve merhametini bütün hayvanat
ve mahlukata tesmil et. .

"Onları yaratanın hatırı büyüktür" de. 9) Allah'ın, üzerine farz
kıldığı ibadetlere devam et. Farzlar arasındaki nafileleri de kıl,
isle. Amelinden hiçbir şeyi küçük görme. Allah o ameli yaratırken hakir
görmedi. Allah, her emrini itinâ ve inayetle vermiştir. .

Farzların edasına itinâ eden, Allah'a en sevgili ibadetlerle kulluk
etmiş ve yaklaşmıştır. Farzları kendisine vazifei asliye kabul eden ve
nefsinde tatbik eden Hak'kın gözü ve kulağı olur. Seninle isitir,
seninle görür, Hak'kın eli senin elindir. Sana hakkıyle biâd edenler,
ancak Allah'a biâd etmiş olurlar. Allah'ın eli onların elleri
üzerindedir. Onların elleri Allah'ın eli oldugu surette onların elleri
üstündedir. Mubayaa ismi faildir. Fail Allah'tır. Onların elleri
Allah'ın elidir. Onların elleriyle Ailah-ü Tealâ mubayaa etmisşir.
Halbuki mubavaa edenler de onlardır. Nafilelere devam eden, Allah'ın
sevgisine nail olur. O kadar ki, Hak onun isitir kulagı, görür gözü
olur. Farzları eda eden de bunun aksi olduğu gibi farzlarda mecburi
kulluk vardır. O asıldır. Nafilelerde kulluk ihtiyaridir. Nafileye
nafile denmesi zait oldugu içindir. .

Sen de vücudda zaidsin. Çünkü Allah vardı sen yoktun. Sonra sen
oldun. Vücud hades zaid oldu demek, sen vücud hakkında nafilesin,
binaenaleyh senin için nafile denilen ameli yapmak lâzımdır. Zira o,
senin aslındır. Farz olan amelleri de yapmak lâzımdır. Çünkü onlar da
vücudun aslıdır ki, Hakk'ın vücududur. Farzların edası ile sen onun
için oldun. Nafileyi eda ile de sen, senin için oldun. Sen onun için
olmaklığın bakımından Onun sana muhabbeti, sen, senin için oldugun
cihetteki muhabbetinden çok üstündür. .

Kudsi Hadis: Kulum, farz kıldıgını ibadetlerle bana yaklastıgı gibi
hiçbir şeyle yaklaşamadı. Kulum, nafilelerle de bana yaklasır. O kadar
ki, onu severim. Sevince de isitir kulağı, görür gözü, tutar eli, yürür
ayağı olurum. Benden isteyince mutlaka veririm. Bana sığınınca mutlaka
onu korurum, isledigim isler içinde, Mümin kulumun ruhunu kabzetmekteki
tereddüdüm kadar, hiçbir şeyde tereddüt etmedim. O, ölümden hoşlanmaz.
Ben de onu müteessir etmek istemem. Allah muhabbetinin verdiği neticeye
bak; kulun nafilesi de ancak, farzları ikmal ettikten sonra sahih olur.
.

Nafilelerin içinde de birçok farzlar ve nafileler vardır. Kıraet,
Rüku, Sücud ve benzerleri farzlar gibi. Nafilelerde farzlann bulunması,
farzları ikmâl ediyor. Bir Hadis-î sahihde: Cenabı Hak, kulumun
namazına bakın. Tamam mı, noksan mı? Tam ise, tam yazılır, eger bir sey
noksan ise, bakın kulumun nafilesi var mı? Eğer nafilesi varsa, farzını
onlardan ikmâl ediniz. Buyurur, iste, ameller böylece zabta geçer. .

Nafilenin mutlaka farzlardan aslı bulunmalı. Farzlarda aslı
bulunmayan, yeni uydurulmuşbir ibadet demektir. Zahir buna bid'at der.
Ruhbaniyyet icad ettiler buyurur Resul-ü Ekrem. Bunlardan bir kısmına,
güzel adetlerdir der. Ve bunları icad edenler, kıyamete kadar sevap
kazanırlar. Bunlar, Şeriatın aslına, ruhuna uygun olan bid'atler ki,
bid'ati hasene tâbir edilmiştir. .

Şeriate uymayan ve ser olanlar, bid'ati seyyie'dir. Kötü âdetlerdir,
iyi âdetlere uyup, amel etmekte sevap vardır, lâkin, o iyi olan bir
seyi, Resulullah'dan sadır olmamıştır diye terk etmekde daha ziyade
ecir vardır. .

Resulullah'a sünnetlerde tabi olmaktan, sünnet olmayan seylerde.
Resulullah terk ettiği için terkine uymak, şeriatin ruhuna daha
uygundur. Çünkü Resulullah, ümmetine birçok seylerin teklifinden
hoşlanmaz. Bu da güzeldir diye bir çok ibadetten ibda doğru değildir. .

Kolaylastırın güçleştirmeyin, müjdeleyin nefret ettirmeyin "Hadis" .
Allah size kolaylık murad eder, güçlük murat; etmez. "Ayet" .
Ahmet ibni Hanbel, kavun yemedi. Niçin, dediler. Resulallah nasıl yedi bilemiyorum da ondan, dedi. .
[Muhiddin-i Arabî hazretleri, bu dokuzuncu vasiyetinde çok büyük bir
bahse temas etmiştir. Hülâsa bid'atlerin iyi olmadığı neticesine
varıyor.] O halde, Resulüllah'ın yapmadığı seylerden kat'i surette
kaçmak, yaptığı şeyleri nasıl yaptıgını bilmeden, yapmaktan uzak durmak
en emin tarikdir]. .
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
arabi_res.jpg


MUHYİDDİN-İ ARABÎ VESİLESİYLE
Hayreddin Soykan

“Her şey O değil O’ndan!”
Muhyiddin-i Arabî Hazretleri vesilesiyle İslâm irfanında kendisine başköşede müstesna bir mevkî tahsis edilen ve üzerinde çoğu müsbet bazen de menfî zâviyelerden benzerine az rastlanır yoğunlukta fikrî tartışmalar yürütülen Vahdet-i Vücud bir yanda, Şeriat ve Tarikat’ı o göz kamaştırıcı irfan gözüyle birleştiren ve bu ikisinin birbirine bir “iç-dış” âhengiyle her mânâda mutabık ve muvafık olduklarını gösteren İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin Vahdet-i Şühud’u diğer yanda.
Ya bu iki dev şahsiyetin birtakım hususlarda fikir ayrılığı belirtmeleri karşısında, ulviyetlerinin çapına biz alelâde Müslümanların asla yanaşamayacağı bu muazzam fikir âbidelerine muhatab olarak, biz ne diyelim, ne yapalım? Asla ve asla yapmamamız gereken iş, mezkûr iki dev şahsiyetin değerlendirmeleri zımnında güya birinin tarafını tutar gözüküp diğerine buğz etmektir. Ki böyle bir inkârın, inkârcının uhrevî felaketini davet edici olduğu bizzat İslâm büyükleri tarafından apaçık ifade edilmiştir. O hâlde bize düşen, fert fert önce haddimizi bilmek; bizzat “hâl”, “ilim” ve “keşif” itibariyle “yakîn” hasıl edip yaşamadığımız, üstelik hissediş ve kavrayış ufkumuzun hesabsız fevkinde ve ötesinde olan böylesi hikmet ve incelikler bahsinde, İslâm büyüklerine hürmet ve hüsnüzannı azîz tutarak yalnızca kendimize hikmet hissesi devşirmeye bakmak; neticede, biri “eser”de, diğeri “müessir”de derinleşen bu iki mânâ kahramanının tüm bu bâbda söylediklerinin, bizim gibi dinî inceliklerin “kıyl-ü kaal”inde, yani dedikodusunda olanların zanlarıyla zerrece alâkası bulunmaksızın, bizzat YAŞANAN bir “hâl”in, bizzat müşahede edilen bir “keşf”in, bulundukları o yüksek mertebede bizzat seyredilen bir “kemâl”in ifadesi olduğunu hiçbir ân hatırdan uzak tutmamak olsa gerektir.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
Kaldı ki, Vahdet-i Vücud, bir “zevken idrak” mevzuu olup, BU ZEVKİ RUHUNDA “AYNİYETLE” DUYMAYAN İÇİN kimi “akıl” yürütmeler ve her zandan münezzeh Hakkı “yaratılanla bir görücü” kimi yakıştırmalar, ilhada kadar götürebilecek bir tehlikenin davetçisidir. Neyi nerede “teşbih” edebileceğini bilmeyen, “hayâl” denildiğinde fanteziyi, “gölge” denildiğinde güneşin direkt erişmediği yeri, “berzah” denildiğinde yalnızca kabri anlayan bizim gibi cahillerin, “tenzih”i elden bırakmaması ve Vahdet-i Vücud işgüzarlıkları yaparken itikadını zedelememesi mühimdir. İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin formülüyle, şu olmalıdır tenzih ölçümüz: "Her şey O" değil, "Her şey O’ndan". O, “Zâtıyla her şeyin ötesinde, ötelerin de ötesinde, her türlü hayâl, his ve idrakin fevkindedir.”
Bunun dışında, büyüklerden öğreniyoruz ki, Vahdet-i Vücud, sonrasında “ötesine” geçecek olmasına rağmen İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin seyr-i sülûkunda tecrübe ettikleri de dahil, “bir yönüyle” velâyetin başlangıç mertebelerinde yaşanan bir “hâl”dir; bu bahse işaret edici “hâl” ve “söz”ler, velînin o mertebedeki “hâl”inin ifadesinden başkaca bir şey değildir. Lâkin, lâtifelerin “asıllarında, asılların da asıllarında” seyir henüz velînin önündedir ki, İmam-ı Rabbanî Hazretlerinden öğrendiğimiz inceliklerden biri de budur.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
“Her şey O değil O’ndan; bu yüzdendir ki O!”
Diğer yandan, halkın anlayışsızlığında âlemi ve âlemdekileri O’ndan tamamen ayrı ve kopuk göstermeye varacak diğer bir ölçüsüzlüğün de izâlesi, başka bir ifadeyle Vahdet’in bu yolla zedelenmesinin önlenmesi gerekmekteydi. Buysa, sözkonusu iki zâviyenin “telif”i ihtiyacını davet ediyordu ki, bu ihtiyaca cevab veren de İBDA olmuştur. “Her şey O değil O’ndan; bu yüzdendir ki O!” formülü, hepimiz için kurtarıcı değerde muhteşem bir düsturdur. Bizim için gereken bakışın ne olması gerektiğini, İBDA Mimarı’nın “Büyük Muztaribler” adlı eserinin ilk cildinde gayet berrak biçimde görüyoruz:
“Herkesin, fütüvvetin semerelerinden takdir ettiği hususî bir eseri, fütüvvetin aynı olmak üzere kendinde bulundurmak… Bütün bu işaretler çerçevesinde bildireyim ki, henüz bunları bilmeden ve ihtiyarımda olmayan bir yönelişle ‘başucu’ eseri olarak sahib olduğum eser, Muhiddin-i Arabî Hazretlerinin ‘Füsus-ül Hikem’idir… Üstadım’ın ilhâmını aldığı eser ise, İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin ‘Mektubat’ı… ‘Vahdet-i Vücud’ ve ‘Vahdet-i Şühud’ bahsinde görüleceği üzere, Muhiddin-i Arabî’nin ‘eser’de, İmam-ı Rabbanî’nin ise ‘müessir’de derinleşmesi sözkonusu… Mizaç farkına âit bu hususiyetler, bizim için, Rabbanî mizaçla Muhiddin-i Arabî’ye yönelmek ve toprak seviyeli insan ve toplum meselelerimize âit ölçülendirmelerimizin ipuçlarını bâtın külliyatından devşirmek usûlünü verir; Büyük Doğu-İBDA ‘İslâm’a muhatab anlayışı’, bir küll hâlinde bu anlayışı hâkim kılma mihrakıdır…”
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
Yine İBDA Mimarı’ndan, bu kez “Sefine” adlı eserinden tek kelimeyle çarpıcı bir bölüm:
“Hatırlatalım: ‘Vahdet-i Vücud’, tasavvufun en nazik meselelerinden biridir. Eğer birtakım şeyler dışarıda bırakılırsa, bu vahdete aykırı düşer ve doğru olmaz. Şayet hiçbir şey dışarıda bırakılmazsa, o zaman da pislik ve lâşe gibi şeyler de işin içine girer ki, bu da imân ve edebe aykırı olur, o da olmaz. İşin doğrusu şudur ki, vücut birliği zevkine ve hakikatine ermeyen kimsenin kuru akıl yürütmelerle bu işten bahsetmesi uygun değildir ve tehlikelidir. ‘Eğer biri çıkar da, bütün güzel ve çirkin şeylere hangi nazarla bakalım? Pislik ve lâşeyi gördüğümüz vakit onlara yüce Allah mı diyelim?’ yolunda bir suâl olacak olursa, buna ‘Allah bunlardan birşey olmaktan münezzeh ve yücedir. Bizim sözümüz pisliği pislik, lâşeyi lâşe olarak görmeyen kimseyedir. Belki hitabımız kalb gözü açık olup kör olmayanlaradır!’ denmesi gereği belirtilmiştir.
Bir ikaz: Bir şeyi bilmekle, onun hakikatine garkolmak-zevk-yaşamak ayrı ayrı şeyler… İslâm’daki ‘ilm-el yakîn’, ‘ayn-el yakîn’ ve ‘hakk-el yakîn’ meselesi; Üstadım’ın misâliyle, ‘Van gölü olduğunu bilmek’, ‘Van gölünün yanına gidip aynen görmek’ ve ‘Van gölüne girip garkolmak’… Bu bakımdan, ‘Vahdet-i Vücud’ bahsinin zevke dair bilgisi, daimî ölçülendirmedir; işin diğer yönüne gelince, ‘pisliğin pislik ve lâşenin lâşe olarak görülmemesi’ meselesi, ‘herşeyin hayâl belirtmesi’ bilgisi ve göz plânına da hitab eden ‘atom, atomaltı parçacıklar’ vesaire ile açık olarak aşılmıştır. İşin asıl müthiş yönü şudur; İslâm büyükleri, bugün sayısız ince araç imbiğinden süzülerek resmedilen fizikî ve mikroskobik nesneleri, gözle de görüyorlardı. Düne kadar ‘hurafe’ diye sırıtılan bu işin misâlleri yeri gelince gösterilecek.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
‘Mümin’ ve ‘Kâfir’… Allah’ın isimlerinden biri ‘Mümin’, diğer bir ismi de ‘Mudill’; yoldan çıkaran. Ebu Medyen Salih Hazretleri, şöyle buyuruyor:
- ‘Bâtılı kendi hâl ve tavrında inkâr etme, çünkü o da Hakk’ın tecellilerinden bir kısımdır.’
Başka bir hâdise: Mevlâna Hazretleri bir papazla karşılaşır ve selâmlaşırlar… Hikmeti sorulunca cevabı:
- ‘Birbirimizin bâtınını selâmladık!’
Birinin imânı zâhir ve küfrü gizli; diğerinin küfrü zâhir ve imânı gizli.
Bizim bir fikir metodolojisi hâlinde ‘kâfirin bâtınını selâmlamamız’, bu hikmetin tatbiki, İBDA Külliyatı boyunca malûm… Ve bahsimizle ilgili bir başka ince nokta:
İlhâm: Allah tarafından kalbe gelen mânâ… Yazılış farkıyla ‘ilhâm’: Küfür… Kâfirin de bedahetlerle iş yapıyor oluşu bakımından, yukarıdaki mânâlarla birlikte bilinmesi gereken bir mânâ. Kaba müşahhastan ince mücerrede doğru, hayvandan, avam insana ve oradan üstünlere doğru çatallanmaya başlayan ilhâm keyfiyeti, hususen ince mefhum mevzularına göre ‘Mutlak Ölçüler’i şart koşar.”
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
Muhyiddin-i Arabî’nin Batı’ya Tesiri Oldu mu?
Prof. William Chittick’in, kendisiyle yaptığımız röportajda söylediği bir hususla ilgili bir tasrihte bulunmak istiyoruz şimdi de. Muhyiddin-i Arabî’nin 19. yüzyıldan önce Batı’da pek bilinmediğini ve eserlerinden yapılmış açık tercümelerin bulunmadığını belirtmekteydi Chittick. Evet, büyük ölçüde doğru olabilir, mezkûr zaman diliminde birileri kalkıp “Ben, şu hususu Muhyiddin-i Arabî’den aldım” dememiştir belki, ancak, meşhur bir misâl olarak, Dante’nin “İlahî Komedya”sındaki Cennet, Cehennem, Araf tasvirlerini büyük ölçüde Muhyiddin-i Arabî’den “çaldığı”nı gösteren deliller ve izahlar da, yine bu bahisteki araştırmalarda öncülüğü -Chittick dahil- herkesçe tasdik edilen Prof. Asin Palacios’a (1871-1944) âittir. Konuyla ilgili Hilmi Ziya Ülken’in “İslâm Felsefesi” adlı eserinde Palacios’a atfen arzettiği uzun değerlendirmeler ve belirttiği kaynaklar, meseleyi olanca netliğiyle sarahate kavuşturmaktadır. Peki, yine Hilmi Ziya Ülken’in verdiği bir bilgi olarak, Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinden Esma’ül-Hüsnâ’yı 1300’lü yılların başında “Allahın Yüz Adı” şeklinde Latinceye çeviren, Fütuhat’tan birçok nakil yapan, ama aynı zamanda azılı bir İslâm düşmanı olan Reymondo Lulla’yı nereye koyacağız? İtirazlar olabilir diye, daima bu bâbda ilk örnekler arasında gösterilen Nostradamus’u saymıyoruz bile.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt