Nakşibendîler Ölmez! -Ölmeden Ölenler Kafilesi-
27KASIM 1943, “Üzerinden asırlar geçse de eskimeyecek, «Manzur-u nazar-ı piran-ı kiram - Keremli pirlerin nazarlarına görünen», «Li külli emr-i fehim», Küllî Emre göre anlayış ve anlayışların nisbet edileceği KÜLLÎ EMR hüviyetinin temsilcisi, öldükten sonra da ehliyetlileri irşada muktedir BÜYÜK İRŞAD KUTBU, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri”nin bu dünyayı terk eylediği tartihtir…
Bizlere bıraktığı eser, Büyük Doğu ve İBDA…
“Büyük Doğu ve Tasavvuf Bahçeleri!”
Efendi Hazretleri’nin üzerlerindeki velayet yükü bir yana, mübarek hayatları, zamanının çileleriyle örülüdür. Çektiği çilenin izâhı yoktur ama o izâhsızlığı izâh sadedinde, kendisinden niçin bu kadar az keramet sadır olduğunu soran birisine verdiği “Bu kadar vebal yüküne karşılık ayakta durmamızdan büyük keramet mi olur?” cevabı iktifâ eder… O vebal yükü, bizler gibi gaflet altında olmayan müslümanın kalbine inecek öyle bir ağırlıktadır ki Harf Devrimi’nin Müslümanlar için ifâde ettiği zulmün şiddeti karşısında Efendi Hazretleri’nin kardeşinin kalbi dayanamamış ve şehid olmuşlardır. İşte, Efendi Hazretleri, Müslümanların, tüm dünya üzerindeki mazlumların ve dahi tüm mahlûkatın ıstırabının kendisinde aksini bulduğu zamanının kutbu idi… Aşağıda, İstanbul’a gelişleri hususunda da Sefine-i Evliyâ’ya verdikleri beyân-ı âlilerinden, yaygaracı Ermeni’lerin soykırım iddialarını
çürütücü, tarihçe-i hayatlarından bir kesiti aktarıyoruz.
“1335/1919 Nisan ayında İstanbul’a geldim. İstanbul’a gelişimin sebeblerini tafsilâtlı şekilde bildirmek isterim. Tâ ki, o zaman çok küçük yaşta olan ve nereden nasıl geldiklerini bilmeyen âile yakınlarımıza ve onların çocuklarına bu bilgiler tarafımdan yâdigâr kalsın. Şöyle ki:
Vatanımız bulunan Başkale kasabası, bir zamanlar derebeyleri idâresindeydi. Nihâyet Hakkâri vilâyetinin ve sonra sancağının merkezi iken Birinci Dünya Harbinin başlarında, ya’nî 1332 Muharremi ve 1331/1915 Teşrîn-i sânisî içinde Rus askeri İran tarafından gelerek oraları istilâ ederken, memleketimizde bulunan Ermeniler silâhlandılar ve Müslimanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada bizim evimizi de tamamiyle yağmaladılar, soydular ve hiç bir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı sıralarında, âile efrâdımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka çâre bulamadılar. On gün sonra ilâhî inâyet eseri olarak kasaba geri alındı ve âilece oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara girdik.
O sene (1332/1916) Mayıs’ın ikinci pazar gününe tesâdüf eden Receb ayının birinci günü ikindi vakti ya’nî saat dokuzda, düşman kasabamıza bir saatlik mesâfeye yaklaştığından hükûmet tahliye emrini verdi. Köylere, dağlara ve çöllere düştük. Mayısın 12’nci günü evlerimizi, akarımızı, çarşılarımızı, medreselerimizi, câmilerimizi tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret yolu göründü. Rus, memleketin şarkından hücûm edip, şark-ı şimâlîye tesâdüf eden Saray kasabasından Van’a doğru yürüdü. Garb-ı şimâlî ve garb-ı cenûbî olan Van, Şatak ve Nurdüz istilâ edildi. Tam şimal olan cihet ki Tayyar ve Nohub nâhiyeleri hâl-i isyanda bulunup, kâffesi müsellah olarak Ehl-i İslâm’a kadim bir kin bağlayan Nasturî, yani Keldânî-i Kadim tâifesi nâmiyle hunhar ve silahşor bir aşîret var idi. Mutaassıb, câhil, muannid ve mütekessir bir kavim idi ki bunlar yolları tutmuşlar, içimizde bulunan Ermeniler, tâ evvelden müteyakkız, tedârikli, müsellah ve muallem hâl-i isyana geldiler. Dünyanın yaratılışından beri görülmedik zulüm ve vahşete yol açtılar. O sırada hicret edenlere cenub-ı garbî istikâmetinde Masîrus adındaki bir dereden firara azmedildi.
Bu istikâmete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte, çoğu kadın ve çocuktan
ibâret olan birkaç bin nüfus ile dağlara sığınıldı. Zirâ eli silâh tutanların hemen hepsi Erzurum taraflarında ve cephede olduğu için bu kalabalık, tam bir ana-baba günü manzarasiyle müdâfaasız kimselerden ibâretti. Kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlar iki kısım olarak, bir kısım aşîretler Feraşin’den aşıp Musul istikâmetinde çekilirken, öbürü civar kasaba ve köylerin ahâlisi olarak bizimle beraber Masîru’dan Gevâr’a gidildi. Ermeni fedâileri Nurdüz’den bu perişan muhâcirleri takip ediyor, genç kız ve kadınları esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehid ediyor ve elde kalan silâh ve eşyayı topluyorlar, kaçmağı başarabilenleri tekrar ta’kibe koyuluyorlardı. Zaho ve Akra kasabalarının dağ ve sahralarında muhâcirlerin yüzde yetmişi açlıktan can verip ve vahşi hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Hükûmet büyük bir harb içinde olduğu halde, fedâkârlık edip o günün parasiyle muhâcirlere adam başına 3 kuruş tahsis ettiyse de, uğranılan yerlerdeki memurlar bu paranın üçte ikisini nefslerine ve ancak üçte birini muhâcirlerden kendi adamlarına dağıtıyorlardı. Memleketinde hânedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular. Aşağı tabakadan olanlarsa, memurlarla anlaşarak keselerini doldurdular. Dokuz senedir bu hal hâlâ devâm ediyor. Böylece muhâcirlerin yüzde sekseni mahv ve telef oldu. Yüzde onu Anadolu’nun muhtelif yerlerinde kendilerine iş bulabildiler. Geri kalan yüzde onu da ancak dönebildiler.
Bizimle beraber Gevar’dan Şemdinan’a ve oradan Revandız’a kadar, yirmidokuz köyün ihtiyarları, kadınları ve çocukları ıssız çöl ve dağlarda, elimize ne geçerse kemirip bin türlü meşakkat ve zahmetle, aç bî ilâç o sene (1916) haziranın birinci gecesi Revandız’a girdik. Bir çokları memedeki çocuklarını sulara atmış, biraz daha büyüklerini de kucaklarına birer parça ekmek bırakıp, dağlar, kayalıklar içinde bırakmışlardı. Bunların hemen hepsi öldü. Defn edilemiyen, meydanda kalan da çoktu. Tayyar ve Nahob Nasturîleri ile Ermeni çeteleri ve murdar tıynetli aşâir eşkiyâları tarafından katl ve itlâf edilenler de epeyce bir yekûna ulaşmıştı.
Aylık Dergisi Sayı: 26