Tolstoy’un, (Stefan Zweig’in tabiriyle), şehevi hisleri ile ölene kadar başı derttedir. Kroyçer Sonat’la ilgili bir sohbet esnasında, “sizin yaşınızda şehvetten el çekmek kolay” diyen birine 70 yaşındaki Tolstoy şöyle diyor: “Doğru değil bu, tenim hala güçlü, hala mücadele etmek zorundayım.” Zweig, onun bu şehvet duygusu ile mücadelesini şöyle anlatıyor:
“Aynı şekilde, belki de yalnızca onun farkettiği bir aşırılık yüzünden cinsi içgüdüsünden de nefret ediyor (ya da ürküyor). Böylece, kadına karşı, tek başına yaşayan keşişlerde rastlanan bir kin, sağlıklı bir adam için tabiî olmayan bir kin duyuyor. Kadın ona “ancak annelik işlerine gömüldüğü ya da erdemli bir haldeyken veya yaşlanıp saygıdeğer bir kişi olduğu zaman zararsız ve tehlikesiz” görünüyor; yani “hayatı boyunca bedenin büyük bir kusuru ve zaafı olarak gördüğü bu şehveti aştığı zaman… Eski Yunanlıların karşıtı olan bu adam, bu sözde Hıristiyan için, bu zoraki keşiş için, müzik gibi kadın da kötülüğü simgeliyor; ona göre her ikisi de uyandırdıkları şehvet duygusuyla, “bizi, cesaret, kararlılık, akıl ve adalet gibi doğuştan gelen niteliklerimizden” alıkoyuyorlar; “Peder” Tolstoy’un daha sonra vaaz verirken söyleyeceği gibi, bizi “ten günahlarına” götürüyorlar. “Ondan birşeyler istiyorlar”, “vermek istemediği şeyleri” istiyorlar; uyandırmaktan korktuğu tehlikeli birşeye dokunuyorlar. Burada korkunç bir şehvet duygusunun sözkonusu olduğunu kestirebilmek için büyük bir zihnî çaba harcamaya gerek yok; öyle bir şehvet duygusu ki, yıllarca süren bir savaş sonunda, yılmaz bir enerjiyle o bunu baskı altına alabilmiş, ama büsbütün boğmayı başaramamıştır; baskı altına alınmış, boyunduruğa vurulmuş, yenilgiye uğratılmış, kırbaçlanarak sindirilmiş olan bu duygu, Tolstoy’un varlığının görünmeyen bir köşesinde, pençeleri titreyerek, gözaltında tutulmadığı ilk anda sıçramaya hazır bir halde, büzülüp kalmıştır. Müzik: işte iradenin bağı gevşiyor ve “hayvan” daha şimdiden ayaklanmaya başlıyor. Kadınlar: işte içgüdülerin vahşi sürüsü uluyor ve kafesinin parmaklıklarını zorluyor. Tolstoy’da bu Pan’a özgü erkekliği, içinde sakladığı ve gençliğinde vahşi aşırılıklar halinde alabildiğine serbest bıraktığı (Çehov’la konuşurken kendisini “yorulmak bilmez bir şehvet düşkünü” olarak nitelemişti), daha sonra kırk yıl boyunca duvarlar arasına hapsettiği, ama büsbütün gömemediği o insan-hayvanın azgınlığa varan ateşini, ancak kendisini heyecanlandıran, yalın ve tabiî, sağlıklı ve sakin bir şehvet duygusu karşısında duyduğu şiddetli bir ürperme ve yalnızca keşişlerin duyabileceği çılgınca bir endişe sayesinde keşfedebiliriz. Tolstoy’un tam anlamıyla ahlâkî olan eseri içinde bir tek şey, son derece sağlıklı olan bu adamın şehvet duygusunun, hayatı boyunca hep aşırı bir şekilde kaldığını gösterir bize: “Kadın”dan, bu baştan çıkarıcı yaratıktan duyduğu korku, tek başlarına çölde yaşayan keşişleri akla getiren ve onu gözlerini başka tarafa çevirmeye zorlayan, ama aslında göze çarpacak kadar aşırı olan arzularından kaynaklanan ve Hıristiyanlığınkini de aşan ve insanın üzerine büyük bir gümbürtüyle çöken bir korku…” (5)
Benzer bir ıstırabı Baudelaire’de de görürüz. Onun söylediklerinde daha çok alay vardır:
“Ahlâkî düzeni ve fizik düzeni yöneten çelişkiler yasasına saygılı olmam gerekiyorsa, genç edebiyatçılarımıza, dürüst kadının, yazarlık taslayan kadının ve tiyatro oyuncusu kadının kendileri için tehlikeli olduğunu söylemek zorundayım. Çünkü dürüst kadın, zorunlu olarak iki erkeğin malıdır ve şairin zorba ruhunu doyuracak kadar gür bir otlak değildir. Yazarlık taslayan kadın ise tam kadın değildir; yarım erkek sayılır. Tiyatro oyuncusu kadına gelince, edebiyattan yarım yamalak anlar ve argo konuşur, yani kelimenin gerçek anlamında kadın değildir; seyirci sevişmekten daha önemlidir onun için. Tüm gerçek edebiyatçılar zaman zaman edebiyattan nefret ettiklerinden, ben de edebiyatçılara –özgür ve mağrur ruhlara, yedinci gün dinlenmek ihtiyacında olan ruhlara- ancak iki tür kadın önerebilirim; yosmalar, ya da aptal kadınlar –sevişme ya da çorba-. Nedenini açıklamama gerek var mı kardeşler? (…) Aşk fahişelik tadıdır. Tek bir soylu haz yoktur ki fahişeliğe vardırılmamış olsun. (…)”
Bir başka entellektüel, Cesare Pevase, “Kadınları düşünmemek mümkündür; tıpkı ölümü düşünmemek gibi” der. Burada da kadın-ölümle birlikte anılarak, varlık-ölüm zıdlığı yeniden gündeme gelir. Sartre’da kadın biraz daha olumludur, şefkat ve şehvet hisleri içiçe ifade edilir:
“Haklısınız haremciydim ama, Simone de Beauvoir’le tanıştıktan sonra, bir insanla kurulabilecek en iyi ilişkiyi kurduğuma inandım. En eksiksiz ilişkiyi. Bunu derken sadece cinsel yaşamdan, iki kişi arasındaki içli-dışlılıktan sözetmiyorum, aynı zamanda konuşma’dan, yaşamın önemli bir kararı üzerine tartışma’dan sözediyorum.” (6)
“Doğru, öteden beri çok severim kadınları. Hep başköşeyi tuttular kafamda... Gerek küçükken, gerek büyüdükten sonra, gerek yaşlandığımda üzerinde en çok düşündüğüm şey kadınlar oldu. Doğrudan doğruya onlarla ilgisi olmayan konuları düşünürken bile kadınları düşünürüm...”(7)
Misâlleri çoğaltmak mümkün. Ama neticede, Üstad Necip Fazıl’ın şu suali üzerine düşünmemiz gerekiyor:
“Hangi hadımdan büyük adam ve hangi iğdişten yarış atı çıktı?”(8)
“Putlaştırıcı” aşk, kadından, onda olmayanın, yani “ebediliğin” istenmesidir. Halbuki erkeğin en büyük problemi olan kadın, onun oluş hamlesinde bir vasıtadan öteye geçtiğinde “ölüm”e doğru sessiz bir yürüyüş başlar…
“Kadından kendisinde olmayanı isteriz,
Hasret yerinde kalır ve biz çekip gideriz.” / Necip Fazıl
Dipnotlar
1- Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl’la Başbaşa-İntibâ ve İlham-, 2 Basım, İBDA Yay., İstanbul 1989, s. 260
2- Sigmund Freud, a.g.e., s. 419
3- Cem Mumcu, “Dionysos, Yaratıcılık, Mani ve Melankoli”, Varlık Dergisi, Eylül 2002
4- Yusuf Alper, “Depresyon ve Yaratıcılık”, Varlık Dergisi, Eylül 2002
5- Stefan Zweig, a.g.e., s. 249-250
6- J. Paul Sartre, Yazınsal Denemeler, Payel Yay., s. 137
7- A.g.e., s. 123
8- Necip Fazıl Kısakürek, ag.e., s. 486