Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

NEFİS TERBİYESİ (4 Kullanıcı)

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
Hadis-i şerif
Gerçek mücâhid, nefsiyle cihad edendir. [Süneni Tirmizî,Fedâilul-Cihad 2, (1621)]

Nefis, benliktir ve şeytandan daha kötü bir düşmandır.
Nitekim şeytanın, namaz kılmayandan dahi kaçtığı bilinmektedir. Çünkü 'ben bir defa secde etmedim ömür boyu lanetlendim, sen hergün beş defa secde etmiyorsun. Korkarım senin yüzünden bana da bir zarar dokunur.' diyerek o kişiden uzaklaşır. Şeytanın kötü yolda olanlarla pek işi olmaz, çünkü o kötü yolda olan kişi zaten haktan sapmış ve devamlı aşağılara düşmektedir. Bu yüzden şeytan, iyi yolda olanlarla, namaz kılanlarla, ibadet yapanlarla uğraşır. Nedenlerinden biri sapanla değil, sapmayanla uğraşmasıdır. Sapmayanı yoldan saptırırsa o zaman haz ve lezzet duyar.

Nefis, daima bizimle beraber olan olan manevi bir letaifdir. Nefsin yeri, iki kaşın arasıdır. Nefis, insanların ilim, amel ve ahlaklarına göre değişiklik gösterir. Bu yüzden nefsin mertebelerini gözden geçirmek ve kendimizi düzeltmek gerekir.

Nefis daima kötülüğü emreder. Bir iyilik yapmak ona ağır gelir. O yüzden yapacağımız en önemli şey, güzellikleri sergilemektir.

Nefis, ibadetlerden rahatsız olur ve şetanın vesvesesiyle kişiyi o ibadeti yapmamasını sağlar ve elinden geldiğince oyalamaya, ibadeti yaptırmamaya çalışır.

Eğer kişinin nefsi, ibadetlerden zevk alıyorsa, demek ki bir ilerleme söz konusu olmaktadır. Ancak tam tersi ise, veya 'ibadetlerdeki edeplere hususlara dikkat edilmeden yapayım da nasıl olursa olsun', düşüncesi var ise, nefsin hakimiyeti daha fazladır..

Nefsin hakimiyetini esir etmek, nefsi kötü şeylerden alıp güzel ve iyi şeylere yöneltmekle, her istediğini yapmamakla olur. Emirler nefisten değil, dinin uygun gördüğü şeylerden olmalıdır. Eğer bir işi yapıyorsak, ilkönce o işte Allah(cc)ın rızası var mı yok mu diye araştırma yapmak lazım gelir. Daha sonra, dinde yeri var mı yok mu diye sormak, soruşturmak ve kendimizi rahatlatmak gerekir.

İnsanların ahlaki yapıları dört kısımdır.
1) Mutmain olmuş, saf ve temiz kalpli, edep ve dinde çok hassas olan ahlaki yapı. Bunlar Allah(cc)ın hoşnut olduğu ve müjdesine nail olan çok kıymetli kimselerdir.
2) Kötülük yapsa dahi, yaptığının kötü ve günah olduğunu bilir. Üzülür, kimi zaman tövbe eder, kimi zaman hataya, günaha devam eder. Bunlar, dönüş yapar iseler hızlıca kurtuluşa ererler.
3) Yaptığı şeylerin haram mı helal mı olduğunu gözardı etmez. Allah(cc)ın rızasını dikkate almaz ve olsun da, nasıl olursa olsun düşüncesi vardır. Bu kimseler dönüş yapsalar dahi düzelmeleri çok zordur.
4) Kötülük yapmakla ve günah işlemekle birlikte, yaptığı şeyleri övünerek anlatan, başkalarını da saptırmaya çalışan kişilerdir. Örneğin içki haramdır, içkiyi içip oh be geçen falanca içkiden içtim, çok güzel tadı var veya şöyledir böyledir, gibi övücü şeyler ile yaptığı haramı anlatması, başkalarını özendirmesi gibi durumla içiçedir. Bunların dönüş yapmaları ancak o kimse için hidayetin tecellisi gerekir. Aksi taktirde düzelmesi pek zordur.

Yukarıda sıralanan ahlaki yapıların nefis ile de bağlantısı vardır. Bir kimse, nefsine emredemezse onun dediklerine olur-eyvallah derse, nefsini boynuna bindirip, onun esiri olursa, nefsini başına tac yaparda Allah(cc)ın emir ve yasaklarına (şeriate) karşı çıkarsa veya dikkat etmezse, işte o kimse kötülüğe, harama, yasaklara, ateşe, cehenneme yakın olanlardır. Kötülüğe yaklaşmak, kötülüğe gitmektir. İyiliğe yaklaşmak ise, iyiliğe gitmektir.

Her nefis kendini elinden geldiğince kontrol etmeli ve her istediğimizi değil, Allah(cc)ın razı olduğu şeyleri yapmalıyız. Böylece sonsuz ve huzurlu bir yurtta mükafatın tadı çıkarılacaktır.

Allah(cc), nefsine uyanlardan değil, dinine uyanlardan eylesin cümlemizi.



ALINTIDIR
 

Birnur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Haz 2006
Mesajlar
1,099
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Konum
İsTaNBuL
RE: NEFİS TERBİYESİ

Allah(cc), nefsine uyanlardan değil, dinine uyanlardan eylesin cümlemizi.

AminnB)
 

m_muaz

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
7,359
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: NEFİS TERBİYESİ

selamun aleykum...

Rahman razı olsun ...cok güzel Rabbim nefsimize uymaktan sakındırsın bizi inş..selametle..

NEFS VE RUH

Cenâbı Allah'ın özenle ölümsüz olarak yarattığı ve halifelik görevi verdiği insan, iki unsurdan ibarettir. Madde yönü ile bedeni ve madde ötesi tarafı ile benliği. Benlik yani can; ilâhî (Allah'a özgü) bir oluş sırrı ile yaratılan madde ötesi manevî şahsiyetimiz, kişiliğimizdir. Hayat, tabiat, huy, akıl, gönül, irade, düşünce gibi çeşitli unsurlarıyla bizdeki benlik duygusu ve insanın özü. Benlik iki kısmıdır. Bir parçasını nefs, diğer bir parçasını da ruh teşkil etmektedir. İşte birbirinin zıddı bu iki yönümüzle Dünya planında ya aşağılara ineceğiz veya yükseklere çıkarak yüceleceğiz.

Nefs; benliğin çirkin, kötü ve isyankar davranışlarına denir. Bedensel istek ve arzuların tümünü kapsar. Nefsin özellikleri; yalancılık, zulüm, gurur, şehvete aşırı düşkünlük, öfke, kin, cimrilik, v.s.dir. Yüce Yaratıcı'sını tanımayan, nankör, kendi varlığını herşeyin üstünde tutan hep kötülüklere çalışan tutumuyla yanılgıların kaynağıdır. Sonunda Yüce Allah'ı hissederek O'na dönebilmektedir. Nefs, yaratılışın negatif kutbunun temsilcisi ve Cenâbı Allah'ın Celâl görüntüsüdür.

Ruh; Cenâbı Hakk'ın dilemesi ile insana yansıyan ve ona hayat veren ilâhî bir kudret, Yaratıcı ile insan arasında ilâhî bir ceryandır. Benliğe güzel ve iyi sıfatların kazanılması için, ona gerçekleri hissettiren ilâhî bir güç. Dünyadaki görevini nefsle birlikte sürdürmektedir. Cenâbı Allah'tan gelen, ölümsüz olan ruhun yücelmesi söz konusu olmayacağından, o hep yücedir. Nefs; ruh ceryanını hissettikçe, onunla ilgisi arttıkça da yücelmektedir. Ruh, yaratılışın pozitif kutbu ve Cenâbı Hakk'ın Cemal görüntüsüdür.

NEFS VE RUH SIRRI

50/16: ... İnsanı Biz yarattık. Nefsinin ona ne vesveseler verdiğini biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.
12/53: ... Nefs, kötülüğü şiddetle emreder...
17/85: ... Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bilgi verilmiştir.

Nefsin vesvesesi; insanın içinden geçirdiği aslı olmayan fakat var sandığı şüphe, kuşku, kuruntu gibi duygulardır. Bunları insanı devamlı kemirir onu isyana, kötü yollara sevk eder. Egoist, gururlu, aşırı hırslı, Dünyanın geçici menfaatlerini tanrı edinir. Nefs; bedene dönük arzu ve isteklerin esiri davranışlara bürünür. Kur'ân'da adları geçen ve kötülüğün en üst noktasını temsil eden Nemrûd, Firavûn, Ebu Cehil'in nefisleri her devirde yaşamaktadır. Nefsde; ferdiyetçilik, benlik duygusu ön plandadır. Yaratılmışlığına, ruh-hayat sırrına rağmen kendi varlığını adeta tanrılaştırması nefsin büyük yanılgısıdır. Cenâbı Allah'ın Tek'liğini, Samed'liğini ve O'ndan başka bir kudretin olmadığı gerçeğini kabul etmemesi, şirk (Allah'a ortak koşma) ve inkarı getirir. Allah'ı bulma da ona perde olur. Nefsinin boş ve zararlı arzularının egemen olduğu bir insan da Allah ile kul ilişkileri gerçekleşemez. Nefsin çok önemli bir özelliği de iyiliğe de kötülüğe de dönebilen seyyal ve değişken olmasıdır. Bunun için nefsten ümit kesilmez ve her zaman Rabbini hissedebilme kabiliyeti vardır.

" Biz ona şah damarından daha yakınız. " ayeti, Yüce Yaratıcı'nın kuluna ne kadar yakın olduğunu vurgulamaktadır. Ona hayatını, canını Kendi Ruhun'dan üfleyerek vermesi, bu yakın ilişkinin sırlarıdır.Kul, Mutlak Kaynak'tan gelen ruh cereyanı ile Yaratıcı'sını hisseder, O'ndan kuvvet alır ve yücelir. Ruh; Emir Aleminden " yani Allah'tan geldiği için ölümsüzdür, sezildiği oranda da kulu yüceltir.

Ruh nefsi, nefs de ruhu hakimiyeti altına alabilir. Nefsin ruha galibiyetinde negatif kuvvetlerin eline geçen nefs, azab çekerek cehennemi hak edecek; nefsin ruh gerçeğini hissederek ona sahip çıkması halinde ise pozitif kuvvetlerin kaplaması ile o kul, sonsuz kurtuluşu ve cenneti kazanacaktır. Yaratılış yasası gereği nefs; acı çekerek, yoğrularak adım adım olgunlaşır ve kemale erer. Ruh için olgunlaşma düşünülemez, o Allah'tan gelen ilâhî bir yönümüzdür.
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
RE: NEFİS TERBİYESİ

m_muaz yazdı:
selamun aleykum...

Rahman razı olsun ...cok güzel Rabbim nefsimize uymaktan sakındırsın bizi inş..selametle..

NEFS VE RUH

Cenâbı Allah'ın özenle ölümsüz olarak yarattığı ve halifelik görevi verdiği insan, iki unsurdan ibarettir. Madde yönü ile bedeni ve madde ötesi tarafı ile benliği. Benlik yani can; ilâhî (Allah'a özgü) bir oluş sırrı ile yaratılan madde ötesi manevî şahsiyetimiz, kişiliğimizdir. Hayat, tabiat, huy, akıl, gönül, irade, düşünce gibi çeşitli unsurlarıyla bizdeki benlik duygusu ve insanın özü. Benlik iki kısmıdır. Bir parçasını nefs, diğer bir parçasını da ruh teşkil etmektedir. İşte birbirinin zıddı bu iki yönümüzle Dünya planında ya aşağılara ineceğiz veya yükseklere çıkarak yüceleceğiz.

Nefs; benliğin çirkin, kötü ve isyankar davranışlarına denir. Bedensel istek ve arzuların tümünü kapsar. Nefsin özellikleri; yalancılık, zulüm, gurur, şehvete aşırı düşkünlük, öfke, kin, cimrilik, v.s.dir. Yüce Yaratıcı'sını tanımayan, nankör, kendi varlığını herşeyin üstünde tutan hep kötülüklere çalışan tutumuyla yanılgıların kaynağıdır. Sonunda Yüce Allah'ı hissederek O'na dönebilmektedir. Nefs, yaratılışın negatif kutbunun temsilcisi ve Cenâbı Allah'ın Celâl görüntüsüdür.

Ruh; Cenâbı Hakk'ın dilemesi ile insana yansıyan ve ona hayat veren ilâhî bir kudret, Yaratıcı ile insan arasında ilâhî bir ceryandır. Benliğe güzel ve iyi sıfatların kazanılması için, ona gerçekleri hissettiren ilâhî bir güç. Dünyadaki görevini nefsle birlikte sürdürmektedir. Cenâbı Allah'tan gelen, ölümsüz olan ruhun yücelmesi söz konusu olmayacağından, o hep yücedir. Nefs; ruh ceryanını hissettikçe, onunla ilgisi arttıkça da yücelmektedir. Ruh, yaratılışın pozitif kutbu ve Cenâbı Hakk'ın Cemal görüntüsüdür.

NEFS VE RUH SIRRI

50/16: ... İnsanı Biz yarattık. Nefsinin ona ne vesveseler verdiğini biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.
12/53: ... Nefs, kötülüğü şiddetle emreder...
17/85: ... Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bilgi verilmiştir.

Nefsin vesvesesi; insanın içinden geçirdiği aslı olmayan fakat var sandığı şüphe, kuşku, kuruntu gibi duygulardır. Bunları insanı devamlı kemirir onu isyana, kötü yollara sevk eder. Egoist, gururlu, aşırı hırslı, Dünyanın geçici menfaatlerini tanrı edinir. Nefs; bedene dönük arzu ve isteklerin esiri davranışlara bürünür. Kur'ân'da adları geçen ve kötülüğün en üst noktasını temsil eden Nemrûd, Firavûn, Ebu Cehil'in nefisleri her devirde yaşamaktadır. Nefsde; ferdiyetçilik, benlik duygusu ön plandadır. Yaratılmışlığına, ruh-hayat sırrına rağmen kendi varlığını adeta tanrılaştırması nefsin büyük yanılgısıdır. Cenâbı Allah'ın Tek'liğini, Samed'liğini ve O'ndan başka bir kudretin olmadığı gerçeğini kabul etmemesi, şirk (Allah'a ortak koşma) ve inkarı getirir. Allah'ı bulma da ona perde olur. Nefsinin boş ve zararlı arzularının egemen olduğu bir insan da Allah ile kul ilişkileri gerçekleşemez. Nefsin çok önemli bir özelliği de iyiliğe de kötülüğe de dönebilen seyyal ve değişken olmasıdır. Bunun için nefsten ümit kesilmez ve her zaman Rabbini hissedebilme kabiliyeti vardır.

" Biz ona şah damarından daha yakınız. " ayeti, Yüce Yaratıcı'nın kuluna ne kadar yakın olduğunu vurgulamaktadır. Ona hayatını, canını Kendi Ruhun'dan üfleyerek vermesi, bu yakın ilişkinin sırlarıdır.Kul, Mutlak Kaynak'tan gelen ruh cereyanı ile Yaratıcı'sını hisseder, O'ndan kuvvet alır ve yücelir. Ruh; Emir Aleminden " yani Allah'tan geldiği için ölümsüzdür, sezildiği oranda da kulu yüceltir.

Ruh nefsi, nefs de ruhu hakimiyeti altına alabilir. Nefsin ruha galibiyetinde negatif kuvvetlerin eline geçen nefs, azab çekerek cehennemi hak edecek; nefsin ruh gerçeğini hissederek ona sahip çıkması halinde ise pozitif kuvvetlerin kaplaması ile o kul, sonsuz kurtuluşu ve cenneti kazanacaktır. Yaratılış yasası gereği nefs; acı çekerek, yoğrularak adım adım olgunlaşır ve kemale erer. Ruh için olgunlaşma düşünülemez, o Allah'tan gelen ilâhî bir yönümüzdür.

VE ALEYKÜM SELAM. DEĞERLİ KATILIMINIZI ZEVKLE OKUDUM. ALLAH RAZI OLSUN İNŞALLAH.ELLERİNİZE SAĞLIK. RAHMAN SİZDEN DE RAZI OLSUN İNŞALLAH. ÇOK GÜZELDİ YAZINIZ. TEŞEKKÜRLER, SELAMETLE KALIN
 

m_muaz

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
7,359
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: NEFİS TERBİYESİ

selamun aleykum...hayırlı akşamlar...


Kişinin Kendi Nefsini Tezkiye Etmesi


Bu hususta Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
"Nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü hem de ondan sakınmayı ilham edene yemin olsun ki, nefsini tertemiz yapan kurtuluşa ermiş, onu (cehalet ve günahlar ile) mâsiyetlere gömen de ziyan etmiştir." (eş-Şems, 7-10)
Âyet-i kerîme muktezâsınca ancak Allah'ın temizlediği, yâni günahlardan arınmış, feyz ve takva ile terbiye olunmuş kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir. Hak Teâlâ'nın:21
"(Salih) kullarımın arasına katıl ve cennetime gir." (el-Fecr, 29-30) âyetindeki beşareti de yine bu mes'ûd kullar hakkındadır.
Diğer bir âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak:
"Gerçekten temizlenen ve Rabbinin ismini zikredip O'na kulluk eden kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir." (el-A'lâ, 14-15) buyurur.
Ayrıca âyet-i kerîmedeki sıralama da câlib-i dikkattir. Şöyle ki:
- Önce kalb, beden ve malı menfiliklerden güzelce temizlemek,
- Bu sayede Rab ile kul arasına giren gaflet perdelerini kaldırıp atmak,
- Sonra da helâl gıdalarla beslenmiş bir beden ve zâkir bir kalb ile huşu içerisinde tam bir ibâdet iklîmine girerek gönlü ruhanî lezzetlerle tezyîn etmektir.
Müfessir Bursevî'nin beyânı veçhile:
"Bu âyette, şeriate aykırı işlerden nefsi temizlemeye, kalbi dünyâ sevgisinden arındırmaya, gücü nisbetinde Allah'a yönelmeye, hattâ Allah'tan başkasını hatırlamaktan bile sakınmaya işaret vardır."
Nitekim Allah dostlarından Ebû Bekir Kettânî -kuddise sirruh-'a ölüm döşeğindeyken ne gibi bir ameli olduğu sorulduğunda, bu umdelerin adetâ fiilî bir numunesi mâhiyetinde şu güzel sözlerle mukabele etmiştir:
"- Ölümüm yakın olmasa, riya olacağı endişesiyle size amelimden bahsetmezdim. Tam kırk yıl kalbimin kapısında bekçilik yaptım. Onu Allah Teâlâ'dan başkasına açmamaya çalıştım. Kalbim o hâle geldi ki, Allah'tan başkasını tanımaz oldum."
İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-, yukarıdaki âyette geçen "tezekkâ" kelimesini, "Kişinin Lâ ilâhe illallah! demesidir." şeklinde tefsir eder. (Kurtubî, el-Câmî, xx, 22) Zîrâ tezkiyede ilk adım, kalbin küfür ve şirkten temizlenmesidir.
Nitekim kelime-i tevhîd, önce nefy ile başlar. Yâni "Lâ ilâhe" diyerek kalbden adetâ put hâline gelmiş nefsânî hevesler, çirkin ahlâk ve huylar çıkarılır. Sonra isbâta geçilir. Yâni "İllâllâh" demek suretiyle, bir nazargâh-ı ilâhî durumunda olan kalb, Allah Teâlâ'nın tevhîd nûrlarıyla doldurulur.
Şâir bu gerçeği ne güzel ifâde eder:
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak
Pâdişah girmez saraya hâne mâmûr olmadan
"Gönül sarayından Allah'tan gayrı ne varsa hepsini çıkar. Zirâ hâne mâmur olmadan pâdişâh, sarayı teşrif etmez."
Tezkiyenin ehemmiyeti sadedinde İbrahim Desûkî -kuddise sirruh- şöyle buyurur:
"- Ey oğlum! Gündüzlerini oruçla, gecelerini namazla geçirsen, temiz bir iç âlemine ve Hak ile hâlis bir muameleye de sahip olsan, sakın benlik iddiâsında bulunma! Sakın gurura mağlûb olup nefsin kandırmasına aldanma. Zîrâ nice derviş, nefsinin hevâsına kapılıp helak oldu."
Hâtem-i Esamm -kuddise sirruh- da şöyle buyurur:
"Muhteşem konaklara, verimli bağ ve bahçelere aldanma. Cennetten daha güzel bir yer yoktur. Fakat Hazret-i Âdem'in başına ne geldiyse, cennetin o sonsuz güzellikleri içindeyken geldi. Nefsi orada ebedî kalmak istedi. Yasak meyvaya yaklaştı. Murâd-ı ilâhî îcâbı, dünyâya indirilmekle cezalandırıldı.
İbâdet ve kerametinin çokluğuna aldanma. Zîrâ sâhib olduğu bunca keramete rağmen, Allah -celle celâlühû-'nun kendisine ism-i âzami öğrettiği Bel'am bin Baura'nın (Bkz. A'raf Sûresi, 175-176. âyet-i kerîmeler.) başına gelen hazîn akıbet, ne kadar ibretlidir.
Sen, sen ol; ilim ve amel çokluğuna da aldanma. Çünkü onca ilim ve tâatine rağmen iblisin başına neler geldi, bilmiyor musun?! Nefs ve şeytanın iğvâsıyla aldananlardan olma!
Nitekim kullarına merhameti sonsuz olan yüce Rabbimiz, âyet-i kerîmelerde şeytanın hîle ve tuzaklarına karşı îkaz sadedinde şöyle buyurur:
"İblis dedi ki: (Ey Rabbim!) Yemin ederim ki, beni azdırmana karşılık, ben de insanları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım." (el-A'raf, 16)
"(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!" (el-Hicr, 39)
Âbidlerin, zahirilerin yanında bulunuyorum diye de kendine güvenme. Zîrâ kuru kuruya bir beraberlik faydasızdır. Sâlebe (Sâlebe, önceleri mescidden ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in sohbetlerinden ayrılmazken, mal-mülk sahibi olup dünyâ sevgisi gönlünde yer edince, zamanla cemaati terketmiş, farz olan zekatını bile vermekten imtina ederek hazîn bir akıbete duçar olmuştur. (Taberî, Tefsir, XIV, 370-372; İbn-i Kesir, Tefsir, II, 388)., Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in sohbetinde duygusuzca bulunduğundan fecî bir akıbete uğradı.
Bir peygamber evlâdı olmasına rağmen Hazret-i Nuh'un oğlu, babasının davetinden kendisini müstağnî görmek gibi bir bedbahtlığa duçar oldu. Aralarındaki kan bağı dahî ona bir fayda vermedi. Netîcede, helak edilenlerden oldu.
Hazret-i Lût'un karısı, kâfir ve fâsıklara olan ünsiyet ve muhabbeti sebebiyle yanıbaşındaki hidâyet nurundan nasibsiz kaldı ve gaflet içerisinde küfrün karanlıklarına daldı.
Hülâsa; ilim, amel, mal, evlâd ve dost gibi ne kadar dayanak varsa âhiretteki kurtuluşun için bunlara çok güvenme! Bunlardan nefsine asla pay çıkarma."
Âyet-i kerîmede, "nefs engelini aşarak menfîliklerden arınanların kurtuluşa ereceği" ifâde buyuruluyor. Bu ifâdeden aynı zamanda "tezkiye olmayanların yâni benliklerini menfîliklerden arındırmayanların kurtuluşa eremeyecekleri" mânâsı ortaya çıkmaktadır.
Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurur:
"...Sen ancak göremedikleri hâlde Rablerinden korkanları ve namaz kılanları uyarabilirsin. «Kim temizlenirse», sırf kendi faydasına temizlenmiş olur. Nihayet varış Allah'adır." (Fâtır, 18)
Âyet-i kerîmede, peygamberlerin ümmetlerini fecî akıbetlere dâir inzâr ve korkutmalarının, ancak görmedikleri hâlde kalbleri Allah'ın haşyeti ile dolu olan, namaz kılan ve zahirlerini ibâdet ile tezyîn etmiş bulunan kimselere fayda vereceği beyân buyurulmaktadır.
Günahkâr kişi, günâhının vebalini ancak kendisi çekecek ve kimse ona ortak olamayacaktır. İşlenen hayırlar da sâdece sahibine fayda verecektir. Temizlenen kimse de, kendi lehine temizlenecektir.
Âyetteki "tezekkâ", haşyetullâh ve namazı huşu ile kılmaya da şâmildir.
"Allah'tan gerçek mânâda ancak âlim olanlar haşyet duyar." (Fatır, 28) âyeti, kişinin gerçek bilgiye eriştiği ölçüde, Allah'a karşı kalbî ürperişler içinde olacağını ifâde eder. Rabbini bilmeyen ve ondan haşyet duymayan kimselerin kalbleri ölüdür. Böylelerine îkâz ve nasîhat tesir etmez. Yâsîn Sûresi'nin yetmişinci âyetinde buyurulan "(Peygamber, Kur'ân ile kalbleri) diri olanları uyarsın diye..." beyânı da bunu anlatır. Yâni bâtında haşyet, zahirde de dosdoğru bir namaz olmalıdır.
Günahlardan temizlenmenin karşılığı, cennet ve onun yüksek dereceleridir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
"Kim de sâlih amellerde bulunmuş bir mümin olarak O'na varırsa, üstün dereceler işte sırf bunlar içindir. İçinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Adn cennetleri! İşte arınanların mükâfatı budur." (Tâhâ, 75-76)
Allah'tan başkasına gönül bağlamaktan kurtulmanın karşılığı ise cennetin de ötesinde bir nâiliyyet olan Cemâlullâh nîmetidir ki, orada Allah Teâlâ'nın tariflere sığmayan güzellikteki cemâlinin tecellîleri temaşa edilir. Kim kendi irâde ve ihtiyarı ile ve hakkıyla Allah'a yönelirse, O'nun dışında bir düşüncesi kalmaz. Allah'ı tanımak, yâni mârifetullâh da, tezkiye edildikten sonra nefsin hakîkatini öğrenmekle başlar. "Nefsini bilen, Rabbini de bilir." hakîkati, bu mânâya tekabül etmektedir.
İşte insanlığın ekseriyetle maddeye ram olup nefsâniyet sultasında ruhlarını kararttığı günümüzde, nefsin süflî ihtiraslarından müstağnî kalabilen nûrânî zevatın rehberliğine olan ihtiyâcımız daha da şiddetlidir. Bu münâsebetle Hak dostu maneviyât sultanlarının, kalbleri ihya eden nasîhat ve tavsiyelerinden ve onların bir nümûne-i imtisal olan ibret ve hikmet dolu yaşayışlarından kendi nâmımıza hisseler almalıyız.
Millî târihimizin zahir planında olduğu kadar maneviyât âleminde de zirve şahsiyetlerinden biri olan Yavuz Sultan Selîm Han'ın, yolumuzu aydınlatmaya medar olabilecek şu davranışı ne kadar manidardır:
O, zaferlerden zaferlere nail olduğu Mısır Seferi'nden dönerken, İstanbul halkının kendisini büyük bir heyecanla beklediğini haber aldı. Bunun üzerine şehre yaklaşmış olmasına rağmen, ordusunu Çamlıca'nın arka eteklerinde konaklatarak hemen İstanbul'a girmedi. Nice muazzam ordulara gâlib gelmiş olan Sultan, nefsine mağlûb oluvermek korkusuyla bin-bir endîşeye bürünerek lalası Hasan Can'a:
"- Lala! Hava kararsın, herkes evlerine dönsün de ondan sonra İstanbul'a girelim. Fânîlerin alkışları, zafer takları ve iltifatları bizi nefsimize mağrur edip yere sermesin!.." dedi.
Nihayet akşam olup her yer karanlığa gömüldükten sonra, gizlice ve alâyişsiz bir şekilde şehre girdi. Zîrâ o, ihtişam ve saltanatın nefsi düşürebileceği tuzaklara karşı uyanık bir sultan idi. Bir velînin kudsî nefesiyle irşâd olunmanın, dünyâ saltanatından da kıymetli olduğunu ifâde eden şu beyti pek meşhurdur:
Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş
Her mümin, sık sık nefsiyle iç hesaplaşmaya girerek, onu sîgaya çekmeli; manevî vaziyetine ciddî bir şekilde çeki-düzen verip, gidişatını kontrol altına almalıdır. Buna ruhiyat ilminde "bâtınî tefahhus" (nefs muhasebesi) denilir. İnsan, hiç olmazsa başını yastığa koyduğu her yirmi dört saatte bir, o günün muhasebesini yapmalı ve kendini sîgaya çekmelidir. Bunu alışkanlık hâline getirenlerin hatâda ısrar illetinden kurtulabilmeleri kolaylaşır.
Bu hususta İmâm Gazâlî Hazretleri'nin şu nasîhatlerine kulak verelim:
"Bir mümin, sabah namazını kıldıktan sonra ve güne başlamadan evvel, bir süre nefsi ile başbaşa kalıp, onunla bâzı muahedeler yapmalı ve birtakım şartlar üzerinde anlaşmalıdır. Nitekim bir tüccar da sermâyesini ortağına teslîm etmek mevkiindeyse onunla böyle muahedeler yapar. Bu arada ona bâzı ikâzlarda bulunmayı da ihmâl etmez. İnsan da nefsine şu îkâz ve telkinlerde bulunmalıdır:
«- Benim sermâyem ömrümdür. Ömrüm gidince anaparam da gider ve artık kâr ve kazanç sona erer. Fakat bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allah Teâlâ bu gün de bana müsâade ederek ikramda bulundu. Eğer beni öldürseydi, elbette bir günlüğüne de olsa geri gönderilip burada devamlı sâlih ameller ve çeşitli hayırlarda bulunmayı temennî edecektim. Şimdi kabul et ki öldürüldün ve geri çevrildin. O hâlde bugün günah ve mâsıyete katiyyen yaklaşma ve sakın ola ki bu günün bir ânını bile boşa geçirme. Zîrâ her nefes, paha biçilemeyen bir nîmettir.
İyi bil ki bir gün, gece ve gündüzü ile yirmi dört saattir. Kıyamet günü insanoğlunun önüne her gün için yirmi dört tane kapalı kutu getirilir. Kutunun birini açıp, o saatte yaptığı amellerin mükâfatı olarak, içinin nur ile dolu olduğunu görünce, Allah'ın lütfedeceği mükâfatı düşünerek kul öyle sevinir ki, bu sevinci cehennem halkı arasında paylaşılsa, cehennemin acısını duymaz olurlardı. İkinci kutuyu açtığında, bundan karanlık ve pis kokular çıkar ki, bu da isyan ile geçirdiği saattir. Buna da öyle üzülür ki, eğer bu üzüntü cennet halkına dağıtılsaydı, kederlerinden cennetin zevkini kaybederlerdi. Üçüncü bir kutu daha açılır ki içi tamamen boştur. Bu da uyku veya mubah şeylerle geçirdiği saattir. Fakat küçük bir hayrın ecrine dahî şiddetle ihtiyâç duyulan o günde, imkânı olduğu hâlde büyük bir kazancı kaybeden tüccarın hasreti gibi ve belki çok daha fazla yanar ve o saati boşa geçirmesinin acısıyla kıvranır.
O hâlde;
Ey nefsim! Fırsat eldeyken sandığını iyi doldur, sakın boş bırakma. Tembelliğe düşme, sonra yüksek derecelerden düşersin.»"
Bedenin azaları da, nefsin yardımcıları mevkiindedir. İnsan, onlara vazîfelerine göre husûsî tavsiyelerde bulunmalı, bu emânetleri kötü işlere bulaştırmamayı nefsine telkîn etmelidir.
Gözü; haramlara ve kalbi meşgul edecek faydasız, boş şeylere bakmaktan men etmeli,
Dili; "âfât-ı lisân" tâbir olunan dedikodu, gıybet, iftira, yalan, söz taşıma, kendini övme, başkalarını yerme, yaltaklanma gibi mezmûm şeylerden alıkoyup dâima zikir ve hayır sözlerle meşgul etmeli,
Mîdeyi; haram ve şüpheli gıdalardan sakındırıp, helâlleri de asgarî seviyede istîmâle alıştırmalıdır.
İnsan her hareketinde pek çok mubah şeylerle karşı karşıyadır. Gayesiz meşguliyetleri terk etmesi ise, en muvafık olanıdır. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Lüzumsuz şeyleri terk etmesi, kişinin iyi müslüman oluşundandır." (Tirmizî, Zühd, 11; İbn-i Mâce, Fiten, 12) buyurmuştur.
Yâni gerçek bir müminin konuşması zikir, bakışı ibret ve sükûtu tefekkür olmalıdır.
İşte nefs, bu gibi telkinlerle dâima gafletten uyanık tutulmalıdır.
Nefsi hesaba çekerken ihmâl edilmemesi gereken hususlardan biri de yaptığı amelin Allah için mi, yoksa nefsi için mi olduğunu yoklamaktır. Zîrâ insan, zaman zaman Allah için sâlih ameller işlediğini zannettiği hâlde, nefsânî duygularını tatmin için de hareket etmiş olabilir.
Nefs tezkiyesi neticesinde kalb, "selîm" hâle gelir. Kalb-i selîm merhalesinde şu üç hâl müşahede edilir:
1- Kimseyi incitmez. Bu, ittikâ ehlinin hâlidir. Kalb, nefsin şerrinden korunur. Güzel ahlâk teşekkül eder.
2- Kimseden incinmez. Bu da, muhabbet ehlinin hâlidir. Fânilerin medih ve yermeleri bir ehemmiyet ifâde etmez. Güneş ışığı karşısında aydınlatma ve karartmaların bir önemi olmayacağı gibi.
Şâir bu hâli şöyle ifâde eder:
Cihan bağında ey âşık budur maksûd-ı ins ü cin
Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin
3- Dünyâ menfaatiyle âhiret karşı karşıya gelince, âhireti tercih ederek rızâ-yı ilâhîyi hedefler.
Bütün bu söylediklerimizin hülâsası şudur:
Allah Teâlâ, bir imtihan âlemi olmasını murâd eylediği bu dünyada, her insanın önüne nefs engelini koymuş ve insanı, nefsin ortaya çıkaracağı güçlükleri yenerek muzaffer bir şekilde kendisine avdete memur eylemiştir. Nefs, hayra da şerre de vesîle olma istîdâdındaki bir vasıta hükmündedir. Dolayısıyla o, hem bir kazanç kapısı ve hem de kendisine tabî olunduğu takdîrde bir gayya kuyusudur. Nefsi tezkiyenin bereketi ise, dünyâda hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek derecede muazzamdır.
Cenâb-ı Hak cümlemizi nefsine galip gelenlerden eylesin! Âmin!
 

m_muaz

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
7,359
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: NEFİS TERBİYESİ

Nefsin Mâhiyeti

Cenâb-ı Hak, insan neslinin atası olan Âdem -aleyhisselâm- mahlûkâtın en mükerremi kılarak cennette yaratmıştır. Lâkin Hak Teâlâ Âdem ve nesline lütfettiği şeref ve itibârın îcâbı olarak, onun cennette bulunmasının sırf lütuf ile değil; istihkak netîcesinde, yâni bir bedel karşılığında mükâfat olarak gerçekleşmesini irâde buyurmuştur. Bu murâd-i ilâhinin gerçekleşmesi için de Âdem -aleyhisselâm-, malum zelleye dûçar olmuş ve bu zahirî sebeple vatan-ı aslîsi olan cennetten çıkarılıp bir imtihan âlemi olan dünyâya gönderilmiştir.
Hazret-i Âdem ve neslinin tekrar cennete dönmesinin bir mükâfat olarak tecellî edebilmesi için, insanın birtakım güçlükleri aşması gerekli olmuştur.
İşte bu sebeplerledir ki Cenâb-ı Hak, diğer varlıklardan farklı olarak Hazret-i Âdem ve onun neslini zıt tecellîlere mazhar kılmıştır. Bunun netîcesinde de insanların, aşağıların en aşağısı demek olan "esfel-i sâfilîn" ile yücelerin en yücesi olan "âlâ-yı illiyyîn" arasında, hak ettiği bir mevkîde bulunmalarını murâd etmiştir. Yâni eşref-i mahlûkat olan insan, hem fıtrî sermayesi ve hem de bu sermayeyi hayra veya şerre kullanmaya medar olan cüz'î iradesiyle, "bel hum edall", yâni "hayvandan da aşağı" bir mevkî ile "melekten bile üstün" bir nokta arasında yerini alır. Bu ise, kulun gayretine ve fıtratında mevcud olan müsbet ve menfi temâyüller arasındaki mücâdeleden hâsıl edeceği netîceye göre gerçekleşecektir. İşte insanoğlunun birtakım müsbet temayüllerle techîz edilmiş olmasına mukabil, bâzı menfî temayüllerle de malul kılınması, bu hikmete mebnîdir.
Tasavvufî anlayışa göre, insanoğlunda bir arada bulunan müsbet ve menfî temayüller ise, "rûh-i hayvânî" ve "rûh-i sultanî" tâbir olunan merkezlerden neş'et etmektedir.
Rûh-i hayvânî , insanın hayatiyetini devam ettirmesini sağlayan, biyolojik yapıya hükmeden latîf bir güçtür ki, ona "can" veya "nefs" de denilmektedir. Uykudaki bir insanda rûh-i hayvânî hükmünü icraya devam ettiği içindir ki, biyolojik faaliyetlerin pek çoğu bu esnada da gayr-i iradî devam eder. Sultanî ruh ise, uyandığı anda geriye dönmek üzere uyuyan insanı terk eder. Bedeni hareket ettiren, konuşturan velhâsıl her türlü faaliyetin icra ve îfâsına sebep teşkîl eden, ancak ölümle beraber bedenden çıkacak olan ruh, hayvânî ruhtur. Merkezi dimağ veya kalbde olup bedenin bütün uzuvlarına yayılmış ve asıl hükümranlığını kan üzerinde kurmuştur. Halk âleminden ( Halk âlemi: Zaman ve mekânla mukayyed olarak yaratılmış varlıklardan teşekkül eden âlemdir. Buna mülk ve şehâdet âlemi de denilir. Zahirî beş duyumuzla hissettiğimiz şeyler bu âlemdendir.) olan ve davranışların başlangıç noktasını oluşturan bu ruh, terbiye edilmediği takdîrde insan üzerinde menfî tasarruflarda bulunabilmektedir.
Rûh-i sultanî ise Cenâb-ı Hakk'ın insana kendi ruhundan üflediği ruhtur ki, insanı diğer canlılardan ayıran hususiyet budur. Emir âleminden ( Emir âlemi: Zaman ve madde mevzubahis olmaksızın Cenâb-ı Hakk'ın "kün" (ol) emri ile var olan âlemdir. Buna melekût ve gayb âlemi de denilir. Akıl, nefs, ruh, kalb, sır vb. letâifler bu âleme aittir.) olan bu ruhun bedenle beraberliği, müsbet tasarruflarda bulunmak içindir. İnsan, bedenine giydirilen bu ruh ile kulluk ve tâatte bulunur, sâlih amellere yönelir. Bu ruh, bedenin öldükten sonra çürüyüp yok olmasından etkilenmez. Ölümle ancak beden üzerindeki tasarrufu son bulur.
İnsan, kendi içindeki bu iki zıt kutbun çalışmalarıyla hâl ve gidişatına istikâmet vermektedir. Sultanî ruh galip geldiğinde, sâlih amellere ve güzel ahlâka yönelmekte; aksine hayvânî ruh galip geldiğinde ise türlü günahlara ve ahlâksızlıklara düşmektedir.
İnsanoğlu, nefsini kendi irâdesi ile şekillendirenime istîdâd ve imkânına belli bir ölçüde sâhib kılındığı içindir ki, mükâfata da mücâzâta da muhâtab olabilecek bir varlıktır.
Dünyâ imtihanında aşılması gereken en büyük engellerden biri olan "nefs", umumiyetle insanın mâruz kılındığı menfî temayülleri akla getirir. Hâlbuki onun özünde bir mücevher gibi müsbet bir mâhiyet de vardır. İnsanoğlunun vazifesi onu, toz-toprak hükmündeki menfîliklerden manevî terbiye ile arındırarak özündeki cevheri ortaya çıkarmaktır.
Bir insan, gurbete çıktığında vatanına eli boş dönmemek için nasıl çalışıp didinirse, büyük bir gurbet diyarı olan bu dünyâda da âhiret saadeti için öylece sa'y ü gayret göstermelidir. Zîrâ her insan, âhiretteki ebedî saadet veya hüsranını bu dünyâdan götürecek, yâni bir bakıma istikbâldeki kaderini dünyâ hayatında tâyin edecektir.
Ebedî saadet ve selâmetin en temel şartlarından biri, nefsi, sâlih amellere medar olabilecek bir kıvama ulaştırabilmektir. Böyle bir gayeden mahrum olan nefs, azgın bir at gibidir. Azgın bir at, sahibini menzil-i maksûda ulaştırmak yerine, uçurumlardan yuvarlayarak onun helakine sebep olur. Fakat bir binek atı iyi terbiye edilip, güzelce gemlenmişse, sahibini en tehlikeli yollardan bile selâmetle taşıyıp götürür. Nasıl ki, terbiye edilmemiş bir atla arzu edilen hedefe ulaşmak mümkün değilse, ıslâh edilememiş ve kontrol altına alınamamış bir nefs ile de hayâtın ulvî gayesini gerçekleştirmek mümkün değildir.
Hakîkaten nefs, mahlûkât içerisinde insanı hem mükerrem bir mevkîye yüceltebilen, hem de bunun zıddı olarak esfel-i sâfilîne düşürebilen, iki veçheli bir vâsıtadır. Islâh edildiğinde hayra; terbiye olunmadığında ise şerre vesîle olma istîdâdına sahip olan, adetâ iki ağızlı bir bıçak hükmündedir.
Manevî irşad ve kontrolden mahrum her nefs, hakîkatleri gafletle örten acı bir mahrumiyet sebebidir. Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi insan, nefs engeline rağmen mezmûm ahlâktan kurtulup tezkiye edildiği takdîrde, melekleri bile geçebilir. Zîrâ her netîcenin şerefi, ona ulaşmak için bertaraf edilen güçlükler nispetindedir.
Allah ile kul arasına bir gaflet perdesi olarak girip onu aslî istikâmetinden uzaklaştıran ve kalbleri Allah'tan gayrısıyla meşguliyete sevk eden, yine nefsin mezmûm sıfatlarıdır. Onun bitmek tükenmek bilmeyen süflî iştiyak ve ihtiraslarına, ancak ciddî bir kararlılıkla tatbîk edilecek terbiyevî usûllerle karşı konulabilir. Bu da, daimî bir uyanıklık ve azim isteyen amansız bir mücâdele demektir. Bu sebepledir ki Âlemlerin Efendisi bir hadîs-i şeriflerinde:
"(Hakîkatte) mücâhid, nefsine karşı cihâd eden kimsedir. " (Tirmizî, Fezâ-ilü'l-Cihâd, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 20) buyurmuşlardır.
Nefs, kendisine karşı girişilen mücâhede ile ölmez, ancak kontrol altına alınabilir. Zâten matlûb olan da nefsi yok etmek değil, onu aşırılıklardan sakındırıp arzu ve temayüllerini ilâhî rızâya muvafık düstûrlarla tahdîd ve terbiye edebilmektir. Bu hususta İmâm Gazâlî, insanı bir süvariye benzeterek şöyle der:
"Nefs, ruhun bineğidir. Eğer insan, nefsin dizginlerini salıverir ve onun gittiği istikâmete kendini bırakırsa helak olması mukadderdir. (Bazı Hint dinlerinde ve mistik felsefelerde yapıldığı gibi) şayet onu öldürmeye çalışırsa, bu sefer de hakîkat yolunda bineksiz kalır. O hâlde nefsinin dizginlerini elinde tut ve bineğinden istifade et!"
Nefsin terbiyesinde bu ölçüye riâyet edilmesi, aynı zamanda nebevî usûlün muktezâsıdır. Zîrâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yememek, içmemek, aile hayatı yaşamamak üzere kendilerini ibâdete hasretmek isteyenlere manî olmuş; İslâm'da bu çeşit bir tecerrüd ve ruhbanlığın mevcûd olmadığını tâlim ederek, hayatın içinde ve cemiyetle bir arada iken de mümkün olan ruhî terakkînin yolunu göstermiştir.
Diğer taraftan pek zorlu bir mücâdele olan bu terbiye esnasında, nefsin hâl ve mertebelerinde birtakım merhalelerle karşılaşılır. Nefsin en büyük âfetlerinden biri ise, geçirdiği bu tebeddülat (değişiklikler) ve terakkî esnasında bir varlık vehmine kapılmak ve kendini beğenmişliğe sürüklenmektir. Bu, gizli bir kibir ve ucubdur. Nefse karşı girişilen mücâdelede en ufak bir ihmâl ve gevşeklik meydana gelirse o, derhal eski hâline avdet eder. Zîrâ o, dâima pusuda olduğu için şerrinden hiçbir zaman emîn olunamaz.
Bu sebeple her mümin, bağrında taşıdığı bu müthiş müessirin, manevî hayât için öldürücü tehlikelerine karşı daimî bir uyanıklığı zaruret bilmelidir. Nefsin serkeşliklerine, selîm muhakeme ve vahiyle terbiye edilmiş bir irâde ile mukabele edip onu itaat altına almalıdır.
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
RE: NEFİS TERBİYESİ

m_muaz yazdı:
selamun aleykum...hayırlı akşamlar...


Kişinin Kendi Nefsini Tezkiye Etmesi


Bu hususta Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
"Nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü hem de ondan sakınmayı ilham edene yemin olsun ki, nefsini tertemiz yapan kurtuluşa ermiş, onu (cehalet ve günahlar ile) mâsiyetlere gömen de ziyan etmiştir." (eş-Şems, 7-10)
Âyet-i kerîme muktezâsınca ancak Allah'ın temizlediği, yâni günahlardan arınmış, feyz ve takva ile terbiye olunmuş kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir. Hak Teâlâ'nın:21
"(Salih) kullarımın arasına katıl ve cennetime gir." (el-Fecr, 29-30) âyetindeki beşareti de yine bu mes'ûd kullar hakkındadır.
Diğer bir âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak:
"Gerçekten temizlenen ve Rabbinin ismini zikredip O'na kulluk eden kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir." (el-A'lâ, 14-15) buyurur.
Ayrıca âyet-i kerîmedeki sıralama da câlib-i dikkattir. Şöyle ki:
- Önce kalb, beden ve malı menfiliklerden güzelce temizlemek,
- Bu sayede Rab ile kul arasına giren gaflet perdelerini kaldırıp atmak,
- Sonra da helâl gıdalarla beslenmiş bir beden ve zâkir bir kalb ile huşu içerisinde tam bir ibâdet iklîmine girerek gönlü ruhanî lezzetlerle tezyîn etmektir.
Müfessir Bursevî'nin beyânı veçhile:
"Bu âyette, şeriate aykırı işlerden nefsi temizlemeye, kalbi dünyâ sevgisinden arındırmaya, gücü nisbetinde Allah'a yönelmeye, hattâ Allah'tan başkasını hatırlamaktan bile sakınmaya işaret vardır."
Nitekim Allah dostlarından Ebû Bekir Kettânî -kuddise sirruh-'a ölüm döşeğindeyken ne gibi bir ameli olduğu sorulduğunda, bu umdelerin adetâ fiilî bir numunesi mâhiyetinde şu güzel sözlerle mukabele etmiştir:
"- Ölümüm yakın olmasa, riya olacağı endişesiyle size amelimden bahsetmezdim. Tam kırk yıl kalbimin kapısında bekçilik yaptım. Onu Allah Teâlâ'dan başkasına açmamaya çalıştım. Kalbim o hâle geldi ki, Allah'tan başkasını tanımaz oldum."
İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-, yukarıdaki âyette geçen "tezekkâ" kelimesini, "Kişinin Lâ ilâhe illallah! demesidir." şeklinde tefsir eder. (Kurtubî, el-Câmî, xx, 22) Zîrâ tezkiyede ilk adım, kalbin küfür ve şirkten temizlenmesidir.
Nitekim kelime-i tevhîd, önce nefy ile başlar. Yâni "Lâ ilâhe" diyerek kalbden adetâ put hâline gelmiş nefsânî hevesler, çirkin ahlâk ve huylar çıkarılır. Sonra isbâta geçilir. Yâni "İllâllâh" demek suretiyle, bir nazargâh-ı ilâhî durumunda olan kalb, Allah Teâlâ'nın tevhîd nûrlarıyla doldurulur.
Şâir bu gerçeği ne güzel ifâde eder:
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak
Pâdişah girmez saraya hâne mâmûr olmadan
"Gönül sarayından Allah'tan gayrı ne varsa hepsini çıkar. Zirâ hâne mâmur olmadan pâdişâh, sarayı teşrif etmez."
Tezkiyenin ehemmiyeti sadedinde İbrahim Desûkî -kuddise sirruh- şöyle buyurur:
"- Ey oğlum! Gündüzlerini oruçla, gecelerini namazla geçirsen, temiz bir iç âlemine ve Hak ile hâlis bir muameleye de sahip olsan, sakın benlik iddiâsında bulunma! Sakın gurura mağlûb olup nefsin kandırmasına aldanma. Zîrâ nice derviş, nefsinin hevâsına kapılıp helak oldu."
Hâtem-i Esamm -kuddise sirruh- da şöyle buyurur:
"Muhteşem konaklara, verimli bağ ve bahçelere aldanma. Cennetten daha güzel bir yer yoktur. Fakat Hazret-i Âdem'in başına ne geldiyse, cennetin o sonsuz güzellikleri içindeyken geldi. Nefsi orada ebedî kalmak istedi. Yasak meyvaya yaklaştı. Murâd-ı ilâhî îcâbı, dünyâya indirilmekle cezalandırıldı.
İbâdet ve kerametinin çokluğuna aldanma. Zîrâ sâhib olduğu bunca keramete rağmen, Allah -celle celâlühû-'nun kendisine ism-i âzami öğrettiği Bel'am bin Baura'nın (Bkz. A'raf Sûresi, 175-176. âyet-i kerîmeler.) başına gelen hazîn akıbet, ne kadar ibretlidir.
Sen, sen ol; ilim ve amel çokluğuna da aldanma. Çünkü onca ilim ve tâatine rağmen iblisin başına neler geldi, bilmiyor musun?! Nefs ve şeytanın iğvâsıyla aldananlardan olma!
Nitekim kullarına merhameti sonsuz olan yüce Rabbimiz, âyet-i kerîmelerde şeytanın hîle ve tuzaklarına karşı îkaz sadedinde şöyle buyurur:
"İblis dedi ki: (Ey Rabbim!) Yemin ederim ki, beni azdırmana karşılık, ben de insanları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım." (el-A'raf, 16)
"(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!" (el-Hicr, 39)
Âbidlerin, zahirilerin yanında bulunuyorum diye de kendine güvenme. Zîrâ kuru kuruya bir beraberlik faydasızdır. Sâlebe (Sâlebe, önceleri mescidden ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in sohbetlerinden ayrılmazken, mal-mülk sahibi olup dünyâ sevgisi gönlünde yer edince, zamanla cemaati terketmiş, farz olan zekatını bile vermekten imtina ederek hazîn bir akıbete duçar olmuştur. (Taberî, Tefsir, XIV, 370-372; İbn-i Kesir, Tefsir, II, 388)., Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in sohbetinde duygusuzca bulunduğundan fecî bir akıbete uğradı.
Bir peygamber evlâdı olmasına rağmen Hazret-i Nuh'un oğlu, babasının davetinden kendisini müstağnî görmek gibi bir bedbahtlığa duçar oldu. Aralarındaki kan bağı dahî ona bir fayda vermedi. Netîcede, helak edilenlerden oldu.
Hazret-i Lût'un karısı, kâfir ve fâsıklara olan ünsiyet ve muhabbeti sebebiyle yanıbaşındaki hidâyet nurundan nasibsiz kaldı ve gaflet içerisinde küfrün karanlıklarına daldı.
Hülâsa; ilim, amel, mal, evlâd ve dost gibi ne kadar dayanak varsa âhiretteki kurtuluşun için bunlara çok güvenme! Bunlardan nefsine asla pay çıkarma."
Âyet-i kerîmede, "nefs engelini aşarak menfîliklerden arınanların kurtuluşa ereceği" ifâde buyuruluyor. Bu ifâdeden aynı zamanda "tezkiye olmayanların yâni benliklerini menfîliklerden arındırmayanların kurtuluşa eremeyecekleri" mânâsı ortaya çıkmaktadır.
Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurur:
"...Sen ancak göremedikleri hâlde Rablerinden korkanları ve namaz kılanları uyarabilirsin. «Kim temizlenirse», sırf kendi faydasına temizlenmiş olur. Nihayet varış Allah'adır." (Fâtır, 18)
Âyet-i kerîmede, peygamberlerin ümmetlerini fecî akıbetlere dâir inzâr ve korkutmalarının, ancak görmedikleri hâlde kalbleri Allah'ın haşyeti ile dolu olan, namaz kılan ve zahirlerini ibâdet ile tezyîn etmiş bulunan kimselere fayda vereceği beyân buyurulmaktadır.
Günahkâr kişi, günâhının vebalini ancak kendisi çekecek ve kimse ona ortak olamayacaktır. İşlenen hayırlar da sâdece sahibine fayda verecektir. Temizlenen kimse de, kendi lehine temizlenecektir.
Âyetteki "tezekkâ", haşyetullâh ve namazı huşu ile kılmaya da şâmildir.
"Allah'tan gerçek mânâda ancak âlim olanlar haşyet duyar." (Fatır, 28) âyeti, kişinin gerçek bilgiye eriştiği ölçüde, Allah'a karşı kalbî ürperişler içinde olacağını ifâde eder. Rabbini bilmeyen ve ondan haşyet duymayan kimselerin kalbleri ölüdür. Böylelerine îkâz ve nasîhat tesir etmez. Yâsîn Sûresi'nin yetmişinci âyetinde buyurulan "(Peygamber, Kur'ân ile kalbleri) diri olanları uyarsın diye..." beyânı da bunu anlatır. Yâni bâtında haşyet, zahirde de dosdoğru bir namaz olmalıdır.
Günahlardan temizlenmenin karşılığı, cennet ve onun yüksek dereceleridir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
"Kim de sâlih amellerde bulunmuş bir mümin olarak O'na varırsa, üstün dereceler işte sırf bunlar içindir. İçinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Adn cennetleri! İşte arınanların mükâfatı budur." (Tâhâ, 75-76)
Allah'tan başkasına gönül bağlamaktan kurtulmanın karşılığı ise cennetin de ötesinde bir nâiliyyet olan Cemâlullâh nîmetidir ki, orada Allah Teâlâ'nın tariflere sığmayan güzellikteki cemâlinin tecellîleri temaşa edilir. Kim kendi irâde ve ihtiyarı ile ve hakkıyla Allah'a yönelirse, O'nun dışında bir düşüncesi kalmaz. Allah'ı tanımak, yâni mârifetullâh da, tezkiye edildikten sonra nefsin hakîkatini öğrenmekle başlar. "Nefsini bilen, Rabbini de bilir." hakîkati, bu mânâya tekabül etmektedir.
İşte insanlığın ekseriyetle maddeye ram olup nefsâniyet sultasında ruhlarını kararttığı günümüzde, nefsin süflî ihtiraslarından müstağnî kalabilen nûrânî zevatın rehberliğine olan ihtiyâcımız daha da şiddetlidir. Bu münâsebetle Hak dostu maneviyât sultanlarının, kalbleri ihya eden nasîhat ve tavsiyelerinden ve onların bir nümûne-i imtisal olan ibret ve hikmet dolu yaşayışlarından kendi nâmımıza hisseler almalıyız.
Millî târihimizin zahir planında olduğu kadar maneviyât âleminde de zirve şahsiyetlerinden biri olan Yavuz Sultan Selîm Han'ın, yolumuzu aydınlatmaya medar olabilecek şu davranışı ne kadar manidardır:
O, zaferlerden zaferlere nail olduğu Mısır Seferi'nden dönerken, İstanbul halkının kendisini büyük bir heyecanla beklediğini haber aldı. Bunun üzerine şehre yaklaşmış olmasına rağmen, ordusunu Çamlıca'nın arka eteklerinde konaklatarak hemen İstanbul'a girmedi. Nice muazzam ordulara gâlib gelmiş olan Sultan, nefsine mağlûb oluvermek korkusuyla bin-bir endîşeye bürünerek lalası Hasan Can'a:
"- Lala! Hava kararsın, herkes evlerine dönsün de ondan sonra İstanbul'a girelim. Fânîlerin alkışları, zafer takları ve iltifatları bizi nefsimize mağrur edip yere sermesin!.." dedi.
Nihayet akşam olup her yer karanlığa gömüldükten sonra, gizlice ve alâyişsiz bir şekilde şehre girdi. Zîrâ o, ihtişam ve saltanatın nefsi düşürebileceği tuzaklara karşı uyanık bir sultan idi. Bir velînin kudsî nefesiyle irşâd olunmanın, dünyâ saltanatından da kıymetli olduğunu ifâde eden şu beyti pek meşhurdur:
Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş
Her mümin, sık sık nefsiyle iç hesaplaşmaya girerek, onu sîgaya çekmeli; manevî vaziyetine ciddî bir şekilde çeki-düzen verip, gidişatını kontrol altına almalıdır. Buna ruhiyat ilminde "bâtınî tefahhus" (nefs muhasebesi) denilir. İnsan, hiç olmazsa başını yastığa koyduğu her yirmi dört saatte bir, o günün muhasebesini yapmalı ve kendini sîgaya çekmelidir. Bunu alışkanlık hâline getirenlerin hatâda ısrar illetinden kurtulabilmeleri kolaylaşır.
Bu hususta İmâm Gazâlî Hazretleri'nin şu nasîhatlerine kulak verelim:
"Bir mümin, sabah namazını kıldıktan sonra ve güne başlamadan evvel, bir süre nefsi ile başbaşa kalıp, onunla bâzı muahedeler yapmalı ve birtakım şartlar üzerinde anlaşmalıdır. Nitekim bir tüccar da sermâyesini ortağına teslîm etmek mevkiindeyse onunla böyle muahedeler yapar. Bu arada ona bâzı ikâzlarda bulunmayı da ihmâl etmez. İnsan da nefsine şu îkâz ve telkinlerde bulunmalıdır:
«- Benim sermâyem ömrümdür. Ömrüm gidince anaparam da gider ve artık kâr ve kazanç sona erer. Fakat bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allah Teâlâ bu gün de bana müsâade ederek ikramda bulundu. Eğer beni öldürseydi, elbette bir günlüğüne de olsa geri gönderilip burada devamlı sâlih ameller ve çeşitli hayırlarda bulunmayı temennî edecektim. Şimdi kabul et ki öldürüldün ve geri çevrildin. O hâlde bugün günah ve mâsıyete katiyyen yaklaşma ve sakın ola ki bu günün bir ânını bile boşa geçirme. Zîrâ her nefes, paha biçilemeyen bir nîmettir.
İyi bil ki bir gün, gece ve gündüzü ile yirmi dört saattir. Kıyamet günü insanoğlunun önüne her gün için yirmi dört tane kapalı kutu getirilir. Kutunun birini açıp, o saatte yaptığı amellerin mükâfatı olarak, içinin nur ile dolu olduğunu görünce, Allah'ın lütfedeceği mükâfatı düşünerek kul öyle sevinir ki, bu sevinci cehennem halkı arasında paylaşılsa, cehennemin acısını duymaz olurlardı. İkinci kutuyu açtığında, bundan karanlık ve pis kokular çıkar ki, bu da isyan ile geçirdiği saattir. Buna da öyle üzülür ki, eğer bu üzüntü cennet halkına dağıtılsaydı, kederlerinden cennetin zevkini kaybederlerdi. Üçüncü bir kutu daha açılır ki içi tamamen boştur. Bu da uyku veya mubah şeylerle geçirdiği saattir. Fakat küçük bir hayrın ecrine dahî şiddetle ihtiyâç duyulan o günde, imkânı olduğu hâlde büyük bir kazancı kaybeden tüccarın hasreti gibi ve belki çok daha fazla yanar ve o saati boşa geçirmesinin acısıyla kıvranır.
O hâlde;
Ey nefsim! Fırsat eldeyken sandığını iyi doldur, sakın boş bırakma. Tembelliğe düşme, sonra yüksek derecelerden düşersin.»"
Bedenin azaları da, nefsin yardımcıları mevkiindedir. İnsan, onlara vazîfelerine göre husûsî tavsiyelerde bulunmalı, bu emânetleri kötü işlere bulaştırmamayı nefsine telkîn etmelidir.
Gözü; haramlara ve kalbi meşgul edecek faydasız, boş şeylere bakmaktan men etmeli,
Dili; "âfât-ı lisân" tâbir olunan dedikodu, gıybet, iftira, yalan, söz taşıma, kendini övme, başkalarını yerme, yaltaklanma gibi mezmûm şeylerden alıkoyup dâima zikir ve hayır sözlerle meşgul etmeli,
Mîdeyi; haram ve şüpheli gıdalardan sakındırıp, helâlleri de asgarî seviyede istîmâle alıştırmalıdır.
İnsan her hareketinde pek çok mubah şeylerle karşı karşıyadır. Gayesiz meşguliyetleri terk etmesi ise, en muvafık olanıdır. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Lüzumsuz şeyleri terk etmesi, kişinin iyi müslüman oluşundandır." (Tirmizî, Zühd, 11; İbn-i Mâce, Fiten, 12) buyurmuştur.
Yâni gerçek bir müminin konuşması zikir, bakışı ibret ve sükûtu tefekkür olmalıdır.
İşte nefs, bu gibi telkinlerle dâima gafletten uyanık tutulmalıdır.
Nefsi hesaba çekerken ihmâl edilmemesi gereken hususlardan biri de yaptığı amelin Allah için mi, yoksa nefsi için mi olduğunu yoklamaktır. Zîrâ insan, zaman zaman Allah için sâlih ameller işlediğini zannettiği hâlde, nefsânî duygularını tatmin için de hareket etmiş olabilir.
Nefs tezkiyesi neticesinde kalb, "selîm" hâle gelir. Kalb-i selîm merhalesinde şu üç hâl müşahede edilir:
1- Kimseyi incitmez. Bu, ittikâ ehlinin hâlidir. Kalb, nefsin şerrinden korunur. Güzel ahlâk teşekkül eder.
2- Kimseden incinmez. Bu da, muhabbet ehlinin hâlidir. Fânilerin medih ve yermeleri bir ehemmiyet ifâde etmez. Güneş ışığı karşısında aydınlatma ve karartmaların bir önemi olmayacağı gibi.
Şâir bu hâli şöyle ifâde eder:
Cihan bağında ey âşık budur maksûd-ı ins ü cin
Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin
3- Dünyâ menfaatiyle âhiret karşı karşıya gelince, âhireti tercih ederek rızâ-yı ilâhîyi hedefler.
Bütün bu söylediklerimizin hülâsası şudur:
Allah Teâlâ, bir imtihan âlemi olmasını murâd eylediği bu dünyada, her insanın önüne nefs engelini koymuş ve insanı, nefsin ortaya çıkaracağı güçlükleri yenerek muzaffer bir şekilde kendisine avdete memur eylemiştir. Nefs, hayra da şerre de vesîle olma istîdâdındaki bir vasıta hükmündedir. Dolayısıyla o, hem bir kazanç kapısı ve hem de kendisine tabî olunduğu takdîrde bir gayya kuyusudur. Nefsi tezkiyenin bereketi ise, dünyâda hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek derecede muazzamdır.
Cenâb-ı Hak cümlemizi nefsine galip gelenlerden eylesin! Âmin!

ve aleyküm selam.. size de hayırlı akşamlar olsun inşallah.. Allah razı olsun, yine çok güzel bir katkıda bulunmuşsunuz.. bölümün sonundaki duaya da gönülden amin diyorum.. kişinin en büyük cihadı, nefsine karşı yürüttüğüdür.. bizler inşallah böyle müslümanlar oluruz. çok teşekkür ederim.. sağolasınız.. emeğinize, elinize sağlık.. Allaha emanet olun. selametle kalın inş.B)
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
RE: NEFİS TERBİYESİ

m_muaz yazdı:
Nefsin Mâhiyeti

Cenâb-ı Hak, insan neslinin atası olan Âdem -aleyhisselâm- mahlûkâtın en mükerremi kılarak cennette yaratmıştır. Lâkin Hak Teâlâ Âdem ve nesline lütfettiği şeref ve itibârın îcâbı olarak, onun cennette bulunmasının sırf lütuf ile değil; istihkak netîcesinde, yâni bir bedel karşılığında mükâfat olarak gerçekleşmesini irâde buyurmuştur. Bu murâd-i ilâhinin gerçekleşmesi için de Âdem -aleyhisselâm-, malum zelleye dûçar olmuş ve bu zahirî sebeple vatan-ı aslîsi olan cennetten çıkarılıp bir imtihan âlemi olan dünyâya gönderilmiştir.
Hazret-i Âdem ve neslinin tekrar cennete dönmesinin bir mükâfat olarak tecellî edebilmesi için, insanın birtakım güçlükleri aşması gerekli olmuştur.
İşte bu sebeplerledir ki Cenâb-ı Hak, diğer varlıklardan farklı olarak Hazret-i Âdem ve onun neslini zıt tecellîlere mazhar kılmıştır. Bunun netîcesinde de insanların, aşağıların en aşağısı demek olan "esfel-i sâfilîn" ile yücelerin en yücesi olan "âlâ-yı illiyyîn" arasında, hak ettiği bir mevkîde bulunmalarını murâd etmiştir. Yâni eşref-i mahlûkat olan insan, hem fıtrî sermayesi ve hem de bu sermayeyi hayra veya şerre kullanmaya medar olan cüz'î iradesiyle, "bel hum edall", yâni "hayvandan da aşağı" bir mevkî ile "melekten bile üstün" bir nokta arasında yerini alır. Bu ise, kulun gayretine ve fıtratında mevcud olan müsbet ve menfi temâyüller arasındaki mücâdeleden hâsıl edeceği netîceye göre gerçekleşecektir. İşte insanoğlunun birtakım müsbet temayüllerle techîz edilmiş olmasına mukabil, bâzı menfî temayüllerle de malul kılınması, bu hikmete mebnîdir.
Tasavvufî anlayışa göre, insanoğlunda bir arada bulunan müsbet ve menfî temayüller ise, "rûh-i hayvânî" ve "rûh-i sultanî" tâbir olunan merkezlerden neş'et etmektedir.
Rûh-i hayvânî , insanın hayatiyetini devam ettirmesini sağlayan, biyolojik yapıya hükmeden latîf bir güçtür ki, ona "can" veya "nefs" de denilmektedir. Uykudaki bir insanda rûh-i hayvânî hükmünü icraya devam ettiği içindir ki, biyolojik faaliyetlerin pek çoğu bu esnada da gayr-i iradî devam eder. Sultanî ruh ise, uyandığı anda geriye dönmek üzere uyuyan insanı terk eder. Bedeni hareket ettiren, konuşturan velhâsıl her türlü faaliyetin icra ve îfâsına sebep teşkîl eden, ancak ölümle beraber bedenden çıkacak olan ruh, hayvânî ruhtur. Merkezi dimağ veya kalbde olup bedenin bütün uzuvlarına yayılmış ve asıl hükümranlığını kan üzerinde kurmuştur. Halk âleminden ( Halk âlemi: Zaman ve mekânla mukayyed olarak yaratılmış varlıklardan teşekkül eden âlemdir. Buna mülk ve şehâdet âlemi de denilir. Zahirî beş duyumuzla hissettiğimiz şeyler bu âlemdendir.) olan ve davranışların başlangıç noktasını oluşturan bu ruh, terbiye edilmediği takdîrde insan üzerinde menfî tasarruflarda bulunabilmektedir.
Rûh-i sultanî ise Cenâb-ı Hakk'ın insana kendi ruhundan üflediği ruhtur ki, insanı diğer canlılardan ayıran hususiyet budur. Emir âleminden ( Emir âlemi: Zaman ve madde mevzubahis olmaksızın Cenâb-ı Hakk'ın "kün" (ol) emri ile var olan âlemdir. Buna melekût ve gayb âlemi de denilir. Akıl, nefs, ruh, kalb, sır vb. letâifler bu âleme aittir.) olan bu ruhun bedenle beraberliği, müsbet tasarruflarda bulunmak içindir. İnsan, bedenine giydirilen bu ruh ile kulluk ve tâatte bulunur, sâlih amellere yönelir. Bu ruh, bedenin öldükten sonra çürüyüp yok olmasından etkilenmez. Ölümle ancak beden üzerindeki tasarrufu son bulur.
İnsan, kendi içindeki bu iki zıt kutbun çalışmalarıyla hâl ve gidişatına istikâmet vermektedir. Sultanî ruh galip geldiğinde, sâlih amellere ve güzel ahlâka yönelmekte; aksine hayvânî ruh galip geldiğinde ise türlü günahlara ve ahlâksızlıklara düşmektedir.
İnsanoğlu, nefsini kendi irâdesi ile şekillendirenime istîdâd ve imkânına belli bir ölçüde sâhib kılındığı içindir ki, mükâfata da mücâzâta da muhâtab olabilecek bir varlıktır.
Dünyâ imtihanında aşılması gereken en büyük engellerden biri olan "nefs", umumiyetle insanın mâruz kılındığı menfî temayülleri akla getirir. Hâlbuki onun özünde bir mücevher gibi müsbet bir mâhiyet de vardır. İnsanoğlunun vazifesi onu, toz-toprak hükmündeki menfîliklerden manevî terbiye ile arındırarak özündeki cevheri ortaya çıkarmaktır.
Bir insan, gurbete çıktığında vatanına eli boş dönmemek için nasıl çalışıp didinirse, büyük bir gurbet diyarı olan bu dünyâda da âhiret saadeti için öylece sa'y ü gayret göstermelidir. Zîrâ her insan, âhiretteki ebedî saadet veya hüsranını bu dünyâdan götürecek, yâni bir bakıma istikbâldeki kaderini dünyâ hayatında tâyin edecektir.
Ebedî saadet ve selâmetin en temel şartlarından biri, nefsi, sâlih amellere medar olabilecek bir kıvama ulaştırabilmektir. Böyle bir gayeden mahrum olan nefs, azgın bir at gibidir. Azgın bir at, sahibini menzil-i maksûda ulaştırmak yerine, uçurumlardan yuvarlayarak onun helakine sebep olur. Fakat bir binek atı iyi terbiye edilip, güzelce gemlenmişse, sahibini en tehlikeli yollardan bile selâmetle taşıyıp götürür. Nasıl ki, terbiye edilmemiş bir atla arzu edilen hedefe ulaşmak mümkün değilse, ıslâh edilememiş ve kontrol altına alınamamış bir nefs ile de hayâtın ulvî gayesini gerçekleştirmek mümkün değildir.
Hakîkaten nefs, mahlûkât içerisinde insanı hem mükerrem bir mevkîye yüceltebilen, hem de bunun zıddı olarak esfel-i sâfilîne düşürebilen, iki veçheli bir vâsıtadır. Islâh edildiğinde hayra; terbiye olunmadığında ise şerre vesîle olma istîdâdına sahip olan, adetâ iki ağızlı bir bıçak hükmündedir.
Manevî irşad ve kontrolden mahrum her nefs, hakîkatleri gafletle örten acı bir mahrumiyet sebebidir. Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi insan, nefs engeline rağmen mezmûm ahlâktan kurtulup tezkiye edildiği takdîrde, melekleri bile geçebilir. Zîrâ her netîcenin şerefi, ona ulaşmak için bertaraf edilen güçlükler nispetindedir.
Allah ile kul arasına bir gaflet perdesi olarak girip onu aslî istikâmetinden uzaklaştıran ve kalbleri Allah'tan gayrısıyla meşguliyete sevk eden, yine nefsin mezmûm sıfatlarıdır. Onun bitmek tükenmek bilmeyen süflî iştiyak ve ihtiraslarına, ancak ciddî bir kararlılıkla tatbîk edilecek terbiyevî usûllerle karşı konulabilir. Bu da, daimî bir uyanıklık ve azim isteyen amansız bir mücâdele demektir. Bu sebepledir ki Âlemlerin Efendisi bir hadîs-i şeriflerinde:
"(Hakîkatte) mücâhid, nefsine karşı cihâd eden kimsedir. " (Tirmizî, Fezâ-ilü'l-Cihâd, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 20) buyurmuşlardır.
Nefs, kendisine karşı girişilen mücâhede ile ölmez, ancak kontrol altına alınabilir. Zâten matlûb olan da nefsi yok etmek değil, onu aşırılıklardan sakındırıp arzu ve temayüllerini ilâhî rızâya muvafık düstûrlarla tahdîd ve terbiye edebilmektir. Bu hususta İmâm Gazâlî, insanı bir süvariye benzeterek şöyle der:
"Nefs, ruhun bineğidir. Eğer insan, nefsin dizginlerini salıverir ve onun gittiği istikâmete kendini bırakırsa helak olması mukadderdir. (Bazı Hint dinlerinde ve mistik felsefelerde yapıldığı gibi) şayet onu öldürmeye çalışırsa, bu sefer de hakîkat yolunda bineksiz kalır. O hâlde nefsinin dizginlerini elinde tut ve bineğinden istifade et!"
Nefsin terbiyesinde bu ölçüye riâyet edilmesi, aynı zamanda nebevî usûlün muktezâsıdır. Zîrâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yememek, içmemek, aile hayatı yaşamamak üzere kendilerini ibâdete hasretmek isteyenlere manî olmuş; İslâm'da bu çeşit bir tecerrüd ve ruhbanlığın mevcûd olmadığını tâlim ederek, hayatın içinde ve cemiyetle bir arada iken de mümkün olan ruhî terakkînin yolunu göstermiştir.
Diğer taraftan pek zorlu bir mücâdele olan bu terbiye esnasında, nefsin hâl ve mertebelerinde birtakım merhalelerle karşılaşılır. Nefsin en büyük âfetlerinden biri ise, geçirdiği bu tebeddülat (değişiklikler) ve terakkî esnasında bir varlık vehmine kapılmak ve kendini beğenmişliğe sürüklenmektir. Bu, gizli bir kibir ve ucubdur. Nefse karşı girişilen mücâdelede en ufak bir ihmâl ve gevşeklik meydana gelirse o, derhal eski hâline avdet eder. Zîrâ o, dâima pusuda olduğu için şerrinden hiçbir zaman emîn olunamaz.
Bu sebeple her mümin, bağrında taşıdığı bu müthiş müessirin, manevî hayât için öldürücü tehlikelerine karşı daimî bir uyanıklığı zaruret bilmelidir. Nefsin serkeşliklerine, selîm muhakeme ve vahiyle terbiye edilmiş bir irâde ile mukabele edip onu itaat altına almalıdır.


Allah razı olsun güzel ve faydalı katılımlarınız için....rabbim sevabınızı yazsın inşallah..çok güzeldi, emeğinize sağlık... inşallah faydalı oluruz.. selametle kalın inşallah
 

m_muaz

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
7,359
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: NEFİS TERBİYESİ

aliye_aliye yazdı:
m_muaz yazdı:
Nefsin Mâhiyeti

Cenâb-ı Hak, insan neslinin atası olan Âdem -aleyhisselâm- mahlûkâtın en mükerremi kılarak cennette yaratmıştır. Lâkin Hak Teâlâ Âdem ve nesline lütfettiği şeref ve itibârın îcâbı olarak, onun cennette bulunmasının sırf lütuf ile değil; istihkak netîcesinde, yâni bir bedel karşılığında mükâfat olarak gerçekleşmesini irâde buyurmuştur. Bu murâd-i ilâhinin gerçekleşmesi için de Âdem -aleyhisselâm-, malum zelleye dûçar olmuş ve bu zahirî sebeple vatan-ı aslîsi olan cennetten çıkarılıp bir imtihan âlemi olan dünyâya gönderilmiştir.
Hazret-i Âdem ve neslinin tekrar cennete dönmesinin bir mükâfat olarak tecellî edebilmesi için, insanın birtakım güçlükleri aşması gerekli olmuştur.
İşte bu sebeplerledir ki Cenâb-ı Hak, diğer varlıklardan farklı olarak Hazret-i Âdem ve onun neslini zıt tecellîlere mazhar kılmıştır. Bunun netîcesinde de insanların, aşağıların en aşağısı demek olan "esfel-i sâfilîn" ile yücelerin en yücesi olan "âlâ-yı illiyyîn" arasında, hak ettiği bir mevkîde bulunmalarını murâd etmiştir. Yâni eşref-i mahlûkat olan insan, hem fıtrî sermayesi ve hem de bu sermayeyi hayra veya şerre kullanmaya medar olan cüz'î iradesiyle, "bel hum edall", yâni "hayvandan da aşağı" bir mevkî ile "melekten bile üstün" bir nokta arasında yerini alır. Bu ise, kulun gayretine ve fıtratında mevcud olan müsbet ve menfi temâyüller arasındaki mücâdeleden hâsıl edeceği netîceye göre gerçekleşecektir. İşte insanoğlunun birtakım müsbet temayüllerle techîz edilmiş olmasına mukabil, bâzı menfî temayüllerle de malul kılınması, bu hikmete mebnîdir.
Tasavvufî anlayışa göre, insanoğlunda bir arada bulunan müsbet ve menfî temayüller ise, "rûh-i hayvânî" ve "rûh-i sultanî" tâbir olunan merkezlerden neş'et etmektedir.
Rûh-i hayvânî , insanın hayatiyetini devam ettirmesini sağlayan, biyolojik yapıya hükmeden latîf bir güçtür ki, ona "can" veya "nefs" de denilmektedir. Uykudaki bir insanda rûh-i hayvânî hükmünü icraya devam ettiği içindir ki, biyolojik faaliyetlerin pek çoğu bu esnada da gayr-i iradî devam eder. Sultanî ruh ise, uyandığı anda geriye dönmek üzere uyuyan insanı terk eder. Bedeni hareket ettiren, konuşturan velhâsıl her türlü faaliyetin icra ve îfâsına sebep teşkîl eden, ancak ölümle beraber bedenden çıkacak olan ruh, hayvânî ruhtur. Merkezi dimağ veya kalbde olup bedenin bütün uzuvlarına yayılmış ve asıl hükümranlığını kan üzerinde kurmuştur. Halk âleminden ( Halk âlemi: Zaman ve mekânla mukayyed olarak yaratılmış varlıklardan teşekkül eden âlemdir. Buna mülk ve şehâdet âlemi de denilir. Zahirî beş duyumuzla hissettiğimiz şeyler bu âlemdendir.) olan ve davranışların başlangıç noktasını oluşturan bu ruh, terbiye edilmediği takdîrde insan üzerinde menfî tasarruflarda bulunabilmektedir.
Rûh-i sultanî ise Cenâb-ı Hakk'ın insana kendi ruhundan üflediği ruhtur ki, insanı diğer canlılardan ayıran hususiyet budur. Emir âleminden ( Emir âlemi: Zaman ve madde mevzubahis olmaksızın Cenâb-ı Hakk'ın "kün" (ol) emri ile var olan âlemdir. Buna melekût ve gayb âlemi de denilir. Akıl, nefs, ruh, kalb, sır vb. letâifler bu âleme aittir.) olan bu ruhun bedenle beraberliği, müsbet tasarruflarda bulunmak içindir. İnsan, bedenine giydirilen bu ruh ile kulluk ve tâatte bulunur, sâlih amellere yönelir. Bu ruh, bedenin öldükten sonra çürüyüp yok olmasından etkilenmez. Ölümle ancak beden üzerindeki tasarrufu son bulur.
İnsan, kendi içindeki bu iki zıt kutbun çalışmalarıyla hâl ve gidişatına istikâmet vermektedir. Sultanî ruh galip geldiğinde, sâlih amellere ve güzel ahlâka yönelmekte; aksine hayvânî ruh galip geldiğinde ise türlü günahlara ve ahlâksızlıklara düşmektedir.
İnsanoğlu, nefsini kendi irâdesi ile şekillendirenime istîdâd ve imkânına belli bir ölçüde sâhib kılındığı içindir ki, mükâfata da mücâzâta da muhâtab olabilecek bir varlıktır.
Dünyâ imtihanında aşılması gereken en büyük engellerden biri olan "nefs", umumiyetle insanın mâruz kılındığı menfî temayülleri akla getirir. Hâlbuki onun özünde bir mücevher gibi müsbet bir mâhiyet de vardır. İnsanoğlunun vazifesi onu, toz-toprak hükmündeki menfîliklerden manevî terbiye ile arındırarak özündeki cevheri ortaya çıkarmaktır.
Bir insan, gurbete çıktığında vatanına eli boş dönmemek için nasıl çalışıp didinirse, büyük bir gurbet diyarı olan bu dünyâda da âhiret saadeti için öylece sa'y ü gayret göstermelidir. Zîrâ her insan, âhiretteki ebedî saadet veya hüsranını bu dünyâdan götürecek, yâni bir bakıma istikbâldeki kaderini dünyâ hayatında tâyin edecektir.
Ebedî saadet ve selâmetin en temel şartlarından biri, nefsi, sâlih amellere medar olabilecek bir kıvama ulaştırabilmektir. Böyle bir gayeden mahrum olan nefs, azgın bir at gibidir. Azgın bir at, sahibini menzil-i maksûda ulaştırmak yerine, uçurumlardan yuvarlayarak onun helakine sebep olur. Fakat bir binek atı iyi terbiye edilip, güzelce gemlenmişse, sahibini en tehlikeli yollardan bile selâmetle taşıyıp götürür. Nasıl ki, terbiye edilmemiş bir atla arzu edilen hedefe ulaşmak mümkün değilse, ıslâh edilememiş ve kontrol altına alınamamış bir nefs ile de hayâtın ulvî gayesini gerçekleştirmek mümkün değildir.
Hakîkaten nefs, mahlûkât içerisinde insanı hem mükerrem bir mevkîye yüceltebilen, hem de bunun zıddı olarak esfel-i sâfilîne düşürebilen, iki veçheli bir vâsıtadır. Islâh edildiğinde hayra; terbiye olunmadığında ise şerre vesîle olma istîdâdına sahip olan, adetâ iki ağızlı bir bıçak hükmündedir.
Manevî irşad ve kontrolden mahrum her nefs, hakîkatleri gafletle örten acı bir mahrumiyet sebebidir. Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi insan, nefs engeline rağmen mezmûm ahlâktan kurtulup tezkiye edildiği takdîrde, melekleri bile geçebilir. Zîrâ her netîcenin şerefi, ona ulaşmak için bertaraf edilen güçlükler nispetindedir.
Allah ile kul arasına bir gaflet perdesi olarak girip onu aslî istikâmetinden uzaklaştıran ve kalbleri Allah'tan gayrısıyla meşguliyete sevk eden, yine nefsin mezmûm sıfatlarıdır. Onun bitmek tükenmek bilmeyen süflî iştiyak ve ihtiraslarına, ancak ciddî bir kararlılıkla tatbîk edilecek terbiyevî usûllerle karşı konulabilir. Bu da, daimî bir uyanıklık ve azim isteyen amansız bir mücâdele demektir. Bu sebepledir ki Âlemlerin Efendisi bir hadîs-i şeriflerinde:
"(Hakîkatte) mücâhid, nefsine karşı cihâd eden kimsedir. " (Tirmizî, Fezâ-ilü'l-Cihâd, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 20) buyurmuşlardır.
Nefs, kendisine karşı girişilen mücâhede ile ölmez, ancak kontrol altına alınabilir. Zâten matlûb olan da nefsi yok etmek değil, onu aşırılıklardan sakındırıp arzu ve temayüllerini ilâhî rızâya muvafık düstûrlarla tahdîd ve terbiye edebilmektir. Bu hususta İmâm Gazâlî, insanı bir süvariye benzeterek şöyle der:
"Nefs, ruhun bineğidir. Eğer insan, nefsin dizginlerini salıverir ve onun gittiği istikâmete kendini bırakırsa helak olması mukadderdir. (Bazı Hint dinlerinde ve mistik felsefelerde yapıldığı gibi) şayet onu öldürmeye çalışırsa, bu sefer de hakîkat yolunda bineksiz kalır. O hâlde nefsinin dizginlerini elinde tut ve bineğinden istifade et!"
Nefsin terbiyesinde bu ölçüye riâyet edilmesi, aynı zamanda nebevî usûlün muktezâsıdır. Zîrâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yememek, içmemek, aile hayatı yaşamamak üzere kendilerini ibâdete hasretmek isteyenlere manî olmuş; İslâm'da bu çeşit bir tecerrüd ve ruhbanlığın mevcûd olmadığını tâlim ederek, hayatın içinde ve cemiyetle bir arada iken de mümkün olan ruhî terakkînin yolunu göstermiştir.
Diğer taraftan pek zorlu bir mücâdele olan bu terbiye esnasında, nefsin hâl ve mertebelerinde birtakım merhalelerle karşılaşılır. Nefsin en büyük âfetlerinden biri ise, geçirdiği bu tebeddülat (değişiklikler) ve terakkî esnasında bir varlık vehmine kapılmak ve kendini beğenmişliğe sürüklenmektir. Bu, gizli bir kibir ve ucubdur. Nefse karşı girişilen mücâdelede en ufak bir ihmâl ve gevşeklik meydana gelirse o, derhal eski hâline avdet eder. Zîrâ o, dâima pusuda olduğu için şerrinden hiçbir zaman emîn olunamaz.
Bu sebeple her mümin, bağrında taşıdığı bu müthiş müessirin, manevî hayât için öldürücü tehlikelerine karşı daimî bir uyanıklığı zaruret bilmelidir. Nefsin serkeşliklerine, selîm muhakeme ve vahiyle terbiye edilmiş bir irâde ile mukabele edip onu itaat altına almalıdır.


Allah razı olsun güzel ve faydalı katılımlarınız için....rabbim sevabınızı yazsın inşallah..çok güzeldi, emeğinize sağlık... inşallah faydalı oluruz.. selametle kalın inşallah



selamun aleykum..Rabbim sizden ve herkestende razı olsun.. inş..yazdıklarımız faydalı olucaktır inş..selametle kalın..
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
RE: NEFİS TERBİYESİ

selamun aleykum..Rabbim sizden ve herkestende razı olsun.. inş..yazdıklarımız faydalı olucaktır inş..selametle kalın

ve aleyküm selam, amin ecmain inşallah. faydalı olabilmek duasıyla. selametle kalın
 

evindar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2006
Mesajlar
1,413
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: NEFİS TERBİYESİ

Nefis daima kötülüğü emreder. Bir iyilik yapmak ona ağır gelir. O yüzden yapacağımız en önemli şey, güzellikleri sergilemektir.

ALLAH (C.C) sizden razı olsun kardeşim. Nefsimizi yenebilen kullardan olabilmek duası ile.

selamünaleyküm
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
RE: NEFİS TERBİYESİ

evindar yazdı:
Nefis daima kötülüğü emreder. Bir iyilik yapmak ona ağır gelir. O yüzden yapacağımız en önemli şey, güzellikleri sergilemektir.

ALLAH (C.C) sizden razı olsun kardeşim. Nefsimizi yenebilen kullardan olabilmek duası ile.

selamünaleyküm

ve aleyküm selam ablam.. rabbimiz (c.c) sizden de razı olsun inş. amin, rabbim nefislere karşı bizlerin yardımcısı olsun inş. Allah'a emanet olun.. dua ileB)B)B)
 

RECEB-I KAMER

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Nis 2007
Mesajlar
3,770
Tepki puanı
77
Puanları
48
Yaş
38
Konum
vakt-i seher
RE: NEFİS TERBİYESİ

SELAMUN ALEYKÜM..ELİNİZE SAĞLIK..RABBİM BİZLERİ NEFSİMİZİN ŞERRİNDEN KORUSUN..NEFSİNE HAKİM OLAN BAHTİYARLARDAN OLURUZ İNŞAALLAH..ALLAHA EMANET OLUN..
 

cemil cemil

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
14 Mar 2007
Mesajlar
304
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: NEFİS TERBİYESİ

NEFİS VE NEFSİN TEZKİYESİ

Arapça bir kelime olan nefs, lügatte, ruh, bir şeyin kendisi, akıl, insan bedeni, ceset, kan, azamet, arzu ve kötü istekler gibi manalara gelmektedir.(1)

Tasavvufî olarak da, "kendisinde iradi hareket, his ve hayat kuvveti bulunan latif buharlı bir cevherdir."(2) şeklinde tanımlanır. Kötülüğü emreden manasında anlaşıldığı gibi, Allah tarafından insana üflenen ve "ruh-ı Rahmani", "ilahi ben" manasına da kullanılmıştır.(3)

Nefs kelimesi Kur’an-ı Kerim’de ; zatullah(4) , insan ruhu(5), kalp(6), insan bedeni(7), bedenle beraber ruh(8), insana kötülüğü emreden kuvvet(9), zat ve şahıs(10) ve cins(11) anlamlarına gelecek şekilde kullanılmıştır.(12)

Nefsin tezkiyesi tabiri ise, kişinin kötü istek ve arzulardan arınması ve kendine hakim olabilmesi anlamında kullanılmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’de "nefsini temizleyen kurtuldu. Onu fenalıklara gömen kimse de ziyana uğradı."(13) buyrulmaktadır ki bu ayette nefis temizlenmesi gereken, arıtılmaya muhtaç bir hasse olarak kullanılmıştır.

Kişinin nefsini temizlemeden yüce makamlara ulaşmayı beklemesi hayaldir.

Sen canından geçmeden canan arzu kılarsın

Belden zünnar kesmeden iman arzu kılarsın

Men aref nefse dersin kendi nefsin bilmezsin

Melaikeden yukarı seyran arzu kılarsın. (Eyüplü Memiş Efendi)(14)

"Nefsin hüsn-i hali, ahlak-ı zemimesinden geçirüb mücahede ve riyazatla ahlak-ı hamideyle muttasıf kılmaktır. Zira bir kimse Hak için benliğini terk idüb, kendi sıfatını fani (bilip), sıfat-ı Hak ile baki kalırsa terk ettiği şeyler bedeli min-tarafillah hediyelere mazhar olup nice halde lika-i Bari’ye vuslatla mesrur olur."(15) diyen Safer Baba nefsi terbiye yolunda çekilecek cefanın Allah tarafından gelecek hediye ve icabetlerle unutulacağını ve nihayette Allah’a vuslatla mutlu olan insanın hiç sıkıntı çekmemiş gibi olacağını çok güzel bir şekilde izah etmiştir.

Yine Safer Baba; Hak yolunda mücahede olmadan vuslata, mertebelere ve derecelere nailiyyetin imkansız olduğunu, nefsin kul ile Rab arasında bir perde olduğunu, nefsin aradan çıkarılmadan Hakkın tecellilerine mazhar olmanın zor olduğunu, bu nefis perdesinin de ancak Nur-ı Muhammediyye’nin doğmasıyla kalkabileceğini ve o zaman bu nurun sahibinin Hakka Yakin olup, halktan emin olabileceğini, takva elbisesine bürünüp şerden emin olup hayır ve hasenata erişebileceğini ifade eder.(16)

Nefse hakim olmak arzu ve isteklerine veya öfkesine hakim olmak, sabretmek demektir.(17)

Nefisle mücadele dünyevi muharebeden güçtür. Çünkü nefis gizli ve insanın içinde bulunan, daim savaş halinde bulunan bir düşmandır ki her an fırsat gözetmektedir. Zahiri düşman ise dışarıdadır ve düşmanlığı açıktır. Onunla savaş belli bir zamanda cereyan eder ve biter. Nefis ise sürekli mücadele verilmesi gereken bir düşmandır. Nefsini terbiye edememiş kararsız şahsiyetlerin öz yapılanmasını sağlamadan/sağlayamadan zahir düşmanlara savaş açması kuru bir cehalet veya hamasetten mütevellid bir safdilliktir.

Konumuz büyük cihat-küçük cihat tartışması olmadığı için burada sadece ihlası kuşanamamış zengin, alim ve şehidin Allah’ın emri üzere cehenneme atıldığını haber veren Buhari hadisine işaret etmekle yetiniyoruz.

Nefis öyle bir perdedir ki, kulu Mevlasından perdeler. Nefis kalpleri istila edip kapladı mı onları esir eder, emri altına alır, hükümran olur. Nefis bir kalbin hakimi olduğu müddet, dünya ve baş olma sevgisi katiyyen kulun kalbinden çıkmaz. O nefsin öyle bir teşkilatı vardır ki, ancak Allah’ın yardımı ile ondan kurtulmak mümkün olur. Kötü hevai istekler, şirk hali, halkla çekişmek,kötü zan, kibir ve varlık davası, saygısızlık, meşhur olmak,ün yapmak gibi daha neler neler... Hep bunlar onun için hayattır. Her kim ki, nefsine şefkat gözüyle bakar ebedi felah bulmaz. İnsan öldürücü bir zehirden nasıl korunursa nefisten de öyle korunmalıdır. Mutlaka nefisle uğraşmak icap eder. Nefsi teraziye vurmak, o övüldükten sonra hemen kötülüğünü tasvir etmek, bir izzet içinde midir, hemen zillete döndürmek, bir ikram içinde mi yaşıyor elinden alıp küçük düşürmek bütün bu sayılanlar nefis için bir ölçü aletidir. Nefsine karşı açtığı mücahede ve mücadeleyi bırakanın vay haline.(18)

Hz Şeyh Beka Batur (ks) şöyle der: "Bir kimse nefsini altetmek için Allah’tan yardım talebinde bulunmazsa nefsi onu yener”.(19)

Hz Şeyh Aliyyü’l- Havvas (ks) ise: "Nefis övüldükçe kirlenir, zemmedildikçe temizlenir."(20) demiştir.

Nefse uyup rah-ı Hak’dan taşra çıkmak yol mudur,

Kibr u ucb ile adın dervişe takmak yol mudur,

Matlubun a’la iken ednaya bakmak yol mudur,

Yar-ı Baki var iken ağyare bakmak yol mudur.



Nice bir emmarelikte eyleye nefsin karar,

İşidüp "fefirruilallah" ile ol yana firar,

Tövbe kıl cürme Hüdayi eyle Hakk’a itizar,

Her muradı Hak verirken gayra bakmak yol mudur.(21)

Nefis şahine benzer. Bunu yetiştirmek ve alıştırmak için karanlık bir yere hapsederler. Gözlerini kaparlar ve alıştığı her şeyden uzak tutarlar. Sonra yavaş yavaş et verirler. Böylece sahibine alışır ve ona itaat eder. Bunun gibi nefis de alışkın olduğu adetlerinden kesilmedikçe, gözü, kulağı ve dili bağlanmadıkça Allah Teala ile yakınlık kuramaz. İlk zamanlar küçük çocuğu sütten kesmek gibi bu nefse zor gelir. Fakat bir zaman sonra sütten kesilmiş bir çocuğun bir daha meme almaması gibi olur.

Herkesin riyazeti daha çok sevdiği ve istediği şeyi nefsine yaptırmamaktır. Galip olan şeyi yapmamasıdır. Makam ve iktidarı seven nefsine bunun terkini söylemeli, mal ve serveti seven bunun terkini söylemelidir. Bunun gibi Allah Teala’dan başka şeyle teselli bulmak isteyen bu fikri zorla kendinden uzaklaştırmalı ve nefsini ebedi lazım olacak şeye gayret ettirmelidir. Ölüm zamanında seni bırakacak olan şeyleri bugün ölüm gelmeden bile bile seve seve sen bırak ve Allah Teala’ya ibadetle uğraş.(22)

Biz bu çalışmamızda nefsin ne demek olduğunu, onunla mücadele etmenin gerekliliğini, sonuçlarını ve mücadelenin nasıl olabileceğini izah etmeye çalıştık.

Allah bizleri ve tüm inananları nefsin hile ve desiselerinden uzak kalarak iman ve ibadetle temiz bir hayat süren kullarından eyleyip, bizi, göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimize bırakmasın. Amin.



Dipnotlar: 1- İbrahim, Mustafa, el-Mucemü’l-Vasit, Kahire 1972, Daru’d-Da’ve, s.940; DOĞAN, D.Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, Ank.1996, Yeni Şafak, s.838; CEBECİOĞLU,Ethem,Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ank.1997, Rehber Yay. s.545;Safer Baba, Istılahat-ı Sofiyye fi Vatan-ı Asliye, Tasavvuf Terimleri, İst. 1998, Heten Keten Yay. s.209. 2- Cebecioğlu, a.g.e. s.545. 3- A.y. 4- Taha/41 5- Fecr/27 6- Ali İmran/154, 7- Ali İmran/145, 8- Bakara/286, 9- Yusuf/53, 10- Bakara/48, 11- Tevbe/128, 12- Cebecioğlu, a.g.e. ss.545-6, 13- Şems/9-10, 14- Safer Baba, a.g.e. ss. 209-10, 15- Safer Baba, Istılahat, s.210, 16- A.y. 17- Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri, s.546, 18- Safer Baba, Istılahat, ss. 210-1, 19- A.y. 20- A.e. s.213, 21- A.e. s.214, 22- İmam Gazzali,Kimyay-ı Saadet, İst.1989, Erkam Yay. s.348.




--------------------------------------------------------------------------------
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
RE: NEFİS TERBİYESİ

RECEB BOZKUS yazdı:
SELAMUN ALEYKÜM..ELİNİZE SAĞLIK..RABBİM BİZLERİ NEFSİMİZİN ŞERRİNDEN KORUSUN..NEFSİNE HAKİM OLAN BAHTİYARLARDAN OLURUZ İNŞAALLAH..ALLAHA EMANET OLUN..

ve aleyküm selam Recep kardeşim.. amin inşallah, Allah razı olsun sizden de...Allaha emanet olun.. Baki selamlar
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
RE: NEFİS TERBİYESİ

cemil cemil yazdı:
NEFİS VE NEFSİN TEZKİYESİ

Arapça bir kelime olan nefs, lügatte, ruh, bir şeyin kendisi, akıl, insan bedeni, ceset, kan, azamet, arzu ve kötü istekler gibi manalara gelmektedir.(1)

Tasavvufî olarak da, "kendisinde iradi hareket, his ve hayat kuvveti bulunan latif buharlı bir cevherdir."(2) şeklinde tanımlanır. Kötülüğü emreden manasında anlaşıldığı gibi, Allah tarafından insana üflenen ve "ruh-ı Rahmani", "ilahi ben" manasına da kullanılmıştır.(3)

Nefs kelimesi Kur’an-ı Kerim’de ; zatullah(4) , insan ruhu(5), kalp(6), insan bedeni(7), bedenle beraber ruh(8), insana kötülüğü emreden kuvvet(9), zat ve şahıs(10) ve cins(11) anlamlarına gelecek şekilde kullanılmıştır.(12)

Nefsin tezkiyesi tabiri ise, kişinin kötü istek ve arzulardan arınması ve kendine hakim olabilmesi anlamında kullanılmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’de "nefsini temizleyen kurtuldu. Onu fenalıklara gömen kimse de ziyana uğradı."(13) buyrulmaktadır ki bu ayette nefis temizlenmesi gereken, arıtılmaya muhtaç bir hasse olarak kullanılmıştır.

Kişinin nefsini temizlemeden yüce makamlara ulaşmayı beklemesi hayaldir.

Sen canından geçmeden canan arzu kılarsın

Belden zünnar kesmeden iman arzu kılarsın

Men aref nefse dersin kendi nefsin bilmezsin

Melaikeden yukarı seyran arzu kılarsın. (Eyüplü Memiş Efendi)(14)

"Nefsin hüsn-i hali, ahlak-ı zemimesinden geçirüb mücahede ve riyazatla ahlak-ı hamideyle muttasıf kılmaktır. Zira bir kimse Hak için benliğini terk idüb, kendi sıfatını fani (bilip), sıfat-ı Hak ile baki kalırsa terk ettiği şeyler bedeli min-tarafillah hediyelere mazhar olup nice halde lika-i Bari’ye vuslatla mesrur olur."(15) diyen Safer Baba nefsi terbiye yolunda çekilecek cefanın Allah tarafından gelecek hediye ve icabetlerle unutulacağını ve nihayette Allah’a vuslatla mutlu olan insanın hiç sıkıntı çekmemiş gibi olacağını çok güzel bir şekilde izah etmiştir.

Yine Safer Baba; Hak yolunda mücahede olmadan vuslata, mertebelere ve derecelere nailiyyetin imkansız olduğunu, nefsin kul ile Rab arasında bir perde olduğunu, nefsin aradan çıkarılmadan Hakkın tecellilerine mazhar olmanın zor olduğunu, bu nefis perdesinin de ancak Nur-ı Muhammediyye’nin doğmasıyla kalkabileceğini ve o zaman bu nurun sahibinin Hakka Yakin olup, halktan emin olabileceğini, takva elbisesine bürünüp şerden emin olup hayır ve hasenata erişebileceğini ifade eder.(16)

Nefse hakim olmak arzu ve isteklerine veya öfkesine hakim olmak, sabretmek demektir.(17)

Nefisle mücadele dünyevi muharebeden güçtür. Çünkü nefis gizli ve insanın içinde bulunan, daim savaş halinde bulunan bir düşmandır ki her an fırsat gözetmektedir. Zahiri düşman ise dışarıdadır ve düşmanlığı açıktır. Onunla savaş belli bir zamanda cereyan eder ve biter. Nefis ise sürekli mücadele verilmesi gereken bir düşmandır. Nefsini terbiye edememiş kararsız şahsiyetlerin öz yapılanmasını sağlamadan/sağlayamadan zahir düşmanlara savaş açması kuru bir cehalet veya hamasetten mütevellid bir safdilliktir.

Konumuz büyük cihat-küçük cihat tartışması olmadığı için burada sadece ihlası kuşanamamış zengin, alim ve şehidin Allah’ın emri üzere cehenneme atıldığını haber veren Buhari hadisine işaret etmekle yetiniyoruz.

Nefis öyle bir perdedir ki, kulu Mevlasından perdeler. Nefis kalpleri istila edip kapladı mı onları esir eder, emri altına alır, hükümran olur. Nefis bir kalbin hakimi olduğu müddet, dünya ve baş olma sevgisi katiyyen kulun kalbinden çıkmaz. O nefsin öyle bir teşkilatı vardır ki, ancak Allah’ın yardımı ile ondan kurtulmak mümkün olur. Kötü hevai istekler, şirk hali, halkla çekişmek,kötü zan, kibir ve varlık davası, saygısızlık, meşhur olmak,ün yapmak gibi daha neler neler... Hep bunlar onun için hayattır. Her kim ki, nefsine şefkat gözüyle bakar ebedi felah bulmaz. İnsan öldürücü bir zehirden nasıl korunursa nefisten de öyle korunmalıdır. Mutlaka nefisle uğraşmak icap eder. Nefsi teraziye vurmak, o övüldükten sonra hemen kötülüğünü tasvir etmek, bir izzet içinde midir, hemen zillete döndürmek, bir ikram içinde mi yaşıyor elinden alıp küçük düşürmek bütün bu sayılanlar nefis için bir ölçü aletidir. Nefsine karşı açtığı mücahede ve mücadeleyi bırakanın vay haline.(18)

Hz Şeyh Beka Batur (ks) şöyle der: "Bir kimse nefsini altetmek için Allah’tan yardım talebinde bulunmazsa nefsi onu yener”.(19)

Hz Şeyh Aliyyü’l- Havvas (ks) ise: "Nefis övüldükçe kirlenir, zemmedildikçe temizlenir."(20) demiştir.

Nefse uyup rah-ı Hak’dan taşra çıkmak yol mudur,

Kibr u ucb ile adın dervişe takmak yol mudur,

Matlubun a’la iken ednaya bakmak yol mudur,

Yar-ı Baki var iken ağyare bakmak yol mudur.



Nice bir emmarelikte eyleye nefsin karar,

İşidüp "fefirruilallah" ile ol yana firar,

Tövbe kıl cürme Hüdayi eyle Hakk’a itizar,

Her muradı Hak verirken gayra bakmak yol mudur.(21)

Nefis şahine benzer. Bunu yetiştirmek ve alıştırmak için karanlık bir yere hapsederler. Gözlerini kaparlar ve alıştığı her şeyden uzak tutarlar. Sonra yavaş yavaş et verirler. Böylece sahibine alışır ve ona itaat eder. Bunun gibi nefis de alışkın olduğu adetlerinden kesilmedikçe, gözü, kulağı ve dili bağlanmadıkça Allah Teala ile yakınlık kuramaz. İlk zamanlar küçük çocuğu sütten kesmek gibi bu nefse zor gelir. Fakat bir zaman sonra sütten kesilmiş bir çocuğun bir daha meme almaması gibi olur.

Herkesin riyazeti daha çok sevdiği ve istediği şeyi nefsine yaptırmamaktır. Galip olan şeyi yapmamasıdır. Makam ve iktidarı seven nefsine bunun terkini söylemeli, mal ve serveti seven bunun terkini söylemelidir. Bunun gibi Allah Teala’dan başka şeyle teselli bulmak isteyen bu fikri zorla kendinden uzaklaştırmalı ve nefsini ebedi lazım olacak şeye gayret ettirmelidir. Ölüm zamanında seni bırakacak olan şeyleri bugün ölüm gelmeden bile bile seve seve sen bırak ve Allah Teala’ya ibadetle uğraş.(22)

Biz bu çalışmamızda nefsin ne demek olduğunu, onunla mücadele etmenin gerekliliğini, sonuçlarını ve mücadelenin nasıl olabileceğini izah etmeye çalıştık.

Allah bizleri ve tüm inananları nefsin hile ve desiselerinden uzak kalarak iman ve ibadetle temiz bir hayat süren kullarından eyleyip, bizi, göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimize bırakmasın. Amin.



Dipnotlar: 1- İbrahim, Mustafa, el-Mucemü’l-Vasit, Kahire 1972, Daru’d-Da’ve, s.940; DOĞAN, D.Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, Ank.1996, Yeni Şafak, s.838; CEBECİOĞLU,Ethem,Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ank.1997, Rehber Yay. s.545;Safer Baba, Istılahat-ı Sofiyye fi Vatan-ı Asliye, Tasavvuf Terimleri, İst. 1998, Heten Keten Yay. s.209. 2- Cebecioğlu, a.g.e. s.545. 3- A.y. 4- Taha/41 5- Fecr/27 6- Ali İmran/154, 7- Ali İmran/145, 8- Bakara/286, 9- Yusuf/53, 10- Bakara/48, 11- Tevbe/128, 12- Cebecioğlu, a.g.e. ss.545-6, 13- Şems/9-10, 14- Safer Baba, a.g.e. ss. 209-10, 15- Safer Baba, Istılahat, s.210, 16- A.y. 17- Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri, s.546, 18- Safer Baba, Istılahat, ss. 210-1, 19- A.y. 20- A.e. s.213, 21- A.e. s.214, 22- İmam Gazzali,Kimyay-ı Saadet, İst.1989, Erkam Yay. s.348.




--------------------------------------------------------------------------------


B)
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt