Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kuranda Dua Kavramı (3 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Enam suresi ayet 71
De ki: “Bize fayda ve zarar vermeyen Allah'tan başka şeylere mi dua edelim? Bizi Allah'ın hidayete erdirmesinden sonra, yeryüzünde şeytanların kandırıp, şaşkın bıraktığı arkadaşlarının “bize hidayete gel” diye çağırdığı kimse gibi topuklarımızın üzerinde geriye mi döndürülelim?” De ki: “Muhakkak ki; Allah'a ulaşmak, o, hidayettir ve biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunduk.”


Ey Muhammed de ki: "Zarar ve fayda vermek ancak kendisine ait olan Allaha ibadeti bırakıp ta, bizlere herhangi bir zarar veya menfaat vermeye gücü yekmeyen taş ve ağaç ve benzeri şeylergibi putlara mı ibadet edelim? Allah bizi doğru yola kavuşturduktan sonra Lslamı bırakıp kâfir mi olalım? Bu takdirde bizler, şeytanın aldatmasına kapılmış ve Şeytan tarafından saptırılıp yeryüzünde şaşkına çevirilmiş bir insana benzeriz ki onun, kendisini doğru yola davet eden bir kısım arkadaşları vardır. Onlar ona "Bırak şeytanın yolunu gel bizimle beraber hak yol üzere ol." derler. Fakat bu şaşkın, arkadaşlarının davetini reddedip şeytanın davetine uyar.

Ey Muhammed, de ki: "Doğru yol, sizin, bizi davet ettiğiniz putlara tapma yolu değil, Allanın bize bildirdiği hak yoldur." Bizler, âlemlerin rabbi olan Allaha boyun eğmekle ve sadece ona ibadet etmekle emrolunduk.

Abdullah b. Abbas diyor ki: "Bu âyet-i Kerime, putları ve onlara davet edenlere Allaha davet edenleri tasvir eden bir âyettir. Allahı inkâr eden kimse, yolunu kaybeden bir şaşkına benzetilmektedir. Bu şaşkın kimseyi bir taraftan kötüler, uçuruma götüren bir yola davet ediyor. Daha önceki arkadaşları ise doğru yola çağırıyorlar. Bu kimse, kendisini uçuruma davet edene uyarsa helak olup gidecektir. Doğru yola çağırana uyarsa sağ salim menziline varacaktır.

Süddî diyor ki: "Müşrikler, Müslümanlara "Muhammedin dinini bırakın bize uyun" demişler ve bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur

6 / EN'AM - 108 : Allah'tan başkasına dua edenlere sövmeyin, aksi halde ilimleri olmadan, haddi aşarak Allah'a söverler. İşte böyle bütün ümmetlere amellerini süsledik. Sonra dönüşleri Rab'lerinedir. O zaman, yapmış oldukları şeyleri, onlara haber verecek.

Onların Allah berisinde tapındıkları putlarına sövmeyin. Allah berisinde ilâh bildiklerine küfretmeyin, Allah’tan başka hayatlarında söz sahibi bilip yalvardıklarına sövmeyin ki onlar da cahillikle aşırı gi-derek sizin Allah’ınıza sövmesinler. Ya da siz o müşriklere sövmeyin ki onlar da Allah’a sövmesinler. Şu Allah berisinde Allah gibi olmadıklarını bile bile bir kısım varlıklara dua ve davetiye çıkaranlar var ya, şu müşrikler var ya sakın o müşriklere sövmeyin, çünkü onlar da bil-meziye Allah’a sövüverirler. Siz o müşrikin kendisine sövüyorsanız bile, o tutar Allah’a söver. İşte şu anda birileri Allah’tan başka birilerine davetiye çıkarıyorlar. Nasıl? Meselâ; Aman sağlığım bozuldu, se-nin şifana muhtacım! Aman senin hükmüne muhtacım! Aman himmetine, yardımına muhtacım! Aman yetiş ekmeğine, suyuna muhtacım yetiş! Diye Allah’tan başkalarını yardıma çağıranlar, onlara kul köle olmaya çalışanlar var ya, bu insanların çağırdıklarına sövmeyin, ya da bu insanların kendilerine sövmeyin, çünkü onlar da cahilce Allah’a sövmeye kalkışırlar.

Yâni birincisi adamın inancına sövmek, putuna sövmek, ötekisi de kendisine sövmek. Peki acaba bunun birincisi doğruysa, yâni adamın putuna sövmek yasaklanıyorsa kendisine sövebilecek miyiz?

Veya eğer yasaklanan kendisine sövmekse, o zaman putuna sövebilecek miyiz? Adamın kendisine sövmenin zaten yasak olduğunu biliyoruz. Gözü kör diye, boyu kısa diye adama söveceksiniz. Filan aileden, falan şehirden diye söveceksiniz. Ne hakkınız var buna? Çünkü sen öyle sövdün mü, o da Allah’a söver. Peki acaba onun inancının yanlışlığını, kötülüğünü söylemek anlamına bir sövgü olabilir mi? Eh bakıyoruz kitabımız hep söylüyor bunu. Onlar görmezler, bilmezler, anlamazlar, akletmezler, taştırlar, hayvandan beterdirler vs vs nice hakaret ifade eden sözler söylüyor. Öyleyse biz de onların yanlışlarını söyleyeceğiz tabi. Peki onlar da bize? Onlar zaten yaparlar, o ayrı şeydir de bizim ahlâkımız güzel olmalı, asla onlar gibi sövmemeliyiz.

İslâm en güzel strateji tespitidir. Onun içindir ki bütün insanlar, babalar, analar, evlâtlar, kadınlar, erkekler, talebeler, hocalar, idareciler, idare edilenler, kısacası herkes her gece ve her gündüzde, dururlarken, hareket ederlerken, yatarlarken, kalkarlarken, kazanırlarken, harcarlarken, dinlerlerken, konuşurlarken hep Kur’an’a ve Kur’-an’ın yol göstermesine muhtaçtırlar. Zira Allah’ın mesajı en güzel ve en doğru mesajdır.

Ancak hadiseler tek kişiye, tek insana ircâ edilemez, çünkü hadiseler tek kişinin iradesine bağlı olarak cereyan etmez. Meselâ bir adam düşünün ki beş dakika önce geçen dolmuşa binemediği için on dakika sonra meydana gelen bir kazada dolmuşa binenlerin tamamı ölmüş olduğu halde bu adam ölmemiştir. Beş dakika önce o dolmuşa binmeyen bu adam için kendisini ölümden kurtarmıştır diyemeyiz. Zi-ra ölümden geri kalış kurtuluş olmadığı gibi, Allah onu belki de çocuklarının babası olarak sağ bırakmış olabilir. Yahut da filanın kocası olarak, falanın dostu ve hâmisi olarak veya falanın ağzının payını ve-ren düşmanı olarak sağ kalmasını istemiş olabilir. Veya gazi olarak, kulağı şöyle olarak, bacağı böyle olarak insanlara örnek olması için Allah onu sağ bırakmış olabilir.

Evet, insanların günlük aylık ve ömürlük olarak nasıl hareket edeceklerini belirleyen İslâm, onların başka din mensuplarına karşı da nasıl davranmalarını gerektiğini belirleyendir. İşte bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz mü'minlerin kâfirlere karşı, müşriklere karşı stratejilerini şöyle anlatır: Onların putlarına, saygı duyup kutsâdıkları şeylere, değer verip bağlandıkları şeylere sövmeyin ki, ya da sizler putçulara sövmeyin ki onlar da cahillik edip sizin Allah’ınıza sövmesinler.

Bir kere bilelim ki yeryüzünde müşrikler vardır ve olacaklardır. Bunun bütünüyle ortadan kaldırılması da mümkün değildir. Rabbimiz onların tümüyle yok olup İslâm’a girmeleri için çırpınan peygamberine sûrenin evvelinde hatırlarsanız şöyle buyurmuştu:

“Eğer Allah dileseydi onların topunu doğru yolda toplardı. Hal böyleyken ey peygamberim sakın cahillerden olma!" (En’âm 35)

Demek ki bu insanlar da olabilecektir yeryüzünde.

İkinci olarak Müslümanın görevi put sövücülüğü değildir. Put sövücülüğü yolunda çaba harcanması caiz değildir ve zaman israfıdır. Putun kötülüğü anlatılır, ama sövülmez. Bu, o müşriklerin, o kâfirlerin dinlerinin, yollarının, hayatlarının, inanışlarının kötülüğünü gündeme getirmeyin, onları tenkit etmeyin, onlara ilişmeyin anlamına bir emir değildir. Aksine her fırsatta onların dinlerinin ve hayatlarının bozukluğunu, yollarının yanlışlığını ortaya koymakla birlikte, onların tanrılarının, ilâhlarının sahteliğini ısrarla gündeme getirmekle birlikte, onlara sövmememiz, hakarette bulunmamamız gerektiği anlatılıyor burada. Çünkü eğer bizler onların kutsadıkları, yücelttikleri tanrılarına, ilâhlarına, putlarına ve kutsal değerlerine söversek, onlar da bilgisizce bizim Allah’ımıza söverler ve zâlimce Allah’a hakaret etmeye cüret bulurlar, hak kazanırlar.

Bir Müslüman için bu sözler hiç de duyulacak, işitilecek ve da-yanılacak sözler değildir. Hiçbir Müslüman insanları Allah’ına sövdür-me makamında olmamalıdır. Hiçbir Müslümanın buna hakkı yoktur. Ama Müslüman böyle bir şeye sebep olmadığı halde, yâni onların putlarına sövmediği halde, onlar karşısında edepli davrandığı halde yine de Müslümanların Allah’ına da, Allah’ın kitabına da, peygamberine de, Allah’ın sistemine de bugün olduğu gibi her gün küfrediyorlarsa, o zaman bilelim ki Allah onların belâlarını verecektir.

Bir de İslâm’ın tebliğinde, tebliğ edilen insanların bağlandıkları şeyleri ilk defa hedef alıp işe oradan başlamak hatalıdır. Adamın tut-tuğu takımından, partisinden, derneğinden, gazetesinden, modasından, liderinden vs. işe başlamak hatadır. Zira eğer siz söze buradan başlarsanız, ona daha sonra sunacağınız mesajınızı dinlemeyecektir adam. İslâm’ı tebliğde Allah ve Resulünün istemediği odak noktalarından tebliğe başlamak, İslâm’a hücumlara sebep olmaktadır. Meselâ adam karşısındakine İslâm’ın aslı, esası, rüknü cumadır diye işe başlıyor. Kılmayacaksın cumayı diye işe başlıyor. Odak nokta olarak bunu alıyor veya darü’l harp’tir diye başlıyor. İşte muhatabın sevdiği, bağlandığı şeyle işe başlayınca bu sefer karşısındaki de onun İslâ-m’ına hakaret etmeye başlıyor. Sizin Müslümanlığınıza da, size de demeye başlıyor.

Meselâ adamın Allah ve peygamber makamında gördüğü, kendisini kutsayıp sığınmaya çalıştığı falan ve filan zâtın kötülüğü ile başlanır, bunun İslâm’da olmadığının anlatılması odak noktası yapılırsa, adamın Allah’a sayesinde dua ettiği varlığın sövme konusu edil-mesi, onun indinde doğruya sövme işini gerektirebilir. O halde mü'-mine düşen küfür ve şirki reddetmek, küfür ve şirk ehliyle peygamberlerin yaptığı gibi en güzel biçimde mücâdele etmektir.

İşte biz böylece her ümmete, her topluma amellerini süslü gösterdik. Evet onlara amellerini süslü gösteren Allah’tır, ama sonunda onlar buna lâyık olduklarından dolayıdır bu. Değilse Allah herkese İslâm’ı süslü gösterir. Ama insanlar kendi hür iradeleriyle ille de öyle istiyorlarsa, o zaman da; alın bakalım dercesine Rabbimiz sizin için öyle olsun buyurup kendi amellerini de süslü gösteriveriyor. Madem ki pislikten hoşlanıyorsunuz, haydi öyle olsun deyiverir. Tabi bir anlamda da şeytana izin verildiği için böyle olacaktır.

Evet, bakın konu biraz daha net anlaşılıyor böylece. Niye titiz davranacakmışız bu kâfirler ve müşrikler karşısında? İşte nedeni. Demek ki her ümmet, her topluluk, her din mensubu, her inanç sahibi kimseler kendi dinlerinin, kendi yollarının doğruluğuna, kutsallığına inanır, kendi değer yargılarının sıhhatine inanırlarmış. Rabbimiz diyor ki herkese kendi yolunu biz süsledik. İneğe tapınan adam da, sineğe tapınan kişi de kendi dininden, kendi inancından ve yolundan mutmain olmuş. Müslüman bu tür insanlara hakkı duyururken hikmetle ve güzellikle duyurmalı, kırıp dökmeden, sövüp saymadan anlatmaya, onları hakka, doğruya, güzele çağırmalıdır.

Evet bu âyet-i kerîmeden kâfirlerin Allah’a ne için sövmeye kalkıştıklarının sebebini anladık. Niçin sövermiş kâfir Allah’a? Öncelikle düşmanlık ve cehaletinden. Bunu âyetin önceki bölümünden an-ladık. Kâfirin vazgeçilmez iki özelliğidir bu. Düşmanlık ve cehalet. Pe-ki niçin bu böyledir? Onu da Rabbimiz âyetin ikinci bölümünde anlatıyor. Biz her ümmetin, her grubun amellerini kendilerine süslü gösterdik. Adam bâtılın, pisliğin, şirkin içine batmış ama yine de kendi di-nini, kendi yolunu doğru ve güzel görmektedir. Kendini haklı görmek-tedir. Öyleyse sövmeye gerek yoktur. Anlatın hakikati, âhireti, anlatın Allah huzuruna çıkıp sonunda hesabı ona ödeyeceğimizi, ama asla sövmeyin. Çünkü ne onlara, ne de onların dinlerine, inanışlarına, put-larına sövmeye hakkınız yoktur. Bakın Rabbimiz âyetin sonunda şöyle diyor:

Onların dönüşü Rablerinedir. Ve sonunda onların yapıp ettiklerini Allah onlara haber verecektir. Herkes ne yapacaksa yapsın. Sonunda herkes Allah’a dönecek ve Allah onlara yaptıklarının tümünü haber verecek olunca, sanki bunları söyledikten sonra Rabbimiz insanları serbest bırakıveriyor.

Evet, hepimizin Rabbi Allah’tır ve her an O’na doğru gidiyoruz. Yaşadığımız sürece yapıp ettiklerimizin hesabını Allah’a ödeyeceğiz. Sorumlu olduğumuz varlık O’dur. Hayatımızın sebebi, varlığımızın kaynağı O’dur. Bizi yaratan, yaşatan ve öldüren O’dur, sonunda bizim karşımıza amellerimize göre cennet ve cehennemi çıkaracak olan da O’dur. Öyleyse sadece O’na kulluk yapmak zorundayız. Sadece O’nu dinlemek ve O’nun gösterdiği yere gitmek zorundayız. Sadece O’nu hesaba katmak ve sadece O’nu razı etmek zorundayız. Gelin minnet borcumuz olmayan, bizim gibi yaratılmış âciz varlıkları güçsüz ve ölümlü yaratıkları Rab ve ilâh kabul etmeyelim. Çünkü iyi düşünün ki sizin tapındıklarınızın hiçbirisinde bu özellikler yoktur. Bunların hiçbirisine karşı ödeyeceğimiz bir bedel yoktur. Hiç birisinin cenneti de cehennemi de yoktur. Hiç birisine minnet borcumuz da yoktur. Hiç birisi de bizi yaratmamış, bize hiç bir şey de sağlamış değildir diyerek, tatlılıkla, kırıp dökmeden insanları uyaralım inşallah.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Enam suresi ayet 108
Allah'tan başkasına dua edenlere sövmeyin, aksi halde ilimleri olmadan, haddi aşarak Allah'a söverler. İşte böyle bütün ümmetlere amellerini süsledik. Sonra dönüşleri Rab'lerinedir. O zaman, yapmış oldukları şeyleri, onlara haber verecek.

Onların Allah berisinde tapındıkları putlarına sövmeyin. Allah berisinde ilâh bildiklerine küfretmeyin, Allah’tan başka hayatlarında söz sahibi bilip yalvardıklarına sövmeyin ki onlar da cahillikle aşırı gi-derek sizin Allah’ınıza sövmesinler. Ya da siz o müşriklere sövmeyin ki onlar da Allah’a sövmesinler. Şu Allah berisinde Allah gibi olmadıklarını bile bile bir kısım varlıklara dua ve davetiye çıkaranlar var ya, şu müşrikler var ya sakın o müşriklere sövmeyin, çünkü onlar da bil-meziye Allah’a sövüverirler. Siz o müşrikin kendisine sövüyorsanız bile, o tutar Allah’a söver. İşte şu anda birileri Allah’tan başka birilerine davetiye çıkarıyorlar. Nasıl? Meselâ; Aman sağlığım bozuldu, se-nin şifana muhtacım! Aman senin hükmüne muhtacım! Aman himmetine, yardımına muhtacım! Aman yetiş ekmeğine, suyuna muhtacım yetiş! Diye Allah’tan başkalarını yardıma çağıranlar, onlara kul köle olmaya çalışanlar var ya, bu insanların çağırdıklarına sövmeyin, ya da bu insanların kendilerine sövmeyin, çünkü onlar da cahilce Allah’a sövmeye kalkışırlar.

Yâni birincisi adamın inancına sövmek, putuna sövmek, ötekisi de kendisine sövmek. Peki acaba bunun birincisi doğruysa, yâni adamın putuna sövmek yasaklanıyorsa kendisine sövebilecek miyiz?

Veya eğer yasaklanan kendisine sövmekse, o zaman putuna sövebilecek miyiz? Adamın kendisine sövmenin zaten yasak olduğunu biliyoruz. Gözü kör diye, boyu kısa diye adama söveceksiniz. Filan aileden, falan şehirden diye söveceksiniz. Ne hakkınız var buna? Çünkü sen öyle sövdün mü, o da Allah’a söver. Peki acaba onun inancının yanlışlığını, kötülüğünü söylemek anlamına bir sövgü olabilir mi? Eh bakıyoruz kitabımız hep söylüyor bunu. Onlar görmezler, bilmezler, anlamazlar, akletmezler, taştırlar, hayvandan beterdirler vs vs nice hakaret ifade eden sözler söylüyor. Öyleyse biz de onların yanlışlarını söyleyeceğiz tabi. Peki onlar da bize? Onlar zaten yaparlar, o ayrı şeydir de bizim ahlâkımız güzel olmalı, asla onlar gibi sövmemeliyiz.

İslâm en güzel strateji tespitidir. Onun içindir ki bütün insanlar, babalar, analar, evlâtlar, kadınlar, erkekler, talebeler, hocalar, idareciler, idare edilenler, kısacası herkes her gece ve her gündüzde, dururlarken, hareket ederlerken, yatarlarken, kalkarlarken, kazanırlarken, harcarlarken, dinlerlerken, konuşurlarken hep Kur’an’a ve Kur’-an’ın yol göstermesine muhtaçtırlar. Zira Allah’ın mesajı en güzel ve en doğru mesajdır.

Ancak hadiseler tek kişiye, tek insana ircâ edilemez, çünkü hadiseler tek kişinin iradesine bağlı olarak cereyan etmez. Meselâ bir adam düşünün ki beş dakika önce geçen dolmuşa binemediği için on dakika sonra meydana gelen bir kazada dolmuşa binenlerin tamamı ölmüş olduğu halde bu adam ölmemiştir. Beş dakika önce o dolmuşa binmeyen bu adam için kendisini ölümden kurtarmıştır diyemeyiz. Zi-ra ölümden geri kalış kurtuluş olmadığı gibi, Allah onu belki de çocuklarının babası olarak sağ bırakmış olabilir. Yahut da filanın kocası olarak, falanın dostu ve hâmisi olarak veya falanın ağzının payını ve-ren düşmanı olarak sağ kalmasını istemiş olabilir. Veya gazi olarak, kulağı şöyle olarak, bacağı böyle olarak insanlara örnek olması için Allah onu sağ bırakmış olabilir.

Evet, insanların günlük aylık ve ömürlük olarak nasıl hareket edeceklerini belirleyen İslâm, onların başka din mensuplarına karşı da nasıl davranmalarını gerektiğini belirleyendir. İşte bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz mü'minlerin kâfirlere karşı, müşriklere karşı stratejilerini şöyle anlatır: Onların putlarına, saygı duyup kutsâdıkları şeylere, değer verip bağlandıkları şeylere sövmeyin ki, ya da sizler putçulara sövmeyin ki onlar da cahillik edip sizin Allah’ınıza sövmesinler.

Bir kere bilelim ki yeryüzünde müşrikler vardır ve olacaklardır. Bunun bütünüyle ortadan kaldırılması da mümkün değildir. Rabbimiz onların tümüyle yok olup İslâm’a girmeleri için çırpınan peygamberine sûrenin evvelinde hatırlarsanız şöyle buyurmuştu:

“Eğer Allah dileseydi onların topunu doğru yolda toplardı. Hal böyleyken ey peygamberim sakın cahillerden olma!" (En’âm 35)

Demek ki bu insanlar da olabilecektir yeryüzünde.

İkinci olarak Müslümanın görevi put sövücülüğü değildir. Put sövücülüğü yolunda çaba harcanması caiz değildir ve zaman israfıdır. Putun kötülüğü anlatılır, ama sövülmez. Bu, o müşriklerin, o kâfirlerin dinlerinin, yollarının, hayatlarının, inanışlarının kötülüğünü gündeme getirmeyin, onları tenkit etmeyin, onlara ilişmeyin anlamına bir emir değildir. Aksine her fırsatta onların dinlerinin ve hayatlarının bozukluğunu, yollarının yanlışlığını ortaya koymakla birlikte, onların tanrılarının, ilâhlarının sahteliğini ısrarla gündeme getirmekle birlikte, onlara sövmememiz, hakarette bulunmamamız gerektiği anlatılıyor burada. Çünkü eğer bizler onların kutsadıkları, yücelttikleri tanrılarına, ilâhlarına, putlarına ve kutsal değerlerine söversek, onlar da bilgisizce bizim Allah’ımıza söverler ve zâlimce Allah’a hakaret etmeye cüret bulurlar, hak kazanırlar.

Bir Müslüman için bu sözler hiç de duyulacak, işitilecek ve da-yanılacak sözler değildir. Hiçbir Müslüman insanları Allah’ına sövdür-me makamında olmamalıdır. Hiçbir Müslümanın buna hakkı yoktur. Ama Müslüman böyle bir şeye sebep olmadığı halde, yâni onların putlarına sövmediği halde, onlar karşısında edepli davrandığı halde yine de Müslümanların Allah’ına da, Allah’ın kitabına da, peygamberine de, Allah’ın sistemine de bugün olduğu gibi her gün küfrediyorlarsa, o zaman bilelim ki Allah onların belâlarını verecektir.

Bir de İslâm’ın tebliğinde, tebliğ edilen insanların bağlandıkları şeyleri ilk defa hedef alıp işe oradan başlamak hatalıdır. Adamın tut-tuğu takımından, partisinden, derneğinden, gazetesinden, modasından, liderinden vs. işe başlamak hatadır. Zira eğer siz söze buradan başlarsanız, ona daha sonra sunacağınız mesajınızı dinlemeyecektir adam. İslâm’ı tebliğde Allah ve Resulünün istemediği odak noktalarından tebliğe başlamak, İslâm’a hücumlara sebep olmaktadır. Meselâ adam karşısındakine İslâm’ın aslı, esası, rüknü cumadır diye işe başlıyor. Kılmayacaksın cumayı diye işe başlıyor. Odak nokta olarak bunu alıyor veya darü’l harp’tir diye başlıyor. İşte muhatabın sevdiği, bağlandığı şeyle işe başlayınca bu sefer karşısındaki de onun İslâ-m’ına hakaret etmeye başlıyor. Sizin Müslümanlığınıza da, size de demeye başlıyor.

Meselâ adamın Allah ve peygamber makamında gördüğü, kendisini kutsayıp sığınmaya çalıştığı falan ve filan zâtın kötülüğü ile başlanır, bunun İslâm’da olmadığının anlatılması odak noktası yapılırsa, adamın Allah’a sayesinde dua ettiği varlığın sövme konusu edil-mesi, onun indinde doğruya sövme işini gerektirebilir. O halde mü'-mine düşen küfür ve şirki reddetmek, küfür ve şirk ehliyle peygamberlerin yaptığı gibi en güzel biçimde mücâdele etmektir.

İşte biz böylece her ümmete, her topluma amellerini süslü gösterdik. Evet onlara amellerini süslü gösteren Allah’tır, ama sonunda onlar buna lâyık olduklarından dolayıdır bu. Değilse Allah herkese İslâm’ı süslü gösterir. Ama insanlar kendi hür iradeleriyle ille de öyle istiyorlarsa, o zaman da; alın bakalım dercesine Rabbimiz sizin için öyle olsun buyurup kendi amellerini de süslü gösteriveriyor. Madem ki pislikten hoşlanıyorsunuz, haydi öyle olsun deyiverir. Tabi bir anlamda da şeytana izin verildiği için böyle olacaktır.

Evet, bakın konu biraz daha net anlaşılıyor böylece. Niye titiz davranacakmışız bu kâfirler ve müşrikler karşısında? İşte nedeni. Demek ki her ümmet, her topluluk, her din mensubu, her inanç sahibi kimseler kendi dinlerinin, kendi yollarının doğruluğuna, kutsallığına inanır, kendi değer yargılarının sıhhatine inanırlarmış. Rabbimiz diyor ki herkese kendi yolunu biz süsledik. İneğe tapınan adam da, sineğe tapınan kişi de kendi dininden, kendi inancından ve yolundan mutmain olmuş. Müslüman bu tür insanlara hakkı duyururken hikmetle ve güzellikle duyurmalı, kırıp dökmeden, sövüp saymadan anlatmaya, onları hakka, doğruya, güzele çağırmalıdır.

Evet bu âyet-i kerîmeden kâfirlerin Allah’a ne için sövmeye kalkıştıklarının sebebini anladık. Niçin sövermiş kâfir Allah’a? Öncelikle düşmanlık ve cehaletinden. Bunu âyetin önceki bölümünden an-ladık. Kâfirin vazgeçilmez iki özelliğidir bu. Düşmanlık ve cehalet. Pe-ki niçin bu böyledir? Onu da Rabbimiz âyetin ikinci bölümünde anlatıyor. Biz her ümmetin, her grubun amellerini kendilerine süslü gösterdik. Adam bâtılın, pisliğin, şirkin içine batmış ama yine de kendi di-nini, kendi yolunu doğru ve güzel görmektedir. Kendini haklı görmek-tedir. Öyleyse sövmeye gerek yoktur. Anlatın hakikati, âhireti, anlatın Allah huzuruna çıkıp sonunda hesabı ona ödeyeceğimizi, ama asla sövmeyin. Çünkü ne onlara, ne de onların dinlerine, inanışlarına, put-larına sövmeye hakkınız yoktur. Bakın Rabbimiz âyetin sonunda şöyle diyor:

Onların dönüşü Rablerinedir. Ve sonunda onların yapıp ettiklerini Allah onlara haber verecektir. Herkes ne yapacaksa yapsın. Sonunda herkes Allah’a dönecek ve Allah onlara yaptıklarının tümünü haber verecek olunca, sanki bunları söyledikten sonra Rabbimiz insanları serbest bırakıveriyor.

Evet, hepimizin Rabbi Allah’tır ve her an O’na doğru gidiyoruz. Yaşadığımız sürece yapıp ettiklerimizin hesabını Allah’a ödeyeceğiz. Sorumlu olduğumuz varlık O’dur. Hayatımızın sebebi, varlığımızın kaynağı O’dur. Bizi yaratan, yaşatan ve öldüren O’dur, sonunda bizim karşımıza amellerimize göre cennet ve cehennemi çıkaracak olan da O’dur. Öyleyse sadece O’na kulluk yapmak zorundayız. Sadece O’nu dinlemek ve O’nun gösterdiği yere gitmek zorundayız. Sadece O’nu hesaba katmak ve sadece O’nu razı etmek zorundayız. Gelin minnet borcumuz olmayan, bizim gibi yaratılmış âciz varlıkları güçsüz ve ölümlü yaratıkları Rab ve ilâh kabul etmeyelim. Çünkü iyi düşünün ki sizin tapındıklarınızın hiçbirisinde bu özellikler yoktur. Bunların hiçbirisine karşı ödeyeceğimiz bir bedel yoktur. Hiç birisinin cenneti de cehennemi de yoktur. Hiç birisine minnet borcumuz da yoktur. Hiç birisi de bizi yaratmamış, bize hiç bir şey de sağlamış değildir diyerek, tatlılıkla, kırıp dökmeden insanları uyaralım inşallah.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Araf suresi ayet 5
Azabımız onlara geldiği zaman, onların duaları (yalvarmaları): “Muhakkak ki; biz zalimler olduk.” demekten başka bir şey olmadı.

Vallahi biz zâlimlerdik. Biz gerçekten zulmeden zâlimlerdik. O ana kadar Allah’a isyan içinde çok rahat bir hayat yaşıyorlarken, yaşadıkları hayattan ve kendilerinden memnunlarken Allah’ın azabı kendilerine geliverince günahlarını, zâlimliklerini itiraftan, kendi hayatlarını yargılamaktan, Allah’ın azabını hak edip Onun helâkine lâyık olduklarını haykırmaktan başka ellerinden bir şey gelmedi diyor Rabbimiz.

Evet rahatları yerindeyken, hayatları tıkırındayken, Allah’ı da, Allah’ın yasalarını da, Allah’ın kitabını da diskalifiye eden, Allah’a kulluktan yüz çeviren bu zâlimler kendilerine azap geldiği zaman, başları daraldığı zaman Allah’ı hatırlarlar ve kendilerini kınamaya başlarlar. Eyvah bize! Vah bize! Yazıklar olsun bize! Meğer bizler zâlimlermişiz! Meğer bizler Rabbimize ve kendimize karşı zulüm içindeymişiz! Kendimizi Rabbimize kulluk ortamından çıkararak hem Rabbimize, hem de kendimize zulmetmişiz. Yazıklar olsun bize, biz Rabbimizi diskalifiye edip kendimizi tanrılaştırmışız. Rabbimizin yasalarını terk edip kendi hayat programlarımızı kendimiz yapmaya kalkışmışız. Hayata kendimizi etkin zannetmişiz. Ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı kendimiz belirlemeye kalkışmışız. Allah karşısında bilgi iddiasında, güç iddiasında bulunmaya çalışmışız. Allah hukuku dururken kendimize hukuk belirlemeye, Allah yasaları varken kendimize yasa belirlemeye kalkışmışız diyerek zâlimliklerini itiraf edip feryat ediyorlar.

Meselâ şimdi şu anda Allah’ı da, Allah’ın yasalarını da, Allah’ın kitabını ve peygamberinin sünnetini de dışlayarak onlar yerine yeryüzü tanrılarının yasalarını uygulamaya çalışırlarken, daha dünyada sistemleri tıkandığı zaman, uyguladıkları yasalar kendilerini çıkmaza sürüklediği zaman bu tür insanların aynı feryatlarının yükseldiğini görüyoruz. Birbirlerini suçladıklarını, ama Allah yasalarını da bilmedikleri için yine bir pislikten başka bir pisliğe, bir çıkmazdan başka bir çıkmaza yuvarlandıklarını görüyoruz.

Allah’ın Resûlü buyurur ki:
“Bir toplum kendilerini mazur görmeyecek bir hale gelmedikçe helâk olmazlar”

İşte bakın burada da deniliyor ki onlar kendilerini mazur gör-müyorlar, kendilerini suçluyorlar, biz gerçekten zâlimler olarak Rab-bimizin bu azabını bu helâkini hak ettik diyorlar. Yazıklar olsun bize, biz buna lâyıktık diye feryat ediyorlar. Muhakkak biz zâlimlerdendik diyorlar.
Demez komaz olsunlar. Bunu dünyada yaşarken diyeceklerdi, azap kendilerine gelmeden önce diyeceklerdi. Bunu dünyada kabul edecekler ve hayatlarını buna göre bina edeceklerdi, geçmişler olsun. Evet itiraf edecekler, hem de yeminle, ama heyhat ki bu itirafın kendilerine hiçbir faydası olmayacak. Çünkü zaten onu kesinlikle inkâr edemeyecekleri bir ortamda, helâk ortamında itiraf etmektedirler. O ortamda zaten inkâra güçleri yoktur.

Evet Allah’a inanmayanlar, dünya hayatında hayatın sahibi olan Allah’a karşı sorumlu olduklarını reddedenler, bir gün yaşadıkları bu hayatın sonunda Allah’a kavuşup, Onun sorgulamasıyla karşı karşıya geleceklerine inanmayanlar, dünya hayatına razı olanlar, dünyayı tatminkâr bulanlar, dünyanın ötesindeki bir hayatın varlığına inanmayıp özlemini duymayanlar, varsa da yoksa da yaşadığımız şu hayat vardır, bunun ötesinde dirilme de, başka bir hayat da yoktur tavrıyla burada kam almaya bakalım diyenler, yaşadıkları hayatlarında âhiret inancının kokusu bile olmayanlar, işte Allah’ın helâkine ve yıkımına maruz kalanlar bunlardır. İşte hüsrana mahkum olanlar bunlardır. İşte ebedîyen kaybedecek ve eli boşa çıkacak olanlar bunlardır. İşte hiç ummadıkları bir zamanda gece uykudayken ya da gündüz işinde-aşındayken Allah’ın helâki kendilerine geldiği zaman ey vah meğer biz zâlimlermişiz diye feryat edecek olanlar, kaybettiklerine karşı hasret çekenler bunlardır.

Eyvah! Vah! Tuh! Yazıklar olsun bize! Yuh olsun bize! Vah orada yaptıklarımıza! Yazıklar olsun bizim anlayışlarımıza! Yazıklar olsun bizim hesabımıza! Eyvah yaptıklarımıza! Eyvah yapmamamız gerekirken yaptıklarımıza! Eyvah yapmamız gerekirken yapmadıklarımıza! Eyvah zulümlerimize diyerek dövünecekler, kaybettikleri fırsatlarından ötürü hasret çekecekler onlar.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Araf suresi ayet 29
De ki: “Rabbim, adaletle davranmanızı ve bütün mescidlerde kendinizi (vechlerinizi) namaza ikame etmenizi emretti. Ve dînde ihlâsla O'na (Allah'a) dua edin. Sizi yarattığı gibi (O'na) dönersiniz.”

Evet Rabbim adâleti emreder. Fıtrata uygun olan şeyleri em-reder. Fahşayla uzak ve yakından hiç bir ilgisi bulunmayan Rabbimi-zin emrettiği bu adâlet neymiş? Her mescit konumunda, her secde yerinde yüzünüzü ona doğru döndürmeniz ve dinde muhlisler olarak sadece ona yalvarmanız, sadece ona dua etmeniz, dini sadece Allah’a mahsus kılarak, dinde ihlâs sahipleri olarak, katışıksız din sahipleri olarak duanızı, ibadetinizi, dâvetiyenizi sadece Allah’a yapmanızdır. Unutmayın ki sizi nasıl yaratmışsa yine ona döneceksiniz. Nasıl yaratılmışsanız öylece Rabbinize döneceksiniz. İşte Allah’ın sizden istediği adâlet budur.

Dikkat ederseniz Rabbimiz her secde yerinde, her secde makamında yüzümüzü sadece kendisine çevirmemizi emrediyor.:

“Yeryüzünün tamamı benim için mescit ve temiz kılındı.”

Efendimiz buyuruyordu. Diğer din mensupları ibadetlerini belli yerlerde icra ederlerken biz müslümanlar neresi olursa olsun namaz vakti geldi mi hemen oracıkta Rabbimize kulluğumuzu icra ediyoruz. Çünkü tüm arz bizim için secde makamı ve temizdir. tâbi buradaki secdeyi sadece namaz secdesi olarak düşünmüyoruz. Yeryüzünün neresinde olursak olalım, nerede ve hangi konumda olursak olalım, hayatımızın her bir konumunda, hayatımızın her bir biriminde Allah’ın emirlerini icra ederek her bir emre secde edeceğiz. Her yerde her konumda Allah’ı dinleyeceğiz. Hayatımızın her bir birimini Allah’ın istediği şekilde düzenleyeceğiz. Hayatımızın her anında yüzümüzü, aklımızı, fikrimizi, düşüncemizi, benliğimizi Allah’a döndüreceğiz.

Giyinirken Allah’ın emirlerini uygulayarak secdemizi Allah’a, kazanırken harcarken Allah’ın istediklerine riâyet ederek secdemizi Allah’a, severken, küserken onu dinleyecek ve secdemizi Allah’a ya-pacağız. Tüm hayatımızda yönümüzü, yüzümüzü Allah’a doğru çevirecek, onun istediklerini ön plana alacak, onun rızasını tercih edecek, onu hesaba katacak ve onun istediği gibi inanıp, onun istediği gibi hareket edeceğiz. Her an onun huzurunda olduğumuzu ve her an ona hesap vermek durumunda olduğumuzu unutmayacağız.

Bir de dinde muhlisler olarak sadece duamızı dâvetiyemizi, kulluğumuzu ona yapacağız. Halis bir din sahibi, katışıksız bir din sa-hibi olacağız.

Din, kişinin hayat programıdır. Din, kişinin yaşam biçimidir. Öyle bir din yaşayacağız ki, öyle bir hayat programımız olacak ki; o hayatın tümünde sadece Allah’ı dinleyecek ve başka şeyleri katıp karıştırmayacağız. Yâni hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ı bazı bölümlerinde de başkalarını dinleyerek, hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ın yasalarını bazı bölümlerinde de başkalarının yasalarını uygulayarak katışıklı bir din, şirket içinde bir hayat yaşamayacağız. Şirke düşmeyeceğiz. Yirmi dört saatimizin tümünü Allah’a ait kılacak, sadece onu dinleyecek ve sadece ona kulluk yapacağız.

Zaten nasıl yaratılmışsak öylece bir gün Allah’a döneceğiz ve hayatımızın hesabını vereceğiz. Yaratılışımız nasıl bizim elimizde değilse dönüşümüz de bizim elimizde değildir. Bizi yaratan Allah bize tanıdığı bu imtihan süresinin sonunda hesap sormak üzere bizi huzuruna çağıracaktır. Bunu hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmamamız germektedir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Araf suresi ayet 37
Allah'a karşı yalanla iftira edenden veya O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim (var)dır? Kitab'tan (Kur'ân-ı Kerim'den) kendilerine nasipleri erişecek olanlar, işte onlardır. Onlara resûllerimiz (elçi melekler, ölüm melekleri) geldiği zaman, onları vefat ettirirler(ken) (onlara) şöyle dediler: “Allah'tan başka dua etmiş olduğunuz şeyler nerede?” (Onlar da): “Bizden saptılar (gittiler).” dediler. Ve kendilerinin (nefslerinin) üzerine kâfir olduklarına, kendileri şahitlik ettiler.

Evet Allah’a karşı yalan uyduran, Allah’a yalan iftira eden ve Allah’ın âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim vardır? Peki acaba Allah’a yalan iftirada bulunmak ne demektir?

Allah’a yalan iftirada bulunmak demek Allah’ın zatıyla alâkalı, sıfatlarıyla alâkalı yalan söylemek, sıfatları konusunda onu eksik tanımak, onun bu eksikliğini yerdekilerle tamamlama cihetine gitmek, onda olan sıfatları başkalarına vermek, başkalarının da onun sıfatlarına sahip olduğunu iddia etmek demektir.
Yâni yeryüzünde ondan başka program yapıcı, kanun koyucu bir kısım Rablerin de olabileceğine inanmak ve bu kişilerin kanunlarına da uyulması gerektiğini iddia etmek, bunların da yeryüzünde etkili yetkili varlıklar olduklarını söylemek, yalnız Allah’a ait olan hâkimiyet hakkını bu varlıklara da vermek, ya da yeryüzünde Allah’tan başka şifa dağıtıcıların da varlığına inanmak, yeryüzünde Allah’tan başka rızık dağıtıcıların da varlığına inanmak, kendilerine sığınılacak, kendilerine dua edilecek, yardıma çağrılacak Allah’tan başka varlıkların da bulunduğunu iddia etmek işte bütün bunlar Allah’a yalan iftirada bulunmak demektir.

Veya Allah’ın zatıyla alâkalı Allah evlât edindi, işte Îsâ Allah’ın oğludur, Üzeyr Allah’ın oğludur, melekler Allah’ın kızlarıdır biçiminde Allah’a yalan iftirada bulunmak. Veya Aristo’nun dediği gibi Allah ha-yata karışmaz, Allah dünyayı yarattı ve işi bitti. Allah bir şey indirmemiştir, Allah bize âyet göndermemiştir, Allah bizim hayatımızla ilgilen-mez şeklinde Allah’a yalan iftirada bulunmak. Ya da hayatı ilgilendi-ren konularda Allah ve Resûlüne rağmen, Allah ve Resûlünün buyruklarına rağmen veya onlara binaen söylenen yalanlar da Allah’a yalan iftiradır. Yâni Allah ve Resûlünün sözlerini başka bir şekle getirerek söylenen yalanlar.

Onların dediklerini demedi, demediklerini de dedi şeklinde yalan iftirada bulunmak. Efendim zaten Allah da bundan yanadır, Al-lah da bunu istemektedir diyerek Allah’ın istemediklerini Allah istiyor-muş pozisyonunda insanlara sunmak Allah’a yalan iftirada bulunmak demektir. Efendim Allah da demokrasiden yanadır, İslâm da laikliği önermektedir. Efendim Kur’an’da kesinlikle cihad yoktur. Allah böyle bir şeyi emretmemiştir. Bu çağda, bu devirde kesinlikle böyle çağdışı bir şeyi Kur’an emretmez! El kesme, göz çıkarma kesinlikle Kur’an’a yakışan şeyler değildir bunlar. Baş örtme de yoktur efendim! Nerden çıkarıyorlar bunu? Kur’an’da kesinlikle böyle bir emir yoktur. Kur’an mahza bir ahlâk kitabıdır! Kur’an da demokratik bir sistem öneriyor efendim! Kur’an bundan başka bir şey demiyor ki! Diyerek, kimileri de bugün Allah’ın dediklerini demedi, demediklerini de dedi demeye çalışıyorlar veya dedirtmeye çalışıyorlar Allah’a, Kur’an’a.

İşte bu da Allah’a yalan iftiradır. Efendim ben Kur’an’ı başından sonuna kadar taradım orada baş örtmeye dair bir tek emir bile bulamadım diyen kişinin iftirası. Veya ben bu insanların kurtuluşu için bir tek yol biliyorum o da demokrasidir, bunun dışında başka sıhhatli bir çıkış yolu bilmiyorum diyen adamın iftirası. Bütün bunlar Allah adına beyan ve Allah adına Allah’a yalan iftiralardır.

Ya da yahudi ve hıristiyanlar, müşrikler bir hayat yaşıyorlardı ki baştan sona İslâm’dan uzak, ama diyorlardı ki işte bu yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayattır. İşte Allah’ın razı olduğu hayat budur, Allah kullarından böyle bir hayat ister. Bizler şu anda Allah’ın razı olduğu hayatı yaşıyoruz. Bizler Allah’ın elçisi Mûsâ’nın yolundayız, Îsâ’nın yolundayız, veya bizler hanifleriz, yâni İbrâhim’in yolundayız diyorlar ve Allah’a yalan iftirada bulunuyorlardı.

Halbuki yaşadıkları bu hayat ne Allah’ın istediği bir hayattı, ne de bu sözünü ettikleri Peygamberlerle ilgisi olan bir hayattı. İşte bu da Allah’a yalan iftirada bulunmaktır. Tıpkı bugün yaşadıkları hayat İslâm olmayan müslümanların biz İslâm’ı yaşıyoruz, bu yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayattır demeleri gibi. Halbuki namazımızdan tesettürümüze kadar, siyasal yapılanmamızdan ekonomik sistemlerimize, hukuk tarzımızdan kılık kıyafet biçimimize, mücâdele metodumuzun meşruluğundan düğün dernek anlayışlarımıza, beşerî ilişkilerimizden soframıza kadar, çocuklarımızın eğitimine kadar hiç bir şeyimiz Allah’ın istediği gibi değildir.

Evet böyle Allah’a karşı yalan iftiralarda bulunan ve bir de Allah’ın âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim vardır. Allah’ın âyetlerini yalanlamak âyetlere rağmen onları yok farz ederek bir hayat yaşamak demektir. Âyetleri yalan sayarak, varlığını görmezden gelerek, âyetleri örterek, gündeme almayarak bir hayat yaşayan kişiden daha zâlim kim vardır diyor Rabbimiz. Böyle yapan zâlimleri Allah kesinlikle hidâyete ulaştırmayacaktır. Bu tür insanlar kesinlikle saadeti bulamayacaklardır, huzuru göremeyeceklerdir.

Evet işte bu Allah’ı yanlış tanıyanlar, Allah’ı insanlara yanlış tanıtanlar, Allah’ın dinini yanlış tanıyanlar ve bu dini toplumlarına yanlış tanıtarak Allah’a yalan iftirada bulunanlar, kendi anlayışlarını, kendi hevâ ve heveslerini işte din budur diye eğri büğrü bir dini insanlara takdim ederek Allah’a yalan iftirada bulunanlar ve de Allah’ın âyetlerini yalan sayanlar, Allah’ın âyetlerini yok farz edenler, sanki Allah kendilerine hiç âyet göndermemiş, sanki kendilerinden hiç bir sorumluluk istememiş gibi Allah’ın âyetlerini görmezden gelerek yaşayanlar, sanki Allah’ın âyetlerinin toplumu düzenleme hakkı ve yetkisi yok muş gibi toplum hayatını kendi yasalarıyla düzenlemeye çalışanlar, sanki Allah âyetleri kendilerinden hiç bir mükellefiyet istemiyormuş gibi hayatlarını keyiflerinin istediği gibi yaşamaya çalışanlardan daha zâlim kim vardır? buyurduktan sonra diyor ki Rabbimiz.

İşte bunlar, bu zâlimler kitaptan nasiplerine ulaşacaklardır. Kitaptan onlara takdir edilenler onlara gelecektir. Rabbimiz ezelde kader olarak bunlara neyi takdir etmişse, ömür olarak, rızık olarak, hayat olarak neyi kararlaştırmışsa kaderleri ve nasipleri onlara ulaşacaktır. Allah onlar için yeryüzünde ne kadar hayat takdir etmişse o kadar yaşayacaklardır. Rızık olarak kendilerine ne takdir edilmişse onu elde edeceklerdir. Allah’ın kendilerine takdir buyurduğu her şeyden istifade edeceklerdir. Kendilerine dokunulmayacaktır. İşledikleri nanelerden ötürü bu nimetlerden mahrum edilmeyeceklerdir. Peki ne zamana kadar?

Hattâ meleklerimiz onların canlarını almaya geldiklerinde işte o zaman onları gebertirler. Onların defterlerini dürerler. Onların dünyadaki kendilerine takdir edilmiş hayatlarına, hayatın sahibinin emriyle son verirler. Ve Allah’ın melekleri o zâlimlere derler ki:

Ey zâlimler! Ey müstekbirler! Ey cehennem kütükleri! Hani o Allah berisinde kendilerine dua ettikleriniz? Hani o kendilerini büyük zannedip, kendilerini etkin ve yetkin zannedip de daraldığınız zamanlar kendilerine dua edip yardıma çağırdığınız güçler nerede? Nerede o Allah sever gibi sevdikleriniz? Allah’tan korkar gibi kendilerinden korktuklarınız varlıklar nerede? Nerede o sanki Allah gibi kendilerinden sistem dilendikleriniz? Efendilerimiz siz bilirsiniz, bize hukuk yapın! Siz bilirsiniz bize yasa belirleyin diyerek kendilerine kulluk ihrazında bulunduklarınız nerede? Kendilerinde rızık bekledikleriniz, medet umduklarınız, kendilerine yöneldikleriniz nerede? Haydi çağırın onları da size yardım etsinler. Haydi çağırın onları da sizi bu ölümden kurtarsınlar.

Hani benim yerime hayatınıza ikâme etmeye çalıştığınız hu-kuk tanrılarınız? Bunlar da bilirler hukuku, bizim Allah’ınkine ihtiyacımız yoktur dedikleriniz. Bunlar bize anında şifa ulaştırırlar bizim Allah’ın vereceği şifaya ihtiyacımız yoktur diye bana şirk koşmaya, benim yerime kendilerine gitmeye çalıştığınız şifa tanrılarınız hani nerede?

Hani nerede ortaklarınız? Nerede şerikleriniz, şürekânız? Nerede o dünyada hatırını kazanmaya çalıştıklarınız? Nerede kendile-rinde hâkimiyet gördükleriniz? Nerede bana ortak koştuklarınız? aslında ortaklarınız değilken veya bana ortak olmaya lâyık değillerken inadına bana ortakmış gibi gördükleriniz? Hani nerede Rableriniz Rezzaklarınız, hâdîleriniz, vedûdlarınız, şâfîleriniz, korktuklarınız, sı-ğındıklarınız, dua edip imdadınıza çağırdıklarınız, dualarınıza ortak ettikleriniz, benimle birlikte yeryüzünde etkili yetkili zannettikleriniz? Nerede mâbudlarınız, timsalleriniz, liderleriniz, önderleriniz? Hani ne-rede onlar çağırın da sizi kurtarsınlar onlar. Çağırın da sizi benim elimden kurtarsın bu ortaklarınız. Hani ülke idaresini bunlar daha iyi bilirler diyerek bana şirk koşmaya çalıştığınız siyasal tanrılarınız? Diye seslenildiği zaman onlar diyecekler ki:

Diyecekler ki onlar bizden kayboldular. Onlar bizi terk ettiler, diyecekler ve orada kendi nefislerine şahitlik edecekler. Kendi kâfirliklerine şahitlik edip itiraf edecekler. Ya Rabbi! Onlardan hiç birisinin senin ortakların olduğuna dair bizden hiç birimiz şahitlik yapmıyoruz! diyecekler. Alçaklar anlayacaklar gerçeği de böyle diyecekler. Bugün deseler ya bunu. O gün bunu demelerinin kendilerine en küçük bir faydası olmayacak. Çünkü yarın zorunlu olarak diyecekler bunu. İnkâr etme imkânlarının olmadığı bir zamanda diyecekler bunu. Çünkü zaten onlarla araları ayrılmıştır. Ölürken bir ayırıyor Allah onların aralarını, yâni ölürken bu tanrıların kendilerine hiç bir şey yapamadıklarını göstererek Allah aralarındaki bağları koparıyor, sonra öbür tarafta dirildikleri zaman bir daha koparacak Allah onların aralarını.

Yâni artık onların Allah’a ortak koştukları kendilerinden uzaklaşıp kaybolacak ve onlar artık kendilerinin kaçacak bir yerlerinin olmadığını da anlayacaklar ve o zaman diyecekler ki hayır ya Rabbi bunların sana ortak olduklarını bizden söyleyecek, buna şahitlik edecek hiç kimse yoktur diyecekler
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Araf suresi ayet 55
Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin. Muhakkak ki O, haddi aşanları sevmez.

İşte böyle bir Rabbe gönülden ve gizlice dua edin. Böyle bir Rable iletişim içine girin. Daraldığınız zaman, çıkmaza girdiğiniz zaman, bunaldığınız zaman, sıkıntıya düştüğünüz zaman isteyeceklerinizi Ondan isteyin. Problemlerinizi O na havale edin. Çözümü Ondan isteyin ve bekleyin. İrtibatınız sürekli Onunla olsun.

Kur’an-ı Kerîm biliyoruz ki Rabbimizin kelâm sıfatının tecelli-sidir. Allah’ın Resûlü Efendimiz de bu kelâmın bize ulaştırılmasında vasıtadır. Rabbimiz merhameti gereği, rahmeti gereği kitabı vasıtasıyla dünyada ne yapacağımızı, nasıl davranacağımızı, nasıl bir hayat yaşayacağımızı kurallar halinde bize bildirmiştir. İnsanı insan etmenin, insanı mutlu etmenin kuralları diyoruz bunlara.

Âdem ve nesli dünyaya gelmiş. Peki bu varlık geldiği bu hayatta ne yapacak? Nasıl yaşayacak? Nasıl bir hayat programı takip edecek? Onların bocalamalarına imkân vermeden Rabbimiz hemen vahyini gönderir. Ve Rabbimiz yeryüzünü bir an bile vahiysiz bırak-maz. İnsanlar buna lâyık mıdır değiller midir buna hiç bakmaksızın sürekli Rabbimiz vahyini gönderir.

İşte insanın dünyada hayatını tanzim adına, amel etmesi adına gelmiş bir âyet, bir kural.

Rabbinize dua edin gönülden ve gizlice. Rabbimiz rahmetinin eseri olarak bizim kendisine dua etmemizi istemektedir. Başka bir âyetinde Rabbinizin esmâsıyla Rabbinize dua edin buyurur. Yâni dualarımızın kabul yöntemini de gösterir bize. Başka bir yerde “Deki felakın Rabbine sığınırım...” Bazen de peygamberler ve sâlih mü’minler şöylece dua ederler, şöylece dua ettiler diyerek bize dua modelleri öğretir.

Dua,dua edileni büyük tanımak, büyüklük mevkiine oturtmak, büyüklüğünü, gücünü kuvvetini kabul etmektir. Dua acziyetin ifadesidir. Dua âcizin, güçsüzün güçlüye teslimiyetinin ifadesidir. Öyleyse dua eden kişiyi bu duası Allah’ın her an Rabbi ve koruyucusu olduğu ve bu Rabbi karşısında her an ona muhtaç olduğu şuuruna götürecektir.

Öyleyse Rabbimize dua edeceğiz. Ama bakın burada Rab-bimiz duanın usulünü de öğretiyor bize. Gizlice ve yalvarıp yakararak dua edeceğiz. Kendi küçüklüğümüzü, kendi fakirliğimizi, âcizliğimizi, çaresizliğimizi, mahcubiyetimizi Rabbimizin de büyüklüğünü, zenginliğini, güçlülüğünü itiraf ederek dua edeceğiz. Bir de gizlice dua edeceğiz. Bağırıp çağırarak dua etmeyeceğiz. Sanki Allah bizim istediklerimizi vermek zorundaymış gibi bir pozisyonda bağırıp çağırarak dua edilmez. Çünkü biliyoruz ki:



1- Allah bize bizden, bize her şeyden daha yakındır. Bize şah damarımızdan daha yakındır Allah.

"Biz insana şah damarından daha yakınız."
(Gâf 16) Âyeti bunu anlatır. Buna göre madem ki Allah bize bu kadar yakındır o halde:

a: Allah’a dua ederken onu uzakta bilip, işitmez zannedip ba-ğırıp çağırmanın, hoplayıp zıplamanın anlamı yoktur. Nitekim birilerinin böyle yüksek sesle, bağırıp çağırarak dua ettiklerini gören Allah’ın Resulü:

"Sizler sağıra ve gaibe dua etmiyorsunuz. Her halde işiten ve yakın olan birine dua ediyorsunuz." Buyurmuştur.

b: Madem ki Allah bize bizden ve herkesten yakındır, o halde duada birilerinin aracılığına ne gerek var? Aracı kullanmaya da gerek yoktur. Bir kere Rabbime ben kendim bizzat dua edebilmeliyim. Birilerinin gölgesinde, vasıtasında dua ederek şahsiyetimin ezilmesine, silinmesine gerek yoktur. Bundan sonra kime boyun eğecek de mümin? Kimden korkacak da? Kime sığınacak da? Allah kendisine o kadar yakın ki; ya Rab! Dediği anda telsizsiz, telefonsuz, aracısız anında duyan bir Allah’la karşı karşıyaysa mü'min aracılara ne gerek var da. Hiç kimse kişiye Allah kadar yakın olmadığına göre aracılar kullanarak şirke düşmesinin de anlamı kalmamıştır.

İşte illâ da efendim aracılara ihtiyaç vardır, baksanıza bir mü-dürün yanına bile aracılar kullanarak yaklaşılmaktadır diyenler galiba Allah’ı insan gibi düşündüklerinden şirkin daniskasını gerçekleştirmektedirler. Tamam belki müdüre birileri vasıtasıyla yaklaşılabilir, ama Allah, o müdür gibi gafil biri değil ki. Evet dua edeceğiz, davetiye göndereceğiz Rabbimize ama dâvetiyenin üzerine başkalarının ismini yazmayacağız.

2- Günahsız bir ağızla dua etmeye çalışmalıyız. Allah’ın Re-sulü Tirmizi’de:

"Kişi günah işleyip sılayı rahmi kat etmedikçe, ve de acele etmedikçe Allahu Teâlâ onun duasını Reddetmez." Buyurur. Helâl gıda çok önemlidir dua için.

Allah’ın Resulü bir adamdan söz eder. Adam Allah için yollara düşmüş. Cihada, sefere çıkmış, ilay-ı kelimetullah adına çıkmış, Allah’a dost kazandırmak, tebliğ yapmak, emri bil maruf yapmak için veya savaşarak Allah düşmanlarının işini bitirmek üzere yola çıkmış. Bu yolda büyük sıkıntılar çekmiş, büyük zorluklara katlanmış, yüzü gözü toza toprağa batmış ve bu haldeyken el kaldırıp: "Ya Rab! Ya Rab! Diyerek Allah’a dua ediyor, bir şeyler istiyor Allah’tan. Çocukları için istiyor, ülkesi için istiyor, memleketinde ittifaktan dem vurarak is-tiyor, devlet istiyor, düzen-dirlik istiyor Bosna’dakiler, Çeçenistanda-kiler için istiyor, istiyor. Ama Allah’ın Resulü buyuruyor ki bu adamın yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, gıdası haram, özü haram, sözü haram nerede kaldı Allah bunun duasını kabul edecek.

3- Duada bir de acele etmeyeceğiz. Allah’ın Resulü:
"Sizden biriniz acele etmedikçe Allahu Teâlâ duanızı kabul buyurur."
Duada acele etmek, dua ettim de Allah kabul etmedi demektir.
(Buhârî, Müslim)



Dua ile istenen ihtiyacın karşılanması hemen de olabilir, bir müddet sonra da olabilir, bazen de istenen şey âhirete kalabilir. Bazen de bizim hakkımızda hayırlı olan şey bizim istediğimizin dışında bir şey de olabilir. Öyleyse olmadı! Dua ettim de kabul edilmedi! Diye acele etmeyelim Allah istediği zaman istediği biçimde bizim duamızı kabul edecektir. Ve bazen bizim daha çok dua etmemizi istediği için Rabbimiz istediğimiz şeyleri geç verebilir. Bu durumda kesinlikle ümitsizliğe düşmemeliyiz. Değilse yâni Allah’ın mülkü yanında bizim istediklerimiz ne kadar olabilir de? Bütün dünya insanlığı birleşse, herkes isteyebileceğinin en son sınırını istese Allahu Teâlâ’nın mülkünden bir şey eksilir mi? Öyleyse bizim istediklerimizi geciktirmesinin sebebi bizim biraz daha dua ederek kulluğumuzu artırmamızı istemesinden başka bir şey değildir.

4- Şurası da unutulmamalıdır ki:

"Dua bir ibadettir." (Ebu Dâvûd, Tirmizi, İbni Mâce)

5- Dua ederken Allah’tan istenmesi gereken, istenmesi caiz olan şeyleri istemeliyiz. Harika, mûcize, nübüvvet ve haramları istemek gibi caiz olmayan şeyleri istemeyeceğiz.

6- Oruçlu dua etmeye çalışacağız. Hele hele iftar vakti yapılan duanın reddedilmeyeceğini söyler Allah’ın Resulü:
"Oruçlunun iftar vakti yapmış olduğu duası mutlaka kabul olur."
"İftar zamanı oruçlunun duası reddedilmez ."

Yine Ebu Hureyre’nin rivâyet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Resulü şöyle buyurur: Üç kimsenin duası asla reddedilmez.

1- Âdil devlet reisinin duası.

2- İftar edinceye kadar oruçlunun duası.

3- Zulme uğrayan mazlumun duası. Bu üç kişinin duasının asla reddedilmeyeceğini anlatıyor
Allah’ın Resulü.

Evet Allah bizden dua etmemizi istiyor. Duaya o kadar önem verelim ki öyle bir dua hayatı uygulayalım ki artık bizim hayatımız hep dua olsun. Yâni Allah’la ilişkimizi hiç kesmeyelim. Çünkü dua sürekli Allah’la ilişki içinde olmaktır. Her zaman ona dua edelim. Hem de is-teklerimiz meşru olduğu sürece utanmadan isteyelim ondan. Bu da istenir mi? Demeyelim. İstenilen kim? Allah. Yâni anamız değil, babamız değil, ağamız, patronumuz değil. Üstelik biz yalvardıkça bizi seviyor.

Biz ona yöneldikçe o bizim kendisine yönelmemizden mem-nun oluyor. Öyleyse hemen yalvaralım, hemen yakaralım. Karnımız acıktı yalvaralım, susadık yalvaralım, ayakkabımız kayboldu yalvaralım, ayakkabımız bulundu yalvaralım, sıkıntımız var yalvaralım, cennet istiyoruz yalvaralım, cehennemden korkuyoruz yalvaralım, yal-varalım,yalvaralım...

Ve Kur’an’daki dua modellerini de iyi belleyelim. Kur’an’daki dua modelleri yanında bir de Resulü Ekrem Efendimizin dua usullerini, ezkarını iyi belleyelim. Bizim toplumun en büyük hastalıklarından biri de duayı bilmemeleridir. Gerçi mekânik bir hayatımız var. İşte imam bize namazı kıldırırken duayı bile biz ona yaptırırız ve biz arkasında amin deriz. Yâni şimdi duayı bir başkasına ettirip ben de arkasından amin dedikten sonra benim dua yeteneğim kayboluyor demektir. Hacca gidiyor müslümanlar, başlarında birileri var duayı ona yaptırıyorlar. Kişi kendisi yapmalı aslında duayı. Hani İsrâil oğullarının hastalığıdır bu. Ağzı kurumuş sanki insanların da kendileri dua ede-miyor hep başkalarına dua ettirmeye çalışıyorlar. Aslında müslüman kendi duasını kendisi yapmalıdır. Ya Rabbi! Bana özgürlük ver! Ya Rabbi bana hürriyet ver! Ya Rabbi benim ülkeme dirlik düzenlik ver! Ya Rabbi bana cennet ver! Diyemez mi bunu müslümanlar? Elbette herkes söyleyebilir bunu, ama yine de alışmış insanlar ille de birileri dua edecek onlar da amin diyecekler garip bir şey.

Allah korusun da Hristiyanlıkta olduğu gibi namazını birileri kı-lıverecek, orucunu birileri tutuverecek, hatmini, Kur’an’ını birileri oku-yuverecek, duasını birileri yapıverecek, haccını birileri yapıverecek tamam. Hristiyan dünyada olduğu gibi birileri papaz olacak ötekiler ümmî olacaklar, günahı oldu mu onun yerine para verecek, namazını kılamadı mı onun yerine para verecek birileri hallediverecek Allah korusun da böylece din kaybolup gidecektir. Halbuki dua bizim Allah’la ilişkimizi sağlayan ve hiç bitmeyen, tükenmeyen bir ibadettir. Dua etmeyi bilmeyen kişi kullukta yapamaz. İşte namaz bir duadır, hac bir duadır. Evet duanız da olmasa Rabbiniz sizi ne yapsın?
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Araf suresi ayet 134
Ve azap üzerlerine geldiği (vuku bulduğu) zaman: “Ya Musa (Allah'ın) seni sahip kıldığı ahd (nübüvvet ahdi) sebebiyle bizim için Rabbine dua et. Eğer bizden azabı kaldırırsan, biz sana mutlaka inanırız ve mutlaka İsrailoğullarını seninle beraber göndeririz.” dediler.

Allah’ın âyetlerine kulak vermemeleri, Allah’ın âyetlerini normal, önceki atalarına gelmiş, normal musîbetler olarak veya normal tabiat olayları olarak değerlendirip geçerek yedikleri bu naneler yüzünden onların üzerlerine azap, murdarlık, pislik vâki olunca da, yâni Allah’ın gönderdiği bu olaylar onları ezip de perişan bir duruma düşürünce de çaresizlik içinde gelip Allah’ın elçisi Mûsâ’ya bakın ne di-yorlar?

Ey Mûsâ! Rabbinin senin yanındaki ahdi hatırına, Rabbinin seninle sözleşmesi hakkı için, senin Allah katındaki değerin hatırına veya seninle Allah arasındaki risâlet bağı adına bizim için Rabbine dua et. Bizim için Rabbine bir ilticada bulunuver.

Eğer şu azabı, şu pisliği, şu murdarlığı bizden kaldırırsan sana iman edeceğiz, diğer müslümanlarla birlikte sana teslim olanlardan olacağız ve de bu İsrâil oğullarını seninle birlikte serbest bırakacağız, onları dilediğin coğrafyaya götürebilirsin diyorlar. Utanmazlıklarına, ukalalıklarına ve köpekliklerine bakın adamların.

Bir kere diyorlar ki ey Mûsâ Rabbinin senin yanındaki ahdi hatırına, ya da seninle Rabbinin arasındaki sözleşme ve risâlet bağı hatırına bizim için O’na bir dua ediver de bu belâyı üzerimizden kaldırsın. Demek ki bu ifadelerden anlıyoruz ki bu adamlar Hz. Mûsâ’nın Allah’la bağlantılı olduğunu, onun Allah’ın elçisi olduğunu biliyorlar. Onlar aslında bu ifadeleriyle Hz. Mûsâ (a.s)’ın elçiliğini itiraf ediyorlardı. Ama tabii bu itirafı iman adına değil menfaatleri adına, üzerlerindeki bu ricsin, bu murdarlığın kaldırılması adına yapıyorlardı. Başları daraldığı için söylüyorlardı bunu ve işleri bittiği zaman da yine eski cürümlerine döneceklerdi.

Bir de yine diyorlar ki bakın ey Mûsâ şu belâyı bizim üzerimizden kaldırırsan sana iman edeceğiz ve de ısrarla isteyip durduğun bu İsrâil oğullarını sana vereceğiz. Yâni dilediğin yere götürebilirsin onları. İfadedeki çarpıklığı anlıyor musunuz? Hem sana inanacağız diyorlar hem de al bu İsrâil oğullarını dilediğin yere git diyorlar. E inandığınız bir peygamberi nereye gönderiyorsunuz da? Hani inandınız ya artık, peygamberin başka yerlere gitmesine ne gerek var? Yo aslında adamlar Hz. Mûsâ’yı aralarında görmek istemiyorlar. Alsın bu İsrâil oğullarını da dilediği yere gitsin ve bizden uzak olsun istiyorlar. Nere giderse gitsin yeter ki biz ondan kurtulalım diyorlardı. Evet Allah’ın elçisine söz verdiler, kesin vaadlerde bulundular, ama Allah bunların ne yapacaklarını biliyordu. Rabbimiz onların içlerini dışlarını, niyetlerini bildiği halde yine de kendilerine mühlet tanıma adına onların başlarındakini kaldırıyordu.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Araf suresi ayet 180
En güzel isimler Allah'ındır, artık O'na onunla (esmaları ile) dua ediniz! Allah'ın isimlerini (mânâsını) saptıranları terket! Yapmış oldukları şeyden dolayı yakında cezalandırılacaklar.

En güzel isimler sadece Allah’ındır. En güzel isimler sadece Allah’a aittir. O halde onlarla Onu çağırın. O isimlerle Rabbinize dua edin. Rabbinizin en güzel isimleriyle Onunla iletişim içine girip Ona seslenin. Rabbinizin en güzel isimlerini çağrıştırarak, Rabbinizin en güzel isimlerinin muhtevalarını hayatınızda canlı tutarak o isimlerin gereklerini yerine getirin.

Bu hususu ortaya koyan bir Hadis-i Şerîflerinde Allah’ın Resûlü buyurur ki:

“Allah’ın 99 esmâsı vardır, kim onları ıhsa ederse muhakkak cennete girecektir”

Evet Rabbimizin bu en güzel isimlerini ıhsa edenin cennete gideceğini anlatıyor Rasulullah. Peki madem ki sonunda cennet var, o halde bu isimleri ihsanın ne demek olduğunu tanımak zorundayız. Ne demektir ıhsa? Ihsa bir şeyi bir şeyin içinden çıkarmak, ayırmak ve saymak demektir. O halde Allah’ın en güzel isimlerini ıhsa onları başkalarından ayırmak, onları Allah’tan başkalarına vermemek onları saymak hayatta onları hatırda canlı tutmak, onların muhtevalarına göre bir hayat yaşamak hâsılı onların hakkını vermek demektir.

Evet elbette ki Rabbimizin bu en güzel isimlerini Rabbimizin kendisini bize anlattığı kitabından ve elçisinin sünnetinden öğrenmek zorundayız. Allah kitabında ve elçisinin beyanlarında kendisini bize nasıl tanıtmışsa, hangi isimlerin, hangi sıfatların sahibi olarak bildirmişse Rabbimizi öylece tanıyacak, öylece o simlerin sahibi olarak Ona iman edecek ve bu en güzel isimlerin çağrıştırdığı biçimde kendisine yönelecek, bu isimlerin muhtevalarına uygun bir biçimde kendisine karşı nasıl bir tavır takınmamızı istemişse öylece yapmaya çalışacağız. Bu isimleri bizden nasıl bir kulluk istiyorsa öylece Ona kulluk yapacağız. İşte âyet-i kerîme bizden bunu istiyor.

Yâni Rabbimize dua ederken, bir derdimizi, bir sıkıntımızı Rabbimize arz eder ve Ondan yardım talep ederken bu isimlerle çağıracağız, bu en güzel isimlerle Onunla ilgi ve iletişim kurarak Ona iltica edeceğiz. Yâni Rabbimizin bu en güzel isimleriyle tevessül ederek Ona dua edeceğiz. Çünkü bunu bize anlatan, bunu bize tarif ve teşvik eden Rabbimizin bizzat kendisidir. İşte bu âyet-i kerîmesinde Rabbi-miz en güzel isimlerin sadece kendisine ait olduğunu ve bu isimlerle kendisine dua etmemiz gerektiğini anlatıyor.

Dikkat ederseniz burada âyet-i kerîmede “El Esmâ’ul Hüsnâ lillahi” denmiyor da “Ve lillah’il esmâ ül Hüsnâ” deniliyor. Bu ifade bu isimlerin, bu en güzel isimlerin sadece Allah’a mahsus olduğunu vurgulamak içindir, Arapça’da kelimenin bu şekilde kullanılmasından anlıyoruz bunu. Anlıyoruz ki bu en güzel isimler sadece Rabbimize aittir. Anlıyoruz ki bu en güzel isimleri açısından kendisine ortak olacak hiç bir varlık yoktur. Bazen Kur’an-ı Kerîm içinde Rabbimizin bu en güzel isimleriyle başka varlıklara da tesmiye olunduğunu, yâni onlara da bu isimlerin verildiğini görüyoruz.

Meselâ Rabbimizin Kur’an’daki isimlerinden birisi olan Raûf Rahîm gibi isimlerinin Rasulullah efendimiz için de kullanıldığına şahit oluyoruz. Veya meselâ Allah’ın Hâdî isminin Rasulullah efendimize ve Kur’an’a da verildiğine şahit oluyoruz.

Veya meselâ Rasulullah efendimiz için de Kur’an-ı Kerîm için de Azîz isminin kullanıldığın biliyoruz. Ancak bu isimlerin onlar hakkında da kullanılmış olması kesinlikle o varlıkların Allah’a denk oldukları, Allah’a benzer oldukları anlamına gelmez. Yâni ne kitabın ne de Rasulullah efendimizin Allah’ın izzetine benzer bir izzetle aziz olduklarını düşünmemiz caiz değildir. Sadece şu kadarını söyleyebiliyoruz ki Azîz olan ve tümüyle izzet kendisinden olan, izzetin sahibi olan Allah, izzeti peygamberinde yaratmıştır, kitabını izzetinden şereflendirmiştir. Onların izzeti Allah’tandır, ama Rabbimizin izzeti başkalarından değil kendisindendir diyoruz.

Evet en güzel isimler sadece Allah’a aittir ve bizler o isimlerle Rabbimize dua edeceğiz. Yâni onunla iletişimimizi bu isimleriyle kuracağız. Yâni dua edeceğimiz konu neyse, hangi konuda ona dua edeceksek o konuyla alâkalı ismini gündeme getirerek, o ismin çağrıştırdığı mânâyı, o ismin istediği tavrı takınarak dua edeceğiz. Eğer isteyeceğimiz konu affımızsa o zaman ya Rahmân, ya Rahîm bizi affe-dip mağfiret buyur diyeceğiz. Eğer ayıplarımızın kusurlarımızın ör-tülmesi konusuysa ya Ğaffar, ya Settar diyerek, eğer konu rızık ko-nusuysa ya Rezzak diyerek, eğer şifa konusuysa ya Şafi diyerek, eğer bir tehlikeden korunma konusuysa ya Hafız gibi isimlerle Rab-bimize dua edip Onu imdadımıza çağıracağız ve de bu konuya etkin ve yetkin sadece Onun olduğuna iman edeceğiz. Yâni bu isimleri konusunda, gökler ve yeryüzünde asla kendisine ortakların olmadığına, benzerlerin olmadığına iman edeceğiz.

Bir anlamda Rabbimizi bu isimleriyle tanıyacak ve Ona bu şekilde iman edeceğiz. Sadece Allah’a ait olduğu haber verilen bu isimleri bu sıfatları Allah’tan başkalarına vermeyeceğiz. Allah’tan başkalarını bu isimlerle muttasıf bilerek onlara da dua ederek, onları da çağırarak, çağrıştırarak şirke düşmeyeceğiz. Meselâ âlim sadece Allah’tır. İlim tümüyle Allah’tandır ama ilminden bir kısmını bize açmıştır O Rabbimiz. Kitapları peygamberleri aracılığıyla ilminden bir kısım bize indirmiştir. İşte gerçek âlim olarak Allah’ı bilmeli gerçek ilim olarak Allah bilgisini bilmemiz ve dışındakileri ise zandan ibaret, bâtıldan ibaret bilmeliyiz. İşte Rabbimizin Alîm ismi bizde bunu çağrıştırmalı, Onunla ilişkimizi bu şekilde ayarlamalı, bizim bu konuda böyle bir tavır sergilememizi gerçekleştirmelidir.

Yâni ilme ulaşmak, izzet ve şerefe ulaşmak isterken de sadece Ona ve Onun kitabına müracaat biçiminde dua etmeliyiz. Çünkü gerçek ilim sadece Allah’ın ilmidir, gerçek âlim sadece Allah’tır ve ilim sahibi olan kimse de Allah’ın kitabının bilgisine sahip olan kimsedir. Allah’tan başkalarını âlim görmek, ilmi Allah’ın vahyinin dışında aramak, ilim konusunda Allah’tan başkalarını çağırmak ve çağrıştırmak ise şirktir.

Evet bu konuda sadece Allah’ı çağıracak, Allah’ı çağrıştıracak ve Allah’a dua edeceğiz. Allah’tan başka âlim, Allah’tan başka Azîz, Allah’tan başkalarında ilim ve izzet aramaya çıkmayacağız. Tüm isimleri böyledir. Allah’tan başka Rab, Allah’tan başka Şafi, Allah’tan başka Hadi, Allah’tan başka Razzak, Allah’tan başka Mâlik, Melik yoktur.

Allah’ın kendisine ait en güzel isimlerini öğrenmenin, bu isimlerin istediği biçimde bir tavır sergilemenin, yâni Allah’ı Allah olarak tanıyarak Onunla Onun istediği biçimde bir iletişim kurmanın yolu, Allah’ın kitabını ve Resûlünün sünnetini tanımadan geçer. Öyleyse bu konularda şirke düşmek, yanlışlara düşmek istemiyorsak sürekli kitap ve sünnetle birlikte olmak zorundayız, bunu hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız.

Allah’ın isimleri konusunda ilhada düşen, sapan, sapıtan kimseleri de bırakıverin. Onlar yakında yaptıklarının cezasını çekeceklerdir. Evet Allah’ın isimleri konusunda, Allah’ın esmâsı konusunda, Allah’ın sıfatları konusunda ilhada düşen, yâni onları ezen bozan, Allah’ın isim ve sıfatlarını tahrif eden, sadece Allah’a ait olan bu isim ve sıfatları Allah’tan başkalarına da vermeye çalışan ve yeryüzünde Allah isimlerine Allah sıfatlarına haiz bir kısım varlıklar kabul ederek şirke düşen insanları bırakıverin. Onlar bu konuda nasıl bir anlayış içine girerlerse girsinler, nasıl bir tavır sergilerlerse sergilesinler, kendi şirk anlayışlarının ürünü olarak size nasıl bir anlayış sunarlarsa sunsunlar onları terk ederek onların anlayış ve inanışlarını reddedin. Onların şirk anlayışlarının ürünü olan eğitimlerini reddedin kılık kıyafet anlayışlarını reddedin, parlamento anlayışlarını reddedin, hukuk anlayışlarını reddedin, ekonomi anlayışlarını reddedin. Çünkü bunların her bireri Allah’ın belli bir ismini nefiy eden şirk anlayışlarından kaynaklanmaktadır ve Rabbimiz onları terk etmemizi bizden istemektedir.

Allah’ın esmâsı konusunda ilhada düşenleri terk edin. Onları dinlemeyin, onları kendinize velî ve dost edinmeyin, hayatınızı onların yasalarına bina etmeyin, hayatınızı onlara sormayın, onlarla istişare etmeyin. Tabii bu ifade onlarla görüşmeyin, onlara karışmayın, onları kendi hallerine bırakıverin, onlara din duyurmayın, onlara doğruyu anlatmayın, onların hayatlarını ve inanışlarını sorgulamayın, onları oldukları gibi kabullenin demek değildir. Bütün bunları yapmakla beraber onlarla dostça bir ilişki içine girip hayatınızı onlar kaynaklı düzenlemeyin demektir.

Peki acaba Allah’ın isimleri konusunda ilhadı nasıl anlayacağız?
Bu gerçekten çok önemli bir konudur üzerinde biraz biraz duralım. Yâni bu insanlar Allah’ın isimleri konusunda acaba nasıl ilhada düşüyorlar? Meselâ az evvel de ifade ettiğimiz gibi Allah kitabında diyor ki her konuda en bilen benim, tek bilen benim, ilim bendendir diyor. Ama kimileri Allah’ın bu ismini nefyederek, bilme konusunda Allah’ı diskalifiye ederek içinde bulunduğumuz Nemrutların, Firavunların, Ebu Cehillerin tekrar hortlatılmaya çalışıldığı bu çağı ilim çağı olarak empoze etmeye, ilim çağı olarak sunmaya çalışıyorlar.

Bu çağda artık Allah bilgisine, vahiy bilgisine ihtiyacımız kalmamıştır, artık o bilgiler eski çağlarda kalmıştır, eskilerde kalmıştır, mazide ve çölde kalmıştır. Artık bugün orta çağa ait bir kısım Allah bilgileriyle, Allah yasalarıyla hayatımızı düzenlememiz mümkün de-ğildir. Çünkü bu devirde onların uygulanmaları da bizim problemle-rimize çözüm getirmeleri de mümkün değildir. Zira çağımız değiş-miştir, çağ ilim çağıdır diyorlar. İşte bu iddia Allah’ın Alîm ism-i şerifi açısından bir ilhaddır bir sapmadır ve şirktir, küfürdür. Çünkü Âlim sadece Allahken, bu isim sadece Allah’a aitken onu Allah’tan nef-yedip başkalarına vermek ilhaddır ve küfürdür.

Veya meselâ Allah kitabında diyor ki Rab sadece benim. Kullarımı yaratan, onları doyurup besleyen, görüp gözeten ve onların hayat programlarını belirleme hakkına onların hayatlarına yasa koyma hakkına sahip olan sadece benim. Benden başka Rab, benden başka İlah, Melik ve Mâlik yoktur diyor. Benden başka kullarımın hayatında söz sahibi yoktur.

Ama gelin görün ki kimi mülhitler hayır artık devir değişti, bizim hayatımıza karışacak, bizim hayatımıza program yapacak, yasa belirleyecek başka Rablerimiz de vardır. Tamam Allah büyüktür, Allah yücedir, gökleri yaratan odur, bizleri yaratan odur ama hayatımıza karışmaz O Allah. Bize isteklerini arzularını bildirmez O Allah. Bizim hayatımızı kendi yasalarıyla düzenleyeceğimiz başka tanrılarımız var. Bizim hukuk tanrılarımız, eğitim tanrılarımız, kılık-kıyafet tanrılarımız, siyasal tanrılarımız, şifa tanrılarımız var. Onlar bizim işlerimizi düzen-liyorlar. Allah bizim işlerimize karışmamalıdır. Çünkü bizim pis işlerimiz var, mafya işlerimiz var, Allah bu işlere karışmamalı. Şimdi bu Al-lah bizim bu işlerimize karışır ve arzularını bize duyurursa o zaman biz onunkileri mi dinleyeceğiz? Yoksa öteki tanrılarımızın kilerini mi dinleyeceğiz? En iyisi mi hayatımızda böyle bir kaos yaşamaktansa Allah’ınkileri duymamak daha iyidir diyorlar.

Onun için Allah’ı ve onun elçilerini dinlememeye çalışıyorlar. Tamam Allah’a da kulluk yapalım ama başka ilahları da dinleyelim diyorlar. Yeri gelince, işleri düşünce, başları daralınca Allah’a kulluk yapıyorlar ama işleri bitince de başka ilahlara kulluk ediyorlar. Toplumun benimsediği, kimsenin ayıplamadığı bir takım kulluk türleri yerine getirilsin ama hayatın tümünü bu kulluk kapsamasın diyorlar.

Meselâ Kureyş müşriklerinin yaptığı gibi kendilerine servet sağlayan hac gibi ibadetlere şu anda bizimkilerin de yaptıkları gibi tamam diyorlardı ama hayatlarının geri kalan bölümüne Allah’ı karıştırmıyorlar. Yâni hayatı parçalıyorlar. Hayatımızın ibadet bölümüne Allah karışsın ama öteki bölümlerine başka Rablerimiz karışsın di-yorlar. İşte bu Cenâb-ı Hakkın Rab ismi, rubûbiyet sıfatı konusunda ilhaddır, küfürdür, şirktir.

Allah Azîzdir. İzzet ve şeref sadece Ona aittir ama bugün iz-zeti başkalarında ve başka şeylerde arayan insanlar vardır. Malda, parada, makamda, mansıpta, diplomada, doktorada statüde izzet ve şeref arayanlar vardır. Veya sadece Allah’a ait olan bu izzeti ken-dilerinde görenler vardır. İzzet bizdedir, şeref bizdedir, hâkimiyet bizdedir, bizim istediğimiz biçimde yaşamak zorundasınız, bizim istediğimiz şekilde giyinmek zorundasınız, bizim yasalarımıza itaat etmek zorundasınız, biz olmadan yaşayamazsınız. Bizim dediğimiz gibi olun ki size izzet ve şeref verelim, bizin sözümüzden çıkmayın ki size dereceler verelim diyen insanların bu tavırları da Allah’ın Azîz ismi konusunda bir ilhaddır ve şirktir. Şafi sadece Allah olduğu halde şifa veren biziz diyenler, Razzak sadece Allah olduğu halde rızık dağıtan biziz diyenler, bizim dediklerimizden çıkarsanız maaşlarınızı keseriz, sizi aç bırakırız diyenler, kendilerini hacet kapısı görenler, şu devlet kapısına girmişseniz artık sizin için rızık garantidir diyenler, halbuki herkes için rızkı garanti eden Allah’tır.

Yeryüzünde debelenen hareket eden hiç bir canlı varlık yoktur ki onların rızıkları Allah’ın üzerine olmasın. Halbuki rızık başkaları değil sadece Allah kaynaklıdır. Yaratan, yaşatan, hayat veren Allah-tır. Hâlık sadece Allah’tır. Hayat Allah kaynaklıdır, Allah sigortalıdır. Ama birileri gelin hayatınızı sigorta edelim diyorlar ve Allah esmâsı konusunda ilhada gidiyorlar. Allah’tan başka birilerinin insanların ha-yatlarını, hattâ kendi hayatlarını bile sigorta etmeleri mümkün değildir. Allah bu dünyada ne kadar kalmamızı istemişse, ne kadar ömür takdir etmişse ancak o kadar yaşayabiliriz. Kimsenin bunu değiştirmesi mümkün değildir. Hâdî sadece Allah olduğu halde hidâyeti ken-dilerinde görenler hepsi de Allah’ın esmâsı konusunda ilhad içindedirler.

Veya Allah Ragıyb’dir. Murakabe ve kontrol edendir. Yâni insanların nerede ve nasıl olduklarını, hangi durumda bulunduklarını bilebilen ve murakabe edebilen sadece Allah’tır. Çünkü O kişiye şah damarından daha yakındır. Siz neredeyseniz O sizinle beraberdir. Allah’ın bu sıfatı, bu ismi konusunda da insanların ilhada düştüklerini görüyoruz. Allah’tan başka; insanların, insanları kontrol ettiklerine, insanların ne yapıp ettiklerine muttali olduklarına inananları görüyoruz. Veya kendilerini murakıp olarak insanlara takdim edenlere şahit oluyoruz.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Araf suresi ayet 189
Sizi bir nefsten yaratan ve onunla sükûn bulmanız için, ondan onun eşini yaratan O'dur. Böylece, onu (sarılıp) örtünce, hafif bir yük yüklendi (hamile kaldı). Artık onunla dolaştı. Ağırlaştığı zaman ikisinin Rabbi Allah'a (ikisi) dua ettiler: “Eğer bize bir salih (evlât) verirsen mutlaka şükredenlerden oluruz.”

Rabbimiz sûrenin başlarında insanlığın yaratılışını ve tarihini anlatmıştı. Burada da yaratılışın ve yaratılış yasalarının kendisi tarafından konduğunu anlatıyor. İnsanı yaratan ne melektir ne peygamberdir ne de başka birileridir. Hepimizi yaratan, hepimizi yoktan var eden, hepimizi insan olma özelliğimizle bir tarağın dişleri gibi müsavi olarak var eden Allah’tır.

Bakın burada bu konuyu gündeme getirerek buyurur ki Rab-bimiz: Allah ki sizi bir tek nefisten yaratmıştır ve ondanda zevcesini çıkarmıştır. Ona, eşine sükûnet bulsun diye. Evet Adem (a.s) ın ve eşi Havva anamızın yaratılışı. Kur’an’ın değişik yerlerinden ve Rasu-lullah efendimizin hadislerinden öğreniyoruz ki Rabbimiz Hz. Adem’i topraktan yaratmıştır. Çeşitli safhalardan geçirildikten sonra kendi-sine Allah tarafından ruh üfürülmüş, Bakara’da anlatıldığı gibi kendisine ilim verilmiş ve Adem’in varlığı tamamlanmıştır.

Yine hadislerden anlıyoruz ki eşi Havva anamız da onun eğeyi kemiklerinden yaratılmıştır. Havva’nın Adem’in eşi olduğunu ve ikisinin birbirini tamamladığını biliyoruz. Yâni kadın erkeği, erkek de kadını tamamlayan bir bütünün parçalarıdır. Ne Havvasız Adem ne de Ademsiz Havva düşünülemez. Yâni eşlik karşılıklıdır. İnsan olarak, kul olarak her ikisine de benzer görevler yüklendiği gibi farklı misyonlar da yüklenmiştir. Bakın her ikisinin de yaratılışları gündeme getirildikten sonra Rabbimiz buyurur ki:

Onda sükûnet bulsun diye. Onda yuva bulsun diye. Ona gönlü aksın, kalbi meyletsin, yanına vardığında doyuma ulaşsın diye. Eşlerde birbirleri için böyle bir nimet söz konusudur. Bunu Allah söylüyor. Demek ki evlenmek gerek kadın açısından gerekse erkek açısından sükûnete, huzura ve doyuma ulaşma sebebidir. Bu gereksinim onların yaratıcıları tarafından fıtratlarına yerleştirilmiş bir özelliktir. Evlilikten kaçanlar ister erkek, ister kadın ne kadar da bu hayatın güzel bir hayat olduğunu iddia ederlerse etsinler insan olarak bu insanların huzura kavuşmuş olmaları mümkün değildir.

Burada karı-koca arasındaki cinsel ilişkiyi kastetmiyorum sadece. İnsanlar arası ilişkilere bakılınca karı kocanın birbirlerine yakınlığı kadar hiç bir yakınlık yoktur yeryüzünde. Eşler birbirlerine her tür-lü yakınlığı, hayatı paylaşmayı, emsali görülmedik dayanışmayı, birbirlerine sarılmayı, birbirlerine merhamet etmeyi, şefkat etmeyi, bir-biriyle cennete gitmeyi, birbirini cehennemden korumayı en güzel bir şekilde gerçekleştiren varlıklardır.

Kur’an’ın başka bir yerinde Rabbimiz karı-kocanın bu özelliğini anlatırken şöyle buyurur:
"Hanımlarınız sizin için örtüdür, siz de onlar için elbisesiniz."

1: Elbise kişiyi örter ve onu dış etkenlerden korur. Kadınlarınız da sizi örtüp haramdan korumaktadırlar. Sizler de kadınlarınızı örtüp onları haramlara düşmekten korursunuz.

2: Kadınların kocaları, kocaların da kadınları için elbise olmaları temiz olmaları ve sahibine has olmaları anlamını da ihtiva etmektedir. Elbise temiz olmalıdır. Kadın temiz olmalıdır, kadın afife, erkek de iffet sahibi olmalıdır. Kadın sadece kocasına ait olmalıdır. Kocası da sadece karısına ait olmalıdır. Kadının başkalarına gitmesi de erkeğin başkalarına uzanması da mümkün değildir.

3: Elbisenin insan vücuduna yakınlığı neyse, karı kocanın da birbirlerine yakınlığı odur. Kadın kocasına koca da karısına tıpkı elbisenin vücuda yakınlığı gibidir. Aslında bu âyet-i kerîme oruç geceleri cinsel ilişkinin helâl kılınışının hikmetini anlatıyor. Yâni karı koca birbirlerine bu kadar yakınken, o onun için elbise o da onun için elbise haline gelmişken oruç geceleri birleşme yasağında, birbirlerine uzak kalmalarında muhakkak ki bir zorluk olacaktır. İşte Allah bu zorluğu kaldırmayı dilemiştir.

Libas esasen onların bizi haramdan korumaları, bizim de onları haramdan korumamız demektir. Onların bizi Allah’a kulluğa yönlendirmeleri, bizim de onları kulluğa yönlendirmemiz demektir. Müslümanlar dinlerini hanımlarıyla tamamlarlar. Hanımlar da kocalarıyla tamamlarlar. Onlar onlara örtü, onlar da onlara örtü. Hayatı birlikte yaşarlar ve birlikte Allah’a kulluğa harcarlar.

Eğer kadınlarımız bizim için örtü olacaklarsa o zaman onları çok iyi eğitmek zorundayız. Bizi örtecek, bizi koruyacak biçimde onları eğitmek zorundayız. Hem kendimizi eğitmeli hem de kadınlarımızı eğitmeliyiz. Yâni verdiğimiz kararlarda, uygulamalarımızda, cennet yolunda ne onlar bize ayak bağı olmalılar, ne de biz onlara ayak bağı olmalıyız.

Eğer yaşadığımız hayatta onlar bize, biz onlara ayak bağı olmaya başlamışsak bu bizim onlara gerekli eğitimi vermememizden kaynaklanmaktadır. Ya da onlara gereken önemi vermediğimizden kaynaklanır. Kadınlarına gereken ilgiyi göstermeyen insanlar, Allah’ın istediği biçimde İslâm’ı yaşayamazlar. Kadınlarını Allah’ın istediği şekilde eğitmeyen erkekler de, onların kadınları da kesinlikle cenneti bulamazlar. Birlikte eğitilmeyen nice aileler görüyorum ki bugün kadınlar kocalarının derdini anlayamadığı için kocalarını evlerine hapsetmekte ve onların İslâmi çalışmalarına engel olma kavgası vermektedirler. Halbuki birlikte eğitilselerdi, her ikisi de aynı endişeleri taşısalardı bu kadınlar kocalarını bir saat bile evde boş durdurmayacaklardı.

Evet birlikte eğitilerek onlar bizi cehennemden koruyacak, biz onları ateşe gitmekten koruyacağız. Bir insanın harama düşmesi dünyanın yıkılması demektir. Bir kadının kendi helâlinden başkalarına uzanması, bir erkeğin helâlinden başkalarına gitmesi tüm dünyanın batmasıyla eş anlamlıdır ve de toplumun helâki işte budur.

Evet işte karı-koca birbirileri için sükûnet kaynağıdır, huzur kaynağıdır. Bakın yine hadislerde gördüğümüze göre Adem (a.s) yaratıldı ama karısı yoktu. Bir ara Adem (a.s) uyudu veya daldı. Sonra gözlerini açıp bir baktı ki yanında bir insan vardı, bir kadın duruyordu. Hz. Adem’in gönlü ona doğru akıyor birden bire, onda kendisini buluyor ve hemen diyor ki eşim! Yâni onun kendisinden bir parça olduğunu, kendisini tamamlamak üzere yaratıldığını, kendisiyle birlikte cennet hayatı yaşayacağını anlayarak eşim! diye terennüm ediverdi. İşte Allah’ın bu yasası her ikisinin fıtratına da dercedilmiştir, yerleştirilmiştir diyoruz.

Adem (a.s) onu kuşatınca, ona sarılınca, onunla beraber olunca, artık o onun eşi olunca o da hafif bir yük yüklendi ve o yükle dolaştı. O yükle gezmeye başladı. Hamileliğin ilk günleri hafiftir ama gittikçe ağırlaşmaktadır. Hamile kadın, hamlini taşıyor. Onunla birlikte gezip dolaşıyor. Anamız Hz. Havva’da ve onun evlâtlarının tümünde aynı yasanın geçerli kılındığını görüyoruz. Kadının hamliyle birlikte bir gidişinin söz konusu olduğunu anlatıyor Rabbimiz. tâbi bu ifadeden bir çok Allah yasası anlıyoruz. Meselâ hamile bir kadının normal hayatındaki uğraşlarını terk ederek bir kenara çekilip yatması bu yasaya göre uygun değildir. Yine o kadın normal hayatını sürdürecek, gidip geleceği yere gidip gelecek ve böylece kendisini de çocuğunu da hantal bir duruma getirmeyecektir. Böylece çocuk gelişiminde Allah yasası gerçekleşecektir.

Ve nihâyet kadın ağırlaşınca, doğumu yaklaşınca kadın ve kocası ikisi birden candan ciğerden Rablerine dua ediyorlardı. Rablerine yalvarmaya başladılar. Durumlarıyla alâkalı olarak Rableriyle iletişim içine giriyorlar ve şöyle diyorlardı:

Ya Rabbi! Eğer bize sâlih bir evlât verirsen, sâlih, yarayışlı bir çocuk veya bildiğimiz anlamda eli ayağı düzgün, arızasız, kusursuz, sağlıklı bir çocuk verirsen biz sana şükredeceğiz, sana şükredenlerden olacağız dediler. Çünkü bunları yaratan sadece Allah’tı. Çocuğu yaratan, çocuğa şekil veren ve onu takdir buyuran Allah’tı. Sadece çocuk değil insana lütfedilen tüm rızıklar Allah’tandır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Araf suresi ayet 194
Muhakkak ki; Allah'tan başka dua ettikleriniz sizler gibi kullardır. Öyleyse onları çağırın. Eğer doğru sözlü iseniz böylece size (sizin duanıza) icabet etsinler (duanızı yerine getirsinler).

Sizin Allah dununda, Allah berisinde dua ettikleriniz, çağırdıklarınız, Allah yasaları dururken yasalarını çağrıştırdıklarınız, Allah berisinde kendilerinde bir nane var zannederek imdadınıza çağırdıklarınız, kendileriyle iletişim kurmaya çalıştıklarınız, kendilerine bel bağladıklarınız var ya. Kapılarında hukuk dilendikleriniz, eğitim konusunda kendilerine baş vurup istekte bulunduklarınız var ya onların hepsi de kuldurlar. Sizler gibi kuldur onlar. Allah’ın kulları ve mülkleridir onlar. Yaratılışları Allah’tan, rızıkları Allah’tan, hayatları ve ölümleri Allah’tan olan kullardır. Hepsi de çaresiz Allah yasalarına mahkumdur onların.

Demek ki insanların putlaştırdıkları, hayatlarında söz sahibi kabul edip kendilerine bel bağladıkları varlıkların tamamı Allah’ın kuludur. tâbi tanrılaştırılan bu varlıklar her zaman taştan tunçtan olmayabilir. Bazen da insanlar putlaştırılır, kurumlar, müesseseler putlaştırılır. Allah diyor ki bunların hepsi güçsüzdür hepsi kuldur. Bunlara dua edilemeyeceği gibi bunların kendileri duaya muhtaçtır. Durum böyle olunca bu varlıklar nasıl putlaştırılabilir? Nasıl bu âcizlerin İlah diye arkalarından gidilip yasaları uygulanabilir?

Evet onların hepsi de kuldur diyor Rabbimiz. Ama tâbi burada şunu söyleyelim: Allah’a iki tür kulluk vardır. Birincisi izdırari kulluk, ikincisi de ihtiyarî kulluktur. Veya bir başka deyişle Rabbimizin iki tür emri vardır, iki tür yasası vardır. Kevnî emirleri, kevnî yasaları, rubû-biyet yasaları ve şer’i yasaları. Kevnî yasaları konusunda hiç kimsenin Allah’a karşı koyması mümkün değildir. Yâni izdırarî kulluk konusunda hiç kimsenin Allah’a isyan edip o yasaların dışına çıkması mümkün değildir. Çünkü o konuda kimsenin elinde irade yoktur. Kâfiri de mü’mini de burada Allah yasasının dışına çıkamamaktadır.

Meselâ Allah yeryüzünde kevnî bir yasa koymuştur ki insanlar havasız yaşayamazlar, susuz yaşayamazlar. Hayır biz susuz da hayatımızı sürdürebiliriz ya Rabbi! diyerek kimsenin bu Allah yasasına isyan etmesi mümkün değildir. Herkes bu konuda Allah’a kul olmak zorundadır.

Yine meselâ Rabbimiz yeryüzünde ölüm yasasını koymuştur ki ister kâfir ister mü’min kimsenin buna itiraz hakkı yoktur. Hiç kimsede biz ölmeyeceğiz ya Rabbi! deme hakkı da gücü de yoktur. Bu konuda herkes Allah’ın ölüm yasasına teslimdir, mahkumdur ve kuldur. İşte bu anlamda herkes Allah’a kuldur ve teslimdir.

Ama bir de ihtiyarî kulluk vardır. Yâni bir de Allah’ın şer’i yasaları vardır. Allah’ın şeriat emirleri dediğimiz kişilerin kendi iradeleriyle hayatlarını düzenleyecekleri emirleri yasaları vardır. Rabbimiz bu konuda insanlara seçme özgürlüğü vermiştir, irade vermiştir. Dileyen iman edip mü’min olur, dileyende inkar eder. Dileyen iman edip boynundaki kulluk ipinin ucunu Allah’a teslim eder ve hayatını onun yasalarıyla düzenler, dileyen de bildiği gibi bir hayat yaşayarak kâfir olur. İşte zaten birinci anlamda Allah’ın kulu olan bizlerden bu ikinci anlamda da kulluk istenmektedir. Bu iki kulluğu da gerçekleştiren kimselere müslüman denir.

Evet o sizin çağırdıklarınızın hepsi de kuldur. eğer bunun aksini iddia ediyor ve hâlâ onlarda bir kısım güçlerin olduğunu iddia ediyorsanız haydi:

Haydi çağırın onları da size icâbet etsinler bakalım. Başınız derde düştüğü zaman, sıkıştığınız zaman, büyük felâketlere maruz kaldığınız zaman, meselâ bir depremle, bir ölümle, bir kıtlıkla karşı karşıya kaldığınız zaman kime yalvarırsınız? Kimi çağırırsınız? Bunları mı yoksa Allah’ı mı? Haydi böyle içinden çıkamadığınız konularda çağırın o putlarınızı, çağırın o tâğutlarınızı da sizi kurtarsınlar bakalım. Çağırın bakalım da eğer onlar sizin gibi kullar değiller de tanrısal bir güçleri varsa size icâbet etsinler bakalım.

Bunlarda İlahlık gören, tanrısal güç gören herkes yalan söylü-yor demektir. Çünkü bunların hiç birisi çağıranın çağrısına icâbet edemezler. Evet bu insanların Allah’ı bırakıp da kıyâmet gününe kadar kendilerine cevap veremeyecek, dualarına ve çağrılarına ebedîyen icâbet edemeyecek âciz varlıklara kulluk yapmaktadırlar. Böyle insanlardan daha zâlim kim vardır?

Evet yeryüzünde hiçbir şey yaratmaya ve yapmaya güç yetiremeyen, kendi varlıkları konusunda bile Allah’a muhtaç olan, yoku var etmeye, varı yok etmeye, fayda sağlamaya ve zararı def etmeye kadir olmayan bir kısım âciz varlıklara dua eden kimselerden daha akılsız ve daha zâlim kim vardır. Allah’ı bırakıp da böyle dualarını bile duyamayacak, kendilerine icâbet edemeyecek kendilerinin imdadına yetişemeyecek varlıklara dua eden kimselerden daha şaşkın, daha sapık kim vardır diyor Rabbimiz. Çünkü onlar onların dualarından çığırtkanlıklarından gafildirler. Onlar ne hakkıyla işitebilirler ne de icâ-bet edebilirler. Çünkü her şeyi hakkıyla işiten ve bilen sadece Allah-tır.

Peki ne demektir hakkıyla işitmek. Hakkıyla işitmek işittiğine icâbet edebilmek demektir. Hakkıyla işitmek, işittiğinin derdine derman olabilmek onun imdadına yetişmek demektir. Allah işittiklerine icâbet etmek üzere işitir. Çağıranın elinden tutup onun derdine der-man olmak üzere işitir. Başka şeyler de işitir, başkaları da işitir belki ama hiç birisi icâbet edemezler. Allah’tan başka hiç kimse İşittiklerinin imdadına yetişemezler. Hani çağırın bakalım imdadınıza yetişen birilerini bulabilecek misiniz.

Evet bu akılsız, bu zâlim insanların Allah’ı bırakıp da kendilerine dua edip yardım bekledikleri varlıkların hiç birisi kıyâmete kadar onları ne işitebilecek ne de onların imdadına yetişebileceklerdir. Kıyâmete kadar kapılarını dövdükleri bu âciz varlıkların onlara hidâyet sunmaları, onlara yol göstermeleri, onlara reçeteler sunmaları mümkün değildir. Kıyâmete kadar onları hakka ulaştırmaları mümkün değildir. İstedikleri kadar bu zâlimler onların önünde eğilip onlardan yar-dım beklesinler. İstedikleri kadar onları Rab bilip onlardan hayat programı istesinler. Aman bizi kurtarın! Aman bize güzel yasalar yapıp bizi sahil-i selâmete çıkarın! diyerek istedikleri kadar onlara yalvarıp yakarsınlar. Kıyâmete kadar onların bunlara bir fayda sağlamaları mümkün olmayacaktır. Çünkü isteyenler de zayıf istenenler de âcizdir. Onların hakka ulaşmaları asla mümkün olmayacaktır.

Öyle değil mi? Hani şu ana kadar bu âciz insanlardan hangisinin insanlığa sunduğu sistem, hangisinin insanlığa sunduğu reçete insanları huzur ve sükuna kavuşturabilmiştir? Dünya açısından bu böyle olduğu gibi âhiret açısından da böyledir. Dünyada bir fayda sağlayamadıkları gibi âhirette de insanları Allah’ın azabından kurtaramayacaklardır bu varlıklar. İşte görüyoruz bu âcizlerin elinde dünyamız kan gölüne döndürülmüştür.

Tek İlah Odur, tek Rab Odur, tek Mâbud Odur. Allah’ı bırakıp da onun berisinde Rab, İlah edindikleri kuldan başka bir şey değildir;
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Araf suresi ayet197
O'ndan başka dua ettiğiniz şeyler (çağırdıklarınız) size yardım etmeye muktedir değillerdir (güç yettiremezler) ve kendilerine de yardım edemezler.

Allah’ı bırakıp da Onun berisinde dua ettikleriniz, dâvâsını güttükleriniz, hayatınızı düzenleme konusunda, problemlerinizin çözümü konusunda, fikirlerini, yasaları, çözüm önerilerini çağırıp çağrıştırdığınız cansız varlıklar, putlar ve de canlı varlıklar ne kendilerine bir menfaat sağlayabilirler ne de sizlere bir fayda sağlama gücüne sahiptirler. İster şu anda yaşayanlar, isterse ölüp gitmiş olanlar ne size zafer vermeye, ne yardım etmeye, ne de size gelebilecek bir zararı defetmeye muktedir değillerdir. Onların işi gücü kullarını sömürmektir, işi gücü kullarına yardım etmek değil kullarının sırtına binmek, onların kanlarını emmektir. Kullarını sömürmek, şahsiyetlerini kemirmek, onurlarını sömürmek, mallarını servetlerini sömürmektir.

Bunlar size yardım edemedikleri gibi kendilerine de yardım edemezler. Kendi kendilerine yardım edip menfaatler sağlamayı isteseler bile buna güçleri yoktur. Ne dünyada başlarına geleceklerden ne de âhirette Allah’ın kendilerine takdir ettiklerinden kendilerini asla kurtaramayacaklardır. Dünyada meselâ Allah’ın izni ve yardımıyla deniz yarılacak, Mûsâ (a.s) ve beraberindeki mü’minler kurtulurken bu zâlimler kendilerini kurtaramayarak boğulmak zorunda kalacaklardır. Veya Allah’ın azabı gelip yeryüzü sularla kaplanacak, Hz. Nûh ve beraberindekiler Allah’ın yardımıyla kurtulurken Allah düşmanları geberip gideceklerdir. Dünyada bu böyle olduğu gibi âhirette de böyle olacaktır. Allah dostları Rablerinin yardımı ve rahmetiyle cennete uçarlarken, Allah düşmanları cehenneme yuvarlanmaktan kendilerini kurtaramayacaktır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Enfal suresi ayet 35
Ve onların salâtları (duaları, ibadetleri) beytin (Allah'ın evinin) yanında ıslık çalmak ve el çırpmadan başka birşey olmadı. Artık inkâr etmiş olduğunuz şeyler sebebiyle azabı tadın!

Evet onların Beyt yanındaki salâtları, duaları, namazları, Allah’a yönelişleri, ya da bunların yerine koydukları şeyler sadece ıslık çalmak, alkış tutmak, horon tepmek, müzik çalmak, el çırpmak ve hoplayıp zıplamaktan başka bir şey değildir. Allah’a, Allah’ın istediği şekilde kulluk yaparak O’na hamd etmek, Allah’ı, Allah’ın âyetlerini gündemde tutmak tamamiyle ortadan kalkmış, Allah’ın iradesine ters eylemler geliştirilmiş. Halbuki Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluk yapılır. Allah’a Allah’ı belirlediği kurallarla yaklaşılır. Adamlar Allah’a sormadan kendi kendilerine kulluk modelleri, tapını usulleri geliştiriyorlar ve güya Allah’a kulluk yapıyoruz derken, Onunla çatışmaya, O’na düşmanlık yapmaya ve şirke düşüyorlar. Allah’a yaklaşacağız diye Allah’ın beytinin içini putlarla dolduruyorlar, Allah’a yapılması gerekenleri bu putlara yaparak güya Allah’a kulluk yaptıklarını zannediyorlar.

Öyle değil mi? Bu âyetleri hayatın tümüne indirgeyecek olursak müşriklerin hayatın tümünde kendini gösteren bu özelliklerinin yayıldığını görürüz. Rabbimiz buyuruyor ki bu yaptığınız kâfirliklerden dolayı tadın Allah’ın azabını. Alçaklar, sizler Allah’tan başkalarına çığlık attınız. Allah’tan başkalarına bağırıp çağırdınız. Allah’tan başkalarından medetler umdunuz. Allah’tan başkalarını ulûhiyet makamına oturtup onlara bel bağladınız.. İnsanlara Allah’ı unutturabilmek için elinizden ne geliyorsa yaptınız.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Tevbe suresi ayet 99
Ve bedevî Araplar'dan Allah'a ve ahiret gününe (Allah'a ölmeden evvel ulaşma gününe) inananlar vardır. Ve infâk ettikleri şeyleri Allah'ın indinde ve Resul'ün dualarında bir (yakınlık) vesile kabul ederler. Muhakkak ki; o, onlar için bir yakınlık vesilesidir, (öyle) değil mi? Allah, onları rahmetinin içine dahil edecek. Muhakkak ki Allah; Gafur'dur (mağfiret edendir) ve Rahîm (rahmet nurunu gönderen)'dir.

O bedevilerden öyleleri de vardır ki onlar Allah’a ve âhiret gününe iman ederler ve infaklarını, Allah yolundaki harcamalarını Allah katında bir kurbaya sebep, bir yakınlığa vesile bilirler. Evet onlar o harcamalarını Allah katında bir ibadet ve Resulünün kendilerine dua ve istiğfarına vesile kabul ederler. Allah ve Resulünün yakınlığına sebep bilirler. Dikkat edin Allah yolunda yapılan bu harcamalar onları Rab’lerinin hoşnutluğuna, yakınlığına ve Resulünün salavatına, dua ve istiğfarına ulaştıracak güzel bir ibadettir. Kim Allah yolunda ne veriyorsa bu onun için onu Allah’a yaklaştıran bir kulluktur. Muhakkak ki Allah onlara rahmet edecek, onları muttakiler için hazırladığı cennetlerine koyacaktır.

Allah’a yakınlık için, Allah’ın hoşnutluğuna ulaşabilmek için ve peygamberin duasına, istiğfarına ehil hale gelebilmek için infaklarını vesile bilirler. İnfaka tevessül ederler. Allah’ın rızasını kazabilmek ve Resulünün şefaatine ehil hale gelebilmek için cihad gibi, infak gibi önlerine çıkan her fırsatı değerlendirmeye çalışırlar. Allah yolunda ci-hada koşuyorlar, Allah yolunda mallarını seferber ediyorlar. Yâni sa-lih amellere koşuyorlar. Yâni amellerini vesile yapıp öne sürüyorlar. Rabbimiz de buyuruyor ki dikkat edin, gerçekten bu yaptıkları cihad-lar, bu infaklar, bu ameller Allah katında bir yakınlık vesilesidir. Elbette bu yaptıklarından ötürü Allah onları rahmetine katacak, lütuflarına ulaştıracaktır. İşte Rahmete ulaşmanın formülü. İşte Allah’a yaklaşmanın yolu. İşte Rasulullah efendimizin şefaatine lâyık olmanın yolu budur. Haydi buyurun sizler de o yolda olun ve kurtulun. Haydi cihada ve Allah yolunda harcama yapmaya. Muhakkak ki Allah bağışlayandır merhamet edendir
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Tevbe suresi ayet 103
Onların mallarından sadaka olarak al ve onunla, onları temizle ve tezkiye et ve onlara dua et, muhakkak ki; senin duan onlar için bir sekînedir (sukûnettir). Ve Allah; Sem'î (en iyi işiten)dir, Alîm (en iyi bilen)dir.

Ey peygamberim onların mallarından sadaka al ki işledikleri günâhlarına kefaret olsun. Mallarından sadaka al ki o sadakalarla on-ları temizleyip arındırasın. O sadakalarla onların iyilikleri çoğalsın. Ya da buradaki tezkiye malın temizlenip çoğalması anlamınadır. Onların mallarından sadaka al ki malları çoğalsın, bereketlensin. Veya onların mallarından sadaka al ki nefislerinin mala bakışları temizlensin. Nefisleri cimrilikten arınmış olsun. Ve bir de onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için bir sekînet, bir huzur sebebidir. Senin duan onların kalplerine huzur ve güven verecektir. Allah işitendir bilendir.

Evet ey peygamberim, sen yaptıklarına karşılık onların mallarından sadaka alıp kendileri hakkında dua ettiğin zaman onlar bunu tevbelerinin kabul olduğuna bir alâmet sayarlar ve huzura kavuşurlar. Rivâyetlere göre bu Müslümanlar mallarının tümünü Rasulullah efendimize vermek istediler. Günâhlarımıza kefaret olarak tüm malımızı al demişlerdi. Ama Rasulullah mallarınızın ancak üçte birini verin buyurmuştu. Münâfıklardan gelip mâzeret beyanında, özür beyanında bulunanlar olsa bile böyle bir mal infakında bulunan hiç kimse çıkmadı onlardan.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Yunus suresi ayet 10
Onların orada duaları: “Allah'ım, Sen Sübhan'sın (Seni her türlü noksan sıfattan tenzih ederim). Ve onların orada hayatları (tehiyyatları, dilekleri) “Selâm”dır. Ve dualarının sonu, “Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdetmek”tir.

Evet onların, o yaşadıkları hayatla hak ettikleri cennete girmiş ve Rab’lerinin kendileri için hazırladığı gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, akıl ve hayallerinden bile geçiremeyecekleri enva-ı çeşit devletlere ve nîmetlere ulaşmış o müslümanların oradaki duaları şöyleymiş bakın: “Sübhanekallahümme” Allah’ım seni tesbih ederim, seni tenzih ederim! Ya Rabbi sen noksan sıfatlardan münezzeh ve kemal sıfatlarla muttasıfsın! Sen mükemmelsin! Sen seni nasıl tanıtmışsan seni öylece kabul ederim. Dünyada seni böylece tesbih ediyor ve mükemmel kabul ediyordum şimdi cennette de aynen bu tesbihim devam ediyor ya Rabbi. Çünkü ben dünyadayken böyle yaşadım. Dünyamı senin istediğin biçimde değerlendirdim. Dünyada senin hayat programını program bildim. Dünyayla âhiretin arasını ayırmadım. Dünyayla tatmin olup, dünyayı tatminkâr bulup âhireti unutmadım. Ben hayat programımı bu cennet üzerine bina ettim. Ben buranın heyecanıyla yaşadım diyecekler.

Onların orada tahiyyeleri selâmdır. Yâni cennette mü’minler birbirleriyle karşılaştıkları ortamlarda da birbirlerine sözleri mukabeleleri sadece selâm olacaktır. Birbirlerine selâm diyecekler, selâmun aleyküm diyecekler, birbirlerine selâm, selâmet ve esenlik dileyecek-ler. Çünkü Selâm Rabbimizin isimlerinden birisidir ve böylece mü’-minler birbirlerine Rab’lerini hatırlatacaklar, bu nîmetleri kendilerine veren Rab’lerine hamdi ve Rab’lerinin nîmetlerinin güzelliklerini hatırlatacaklardır. Dünyada iken tüm bu nîmetleri Rab’lerinden bilip Ona teşekkür adına kulluklar yapmışlardı, şimdi cennette de kendilerine gözlerinin görmediği, kulaklarının duymadığı, akıl ve hayallerinden bi-le geçiremedikleri enva-ı çeşit nîmet ve lütuflarda bulunan Rab’lerine karşı hamd ve kullukları devam etmektedir. Elbette dünyada selâm, selâmet İslâm ve teslimiyet içinde bir hayat yaşayan mü’minlerin yurdu, selâmet yurdu olan cennet olacaktır. Dünyada kişi nasıl bir hayat yaşamışsa sonunda bulacağı hayat da onun aynısı olacaktır.

İnsan şu anda nasıl bir hayat yaşıyorsa sonunda kavuşacağı hayat da onun aynısı olacaktır. Selâm, selâmet, emniyet ve teslimiyet içinde bir hayat yaşayan kişi sonunda selâmet yurdunda selâmet ve emniyet içinde bir hayata kavuşacaktır. Zaten şu anda mü’minler dünyada böyle bir hayat yaşıyorlar. Yâni şu anda mü’minler dünyada cennet hayatı yaşamaktadır, kâfirler de cehennemi yaşamaktadırlar. Nasıl?

Hem cehennemi bir hayat yaşıyorlar ve hem de dünya hayatından memnun oluyorlar. Tüm hedefleri dünya hayatıdır. Ama tüm hedefleri dünya olsa da görüyoruz ki bu adamların dünyasında da hayır yoktur. Gerçi dış görünüşleri itibariyle dünyayı hedefledikleri için dünyada gerçekten erişemedikleri bir şey yok gibi ama nihâyet şu andaki hayalarını görüyoruz ki kendi elleriyle dünyalarını da bozmuşlar, mekânik bir hayata gelmişler, robotlaşmışlar, duyguları bitmiştir. Hisleri hareketleri kaybolmuştur, sevmek, sevilmek, ağlamak, gülmek gibi tüm insanî duyguları bitmiştir. Fedâkârlık, cefakarlık duyguları bitmiştir. Yedirme, içirme, infak ve akrabalık bağları bitmiştir. Karılık, kocalık bağları bitmiştir. Babalık oğulluk bağları bitmiştir. Her şeyleri bitmiştir. Böyle bir hayatın içinde tüm dünya onların olsa ne olacak?

Şu anda aslında cehennemi yaşıyorlar, ama böyle bir hayat da onlara süslü geliyor. Bunu hayat zannediyorlar. Yâni çok rahat altlarından kaçırdıkları kadınlar, üstlerinden kaçırdıkları kocalar onların iç dünyalarında büyük ıstıraplar oluşturuyor, derin yaralar açıyor ama bunu sanki fevkalade güzel bir şeymiş gibi süslü görmeye çalışıyorlar ve her biri de bunu ortaya koymaktan hiç de sıkıntı duymuyorlar, çok rahat bir şekilde birbirlerini aşağıya indirebiliyorlar, çok rahat bir şekilde birbirlerini atlatabiliyorlar, rezil rüsva bir hayatı birlikte yaşıyorlar.

Meselâ bir adam cadde ortasında herkesin gözleri önünde açlıktan geberip gitse; necisin diyen olmuyor ama yine de bu hayat kendilerine süslü gösteriliyor. İşte böyle tüm gördükleri, oldum olası bir dünya hayatları var, yaşasınlar bakalım zaten bu adamlar geberir gebermez hepsi de cehenneme gidecekler. Hakikaten acımak gerekiyor bu adamlara ama acımaya da hakkımız yok. Tümüyle sefaleti yaşıyorlar, ölür ölmez de cehenneme gidecekler, büyük bir azabın içinde bulacaklar kendilerini.

Ve dünyada ne görmüşlerse zevkleri de sefaları da eğlenceleri de hepsi bu kadar olacak. Lâkin işin garibi bu halleriyle bile müslü-manlara hep tepeden bakıyorlar alay ediyorlar. Ama sakın ha sakın siz müslümanlar onların alaylarından etkilenmeyin. Onlara acınacak bir zavallı gözüyle bakalım. Ve gerçekten ağlanacak durumda olanların kendilerinin olduğunu söyleyelim onlara ve hiç bir zaman en ufak bir şekilde bile olsa kalbimizden onlara benzemek duygusu geçirmeyelim. Hiç bir zaman onların yaşadığı hayatın özlemini çekmek gibi bir duruma düşmeyelim.

Çünkü ilim bizde, hikmet bizde, izzet ve şeref biz de, akıl ve feraset bizde, kitap bizde, hidâyet bizdedir. Bütün bunlara rağmen bunların, bu zavallıların bizim üzerimizde uyguladıkları propagandalar sonucu hemen hemen çoğumuzun da etkisinde kaldığı konular vardır. Bunu bitirmek zorundayız çünkü dünyada cehennemi yaşayan bu adamlara imrenebileceğimiz hiç bir şey yoktur.

Ama dünyada şu anda cennet hayatını yaşayan, dünyada Allah’ın istediği hayatı yaşayan, dünyada birbirleriyle selâmlaşan, bir-birlerine selâmı, İslâm’ı ve Allah’a teslimiyeti tavsiye eden mü’minler orada da bunu yaşayacaklar.

Ve bu mü’minlerin dâvâlarının sonu Âlemlerin Rabbine hamd etmektir. Hamd Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Hamd sadece Allah’ın hakkıdır. Dünyadayken de zaten müslümanın ilk ve son işi, ilk ve son ve sözü buydu. Dünyada yasalarını uygulayarak Rabbine hamd ediyordu. Dünyada hatırını her şeyin ve herkesin hatırından üstün tutarak Rabbine hamd ediyordu. Dünyada Rabbinin istediği bi-çimde bir hayat yaşayarak Rabbine hamd ediyordu. Dünyada Rab-binin arzularından, Rabbinin emirlerinden razı olarak Ona hamd ediyordu. Dünyada bu böyle olduğu gibi öbür tarafta da böyle olacaktır.

Dünyada Rabbine hamd ederek yaşayan bir müslüman yaşadığı bu hayatın ilkelerini kendisine gösteren ve sonunda kendisini cennete ulaştıran Rabbine orada yine hamd edecektir. Elhamdülillah ki bu Allah kendisine dünyada cennetin yolunu göstermişti. Elhamdülillah ki dünyada kitaplar ve peygamberler göndermek sûretiyle hem cennete hem de cehenneme gidişin yollarını göstermişti Allah. Eğer Rabbimiz bize şu anda cennete gidişin yolunu usulünü bildirmeseydi biz nereden bilebilecektik onu? İşte mü’minlerin hamdleri orada da devam edecektir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Yunus suresi ayet 12
Ve insana bir darlık (musîbet, sıkıntı) isabet ettiği (dokunduğu) zaman, yatarken, otururken veya ayaktayken Bize dua etti (eder). Fakat onun sıkıntısını ondan giderdiğimiz zaman ona isabet eden darlıkta (sıkıntıda) Bize dua etmemiş gibi döndü (döner). İşte böylece müsriflere, yapmış oldukları şeyler süslendi.

Evet insana bir zarar dokundu mu, istemediği beğenmediği bir şey başına geldi mi bize yalvarır. Hoşuna gitmeyen bir şey başına geldi mi yattığı yerden, otururken yahut ayakta iken bize yalvarır. Her ne halde olursa olsun insan Rabbine ısrarla dua eder. Aman ya Rab-bi ben bittim! Aman ya Rabbi ben tükendim! Ben mahvoldum ya Rabbi! Ben perişan oldum yetiş imdadıma ya Rabbi! Bu dert beni bitirdi ya Rabbi! Bu borç beni tüketti ya Rabbi! Bu hastalık dermanımı götürdü ya Rabbi! Bu fakirlik belimi büktü ya Rabbi! Bu aile huzursuzluğu benim ağzımın tadını alıp götürdü ya Rabbi! Bu düşman korkusu beni benlikten çıkardı ya Rabbi! Bu zâlimler beni kodese tıktılar ya Rabbi! Bu zâlimler bize nefes alma fırsatı vermediler ya Rabbi diyerek dua dua yalvarır Allah’a. Hem öyle ısrarlı dua eder ki Rabbine yeri mi değil mi hiç düşünmez. Nerede ve hangi konumda olursa olsun, yatıyormuş, oturuyor, yahut yürüyormuş hiç fark etmez. Daraldığı, bunaldığı her yer ve zamanda Rabbine dua eder yalvarır.

Hani müslümanın bu özelliği Kur’an’ın üçüncü sûresinde Âl-i İmrân sûresinde şöyle anlatılıyordu:
“Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: "Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, Sen münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru", derler.”
(Âl-i İmrân 191)

Müslüman sabah akşam, yatarken yattığı yerden, otururken, oturduğu yerden, okurken, yerken, içerken, kazanırken, harcarken, savaşırken, barışırken, ailesiyle karşı karşıyayken, komşularıyla konuşurken nerede ve hangi konumda olursa olsun Allah’ı zikrediyor, Allah’ı gündemine alıyor ve yaptıkları yapacakları konusunda Allah’ın emirlerini ve yasaklarını şuur haline getiriyor, her an Allah’la istişare ediyor. Yemesini içmesini, yatmasını kalkmasını, almasını vermesini, küsmesini barışmasını, savaşını barışını, ekonomisini siyasetini, terbiyesini eğitimini, hukukunu cezasını Allah’ı gündemde tutarak Allah’la istişare ederek değerlendiriyor. Tüm hayatında sadece Allah’ın rızasını hesap ediyor. Allah’tan başka hiç kimsenin hatırını dinlemi-yor, Allah’tan başka hiç kimsenin çektiği yere gitmiyor. Sürekli Allah’ın kitabını, Allah’ın hayat programını gündeminde canlı tutarak hayatını onunla düzenlemeye çalışıyor.

İşte bakın burada da bir insan tipi anlatılıyor. Rabbimizin anlattığı bu insan tipi de kendisine her hangi bir zarar, sevmediği, beğenmediği bir şey dokunduğu zaman ayakta, otururken, yatarken kalkarken her an Allah’a dua dua yalvarıyor.

Ona dokunan, onu rahatsız eden o zararını ondan giderdiğimiz, kaldırdığımız zaman da sanki kendisine dokunan bu zarardan ötürü daha önce bize yalvarıp yakarmamış gibi hareket ederek geçip gidiyor. Sanki o zarar kendisine hiç gelmemiş gibi, sanki başı daralmamış, sanki hiç sıkıntıya düşmemiş gibi, sanki bize hiç yalvarmamış gibi, sanki onu ondan defedip kaldıran biz değilmişiz gibi unutup geçip gidiyor. İşleri düşünce hatırlıyorlar Allah’ı ama işleri bitince ihtiyaçları kalmayınca da unutuyorlar yan çiziveriyorlar.

Sıkıntılı oldukları dönemlerde, darda kaldıkları zamanlarda Allah’a dua ediyorlar ama sıkıntıları bittiği zaman da sanki O’na ihtiyaçları kalmayınca Allah’la diyaloglarını kesiveriyorlar, Allah’la birlikteliklerini unutuveriyorlar. Sanki o sıkıntılı dönemlerini hiç yaşamamışlar gibi Allah’a yalvarıp yakarmalarını kesiyorlar. Hattâ yalvarıp yakarmak şöyle dursun Allah’a karşı düşmanca bir tavır sergilemeye başlayıveriyorlar. Gerçekten çok garip bir şey değil mi?

Hastalandığı zaman gücünün kuvvetinin sınırını anlıyor, Allah’ın gücü ve kudreti yanında beş paralık bir gücünün olmadığını anlıyor, Ona dua ediyor, ama hastalığı geçip sıhhatine kavuştuktan sonra da bir daha hastalanmayacağını zannediyor. Artık ben hastalanmam, ben bu sıhhatimi kaybetmem, ben ölmem demeye başlıyor. Fakr-u zaruret günlerinde kendisini bu durumdan kurtarması için Allah’a yalvarıyor ama zenginlik ve servete ulaştığı zaman da her şeyini kendisinden bilerek bu mülküm asla yok olmaz, bu saltanatım asla yıkılmaz, bana asla bir daha iflas gelmez diyerek Allah’a kafa tutmaya kalkışıyor. Tabii bu duygular, bu yetenekler de insana Rabbimiz tarafından veriliyor ki yaşadığı bu hayatta bu yetenekleriyle Allah’a mı yönelecek yoksa kendisini mi putlaştıracak? Bu imtihan da bunun ortaya çıkmasını istiyor Rabbimiz.

Bu noktada Allah’a inanan müslüman bilir ki sahip olduğu şeylerin tamamı Allah’tandır. Gücü, kuvveti, gençliği, enerjisi, aklı, fikri, malı mülkü, serveti, bilgisi, tecrübesi, makamı, mansıbı, hayatı, ölümü hepsi Allah’tandır. Allah bütün bunları kendisine lütfetmeseydi o bunların hiç birisine sahip olamazdı. Yine müslüman bilir ki tüm bu verdiklerini kendisine imtihan için vermiştir Allah ve de günün birinde bunların hepsini alacaktır, alma gücüne sahiptir Allah. Dolayısıyla müslü-man asla ne malına mülküne, ne gücüne saltanatına, ne gençliğine baharına güvenip bunları kendisinden bilmemelidir. Bunların hepsi günün birinde bitecektir.

Öyleyse müslüman sadece daraldığı zaman, ihtiyacı olduğu zaman değil sürekli Rabbine dua eden, sürekli Allah’la diyalog halinde olan, sürekli Ona Onun istediği biçimde kulluk eden kişidir. Sıkıntılı halindeyken de dua eder Rabbine, sıkıntıları bittiği zaman da, hastayken de dua eder, sıhhatine kavuştuğu zaman da, fakirken de dua eder, zenginliğe kavuşturulduğunda da. Çünkü müslüman bilir ki, kendisinin imtihanı sadece sıkıntılı dönemiyle, fakirlik dönemiyle, hastalık, savaş, hakim dönemleriyle sınırlı değildir. Savaşta da imtihandadır, barışta da. Hakimken de imtihandadır, mahkumken de. İkindi vaktinde de imtihandadır, akşam vaktinde de. Müslümanın imtihanın dışında olduğu bir dönemi yoktur. Âkıl bâliğ olduğu, mükellef olduğu dönemden itibaren öleceği ana kadar tüm hayatında imtihandadır müslüman. Sanki imtihanda olduğu dönemlerinde Allah’a dua edip imtihanın bittiği dönemlerinde de Allah’a duasını, ibadetini kesiveren bir kâfir gibi, bir müşrik gibi, bir fâsık gibi değildir müslüman. Yâni fakirliği bir imtihan ama zenginliği bir imtihan kabul etmeyen veya işte hastalığı bir imtihan ama sağlığı bir imtihan kabul etmeyen bir imanın, bir düşüncenin sahibi olamaz. Günümüz müslümanlarında da maalesef bu kâfir anlayışının hakim olduğunu görüyoruz. Nereden geldi bu anlayış bilmiyorum, ama sanki müslümanlar da böyle düşünüyorlar.

Dinlerinden uzaklaşan müslümanlar elbette kâfir dünyanın ahlâkıyla ahlâklanmak zorunda kalacaklar, elbette ki müşriklerin inançlarının etkisi altında kalacaklardır. Kitap ve sünnetten bilgilenmeyen, dinlerinin temel kaynaklarından sulanıp beslenmeyen insanlar elbette sonunda müslüman gibi düşünüp inanmayacaktır. İşte bu cehalet bizi bu noktaya getirmiştir.

Meselâ bakın kendilerine müslüman ismini veren insanlardan niceleri hastalara acırlarken sağlara acımamaktadırlar. Fakirliğe ve fakirlere acırlarken, zenginlere ve zenginliğe acımamaktadırlar. Zenginlere ve zenginliğe imrenirken kimse fakirlere ve fakirliğe imrenme-mektedirler. Herkes güç ve kuvvet sahiplerine özenmektedir. Bunun sebebi de insanların kafalarında kıbleleştirdikleri hedeflerin farklılığından kaynaklamaktadır. Allah diyor ki bakın:

Müsriflere, hayatlarını israf edenlere, hayatlarını boşa harcayanlara, darda kaldıkları zaman, işleri düştüğü zaman Allah’ı hatırlayan, Allah’a yalvaran ama işleri bitince de Allah’la diyalogları kesilen kimselere amelleri süslü gösterildi. Yaşadıkları hayat onlara süslü gösterildi de onlar da böyle hayatlarından memnun olarak yaşayıp gi-diyorlar. Aslında böyle bir hayat hiç de beğenilecek, memnun olunacak, imrenilecek bir hayat değildir ama Allah’tan ve Allah’ın âyetlerinden gafil olduklarından yaptıklarının doğru olduğunu, yaşadıkları hayatın güzel bir hayat olduğunu zannediyorlar.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Yunus suresi ayet 22
Karada ve denizde sizi seyrettiren (gezdiren) O'dur. Hatta siz gemi(ler)de idiniz ve güzel, hoş bir rüzgâr ile onlarla (içindekilerle) (denizde gemiler) seyrediyorlardı (yüzüyorlardı). Ve onunla ferahladılar (sevinçliydiler). Ona fırtınalı bir rüzgâr geldi ve onları her taraftan dalgalar sardı. Onlarla ihata edildiklerini (kuşatılıp çevrildiklerini) zannettiler. Dîni, ona mahsus (has) kılarak ihlâsla Allah'a dua ettiler: “Eğer bizi bundan kurtarırsan, biz mutlaka şükredenlerden oluruz.”

O Allah ki sizi karada ve denizde yürütendir. Bu imkânı size sağlayan, denizi, rüzgarı sizin emrinize musâhhar kılan O’dur. Evet düşünün ki bir gemi içinde denizde seyahate çıkmışsınız, yahut bir rızık aramaya çıkmışsınızdır, karadaki vasıtalarınızla karanın bittiği ve denizin başladığı yere kadar gitmişsinizdir, orada da gemilere binip yolunuza devam ediyorsunuz. Gemiler içinde bulunanları hoş bir rüzgarla alıp götürürken ve onlar içinde bulundukları bu ticaret ortamıyla bu rahat taşınma ortamıyla sevinirlerken birden bire gemiye şiddetli bir fırtına, şiddetli bir kasırga gelip de bu kasırganın tesiriyle her yerden gelen dalgalar onları her yönden sardığı ve artık bu felâketten kesinlikle kurtulma ümitlerinin kalmadığı bir zamanda; anladılar ki artık sonları gelmiştir.

Farz edin ki şehrin içindesiniz, evinizin, dükkanınızın içindesiniz ama sanki bir Okyanusa bir rehavete dalmışınız. Bir ekonominin içine, bir dünya meşgalesinin içine, bir zevk-ü sefanın içine dalmışınız. Hayatınıza kimseyi karıştırmıyorsunuz. Sizin yaşadığınız bu deb-debeli ve şaşaalı hayata kimse el uzatamıyor, dil uzatamıyor. Kimseye ihtiyacınız yoktur. Her şey tıkırında gitmektedir. İşte ben bana yeterim. Benim malım, benim bilgim, benim gücüm, benim sıhhatim, be-nim gençliğim, benim servetim, benim makamım diyerek gömüldüğünüz bu hayatın içinde keyfinizi yaşamaya çalışırken birden bire hiç beklemediğiniz bir anda bir fırtına esmeye, bir kasırga esmeye başlar. Sağdan yahut soldan, siyasî yahut ekonomik düzenin sarsılmaya başlayıverir. Yıkılış öyle bir sarar ki seni ne yapacağını, nasıl davranacağını bile bilemezsin. Her an, her saniye evinizde, dükkanınızda, köyünüzde, kentinizde böyle fırtınalar esebilir. İşte böyle bir durumda:

Dini Allah’a halis kılarak, dini yaşamanın dine bağlanmanın gerekliliğini anlayarak Allah’a dua ederler. Böyle bir musîbet kapılarını çaldığı zaman bu tür insanların duaları sadece Allah’adır. Böyle ciddi bir durumdayken, Allah’a işleri düşmüşken insanların duaları, çağırışları, ibadetleri, kullukları, yalvarıp yakarmaları sadece Allah’adır. Çünkü böyle bir durumda onların Allah’tan başka dostları yoktur. Her bir yandan kendilerini sarmış bu şiddetli fırtınalar karşısında Allah’tan başka kendilerine yardım edecek, böyle bir durumdan kendilerini kurtaracak Allah’tan başka kimseleri yoktur.

İşte böyle bir durumda daha önce kendilerine dua edip kulluk yaptıkları tüm varlıklar, kendilerini razı edip, yasalarını uygulamaya çalıştıkları tüm Rab’leri, kendilerine sığınmaya çalıştıkları ve hatırlarına koşturdukları tüm ilâhları, sosyal hayatlarının problemlerini kendilerine sormaya gittikleri tüm efendileri, hukuk konusunda uzman bildikleri tüm tanrıları, eğitim konusunda, kılık kıyafet konusunda bilirkişiliğine güvendikleri tüm sahte mâbud’ları unutup Allah’a yönelirler. Dini sadece Allah’a halis kılarlar. Yâni hayat programı dediğimiz dini sadece Allah’tan almaya ve hayatlarının tümünde sadece Allah’ı Hakîm ve söz sahibi görmeye başlarlar. Allah’a baş vururlar ve derler ki:

Ey Rabbimiz! Eğer bizi bu durumdan, bizi bu felâketten, bizi bu hastalıktan, bizi bu iflastan, bizi bu düşmandan, bizi bu yok oluştan, bu helâkten kurtarırsan, bizim üzerimizden bu belâyı savuşturur ve bizi sahil-i selâmete çıkarırsan sana şükredenlerden olacağız. Sana teşekkür edeceğiz. Sana kulluk edeceğiz ve sadece Seni dinleyeceğiz, sadece Sana itaat edeceğiz. Hayatımızın her bir problemini sadece Sana soracak ve sadece Senin dediğin biçimde hareket edeceğiz. Hayat programımızı sadece Senden alacağız, hayatımızı Senin için yaşayacağız. Yeter ki bizi bu durumdan kurtar, sadece Sana kulluk edecek, sadece Sana dua edecek ve Sana asla isyan etmeyeceğiz. Her ne kadar şu ana kadar Sana isyan içinde bir hayat yaşamışsak da, her ne kadar hayatımızda şu ana kadar Senden başkalarını dinlemiş isek ve Senden başkalarının yasalarını uygulamışsak da diyerek Rab’lerine yalvarıp yakarırlar.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Yunus suresi ayet 66
Semalarda ve yeryüzünde olan kimseler muhakkak Allah'ındır, öyle değil mi? Allah'tan başka ortaklara dua edenler (ibadet edenler) neye tâbî oluyorlar? Ancak zanna tâbî olurlar ve onlar sadece tahmin ederler (yalan uydururlar).

Dikkat edin, göklerde ve yerde ne varsa, kim varsa hepsi Allah’ındır. Göklerde ve yerlerde ne varsa hepsi Allah’ın mülkü olunca, göklere ve yere egemen olan, göklerde ve yerde söz sahibi Allah olunca, göklerdekiler ve yerdekiler Allah’a boyun büküp teslim olunca böyle bir Allah Azîz olmaz mı? İzzet ve şeref böyle bir Allah’ın olmaz mı? İzzet ve şeref göklerin ve yerin sahip ve mâlikine ait olmaz mı? Göklerin sahibi, göktekilerin sahibi, yerlerin sahibi, yerdekilerin sahibi, meleklerin sahibi, cinlerin sahibi, insanların sahibi, hayvanların sahi- bi, canlıların, cansızların, bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm varlıkların sa-hibi ve mâliki Allah’tır. Mülkün sahibi Allah’tır. Allah mâliktir ve her şey Onun mülküdür. Bizler de Onun mülküyüz. Hal böyleyken:

İnsanlar Allah’ı bırakıp da Allah berisinde, Allah dununda şürekalarına dua edenler, kendilerine ortaklar, şerikler buldular. Allah’ı bırakıp, ya da Allah’la beraber ortakların peşine düştüler. Tüm mülk Allah’ınken, tüm mülk konusunda söz sahibi Allah’ken tuttular da mülkleri mâlike ortaklar edindiler, âcizleri Rab’ler edindiler. Hayatlarını parçaladılar ve hayatlarının her bir biriminde ayrı Rab’ler kabul ettiler. Ekonomik hayatımıza filanlar karışır, siyasal hayatımızda falanlar söz sahibidir, kılık kıyafetimizi falanlar belirler, hukuk hayatımızda falan Rab’lerimiz vardır, düğünlerimizde falan Rab’lerimiz, eğitim hayatımızın tespitinde filan Rab’lerimiz, ceza yasalarımızda filan Rab’lerimiz vardır diyerek Allah’tan başka hayatlarında Rablerin varlığını iddia ettiler. Allah buyurur ki böyle yapanlar sadece zanna uyanlardır.

Çünkü Allah’tan başka dua edilecek, Allah’tan başka kendisine sığınılacak, kendisine kulluk yapılacak başka varlık yoktur. Hayatın sahibi de, ölümün sahibi de, göklerin sahibi de, yerlerin sahibi de Allah’tır. Öyleyse Allah’tan başkalarına kulluk edenler sadece zanna tabidirler. Zan, vahye dayanmayan yanlış bilgilerdir. Böyle yapanlar yalan söylerler. Çünkü gerçek bilgi vahiydir ve vahye dayanmayanların yapıp ettikleri atmasyondan başka bir şey değildir, varsayımdan başka bir şey değildir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Yunus suresi ayet 89
(Allahû Tealâ) şöyle buyurdu: “İkinizin duasına icabet edilmiştir (kabul edilmiştir). Artık ikiniz de (kendinizi dîne) ikame edin (Allah'a çağırmaya devam edin). Bilmeyen kimselerin Benden (uzaklaşan) yoluna tâbî olmayın.” dedi.

İşte Rabbimizin elçilerinin dualarına cevabı. Ey elçilerim, ikinizin duaları da kabul edildi. Dualarınız kabul gördü. Duanıza icâbet edildi. Siz Rabbinizin istediği şekilde dosdoğru hareket edin. Rabbi-nizin dosdoğru yolunda, sırat-ı müstakîminde olun. Hiç bir şey bilmeyenlerin, vahyi tanımadıkları, vahye teslim olmadıkları için kendi hevâ ve hevesleriyle hareket edenlerin yoluna asla uymayın. Evet bu ifadeden anlıyoruz ki artık mücâdelenin sonuna yaklaşılmıştır. Artık Rabbimiz onların dualarını kabul edecek, dualarına icâbet edecek ve ortak düşmanları olan Firavun oğullarının defterini dürecekti. Rab-bimiz elçilerinin dualarında konu edindikleri zâlim Firavun oğullarının elindeki ekonomik ve siyasal güçlerini alacak, onları zelil ve rüsva e-decek âhirette de dayanılmaz bir azap olan cehennem azabına gönderecekti.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Yunus suresi ayet 106
Allah'tan başka sana fayda ve zarar vermeyen şeylere dua etme. Bundan sonra eğer öyle yaparsan, o zaman sen mutlaka zalimlerden olursun.

Allahı bırakıp ta put vb. zarar ve menfaat vermeyen şeylere kulluk etme. Şayet bunu yapacak olursan kendini Allahın azabına atarak kendine zulmedenlerden olursun.
Bu âyet-i kerime'den, bizzat Resululİahm, Allahı bırakıp ta başka bir şeye kulluk edebileceği anlaşılmamalıdır. Bu ifadeden asıl maksat, Resulullahın şahsında diğer insanları uyarmaktır.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt