Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kitap okumayi sevenler-3(insan manzaralari) (3 Kullanıcı)

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Bir Ben mi Suçluyum Hakim Bey?-20
Ben sandım ki ayrılık ölümlüdür, sandım ki eli-ayağı kaşı gözü vardır, sandım ki canı vardır ve doğrulturum silahı kulak tozuna o ayrılığın, çekerim tetiği şöyle ne bileyim birkaç süslü kelime takıp takıştırarak civarına, hani belki öldürürken böylece bir de zelil ederek ölümden beter öldürebilirim sandım Hakim Bey. Sonra farkettim ki "O"nu vurmuşum, "O"nu, "Bekir Bey"imi... Bir kıyıcı ayrılıkla öylesine bütünleşmişti ki varlığı, bilemedim vurduğum, al kanlara beleyip, ayak dibime serdiğim, bağlandığım o insan mıdır, yoksa hasretim midir bilemedim. Daha ne söyleyeyim?
Nasıl mı başladı, şey, küçük yerlerde öyledir, yani adettendir büyüklerimiz yakıştırmışlar bizi birbirimize, kısmetmiş demek evlendik. Benim için o bir yaşama sebebiydi, hayatınım gayesiydi, çünkü kulağımla duyduğumu dimağımla anlayalı beri, ben, sadece ve sadece bir insana evet sadece bir insana bağlanmak için yetiştirildim. Bir insana bağlanmak dediysem Hakim Bey, bu öylesi bir bağlanmak değildi. Neyse, benim ailem başlık falan da istememişti ama Bekir borç harç bir düğün yaptı ki. Elalem, bir pilav da dökemedi eşe-dosta Bekir, der, elalem bir zerde de kaynatamadı konu-komşu fakir-fukara yesin diye der, elalem bir çilingir sofrası da kuramadı arkadaşları bayram etsin diye der, elalem gül gibi Zeynep kıza en güzel gelinlikleri alamadı, en ala takıları takamadı der, elalem bir renkli televizyon bile alamadı evine layığını bulasıca der, elalem, elalem... Yabancılar, yabancı kalamayan, yabancılıklarını bilemeyen, yabancılıklarını bildiremediğimiz yabancılar, hep onlar.
Diyeceğim şu ki pek borçlandı Bekir Hakim Bey. Bir süre çalıştı kasabada, birkaç işe girdi çıktı, olamadı. Alacaklılar bastırıyordu, o arada şu Almanya meselesi çıktı. Sormadı bile bana, Zeynep gitmeli miyim diye, "Zeynep gideceğim" dedi "Gidiyorum" dedi. Biz yokluğa yok demeyi bilmeyiz ki Hakim Bey, eh dedim, peki dedim, hayırlısı dedim ama diyemedim ki "Bekir bana da danışmalı değil miydin, daha elimin kınası sola koyarken, bırakıp gidivereceksin. Beni de götürsen ya da gitme ha... iyisi mi gitme, kal. Ben zeytin yerim ekmek yerim, günde bir öğün yerim, gerekirse onu da yemem, takıları bir kısım eşyayı da satarız, ne olacak durumumuz düzelince alırsın yenilerini." Diyemedim işte biraz da işiteceğim cevabı bildiğimden belki "Aman Zeynep, sonra elalem ne der?"
Böyle işte hep böyle gidilir, ve dahi çoğunluk böyle dönülür yasa bu değil mi Hakim Bey? Yazılmamış bir kanun, gideceksin, başarmak için gideceksin ve başarmak için alışacaksın, alışmak için değişeceksin, değişmek için unutacaksın.... İnancı, vatanı, evi, ocağı, ana-babayı, bir Zeynep Gelin varsa seni bekleyen, onu da unutacaksın. Başarmak için basacak, ezecek, geçeceksin. Başarı dediğin de paradır, çok paradır, daha çok paradır. Çünkü o parayla borç ödenir, iş kurulur, adam olunur, ya adam olunur, adam... Adam. Gitti Bekir, adam olmaya. İlk önceleri ben ayrı bir yolun ucundaydım, o da öbür ucunda, bunu hissederdim. Derken mektupları seyrekleşti, ardından hepten kesildi. Gelip gidenler kaçamak ağız bahseder oldular ondan, ben anlamadım, o kadar lekesizdi onu kabullenişim. Hem para da yolluyordu düzenli, dedim işi gücü var elbet, yoruluyor elbet, kimsesiz elbet, yazamıyor elbet...
Ben... Beyaz zemin üzerine mavi çiçekli bir halı dokudum sonra, sonra beyaz gömlekler, mendiller aldım ayrı yaşadığımız her bayram için bir takım. İşte gelince giyer dedim. Sokak kapısının yanı başına da hanımeli diktim, ben diyemezsem döndüğünde diyemediklerimi deyiversin diye. Hani böyle ağlayıp söyleyeceğimi şaşırmayayım böyle o dönünce diye... Hasret ektim ben ektim, ektim, büyüttüm.
Yıllar geçti Hakim Bey, geçti dediysem öyle kolayına değil. Bekir hep para yolladı ama hiç gelmedi. Beyaz gömlekler sandıkta dura dura sarardı, elalem konuştu, ben sustum, sabrettim. Yahut öyle zannettim.
Sonra o mektubu geldi. "Dönüyorum şu gün" Aylardan mayıstı ve ben ne kadar sevincim varsa, ne kadar baharım varsa o güne adanmış, yaşadım tümünü. Bahar bir o gün gelmişti evimize, nasıl anlatsam. Evi, evimizi, her eşyayı her aralığı pırıl pırıl temizledim, girişe mavi çiçekli ak halıyı, bir yıldıza bulut sunacak, bir güneşe mavi sisli bir ufuk hazırlayacakmışçasına ve yerini şaşırmışlıkla serdim, gömleklerin de en yenisini çıkardım, ütüledim. Hanımelinin yapraklarına dahi su serptim ki tozları aksın ve çiçek baharımı yansıtsın. Giyindim sonra gittim istasyona, avuçlarımda bir ter, içimde bir sıkıntı. Geldi nihayet, ilk görüşte tanıdım, onca değişmişti oysa, başında bir garip tüylü külah, alaca bulaca bir gömlek, elinde kolunda altın takılar. Bana arkası dönüktü, kalabalıkta birisiyle konuşuyordu, sesi pek neşeliydi. "Bekir buradayım" diye seslenmek için ağzımı açarak bir adım attım yanına doğru, tam o sırada da Bekir kenara çekildi, ardında bir sarı kadın, iki sarı çocuk, geçip gittiler yanımdan.
Dahası mı? Dahasını biliyorsunuz Hakim Bey. Ayrılmak istedi, ben yine "he" dedim, "olur" dedim, annem kızdı bana, eş-dost pek kolay bırakıverdin peşini dediler ya, hakikaten kolay mı bırakmıştım bir şeyleri bilmem, bir yanlışlık varsa bu hikayede benden yana, ilk bırakışımda idi yanlışım. On sekiz yaşımın yalnızlığı bile tutamamışken onu yanımda, on şu kadar yıl geçmiş aradan, bir de çocuklar... Şey, çocukları var. Yine de anam azıcık giyin süslen bakalım kızım, belki vazgeçer, belki döner gelir sana dedi diye, bir aptalca ümit uğruna, ardı yırtık etekler giydim geldim duruşmalara kafamı da civciv sarısına boyattım.
Allah'ım affet Allah'ım ne kadar utanıyorum. Siz bile acımıştınız halime de boşanma kararım verememiştiniz bir süre. Ben o günler ve geceleri nasıl yaşamayı başardım, sonra silahı nasıl buldum ben... Kendimi vuracakken sanki neden Bekir'i öldürdüm, ya da ölmek de öldürmek te yanlışken, neden doğrusunu yapıp, yeniden başlayamadım, yeniden... Bir besmeleyle Rabbim, bir tek besmeleyle neden yeniden başlamadım bilmemki.
Ben suçluyum Hakim Bey, evet. Ben o silahla sandım ki bir ölümcül ayrılığı vuruyorum, ha bire yanlış yapan bir Zeynep'i, Zeynep'e yanlış yaparken yapma demeyen ana-babasını, Zeynep'le Bekir'i ağızlarına dolayan vagon doluşu "elalem"i, getireceğine götüren yolları, O sarı Almanya'yı, muhtaçlığının utancını, zulmün bir de bu türlüsünü vurup yokediyorum, bir de kolaycacık terkeden Bekir'i vuruvermişim demek, evet suçluyum ben, suçluyum.
Ben... Suçlu muyum Hakim Bey? "iyinin", "güzel"in, "doğru"nun adı da tadı da yabancı bir gazoz şişesi kapağının ardında pazarlandığı oncasına riyakar bir dünyada bir ben mi suçluyum, bir ben mi suçluyum Hakim Bey?
 

gülsengül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Eyl 2008
Mesajlar
5,816
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Ben... Suçlu muyum Hakim Bey? "iyinin", "güzel"in, "doğru"nun adı da tadı da yabancı bir gazoz şişesi kapağının ardında pazarlandığı oncasına riyakar bir dünyada bir ben mi suçluyum, bir ben mi suçluyum Hakim Bey?
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Günlük Hayatta İslâm ve Daralan Çevre-21
O gün mahallelerine yeni taşınan komşusu Zeynep hanım'a ilk defa ziyarete gidecekti. Bir nevi "hoş geldiniz" manasına gelen bu ziyaret, daha yakından tanışmak için de iyi bir fırsattı. Öyle ya, İslâmiyet'te komşuluk hakkı çok önem verilen bir konuydu. O halde komşusuna karşı ilk vazifesini yaparak onu ziyaret etmeli, mahallelerine yabancı olduğu için herhangi bir ihtiyacı olup olmadığını sormalı idi.
Ayşe Hanım'a kapıyı açan Zeynep Hanım, memnuniyetini ifade eden mütebessim bir çehreyle onu içeri davet etti. Daha önceden haberli olduğu için, bu ziyarete hazırlıklıydı. Birlikte salona girerken Ayşe Hanım birden durakladı. Salonun camını boydan boya kaplayan pencerenin perdeleri sonuna kadar çekilmişti. Ne tuhaf ki, aralarından dar bir sokak geçen karşı dairelerin pencereleri de aynı vaziyette idi. Ayşe Hanım gayri ihtiyari bir hareketle elini başına götürdü. Oh... çok şükür başörtüsü vardı. Çünkü evde bulunmanın rahatlığıyla çıkarmış olabilirdi. Şaşkınlık içinde bir köşeye ilişti. Sanki parkta oturuyordu. Tam karşıdaki dairenin sakinleri, bu ziyareti fark etmişlerdi bile. Bunun için özellikle bakmaya lüzum yoktu. Zira oturdukları yerden rahatlıkla Zeynep Hanım'ın salonunu görebiliyorlardı. Oysa her evin bir mahremiyeti vardı veya olmalıydı. Bu mahremiyet korunduğu ölçüde de aile sağlam temellere otururdu.
İçinde bulunduğu sıkıntı, ona geçenlerde yaşadığı başka bir sıkıntıyı hatırlattı. Beyiyle birlikte, bir komşularına akşam ziyaretine gitmişlerdi. Malum İslâmiyette haremlik-selamlık diye bir adap vardır. Yani bu tür ziyaretlerde hanımlar bir odada, beyler başka bir odada oturur. Ancak, İslâmi yaşantının ağır aksak seyrettiği toplumumuzda, İslâm kültürünün getirdiği birçok şey de maalesef tatbik edilememekte. Ayşe hanım o gece mecburen çok kısa kesmek zorunda kaldıkları böyle bir ziyaretin verdiği sıkıntıyı birkez daha hatırladı ve müslümanların yaşadığı çevrede de İslâmî kaygılar taşıması gerektiğini düşünerek Zeynep Hanıma perdeleri örtmenin mümkün olup olmadığım sordu. Oh... nihayet rahat bir nefes alıp koltuğuna yerleşebildi. Hal hatır sormayla geçen beş on dakikadan sonra tekrar sıkıntılar başladı. Çünkü son günlerin moda renklerinden, etek boylarından, koltuk kanepe stillerinden bahsetmek, Ayşe Hanım'ı son derece rahatsız ediyor, buna karşılık Zeynep Hanım'ı o derece ilgilendiriyordu. İlgi alanları ne kadar da farklıydı!
Saat bir hayli ilerlemişti ki Zeynep Hanım müsaade isteyerek gitti ve beş on dakika sonra, misafirine ikram için hazırladığı çay ve yanında türlü çeşit yiyeceklerle dolu bir tepsiyle içeri girdi. Aman Allahım, bütün bunlara ne lüzum vardı. Zeynep Hanım şüphesiz iyi niyetle neler neler yapmamıştı ki. Oysa şimdi bunların sadece tadına bakılacak, gerisi ortada kalacaktı. İkram duygusu acaba çoğu zaman israfla karışmıyor muydu. Hele biraz sonra, çayını karıştıracağı sırada kendisine doğru uzatılan gümüş şekerlik çevremize sokulan bir başka haramın örneğiydi. Sanki insanımız hem israfa karşı hassasiyetini, hem harama karşı direncini yitirmişti adeta. Kim bilir belki de gümüş kaplarda yiyip içmenin dinimizce yasaklandığını bilmiyorlardı. Demek bu zamana kadar bu konuda onları ikaz edecek hiçbir mü'min de çıkmamıştı. Ayşe Hanım, bunları düşünürken yudumladığı şekersiz çayın acılığını dahi fark edecek durumda değildi. Evet, yapmalıydı. Mutlaka burada Zeynep Hanıma doğruyu, yapılması gerekeni bildirmeliydi. Dostça, tepeden bakmadan sıcak bir şefkat duygusu içinde... Bilmiyorlardı burası kesindi. Ancak onların bilmemelerinde, bilenlerin de suçu olmalıydı.
Bu arada okunan ikindi ezanı, Ayşe Hanımın daralan yüreğine ferahlık getirmişti. Abdest alıp, namaz kılmak için izin istedi. Evde abdest alan birinin bulunmadığı, banyodaki lavabodan belli oluyordu. Bir hayli yüksek olan bu lavaboda abdest almak, hele hele ayakları yıkamak akrobatik bazı hünerler gerektiren bir işti. Demek ki insanın çevresi yaşantısına göre şekilleniyor, inancın ve ibadetin uzantısı çevremizdeki her şeye yansıyordu. Doğru tabii, eğer böyle olmasaydı Avrupa stili, Türk stili döşenmiş ev gibi tabirler kullanılır mıydı? O halde, bizim evimizde İslâm yaşantısına göre şekillenmeli, heryeri inancımızdan, ibadetimizden izler taşımalıydı. Nihayet abdestini alabilmişti. İşte, yaşantıyla çevre arasındaki uyuşmazlığın bir örneği daha, dedi Ayşe Hanım kendi kendine. Zira Zeynep Hanım elindeki seccadeyi serecek uygun bir yer bulamıyordu. Avrupa stili mobilyaları evin her yanını kaplamış, adeta "bu evin hakimi benim" der gibiydiler. Bir müddet uğraşıldıktan sonra nihayet yer açıldı. Sandıktan yeni çıkarıldığı belli olan heryanı işlemeli, bir hayli süslü seccade, büyük boy bir portreyi yansıtan tablonun tam karşısına seçilmişti. Evet bir engel daha... Ayşe Hanım, bir örtüyle bu tabloyu da kamufle ettikten sonra evin görüntüsü ile oldukça uyum sağlayan seccadeye baktı, böyle bir seccadenin namazı süsleyeceği düşünülmüştü herhalde. Oysa ancak namaz, seccadeyi süslerdi.
Ayşe hanım, ikindi namazını kıldıktan bir müddet sonra, müsaade isteyerek ayrıldı. Bugünkü ziyaretinde karşılaştıkları onu çok üzmüş manen yıpratmıştı. Belki Zeynep Hanım İslâmiyetten uzak yaşantısı içinde bütün bu tezatlardan habersizdi. Pekiyi, ya her şeyin farkında olduğu, her şeyi bildiği halde, yine de Zeynep Hanım gibi bir yaşantı sürdüren müslüman ailelere ne demeliydi?..
Şimdi Ayşe hanım bu sorulara cevap arıyordu.
 

ayşe.a

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Tem 2008
Mesajlar
3,140
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
selamun aleyküm bülent abi yine beeenn:a12: bir üstte "önemli" olarak belirttiğin bölümdeki kitap 2 bu 3 sanırım 1i kaçırdım ama RAbbim frsat verdikçe 2 ve 3 ten takip edicem inşaallah, selam ve dua ile. :a03:
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Gelinim İlkokul Tahsilli, Ama Öğretmeni Rasulullah-22
Bundan 10-12 sene önce oğlum ve gelinimle beraber Ege'de sayfiyede bulunan kızıma gidecektik. Konuştuk anlaştık. Sabahleyin oğlum, "Hanım gelmeyecek, biz çocuklarla gidelim" dedi. Baktım, gelinimde en ufak bir üzüntü hali yok.
Oğlum da sanki onu cezalandırıyor gibi. Oğlum dışarıya çıktı. Biz de "Allaha ısmarladık" dedik. Çıkarken gelinim, sekiz yaşlarındaki kızına; "Ne olursa olsun sakın ayağındaki çorapları çıkarma" diye tembih etti. Zaten çocuklara babasından gizli olarak namaz kılmayı da öğretmişti.
Yola koyulduk. 3-5 saatlik bir yolculuktan sonra, kızımın sayfiyedeki evine geldik. Kızım maalesef İslamiyetten habersizdi. Kocası avukat, kendisi de edebiyat fakültesi mezunu olan kızım, kendi kızlarını da kendisi gibi yetiştirmişti. Bu hazin manzaralara bakıp kendime de hayıflanarak, balkonda oturuyorum.
Diğer torunlarım da etrafımızda... Hemen hemen hepsi yüksek tahsilli dünya kültürü dolu kişiler... Denize gitmek için hazırlanıyorlar. Beraber geldiğim torunum yanımda. Fakat çocuğa rahat yok: "Hadi denize" diyorlar. Kızcağız "Ben denize girmiyeceğim" dedikçe Avrupa Medeniyeti ve Kültürü hakkında konferanslar yağmur gibi yağıyor. Benden biraz çekinmeseler adeta sürükleyerek götüreceklerdi zavallıyı. Denize götüremeyince bu defa "Hiç olmazsa, şu ayağındaki siyah çorapları çıkar" diye tutturdular. Nerdeyse ağlayacak hale getirdikten sonra da koşuşarak gittiler. Gittiler ama, gitmeleriyle gelmeleri de bir oldu. Allah'ın hikmeti, o buram buram terleten hava, birden bire bozuldu. Kapkara bulutlar etrafı sardı. Bir fırtına çıktı ki denizden zoraki çıkanlar yün çorapları ayaklarına, yün kazakları, hırkaları sırtlama giydiler. Torunuma baktım gözlerinin içi gülüyor.
O an şöyle düşündüm ki, yabancı gemiler denizlerimizden geçerken çöplerini atarlar da, sonra bunlar dalgalar vasıtası ile karaya nasıl atılırsa, işte öyle, dünya için çalışanların da Allah (c.c.) katında o çöp yığını gibi hiçbir değeri yok.
Sekiz yaşında annesinin sözünden çıkmayan yavrunun üzülmemesi için, bir sürü avukat, doktor, dünya hanımlarını, beylerim, oğlumda dahil yabancı gemi artıkları gibi sahile alıverdi.
Torunumun annesi ilkokul tahsilli, fakat hocası Resulullah (s.a.s.) efendimizdir. Devamlı onun hayatını okur. Elinden geldiği kadar, bu şartlar altında onu yaşamaya çalışır. Hadis kitaplarını elinden bırakmaz. Allah (c.c.) Ümmeti Muhammed'e önce kendilerini yetiştirip, sonra aile içinde İslam'ın tatbikini nasib etsin. (Amin)
 

gülsengül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Eyl 2008
Mesajlar
5,816
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Allah (c.c.) Ümmeti Muhammed'e önce kendilerini yetiştirip, sonra aile içinde İslam'ın tatbikini nasib etsin. (Amin)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Bir Taşla Üç Kuş-23
BİR sonbahar günü idi. Arkadaşlarla beraber üniversiteden çıkmış, soğumaya yüz tutmuş bir rüzgar ve az ısıtan bir güneş altında yürüyerek kapalı çarşıyı geçmiş, Nuruosmaniye Camii'nin avlusuna gelmiştik. Cami avlusundaki yüksek ağaçlardan yapraklar dökülüyor, gelip geçen insanların ayak sesleri ile yapraklardan çıkan hışırtılar, bağırıp çağırarak turistlere birşeyler satmaya çalışan çocukların sesleri ile birbirine karışıyordu...
CAMİYE girip çıkan cemaat, avludan gelip geçen yetmişikibuçuk milleti hiç yadırgamıyor, onları kendi dünyasının bir parçası gibi görüyordu. Satıcı çocukların, yarım yamalak bildikleri yabancı dillerle, turistlere birşeyler satmak için yaptıkları mücadeleleri seyrettik... Turistlerin kimisi satılanları almamakta direniyor, kimisi de çocukların tatlı dilleri karşısında birşeyler almadan geçemiyordu. Biz onları seyre dalmışken güneş, ağaçların ve nihayet duvarların arkasına saklanmış, cami avlusunu hafif bir serinlik kaplamıştı... Vakit daha fazla geçmesin düşüncesi ile turistlerin bakışları arasında ikindi namazı için abdest aldık... Turistler birkaç poz abdest hatırası çektiler... Önemsemedik...
Camiden çıktıktan sonra avlu daha da kalabalıklaşmıştı... Biraz etrafa göz gezdirdikten sonra ileride bir kalabalık dikkatimizi çekti... Arkadaşlarla beraber yaklaştık. Yarım daire şeklindeki kalabalığın ortasından ara sıra küçük kuşlar havalanıp ağaçların arasında kayboluyordu. Biraz daha yaklaşınca bir adamın: "Azadlık kuşlar" diye hararetli hararetli bağırdığını gördük.
BÜYÜKÇE bir kafesin içi küçücük kuşlarla doluydu... Kuşlar şaşkınlıkla kafesin o köşe-sinden bu köşesine uçuşup duruyordu. Kalabalık arasından ara sıra uzanıp paraları alan çığırtkan adam, her para alışında bir kuşu tutup uçurarak kendine göre azad ediyor, bir taraftan da durmadan bağırarak seyredenleri, kuşları azad için teşvik ediyordu:
-Abiler!... Kuşları azad edelim!... Allah'ın rızasını kazanalım!... Azadlık kuşlar... Azadlık kuşlar!..Ne kadar çok iyiliksever vatandışımız var!.. Azadlık yarışı hızlandıkça hızlanıyor, adam paraları toplamaya yetişemiyordu... Arkadaşlarla birbirimize bakıştık. Sanki aynı anda hepimiz aynı şeyi düşünmüştük... Ben cesaret edemedim... Arkadaşlardan biri gür bir sesle:
-Bu kuşları nerden aldın sen? Herkes sustu... Kuş azadı birden kesintiye uğradı... Herkesin parası elinde kaldı. Adam hiç şaşırmadan cevap verdi:
- Kendim yakaladım...
- Kendin yakaladın, bize azad ettiriyorsun... Yazık değil mi kuşlara? Sen yakalamasan bu millet de azad etmek zorunda kalmaz...
KALABALIK bir an düşündü... Aldatıldıklarının farkına varır gibi oldular... Homurdandılar... Çığırtkan adam kuşların hepsini bırakıp kaçacak, veya tövbe edip belki de herkesin parasını geri verecek sandım... Fakat öyle yapmadı. Birdenbire bir tiyatro sanatçısı tavrına girerek:
-Muhterem abiler... dedi. Ve devam etti: Ben bir taşla üç kuş vuruyorum Birincisi, Bu kuşları yakalayıp azad etmekle onlara hürriyetin ne olduğunu öğretmiş oluyorum... Çünkü esareti bilmeyen hürriyeti tanımaz... İkincisi, bu kuşları size azad ettirmekle sizin iyilik duygularınızı geliştiriyor, iyilik yapmış olmakla size manevi bir rahatlık sağlıyorum... Üçüncüsü, çoluk çocuğumun rızkını temin etmiş oluyorum... Madem ki Cenab-ı Allah bana böyle bir rızk yolu vermiş, buna kim ne diyebilir? Böyle bir rızk verdiği için Cenab-ı Allahıma bin şükürler olsun...
BELLİ Kİ adam böyle bir ihtimale karşı bu senaryoyu daha önceden hazırlamıştı... Kalabalık, bu son sözleri düyunca birdenbire bizim arkadaşın aleyhine homurdanmaya başladı: "Allah madem ki rızkını böyle vermiş. Allah'ın verdiği rızka kim karışır?"
Meydanı bırakıp kaçmak bize düştü... Allah'ın verdiği rızka karşı koymaktan dolayı dayak da yiyebilirdik... Biz uzaklaştıkça azadlık kuşlar yeniden havalanmaya başladı.... Vay benim temiz yürekli milletim!... Daha ne kadar zaman güzelliklerin arkasına sığınarak seni aldatmaya çalışan riyakar insanlara kanacaksın?
Kuşların kanat sesleri havada şakırdadıkça arkadaşlarla dönüp dönüp baktık ve adamın bir taşla vurduğu dördüncü kuşun bizler olduğunu düşündük.
BEHLÜL DÂNÂ DİYOR Kİ...

Bir saray veziri (nâzırı), Harunürreşîd'den pek ürktüğünü ve onun gazabından emîn olmak için ne şekilde bir yakınlık göstermesi lazım geldiğini Behlül Dânâ'dan sorar. Behlül adeta ağlamaklı olarak acı acı güler ve şunları söyler:
Allahım! Hükümdardan korktuğumdan daha ne kadar ziyade senden korktuğumu şu adam bilseydi, bana hiç saraydan bahseder miydi?..
Behlül Dânâ'ya biri gelip, ölen oğlu için:
"Kabrine ne yazayım? Bana yardım et" der.
Behlül:
Şöyle bir şey yaz, diye cevap verir; dün altımda olan çimenler bugün üstümde yeşerdi. Ey yolcu! Anlaki, şu toprak günahlardan gayri herşeyi örtmektedir,
Ava çıkan Halife, ağaçtaki bir kuşa ok isabet ettiremez, kuş kaçar, Behlül zekî bir gülümseyişle: "îsabet oldu!" der. Bundan bir şey anlamayan Harun: .
Yani ne demek istiyorsun? Şakanın sırası mı?" diye sert sert çıkışınca, Behlül Dânâ rahatça:
Yâ mü'minler emiri! der; kuşun hayatı bakımından isâbet oldu...
 

ayşe.a

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Tem 2008
Mesajlar
3,140
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
selamun aleyküm bülent abi emeğine sağlık ilk dördünü büyük bir zevkle okudum hepsi birbirinden güzel diğerlerini de en kısa zamanda okurum inşaallah, selam ve dua ile :a12:
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
selamun aleyküm bülent abi emeğine sağlık ilk dördünü büyük bir zevkle okudum hepsi birbirinden güzel diğerlerini de en kısa zamanda okurum inşaallah, selam ve dua ile :a12:
VE ALEYKÜM SELAM KARDEŞİM BEĞENMENE SEVİNDİM.DİLERİM DİĞERLERİDE HOŞUNA GİDER.SELAM VE DUA iLE
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Makyajsız Gelin Olunur mu?-24
- Hayatta bir defa oluyor bu durum. Hem ne var ki bunda? Kadın berbere götüreceğiz. Erkekler dokunmayacak bile saçlarına. Saçlar yapılmadan, gözler boyanmadan gelinliğin ne anlamı var ki? Yakışmaz. İğreti durur kızımın üzerinde.
- Mobilya almayacakmış! Bileziği az yapacakmış!. Hele hele düğün salonunda caz takımı da olmayacakmış! Peeeh!.. Cenaze evi mi burası? Herkes yapıyor bunları. Bu durumda kesinlikle bu iş olamaz. Gül gibi kızımı matem havası içinde mi gelin edeceğim? Eller ne der sonra bize? Şaşıyorum. Siz hangi devirde yaşıyorsunuz? Bir de üniversiteyi bitirmişsin be oğlum!...
Boynu bükülüp kalmıştı. Konuşmakla konuşmamak arasında tereddütler geçiriyordu. Konuşmamayı tercih etti. Kalktı ve dışarıya çıktı. Dudakları kıpırdamamıştı ama, içi içini kemiriyor.
Nereden başlayacağını bilememişti. Sessiz de kalmıştı. Peki, kabullenmek değil miydi? Söylenenler doğru muydu? Henüz uzaklaşmamıştı. Eve geri döndü. Kapıyı çaldı. Nişanlısı açtı kapıyı. Her zamanki gibiydi. Başörtüsü, uzun gömleği ve kalın çorapları birbirini tamamlıyordu.
Ama o fark etmemişti. Doğruca kayınvalidesinin bulunduğu odaya gitti. Abdullah'ı karşısında görünce biraz sevindi, biraz da hayret etti. Ağzını açmaya fırsat bırakmadan Abdullah söze başladı.
- Müslüman mısınız? Nereden icap etmişti anlayamadı. Şüphe mi ediyordu yoksa!
- Elhamdülillah,
- Bak bu güzel ama, iş bununla bitmiyor. Allah Rasûlü; yeni müslüman olanlara üç şey üzerine yemin ettirdi. "Allah'a inanacaklarına ve O'na Şirk koşmayacaklarına kendisini Allah'ın Resûlü olarak kabul edeceklerine ve kınayıcıların kınamasına aldırmayacaklarına" dair söz alırdı. İlk ikisini yapmak şart. Ancak İslam'ı yaşayabilmek için üçüncüsü de vaz geçilmeyecek bir şarttır. Siz bu şarttan vaz geçmiş oluyorsunuz. Bütün meseleniz bu şart. Siz İslam'ı; azgın insanların, devirlere göre şekil değiştiren azgınlıklarına mı uydurmaya çalışıyorsunuz? Bukalemun şeklindeki bir din anlayışı, kesinlikle İslam ile bağdaşmaz.
"Ömürde bir defa oluyor" diyorsunuz. Ömürde bir defa oluyor diye adam öldürsem, zina etsem, hırsızlık vs. yapsam olur mu? Bunların hepsini bir kere yapsam, iki kere değil. Olur mu?
- O nasıl söz?...
- Siz söylüyorsunuz bunu. Her günahın (yasağın) büyük ya da küçük bir defasında mahzur yoktur der gibi. Böyle bir şey emretmiyor benim inandığım din.
Tüketim ve gösteriş merakını ise hiç emretmiyor. Yirmi çeşit elbise, on çeşit manto isteyenler bu emirleri nereden alıyorlar? Kur'an'dan mı? Nefislerinin arzularından mı? dedi ve çekip gitti.
Neye uğradığını anlayamamışlardı nişanlısı ve kayınvalidesi. Bir süre düşündüler. Abdullah haklıydı. Sonra Abdullah'ın istediği gibi bir düğün yapıldı. "Allah'a kul olabilme" yolunda verdiği bir mücadeleden daha, başarı ile çıkabilmişti Allah'ın yardımıyla. Dualar ve göz yaşları ile hamd ü senalar etti; İsyana giden yola kendisini saptırmadığı için. "Bizi sırat-ı Müstakîme, nimet verdiklerinin yoluna ilet. Azıp sapmışların, gazabına uğramışların yoluna değil (Ya Rabbi)! (Fatiha: 5-7)
Sonra güzel günler geldi. Birlikte İslam'ı öğrendiler, birlikte yaşadılar çocuklarını da bu hava içinde yetiştirdiler.
 

gülsengül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Eyl 2008
Mesajlar
5,816
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
"Bizi sırat-ı Müstakîme, nimet verdiklerinin yoluna ilet. Azıp sapmışların, gazabına uğramışların yoluna değil (Ya Rabbi)! (Fatiha: 5-7)
Aminnn...
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Hesap Kitap İki Çocuğa Göre Yapılınca-25
BUNDAN yıllar önce hayır dualarıyla yolcu etmişlerdi Hasan'ı Almanya'ya. Yıllardan beri bu köyde sönmeden tüten baba ocağı artık artan ihtiyaçlarını karşılamaya yetmiyordu. Gidenlerin yüklerini tuttukları, hallerini düzelttikleri haberleri geliyordu hep. Anası önceleri çok diretmiş ama sonunda gönülsüz de olsa razı olmuştu bu gurbet işine. Biricik oğlunu yaban ellere yolcu ettikten beri zayıf, çelimsiz elleri hep onun ardından hayır dualar etmek için kalkıyordu Yüce Dergaha.
O Almanya'dayken babası ömür sermayesini tüketmiş, hakiki aleme göçmüştü. Anası kasabadaki kızının yanında kalıyordu artık. Köyde aralıksız tüten ocak sönmüştü. Okula giden torununa yazdırdığı mektupları "Artık geri dön Hasanım" ifadeleri bitiriyordu.
O gün yine mektup gelmişti. Okunmaya başlamasıyla da Hacer Ananın kırışmış yanaklarından aşağıya doğru gözyaşları akmaya başladı. Nihayet arzuladığı müjdeyi duymuştu. Hasan dönüyordu. Hem de temelli, gitmemecesine dönüyordu. Çocuklar gibi sevindi Hacer Ana. Dua demetlerine sevinç gözyaşları da ekleyerek Rabbine şükürler etti. Biricik oğulcuğunun, gelininin ve hepsinden çok da, büyüğü beş, küçüğü üç yaşına basan torunlarına kavuşmanın sevincini şimdiden içinde duymaya başlamıştı bile.
Seneler ne de çabuk geçiyor diye düşündü. "Evleneceğim" diye yazmıştı. Hasan bir mektubunda, bir sürü nasihatlarla doldurup gönderdiği mektubuna "evlendim" diye cevap gelmişti. Torununun doğum haberi ve sonra ikincisi, torunlarının renkli renkli resimleri geldikçe zamanla gelinini de kabullenmişti. "Alın yazısı böyleymiş oğlumun, elden ne gelir" diye avunuyordu.
* * *
Fiyakalı bir kırmızı minibüsle gelmişti Hasan. Evin önüne yanaşınca yüklendi kornaya var gücüyle. Zaten tetikte bekleyen ev halkı heyecanla bahçeye koşuştular. Hacer Ana senelerin verdiği hasretle bastı oğlunu bağrına. Onca senenin hasretini çıkarırcasına sıkıyordu zayıflamış kollarını. Sarılma, koklaşma, hal hatır sorma faslı evin içinde de uzun süre devam etti.
Oldukça yükünü tutmuş olarak dönmüştü Hasan. Minibüsün içini bagajını boşaltmak için uzun süre evle araba arasında gidip gelmişlerdi. Küçümsenmeyecek bir servet yapmıştı. Ama bunların karşılığında da çok şeylerini vermişti. Hacer Ana günler geçtikçe oğluna itina ile nakşettiği bütün güzel hasletlerin onu terkettiğini buruk bir acıyla görüyor ve için için yanıyordu. .
* * *
TORUNLARIYLA avunarak geçiriyordu günlerini. Onlara İslâmın esaslarından, oturup kalkma, yeme içme adabından bahsediyordu. "Anne onlar daha küçük sonra öğrenirler" demişti Hasan. O gün bahçede oturmuş tesbihini çekiyordu. "Ana seninle biraz konuşalım" diyerek yanına sokuldu oğluyla gelini. Lafı döndürüp dolaştırıp sadede getirdiler:
"Gelinin yine hamile ana" kırışıklarla kaplı yüzünde derinlere kaçmış gibi duran gözleri sevinçle parladı Hacer Ananın. Daha sevinci kelimelere aksetmeden, başından aşağı kaynar suları boşalttı oğlu:
-"Biz çocuk istemiyoruz artık ana. Aldıracağız."
-"Tövbe de lan" dedi Hacer Ana oturduğu yerden diklenerek. "Allah'a asi olma, o nasıl söz öyle"
-"Öylesi böylesi bu işte ana. Kürtaj diyorlar. Hastanede ücretsiz yapıyorlar. Hem ben hesabımı kitabımı iki çocuğa göre yaptım. Gerisi işime yaramaz."
KIZDI, bağırdı, bir sürü laf saydı:
-"Sana analık hakkımı, helal etmem. Bunu böylece koy kalın kafana" diyerek bahçe kapısını çarptı çıktı. Eskiden bu sözü anasından duydu mu Hasan için akan sular dururdu. Ama şimdi hesap kitap devri idi. İşini bilenlerin hüküm sürdüğü devirdi! Dünya nüfusu giderek artmaktaydı! Çok çocuk yaparak onları gelecekte açlık ve kıtlığa mahkum etmeye ne gerek vardı! Yaşlılar hala kendi devirlerindeki gibi sanıyorlardı her şeyi!
İki çocuğu evde bırakarak "Aile Planlama ve Çocuk Sağlığı Merkezi"ne yollandılar. İki saat sonra her şeyi bitirmiş olarak dönüyorlardı. Artık hanımı hiç hamile kalmayacaktı. Nasıl olsa yeni bir çocuğa ihtiyaçları yoktu. Ana rahminde insan olma yoluna giren iki aylık cenin ise küçük parçalar halinde çöp tenekesini boylamıştı.
Minibüsü bahçeye yanaştırdıklarında anası da çocuklar da görünürlerde yoktu. Eve daha önce giren karısının korkunç çığlığıyla Hasan da süratle eve daldı. Manzara ürpertici ve dehşet vericiydi. Küçük oğlu yarı çıplak ve kanlar içinde baygın vaziyette yerde yatmaktaydı. Büyükse korku ve dehşetten irileşmiş gözleriyle kardeşinin kanlarını silmeye çalışıyordu.
* * *
ANNESİYLE babası çocukla uğraşırken açık kapıdan dışarıya süzüldü ve minibüsün altına saklandı. Evde canları sıkılınca kardeşiyle doktorculuk oynamaya karar vermişlerdi. Yakın bir zaman önce komşu çocukları sünnet olmuştu. Yanlarında bulunduğu için her şeyi görmüştü. Tıraş kutusundan bulduğu eski bir jiletle kardeşini yatırıp sünnet etmeye kalkmıştı. Şakadan yapayım derken kardeşinin eline çarpmasıyla olanlar olmuştu. Yiyeceği dayağı düşündükçe tekerleğin altına daha da sindi. Kapıdan süratle çıktı annesiyle babası. Kardeşi annesinin kucağındaydı. Babası aceleyle kapıları açtı. Minibüse yerleşmeleri, çalıştırması ve son hızla hareketleri bir an için olmuştu. Küçük Hakan tekerleğin altından çıkana kadar, tekerlek zayıf karnının üzerinden süratle geçmiş, oracıkta ruhunu teslim etmişti.
AYNI sokakta bir komşuda olan Hacer Ana arabanın süratle geri gidişini görünce telaşlanıp eve koştu. Açık olan bahçe kapısından içeriye girince torununun henüz daha sıcacık cesediyle karşılaştı. Hıçkırıklar düğümlendi boğazına "Yavrum, ne yaptılar sana" diyerek var gücüyle bağırıp üzerine kapandı. Onun feryadına komşular da koşuştular. Herkes birbirine "Nasıl olmuş" diye meraklı bakışlarla soruyordu.
Biraz sonra minibüs evin önünde yeniden durdu. Hasan gözlerinden yanaklarına süzülen yaşlarla küçük oğlunun cansız vücudunu kucaklayıp kalabalığa doğru yürüdü. Aşırı kan kaybından hastaneye yetişemeden ölmüştü Erhan. Herkes suskun ve şaşkındı. Bir Hasan'ın kucağına, bir Hacer Ananın kucağına kayıyordu dehşet ve üzüntü dolu bakışlar. Aniden bastıran yağmur gibi bastırmıştı felaket bulutu. Yavaşça yol açan kalabalığın arasından ananın kucağında cansız yatan büyük oğlunu gördü Hasan. "Yavrum" diye inledi. Kucağına baktı "Yavrularım" diye inleyerek olduğu yere yığıldı.
"Yanlış yaptın Hasan, yanlış hem de çok yanlış" diye gözyaşları arasında mırıldanıyordu Hacer Ana.
 

ayşe.a

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Tem 2008
Mesajlar
3,140
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
duygu yüklü bir paylaşımdı abi emeğine sağlık...
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Bakkalın Helâl Kazancına Karışan Kir -26
Her günkü gibi besmele çekerek açtı dükkânının kapısını. Elindeki anahtarını cebine götürdü. Bir kağıt dolaştı parmaklarına. Paradır dedi, bıraktı. Ama yapışmış gibiydi eline. Çıkarmak zorunda kaldı o kağıdı. Üzerinde bir beyitlik yazı vardı:
"Aynalı Dede çalarsa bir gün kapını
Âhirette nasıl verirsin her günün hesabını."
Anlayamadı. Neyin nesiydi? Nereden, nasıl, kim atmıştı cebine bunu? Düşüncelere dalmıştı ki, bir çocuğun sesiyle kendine geldi. Bir kaç defa seslenmişti çocuk. Ama duymamıştı onu. İstediğini verip gönderdi. Siftah dedi, besmeleyle attı kasaya.
Gelen giden çok olurdu dükkanına. Alış-verişte ölçüyü aşmazdı. Fiyatları uygun olurdu. Müşterisine iyi davranırdı. Babasından öğrendiği kadar dini bilgisi de vardı. Beş vakit namazını elinden geldiğince geçirmemeye çalışırdı. Dedikodu nedir bilmezdi. Bugün de dükkânı bu sebeplerden dolup taşmıştı. Dilinden bereket sözü düşmemişti.
Öğleye doğru bir ara ortalık sakinledi. "Allah bereket versin. Helâlinden yine yeterince kazandım" diye geçiriyordu içinden. O anda kapıda nur yüzlü, beyaz sakallı, derviş kılıklı, her halinden dinç olduğu anlaşılan bir ihtiyar göründü. Emin adımlarla yürüdü içeriye. Orta yerde durup: "Helâlinden mi dedin oğul? Halbuki sen temiz olan bir nimeti necis hâle getiren birisin. Tertemiz ve helâl olan bir bardak suya bir damla pislik düşse içer misin? İçin çekmez değil mi? Pis olmuştur çünkü."
Bu adam da kimdi? Hiç görmemişti onu. Tanışmadığı halde, güzel öğütler veriyordu. Ama şimdi bu sözlerin ne gereği vardı. Yaptığı iş bir ticaretti. Ticarette ölçüyü de aşmazdı. Müşterisi de bunun için çoktu.
"Şaşırdın mı oğul? Bunun pisliği nerede? Ölçülü ticaretine bakıp, kendi kendini anlayamadın mı? Bak şu bira kasalarına! İşte bunlar, temiz suya karıştırdığın pis şeyler. Bu biralar senin pak kazancını kirletiyor. Haram bulaştırıyorsun. Bunu yapan da, satan da, içen de haram işlemiştir.
Sakince dinleyen bakkal donakalmıştı. Bu bir ticaretti. Haram ya da günah ise neden imaline izin veriyorlardı? Bu ihtiyar onlardan pek mi iyi biliyordu? Zaten kendisi de içmiyordu. Sadece satıyordu.
Beyaz sakallı adam tekrar konuştu:
"Şüphe!... Şüphe! Seninki büsbütün bir şüphe. Şüpheni gerçeği bulmak için kullan. Malını ve kazancını temizle. Neden mi haram? Sözümü iyi dinlemiyorsun. "Bir işe sebep olan, o işi yapan gibidir." Bunun için yapım, satım ve içmesi arasında bir fark yoktur. İşte Aynalı Dede çalldı kapını. Hatırlattı iyiyi. Âhiretteki hesabını kendin düşün" dedi ve bir anda kapıda yok oluverdi.
Bakkal Nurullah, bir süre öylece oturdu. Demek o kâğıdın sahibi Aynalı Dede buydu. Bir çay içelim bile dememişti ona. Arkasından çıktı. Çoktan kaybolmuştu. Nasıl olup da düşünememişti.
Gözleri kapıya çakıldı, kaldı. Düşünüyordu. Bugüne kadar neden hiç düşünmediğini düşünüyordu. Hayatın hay-huyu içinde neler de yapılıyordu. Bira şişelerini kırıp attı. Tevbe etti. Allah'tan, bu tür yanlışlara karşı kendisine basîret vermesini diledi.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Küçük Tavizler ve Abdullah-27
İngilizce öğreniyordu. Bir taraftan da araştırma yapıyordu. Kendisi için İngiltere'de ayrılan süre de doluyordu. Artık bir kaç hafta sonra Türkiye'ye dönecekti. Zaten hüzünlenmesinin sebebi de bu idi. Her ne zaman olursa olsun, gurbetten dönme günleri yaklaştığında, bir soğuk ter basardı ruhunu. Ta ki, memleketine götürecek araca bininceye kadar.
Bu akşam, ev sahipleri olan İngiliz kendilerine yemek verecekti. Apartmanda Asya'dan ve Afrika'dan gelen talebeler kalmaktaydı. Çoğunluğu da müslüman olan ülkelerin insanıydı. Akşam oldu ve yemek saati geldi. Bütün arkadaşları oradaydı. Sudanlı Ahmet Recai, Suudi Arabistanlı Seyyid Ali, Pakistanlı, İmadeddin gibi. Daha bir çok ülkeden gelenler vardı. İngiliz bir konuşma yaptı ve yemeğe başladık, önce yemeğe ev sahibi başlamıştı. Daha sonra da diğer arkadaşları...
Onların tavrını bir müddet süzdükten sonra o da yemeğe başladı. Ama "başlamaz olaydım", "gelmez olaydım" dercesine içinden geçirdi. Çünkü ev sahibi İngiliz bağırıyordu! "Benim masamda kimse sağ eliyle yemek yiyemez. Benim evimde yemek kurallarını bilmeyenin işi yok. Pis Doğulular... Yemeğin sol elle yenildiği kuralını hala sekiz ayda öğrenemediniz mi?"
"Aman Allahım sayıyordu işte... İyi sözden başka ne varsa hepsini söyledi. Bir anda yemeği bırakıp ayağa kalktım. Kapıya doğru yürüdüm sessizce. Gösterdiğim tepkiye hayret etmiş olacak ki, nazik bir sesle: "Abdullah!" dedi. Durdum ve geri döndüm."
"Abdullah!" dedi tekrar. "Yıllardır buraya gelip gidenler olur, sizin gibi. Sekiz ay ya da bir yıl kalırlar giderler. Hepsinin gidişinde de yemek veririm. Böyle sizin gibi kural bilmeyenler olur. Onları ben uyarınca hemen gereğini yerine getirirler ve sol elleriyle yemeklerini yerler. Ama senin tepkin değişik oldu. Sizin gibi tepki göstereni görmedim. Bunun bir anlamı var mı?
İngilizce cevap verdim. İslam'a göre; yemek yerken sol eli kullanmak yasaklanmıştır. Tuvalette, burun temizlerken, ayakları yıkarken sol el kullanılır. Yemekte ise sağ el kullanılır. İslam; insanın doğumundan ölümüne kadar her hareketine karışmıştır. Tuvalete hangi ayakla girileceğinden tutun da, yolda yürüyüşüne kadar; alış-verişte şahitler huzurunda yazmaktan tütün da, devletler arası münasebetlerin tesbitine kadar toplum hayatı ile iç içedir. Sosyal hayatın en güzel hale gelmesi için müdahalede bulunmuştur İSLAM.
İngiliz sessizce dinledi. "Bizim bildiğimiz din Kilise duvarlarından dışarı çıkmaz. Toplum hayatına da müdahalesi yoktur. İslam'ın da sosyal hayat ile bu kadar yakından ilgilendiğini bilmiyordum. Eğer dinin bunu emrediyorsa, sen de böyle bir tepki göstermekte haklısın" dedi. İslam'ı araştırmaya da söz verdi. Sonra diğer arkadaşlara dönerek:
-Peki siz neysiniz? Siz ne anlam ifade ediyorsunuz? Kimliğinden haberi olmayan sizler?...
İngiliz, yemek masasında donup kalan Abdullah'ın arkadaşlarına, sinirli sinirli bağırıyordu. Abdullah ise, o arada kaybolmuştu. İnancından taviz vermemenin doygunluğu içersinde, seccadesi koltuğunda parka doğru gidiyor." Akşamın serin havasında müsait bir yerde seccadesini açmış, huşu içinde akşam namazını eda ediyordu. İçi tiril tiril titriyor, kelimeler dudaklarında canlanıyor, ruhu o canlılığı yaşıyordu.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Modern Haramilere Karşı-28
Mehmet Efendi fakir bir balıkçıydı. Her gün küçük sandalıyla denize açılır, akşama kadar ne tutabilirse, sahilde satar, kazandıklarıyla eve bir şeyler alıp dönerdi. İstekleri büyük olmadığı için, Allah denizden ne verirse, ailece şükrederler, kuru yavan demezlerdi.
Eşi, Zahide hanım, tam bir kötürümdü. Ayakları tutmuyordu. Konuşması düzgün değildi. Dışardan bakanlar, bu yuvada tam bir sefalet yaşandığını düşünebilirlerdi. Çocukları dolayısıyla televizyon programlarına ve gazetelere konu oluncaya kadar da, acımaklı bakışlardan başka, onların hikayesine kulak kabartan olmamıştı. Oysa, üstün zekaları dolayısıyla herkesin dilinde dolaşan dört çocuğun, doğumdan önce verdikleri amansız bir "doğum mücadelesi" vardı. Ve kimse bunun farkında değildi. Hatta onlarla savaşanlar bile...Mehmet Efendi, Zahide hanımla kötürüm olduğunu bile bile evlenmişti. Çağımızın maddeci anlayışıyla izah edilemeyecek bir aşk hikayesi vardı burda. Ama onu anlatmayacağız. Siz, onları Allah'ın buluşturduğu iki insan olarak bilin yeter.
Evlendiler. Günler, aylar geçti. Zahide hanımın ilk çocuğuna hamile olduğu öğrenildi. Öğrenilmesiyle birlikte de, adeta yedi düve ayağa kalktı. Bu durumdaki bir kadından doğacak çocuk nasıl olurdu? Doğum kontrolcülük akımı, bir sağnak halinde bu fakir ailenin üzerine abanmıştı. Çevreden hastaneye uzanan bu akım, Mehmet Efendi'nin kalbini sıkıştırdıkça sıkıştırıyordu. Doğum nasıl olacaktı? Doğum olsa bile, doğacak çocuğun "kalitesi" nasıl olacaktı? Çocuğa kim bakacaktı? Sorular sorular... Mehmet Efendi, yüreği bu tür baskılara mukavim bir gönül adamı olmasaydı, imkanı yok dayanamazdı. Oysa, söylenenleri kaderin, tevekkülün ve Allah'ına sonsuz
İmanının süzgecinden geçiriyor, kaderin binasını inşa etmesini sabırla bekliyordu. Allah "Geçim korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin" buyurmamış mıydı?
İlk çocukları kız doğdu. Adım Ayşe koydular. Zahide hanım, o haliyle süt verdi. Sevgi verdi. Analık verdi. Ayaklarının tutmadığı aklına bile gelmiyordu. Allah'ın bu emanetini, O'na layık olarak yetiştirmek için sürünmek bile güzeldi.
Çevre meraklı, endişeli bir kulak kabartması ile, balıkçı ailesinden gelecek "artık pes" sesini bekliyordu.
Ayşe, biraz toparlanınca Zahide hanım ikinci defa hamile kaldı. Artık bu kadarı olamazdı! Önce akrabalar isyan etti. Arkasından ana çocuk sağlığı merkezindeki doktorlar, hemşireler... Zaten devlet büyükleri doğum kontrolü kampanyasının arkasını kesmiyorlar, kürsülerden nutuk üstüne nutuk atıyorlardı. Zahide hanım gibi örneği arasalar bulamazlardı. Hem fakirlik vardı, hem hastalık.. Buna rağmen hala çocukta ısrarın anlamı neydi? Bu, Anadolu'nun cahilliğinin, geriliğinin tipik bir örneğiydi!
Ana-çocuk sağlığındaki hemşire adeta paylıyordu:
- Hanım hanım, bu ne hal? Birini büyütmeden ikincisi? Doğur doğur, sokağa bırak. Kim bakacak bunlara? Balıkçı koçan mı? Adam sadece kendisini düşünüyor. Devlete yük üstüne yük. Biraz kendinizi tutsanız olmaz mı?
Zahide hanım, bunları sabırla dinledi, içinden geçenleri de, konuşma zorluğu çektiği için söylemedi.
Günler, haftalar geçti. İkinci çocukları da doğdu. O da kızdı. Adını Elif koydular. Çocuk sağlıklıydı. Tıpkı Ayşe gibi...
İkişer yıl arayla üçüncü ve dördüncü çocukları da dünyaya geldi fakir balıkçı ailesinin. Hatice ve Fatma... Her çocuk için, akrabalar, doktor ve hemşireler ile devlet politikası karşısında amansız bir mücadele vermeleri gerekmişi!. Bedava doğum kontrol hapları, aletleri poşet poşet sunulmuştu. Hatta bedava kürtaj teklifleri gelmişti. Üçüncü ve dördüncü çocukların doğmasına ne pahasına olursa olsun mani olmak bir "insanlık görevi" kabul ediliyordu. Sefalete ortak olacak çocuklar, doğacağına doğmasınlar daha iyi idi! Doğum kontrol felsefesinin şakirtleri için meydan bostu. Atabilecekleri kadar atmalıydılar.
Ayşe, Elif, Hatice ve Fatma, bunca saldırıdan, kaderin lütfü ile kurtulup, hayata gülümsediler.
Sonra serpildiler, büyüdüler. Zahide hanımın engin şefkatinde okula gidecek çağa geldiler.
Okulda Ayşe, arkadaşlarından farklılığı ile dikkat çekiyordu. Öğrenmesi, yeni bir olaya intibakı, hareketleri hep farklıydı. Yapılan zeka testinde Ayşe'nin üstün zekalı olduğu belirtildi.
Arkasından Elif.. Arkasından Hatice ve Fatma... Sonunda bir TV programcısı balıkçı ailesine girdi ve olay Türkiye'ye maloldu. Fakir balıkçı ile kötürüm hanımının evinde doğan harika, magazin anlayışı içinde kamuoyunun hayretlerini gıdıklayacaktı.
Öbür tarafta ise doğum kontrolcüler yine cirit atacaklardı. Onların felsefesi, kaderin bu sillesinden de etkilenmeyecekti! Sırtlarını hakim güçlere dayamış konuşacak, konuşacaklardı. Sanırsınız ki, doğacak çocuğun kaderini onlar belirliyorlardı. Sanırsınız ki fakir ana-babadan doğan çocuk geri zekalı, aptal olurdu. Sanırsınız ki her şey, protein veya karbonhidrat miktarında son buluyordu. Sanırsınız ki, "planlanmış nüfus" en sağlıklı nüfustur. Sanırsınız ki çocuklara zeka, akıl, sıhhat dağıtımını bunlar yapıyorlar, birinci çocuğa verince ikincisine ikincisine verince üçüncüsüne ya da daha fazlasına vermeyi gereksiz buluyorlar da, planlanmış üç çocuk yeterli zekada, plan dışı dördüncüsü ise aptal oluyordu. Sanırsınız ki bunlar, kaderi Allah'ın belirlediği manasına sırt çevirip kendi benliklerini put yapıp tapan insanlardı.
Ellerinde en modern silahlar, çocukların yollarına durmuşlar, pusu kurup yol kesiyorlardı. Çağımız, bu "modern haramilerin", sessiz fakat en hunhar katliamına tanık olmakta.
Hakiki Kahramanlık
Savaşmak üzere, oğlunun ok torbasını takındığını gören Gürgin adlı pehlivan ona şu. güzel sözleri söyledi:
Eğer muharebe meydanından kadınlar gibi kaçacaksan, gidip de orada canla başla çarpışan kahramanları rezil etme.
Harpten kaçan süvari yalnız kendisini değil, bütün öteki yiğit arkadaşlarını da öldürmüş olur.
Hakiki kahramanlık, aynı cinsten olan, aynı dili konuşan aynı sofradan yemek yiyen iki dost arasında görülür. Bunlar muharebenin en kızgın zamanında yürekten çarpışırken, biri düşmana esir düşerse, diğeri onun önünden kaçmağa tenezzül etmez.
Eğer cenk eden bir orduda bu zihniyeti, bu davranışı göremezsen oradan kaçmayı ganimet bil.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Karaya Hidayetle Çıktım-29
Çevrenin, okuduğumuz batıl kitapların, olumsuz etkisiyle imanım zayıftı. Allah (c.c.) o günleri bir daha yaşatmasın. AMİN!
Yedi, sekiz arkadaş, ağustosun kavurucu sıcağında, denizin serin sularına kendimizi bırakacaktık. Yorucu bir yolculuktan sonra, Bolu'nun Akçakoca kazasına gece vardık. Deliksiz bir uykuyla sabahı kucakladık. Sabah kahvaltısını acele yaptık. Deniz kollarını açmış bizleri çağırıyordu. Sabahın hafif serinliğinde, denizde kimse yoktu.
Arkadaşımdan, ayaklarımı sıkarcasına dar paletleri alarak, denizin koynuna kendimi bıraktım. İki sevdalı kavuşmuşçasına sevinmiştim. Denizle çocuklar gibi oynarken, dar palet ayağımı terketti. Emanet paletin arkasından kulaç attım. Diğer palette vefasızlık edip, ayağımdan kaçtı. Onun için de zoraki birkaç kulaç vurdum. Yorulmuştum. Biraz da açılmıştım. Paletlerden ümidimi kestim. Kıyıya dönüş çabam başlamıştı. Dalgalar kıyıya gitmemi istemez gibiydi. Hayret! Kulaçlar beni ileriye atmıyordu. Kabaran deniz, başıma balyoz darbelerle beni denize çakıyordu. İlk panik !? Kıyıya kolumu kaldırdım. Erkeklik duygum yardım istememi de engelledi. Kolumun imdat için kalktığını anlamayan, kıyıdaki arkadaşlar beni kol sallayarak selamlıyorlardı. İçimin, denizin kavurucu tuzlu suyuyla epey dolduğunu hissettim. Gözlerim, görevlerini bulanık yapıyordu. Erkekliği yenerek kısık bir sesle imdat! deyiverdim. Çağrım değil ama hareketlerimdeki gariplik kıyıdakilerin dikkatini çekmişti. Şaşkın koşuşmalar, kadınların korkulu halleri zayıflayan gözlerimin görebildikleriydi.
Ölüm duygusu 28'lik bedenimi ilk defa en soğuk şekliyle sarmıştı. İnançsızlık iflas etmiş, bulanık şuurumda babamın "Oğlum;son nefesinde kelimeyi şehadeti söyleyen imanlı gider" sözü güneş gibi parlamıştı. Oksijensiz kalan beynimin zonklaması, suların beni kabul edişindeki samimiyeti, babamın o mübarek sözünü söylememi zorlaştırıyordu. Ümidim sıfırlanmıştı. İradem dışında teslim olmuştum. Yolculuğun soğuk ilk saliselerini anlatabilmem, bu kalem, bu kağıt, bu alfabeyle mümkün değil..
İçime dalan tuzlu suyun, gövdemi kaplayıp, ağzımda nihayet bulduğu an. Sade kendimin ve YARADANIMIN duyabileceği seslenişi, yalvarışı, yakarışı, dudaklarımdan dışarıya salabildim.."EŞHEDÜ ENLA İLAHE İLLALLAH VE EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN ABDUHU VE RASULUHU"
Zaman durmuştu. Ölüm kendini tattıracaktı. Hala bitkin, beden yaşıyor, şuur yerini terketmiyordu.
Ayak parmaklarımın kumlarla ilk teması, ölümün benden vazgeçtiğinin belirtisiydi. Ayaklarım, kumlarla buluşmuştu.
Sağ kolumu, sağ elimi şehadet parmağımı, gökleri delercesine havaya kaldırmış, ALLAH'IN (c.c.) birliğini gövdemle haykırıyor, parmağımla tasdikliyordum.RAHİM olan RABBİM (c.c.), denize imansız giren kulunu, HİDAYET NURUYLA kıyıya çıkarıyordu. ELHAMDÜLİLLAHİ-RABBİLALEMÎN!...
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Suç Aletinin Müsaderesine-30
İstanbul'a çocuklarını ziyarete gelmişti. Dersaadet'e gelinir de Sultanahmet, Süleymaniye, Eyüp Camileri ile Topkapı Sarayını ziyaret etmeden gidilir miydi? Elbet, Zekiye annenin gönlünden de bunlar geçiyordu.
Bir gün damadı;
-Anne, dedi, hadi hazırlan da, seni Topkapı Sarayı'na götüreyim.
Hazırlandı Zekiye anne. Hazırlanmasında, kendisi için bir fevkaladelik yoktu. Terziye göç demişler, iğnem başımda demiş. O da çarşafını giyinmiş ve hazır olmuş. Bindiler bir arabaya, doğruca Sarayın yolunu tuttular.
Zekiye annenin sarayda öyle altını, pusatı gezecek gücü yoklu.
-Oğlum, diyordu, beni fazla dolaştırma. Rasulullah'ın hırkasının yanına götür. Şöyle uzaktan da olsa bir kokusunu alayım.
Oraya yöneldiler. Zekiye anneyi müthiş bir heyecan sarmıştı. Yüreği küt küt atıyordu. Çarşafının içinde adeta kendine çeki düzen veriyordu. Hırkai Saadet bölümüne vardılar. Dudakları kıpır kıpır, okuyor okuyordu. Gözleri domur domur yaşarmıştı. Kolunda damadı, Zekiye annenin içinde adeta volkanlar kaynadığını hissediyordu. Zekiye anne, uzaktan sanki Hırkai Saadete yüzünü sürüyor, kokluyor, bağrına basıyordu.
Tam o sırada, yanı başlarında, bir polis memuru peyda oldu. Zekiye anneyi tuttu kolundan, damadına da, "Benimle karakola kadar gelin" dedi. Damad bey şaşırmış, Zekiye anne ise, cezbesi yarıda kesilmiş bir derviş gibi donmuş kalmıştı.
İleri-geri bir iki sözden sonra, polis, Zekiye anne ve damad bey, Ahmediye Karakolu'nun yolunu tuttular. Yol boyunca polis, Zekiye anneyi neden karakola götürdüğünü anlattı.Çarşaf giymek yasaktı. Kanunlara aykırıydı. Karakolda zabıt tutulacak, Zekiye anne mahkemeye verilecekti.
Karakolda, polis memurunun davranışına şaşıranlar, üzülenler oldu. Ama, gereği yapılacaktı. Zabıt için kağıtlar daktiloya geçirildi Polis, sorgulamaya başladı.
Zekiye annenin söyleyeceği fazla bir şey yoktu. İkindi vakti gelmişti. Namaz kılacak bir yer arıyordu. Kim bilir kaç senedir bir vakit namazı geçmemişti.
-Ne yazarsanız yazın oğlum, dedi polislere, bana namaz için bir yer gösterebilir misiniz?
-Burada namaz kılınır mı, diye diklendi getiren polis. Diğer polislerden kıpırdananlar oldu. Zekiye anne, çaresiz, oturduğu sandalyede eda etti namazını.Zabıt tutuldu. Zekiye anneden çarşafını çıkartması istendi. Aleti olarak alıkonması gerektiği ifade edildi. Fransız işgali sırasında memleketinde, kadınlara yapılan saldırıların acılarıyla büyümüş olan Zekiye anne, bir anda dizlerinin bağının çözüldüğünü hissetti. Adeta 10 yaş birden ihtiyarlamıştı. Konuşamıyor, bir harekette bulunamıyordu. Olanlara bir anlam veremediği her halinden belliydi. Eli, ayağı uyuşmuştu. Damad bey, içi ezile ezile, çıkardı annesinin çarşafını. Katladı ve teslim etti.
Zekiye anne, arabaya bir külçe gibi bindirildi. Eve getirildiğinde hala dişleri kilitlenmiş gibiydi.
15 gün kadar sonra mahkemeden celp geldi. Dava açılmıştı. Çocuklarıyla beraber gitti mahkemeye.
Sanık sandalyesine oturdu. Hakim, katibeye, "Yaz kızım" dedi. Şu zabıt tutuldu.
"Maznun geldi. Açık duruşmaya başlandı. Maznun vekili olduğunu söyleyen Av. S.O. geldi. Vekaletnamesini ibraz etti. Kayıtlı olduğu görüldü. Dosyasına kondu. Vekaletinin kabulüne karar verildi.
Gelen maznun Zekiye S: Mehmet kızı. 63 yaşında. Dul. 7 çocuklu. Ev kadını. Sabıkasız olduğunu söyledi.
İddianame okundu. Suçu anlatıldı, savunması soruldu.
-Bizim memlekette herkes giyiyor, ben de bunun için giyiyorum dedi. Ben Kıyafet Kanununa muhalif harekette bulunmadım. Öyle bir kastım da yoktur. Maznun vekilinden soruldu:
-Müvekkilem, mahalli örfe göre bu şekilde giyinmiştir. Suç olduğunu bilmediğinden çarşaf ve peçe giymiştir. Kastı yoktur. Binaenaleyh müvekkilemin beraatını istiyorum.
Evrak tetkik olundu. Maznundan son sözü soruldu.
-Suçum yoktur, beraatimi isterim, dedi.
Duruşmanın bittiği bildirildi.GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ
Maznun Zekiye S.'nin, 2.5.1975 tarihinde, İstanbul Sultanahmet, Topkapı Sarayı müzesi, binası içinde, yüzü peçeli ve çarşaflı olarak dolaşmak suretiyle, 1490 sayılı kanunla muaddel 671 sayılı kanuna muhalefette bulunduğu, ikrardan ve hazırlık evrakından anlaşılarak, Kıyafet Kanununa mugayeret suçu sabit görülmüştür.Maznunun, sabit olan suçundan dolayı, 671 sayılı Şapka İktisası Kanunu delaletiyle muaddel T.C.K. 526/2 maddesi gereğince, takdiren, BİN LİRA HAFİF PARA CEZASİ İLE TECZİYESİNE.
Maznunun ve müvekkilinin müdafaalarına göre, taşradan, maznunun mahalli örflere göre hareket etmiş olması, mahkemece tahfif sebebi kabul edildiğinden T.C.K. 59 gereğince, takdiren, ceza ONDA BİR İNDİRİLEREK dokuz yüz lira hafif para cezası île tecziyesine.
150 kuruş tebliğ, 400 kuruş posta giderinin mecmu olarak 550 kuruşun maznundan tahsiline ve...
ÇARŞAFIN T.C.K 36 Mad. GEREĞİNCE MÜSADERESİNE..
Maznunun cezası tecil edildiği takdirde suç işlemekten çekineceği kanaatine varıldığından 647 S.K 'nün 6. maddesi gereğince cezasının teciline...
Temyiz yolu açık olmak üzere verilen karar alenen tefhim olundu..."
Hakim, nazik bir dille "Tamam anne çıkabilirsiniz." dedi. Zekiye anne gözünü hakimin önünde duran çarşafından ayıramıyordu.
-Ama benim çarşafım ne olacak? dedi. Ben çarşafımı istiyorum.
Hakim, yine nazik;
-Anneciğim, çarşafınız müsadere olundu diye teskin etmeye çalıştı. Zekiye anne ısrar ediyordu:
Ben müsadere falan anlamam. Çarşafımı istiyorum.
Oğulları, koluna girdiler. Mahkeme salonundan dışarı çıkardılar. Zekiye anne ikide bir arkasına dönüp, mahkeme kapısına bakıyor;
-Ama oğlum, çarşafım orda kaldı, diye söyleniyordu.Zekiye anne, sabıkasız girdiği duruşma salonundan sabıkalı olarak çıkmıştı. Zekiye anne, sonra göçtü bu dünyadan. Rahmet-i ilahiye... Onu rüyasında gören bir oğlu, Zekiye annenin bir elinde çarşafını, diğer elinde de sabıka kaydını gösteren mahkeme zabtını sıkı sıkı tuttuğunu, yüzünde tatlı bir tebessüm bulunduğunu anlatacaktı.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
"Memleket Şarküteri" Neden Kapandı?-31
İki küçük sokağı birleştiren dükkanın camında gösterişli bir şekilde yazılı olan "memleket şarküteri" yazısını okudu. Durdu düşündü, önce kararsızlık geçirdi, kapıdan içeriye baktı, kasada oturan beyin sakallı olduğunu görünce dayanamadı ve içeriye büyük bir sessizlik içinde süzülüp, kasanın yanına geldi:
-Afedersiniz, burası şarküteri mi?
Muhatabı birazda sinirli bir eda ile;
-Okumanız yazmanız yok mu beyefendi? dedi.
-Var, var da
-Da'sı ne? Camda yazıyor ya...
-Bağışlayın birden başka birşey aklıma geldi. Neyse biz alış-verişimize bakalım. Meze var mı? Biraz da domuz sucuğu..
Kasanın basında oturan sakallı adam hışımla yerinden kalktı, meze isteyen müşteriyi yakasından tuttuğu gibi kapıya fırlattı.
Adam yakasını düzeltti, tekrar döndü, büyük bir nezaketle:
-Beni yanlış anladınız dedi.
-Yanlış, manlış anlamadım defol burdan.
-Beyefendi..
-Çek git kardeşim.
-Nezaket ve edebinizi...
-Sen ne anlarsın edepten, benden meze ve domuz sucuğu istemeye utanmıyor musun? Burasının içkici dükkanına benzer hali var mı? Sonra da edepten bahsediyorsun. Hadi dua et ki bugün cuma, hadi çek git...
Bütün müşteriler dönmüşler, ikisinin tartışmasını dinliyorlardı. Muhatabı birden ciddileşti. Sesini oldukça yükselterek:
-Bana bak dedi, sen ne yaptığını bilmiyorsun. Dinle beni, içkinin ve domuz etinin haram olduğunu ben de bilirim, ben de müslümanım elhamdülillah ve bugüne kadar ağzıma bir gram içki ve domuz eti koymadım.
-Peki neden istedin benden öyleyse?
-Dükkanınızın camında şarküteri yazdığı için.
-Ne demek şarküteri?
-Hah şöyle sadede gel. Şarküteri "meze evi" ve bilhassa Avrupa'da domuz mamulleri satılan yer demektir. Seni müslüman olarak kibarca uyarmak istedim. Bu senaryo onun içindi. Ama bir sopa yemediğim kaldı.
Sakallı hacı amca jiletle camdaki "Şarküteri" yazısını kazırken, gözyaşlarını tutamadı. İnce sicim gibi yaşlar beyaz sakallarından aşağı inerken gafletine kızıyordu. Teşekkür edeceği muhatabı çoktan gitmişti bile.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Cenab-ı Hak ile Aran Nasıl?-32
İkinci Cihan harbinin en civcivli ve endişeli zamanları. Almanlar, Balkanları ve Yunanistan’ı işgal etmişler. Herkes Türkiye de işgal edilecek endişesi içinde. Gazeteler bu konuyla ilgili haber ve yazılarla dolu. Dolayısıyla insanlar, büyük telaş ve maneviyat bozukluğu içindeler.
Bahri Yüceer, yine bir gün resmî işi için Ankara’ya gitmişti. Mutadı vechile işi bitince Mahmud Yazır’ı da ziyaret etme fırsatı buldu. O da hemen kabul etti. Sohbet başladı. Bir ara Bahri Yüceer şöyle bir soru sordu:
“Efendim, Alman ordularının Türkiye’yi işgal edeceğine dair yaygın bir kanaat ve büyük bir endişe var. Herkes telaş içerisinde. Siz ne düşünüyorsunuz?”
Mahmud Yazır biraz durdu ve sonra şu soruyu sordu: “Bahri Efendi oğlum, Cenab-ı Hakk ile aran nasıl?”
“Eyi sayılır, Efendim. ” Mahmud Bey’in mukabil cevabı:
“Öyleyse endişe edecek bir şey yok, evladım.” Yani tam bir teslimiyet ve tevekkül.
“Çoban Çaldı Düdüğü”
Tanzimat yıllarında İç Anadolu’nun büyük şehirlerinden birinde Ulucamide va’az veren bir hoca vardı. Hoca her gün kürsüden va’azını verir, sözü bitince kürsüye elini şiddetle vurur ve “Çoban çaldı düdüğü” der, kürsüden inerdi. Bu hal senelerce devam etti. Bir gün cemaattan bazıları sordular:
- Hocam, senelerdir, “Çoban çaldı düdüğü” deyip duruyorsunuz. Fakat bunun ne demek olduğunu izah etmiyorsunuz. Biz de merak ediyoruz. İzah eder misiniz? Hoca da bu talebin üzerine cemaatı kırmayıp şöyle bir hikaye anlattı:
Biz vaktiyle medresede talebe idik. Bir arkadaşımla bir başka köye va’z için gidiyorduk. Yolda bir su başında bir çoban bizi uzaktan görmüş. Sarığımızdan ve kıyafetimizden bizim medrese mollası olduğumuzu tahmin etmiş:Biz su başına varıncaya kadar abdest alıp cemaatle namaz kılarız, diye beklemeye başlamış. Biz varınca hemen saygıyla karşıladı ve namaz kılalım dedi. Biz de hazırlandık ve cemaatle namazı kıldık. Çoban bize azığında ne varsa ikram etti, beraber yedik. O zaman çoban dedi ki: “Haydi herkes içinden bir niyet tutsun ve niyetin kabulü için beraberce düa edelim.”
Herkes içinden bir niyet tuttu ve hep beraberce düa ettik, dileklerimizin kabulünü istedik. Düa bitince çoban dedi ki: “Şimdi herkes, aklından geçirdiği duasını söylesin. ” Bunun üzerine arkadaş dedi ki: Ben meşihat dairesine yani fetva merkezine aza olmak istedim, bunun takakkuku için Allah’a yalvardım.” Ben de dedim ki: “Memleketimdeki Ulu camiye eskiden beri va’z olmak isterdim, bunun tahakkuku için Allah’a niyaz ettim. En son çoban dedi ki: “Ben de Allah’ın ve Peygamberinin razı olduğu bir kul olarak iman-ı kâmil üzere ruhumu teslim edip cennete gitmekliğimi diledim, Rabbım’den...”
“Aradan zaman geçti. Arkadaşım emeline nail olup fetva heyetine aza oldu. Ben de Ulu camiye va’ız oldum. Senelerdir burada va’z ediyorum. Bizim duamız kabul olduğuna göre çobanın da duası kabul olmuş görünüyor. Biz dünyalık istedik, o ebedî kurtuluş istemiş, muhtemelen kurtulmuştur. Bir çoban kadar basiretli olamadığım için hayıflanır dururum. Demek ki ilim de yetmiyormuş, basiret ve izan olmayınca!”
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt