Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kitap okumayi sevenler-3(insan manzaralari) (1 Kullanıcı)

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
cokkk güzeldi bülent kardeşim kimbilir bizler farkında olmadan ne kadar göz hakkına girdik bu hikaye benım için büyük bir ders oldu inanın.emeginize yüreginize saglık..


Allah sizdende razı olsun sevda kardeşim cümlemizi ders alıp güzeli görenlerden eylesin Rabbim.Selam ve dua ile
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Hediye Ekmekler-12

Sizlere anlatacaklarım başımdan geçen gerçek bir olaydır. Babam, İslamın inceliklerini bilmeyen gazino ve otel sahibi bir insan. Lokantamızda içki satılır..''içkiyi biz içmiyoruz ya" deyip vebali kolaylıkla üzerimizden atardık. Ben akrabamızdan din dersi öğretmeni olan eşimle evlendim. Evleneli 15 sene olmasına rağmen ben hala namaza başlayamamıştım. Ölmekten o kadar çok korktuğum halde kendimi ölüme hazırlamak yerine ölüm hakkında hiçbir konuşma yaptırmaz, mevzuu değiştirirdim. Seneler sonra ölümden kurtulamayacağımı, dağlara, tepelere kaçsam da beni gelip bulacağını iyice anladım. Ölümün üzerine üzerine gitmeliydim, cesur olmalıydım her an ölümü düşünüp ona göre hayatıma çeki düzen vermeliydim. Yeni bir eve taşınmıştık. Benim hayatımda da köklü değişiklikler oldu. Namaza başladım. Örtündüm. Daha doğrusu, eskiden de örtünüyordum ama, şimdi bütün ölçülerini gözeterek örtündüm... Büyük bir açlıkla İslamî eserleri okumaya başladım. Her gün okuyordum. İslam'ı yeni yeni öğrenmeye başlamıştım. İçki satılan yerden alışveriş edilmeyeceğini, ekmek dahi alınmayacağını öğrendim. Ailemle mücadeleye başladım. Yaptıklarının hata olduğunu haram kazandıklarını söyledim. Helal kazanç için çaba sarfedilirse, Allah'ın insana daha güzel rızıklar vereceğini söyledim. Zaman zaman tartıştık. İkna edemedim. Ya da ikna oldularsa bile hayatlarını değiştiremediler.Geçen sene muharrem ayı gelmişti. O ayın büyüklüğünü, o ayda tutulan orucun sevabım yeni öğrenmiştim. Ekmek almak için çarşıya gitmiştim. Cami'de de vaaz vardı. Camiye girdim. Vaazın konuşu ahiret hayatı idi. Konunun öyle tesirinde kalmıştım ki ekmek almak aklıma bile gelmedi ."Mahşerde ne hesap vereceğiz, ölüme hazır mıyız? "diye düşüne düşüne babamın yerine geldim, beyim de oradaydı. Yatsı namazı yaklaşınca eve doğru yola çıktık. Eşim "ekmek nerede?" diye sorunca unuttuğumu hatırladım. Eşim "Bir ekmek için gittin, alamadan geldin" diye söylenmeye başlayınca bana susmak düşüyordu. Çünkü kabahatliydim. Muharrem ayı olduğundan o gece oruca kalkacaktık. Eşim içkili olan lokantamızdan "Parayla ekmek alalım" dedi. Ben hemen karşı çıktım. "Hayır kesinlikle istemem. Aç tutarım da oradan Ekmek almam.'' dedim. Çevremizde hiç bakkal yoktur. Oruç tutup sevap alacağız, içkili yerden aldığımız ekmekle boşuna oruç tutup aç kalacağımızı anlattım. "Evde iki dilim ekmek var, onu sen yersin, ben de biraz pilav yerim" dedim ve anlaştık. Eve indik. Evin kapısında bir de baktık ki birisi duruyor. Bu komşumuzun oğluydu. "Ne oldu? Bir şey mi lazım" demeye kalmadan "Bugün bize çok misafir geldi - birçok ekmek getirmişler, yiyemeyeceğiz, bayatlayacak, siz kalabalıksınız, ziyan olmasın" diye annem size gönderdi dedi. 2 tane kocaman sıcak, sütlü ekmekleri elime aldığımda gözlerimden yaşlar akıyordu. Çünkü ömrümde ilk defa evime ekmek hediye gelmişti .
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Otobüs Şoförü Ne Yapsın?-13
O gün evden çıkarken kesin kararını vermişti. Bu gün n'olacaksa olmalıydı. Haftalardır vakit namazlarının direksiyon başında kazaya kalışı bir yakıyorsa, Cuma'nın geçişleri bir başka yakıyordu. Cuma ezanı çağırırken direksiyona zincirlenmiş kalmak nasıl bir hürriyeti kullandığını ayan beyan ortaya koyuyor, yüreğinde derin fırtınalar kopartıyordu. Ama bugün kararlıydı. Ne olacaksa olmalıydı bugün...
Öğleye kadar normal seferlerini yaptı. Cuma saati yaklaşmıştı ve o yeni bir sefere çıkmak üzereydi. Yeni Cami'de müezzin salaya başlamıştı. O içinde munis bir heyecan, ama daha çok sevinç duyuyordu. Otobüsü kaldırmadan önce şöyle bir geriye baktı. Yolcuların kerli-ferli bir görünümü vardı. Garip bir tesadüf sonucu, sanki onun büyük kararına tanıklık etmek için toplanmış gibi garip bir yolcu topluluğu idi bu. Hukukçusu, politikacısı, emniyet görevlisi, öğretim üyesi, savcısı, hakimi, bürokratı, işadamı, gazetecisi, yazarı, sanatçısı ile bir garip topluluk... Arada öğrenci oldukları intibaı veren bir iki gençle, halktan kişiler görünüyordu. O da şaşırdı bu işe ama içinde en küçük bir sızı yoktu. Kararı karardı.
"Bismillah" deyip tekerlekleri döndürdü... Bir yandan gidiyor, duraklara yaklaştıkça da saatine bakmayı ihmal etmiyordu. Otobüs Laleli'ye doğru inerken, Cuma ezanı okunmaya başlamıştı. "Eh, dedi kendi kendine, artık vakit oldu." Caminin yanındaki durağa geldiğinde otobüsü yana çekti durdurdu. Otobüstekiler bir arıza var zannıyla önce hafif bir homurtuyla karışık bekleyişe geçtiler. Ancak o, yolculara döndü ve kararlı bir sesle;
- Cuma namazı vaktidir, dedi. Bu saatte hür insanların herhangi bir iş yapması menediliyor. Allah, bütün müslümanların namaza koşmasını buyuruyor. Ben namazımı kılıp geleceğim. Bunları bir çırpıda söyledi ve sessizce kapıdan çıkıp caminin yolunu tuttu. Otobüstekiler, önce ne olduğunu anlayamadılar. Birbirlerinin yüzüne baktılar. Sonra kendi kendilerine sorular sormaya başladılar. Bu bir fısıltıya dönüştü. Fısıltı belli bir tona ulaşınca da biri sözü patlattı. En çığırtkanı o olmalıydı:
- Kardeşim, bu ne demek bu? İşte irtica meydan okuyor. Ben gazeteciyim ve bu rezaleti yazacağım. Adam, bir otobüs dolusu yolcuyu yolun ortasında bırakıyor ve kalkıp namaza gideceğini söylüyor. Hangi devirde yaşıyoruz?
Adeta burnundan soluyordu. Rol mü yaptığı, yoksa gerçekten öfke tufanına mı tutulduğu pek belli değildi, ama şakaklarındaki damarlar şişmişti konuşurken... Onun sözlerini, kendisinin politikacı olduğunu söyleyen birisi tamamladı:
- İşte cür'et diye buna derler. Ayak sesleri bunlar kardeşim bunlar, ayak sesleri. İrtica kapınızda. Oysa iktidar... Sonra, gazetelerden öğrendiği anlaşılan müslüman grup isimlerini peşpeşe sıraladı. Üçgenler, sacayakları, dörtgenler kurdu. Komplo teorileri üretti ayaküstü. Ona bakılırsa, az önce namaza diye çıkıp giden sade müslümanın sade hareketinde devlet varlığına yönelik amansız bir sabotaj habercisi vardı. Politikacının sözleri fazla heyecan uyandırmadı. Kimileri bıyık altından, kimileri utançtan gülümsediler. Kendilerini bu politikacı ile aynı düşüncede hissetseler bile, düşüncelerinin böylesine müptezel bir tarzda sunuluşu onları da utandırmış olmalıydı. Öfke tufanı ateşini almışken, aradan sakin, duru bir ses yükseldi birden. Konuşan gözlüklü, genç birisiydi Beyler, dedi. Bir saniye dinler misiniz? Şu anda şoför kapıdan içeri girse, birilerimiz boğazına sarılacak nerdeyse. Azıcık durun lütfen. Olaya biraz sakin bakalım. Ben de namaz kılmıyorum ama insaf ile de düşünülmesi gerektiğine inanıyorum. Önce kendimize şunu soralım. Anayasa, inanç hürriyetin'i tanımış. Bu adam müslüman. Cuma namazı ise, camiden başka yerde kılınmaz. Söyler misiniz bana, vakitlerini sizin düzenlediğiniz bir müslüman cuma namazını nasıl kılmalı? Namaz vakitleri direksiyon başındaki mesaisine rastlıyorsa diğer vakitlerini nasıl kılmalı?
Azıcık nefeslenmişti ki araya birisi girdi:
- O zaman başka bir işte çalışsın kardeşim. İbadet yüzünden iş aksatılır mı?
- Mesela hangi işte, diye girdi söze yeniden genç adam? Hangi iş var ki, mesai saatleri, müslümanın namaz vakitleri veya diğer ibadetleri de gözetilerek düzenlenmiş olsun?
- O zaman kendi özel işini kursun.
- Sizin, bu sözünüz yüzde 98'i müslüman kabul edilen bir ülke için söyleniyor ve yanlış anlamadımsa, bir müslümanın mesaisi kendisi tarafından düzenlenmeyen bir işyerinde çalışamayacağı, çalıştığı takdirde de, dini görevlerinden fedakarlık etmesi gerektiği anlamına geliyor. Öyle mi? Müslüman devlet memurluğu yapmamalı, herhangi bir devlet kuruluşunda işçi olarak çalışmamalı... Müslüman, mesai saatleri kendisi tarafından düzenlemeyen herhangi bir özel iş yerinde çalışmamalı... Bunu mu demek istiyorsunuz?...
- Öyle tabiî. Yani şu şoförün otobüsü böyle bırakıp gitmesi iyi mi?
- Ama, hani şu Anayasanın teahhüd ettiği inanç hürriyeti denen şey? Hem kağıt üzerinde verdim, diyeceksin, iş uygulamaya gelince ise adama nefes aldırmayacaksın. Söyler misiniz bana, otobüs şoförü cuma namazını nasıl kılsın? Sizin inanç hürriyeti anlayışınızda bu sorunun cevabı nedir?
- Kılmasın kardeşim, iş de bir ibadet sayılır.
- Ve siz demokratsınız değil mi? "İş de bir ibadet sayılır" dediniz ve bu klişe ile, müslümanın bütün ibadet hayatını biçtiniz. Biçebildiniz. Sizin cür'etiniz cuma için az önce dışarı çıkan şu şoförünkinden çok daha büyük inanın. Büyük olduğu kadar da insanlık dışı...
Otobüste gerginlik artıyordu. Adeta herkesin içinde söyleyecek bir söz yumaklanmıştı. Küçücük bir otobüste, adeta memleketin hukuk düzeni tartışılıyordu. Koca bir dönemin uygulamaları, şu küçücük otobüse sığışıvermişti. Bir otobüs şoförünün şahsında inanç ve ibadet hürriyeti uygulamasına çözüm aranıyordu. Yaşını başını almış bir yolcu söze girdi:
- İnanç hürriyeti ile ilgili Anayasa ve kanun hükümleri, dedi, bir sınırlama getirir. Bu hürriyet, kamu yararı ve kanunlara aykırı olarak kullanılmayacak... Ben, dedi, bir hukukçuyum. Bu yüzden, şoförün davranışını onaylamıyorum.
- Ben de bir hukukçuyum, dedi bir başkası. Hukukun amacı, uygulandığı toplumun haklarını düzenlemektir. Toplumu cendereye almak değildir. Müslüman bir toplumda, hukuk kuralları, toplumun inanç değerlerini rahatça yaşayabilmesini sağlamak amacıyla düzenlenir. Onları kısıtlamak için değil. Hukuk kuralları bunun için konur, bu istikamette yorumlanır. Sizin yorumunuzdan "kanun koyucu" olarak kabul edilen kuruluşun, istediği biçimde müslümanın ibadet saatlerine ambargo koyabileceği sonucu çıkar ki, bu son derece saçmadır. Bugün vakit namazı, yarın cuma, öbürgün oruç, bir başka gün hac bütün bunlar kanun gücü ile sınırlanabilir mi? "Kamu yararı" dediğiniz şey ise son derece muğlaktır. Müslüman bir ülkede kamu yararını kim belirleyecektir? "Kamu" denilen şey, o ülkenin yüzde 98 nüfusundan başka bir şey midir? Bu kanun maddelerine, sizin daha makul bir yorum bulmanız gerekir diye düşünürüm sayın hukukçum...
İkinci hukukçunun sözleri bitmiş miydi? Araya politikacı girdi. Bir başka politikacı girdi. Gazeteci girdi. Öğrenci girdi. Otobüs bir inanç hürriyeti forumunu andırıyordu.
Birden gözler otobüsün kapısına çevrildi. Bir munis yüz, pırıl pırıl gözler... Duada yıkanmış bir tebessüm... O geliyordu. Biraz önce fokur fokur kaynayan otobüste çıt yok.
Geldi, direksiyonun başına geçti. Sanki onun için hiçbir şey olmamıştı. "Bismillah" diyerek kontağı açtı. El frenini indirdi. Yola koyuldu. Çıt yoktu. Sonra konuşan gazetecinin sesi duyuldu:
"Ben bu şoförden şikayetçiyim. Doğru karakola..."
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Gurbet-14
Sabahın erken saatlerinde, kahveci kazanın suyunu doldurmuş, radyoyu sonuna kadar açmış yanık memleket türküleri dinliyordu. Yıllardan beri böyle yapardı... Karşıdaki fakültenin öğrencileri derslerin başlamasından önce gelir, çaylarını içer, ondan sonra okullarına giderlerdi.
Bugün hava bulutlu ve oldukça serin idi... Sıcak havalarda sandalyeler kahvenin önüne atılır, çınar ağacının gölgesinde oturulurdu... Burası bir toplantı, bir dinlenme, bir sohbet yeri idi. Yurdun her köşesinden gelen öğrenciler okullarından mezun olup gittikten sonra, bu kahvehaneyi -gurbette çektikleri acılarıyla birlikte- iç çekerek hatırlarlardı. Kahveci de yıllar önce bir gurbet türküsü ile memleketinden ayrılmış, uzun süren acılı yıllardan sonra bu kahvehaneyi açmış, gelip giden öğrencileri kendisine dert ortağı saymış, onlarla oyalanmıştı...
Fakat şimdi içinde başka bir arzu uyanmıştı... Almanya'ya gitmek; çok para kazanmak... Bu arzu ile beraber yeni gurbet acıları kalbinde ve beyninde çarpışıp duruyor, bu sebepten gece gündüz huzuru kaçıyordu. Ayağa kalktı. Kazan, kaynamaya yüz tutmuş, suyun cızırtısı radyodaki türkünün acısı ile karışmıştı:Uzaklara gittim bulurum diye,
Tabancamı doldurdum vururum diye,
Hiç aklıma gelmez, ölürüm diye,
Ölüm ver Allah 'm ayrılık verme.

Demliğin suyunu doldurdu; kazanın üstünde demlenmeye bıraktı... Sandalyesine oturdu; türküye daldı:Dağlar dağlar viran dağlar...
Yüzüm güler, kalbim ağlar...

Birkaç türkü dinledi... Hepsi de hüzünlü... Sonra yerinden kalktı... Demliğe uzandı... Sıcaktı... Eli yandı; türkü daha yanıktı:Gide gide yarelerim derildi;
Gitme dedi, yar boynuma sarıldı.

Uzakta kalmış dostlarını hatırladı... İstanbul'a geldiği günü hatırladı... Ardından ağlayanları düşündü; gözleri doldu; "kısmet" dedi:Bize kısmet gurbet elde verildi...
Eline bir bardak aldı. Sıcak suda gezdirdi. Demini koydu... Suyunu doldurdu... Şekerini koymayı unuttu; çay acı geldi; türkü çaydan da acı:Bu ayrılık yaman büktü belimi;
Yaradan Hakk sen bilirsin halimi...

Kendi haline baktı; mutsuz olduğunu düşündü... Çayın şekerini koydu. Yavaş yavaş yudumladı... Daldı... Bir anda bütün hayatı gözlerinin önünden geçip gitti... Başını kaldırdı... Bir müşteri... Selam verdi; oturdu. Bir çay söyledi. Kahveci çayı getirdi; bu zamansız gelen müşterinin önüne koydu... Müşteri kahvecinin yüzüne bakmadan çayın şekerini attı; karıştırdı. Cebinden birkaç kağıt çıkardı; baktı... Kahveci yanaştı; sordu:
- Yabancısın galiba?
Öyle sayılır... Almanya'dan...
Kahvecinin gözleri parladı:
- Ya! demek Almanya'da çalışıyorsun...
- Dönüş yaptım...
- Kesin mi?
- Kesin!...
- Sen delirdin mi be arkadaş? Ben gidebilmek için uğraşıp duruyorum... Şu halime bak!... Sabahın erken saatinde kalk... Gece geç saatlere kadar çalış... Elde birşey yok... Sen içinde bulunduğun nimetten habersizsin...
- Ya gurbet?
- Gurbet mi? Ben şimdi gurbette değil miyim? Yıllardır memleketimden ayrıyım... Hiç olmazsa Almanya gurbetlik çekmeye değer...
- Değer mi?... Sen hiç yurdundan ayrı kaldın mı kahveci?... Orada şu çayın kokusunu bulamazsın... Havasını doya doya ciğerlerine çekemezsin. Kalbini titretecek en ufak bir duygu yoktur... İçindeki maneviyat yavaş yavaş erir... Yıllarca taşıdığın değerlerin parça parça yok olduğunu anlamazsın bile... Para kazanma hırsı ile içine düştüğün çukurun farkına varamazsın... Kazandıklarının yanında kaybettiklerini düşünmeye fırsat bile bulamazsın... Dıştan süslü görünürsün ama için kapkaradır...
Kahveci, ağzı açık bakakalmış; ne diyeceğini şaşırmıştı. Adam konuştukça heyecanlanıyor, sesi titriyordu:
- Ezan sesi duyamazsın... Çan sesleri beynini kemirir... Karşındaki gözler donuk, yüzler soğuktur... Memleketinin delisini, akıllısını özlersin... Yalnızlığını iliklerinde hissedersin... Gözlerini gökyüzüne diker, uçan kuştan haber umarsın...
Adam, yutkunamadı; gözleri doldu; sustu.... Radyoda türkü devam ediyordu:Gökyüzünde bölük bölük turnalar,
Nerededir meskeniniz eliniz?
Bir name yazayım yare götürün;
Dost eline uğrar mı yolunuz?...

Kahvenin kapısı açıldı; iki öğrenci girdi... Kitaplarını masanın üzerine koyup oturdular. İki çay istediler. Kahveci çayları götürürken adam, gözlerinden süzülen yaşları sildi... Kahveci geldi:
- Çayını tazeleyeyim, dedi. Bardağı aldı; doldurup getirdi.
Adam, öğrencilerin konuşmalarını dinledi... Kahveciye döndü:
- Çocuklarına doğru dürüst dilimizi bile öğretemedim. Sıcak dizinde ninnilerini dinlediğim anamın soğuk yüzünü bile göremedim... Kısacası kendimi bile unuttum...
Adam tekrar gözlerini sildi... Kahveci de hüzünlendi... Adama:
- Üzülme be kardeşim! Gitmem... dedi. ben burada da çalışır kazanırım... Hem de bey gibi...
Ayağa kalktı dört çay doldurdu; birini adamın masasına koydu; ikisini öğrencilere götürdü. Öğrenciler:
- Çayımız daha önümüzde ağabey! dediler...
- Olsun! Bunlar benden, dedi kahveci... Alman usulü yok; Türk usulü...
Gülüştüler... Kahveci adamın masasına geldi, oturdu:
- Sağol arkadaş, dedi... Yıllardan beri içimi kemiren, Almanya'ya gitme düşüncesini sildin attın... İçimi rahatlattın... Şimdi kahvehanem gönlüme daha sıcak geliyor; müşteriler gözüme daha sevimli görünüyor...
Öğrenciler birer-ikişer kahveyi doldurmaya başlarken, adam yerinden kalktı; derin bir nefes aldı. Omuzlarında ağır bir yükün azabını çekiyormuşçasına kolunu güçlükle kaldırdı; uzandı; kahvecinin elini sıktı... Hayırlı işler diledi; kapıya doğru yürüdü... Dışarıda hafif bir yağmur yağıyor, radyodaki sanatçı son türküsünü okuyordu:Neyleyim dünyada dünya malını...
Gönül arzu ediyor eski hâlini...

Adam kapıyı açtı; acıdan yanan bağrına soğuk bir rüzgar çarptı... Ağaçlardan dökülen sararmış yaprakların hışırtıları arasında uzaklaşıp gitti.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Kışa Ertelenen Namaz-15
Sekiz sene kadar önce, bir sonbahar günüydü. Bulunduğum köye 3-4 km.lik bir köyde imamlık yapan bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Akşamla yatsı arasında bir komşunun evinde sohbet ederken köyün gençlerinden ikisi selam vererek odaya girdi.
Selamına mukabele ettik. Oturdular. Biraz da onlarla sohbet ettikten sonra yatsı namazına gitmek üzere kalktık. Sonradan gelen gençlere de, beraber cemaate yetişmeyi teklif ettik. (H) isimli genç: "Daha kışa çok var, kışın kılarız, ihtiyarlayınca kılarız." dedi. Arkadaşımla ikimiz camide yatsı namazlarımızı eda ettik.
Ertesi gün Cuma idi. Cuma'ya bir saat kala köyüme dönmek üzere yola çıktım. Beni uğurlamak için gelen arkadaşımla, köyün çıkışındaki evinin önünde traktörüne mazot koymakta olan (H) ile karşılaştık. Ne yaptığım sorduk. Çifte gideceğim, bunun için hazırlık yaptığını söyledi. Biz de akşamki cevabını hatırlayarak, benzer cevap almak korkusuyla; "çifte cumadan sonra git. Cuma saatinde alışverişle veya başka bir işle uğraşmak haramdır." demedik, diyemedik. (H) bize ayak üstü, geleceğe dönük planlarını anlattı. Daha modern bir pulluk ve en son teknikle icad edilen ziraat aletleri alacağından bahsetti. Ben hemen (H) ve arkadaşımla vedalaşarak köyüme döndüm.
Cuma namazından çıkalı yarım saat olmuştu ki köye acı haber erişti. (H) çift sürerken dereye yuvarlanmış, traktörün altında kalarak ölmüştü. Hemen bütün köylülerle beraber bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında kaza mahalline gittik. Civar köylerden de gelenler vardı. Cesedi bir kenara çıkarmışlar, üzerini bir çarşafla örtmüşler ve kaldırabilmek için ilçeden gelecek keşfi bekliyorlardı. Bu arada kazanın oluşu üzerinde herkes bir şeyler söylüyordu.
Arkadaşım o anda neler düşünüyordu bilmiyorum. Ama ben, durumu tahlil etmekten kendimi alamıyordum. Acaba, başta farz ibadetler olmak üzere, ibadetleri, yarıma, kışa, Ramazan'a, Bayrama hatta ihtiyarlığa erteleyen sadece (H) miydi? Aynı yanlışları biz de yapmıyor muyduk? Böyle şeytan aldatmacalarıyla kendimizi aldatmıyor muyduk?
Köylüler, geride 3-4 yetim yavru bırakan, kışa ihtiyarlığa ertelediği ibadetlerin kazasına ömrü vefa etmeyen (H)'nin cenazesini bir an evvel kaldırabilmek için sabırsızlanırken, beynimi zonklatan bu düşüncelerden kendimi bir türlü kurtaramıyordum.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Sabır... Ama En Güzel Şekli İle-16
Yasemin bir fakülteyi bitirmişti ama imtihana soksalar müslüman olarak pek geçerli not alacağını sanmıyordu. Kocası da onunla uyum içinde adeta yeniden bir tahsil devresine girmişlerdi. İslamın yalnız ibadetler ve bir takım şekillerden ibaret olmadığını onun engin iç dünyasının mesajları ile karşılaştıkça daha da iyi anlıyor, ruhlarına sindiriyor ve Rablerine hamdediyorlardı. Kur'an-hadis-İslamî eserler okuyorlar, sahabî hayatını tetkik ediyorlar, herşeyin ötesinde öğrendiklerini yaşamak için gerçekten büyük bir çaba sarf ediyorlardı. Evleneli epey zaman olmuştu. Ama yuvalarında şu son bir yıldır esen manevî rüzgarın tatlılığı kadar hiç bir şey onlara bu nisbette bir saadet bahşetmemişti.
Geç de olsa 10 yaşına gelmiş oğullarına Peygamber ahlakını anlatmaya, yaşayarak örnek olmaya çalışıyorlardı. Bütün hayatları değişmişti. Sıkıntı gidermek için avuç dolusu para harcadıkları eğlence yerleri, partiler, lüks lokantalar, moda, makyaj tutkuları artık hatırlamak bile istemedikleri kabuslu manzaralardı. Çocukları ile yaptıkları seyahatler, okudukları kitaplarla ruh alemleri tefekkürü, huzur ve sükunu bulmuştu. Ama "dünya hayatı" idi, bu ... imtihanları olmaz mıydı hiç? İşte onlardan biri kapıdaydı bile... Yasemin'in kayınvalidesi telgrafta iki gün sonra İstanbul'da olacağını söylüyordu.
- "O da ana, dört atanın hakkı var. Ne olur Rabbim O'nun da kalbini İslam'ın güzelliklerine aç. Bizim yeni pırıl pırıl hayatımıza karşı sevgi, sempati ver. Kötü huylarını peygamber ahlakına tebdil et." diye dua etti.
İki gün çabucak geçti. Misafirlerini saygı ile karşıladılar ama değil iki ay; iki sene bile geçmiş olmasına rağmen, kayınvalide "sizi eski hayat dolu (!) yaşantınıza döndürmedikçe gitmem" diyordu başka bir şey demiyordu.
Sabır... ama en güzel şekli ile hata etmeden sabır... Doğrusu çok zor işdi... Bütün güçleri ile Allah (c.c.)'e yalvarıyorlar. O'ndan yardım istiyorlardı. Bu konudaki ayet ve hadisleri tamamen ezberlemişlerdi. "Bir diken batmasından, bir "öf..." demeye kadar mü'mine azap veren herşey ya geçmiş günahlarının affına vesile oluyor, ya da derece kazanmalarına bir sebep teşkil ediyor değil miydi? İmtihan büyüdükçe daha parlak not alma imkanı doğuyorsa sıkıntı içinde olmalarına rağmen kazançlı değiller miydi?... Bu düşünce hadiseler karşısında mukavemetlerini arttırıyordu.
Kayınvalide'nin hoş olmayan bir tarafı da fırsat bulduğunda dolapları, sağı-solu karıştırması idi. Kendi hanımlığı ve düzeninin örnek alınmasını öğütlüyordu daima...
O gün lüzumlu bir iş için dışarı çıkmak gerekti. Yasemin yatak odasının dolabını kilitledi. Anahtarı çantasına koyarak emniyete aldı ve evden ayrıldı Gözünün önüne kapalı dolap karşısında kayınvalidesinin hali geldi. "Ne çirkin bir huy. İyi ki beni böyle yaratmamışsın Rabbim" diye hamdetti.
Akşam olmuş, eşi de dönmüştü. Yemekten sonra vergi makbuzlarını getirmesini Yasemin'den rica etti. Üst katta çantasının içindeki anahtarı hatırladı. Bir çırpıda merdivenlerden çıktı. Dolabı açmak için anahtarı kilide sokdu, döndüremedi. Bir tuhaflık vardı. Dikkatle bakınca deliğin içinde zorlanarak bükülmüş ve yarısı kırılmış bir anahtar parçası görünüyordu. Kalbi göğsü yırtarcasına hızla atmaya başladı. Nefesi kesildi. Bir an aşağı inerek:
- "Bu yaptığınız büyük ayıptır. Sizi evimde bir daha görmek istemiyorum" diye kayınvalidesine bağırmayı düşündü. Büyük bir hadise arefesindeydi. Geçen sene okudukları bir ayet birden gözünde ışıklanıverdi: "Onlar o takva sahipleri ki bollukta da darlıkta da verirler, ÖFKELERİNİ YENERLER, İNSANLARIN KUSURUNU AF ile geçerler"...
Allah (c.c.) kelamı idi bu... Ama kin ve nefret içindeki duyguları yüreğini öğlesine tırmalıyordu ki... Şu anda kocasına da kendisine de gösterilecek belgenin, kırık anahtarın ortaya çıkarılması mutlaka gerekliydi. Bunu şiddetle arzuluyordu. Ama şimdi de bir hadisi ile Peygamber (S.A.V.) sesleniyordu. "Kim bir kulun kusurunu örterse, Allah da onun ahiretde bir kusurunu örter."
Ruhunda mücadele devam ediyor, daha bir sakin düşünebiliyordu... öğrendikleri tek tek adeta resmî geçit yapmaya başladı.
"Kendi nefsiniz için istediğinizi başkaları için de istemedikçe olgun mü'min olamazsınız"
" - Öyle ya..." dedi. "Bu kötü huy benim annemde olsa ve bu dolabı gizlice açmaya çabalarken anahtarı kırsa ne yapardım? Hemen gidip kocama haber mi verirdim, yoksa hadiseyi örtmeğe mi çalışırdım?" "Gizlerdim bu suçu" diye itiraf etti. İç dünyası iyice durulmuştu. Oturdu. Yanlış hareket etmemek için kendisine biraz daha vakit tanıdı, öfkeyi yenmede en güzel bir Peygamber metodu da abdest almak değil miydi? Hemen lavaboya koştu. "Rabbim kayınvalidemin bu büyük kusurunu senin rızan için örtüyorum, konu bile etmeyeceğim, sen de benim ayıplarımı, kusurlarımı ört, beni mahşer halkına rüsvay etme" diye dua etti.
Merdivende kocası ile oğlunun gürültüsünü işitince niçin yukarıya çıktığını hatırladı. Anahtarı kaza ile kırdığını dolabı açamadığını söylemeğe iyiden iyiye karar vermişti.
Eşi oğlunu göstererek:
- "Annesi" diye söze başladı. Bu küçük yaramazı nasıl affedeceksin bakalım? "Arkama saklanma oğlum"
- "Dolaptan kumbarasını almak istemiş. Kapağı açmak için eline geçen anahtarı denemiş, üstelik bir de kırılıp içinde kalmış. Senden makbuzları isteyince korkudan ağlamaya başladı. Ben de "Allah, bir daha yapmamak üzere söz verdiğimizde tövbelerimizi kabul ediyor. Sen de söz verirsen ben de annen de affederiz" dedim. "Bağışladın değil mi annesi" dedi.
Yasemin ruhundaki ikinci şokun sarsıntısını atlatmaya çalışıyordu.
- "Affettim, affettim" diye mırıldandı. Başı dönüyordu. içinden kısaca olayın muhasebesini yaptı.
"Nasıl affetmem ki, üç-beş dakika önce ki nefret ve intikam duygularımla hareket etseydim, telafisi mümkün olmayan çirkin olaylara, ömür, boyu kırıklıklara mahcubiyete sebep olacaktım. Rabbim gösterdiğin yolu izlemekle şimdiden ayıplarımı örttün. Sana sonsuz hamd-ü senalar olsun" dedi.
Birlikte aşağı inerken Yasemin, İslamın yaşandıkça hayata yön veren güzelliklerini, imanının tazelendiğini bir kere daha -ama çok kuvvetle- hissediyordu.
 

acizanegünahkar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ara 2009
Mesajlar
1,082
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
57
Kardeşim önce SELAMÜNALEYKÜM
Önemli konulardan birisi olan selma konusunu ne güzel işlemişsiniz
ALLAH razı olsun, dularda unutmayın bizleri.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Kardeşim önce SELAMÜNALEYKÜM
Önemli konulardan birisi olan selma konusunu ne güzel işlemişsiniz
ALLAH razı olsun, dularda unutmayın bizleri.

VE ALEYKÜM SELAM KARDEŞİM ALLAH SİZDENDE RAZI OLSUN İNŞAALLAH.ALLAH CÜMLEMİZİ ANLAYIP HAYATINA YANSITAN HOŞ GÖRÜ SAHİBİ KULLARINDAN EYLESİN.SELAM VE DUA iLE
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Ayrı Dünyanın İnsanı-17
Ramazan ayının, sıcak yaz günlerine rastladığı zamanlardaydı. İzmir, sıcak yaz güneşinin altında yorgun ve baygın bir haldeydi. İzmirliler bu sıcakta dolaşmaktansa serin ve kuytu yerlerde inzivaya çekilmeyi daha uygun bulmuşlar, meydan İzmir'i ziyaret eden her cinsten ve her milletten turistlere kalmıştı. Onlar bu sıcağa aldırmıyor, bu kısa gezilerinde ne kadar çok yer gezebilirlerse bunu kendilerine kar sayıyorlardı. Onlar için, oturmak ve zamanı boş geçirmek mümkün değildi. Tek düşünceleri vardı: Gezmek ve görmek...
Kılık ve kıyafetleri Ramazan ayının ulviyetine pek uygun değildi ama görenler "Ne de olsa turist" deyip geçiyorlardı.
Turizm şirketlerinin önü kalabalık... Bir kısmı yaya olarak şehre dağılırken, bir kısmı da rehberlerinin önderliğinde otobüslere doluyordu... Çeşit çeşit dillerin konuşulduğu otobüslerin birinde, rehberin şoföre:
- Tamam Ahmet... Gidelim... demesinden sonra otobüste Türkçe konuşulmaz oldu.
Turistlerin kafile başkanı bazan sorular soruyor, rehber açıklamalarda bulunuyor... Bazan da rehber, kendince yol üstünde gördüğü yerler hakkında açıklamalar yapıyordu.
Yol pek uzun sürmedi... Otobüs şoförü alışık olduğu cihetle bir harabenin yanı başında durdu. Her taraf kesme taşlar ve sütunlarla dolu eski çağlara ait bir kalıntı idi... Beyaz taşlar ve sütunlar, kızgın güneş altında bir cehennem azabı içindeydi. Rehber, gördüklerini mümkün olduğu kadar acele ile tercümeye çalışırken otobüs şoförü bu fırsattan istifade ederek koltuğuna yaslanmış kestiriyordu.
Beyaz taşlar etrafa alabildiğine yayılmış, kimisi kırık dökük bir vaziyette yan yatmış, kimisi de yarı beline kadar toprağa gömülmüştü... Bu harabe manzarası insana bir şehir görüntüsünden ziyade bir mezarlık hissini veriyordu. Sanki bir musibetin sonucunda şehir birdenbire harap olmuş da insanları ile birlikte bir anda yerin altına göçüvermişti... Anadolu toprakları yüzyıllar süren mücadelelerle adım adım İslâmlaşırken bu harabe İslâm'a inat, hiç değişmeden kendi kimliği içinde kalmıştı.
Burasının bir Türk toprağı olduğunu belirten en ufak bir iz yoktu. Taşların arasından fışkıran otlar bile sanki İslâm'dan önceki neslini koruyor.
Turistler oldukça ilgili... Rehber, doldurulmuş teyp gibi, etrafına bakmadan etrafta olup bitenleri anlatıyor... Saraylar... Tiyatrolar... Hamamlar... Belli ki bütün kalıntılar krallara, soylulara (!) ait... Fakir fukaradan en ufak bir iz yok... Nereden olacak ki? Zavallı hayatta iken damı başına çöküyor; aradan yüzyıllar geçtikten sonra nasıl izi kalsın?
Turistler rehberlerinin önderliğinde biraz daha tepeye çıkınca karşı yamacın birdenbire Türkleştiğini gördüler. Etrafı kavuran sıcağın altında biraz daha serin, gölgeli, cana yakın evler... O tarafa doğru yürüdüler. Arkalarındaki taş yığınını unutmuşlardı. "Şehir demek insan demektir" sözü bir daha doğrulandı... Karşı yamaçtaki insanların sıcaklığı onları oraya doğru çekiyordu. Rehber, program dışı bu gidişe mani olmak istedi... Sanki aynı çekiciliğin tesiri altında imişler gibi kafile başkanının rehbere ricası ile o yöne doğru yürüdüler. Etraf birdenbire Türkleşmiş, otlar ve ağaçlar yeni bir cinsin ve dinin tohumlarından yetişmiş gibiydi. Köye giden toprak yola indiler... Bu toprak yolun serinliği, biraz önce ayaklarını yakan o ruhsuz beyaz taşların verdiği ızdırabı dindirdi. Dost bir rüzgarın yüzlerini serinleten yakınlığını hissettiler.
Rehber, kaybedilen zamanın üzüntüsünü taşırken turistler yeni bir dünyayı tanımanın mutluluğunu yaşıyorlardı.
İnsan, kavuşacağı bir günü bekler de zaman bir türlü geçmez ya... İşte bu kısa toprak yol turistlere o kadar uzun geldi.
Köylüler turistlere alışıktı... Onları yabancı ülkelerde oturan akrabaları gibi düşünürlerdi... Hatta içlerinde, bir kaç yıl üst üste gördükleri ve samimi oldukları bile vardı. Karşıdan turistlerin geldiğini gördüklerinde köylüler de yerlerinden kalktılar. Onları köyün girişinde samimi ve güler yüzlü bir şekilde karşıladılar.
İnsan, yıllardan beri tanıdığına ancak bu kadar samimi davranır; bir akrabası ile karşılaştığında ancak bu kadar sevinirdi... İşte Türk insanı...
Köye doğru yürüdüler... İki ayrı dil konuşuyorlar fakat birbirlerini anlıyorlardı.
Onları genişçe bir avlunun serince bir yerine serilmiş temiz kilimlerin üzerine oturttular. Turistlerin gözü kilimlerde kaldı. Başlarını karşılıklı sallayarak herkes bildiği dilden konuştu... Rehber ara sıra tercüme etti.
Vakit öğlen olmuştu... Neşeli seslerin arasında birdenbire bir ses ezan okumaya başladı... Önce turistler, sonra köylüler sustu... Rehber:
- Ezan! dedi.
Turistler ezanı -bizim kadar anlayarak- bizden daha büyük bir ilgi ile dinlediler... Ezan sona ermişti... Beklediler... Başka ses gelmeyince üzüldüler. "Ne kadar güzel!" diye samimi bir şekilde düşüncelerini belirttiler.
Kadınlar, akşama iftar için iştah açıcı yemekler hazırlamanın gayreti içinde... Etrafa güzel yemek kokuları yayılıyor; turistler yutkunuyor.
Bu sırada, başları yaşmaklı, güler yüzlü iki minicik kız, ellerinde iki tepsi ile ayran dolu bardakları iki ayrı koldan tevazu ile turistlere ikram etmek istediler. Fakat turistler çekingen ve saygılı, belki de ayranın kalitesinden veya fiyatından endişeli olarak bardaklara uzanmadılar... Köylüler hep bir ağızdan:
- Alın alın! dediler... Turistler yine çekingen... Köylülerden biri rehbere:
- Söyleyin de, içsinler; yoksa güceniriz, dedi... Rehber, bardağın birini kaparak; Türkçe:
- İçin yahu! dedikten sonra bir yudumda bardağın yarısına gelmişken, kendisine önce hayretle bakan turistlerin sonra birdenbire kahkahalarla gülmeleri karşısında şaşırıp kaldı... Turistlerle birlikte, hiçbir şey anlamayan köylüler de gülmüştü... Rehber önce utandı, sonra neden güldüklerini kafile başkanına sordu. Kafile başkanı kendi dilince anlattı:
- Geziye çıkmadan önce arkadaşlarımı uyarmıştım... Müslümanlar bu ayda bir şey yiyip içmezler, diyerek sizin yanınızda yiyip içmemelerini tenbih etmiştim. Siz ayranı içince...
Rehber bir şey diyemedi... Turistler birer birer bardaklara uzandılar. Nefis ayranın lezzetini bütün ruhlarında hissettiler... Onlar bardakları boşalttıkça ayranlar tazeleniyor, oruçlu köylüler bu ayrı dinin insanlarını hiç yadırgamıyordu.
Rehberin elindeki bardak hala yarım, taş kesilmiş bir vaziyette, karşısında neşe ile birbirine kaynaşan bu iki ayrı dünyanın insanlarına bakarken kendisini üçüncü bir dünyanın insanı gibi düşünüyordu.
 

PeNYe.Zz

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
15 Kas 2007
Mesajlar
353
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
sizden allah razı olsun bir çok yazılanı okudum hepside çok anlamlı ders çıkarmamız gereken hikayeler çok tşkler
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
sizden allah razı olsun bir çok yazılanı okudum hepside çok anlamlı ders çıkarmamız gereken hikayeler çok tşkler

SELAMÜN ALEYKÜM ALLAH SİZDENDE RAZI OLSUN İNŞAALLAH.ALLAH CÜMLEMİZİ ONA KULLUK ETMEKTEN GAFİL KILMASIN.CÜMLEMİZİ RABBİMİN RIZASINI ARAYANLARDAN EYLESİN SELAM VE DUA iLE
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Bir Ziyaretin Ardından-18
Levent'te bir aile dostumuzun evindeyiz. Tanımadığım hanımlar da var. Sohbetimiz sona ermek üzere. Doktor oluşum daima alaka konusunu sıhhat noktasına çekiyor. Sorulan sualleri kısa, anlaşılır biçimde cevaplandırmaya çalışıyorum. Zihinlerde kökleşmiş bazı yanlış kanaatler yerini doğrulara bıraktıkça memnuniyet, çoğu kez de hayret duygularının arttığını farkediyorum. Bilmek... Ama doğrusunu..Herşeyin doğrusunu bilmek ne kadar mühim. Bu kadarla kalmayıp doğruları yaşamak ise hepsinden mühim.
Biraz ilerde, köşede sessiz oturan, fakat konuşmaları alaka ile takip eden solgun yüzlü bir hanım dikkatimi çekiyor. Ayrılmak için vedalaştığımız zaman ev sahibinin arkasında bir şeyler söylemek ister gibi...
- "Hayırlı akşamlar" diyorum. Ona hitap edişimden biraz daha cesaretlenmiş bir hali var.
- "Buyrun" diyorum "beraber çıkalım. Eviniz yakın mı?"
Bu alaka onu biraz daha güçlendirmiş gibi.
-"Af edersiniz doktor hanım, acaba bir ricamı kabul eder misiniz? diye deminden beri düşünüp duruyorum. Sağolun cesaret verdiniz. Evimiz hemen bir sokak ötede. Bir komşum var, sizi çok görmek istiyor ama buraya gelecek durumda değil. Onu ziyaretinizden ne kadar memnun olacağını tahmin edemezsiniz."
- "Henüz vakit erken, memnuniyetle" diyorum, "komşunuz hasta olmalı."
Gözünde aniden biriken yaşlara mani olmaya çalışıyor.
"Evet" diyor "ama bildiğiniz hastalardan çok farklı."
- "Onunla ilgilenmeniz ne güzel bir davranış. Komşu hakkının önemi günümüzde unutulmaya başlayan güzel hasletlerimizden biri."
Bir hasta ziyaretinin vereceği manevi huzura merakım da ilave oluyor. "Buyrun gidelim" diyorum.
Oldukça bakımlı, çiçekli bir bahçeden tek katlı, şirin aydınlık bir eve giriyoruz. Aralanan camlı kapıdan odaya bakıyorum: 35 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir kadın, tekerlekli sakat arabasında adeta bütün uzuvları birbirinin üzerine yığılmış gibi oturuyor. Başı omuzlarının üzerine bir gülle ağırlığı ile çökmüş olmalı ki boyunla birlikte sağa doğru devrilmiş. Hareketsizlikten incelmiş kollar ve bacaklar sanki başka şahsa ait. Soluk yüzünde ve vücudunda canlı olduğunu düşündüren tek belirti açılıp kapanan göz kapakları...
Yanına yavaşça yaklaşıp "Geçmiş olsun" diyorum. Duyduğu belli. Konuşmak için gayret ediyor.Yüzünde bir an dolaşan ve kaybolan kırmızılık bende bu intibaı uyandırıyor. Komşu hanım ona şefkatle bakıyor, karşısına geçiyor ve bir elinde kağıt, kalem tutmuş olduğu halde alfabenin harflerini sıradan okuyor.
- "A, B, C, Ç, D, E,..." diye.
Hasta "H" harfi gelince her iki gözkapağını aynı anda sıkıca yumuyor. Komşu hanım "H" harfini yazar yazmaz yeniden alfabeyi sıralıyor:
- "A, B, C, Ç, D,..." Bu sefer "O" harfi gelince göz kapakları ani ve sıkıca kapanıyor, açılıyor. "H" harfinin yanına "O" harfi konmuş oluyor. Aynı işlem yine alfabe baştan alınarak tekrarlanıyor. "Ş" harfinde göz kapağı "tamam" anlamında işaret veriyor. Ben heyecanla atılıyorum:
- "Hoş geldiniz" demek istiyorsunuz sanırım, diyorum.
- "Evet" anlamında göz kapakları yumularak beni tasdik ediyor.
Hastayla dört-beş cümleyle ifade edilebilecek ufak bir konuşma için 45 dakika uğraşıyoruz. Bazen süratli okunursa işaret edilen harf atlanmış oluyor, yanlış yazılıyor, mana çıkmıyor, işlem tekrarlanıyor.
Bütün hareket sistemini tutan ve bir tek gözkapağı hareketine müsaade eden "genel felç"in hikayesini dinliyorum, tabii hastaya veda ettikten sonra...
(M...) hanımın iki yıl süren mutlu bir evliliği var. Ama bir gün her şey değişiyor. Banyoda, tüpün kaçırdığı gazdan zehirleniyor, komaya giriyor. Hastanede uzun müdahalelerden sonra, günlerce bitkisel hayata benzer bir durum yaşıyor. Neticede bütün vücutta bereket kayboluyor, konuşma kabiliyetini yitiriyor ve müşahade ettiğimiz durum ortaya çıkıyor.
(M...) hanım, zengin bir ailenin kızı. Bu hadiseden sonra kocası onu terkedince, bu ev ona tahsis ediliyor. Bir de devamlı hemşire tutuluyor? Hemşirenin izinli olduğu günler, komşu hanım "Allah rızası" için seve seve yardımcı oluyor.
Evden ayrıldığımızda:
- "Ne büyük dert bu, bundan beteri olamaz herhalde" diye başını iki yana sallıyordu. Gerçekten tablo beni de allak bullak etmişti. Bir an için yaşayan, şuuru yerinde olan bir insanın hiç hareket etmemesi ve işittiği halde konuşamamasının ruhundaki akislerini tahayyül etmeye çalışıyorum. Bu bile güç isteyen bir iş görünüyor. Bir an "Rahman Suresi"nde Rabbimizin nimetleri hatırlatılırken bize "beyan"ı öğrettiğini, düşündüklerimizi ifade edebilecek dili ve konuşma kabiliyetini lütuf olarak verdiğini derinlemesine ilk defa kavrıyorum. Bu gördüğüm tabloda nice hikmetler var. Bir an aklı, belagatı, güzelliği, zenginliği ile gururlanan insanın, bunların hiçbirinin hakiki sahibi olmadığını düşünüyorum.
Komşu hanımın biraz daha yüksek sesle:
- "Cevap vermediniz Doktor hanım, bundan daha büyük bir bela var mıdır, bu kadının suçu nedir? diyen sesindeki isyan ile, irkiliyorum.
- "Hiç bir bela yoktur ki ondan daha büyüğü olmasın" mesajı hafızamda canlanıyor.
Gördüğüm gerçekten ürpertici bir tablo, ama daha büyüğü de olamaz mı? Bu içler acısı halde bile (M...) hanımın üzerindeki nimetlerden bir kaçını hatırlamaya çalışıyorum. Muhatabınını hayret ve itiraz dolu bakışları ben konuştukça tasdik mahiyetine bürünüyor.
Öyle ya...
Bu felaketle birlikte (M...) hanım fakir de olamaz mıydı? Bahçeli, müstakil bir ev yerine, onu her an kapıya koymak isteyecek kimselerin elinde kalamaz mıydı? Özel hemşire imkanı nasıl bir imkandı?
Özet olarak bakımı zor olan bu hasta için hiç bir problem yoktu.
Ya manevi mesuliyeti yönünden, bizden kat-kat şanslı değil miydi? Kazayı geçirdiği andan itibaren diliyle, eliyle, ayağıyla ve diğer azalarıyla hiçbir kötü iş yapmamıştı. Adeta kronometre günah yazmamak için durdurulmuştu. Bu felakete bedel olarak -Rahman ve Rahim- olan yüce Allah ya geçmiş günahlarını affetmiş veya sonsuz dereceler bahşetmişti.
Tek mesuliyet noktası olan kalbi duyguları da ayarlayabilirse bir anlamda bizden daha iyi durumda sayılamaz mıydı?
Rüya gibi geçen bir alemde, bebek kadar masum bir ömür değil miydi bu?
Komşu hanımın gözleri, İslam'da hadiselere bakış açısının ne kadar kurtarıcı olduğunu anlamanın huzuru ile dolu:
- Bütün bunları (M...) hanıma anlatacağım, bu şartlarda bile yaşamanın sevincini ona ulaştıracağımı sanıyorum, diye mırıldanıyor.
Yol boyu: "Yarabbi bizi ağır imtihanlarla imtihan etme. Eğer edersen Hz. İbrahim'in bahçesini gül bahçesine çevirdiğin gibi bizimkini de gül bahçesine tebdil et." diye dua ediyorum.
Eve geldiğimde cıvıl-cıvıl koşuşan, konuşan yavrularıma bakarken, bu güne kadar farket-mediğimiz daha nice nimetlerin varlığını düşünmeye çalışıyorum. Bu nimetleri bağışladığı sürece, onları hayırlı işlerde kullanmaya bir kere daha söz veriyorum.
Değmez mi?...
 

gülsengül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Eyl 2008
Mesajlar
5,816
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Selamünaleyküm Bülent kardeşim
Rabbim razı olsun gerçekten çok güzel bir paylaşım emeğine sağlık..
Elimden geldiğince özellikle kitap okumayı sevenler adlı konularını takip ediyorum..
Ben kitap okumayı gerçekten çok seviyorum ve sizin paylaştığınız yazılardan kendime hisse çıkarmaya ,onlardan birşeyler öğrenmeye çalışıyorum..
Bu konuyu da sürekli açıyorum işim oluyor okumadan kapatıyorum ama bugün inatlaştım :) ve bütün yazıların hepsini okudum bitirdim çok şükür..
Bundan sonra takip edeceğim inşaaLLAH..
Hayırlı ve bereketli cumalar diliyorum..
Allaha emanet olun
selam ve dua ile...
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Selamünaleyküm Bülent kardeşim
Rabbim razı olsun gerçekten çok güzel bir paylaşım emeğine sağlık..
Elimden geldiğince özellikle kitap okumayı sevenler adlı konularını takip ediyorum..
Ben kitap okumayı gerçekten çok seviyorum ve sizin paylaştığınız yazılardan kendime hisse çıkarmaya ,onlardan birşeyler öğrenmeye çalışıyorum..
Bu konuyu da sürekli açıyorum işim oluyor okumadan kapatıyorum ama bugün inatlaştım :) ve bütün yazıların hepsini okudum bitirdim çok şükür..
Bundan sonra takip edeceğim inşaaLLAH..
Hayırlı ve bereketli cumalar diliyorum..
Allaha emanet olun
selam ve dua ile...

VE ALEYKÜM SELAM GÜLSENGÜL KARDEŞİM PAYLAŞIMINIZ İÇİN TEŞEKKÜR EDERİM ALLAH SİZDENDE RAZI OLSUN İNŞAALLAH.ALLAH CÜMLEMİZİ ONA KULLUK ETMEKTEN GAFİL KILMASIN.HAYATIN HER ALANINDA ONUN RAHMETİNİ LUTFUNU GÖRMEYİ BİZLERE NASİP EYLESİN.SELAM VE DUA iLE
 

PeNYe.Zz

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
15 Kas 2007
Mesajlar
353
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
bu arada son hikaye çok güzledi okurken çok duygulandım :(
 

gülsengül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Eyl 2008
Mesajlar
5,816
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Selamünaleyküm Bülent kardeşim
Bugün yazmıyormusun bir hikaye alıştık ne güzel okumaya :) bekliyoruz...

Neyse siz buraya yazana kadar bir diğer kitapları okumaya devam edelim:)

Hayırlı ve bereketli günler dilerim..
selam ve dua ile...
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Bir Vakit... Bir Vakitçik-19
-"Ayşenur sağlam, lütfen müdüriyete... Ayşenur sağlam müdüriyetten bekleniyorsunuz."
Ayşenur sağlam benim Müdüriyet dedikleri aslında sadece bizim yurdun müdire hanımı demek ve "müdüriyetten beklenmek"ise müdire hanımın bana yine bir vesile ile sayıp dökeceği manasına geliyor.
Neden acaba, bu defa neden?
Müdire hanımın odasına gidiyorum. Gözlüklerini burnunun üzerinde şimdi bulundukları noktadan daha yukarı bir yere kan kırmızı tırnakları ile iterek, ciddi çıksın diye özel olarak gayret sarfettiği içkiden sigaradan kalınlaşmış sesi ile "Gel kızım" diyor. Eyvah, durum vahim. Dişlerimi sıkıyorum, gözlerim hep o kan kırmızı tırnaklarda, bir tarafıma saplamaya niyetliymiş gibi tırnaklarını, ellerini uzatıyor bana doğru "Sen" diyor. "Sen yok musun" Ürperiyorum. O kan, benim kanım mı yoksa?
Ellerini havaya kaldırıyor, sonra dizlerine vuruyor. Neymiş benden çektiği. Diyor ki sabah sabah, teybin sesini çok açıyorlar diye ütü odasındaki kız arkadaşlara bağırmışım. Ne hakkım varmış, isteyen, istediği müziği dinlemiş, herkese ilahi mi dinletecekmişim. Oysa, kendisi de ifade etti ki mesele kimin ne dinlediği değil, nasıl dinlediği o kadar çok bağırıyor ki, neredeyse ona hak vereceğim, yeter ki şu kanlı tırnaklarını gözümün önünden çeksin. Susuyorum, konuşmaya mecalim yok, evi çok özledim, imtihanlar yordu iyice, bir de İstanbul ha bire gözümde büyüyor, ağırlaşıyor. Zaten o da gerçekleri biliyor, biliyor ki, ütü odası yurdun mescidinin yanı başındadır ve adı üzerinde diskotek değil, ütü odasıdır. O nedenle de odadaki prizlerin varoluş sebepleri ütü yapmak isteyen öğrenciye hizmet vermektir, ilgili hanımlarsa o fişlerin ikisine, üçüne birden birer teyp takıyorlar, sonra gelsin maykıl, gitsin Zülfü. Arada bir de şu Afrika'daki açlara adanan şarkıyı çalıyorlar. Gayemiz insancıl diyorlar, marifet yapmak mı, çalmak mı? Öz ruhlarındaki açlığı kim vurduya götürüyorlar, o kadar aç olmasalar bu kadar saldırgan da olmazlardı halbuki... Hadi diyelim ki ütü odası onlara diskotek olarak tahsis edildi, tam sabah ezanı vakti, sonra tüm diğer vakitler yine tam ezan okunurken, tatlı uykularını yada meşgalelerini bölüp, gelip o teypleri açmalarının ne manaya geldiğini, sanki siz bilmiyor musunuz müdire hanım? Öyleyse takırdatın bakalım dişinizi tırnağmızı...
Öyle yapıyor. Neden, neden böyle yapmışım? "Nedeni var mı" diyorum en sonunda, "müzik eşliğinde namaz kılınmaz müdire hanım. Hatta üslup değiştiriyorum, böyle giderse yetkililere şikayet edeceğimi söylüyorum. Meğer benim iyiliğimi düşünürmüş, biraz daha medeni, biraz daha uyumlu olabilir mişim. Ya sabır!
Az sonra odamdayım. Binanın bu yüzündeki odalar da ne kadar karanlık. Bir küçük saksıya menekşe dikip camın önüne koymuştum, yaşamayı başaramadı. Sararmış yapraklarını dün saksımın toprağına gömdüm, ondan sonra da saksıyı bir köşeye kaldırdım. Bir daha buraya canlı hiçbir şey getirmeyeceğim. Üşüyorum, oysa temmuz başındayız.
Neyse bir tek imtihanım kaldı, ondan sonra evdeyim kısmet olursa. Şu her ayrılığa gülümsemek huyumu da terketmeliyim.
Ailem, anam-babam, bana bakıp evladımız okuyor diyorlar, benimle gurur duyuyorlar. Beni ne sıkıntılarla okuttuklarını biliyorum. Fakat hep birlikte bilmemezlikten geliyoruz. Nasıl olsa bir karşılığı var onca sıkıntının çünkü. Ama nasıl yorulduğumu, yıprandığımı, küçük fakat keskin taşlara takıla takıla nasıl ince ince çizildiğimi farketmiyor, farkedemiyorlar. Bu da bir yabancılıktır ve işte ben bir de böyle bir yabancılık götürüyorum onlara her tatil. Farketmiyorlar... Herhalde mesafeler çoğaldıkça ayrılıklar derinleşiyor, hasretler yoğunlaşıyor, her değişmenin adı yalan yere gelişmek oluyor, sebep bu.
Bunaldığım zamanlar Rabbim, her şey nice dar. İstanbul bile...
Ramazan ayını da, Ramazan bayramını da, burada geçirmek zorunda kaldım, imtihanlar vardı çünkü. Kurban bayramını ise kısmetse ailemle yaşayacağım. Onlara yaralı, ama özbeöz kendi kalabilmiş bir Ayşenur götürüyorum çok şükür. Herşey olabilirdi, herkes olabilirdim. Kurbanlık, kurban, hatta maktul... Hatta taammüden kendi kendini katletmiş biri... Fakat başardım. Elhamdülillah, başardım, yaşamayı başardım. Zavallı menekşemin aksine.. Çok şükür şükür ya...
Yine de mümkün olabilseydi... Bu mekanın boğuculuğundan kurtulup, Peygamber Efendimizin (S.A.V.) ayak bastığı o yerlerde bir vakit bir vakitçik namaz kalabilseydim. Gökle çöl arasında yıldızların nurları altında Rabbim lütfederse belki bir ay aydınlığında, mesafeleri çiğneyerek, yalın yerde, kumlar üzerinde bir yatsı namazı kılabilseydim... Ve çölün henüz soğumamış kumlarına alnımı yaslayıp, o yalnızlıkta hür ve yalnızlıkla dost bir namaz vakti bitimine dek ağlayabilseydim, Peygamber Efendimizin gül kokusunu içime çeke çeke... Korumak için oncası zorlandığım bu "ben"i un-ufak edip savurabilseydim Kabenin taşlarına, ah Allah'ım mümkün olabilseydi...
- "Ayşenur sağlam, lütfen müdüriyete... Ayşenur sağlam, lütfen müdüriyete..."
Gül bakalım Ayşenur, sıkıysa bu ayrılığa da gül. Namaz kılmak için çöl mü aramaktaydın?
 

gülsengül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Eyl 2008
Mesajlar
5,816
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Yine de mümkün olabilseydi... Bu mekanın boğuculuğundan kurtulup, Peygamber Efendimizin (S.A.V.) ayak bastığı o yerlerde bir vakit bir vakitçik namaz kalabilseydim. Gökle çöl arasında yıldızların nurları altında Rabbim lütfederse belki bir ay aydınlığında, mesafeleri çiğneyerek, yalın yerde, kumlar üzerinde bir yatsı namazı kılabilseydim... Ve çölün henüz soğumamış kumlarına alnımı yaslayıp, o yalnızlıkta hür ve yalnızlıkla dost bir namaz vakti bitimine dek ağlayabilseydim, Peygamber Efendimizin gül kokusunu içime çeke çeke... Korumak için oncası zorlandığım bu "ben"i un-ufak edip savurabilseydim Kabenin taşlarına, ah Allah'ım mümkün olabilseydi...
 

gülsengül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Eyl 2008
Mesajlar
5,816
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Arkadaşım o anda neler düşünüyordu bilmiyorum. Ama ben, durumu tahlil etmekten kendimi alamıyordum. Acaba, başta farz ibadetler olmak üzere, ibadetleri, yarıma, kışa, Ramazan'a, Bayrama hatta ihtiyarlığa erteleyen sadece (H) miydi? Aynı yanlışları biz de yapmıyor muyduk? Böyle şeytan aldatmacalarıyla kendimizi aldatmıyor muyduk?
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt