Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kitap okumayi sevenler-3(insan manzaralari) (3 Kullanıcı)

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Bizim Posbıyık ve Selam

Acemli camisinin yokuşunu oflaya puflaya çıkarken, ya yokuş ortasında ya da yokuşun tam basında her gün aynı saatte posbıyık bir adama rastlar oldum. İri kıyım, oldukça semiz, hükümet suratlı bir adam. Gayet rahat iner, salına salına, iniş aşağı, gözlerinin içine bakarım. Selam vereyim diye, ama adam hiç oralı değil, bakmaz bile, ne yalan söyleyeyim benim de canım sıkılır. "Yahu yokuştan indiğin için zaten senin görevin selam vermek" der. "Öyle layık olmayana ben de vermem" diyerek geçer giderim, selamsız sabahsız.
Rahmetli dedem anlatmıştı: "Gençlik çağlarımda köyümüzün ana yolunda, belki uzaklardan gelir uzaklara gider bir adam at üstünde gidiyor, baktım, az bekledim ama selam vermeden geçti gitti. Ellerim arkamda, öyle bakakaldım. Zoruma gitti,döndüm ve atının yularından tuttum.
Bak hele emmi! Niçin bana selam vermedin?
Layık değilsin de ondan
Ne demek? Nasıl yani?
Evladım elin arkanda, hovarda gibi gidiyorsun. Hele vaziyetini düzelt, elini indir, layık ol, gözle ki, ben de selam vereyim!.. Doğru yahu, dedim içimden ve;
Peki emmi sen haklısın. Haydi yolun açık olsun, git güle güle!..
Sağol evlat...
Sonra Peygamberimizin "İnsanların Allah nezdinde en makbul olanı, önce selam verenleridir" "Önce selam veren Allah'a daha yakındır" hadislerine ve önce selam veren adamda kibir olmayacağı müjdesine tama ederek, posbıyık müslümana önce kendim selam vermeye karar verdim. Hem niçin vermeyeyim, İslâmın en hayırlı olanı Peygamberimizce, yemek yedirmek ve tanıdığın tanımadığın herkese selam vermek olarak bildirilmiş... Ne kadar kolay, üstelik sevabında o kadar bol. Çünkü Efendimiz şöyle buyuruyor. "Ey insanlar! selamı yayınız. Yemek yediriniz. Akrabanızı ziyaret ediniz. İnsanlar uykuda iken namaz kılınız, selametle Cennete gidersiniz."
Evet yarın olsa da şu bizim Posbıyığa güzel bir selam versem diye, sabahı iple çeker oldum. Bu selam Allahın selâmı, böyle her gün devam edecek olursa, bizi iyi ahbap eder diye de seviniyordum. Çünkü Efendimiz (SAV.):
Siz mümin olmadıkça cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de mümin olamazsınız. Yaptığınız takdirde sevineceğiniz bir şeyi size söyleyeyim mi?.. Aranızda selâmı yayınız" buyuruyorlardı.
Ertesi gün koltuğumda kitaplar, okulumun yolunda, aynı yokuştayım. Bizimki aynı lakayt tavrıyla görünmez mi karşıdan; içimden "şimdi ben sana gösteririm" diyor, tam yanımdan geçerken-
Esselâmu aleyküm, diyorum.
Ummuyor tabi ve rahatça geçiyor. Yan gözle kolluyorum. Üç beş adım geçmeden uyanıyor. Zihni ancak intikal ediyor ve "Yahu herhalde selam bana" der gibi şaşırıyor, kekeliyor, acele ve sessizce;
Ve aleykümselam, diyor.
Tabi ben bastırıp gidiyorum beklemeksizin. Ertesi gün yine karşı karşıyayız. Bu sefer uzaktan bana bakıyor. Tedirgin. Ürkek, "Aman ne olur ne olmaz" kabilinden ihtiyatlı yürüyor, bir iki adım kala;
Esselâmü aleyküm,diyorum. Cevap hazır
Aleykümselam.
Geçiyoruz.
Daha ertesi gün bu sefer, ta uzaktan, düğmeler ilikleniyor, yüzünde tatlı bir tebessüm, gayet rahat ve emin yaklaşıyor ve selam bekliyor.
Esselâmu aleyküm
Ve aleykümselâm hocam!..
"Hım! Kitaplardan ve yaşımdan ve de okul yolundan bildi öğretmen olduğumu diyorum. Sonra günler hep böyle geçerken güzel güzel, bir gün bir devlet dairesine işim düşüyor. Kapıdan girer girmez bizim posbıyık ile karşılaşmaz mıyım?
Ooo hocam, hoş geldiniz. Merhaba. Yardım edeyim, emredersiniz.... Anam babam sana feda olsun ya resûlallah... Aynen haber verdiğin gibi, selamlaştık, seviştik..
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Bir Sevdalı Adam...

Adı Şerafettin Boyacı. Antalya'ya bağlı Kurşunlu köyü Merkez Camii'nin imamı. Hani şu, Kurşunlu Şelalesi'nin içinde çağladığı köy...
Köye imam olarak geldiğinde ortada, içinde kuşların yuva yaptığı toz toprak içinde, sıvaları dökülmüş, harabe halinde bir cami varmış.
-Bu cami, cami olmalı, diye başlamış işe...
Kum lazım, kireç lazım, boya lazım, halı lazım, usta lazım...
Ve bunlar için para lazım. Para yok.
-Şerafeddin Hoca'nın maaşı var ya... Evini geçindirmeye zor yeten maaşı.
Oradan başlamış işe... Cami bir yol kenarına kurulmuş. Ve Şerafeddin Hoca, yoldan geçen herkesin camiye bir tuğla koyabileceğini düşünmüş. Kendisi maaşını koyduktan sonra, başkasından cami için bir şey istemek zor değil.
-Bir kamyon kum döker misin camimiz için? Kireç temin edebilir misin? Bahçeyi düzenler misin dozerle? Taş veya biriket getirebilir misin Antalya'dan?
Cami pırıl pırıl bir cami olmuştu ziyaret ettiğimizde... Bedeli ise, Şerafeddin Hoca'nın eşi ile 6 ay kadar ayrılık yaşaması olmuştu. Çünkü evin hanımefendisi, maaşlar camiye gittikçe ve evin ihtiyaçları aksadıkça daralmış, bunalmıştı. Şerafeddin Hoca'nın "Biraz daha sabret hanım, işte pencereler de oldu, bak mihrab ne kadar güzelleşti, bak halılarımız ne güzel" demesi, haklı olarak, çocuklara üst baş meselesini en çok idrak eden evin hanımefendisinin darlığını gideremiyordu. Ayrıldı, babasının evine gitti. Çok üzüldü Şerafeddin Hoca, ama cami öyle yarım bırakılamazdı. Hasreti yüreğine gömdü ve camiyi tamamladı.
Evet, ziyaret ettiğimizde pırıl pırıl bir cami olmuştu Kurşunlu Camii.
Sonra, hasretler de tamamına ermiş, gidilmiş, hanımefendinin gönlü tamir edilmiş ve aile bir araya gelmişti.
Şerafeddin Hoca, sonra imamlığa başlamıştı. Sevdalı bir imamlığa...
Köy halkı seracılıkla geçiniyordu. Acaba bir imam köylü ile seracılığın neresinde buluşabilirdi?
Şerafeddin Hoca, okuyan bir insandı. Köylüye, ziraatçılık alanında öncülük edebilirdi. Camide neden kurs açılmasındı? Gitti müftülüğe, gitti Ziraat Müdürlüğüne, bir kapıyı gerektiğinde 8 kere çaldı, kovuldu kapılardan dönmedi ve camide kurs izni çıkardı. Basbayağı zirai bilgi verecekti köylüye...
Biz ziyaret ettiğimizde caminin son cemaat mahallinin bir bölümünde sıralar ve kara tahta vardı... Küçük bir kütüphane konmuştu oraya. Köyün imamı Şerafeddin Hoca, köylü ile hem namazda hem zirai bilgi alışverişinde buluşuyordu.
Sonra asıl sevdası başladı Şerafeddin Hoca'nın...
Köylüye Kur'an öğretme sevdası... Köylüyü mukaddes kitabı ile buluşturma, seviştirme sevdası...
Dağınık bir köydü Kurşunlu. Her seranın başında bir ev kurulmuştu. Çoluk - çocuk her insanın taşıması gereken bir yükü vardı seracılıkta... Onları camide gündüzleri toplamak işin yoğunluğu sebebiyle zordu, geceleri de yorgunluk sebebiyle...
Şerafeddin Hoca için zor yoktu Kur'an hizmeti söz konusu olunca...
Köyün 8 ayrı yerinde kurs mahalli düzenledi. Kurs mahalli dediysek, bunlar bir barakanın altına konulmuş sandalyelerden ve kırık-dökük masalardan ibaretti. Köylü ile konuştu. Onlara dedi ki:
-Sizin ayağınıza geleceğim. Nerede iseniz oraya... En yakınınıza... İşinizden uzun süre ayrılmayacaksınız. Şöyle gelip, yarım saat içinde dersimizi okuyacağız ve işinizin başına döneceksiniz.
Bir bisiklet almıştı bu iş için... Atladı bisiklete... Kendi çocuğunu bisikletle okula bıraktı ve koştu Kur'an dersine... İnsanlar, çocuklar geldiler, yarım saat içinde derslerini okudular ve gittiler. Bir Kur'an şenliği yaşandı Kurşunlu'da...
Caminin oldukça geniş olan bahçesinde taşlar dizilmişti bir yere...
-Burayı bir kültür merkezi olarak yaptırmayı planladık, dedi bize Şerafeddin Hoca. İlk taşları yoldan geçen bir römork bıraktı buraya... Allah'ın izniyle olacak. Bu köye bir kültür merkezi kazandıracağız.
Etrafı ardıç ağaçları ile çevrilmiş olan geniş bahçede bir hayli üzüm tevekleri vardı. Bayağı büyümüşlerdi.
-Çabuk büyütmüşsünüz üzüm teveklerini, dedim.
-Onları o haliyle hediye etti köyümüzden birisi, dedi Şerafeddin Hoca... Geçtiğimiz sene üzüm verdiler...
Deprem sırasında, daha önce görev yaptığı Düzce'ye bir kamyon yardım malzemesi götürmüştü. Yüzü hep gülüyordu. Yorgunluk, bıkkınlık yoktu. Sanki yüreğindeki sevinç yüzüne yansıyordu.
Kutlu bir imamla tanışmıştık ve bizim de yüreğimiz genişlemişti. Cami cami öyle imamların görev yaptığı Türkiye'yi düşündüm. Nasıl da başka bir sevinç dalgası dolaşırdı kimbilir Türkiye'yi...
Şerafeddin Hoca'nın yüreğini büyütüp paylaşmayı ne kadar istedim bilemezsiniz...
Bize bu sevdalı adamlar lazım...
 

-Burcu-

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Eyl 2008
Mesajlar
2,493
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
42
Rabbim razı olsun sizden paylaştıgınız için büyük bir istekle dun ve bugun okudum cok sürükleyici bir dille yazılmıs takipteyim :)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Rabbim razı olsun sizden paylaştıgınız için büyük bir istekle dun ve bugun okudum cok sürükleyici bir dille yazılmıs takipteyim :)

SELAMÜN ALEYKÜM ALLAH SİZDENDE RAZI OLSUN İNŞAALLAH.BU KİTABIMIZDA HER GÜN HAYATIN FAKLI ALANLARINDAN FARKLI İNSANLARIN GÜZELLİKLEİ GÖRMEK ADINA YAŞAMIŞ OLDUĞU YANSIMALARI GÖSTERMEYE ÇALIŞACAĞIZ.DİLERİM HAK YOLUNDA İSTİKAMETİMİZİ BELİRLEMEDE FAYDALI OLUR CÜMLEMİZE SELAM VE DUA iLE
 

_ZÜMRA_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
15 Eki 2007
Mesajlar
9,962
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
46
selamün aleyküm hayırlı cumalar hayırlı sabahlar kitabımız hayırlı olsun dün görünce çok sevindim Allah sizden razı olsun. şimdi de yeni bölüm var mı diye bakmıştım merakla :)
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
selamünaleyküm...

selamünaleyküm...

vee...beklenen 3. kitap hizmete girmiş...

Emeklerinize sağlık olsun Bülent Tunalı kardeşimiz.
Takipçisiyiz inşaAllah.

Hayırlı cumalar olsun.
 

gulum.se

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
6 Nis 2009
Mesajlar
3,801
Tepki puanı
16
Puanları
38
Yaş
40
selamün aleyküm bülent abi...
çok güzel olmuş. bir solukta okudum:):):):):)
allah c.c razı olsun...
ders alınacak ibretlik hikayeler yazmışsınız çok güzel...
inşallah bizlerde böyle olabilsek...
selam ve dua ile..
inşallah devamı gelir abi..
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Eşsiz Bir Lezzet-3
Lezzetin de eşsizi olur mu demeyin! Herşeyin harikası, güzeli, mükemmeli, eşsizi oluyorsa lezzetin de eşsizi olmaz mı?
Bir Ramazan günü yolumuz Topkapı Sanayi Camiine düştü. Bu camiinin harika bir özelliği var. Gayyur imamı ve gönül verenlerin gayretleriyle Cuma namazlarında bir kültür evi hâline gelir bu cami. Nice tanınmış sima mabedin kürsüsünde cemaatle buluşur, İslâmın ter ü taze mesajlarını sunar. Onun için bu farklı sesleri dinlemek için nice insan Cuma günü namazdan önce camiiye koşup gelir.
Her neyse değerli dostumuz caminin imam-hatibi Ahmet Hocayı bir gün ziyarete gittik. İkindi vaktiydi. Hocamız bize iltifat edip cübbeyi tutuşturdu. "Bir namaz kıldırıverin" dedi. Hz. Ali'ye sormuşlar, "Bu at neye yarar?" diye. "Binip imamlıktan kaçmaya" demiş. Bu derece ağırlığı ve sorumluluğu olan imamlıktan kaçan bir kişi olduğumuz halde cübbeyi sırtımızda bulduk. Üstüne üstlük bir de, "Hocam, bizim cemaat alışkındır. Namazdan sonra beş on dakika birşeyler anlatıverin" demesin mi?
İki zoru birden üstlenmiştik. Birincisi imamet. İkincisi de beş-on dakika gibi kısa bir sürede çok şeyler anlatmak! Hani adamın biri arkadaşına birkaç sayfalık uzunca bir mektup yazmış, sonuna da bir not iliştirmiş: "Kusura bakma, vaktim olmadığı için biraz uzun oldu."
Kısa konuşacaktık, fakat kısalığına rağmen çok şey söylemeliydik. Zor bir işti gerçekten. Namazı bitirdikten sonra "Bismillah, Tevekkeltü alellah" deyip "Aziz cemaat!" diye bir girizgâh yaptık. Konuşmama "Yediğiniz meyvelerin lezzetinin yüz kat, bin kat artmasını ister misiniz?" şeklinde bir soruyla başladım.
"Olur mu öyle şey! Elmaysa elma, portakalsa portakal, olsa olsa biraz lezzetlisi, tatlısı olur o kadar. Tadının yüz kat, bin kat artması da ne oluyor?" dercesine merak ve hayret, bir o kadar da heyecanla yüzüme baktılar.
"Bu mümkün" dedim ve anlatmaya başladım." Şu mübarek Ramazan gününde, faraza camiinin içine doğru bir nur inse, ışınlamavarî birşeyler olsa ve beyaz elbiseler içerisinde, nuranî bir zat enva-i çeşit meyvelerle dolu altın bir tepsiyle çıkagelse ve dese: "Ben Cebrail'im, beni size Allah gönderdi. Bu kullarım Benim rızam için oruç tutuyorlar, namaz kılıyorlar. Ben de onlara iltifat olsun diye bu meyveleri gönderdim. Zevkle, lezzetle yiyebilirler."
"Böyle şey olur mu demeyin! Faraza dedik ya, Cebrail Aleyhisselâmın insan kılığında Dıhye sûretinde Peygamberimize vahiy getirdiğini biliyoruz. Böyle birşey bizim için mümkün olmaz tabiî ki. Mümkün olsaydı, neler hissederdik, o meyveleri nasıl yerdik? Lezzetleri yüz kat, bin kat artmaz mıydı?"
"Doğru!" dercesine başlarını salladılar ve ben devam ettim: "Cemaat-i müslimîn! Allah aşkına söyleyin! Cebrail Aleyhisselâm bize Allah'tan meyve getirdiğinde sevincimizden onları yemeye kıyamıyoruz, yediğimizde de çok daha farklı bir zevk ve lezzetle yiyoruz. Peki, o meyveleri Cebrail Aleyhisselâm altın tepsiyle getirdiğinde Allah gönderiyor da, manavdan, pazardan satın aldığımız, ağaçların dallarından kopardığımız zaman başkası mı gönderiyor? Yine Allah değil mi? Cebrail Aleyhisselâm getirdiğinde başka duygular içerisine giriyoruz da, başka yerlerden aldığımızda niçin aynı heyecanı duymuyoruz. Bu meyve bana Rabbimin hediyesidir, ikram ve iltifatıdır. Beni adam yerine koymuş, en güzel şekilde ambalajlamış, gözümün, burnumun, dilimin, midemin zevkini düşünüp ona göre takdim etmiş, bana olan sevgisini göstermiş. Nasıl heyecanlanmam, nasıl mutlu olmam, nasıl sevinçten dört köşe olmam?' düşüncesiyle yediğimizde aynı mutluluğu yine hissedebiliriz ve Allah'ın lütfu, hediyesi, ikramı olduğunu düşünerek meyvenin kendi lezzetinden yüz kat, bin kat daha üstün bir lezzeti alabiliriz.
"İşte meyvenin lezzetini bin kat arttırma formülü!"
Bu vesileyle konuyla ilgili olduğu için Lokman Hekim'in ham karpuz yeme hikâyesini de anlatmak isterim. Hz. Lokman önceleri bir köleymiş. Efendisi onu, o da efendisini çok severmiş. Birgün efendisi karpuz kesip ona bir dilim uzatmış. Lokman da onu bal yer gibi, şeker yer gibi yemiş. Hem de öyle lezzetle, iştahla yemiş ki efendisi ikinci dilimi de uzatmış. Böyle böyle karpuzu bitirmiş nerdeyse. Yalnız bir dilim kalmış geride. Efendisi: "Bunu da ben yiyeyim; Lokman iştahla yediğine göre herhalde tatlı birşey olmalı. İştahımı kabarttı doğrusu" demiş.
Efendisi kalan dilimi ısırır ısırmaz bir tuhaf olmuş. Karpuz acı mı acıymış. Ağzını bir ateştir sarmış, dili uçuklamış, boğazı yanmış. Acılığından âdetâ kendini kaybetmiş. Sonra da Lokman'a dönüp, "A benim canım efendim, böyle bir zehiri nasıl oldu da tatlı tatlı yedin, böyle bir kahrı nasıl oldu da lütuf saydın? Bu ne sabır? Neden böyle sabrettin? Sanki canına kastın var? Niye birşey söylemedin? Niye biraz sabret, şimdi yerim demedin" demekten kendini alamamış.
Hz. Lokman ise şu ibretli, duygulu cevabı vermiş: "Senin nimetler bağışlayan elinden o kadar rızıklandım ki, utancımdan âdetâ iki kat oldum. Elinle sunduğun birşeye; ey marifet sâhibi; bu acıdır demeye utandım, senin damına, tuzağına gark oldum.
"Bu kadarcık bir acıya dayanamaz, feryat edersem bütün uzuvlarım hâk ile yeksân olsun. Şekerler bahşeden elinin lezzeti, bu karpuzun acılığını hiç hissettirir mi?
"Sevgiyle acılıklar tatlılaşır, sevgiyle bakırlar altınlaşır. Sevgiyle bulanık, tortulu sular, arılaşır, durulaşır. Sevgiyle dertler şifa bulur."
 

-Burcu-

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Eyl 2008
Mesajlar
2,493
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
42
SELAMÜN ALEYKÜM ALLAH SİZDENDE RAZI OLSUN İNŞAALLAH.BU KİTABIMIZDA HER GÜN HAYATIN FAKLI ALANLARINDAN FARKLI İNSANLARIN GÜZELLİKLEİ GÖRMEK ADINA YAŞAMIŞ OLDUĞU YANSIMALARI GÖSTERMEYE ÇALIŞACAĞIZ.DİLERİM HAK YOLUNDA İSTİKAMETİMİZİ BELİRLEMEDE FAYDALI OLUR CÜMLEMİZE SELAM VE DUA iLE

ve alekum selam Rabbim razı olsun sizden seşlam ve dua ile
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Müthiş Bir Yaz-4


Türkiyemizde her yaz camilerimizde bir canlılık yaşanır. Çocuklarının K.Kerim öğrenmesini ve dini bilgiler edinmesini isteyen halkımız, okulların tatil olmasıyla birlikte çocuklarını alıp caminin yolunu tutarlar. İsterler ki çocuğumuz dini bilgiler alsın, Kuran öğrensin ve hiç olmazsa arkamızdan bir fatiha okuyanımız olsun.
Ancak çoğu zaman bu beklenti istenen ölçüde gerçekleşemez. Hatta her yaz K. Kerim okumasını öğrenen bir çok çocuğun bir sonraki sene unutmuş olarak tekrar döndüğüne hepimiz şahit olmuşuzdur. Dini bilgiler konusunda da durum farklı değildir. Böyle bir kısır döngüdür yaşanır... Elbet bu durumun bir çok sebebi vardır. Ben burada sebeplerden çok alternatif olarak uyguladığım bir yaz kursundan bahsetmek istiyorum sizlere.
Küçüklüğümde yaz tatillerinde bir çok kursa ben de devam ettim. Fakat şimdi düşünüyorum da çok şey kalmadı bende o yaz kurslarından. Benim gibi aynı eksikliği duyan bir çok arkadaş gördüm ve bu yaz bu eksikliklere alternatif olarak Anadolu'nun bir köşesinde bir camide bir yaz kursu icra etme fırsatı buldum.
Okulların tatil olduğu günlerde bir ilan asıp kursumuzu duyurduk. Ve çevreden çocuklar geldi. Gelen çocukları hep güler yüzle karşıladım, ilişkileri hep sevgi ve şefkat üzerine inşa ettim. Okumaya ilk gelişlerinde gözlerinde bir tedirginlik vardı" Sekiz aylık bir eğitimden sonra tekrar bir eğitime mi gireceğiz ve hiç tatil yapamayacak mıyız? Ya da Hoca sert biriyse bizi döverse ne yaparız?" endişesi kendini belli ediyordu. Ancak kısa bir zaman sonra durumun hiç de öyle olmadığını anlayan çocukların yüzlerinin güldüğünü gördüm.
Kursun akışı içinde neler yapmadık ki. Tüm amacım onları Kur'an'la sevgide bütünleştirmekti. Onun için K.Kerim öğretiminde zorlamadan çok. sevgi ve yarış unsurunu kullandım. Mesela ilk okumaya gelişlerinde K. Kerime ilk çıkan ve çıkartan üç kişiye hediye vereceğimi söyledim ve üç gün içinde 5 çocuk K.Kerime çıktı ki bunlardan ikisi daha önce hiç kursa gitmemiş, Elif beyi dahi tanımayan çocuklardı. Yine bir kısmının dersini dinlerken diğerleri gürültü çıkarıyor ve camide istenilmeyen bir seslilik oluşuyordu. Bunu önlemek için camiye çocukların anlayabilecekleri hikayeler, romanlar ve tarihi kitaplar getirip "Kitap okuma yarışması var" dedim. En çok okuyan beş öğrenciye hediyeleri verdim. Gördüm ki meşgul edilen çocuk ses çıkarmıyordu. Ayrıca kitap okuma sevgisi ve okuyup da öğrendiği bilgiler, yanına kâr kalıyordu. Yine okuma sonunda %80'inin okuma sevgisi kazandığını söylemesi mutluluk verici bir gerçekti. Kitap okuma alışkanlığı çok az olan ülkemizde.
Kuran eğitiminin yanında çeşitli faaliyetlerde de bulunduk. Mesela çocuklarla birlikte video izledik, sportif faaliyetlerde bulunduk, yarışmalar, tartışmalar yaptık, gezilere gittik ve tüm bunları bir abi-kardeş havası içinde yaptık. Sonunda çocuklar okumaya koşarak geliyorlardı. Okuma sonunda öğrencilerin hepsine sordum ailesinin zoruyla gelen var mı diye. Tersine hepsi de ailesini zorlayarak geliyordu. Çocuklar okumaya öylesine bağlanmıştı ki ailesi başka bir şehre gidecek olan bir öğrencimiz "siz gidin benim okumam var" diyordu. Diğer biri sabahın yedisinde camiye damlıyordu, kitap okumak ve dereceye girebilmek için. Tüm bunları ailelerine yaptığımız ziyaretlerden öğrendik. Bu ziyaretler de nedir derseniz kısaca izah edelim. Çocuklarını okumaya gönderen ailelerin yaptığımız programı nasıl bulduğunu ve çocuğun evdeki davranışlarının nasıl olduğunu öğrenmek için evlere ziyaretlere gittik. Bundan aileler çok memnun olduklarını dile getirdiler. Onlara sordum: Önceki yıllarla kıyaslarsanız bu yıl çocuklarınızı nasıl buluyorsunuz? Genelde şunları dile getirdiler "Önceki yıllar biz yalvarırdık kursa gitmesi için bazan gider bazan gitmezlerdi. Bu yıl ise koşarak gidiyorlar. Hatta biz uyarmıyoruz dahi. Yine her yıl K.Kerimi ellerine dahi almazlardı evde. bu yıl evde K.Kerim okuduklarını görüyoruz."
Kurs boyunca K.Kerim'i iyi okuyanların iki sayfasını dinliyor, 18 sayfa evde okumalarını ödev olarak veriyorduk. Bu sayede 9 öğrencim kurs sonunda Kur'an'ı hatmetti.
Okumanın sonlarına doğru öğrenciler okumaya iyice alışmışlardı. Gözlerinde bir sevinç, bir mutluluk vardı. K.Kerim öğrenmenin ve güzel tatil yapmanın heyecanını yaşıyorlardı. Tatil diyorum çünkü okuma onlar için bir tatil programı gibi zevkliydi. Zira bu yazın çok farklı olduğunu söylüyorlardı. Bir anket yapmıştım, bir sorusunda da kursu nasıl bulduklarını sordum. Bir öğrencimiz aynen şu ifadeyi kullanmıştı. "Kısaca bu yaz müthişti."
Böylece gördüm ki eğer ilgilenilebilirse bu çocuklara çok şey verilebilecek, gördüm ki sevgi ve şefkatle davranmak zahmetli de olsa (tabi şımartmadan) çok şey kazandırıyor. Şimdi yazın beraber olduğumuz arkadaşlarımla 15 günde bir buluşup, görüşüyoruz. Bazen balık tutuyoruz onlarla, bazen sandala biniyoruz. Ben de mutluyum. Siz de böyle "müthiş bir yaz" geçirmek istemez miydiniz?
 

ayşe-rana

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Tem 2008
Mesajlar
1,732
Tepki puanı
46
Puanları
48
Yaş
50
selamün aleyküm,hepsine yetişemiyorum ama son 2 hikayeyi zevkle,imrenerek okudum.

Kur'anı Kerimi sevgiyle tanımaları ne güzel.
öğrencilik yıllarımda benim de böyle bir grubum vardı.
o günleri ve o ççocuklarımı tebessümle hatırlattı bu hikaye.

sevgi,değer,ilgi çok önemli çocuklarla iletişim ve eğitimde.

kızım 4 yaşında ağlayarak başladığı kursdan ağlayarak ayrılmıştı ve hala orayı özlüyor.

sevgi,ilgi,yarış,ödül..........
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
selamün aleyküm hayırlı cumalar hayırlı sabahlar kitabımız hayırlı olsun dün görünce çok sevindim Allah sizden razı olsun. şimdi de yeni bölüm var mı diye bakmıştım merakla :)

vee...beklenen 3. kitap hizmete girmiş...

Emeklerinize sağlık olsun Bülent Tunalı kardeşimiz.
Takipçisiyiz inşaAllah.

Hayırlı cumalar olsun.

selamün aleyküm bülent abi...
çok güzel olmuş. bir solukta okudum:):):):):)
allah c.c razı olsun...
ders alınacak ibretlik hikayeler yazmışsınız çok güzel...
inşallah bizlerde böyle olabilsek...
selam ve dua ile..
inşallah devamı gelir abi..

selamün aleyküm,hepsine yetişemiyorum ama son 2 hikayeyi zevkle,imrenerek okudum.

Kur'anı Kerimi sevgiyle tanımaları ne güzel.
öğrencilik yıllarımda benim de böyle bir grubum vardı.
o günleri ve o ççocuklarımı tebessümle hatırlattı bu hikaye.

sevgi,değer,ilgi çok önemli çocuklarla iletişim ve eğitimde.

kızım 4 yaşında ağlayarak başladığı kursdan ağlayarak ayrılmıştı ve hala orayı özlüyor.

sevgi,ilgi,yarış,ödül..........

SELAMÜN ALEYKÜM ALLAH SİZDENDE RAZI OLSUN İNŞAALLAH.HER GÜN FARKLI BİR KONU OLACAĞINDAN ZEVKLE TAKİP EDİLECEĞİ KONUSUNDAYIM.HER GÜNKÜ PAYLAŞIM FARKLI BİR İNSANIN KALEMİNDEN ÇIKMIŞ BİR ESER.DİLERİM CÜMLEMİZE GÜZELLİKLERİ GÖRMEDE IŞIK TUTAR.SELAM VE DUA iLE
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Biz Ağlayalım ki Birileri Ağlamasın
Bugün 25 Ocak 1990, perşembe... Bir gurbet gününün daha sonuna doğru içim, buruk duygularla dolu... Yarın yeni bir kül rengi gök yüzünün altında uzanan sisli, pisli yeryüzüne merhaba diyeceğim. İnsanın ciğerlerini yoran karartan maddî havası, içini karartan manevi kirleriyle yeni bir Berlin sabahına uyanacağım. Her türlü karanlığın, maddeciliğin, benliğin, bencilliğin en çağdaş biçimde yaşandığı bu şehirde meşhur duvarının delinmesi bile fazla bir değişiklik yapabilmiş değil... O kadar ki, 9 Kasımı 10 Kasıma bağlıyan gece kardeşlerimiz geliyor diye, heyacanla Doğu'dan gelenleri karşılayıp ağlayanlar, şimdi de, kardeşlerimiz geldi diye ağlıyorlar. Çünkü, belediye otobüslerinde, metrolarda ayakta durmaya, alışveriş yerlerinde kuyruk olmaya alışmamışlar. Caddede rahat yürüyememekten, trafiğin sık sık tıkanmasından yakınıyorlar ve artık kardeşlerinden rahatsızlık duyduklarını açık açık söylüyorlar...
Evet, böyle bir bencilliğin ve rahatizmanın yaşandığı şehirde, Doğu'dan gelenlerin en çok zararı kendilerine vereceğini bile bile, Müslüman Türkler, onlara baklava börek ikram ederek, "hoşgeldiniz" diyebiliyorlar. Bu da iki kültür arasındaki farkın çok belirgin bir göstergesi...
Ancak, şahsi bencilliğin bütün keskinliğiyle müşahede edildiği bu ülkede, siyasi hedef, iki Almanya'nın birleşmesi... bu konuda bütün siyasi partiler ve görüşler birlik içinde. Herkesin dilinde birlik... "Deutschland" sesleri kalabalıkları coşturuyor ve birleştiriyor. Hristiyan Demokratı ile Sosyal Demokratı, Yeşiller ile diğerleri birleşmiş Almanya'yı özlemekte birlik oluyorlar.
Bizim de anlayış gösterdiğimiz bu duygularına karşı, Alman kamuoyunda bizlere, bizim duygularımıza karşı büyük bir ilgisizlik ve anlayışsızlık var. Gerek yahudi güdümlü basın ve gerekse geçmişten gelen köklü düşmanlık hisleriyle ve hala sürüp giden cehaletleri sebebiyle, Türk'e sempatik bakılmıyor. Azerbaycan olayları dolayısıyla bu bakış açışı iyice sırıtmaya başladı. Alman televizyonu ve basını adeta Ermeni neşriyatı yapar oldu. Bu çatışmanın Hıristiyan Ermenilerle Müslüman Türkler arasında meydana geldiği ısrarlı biçimde vurgulanır oldu. Oysa ki daha kısa bir zaman önce, Berlin'de yapılan Azerbaycan kültür haftası dolayısıyla, o insanlardan hep Azeri diye bahsediyorlardı ve Türk olduklarını kabule yanaşmıyorlardı. Fakat, iş sevimsiz gösterilen bir safhaya dökülünce onların da müslüman ve Türk olduklarını hatırlayıverdiler. Çeşitli yerlerde iş arkadaşlarına Almanların sık sık sorduğu soru: "Sizinkiler Azerbaycan'da ne kadar barbarlaştılar!.. Niçin Ermenilere saldırıyorlar? Neden soykırıma devam etmek istiyorsunuz?"
Laikliğin de ötesinde, ateist olduğunu söyleyen Batılı insan, bir müslümanın karşısında hemen Hristiyanlığnı hatırlıyor. Ve arkasından da başlıyor çifte standartlara... İnsan hakları bir tarafa, hayvan hakları için ayaklanan bu insanlar, müslümana yapılan zulümleri onaylar bir terslik içine giriveriyorlar. Aynı zihniyetin insanları, Berlin'de müslümanlara İslami usule göre hayvan kestirmiyorlar, Önce elektrik şokuyla bayıltmayı şart koşuyorlar. Fakat, dinlerinin gereği olarak şoksuz hayvan kesme talebi Yahudilerden gelince, buna evet diyorlar. Batılı insanın bu çifte standardı yüzünden, şimdi Almanya'da insanlarımız murdarlı, şüpheli etleri yerlerken Yahudiler, en üst düzeydeki hahamlarının takdis ettiği kesilmiş etleri bulabiliyorlar.
Elbette ki, bu tutumda, Berlin'de yaşıyan 6.000 Yahudinin ne kadar çok etkili ve güçlü bir cemaat olabildikleri gerçeği görünüyor. Bizim bu konudaki başarısızlığımızda da, orada yaşıyan 130.000 Türk'ün ne kadar güçsüz, etkisiz ve sahipsiz kaldığının açısı tadılıyor.
Geçen yıl Berlin'de yapılan yürüyüşlerin en muhteşemi, Bulgaristan'daki zulmü protesto içindi. Fakat bu 50,000 kişilik gösteri, basında ve televizyonda geçiştirildi, adeta görmezlikten gelindi. Ama aynı yerde 600 Yahudi yürüyünce yer yerinden oynuyor, büyük bir olay olarak kamuoyuna sunuluyor.
Ne var ki, bu türlü açık kasıtlar bizim de gözümüzü açmamıza yarıyor. Neden, niçin diye düşünenler çoğalıyor. Batılı'nın bütün iddiasına rağmen ne laik, ne de ateist olmadığı, olsa bile müslümana bakış açısının hiç de çağdaş olmadığı veya tam da çağdaş olduğu gerçeği kafalara bir daha yerleşiyor. Belki de bu manevi darbelerle uyanışlar ve kendine gelişler çoğalıyor. Cami, mescid sayısının 40'a yaklaşmış olmasında bu sakat tutumların rolü küçümsenemiyecek derecede büyüktür sanıyorum.
Ancak, insanlık duygularını ön planda tutan Almanlar da var. Bunlardan birinin, bana telefon açarak söylediği şu sözleri hiç unutamıyacağım:
"Tanklarla ezilen insanlara karşı sessiz ve duyarsız kalan yetkililerimiz ve durumu tersine çevirip topluma sunan basınımız adına utanıyorum ve sizlerden, bütün vatandaşlarınızdan özür diliyorum. Şu anda bir Alman olmaktan cidden utanıyorum. Ve Azerbaycan Türkleri için yapacağınız her türlü kampanyaya gönülden katılacağımı bilmenizi istiyorum." Evet, az da olsa böyle düşünenleri de var. Ancak, böyle olanlar, daha önce ya Türkiye'ye gelmişler, ya iyi bir Türk komşu edinmişler, ya da İslam'a sempati duymuşlar ve o yolda sağlam bilgi edinmişlerdir...
Daha önce de buna benzer bir olay yaşamıştım. Bütün Avrupa'yı bir anda sarıveren kız öğrencilerin başörtülerine beliren düşmanlığı bir türlü anlayamıyan bir Alman Hanım şöyle konuşuyordu: "Hayrettir, her türlü giyim özgürlüğünü en olmayacak biçimde hazmeden Avrupalı insan, müslüman kızların başörtüsünü neden mesele haline getiriyor? Sırf bana çok ters gelen bu tutum dolayısıyla, içimden başımı örtmek isteği geçiyor."
Geçenlerde Alman basınında ünlü Amerikalı şarkıcı Michael Jackson'ın müslüman olduğuna dair haberler çıktı. Fakat bu haberler O'nun milyonlarca hayranını kızdırmayı göze alacak kadar iğneleyici, küçümseyici ve alay ediciydi. Mesela bir müzik dergisi Ocak sayısında onun şimdi de 40 milyon dolara bir cami yaptırarak müslümanlığını ispatlamayı düşündüğünü söylüyordu. Oysa ki, hayranları ondan bunu değil, yeni plaklarını bekliyordu. Bir başkası ise, bu kişinin zaten normal işler yapmadığını, daha önce evinde yılan bile beslediğini açıklıyordu.
Bu düşünceler altında bir gurbet gününü daha noktalamaya hazırlanırken, telefonum çalıyor... "Buyrun" diyorum... Telefonun öbür ucunda Hasan var. "Kusura bakmayın sizi geç vakitte rahatsız ettim. Ama bu saatte arıyacağım başka kimsem yok..."
"Rica ederim buyur" diyorum... Hasan zeki bir liseli.... Zeki ve duygulu... Şimdi cuma namazlarına da başladı. Bana daha önce de:
"Namaz kıldıkça düşmanlarımızdan intikam almış gibi de oluyorum, rahatlıyorum. Acaba benim namazlarım oluyor mu?" diye sormuştu. Ben de O'na:
"Elbette olur. Ama önce düşmanı iyi belirlemek gerek. En büyük düşmanımız nefis ve şeytan işbirliğidir" demiştim. Tabii onun kastettikleri daha çok müslüman Türk düşmanı şey-tanlaşmış insanlardı, ama, cevabını ona yetmişli...
Çok konuşkan olan Hasan'ın tutukluğuna şaşırdım ilkin... Fakat sonra O'nu çok iyi anladım.
"Bana birbuçuk dakika verebilir misiniz?"
"Ne demek Hasan, şimdi onbuçuk dakikam senin olsun söyle...
Ne var ki Hasan susuyor, ben bekliyorum. Ve derken telefonda dalga dalga yükselen ve hıçkırıklarla kesilen bir ağlama... Şaşırıyorum. Bir tereddüt anından sonra konuşmak istiyorum. Ama Hasan ara vermeden doyasıya ağlıyor. Özür diliyor ve sürenin bittiğini söylüyor. Fakat ben onu böyle bırakmak istemiyorum. Konuyu öğrenmek için ısrar ettiğimde de şunları söylüyor:
"Hocam, önemli değil... Her zamanki dertlerimden biri... Bu gün okulda çok aşağılandık. Gereği kadar savunamadım inancımı, milletimi.
Biz niçin böyleyiz diye düşünüp durdum akşama kadar. Sizi üzmemek için de bu saate kadar sabrettim. Ama gördüğünüz gibi sonunda dayanamadım. Beni affedin."
"O nasıl söz Hasan? Sen beni, bizi affet... Sen ve senin neslin, sizi gurbet batağında unutanları affetsin.. Fakat bugün seni üzen konuyu mutlaka bilmek istiyorum. Bileyim, belki çözümü olan birşeydir."
"Hayır hocam konu şimdi çözülmüştür, ben rahatladım. Yarına yine azimle başlayabilirim. Ben konuyu anlatmadan, siz de çözüm söylemeden işi hallettiniz. Çünkü, insanın karşısında rahatça ağlayabileceği birinin bulunduğunu bilmesi bile, başlıbaşına bir çözüm aslında... Belki de size sadece ağlamak için açtım telefonu. Doğru düşünmüşüm. Çünkü, ne kadar belli etmemeye çalışsanız da, sizin ağladığınızı anladım. Hocam, biz ağlıyalım ki, başkaları ağlamasın."
Hasan Berlin'de okuyan 33.000 Türk çocuğundan biri... Ama ağlamasını biliyor. Diğer arkadaşları henüz diskolarda gülüyorlar ama, eminim bir gün onlar da iç dünyalarına dönmeyi ve birileri ağlamasın diye ağlamayı öğrenecekler.
Dışarıya bakıyorum. Gökyüzü bir haftadır hala nezleli bir burun gibi akıyor. Ama bu karanlıklar içinden süzülen yağmur, bana Hasanların dünyayı ilahi rahmete layık kılacak gözyaşları gibi geldi bir an ve Necip Fazıl'ın şu mısralarını hatırladım:Ağlayın su yükselsin
Belki kurtulur gemi
Anne seccaden gelsin
Bize dua et emi
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Sorular Soru İçinde-6
Hüseyin, bir devlet dairesinde memur. Dahili telefonla ziyaretçisi olduğu bildiriliyor. Danışmaya geliyor.
Misafir salonunda aşina bir sima göremiyor. Tam geri dönecekken "Hüseyin! Beni ne zaman unuttun?" diye sitem ediyor, tanıdık bir ses.
Aman Allah'ım, Osman olmalı bu. Bizim fakültedeki Osman. Kravatı, grand tuvaleti ve sinek kaydı tıraşıyla ne kadar da değişmiş! O anda inanamıyor gördüklerine Hüseyin. Olduğu yerde donup kalıyor. Fakülte yıllarında imanla, azimle yapılan mücadelelere dalmış olmalı... Osman'ın sakal konusundaki örnek mücadelesini. Başörtülü bacıların ızdırabıyla çırpınışını...
Osman'ın: "Arkadaşlar, İslam'ın intişarına gönül vermiş insanın kisvesi sünnete uygun olmalı. Maişet derdiyle sakal kesilemez. Sakal kesmeden çalışılabilecek bir işi, çok şeye tercih etmeliyiz" sözleri çınlıyor kulaklarında... Beyni zonkluyor Hüseyin'in. Çünkü, şimdi Osman vaizdir.
- Selamünaleyküm, hoş geldin Osman.
- Aleykümselam, hoş bulduk Hüseyin kardeş...
İki genç arkadaşın elleri müsafahada. Göz göze geliyorlar bir an.
Osman, Hüseyin'e işi ile ilgili sorular soruyor: Kaç lira aldığını, çoluğunu çocuğunu, evini barkını soruyor. Uzayıp giden sorgulama bitince bir anlık sessizlik yaşanıyor. Bu sessizliği Hüseyin bozuyor:
-Sen nasılsın Osman, iyi misin?
Nasıl bir sihirle soruluyor olmalı ki, her ikisinin de boğazına düğümler atıyor bir tek soru. Sanki binlerce soru işareti çengel olup beyinlerine asılıyor.
Osman bunu cevaplamıyor. Cevaplayamıyor belki de: Hüseyin'in, bu soruya verilebilecek alışılmış bir cevabı yeterli bulmayacağını peşinen tahmin mi ediyor yoksa?
Susuyorlar uzun bir süre yutkunarak. Gözleri bir tek noktaya çakılı.
Osman başını sallayarak bakıyor arkadaşına. İçindeki boğuşan güçlere: "Hayır, hayır" dercesine.
Elini arkadaşının omuzuna vuruyor hızlıca. Ve Hüseyin'e bir çırpıda bir şeyler anlatmaya başlıyor:
"Müftü ile aralarının çok iyi olduğunu, böyle giyinmekle çok daha değişik hizmetlerde bulunma fırsatını elde ettiğini, Almanya'ya görevli olarak gittiğini, işinin çok rahat olduğunu... Çelik tencere, çaydanlık, mikser vb. pazarladığını" anlatıyor. Yapmayı düşündüklerini de anlatıyor. Sonra üstüne basa basa: "Zengin olunca İslam'a her yönüyle hizmet edeceğini söylüyor.
Kendisinin, meşhur: "Arkadaşlar, kapitalist piyasada yarışa heveslenmeyin, harcanırsınız. Bizim vazifemiz ilimle, ihlasla insanlara örnek olmaktır" sözünü hiç ağzına almıyor.
İleride yapacağı işleri de anlatıyor Osman... Ziyaret saati doluyor. Kalkıyorlar... Fakat Osman'ın bir tek soru üzerine başlayan konuşması bitmek bilmiyor... En samimi arkadaşına meramını anlatamamanın ezikliğini yaşıyor sanki. Vedalaşırken hep önüne bakıyor. Binlerce soru bir soru içinde, ağır geliyor başına.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Naylon İmam ve Fiilî Tebliğ-7
Yanılmıyorsam 1974 yılıydı. Diyanet İşleri Başkanlığının Türkiye Merkez Cami İmam-Hatipleri için Bolu Eğitim Merkezi'nde düzenlemiş olduğu hizmet içi eğitim kursuna katılmıştım.
Takriben 20 gün süren bu kursta yaş ortalamaları kırkın üstünde olan İmam-Hatiplilerimizle tanışıp kaynaştım. Bu muhterem şahsiyetler içinde unutulmaz hatıralarla bağlandığım zevatı hala hayırla anıyorum.
Naylon imamı bu kursta tanıdım. Daha önce dostluklar tesis ettiği belirli arkadaşlar gurubu ile olmayı tercih ettiği için olacak; aramızda tanışmanın ötesinde çok yakın bir dostluk oluşmadı. Ancak naylon imam cazib fiziği, şık giysileri ve özellikle kolalı gömleği ve modayı izleyen kravatı ile diğer kursiyerler için olduğu kadar benim için de ilginç ve de ma'ruf bir sîmaydı.
Naylon imam Samsun'da mülhak Vakıf bir camide imam-hatip'ti. Aynı zamanda ünlü bir cenaze imamı ve meşhur bir mevlidhandı. Daha sonraki mesmûatım ve müşahedelerime göre de cami içi müslümanlarından çok cami dışı müslümanlarının ilgisine mazhardı.
Naylon imamlığı da -Allah bilir- özetlenen husûsiyetlerinden geliyordu.Hafızamı zor lamama rağmen adı ve soyadını tam olarak iyice hatırlayamadığım naylon imamın Ankara üzerinde meydana gelen bir uçak kazasında ebedî aleme irtihal ettiğini, çok sonraları dostumuz İsmail Coşar beyden öğrendim. Allah rahmet eylesin.
Bolu günlerinden bir yıl kadar sonra bir dizi konferans için Çankırı, Çorum ve Amasya'ya gittim. Oradan da Samsun'a uzandım. Otele yerleştim. Sabah namazı için naylon imamın vazifeli bulunduğu camiye gitmek üzere karar verip yattım.
Birazda geç kalkmış olacağım ki camiye vardığımda namaz kılınmış tesbihata başlanmıştı. Naylon imam mihrabdaydı. Duadan sonra imamımız Haşr sûresinin son üç ayetini güzel sesi ile okudu.
Sabah namazı cemaatine katılan her mü'min gibi huşu içinde dinlediğim mezkur ayetlerin hitamında Fatiha çekilmesini bekliyordum ki naylon imam Yüce Rabbimizin 99 Esma-i Hüsna'sını Kur'an-ı Kerim kıraat eder gibi okumaya başladı.
Esma-i Hüsna'nın camide cemaate karşı tilavet-i Kur'an üslubuyla cehrî olarak okunduğuna ilk defa şahit oluyordum. Pek çok hislendim. Yüce Peygamberimizin "Allah'ın 99 ismi vardır. Onları (inanarak ve sevabını umarak) okuyan kişi Cennet'e girer." (*)hadisi ile okuyanını cennetle müjdelediği Esma-i Hüsna'yı ümit etmediğim bir camide ve hele hele naylon imamdan dinlemek beni hem mesrur etti ve hem de gıpta ile dolu bir hayrete düşürdü.
Namazdan sonra yaptığımız çay sohbetinde memnuniyetimi dile getirdim. Müjdeleyici hadisi hatırlatarak tebriklerimi sundum. Sonra da gıpta ile merakımı birleştirerek sordum:
? Benim fazîletini bildiğim halde ezberleyip düzenli bir şekilde okuyamadığım Esma-i Hüsna'yı mukaddes gecelerimizin sabahlarında mı yoksa haftanın belirli günlerinin sabah namazlarından sonra mı okuyorsunuz?
Naylon imam bu sualimi şöyle cevapladı:
Hocam merhum falanca, bu camide otuz küsür sene kadar imam-hatiplik yaptı. Her sabah namazından sonra aksatmaksızın Esma-i Hüsna'yı okurdu. Onun irtihalinden sonra imam-hatiplik vazifesini devralan ben de 20 yıldan beri her sabah namazından sonra aynı şekilde Esma-i Hüsna'yı okumaya devam ediyorum.
Naylon imamdan aldığım bu cevap benim için çok daha şaşırtıcı ve etkileyici oldu.
Naylonluk ve benzeri vasıflarla tavsif edildikleri için önemsemeyerek geçiştirdiğimiz insanların ne güzel özellikleri, ilahî rahmete güzergah olacak ne mübarek amelleri vardı.
Elli yıldan beri her sabah Esma-i Hüsna'nın okunduğu tarihî camide o sabahki tahassüslerimi gönül müzeme yerleştirerek Samsun'dan ayrılıp İstanbul'a döndüm.
Ne var ki gönül müzemde bir hatıra olarak mekanlaştırdığım duygular hatıra olarak kalmak istemiyor, fiilî bir tebliğin kalıcı netîcesi olarak hayatıma girmek istiyordu. Nitekim girdi de.
Naylon imamın hocasının izinde sürdürdüğü yirmi yıllık tatbikatı benim için hayra yöneltici tam bir fiilî tebliğ olmuştu.
Oturdum, Esma-i Hüsna'yı ezberledim. Ama ihlaslı ama ihlassız, o gün bugündür okur giderim.
Esma-i Hüsna'yı okudukça naylon imamı hatırlar ve tebliğin fiilî olması gerektiğini daha bir derinden kavrarım.
O, bana sözle bir tebliğ yapmadı. Kıraatının ve açıklamalarının benim hayatımda müessir olabilecek fiilî bir tebliğ olabileceğini tasavvur bile edemezdi. Ama o yirmi yıllık tatbikat yok mu? İşte sır oradaydı...
Evet, Hakkı tebliğ ve batıllardan sakındırma yalnızca yazarak ve konuşarak değil, yaşanarak yapılırsa tesirli olur, sonuçları görülür.
Bizim dört-beş gün hazırlanarak yazdığımız yazılar, iki-üç gün çalışarak hazırladığımız hutbeler, vaazlar, sohbetler ve seminerler hiç mi tesir etmiyor? Elbette ediyor. Ama bizim hayatımızda müessir olduğu kadar, belirli bir süre. O da çoğu kez kültürel bir etkinlik olarak.
Mana büyüklerimizin hayatımızı yönlendiren eserleri ve sohbetlerinin daha ilmî ve edebî oldukları için değil, amel ve ihlasla yoğrularak söz ve hal bütünlüğü içerisinde bize sunuldukları için müessir olduklarından şüphe edilebilir mi?
Hudeybiye antlaşması ile Mekke'nin Fethi arasında geçen takribî iki yıllık süre içinde müslümanların sayısının katlanarak artmasına alimlerimiz oluşan sulh ortamında İslam Dini'nin diriltici ve yüceltici güzelliklerinin sahabilerin hayatında doğrudan görülebilmiş olmasına bağlıyorlar.
Ne doğru tespit.
Yaşanılan laik ve İslam karşıtı laik ortamda İslamî güzellikleri yansıtacak fiilî tebliğlere muhtacız. Naylon imamın hayatında bir örneği görülen yılların tatbikatına dayalı fiilî tebliğlere... Evet, onlara muhtacız.
*Feyzül-Kâdîr 2/483.
Kur'an-ı Kerim'de ve Hadis-i şeriflerde sık sık geçen ve bize Rabbimizi tanıtan Esmâ-i Hüsna (güzel isimler) doksan dokuzla sınırlı değildir. Hadisimiz, isimleri sınırlamak için değil, çokluğunu açıklamak için varid olmuştur.
Varlıklar üzerinde binbir çeşit tecellileri görülen ve her an görülmekte olan bu mübarek isimleri öğrenmek farziyet ölçüsünde vazifemizdir.
Esma-i Hüsna'yı konu alan te'lif ve tercüme mutemed eserler vardır. Mecmuamız yazarlarından Prof. Dr. Suat Yıldırım'ın Kayıhan yayınları arasında çıkan "Kur'an'da Ulûhiyet" isimli eseri tavsiye edebileceğimiz eserlerdendir.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
12 Eylül'den Sonra Bir İmam- Hatip Doğarken...8

Bir köy camisi. Perşembeyi Cumaya bağlayan gece, yatsı namazı... Kürsüde Osman Hoca konuşuyor. Cami dolu ama, cemaat tarla yorgunu bir görüntü içinde. Ara ara başı düşenler var.
Osman Hoca bir şeyler anlatabilmek için çırpınıyor... Cemaatin gözlerinde canlılık yok. Yatsı kılınsa da gidiversek der gibi bakışlar. Osman Hoca birden değişiyor. Elini kürsüye vurup, sesleniyor:
Bana bakın cemaat! Şu anda benim hanımım doğum yapıyor. Onu öylece bırakıp buraya, bir İmam Hatip okulunun yapımı için sizi yardıma çağırmaya geldim. Gözlerinizi açın! Bu okulu bitirip, sizin çocuklarınızın okuması için hizmete açacağız. Açın gözlerinizi.
Bu sözleri söyleyen Osman Hoca'yı siz tanımazsınız. Benim sınıf arkadaşımdır. İnsani münasebetlerde, eline vursanız ekmeğini alacağınız bir insandır adeta. Sessiz, sakin. Sanki dünyada değil de, gönlünde yaşayan bir insan. "Hadi bağır" deseniz, yüksek bir ses çıkar mı diye tereddüde düşersiniz. İşte, evinde hanımı doğum yaparken, şu kürsüde, bir İmam Hatip inşası için yorgun gözleri uyarmaya çalışan Osman Hoca bu Osman Hoca: Elini kürsüye vuran ve "uyan ey cemaat" diyen kişi.
Cemaat uyanıyor. Namazdan sonra bir sergi açılıyor. Her çıkan elini cebine atıyor ve sergiye bir şeyler bırakıyor. Cemaatin sonu alındığında sergi üzerine 100 (yüz) liralıklardan bir tepe oluşuyor.
-Manyas İmam Hatip Lisesinin temeline harcanmak üzere. Anadolu köylüsünün ana sütü gibi helal alın teri bu.
Okulun yaptırma derneğinde bir araya gelen üç-beş gönül adamı. Gece gündüz demeden çalışıyor. Sırtında taş taşıyor, kum taşıyor. Çoğu zaman iftarlarını yolda açıyor. Hangi kapıda ışık görse onu çalıyor ve "Çorbada tuzunuz bulunsun" diye başlıyor söze. Başlarında hep Osman Hoca... Hep o gönülden çağlayan haliyle.

*
Sinn-i kemaline ermiş bir nine...
-Günlerim sayılıdır, diye çalıyor derneğin kapısını. Elinde, kesede taşınmaktan buruş buruş olmuş bir tomar para.
- Alın evladım bunları. İmam Hatip yaptıracakmışsınız. Bizim de bir taşımız bulunsun. Bunu kefen parası olarak ayırmıştım. Ama köylü nasıl olsa ölümü yerde bırakmaz. Güzel çocuklar yetişsin bu mektepten.
Okul inşaatında kereste olarak kullanmak üzere kavak lazım. Nerde bulunabilir? Gönen'in bir köyünü salık veriyorlar. Orada bir köylünün kavak bahçesi vardır. Her biri bir iş sahibi olan dernek üyeleri, iş çıkışı yola düşüyor, köye varıyorlar. Akşam vakti. Kapıyı çalıp meramlarını anlatıyorlar. Köylü şöyle düşünüp, söze başlıyor:
- Bakın, şu evin yanında iki kavak var. Bunlar bana babamdan kaldı. Ona da babasından kalmış. Yıllar var ki kesilmez bunlar. İşte, onun birisini İmam Hatip için keseceğim. Yarın gelin götürün.
İki insanın kollarının ancak kavuşacağı, dede yadigarı kavak kesiliyor ve Manyas İmam Hatip Lisesi inşaatı için götürülüyor. Dernek üyeleri bile, bu hatıra yüklü ağacın kesilmesinden buruktur ama köylü amcanın yüreği pır pır uçmaktadır sevinçten, gururdan.

*
Yine bir akşam vakti. Bu defa bir başka köyde. Osman Hocalı bir heyet bir başka evin kapısında. Tanrı misafiri... Dertlerimi anlatıyorlar. Taa Manyas gibi yerden çıkıp gelmişler. Her birinin günlük mesaisi var. Ama bir davayı dert edinmişler. Köylü onlara bakıp duygulanıyor.
-Evimizin bir ineği var, diyor. İyi cins bir inek. Süt ihtiyacımızı karşılıyor. Ama dert değil. Köylük yerde sütü, ayranı nasıl olsa buluruz. Onu satıp, parasını İmam Hatibe vereceğim. Yarın bir daha uğrayın zahmet olmazsa.
Herkesin yüreğinde yumruk gibi bir şey tıkanıp duruyor. ,Sevinçten çığlık mı atsalar, yoksa bu iman adamı karşısında hüngür hüngür ağlasalar mı? Ama müslümanca bir kucaklaşma belki hepsini birden ifade eder. Kucaklaşıp, ayrılıyorlar.
Ertesi akşam, holştayn ineğe ait 500 bin lira İmam Hatip inşaatına sarf edilmek üzere teslim ediliyor.

*
Osman Hoca'nın unutamadığı olay nedir? Şu çıtı-pıtı liseli kız değil mi? Osman Hoca öğretmendir aynı zamanda. Yolda bir öğrencisi çeviriyor yolunu.
Öğretmenim, bir saniye izin verir misiniz?
Osman Hoca duralıyor. Her zamanki mütevekkil, her zamanki sakin haliyle bakıyor öğrencisine:
-Bir İmam Hatip okulu kurmak için teşebbüse geçtiğinizi duydum. Bunun için yardım gerekir. İşte şu,ninemin benim doğumumda hediye olarak aldığı bir bileziktir. Onu alın. Okul için kullanın. Dilerim bazı kardeşlerimizin bizden daha iyi şartlarda okumaları için bir katkısı olur. Ninem de çok sevinecektir bu davranışıma.
Adı Ayşe mi, Elif mi, Zeyneb mi, Mürüvvet mi, hatırlamıyor. Zaten o da hatırlanmasını istemezdi muhakkak. İsimsiz bir katkı olsun, daha güzel değil mi?
Dernek üyelerinden birisi, bunu anlatırken, hala yüreğinde, milleti için bir büyük inancı ve sevdayı yaşar gibiydi, inanın.
Daha pek çok olay anlatıldı Manyas İmam Hatip Lisesinin inşası için...
Manyas civarında yaşayıp da, bu okulun yapımına katkıda bulunmayan yok gibidir. Herkesin hakkı vardır bu okulda. Kimi 100 lira da olsa maddi bir bağışla, kimi dualarla. Sürü içinden üç aylık kuzuyu seçip verenler oldu. Ekmeğini ikiye bölenler oldu.
Düşünebiliyor musunuz, arsasının okula metrekaresi l liradan tahsisi için belediye meclisine önergeyi, lideri imam hatiplerle mücadeleye soyunan bir partinin üyesi vermiş.
Bütün bunlar size neyi hatırlatıyor? Millî mücadele yıllarını mı? Milletin yedisinden yetmişine, dişiyle tırnağıyla seferber olduğu yılları mı? Hatırlamakta haksız sayılmazsınız. Çünkü İmam Hatipler işte tam o ruh içinden çıkan okullardır. Eğer, "Neden hep İmam Hatibe yöneliyor da, başka okullar inşa etmiyorsunuz?" diye halka tarizde bulunanlar da, bu ruhu gerçekten anlasalar ve halka o ruhla çağrıda bulunsalardı, bu millet, İmam Hatiplerle birlikte, daha pek çok eğitim yuvasının inşasını sağlardı. Dişiyle, tırnağıyla. Tıpkı millî mücadele yıllarında olduğu gibi...
Manyas İmam Hatip Okulu nedir bilir misiniz? 12 Eylül'den sonra açılan 7 İmam Hatip Lisesi'nden birisidir. Batı Anadolu'da açılan tek İmam Hatip Lisesidir. İnşaat bitmiş, müfettişler "okulda eğitim başlayabilir" diye rapor vermişler... 18 dershane, 9 idare odası ile okul pırıl pırıl ve eğitime hazır. Ama açılmıyor. Ambargo konmuş. İmam-Hatiplerin sayıları dondurulmuş. Açılmayan 147 okuldan birisi de Manyas'ta. Ama, okulun inşası için çırpınanlar, açılması için de çırpınıyorlar. Ankara ile Manyas arasında mekik dokunuyor. Kimi zaman ümitsiz anlar yaşanıyor.
İzin vermeyecekler, diyenler oluyor. Herkesin gönlünün en hüzünlü olduğu zamanda Osman Hoca ümitli konuşuyor:
- Hayır, bu okul açılacak. Ümitsiz olmayın. Allah'ın yardımı bizimle.
Bir gün, 7 imam hatip okuluna açılış izni çıktığı haberi geliyor. Hep Doğu'da olduğu söyleniyor. Ya Manyas? Ya yoksa? Osman Hoca:
-Bu okul açılacak, diyor yine. Ve yedi İmam Hatip Lisesinin ismi açıklanıyor, içlerinden birisi de Manyas'tır. Gelin görün siz o insanlardaki sevinç tufanını, şükür secdesini... Osman Hoca mı, o yine mütevekkil, yine gönül dünyasını yaşar gibi...
Manyas'ın hikayesi bitti ama, ben, Osman Hoca ile ilgili bir şeyi daha anlatmak istiyorum. Geleceğe bakarken, onu da saklamamız için içimizde.
Altınoluk'un "88'den 2000'lere bakışlar... İslam, İnsanlık ve Müslümanlar" yarışmasını açtığı günler. Osman Hocamla sohbet ediyoruz. Söz yarışmaya geliyor.
- 2000'lere kalmayacak, diyor, İslam'ın çok güzel günlerini göreceğiz. Buna inanın.
Gözlerine bakıyoruz, öylesine inançlı, öylesine emin ki... Tıpkı Manyas İmam Hatip Lisesi için "Bu okul açılacak" der gibi... Gönlünde gelecekten muştu bekleyenler için Osman Hocamın bu sözünü bir vedia gibi sunmak gerekmez mi, diye düşünüyoruz.
Manyas'ta şimdi pırıl pırıl öğrenciler var İmam-Hatip'te... Dualarımız bekleyen diğer İmam-Hatip'ler için...



ALÎ ULVÎ BEY'DEN
Zaman gazetesinden Hüseyin Gökçe, şiirleriyle bir neslin duygularını ihya eden Ali Ulvi Kurucu Bey'le, Medine'de yaptığı bir görüşmeden notlar sundu. Ali Ulvi Bey'in bir hatırası var ki, onları buraya, İmam-Hatipler ve din eğitimi ile ilgili yayınlarımız içine almamız gerekiyor. Gerçekten ibret verici:
Ali Ulvi Bey, İmam-Hatiplerle ilgili hatırasını şöyle anlatıyor:
"...Benim amcam (Hacı Veyiszade) vardı, Konya'da İmam-Hatip'in açılmasında bir numaralı rolü oynamıştı. Eski muallimlerden olduğu için her gün İmam-Hatip'te beş saat derse giriyordu. En çok üstünde durduğu da İslamî şuurlanma. Okul Müdürü, amcamı bu sebepten şikayet etmiş, konunun dışına çıkıyor, demiş. Bu durum amcam tarafından öğrenildiğinde muhterem hiç istifini bozmadı. Üstelik müdüre olan saygısını artırdı. Şaşırıp kalan bizlere de şu açıklamayı yaptı: "Eskiden şöyle bir okul olsa da dinimizi anlatsak diyorduk, işte şimdi o imkan var. Ben bir talebe için bin münafığın nazını çekmeye razıyım. Ah, birazcık fırsat verilse deyip dururken, ayağımıza gelen fırsatları kaçırmak akılsızlıktır. En iyisi gelsin diye bekleyip durmak olmaz, her fırsatı değerlendirmeliyiz." (Zaman, 18 Şubat 1989)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Vilayet Camii-9
Ağaçlar yapraklarını dökmüştü. Soğuk esen rüzgar dalları hafifçe titretiyor, gökyüzü gittikçe kararıyordu. Çıplak ağaçların sıralandığı geniş caddenin sonunda, eski mimari özelliğiyle sarı vilayet binası, yanındaki vilayet camii ile beraber yan yana iki eski dost gibi duruyor, bu soğuk rüzgarı taş duvarlarında hissediyorlardı....
Gökyüzünde bulutlar gittikçe koyulaştı... Vilayet binasına girip çıkanlar işlerinin yanında bir de yağmur telaşında; ha yağdı ha yağacak... Vilayetin çimenleri yemyeşil. Bahçedeki kanepeler bomboş... Kenarda aksakallı bir ihtiyar etrafıyla ilgisini kesmiş sadece vilayetin pencerelerine bakıyordu.
Rüzgar kuvvetini artırdı... Hava biraz daha karardı ve ardından damlalar tek tek damlamaya başladı. Adımlar hızlandı; yağmur hızlandı... Deminden beri vilayetin soğuk bahçesinde kendinden geçmişçesine dolaşan ihtiyar kendine geldi. Vilayetin çatışı altına sığındı. Elindeki beyaz kağıdı yağmurdan korumaya çalıştı. Vilayete girip çıkanların ellerinde de böyle beyaz kağıtlar vardı; ama ihtiyarın elindeki biraz daha perişan, biraz daha boynu bükük... Ak sakallarının altındaki beyaz teni soğuktan morarmış, omuzları titrek, hafif hafif öksürükler... Rüzgar estikçe yağmurdan korunmak güçleşiyor... Vilayetin çamları bile ıslanmaya başladı, ihtiyarın ak sakalındaki yağmur damlaları gümüş gibi parlıyor; kalbi ise altın gibi; fakat ihtiyar bu altın, gümüşler arasında garip ve yoksul... Elindeki kağıdı ıslanmasın diye yamalı ceketinin altında gizlemeye çalışıyor...
Ayağının dibine sular birikmeye başladı... Soğuk iyice içine işlemişti. Öksürmek için derin nefesler alıyor, buz gibi hava ciğerlerine doluyordu... Şimdi kar taneleriyle yağmur damlaları birbirine karıştı... ihtiyarın sakallarına damlayan gözyaşları gibi...
Sonra vilayet camiinin kısa tombul minaresinden acele ile okunan bir ezan sesi duyuldu. Hoparlörsüz minarede müezzin acele ediyordu. İhtiyar toparlandı; öğlen aldığı abdestle ikindiye koştu... Allah'ın evine sığındı.
Cami biraz ılıktı. Henüz dışarının soğuğu içeri girmemişti. ihtiyar, camiye gelenlerin yüzüne birer birer baktı... Birisini arar gibiydi... Namaz boyunca öksürdü... Namazdan sonra yine herkese dikkatli baktı... İmam da ihtiyarı süzdü. Sonra herkes işine koştu, ihtiyar da... Caminin duvarına yaslandı; elindeki ıslak, buruşuk beyaz kağıdı düzeltmeye uğraştı. Önce vilayetin çatışma sığınmayı düşündü ama burası daha emindi.
İkindiden sonra hava iyice kararmaya başladı. Akşam yaklaştı. Akşam yaklaştıkça da kar taneleri çoğaldı... İhtiyar üşüdükçe kendini sıkıyor, dişsiz çeneleri titreyerek birbirine çarpıyordu. İyice üşüdü... Ayakları hissetmiyor gibiydi... Son bir gayretle vilayetin bahçesine gitti. Yağan kar, bakımsızlıktan sararan sakallarına yeni bir renk getirdi. Yeşil çimenler yer yer beyazlaştı. Vakit ilerledikçe ışıklar birer birer yanmaya başladı. Akşam soğukluğu ihtiyarın iliklerine iyice işlemişti... Bu sırada müezzinin hızla okuduğu akşam ezanının ardından ayaklarını sürüyerek camiye gitti. Ayakkabılarını çıkardığı zaman çoraplarının iyice ıslandığını gördü... Ayakkabılarını götürdü, elindeki buruşuk beyaz kağıtla beraber bir yere koydu. Titreyerek namazını kılarken üç-beş cemaatin sıcaklığıyla ısınmaya çalıştı... Eğilip kalktıkça ayak parmaklarını oynatmakta güçlük çekiyordu.
İhtiyar yine imamın dikkatini çekti. Soracaktı ama sormadı. Kapıdan çıkıp gittiler. Dışarıda kar bütün güzelliğiyle yağıyor; kar taneleri sokak ışıklarının altında büyüleyici bir ahenkle o yana bu yana savruluyordu. Etraf gittikçe beyazlaştı... Karanlıklar beyazlaşmaya başladı. Gümüş bir örtü şehrin üzerine yayıldı. Kalabalıklar birer birer evlerine dağılmaya başladı. Vasıtalar birbiri ardınca akıp gitti... Vakit ilerledikçe karlardaki ayak izleri silinmeye başladı. Kaldırımlar beyaz yorganın altında soğuk bir uykuya daldı. Ağaçlar beyaz karlar altında birer hayalet gibi kollarını açmış, rüzgarın uğultusu ile kalplere ürpertiler veriyor...
Vakit ilerledi... Yatsı ezanları şehrin minarelerinden yankılandı; bacalardan süzülen dumanlarla beraber gökyüzüne yayıldı. Vilayet camiinin minaresinde aceleci müezzin, aksakallı titrek bacaklı ihtiyar ve ona merakla bakan imam efendi üçlü bir cemaat meydana getirdi... İhtiyar göz gezdirdi. Bekledi; fakat dördüncü adam gelmedi.
Namaz kılındı; ihtiyar titredi; öksürdü... İmam ihtiyara yaklaştı... Bu sefer soracaktı ama ihtiyar ondan önce sordu;
Vali Bey'in çok mu işi var acaba?
Çoktur herhalde; neden sordun?
Sabahtan beri bekliyorum... Cemaate gelmedi de!..
Gelmedi değil mi?
Ne yapacaksın valiyi?
Arzuhalim var... "Muhtara git" dediler.
Ee!
Muhtar: "Valiye git" dedi... Sabah cemaate geldi mi? Ben yetişemedim de...
İmam bir şey diyemedi... İhtiyar uzandı, ayakkabılarının yanındaki buruşuk kağıdı aldı, imama uzattı... Yağmurdan ıslanmış olan kağıt perişan bir haldeydi... İhtiyar:
Arzuhalim şu ayakkabılıkta dursun... Yarın sabah gelirim... Elimde taşımayayım... Buruşmasın... dedi.
Kağıdı bir kenara koydu. Ayakkabılarını aldı. Titreyerek ayağına soktu. Öksürerek ve göğsünü bastırarak yavaş adımlarla uzaklaştı... İmam efendi ağzım açıp bir şey diyemedi...
O buruşuk kağıt günlerce ayakkabıların altında süründü, sonra kayboldu gitti. Fakat ne vali camiye geldi ne de aksakallı, titrek bacaklı ihtiyar...
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Gül Biraz-10

Tatlı dil, güler yüz sadakadır. Sevap getiren salih bir ameldir. İşimizi kolaylaştırır, insanları tanıştırır, tanışanları daha da seviştirir. İşimizde verimi artırır, nice kötülükleri önler, kin ve buğuzları kovar götürür, tatlı dil, güler yüz. Bu dünyada güzel neticeleri olduğu gibi ahirette de sonsuz mutluluğa vesiledir inşaallah. Öyle ya, ne iyilik ne de kötülük küçümsenemez: Damlaya damlaya göl olur demişler. Bakarsın bu iyilikler birike biriken amel defterimizi doldurur da, terazide zerre miktarı ağır basarsa kötülüklerimize karşı, kurtuluruz inşaallah. Evet, hassas teraziler vardır orada. Kimin iyilikleri zerre kadar da olsa, kötülüklerinden ağır gelirse cennete girecektir(1). Bu yüzden Efendimiz (s.a) "Bir hurmanın yarısıyla olsa" "temiz ve güzel bir sözle de olsa" cehennemden korunmamızı emrediyor(2). İkazı gayet açık, "Kovandan su isteyenin kabına boşaltmakla da olsa, yüzün gülerek kardeşini karşılamanla da olsa, iyiliklerden bir şeyi asla küçük görmeyin."(3) Bilinmez ki Rabbımın rızası veya gazabı hangi ameldedir, amma hayır, amma şer. Bilinmez ki bakarsın bir zerre ile teraziler döner, dünyada bir reyle nice seçimler kazanılmış veya kaybedilmiş olduğu gibi... Evet terazi bir zerre ile dönebilir belki ama, istersen de eline geçmez orada. Efendimiz (A.S.) uyarıyor"; Günahları küçük görmekten sakının çünkü onlar, adamın aleyhinde toplanır toplanır da onu helak ederler."
İslam, kamil ve kapsamlı bir nizamdır. Hayatın en küçük teferruatına dahi bir ölçü koymuş, ve ahiret sorumluluğu gibi yüreklere yüce bir müeyyide, bir yaptırıcı güç yerleştirmiştir. Müslümansın, asık suratlı, ekşi yüzlü, acı sözlü, kem gözlü olamazsın... Evet, olamazsın. Böyle olursan sevilmez, ülfet edilmezsin, öyle ya, "Ülfet etmeyen ve ülfet olunmayan mü'minde de hayır yoktur." buyurur Efendimiz. (A.S) (4) Ve konumuzla ilgili hadis-i şerifi: "Kardeşinin yüzüne gülümsemen, senin için sadakadır." (5)
Bir dostum anlatmıştı başından geçen bir olayı. Hoşuma gittiği için fakir de aynen uygulamıştım: Karşılaştığımızda selam alıp verirken, yüzü gülmez olmuştu bir tanıdığımın. Soğuk bir surat, soğuk ve soğuk kelimeler. Bir gün çevirdim ve dedim:
Nasılsın, hasta filan mısın?
Yok!..
Bir sıkıntın, huzursuzluğun, rahatsızlığın mı var?
Yook!..
Peki, sana karşı bir kusurum, kabahatim mi var?
Yook!.. Yahu nereden çıktı bütün bunlar?..
Beni gördüğünde, yüzün gülmüyor, sesin soğuk çıkıyor da ondan...
Yok kardeşim, yok öyle bir şey.
Öyleyse beni görünce gül biraz.. Gül de ben, de cesaretleneyim... ferahlanayım. Gülüştük...
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Göz Hakkı-11
Güzel bir sonbahar günüydü. Bu güzel günün hatırı için işten erken çıkmış, eve gezine gezine gitmeyi düşünmüştüm. Bütün insanların yüzü gülüyordu... Her şeyde bir güzellik vardı. Kuşlar neşeli; gökyüzü parlaktı... Çocuklar sokaklarda sevinçle oynuyordu. İhtiyarlar sırtlarını güneşe vermiş, ev hanımları akşam için yapacakları yemeklerin hazırlığı ile meşgul, bir taraftan da şuradan-buradan konuşuyorlardı.
"Hayat ne güzel!" diyordum. Şu anda mutsuz bir insan düşünmek bile mümkün değildi. Seyyar satıcılar yol kenarlarına tezgahlarını kurmuş, meyve ve sebzelerini sıra sıra dizmişler, göze en güzel bir şekilde göstererek müşteriyi çekebilmek için bütün hünerlerini ortaya koymuşlardı.
Zihnimi kurcalayan bütün dertlerden uzak, düzenli düzensiz adımlarla bir o yana bir bu yana sallanarak yürüyordum. Bir seyyar satıcının önünde durdum. Kıpkırmızı elmaları piramit şeklinde dizmiş ve öyle parlatmış ki her birinden kan damlıyor. Canım çekti.. Filemi çıkardım: Böyle zamanlarda büyük işler gören bu file, bir mendil gibi cepte taşınabildiğinden hiç yanımdan eksik olmazdı... "Şöyle güzellerinden iki kilo çek" dedim; çekti... Kırmızı elmalar fileme döküldü; parıltıları göz alıyordu... Parasını verdim, yürüdüm.
Bu güzel havada yolların nasıl tükendiğini bilemedim... Sanki birkaç saniyede eve gelmiştim. Halbuki bizim yol epeyi uzundur... Aynı güzellik bizim mahallede de kendini gösteriyor. Her evin kapısı mutlulukla açılıp kapanıyor.
Evimin kapısına geldim... Zile basmak üzereydim ki kapı açıldı... Küçük kızım geldiğimi pencereden görmüş, koşarak kapıyı açmıştı. Yüzüme bakmadan elimdeki fileye bakar gibiydi. Elmalar onunda iştahını açmış olmalıydı. Fileyi uzattım; aldırmadı... Gözlerini arkamdaki bir noktaya dikerek:
Bu çocuk kim baba? dedi.
Döndüm baktım; sokağa pek uygun olmayan bir kıyafetle, saçı başı dağınık üç-dört yaşlarında bir çocuk ağlamaklı gözlerle bana doğru bakıyordu. Fileyi kızıma verdim; çocuğa yaklaştım. Ayaklarında büyükçe ayakkabılar, dudakları titrek... Bu sefer kızımın elindeki fileye bakıyor... Gözlerinde elmaların kırmızılığı... Kimbilir nerelerden beri filemin peşinden gelmişti. O onda, yıllardan beri filemde taşıdığım günahın farkına vardım... Kimbilir şimdiye kadar kaç kişinin gözü fileme takılıp kalmıştı... Kimbilir kaç kişinin isteyip de ulaşamadığı arzularını gözleriyle göre göre filemde taşımıştım... Eskiler "göz hakkı" derlerdi de yediklerinden görenlere dağıtırlardı. Ben "göz hakkı"nın dehşetini şu anda hissediyordum.
Elmalardan birini çocuğun eline verdim; sevindi. Elime iki elma daha alıp çocuğun kolundan tutarak geldiğim yollardan geri dönmeye başladım. Kimbilir hangi fukaranın evladı idi... Kimbilir bu elmanın yokluğunu ne zamandan beri yaşıyordu... Çocuk bir taraftan elmasını ısırıyor, bir taraftan da ayağındaki bol ayakkabılarını sürüyerek yürümeye çalışıyordu.
Zavallı çocuk... Yokluğun ızdırabı, yüzünden okunuyordu. Bu güzel havanın biraz önce gönlüme doldurduğu neş'e şimdi acıya dönmüştü. Kimbilir bu çocuk kaç günden beri bir lokma bir şey yememiş, belki yetim belki de öksüzdü... Fikirler zihnimde dolaştıkça hüznüm artıyordu. Epeyi yol yürümüştüm. Gelirken bir-iki saniyede tükenen yol, şimdi bir türlü bitmiyordu.
Yorulmuştum... Acaba çocuk evini mi bilmiyordu? Neredeyse karakola götürmeyi düşünüyordum ki karşıdan düzgün kıyafetli, kravatlı bir bey geldi. Kendisini tanıyordum. Bizim yakınımızda bir avukatlık bürosu vardı... Tam bu sırada çocuk elimden kurtularak ona doğru koştu... Şaşırmıştım. Henüz şaşkınlığım geçmeden adam elini uzatarak:
Sağolun efendim... Bu yaramaz, ağabeysinin ayakkabılarını giyerek annesinden gizli sokağa çıkmış... Şu kıyafetine bak sokak çocuklarına dönmüş, dedi.
Avukat bey çocuğunun elinden tutmuş uzaklaşırken, elimdeki elmalarla bakakalmıştım. Eğildim, çocuğun elinden attığı ısırılmış elmayı aldım; geri döndüm.
Her zaman gülerek ve üzülerek hatırladığım bu olaydan sonra acı soğanı bile "göz hakkı" olacak şekilde asla taşımadım.
 

ebuzer25

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
16 Ağu 2008
Mesajlar
1,845
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
cokkk güzeldi bülent kardeşim kimbilir bizler farkında olmadan ne kadar göz hakkına girdik bu hikaye benım için büyük bir ders oldu inanın.emeginize yüreginize saglık..
Göz Hakkı-11
Güzel bir sonbahar günüydü. Bu güzel günün hatırı için işten erken çıkmış, eve gezine gezine gitmeyi düşünmüştüm. Bütün insanların yüzü gülüyordu... Her şeyde bir güzellik vardı. Kuşlar neşeli; gökyüzü parlaktı... Çocuklar sokaklarda sevinçle oynuyordu. İhtiyarlar sırtlarını güneşe vermiş, ev hanımları akşam için yapacakları yemeklerin hazırlığı ile meşgul, bir taraftan da şuradan-buradan konuşuyorlardı.
"Hayat ne güzel!" diyordum. Şu anda mutsuz bir insan düşünmek bile mümkün değildi. Seyyar satıcılar yol kenarlarına tezgahlarını kurmuş, meyve ve sebzelerini sıra sıra dizmişler, göze en güzel bir şekilde göstererek müşteriyi çekebilmek için bütün hünerlerini ortaya koymuşlardı.
Zihnimi kurcalayan bütün dertlerden uzak, düzenli düzensiz adımlarla bir o yana bir bu yana sallanarak yürüyordum. Bir seyyar satıcının önünde durdum. Kıpkırmızı elmaları piramit şeklinde dizmiş ve öyle parlatmış ki her birinden kan damlıyor. Canım çekti.. Filemi çıkardım: Böyle zamanlarda büyük işler gören bu file, bir mendil gibi cepte taşınabildiğinden hiç yanımdan eksik olmazdı... "Şöyle güzellerinden iki kilo çek" dedim; çekti... Kırmızı elmalar fileme döküldü; parıltıları göz alıyordu... Parasını verdim, yürüdüm.
Bu güzel havada yolların nasıl tükendiğini bilemedim... Sanki birkaç saniyede eve gelmiştim. Halbuki bizim yol epeyi uzundur... Aynı güzellik bizim mahallede de kendini gösteriyor. Her evin kapısı mutlulukla açılıp kapanıyor.
Evimin kapısına geldim... Zile basmak üzereydim ki kapı açıldı... Küçük kızım geldiğimi pencereden görmüş, koşarak kapıyı açmıştı. Yüzüme bakmadan elimdeki fileye bakar gibiydi. Elmalar onunda iştahını açmış olmalıydı. Fileyi uzattım; aldırmadı... Gözlerini arkamdaki bir noktaya dikerek:
Bu çocuk kim baba? dedi.
Döndüm baktım; sokağa pek uygun olmayan bir kıyafetle, saçı başı dağınık üç-dört yaşlarında bir çocuk ağlamaklı gözlerle bana doğru bakıyordu. Fileyi kızıma verdim; çocuğa yaklaştım. Ayaklarında büyükçe ayakkabılar, dudakları titrek... Bu sefer kızımın elindeki fileye bakıyor... Gözlerinde elmaların kırmızılığı... Kimbilir nerelerden beri filemin peşinden gelmişti. O onda, yıllardan beri filemde taşıdığım günahın farkına vardım... Kimbilir şimdiye kadar kaç kişinin gözü fileme takılıp kalmıştı... Kimbilir kaç kişinin isteyip de ulaşamadığı arzularını gözleriyle göre göre filemde taşımıştım... Eskiler "göz hakkı" derlerdi de yediklerinden görenlere dağıtırlardı. Ben "göz hakkı"nın dehşetini şu anda hissediyordum.
Elmalardan birini çocuğun eline verdim; sevindi. Elime iki elma daha alıp çocuğun kolundan tutarak geldiğim yollardan geri dönmeye başladım. Kimbilir hangi fukaranın evladı idi... Kimbilir bu elmanın yokluğunu ne zamandan beri yaşıyordu... Çocuk bir taraftan elmasını ısırıyor, bir taraftan da ayağındaki bol ayakkabılarını sürüyerek yürümeye çalışıyordu.
Zavallı çocuk... Yokluğun ızdırabı, yüzünden okunuyordu. Bu güzel havanın biraz önce gönlüme doldurduğu neş'e şimdi acıya dönmüştü. Kimbilir bu çocuk kaç günden beri bir lokma bir şey yememiş, belki yetim belki de öksüzdü... Fikirler zihnimde dolaştıkça hüznüm artıyordu. Epeyi yol yürümüştüm. Gelirken bir-iki saniyede tükenen yol, şimdi bir türlü bitmiyordu.
Yorulmuştum... Acaba çocuk evini mi bilmiyordu? Neredeyse karakola götürmeyi düşünüyordum ki karşıdan düzgün kıyafetli, kravatlı bir bey geldi. Kendisini tanıyordum. Bizim yakınımızda bir avukatlık bürosu vardı... Tam bu sırada çocuk elimden kurtularak ona doğru koştu... Şaşırmıştım. Henüz şaşkınlığım geçmeden adam elini uzatarak:
Sağolun efendim... Bu yaramaz, ağabeysinin ayakkabılarını giyerek annesinden gizli sokağa çıkmış... Şu kıyafetine bak sokak çocuklarına dönmüş, dedi.
Avukat bey çocuğunun elinden tutmuş uzaklaşırken, elimdeki elmalarla bakakalmıştım. Eğildim, çocuğun elinden attığı ısırılmış elmayı aldım; geri döndüm.
Her zaman gülerek ve üzülerek hatırladığım bu olaydan sonra acı soğanı bile "göz hakkı" olacak şekilde asla taşımadım.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt