Allah’ın Selamı Üzerinize Olsun!
Yazacak çok şey var; fakat olabildiğince kısa tutmaya çalışacağım. Durumumun, Başbakanlığa ve Uluslararası Gazetecileri Koruma Cemiyetine bildirilmesi isabet olmuş. Yirmi yıldır gazetecilik yapıyoruz, bu işin üniversitesini bitirdik, ama şimdi; “Yok öyle değilsin, ispat et” deniliyor. Nasıl? Neyse bu tür mantık ve muhakeme garabetleri üzerinde durmayacağım. Yalnız bu “ispat et” mantığına; üniversite diplomamı göstersem, yazdığım makaleleri, yaptığım röportajları, Genel Yayın Yönetmenliği yaptığım yayın organlarını “ispat etmiş olur muyum bilmiyorum. Neyse, çok da önemli değil çünkü aldığımız ceza, hakkımızda verilen karar “hukuki” değil, “siyasi” bir karar zaten.
Ben olabildiğini kadar kısa durumumu özetlemeye çalışacağım:
Bu duruma ne demek lazım onu da bilmiyorum;
“Bir Türkiye klasiği daha…” denilebilir mesela:
28 Şubatçıların “darbecilikten” tutuklandıkları gün, 28 Şubat sürecine en sert muhalefeti yapan, bu darbe sürecine karşı en dik duruşu sergileyen Akıncı Yol dergisinin genel yayın yönetmeni –yani ben- 28 Şubat sürecinde 28 Şubatçıların dayatmasıyla açılan- açtırılan bir davadan hüküm giydim. Nasıl? 28 Şubat sürecinde açılan davayı, 28 Şubat’ın 14. yılında, -evet tam on dört yıl sonra Yargıtayın onaylaması ile…
Ve bir ilginçlik veya garabet daha:
28 Şubatçılara ikinci dalga operasyonun yapıldığı gün- aynı gün ben de yakalanıp cezaevine konuldum.
Bu çelişki her şeyi bütün çıplaklığı ile ortaya koymuyor mu?
Ben gazeteciyim...
Bunun mektebini okudum; kapı gibi diplomam bile var. Tabii olarak ”terör”le işimiz olmaz.
28 Şubat’ta Sincan’da tankları yürütenlerin; yargıyı ve hukuku da, kendileri gibi düşünmeyen herkesin üzerinden tank gibi yürüttükleri herkesin malumu…
Şimdi de bu yüzden tutuklandılar, bu yüzden yargılanacaklar ya!...
Peki ya biz?
Hukuk “tank yürütenlerin” üzerine yürürken…
Bizim; “üzerinden tank geçmiş hukuk” tarafından cezalandırılmamız? “Bu ne yaman çelişki” dedirtmiyor mu gerçektende…
“Gazeteciyim” dedim ya, “ispat et” mantığına başka bir şekilde yaklaşmayı deneyip, yaptığım işleri sıralasam:
Efsane “Haftalık Taraf” dergisinde idareci ve yazar…
Akıncı Yol dergisi genel yayın yönetmeni…
Halen çıkmakta olan haftalık Baran dergisi önceki genel yayın yönetmeni… Şükrü Sak…
Bu da Marmara Üniversitesi- Şimdiki adıyla- İletişim Fakültesi Radyo TV bölümünü bitirdiğimi gösteren diplomam;
“İspat etmiş sayılır mıyım?...
Biz yirmi yıldır gazetecilik yapmaya çalışırken;
28 Şubatçıların emriyle, “üzerinden tank geçmiş yargı” bizi;
“Terör örgütü üyesi” ilan etti…
Diyebilirsiniz ki; “Sen terör örgütü üyesi olmasan, mahkeme niye seni silahlı terör örgütü üyesi ilan etsin?”
Devletin en temel kurumlarından MİT’ in müsteşarının bile, bir gün önce “MİT müsteşarı” iken, bir gün sonra; “Silahlı terör örgütü üyesi olmak” tan mahkemeye çağrıldığı bir “hukuk düzeninde”, bizim gibi yirmi yıldır gazetecilik yapan birinin, 28 Şubat sürecinden 14 sene sonra; “Silahlı terör örgütü üyesi” ilan edilmesi hayli hayliye kolay bir iş…
Dün “MİT müsteşarı iken bugün az kalsın; “Silahlı terör örgütü üyesi” olarak yargılanmaktan Başbakanın müdahalesiyle kıl payı kurtulanlar gibi; bizim “terör örgütü üyesi ilan edilmemize” müdahale edecek bir başbakan da olmadığı için, ilan edilmemizle birlikte cezaevini boyladık. Öyle ya; Başbakan hangi birine yetişsin? İşte dün beraber çalıştığı Genelkurmay Başkanına yetişemedi; O da “Silahlı terör örgütü” kurmaktan Silivri’ de…
Hukukun, “adaleti sağlamak” adına değil, gücü eline geçirenin, düşman bellediklerini hizaya sokmak için “sopa gibi” kullanıldığı bir sistemde, “adalet” bir türlü gerçekleşmez ama, “sopa” her an el değiştirebilir…
Mevzu fazla uzadı, hatta biraz dağıldı; toparlamaya çalışalım:
Yukarıda ifade ettiğim üzere; bizim mesleğimiz “gazetecilik”…
Ama “Magazin gazeteciği değil, sahici bir “dünya görüşü” çizgisinde, inancımızın gereği; “hak, adalet ve doğru” yolunda tavizsiz bir gazetecilik…
Malum; Türkiye “Cezaevlerindeki gazeteciler” mevzu ile sık sık başı ağrıyan- ağrıtılan bir ülke konumunda. Ve sürekli savunma pozisyonunda; “Yok, onlar gazeteci değil, başka suçlardan cezaevinde” diye durumu kurtarmaya, telif etmeye çalışıyor.
Fakat durum ortada; işte ben. “ispat et” mantığına ulaşır mı bilmiyorum. Tabi ki beni de “Yahu bu gazeteciymiş, atın bunu da içeri” diye atmadılar. Kılıfı on dört sene öncesinden biçilmiş…
Diğer bir husus;
Eğer Türkiye’de, medyatik, popüler veya meşhur biri değilseniz, haksızlığa ve zulme uğramamızın bir anlamı ve önemi yok, kimsenin umurunda olduğu da… İşte bir hayret mevzuu daha… Eğer bir haksızlığa ve adaletsizliğe maruz kaldıysanız ve dahi şöhretli biriyseniz ancak o zaman gündeme gelebilir, haksızlığı dillendirebilirsiniz; Haftalık Baran dergisinde Hakkı Aka beyin tabii olarak sorduğu gibi;
“Ahmet Şık ve Nedim Şener gazeteci de, Akıncı Yol, Aylık ve Baran dergilerinde genel yayın yönetmenliği yapan Şükrü Sak boru ustası mı?” diye.
Mevzu yine uzadı ve dağıldı. Bu sefer kesin olarak toparlıyorum:
“Türkiye’de “Cezaevlerindeki gazeteciler” Mevzuu, arada bir gündemden düşse bile, dönüp dolaşıp gündemdeki yerini tekrar alıyor…
Şu an bende onlardan biriyim…
“Ergenekoncu” Paşalar gibi, bir rapor ayarlayıp kendimizi Gata’ya attıramadık…
“Sağlık sorunları nedeniyle”! bir hastane odasına kapağı atıp, “Cezaevindeymiş gibi” de yapamadık;
Cezaevindeyiz ve yatıyoruz…
Sabah akşam sayım verip, karavana yiyoruz.
Havalandırmaya çıkıp volta atıp tesbih sallıyoruz…
Üstad’ın “ Zindandan Mehmed’e Mektup’unu okuyup son bölümü yüksekten tekrarlıyoruz.
“Adaleti filan arayıp sorduğumuz yok.
Selam ve Muhabbetle, sizi Allah’a emanet ediyorum…